You are on page 1of 335

Derleyen:

Zakir AYDIN

İslami Camiada
Referandum
Tartışmaları
İslami Camiada
Referandum
Tartışmaları

Derleyen
Zakir AYDIN

Eylül 2010

2
İçindekiler
Referandumun Ortaya Çıkardığı Kırılma Hattı / ZAKİR AYDIN.........................................................................5
İslami Kuruluşlardan Referanduma Aktif Destek Kararı..................................................................................9
Bazı Dâvetçi Müslümanlardan Referanduma Dair Zaruri Açıklama ..............................................................16
‘Evet’ mi, ‘Hayır’ mı? / ALİ BULAÇ..................................................................................................................21
Müslümanlar referanduma katılabilirler mi? / HAYRETTİN KARAMAN.........................................................23
Her şeye Karşı Çıkma Sendromu ve Referandum / MURAT AYDOĞDU...........................................................25
Kemalist Oligarşiyi Geriletecek Her Türlü Değişikliği
Desteklemeliyiz / HAKSÖZ EDİTÖR...............................................................................................................33
Haksöz’ün katılımcılara gönderdiği soruşturma notu...................................................................................39
Aktif Yanlış Pasif Doğruyu Yener / ŞEFİK SEVİM.............................................................................................40
Referanduma ‘Evet’ Sistemin Temel Yapısına Ret / MUHARREM BALCI..........................................................45
Referandum, Taşların Hiçbirinin Kendi Yerinde Olmadığını
Göstermiştir / MEHMED GÖKTAŞ..................................................................................................................48
Anayasa Referandumu Denilen, ‘Düzeni Kabullendirme’
Çabaları / AHMED KALKAN...........................................................................................................................51
Referandum 12 Eylülle Yüzleşme Günüdür / DEMET TEZCAN........................................................................58
Meselelere Bir Usul Dâhilinde Yaklaşmak Önceliğimiz Olmalıdır! / AHMET KAYA..........................................62
Benim Oyum İslam’dan Yana / MEHMED DURMUŞ........................................................................................65
Eylül Karanlığına Bir Mum Yakmak! / YUSUF TANRIVERDİ.............................................................................68
Rejimle Hesaplaşmanın Yolu Referandum Değildir / HAMZA ER...................................................................71
Müslüman, Yaşanan Duruma Bigâne Kalamaz! / ÖZCAN GÜLTEKİN..............................................................76
Zalim Otoriteyi Reddediyoruz! / COŞKUN UZUN...........................................................................................78
Evet ya da Hayır dayatması / MEHMET DURMUŞ...........................................................................................84
Kifayetsiz Tercihler / HÜSEYİN ALAN.............................................................................................................87
Referanduma Dair / ZEKİ SAVAŞ...................................................................................................................90
Mustafa İslamoğlu’nun Referanduma Dair Verdiği Cuma Hutbesi.................................................................93
Referandum aldatmacası / MUHAMMED NUR DENEK.................................................................................100
Aktif Destek Kararı Üzerine / YAKUP DÖĞER...............................................................................................102
Bana Ne Kardeşim! / MUSTAFA ÖMEROĞLU...............................................................................................104
Referanduma Katılmak Haramdır / ABDULLAH İMAMOĞLU.......................................................................109
‘Referandum’ üzerine bir ‘memorandum/hatırla(t)ma’ / SELAHADDİN E. ÇAKIRG........................................13
Kemalist Oligarşiyi Geriletecek Değişiklikleri Destekliyoruz! / ÖZGÜR-DER BASIN AÇIKLAMASI.................118
Referandum İçin Oy Kullanmaya Hayır / EBU ESİLA EL ALMANİ....................................................................21
Pragmatizm Çıkmazı / ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU............................................................................................123
Referanduma Müslüman’ca Bir Bakış / MAHMUT CELAL ÖZMEN.................................................................125
Terazinin Ayarlarıyla Oynamak / ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU.............................................................................131
Bazı Referandum ‘Evet’çilerine Açık Mektup / MEHMET DURMUŞ...............................................................132
Referanduma Bakış / COŞKUN UZUN..........................................................................................................137
İslamî camia sağcılaşıyor mu? / AHYA ARAS..............................................................................................14 5

REFERANDUM TARTIŞMALARI 3
İslamoğlu: ‘Referandum bir sorumluluktur’............................................................................................... 147
Mustafa İslamoğlu: “Bir ibadet duyarlılığı içerisinde sandığa gidip evet diyeceğim” ................................149
Kemalist Zorbalık Düzenine Karşı Bir Mevzi Olarak 12 Eylül Referandumu / HAKSÖZ EDİTÖR . ...................151
Tavırsızlık Sahih Tavır Olabilir mi? / RIDVAN KAYA.......................................................................................155
Değişimin adı değil, adımı olarak referandum / YILMAZ ÇAKIR..................................................................162
Siyasal Olaylara Yaklaşımda Yaşanan Kriz ve Referandumun Yol Açtığı Tutarsızlıklar / MUSA ÜZER............166
Referanduma ‘Evet’ Sisteme ‘Hayır’ / SÜLEYMAN ARSLANTAŞ.....................................................................178
Müslüman, Şirk Temelli Bir Anayasadan Yana Olamaz! / ALİ KAÇAR...........................................................180
Bu Toprakların En Büyük ProblemiVesayettir! / MUSTAFA İSLAMOĞLU.......................................................185
Tavrımızı ‘Evet’ İle SınırlamayıpTaleplerimizin Takipçisi Olmalıyız! / CÜNEYT SARIYAŞAR............................189
Her Yanlış Adım Yarına Kesilen Faturadır / AHMET YILDIZ............................................................................193
Düşünce Problemleri ve Dünyayı Algılamaya Etkileri / NURİ YILMAZ..........................................................198
Referandumda Duygusallık Değil Sağduyu Galip Gelmeli / FUAT DEĞER....................................................202
“İdeolojik Savaş”ı Iskalamanın Vahim Sonuçları / İKTİBAS EDİTÖR.............................................................205
“Sistem-İçi” / “Sistem-Dışı” Mücadele / İKTİBAS........................................................................................211
Hılfu’l-Fudûl Nedir Ne Değildir? Anayasa Referandumuna Evet Demeyi Hılfu’l-Fudûl’la
Kıyaslamak / AHMET KALKAN................................................................................................................... 219
Hudeybiye Antlaşması ve Anayasa Reformu / MEHMET DURMUŞ...............................................................227
Referandum süreci ve sonrasındaki konumumuz üzerine / BÜNYAMİN ZERAN......................................... 235
Devrimci Bir Hamle: Evet / BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER................................................................................. 237
(K)oyverin Gitsin! / MUSTAFA ÖMEROĞLU..................................................................................................242
Anayasa Değişikliğinin Değiştiremeyecekleri / HALİME AYDIN..................................................................245
Alışılagelmiş Senaryoların Referandumu / ERKAN AKKAYA . ......................................................................249
Referandum’a Neden Evet Diyeceğim? / UBEYDULLAH ARSLAN.................................................................252
Tekfircilik Hastalığı Üzerine Bir Değerlendirme / AHMET KALKAN..............................................................258
Cürmünden Fazlasını Yakan Bir Tartışma: Referandum / SERDAR BÜLENT YILMAZ.....................................268
Referandum karşısında Müslümanların açmazı / ALİ ÖNER...................................................................... 278
Bir Referandum Ayrımında Meşruiyet Tartışmaları ve Hz. Yusuf Örnekliği / NUREDDİN ŞİRİN..................282
Referandum ve Bizim Radikaller / ÖMER ŞEVKİ HOTAR..............................................................................288
Son Olarak / ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU . ..........................................................................................................292
Referandum tartışmalarıyla ortaya çıkan şaşırtıcı tablo / SELAHADDİN E. ÇAKIR..........................................93
Hz. Yusuf Örnekliği’nden Alacağımız Ders Bize Delil Olmaz mı? / NUREDDİN ŞİRİN....................................299
“Evet” Vaciptir! / SALİM AYDÜZ...................................................................................................................307
Tercihimiz İslami Olmalı / COŞKUN UZUN....................................................................................................308
Adım Adım Özgürlüğe / BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER.......................................................................................312
Özgür-Der’den Referandum Sonuçlarına İlişkin Açıklama...........................................................................315
Kulluktan vazgeçmeden zihni sürekli diri tutmak gerek / BÜNYAMİN ZERAN.............................................317
‘Nasılsanız öyle yönetilirsiniz…’ ve, ‘Bir halk kendi halini değiştirmedikçe...’ / SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL...320
Sizi gidi Radikaller sizi! / MUSTAFA ATAV....................................................................................................324
Referandum Süreci ve Sonucuna Yönelik Bir Değerlendirme / UFUK ARAŞLI..............................................328
Keloğlan ve Referandum / HİKMET ERTÜRK................................................................................................332

4 REFERANDUM TARTIŞMALARI
ÖNSÖZ:

Referandumun
Ortaya Çıkardığı
Kırılma Hattı
ZAKİR AYDIN

12 Eylül 2010 da bir referandumdan geçtik. Referandumda oylanan ve


anayasanın 26 maddesinde değişiklik öngören paket % 58 gibi ezici bir
çoğunlukla kabul edildi. “Hayır” oylarına yaklaşık % 16 gibi büyük bir
fark atan bu sonucun ne tür bir Türkiye tablosu ortaya çıkartacağını
bundan sonra göreceğiz. Anayasa paketinin hayata geçmesiyle meyda-
na gelecek değişimler kadar, referanduma kadar bu çerçevede yapılan
tartışmalar da oldukça büyük önem arz etmektedir. Özellikle İslami ca-
miada bu konunun tartışılması derin çatlaklara yol açtı. Tarihte, özellikle
insanların nezdinde geçerli düşünce ve zihniyetlerin değişiminde bazı
olaylar önemli kırılma noktaları oluştururlar. Yakın tarihte “28 Şubat” ve
“11 Eylül” isimleriyle anılan olaylar, bu olaylardan etkilenenlerin düşün-
celerini derinden gözden geçirmelerine yol açan birer kırılma noktaları
olarak tarihte yerini almıştır. Muhtemeldir ki, “12 Eylül 2010 referandu-
mu” da, İslami çevrelerde meydana getirdiği ve getireceği tartışmalar
nedeniyle düşünce ve tavır değişimine yol açan bir kırılma noktası ola-
rak tarihte yerini alacaktır.
Siyasi olayların düşünceler üzerinde yaptığı tesir Müslümanların makus
bir kaderi midir, yoksa bunu sosyal yapının kaçınılmaz bir sonucu ola-
rak mı görmek gerekir tartışmak lazım ama şunu mutlaka belirtmemiz
gerekir ki; İslam Tarihinde siyasi olayların düşünce ve hatta inanç ay-
rılıklarının ortaya çıkmasında dominant bir tesiri vardır. Bu ifadeyi belki
biraz daha keskinleştirmek gerekiyor: İslam Tarihinde düşünce ve inanç
ayrılıklarının ortaya çıkmasının temel nedeni siyasi olaylardır. Bu tes-
pitin hakkını verdikten sonra belki siyasi ayrılıkların ortaya çıkmasının
nedenlerini araştırmak daha doğru bir yöntem olacaktır.
Referandum meselesinin tartışılmasında meydana gelen ayrılıklar, zaten
mevcut olan iki ayrı düşüncenin veya zihniyetin siyasi bir gelişme karşı-
sında çatışmasıyla ortaya çıktı. Oysa İslam Tarihinin ilk dönemlerindeki
ayrılıklar, farklı sosyolojik nedenlerle ortaya çıkan siyasi çekişmelerin

REFERANDUM TARTIŞMALARI 5
düşünce ve inanç ayrılığına dönüşmesine yol açmıştı. Yani ilk dönem-
le günümüz arasında, ayrılıkların bir siyasi olaya bağlı olarak ortaya
çıkmasında bir fark olmamasına rağmen; siyasi olayın mı düşünce ve
inançları belirlediği, yoksa düşünce ve inançların mı siyasi tavrı belirle-
diği hususunda tam tersine bir ilişki bulunmaktadır.
Hazreti peygamberin vefatıyla başlayan süreçte, burada ayrıntısına gi-
remeyeceğimiz farklı sosyolojik nedenlerle ortaya çıkan siyasi ayrılıklar
beraberinde, herkesin kendisini dinden alınan referanslarla meşrulaştır-
ma kaygısıyla ortaya attığı deliller nedeniyle, itikâdi tartışmalara dönüş-
tü. Siyasi fırkalar itikadi fırkalara dönüştü. Bilindiği üzere, İslam tari-
hinde ortaya çıkan fırkalar en temelde; siyasi, itikadi ve fıkhi fırkalar
olarak üçe ayrılır. Siyasi fırkalaşmanın dini referanslarla ortaya çıkardığı
tartışmalara verilen cevaplar üzerinden itikadi fırkalar ortaya çıktı.
İslam tarihinde meydana gelen farklı olaylar bu kırılma ve değişimleri
muhtelif tarzlarda geliştirdi. En son döneme geldiğimizde, referandum
tartışmalarının da yapıldığı günümüz ortamında, artık kemikleşmiş
inanç ve düşünceler siyasi olaylara karşı tavır biçimini belirler hale gel-
di.
İslam Tarihinin ilk dönemlerinde siyasi yaklaşımlara meşruiyet aranması
sonucunda inanç ve düşüncenin ortaya çıkması doğrultusunda oluşan
tavır, günümüzde inanç ve düşünceden siyasi tavra doğru biçimlenmek-
tedir.
Bazı araştırmacılarca “İslam siyasal aklı” olarak isimlendirilen siyasal
zihniyet kökten sorgulanmadıkça “siyasetten inanca, inançtan siyasete”
süregelen bu oluşum kendisini tekrar etmeye devam edecektir. İnanç
haline gelmiş siyasi tavır pratiğe cevap veremediğinde veya krize girdiği
her dönemde, pratikle uyumlu hale gelmek için, gene dinden ürettiği
referanslarla yeni bir cevap üretecek ve bu cevap yeni siyasi zihniyetin
inancına dönüşecektir.
Ortadaki probleme dinden alınan referanslarla verilen bir cevabı sadece
bir düşünce olarak bırakmak ve tekrar bir inanca dönüştürmemek için
tarihteki bu İslam siyasal diyalektiğini çözümleyecek ciddi analizlere
ihtiyaç vardır. Bu analizler, karşıtlarını küfürle suçlayan siyasal inançla-
rın kendisine referans edindiği delillerin ürediği ortamlardaki sosyolojik
koşulların bizim koşullarımızla uyumluluğu üzerinden yürümesi gerek-
mektedir. Delillere, sosyolojik koşulları yeteri kadar iyi analiz edilmemiş
farklı delillerle karşılık vermek, yeni inançların türemesine de kapıyı
aralamaktadır. Oysa en çok kaçınmamız gereken nokta bu husus olma-
lıdır. Referandum tartışmalarında sandığa gidip “evet” demekten yana
tavır alan İslamcıların pek çoğu, karşı tarafça ortaya konan delilleri
sosyolojik ve tarihi koşulları itibariyle analiz etme konusunda cesur
davranmamakta, bunları kabul eder gibi yapmaktadır. Hatta var olan
İslami siyasal zihniyete karşı da çıkılmamaktadır. Sadece mevcut duru-
mun iddia edilen durumla ilişkisizliği üzerinden problem itikadi alandan

6 REFERANDUM TARTIŞMALARI
içtihadi alana kaydırılmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle üretilen karşıt
delillerle temellendirilme yapılmaya çalışılmaktadır. Oysa problem bir
siyasal akıl veya zihniyet problemidir. Bu nedenle diyalektiğe çomak
sokmadan veya baskın İslami siyasal zihniyete köklü bir eleştiri yapıl-
madan problemlere köklü bir çözüm bulmak da mümkün olmayacaktır.
Mevcut referandum tartışmalarında, anayasada kısmi bir değişiklik ya-
pıldığından, hılfu’l fudül, Rum suresi, Hudeybiye anlaşması, Yusuf suresi
gibi referanslar kısmen işe yarar gibi görünmesine rağmen önümüzdeki
süreçte anayasanın toptan değiştirilmesi gündeme geldiğinde bunlar işe
yaramaz hale gelecek ve bugün argümanları zayıf kalan ve sistem içi
mücadeleye karşı çıkan ve referandumda sandığa gidip oy kullanmayı
neredeyse küfür (bazılarınca da açıkça küfür!) kabul edenlerin referans-
ları güçlü hale gelecektir. Bu nedenle delillerin kökenine inilmeden bun-
lara başka İslami delillerle cevap verme yöntemi terk edilmeli ve “İslam
siyasal aklı/zihniyeti” köklü bir eleştiriye tabi tutulmalıdır.
Bu derleme çalışmasının amacı bu köklü analizi yapmak değildir şüphe-
siz. Ancak asıl amaç; bir-iki aylık süreçte hızlı bir tempoda yapılan bu
tartışmaları, bu tarz analizleri yapmak isteyenlere kaynak olması için
bir arada sunabilmektir.
Tartışmalarda iki ayrı cenah oluştu: Referandumda sandığa gidip “evet”
denilmesi gerektiğini savunanlar ve sandığa gitmenin sistemi kabul
etmek, sistemin güçlenmesine katkı sağlamak anlamına geldiğini, oy
vermenin şirk anayasasını onaylamak manasına geleceğini, itikadi açı-
dan böyle bir davranışın tevhidle çelişeceğini savunanlar… İkinci kesim
kendisine dinden çok ciddi referanslar bulabilmektedir. Cahiliye hükmü-
ne razı olmamayı emreden ve Allah’ın adıyla hükmetmeyenlerin kafirler
olduğuna dair ayetler bu delillerin temelini oluşturmaktadır. Birinci ke-
sim meseleyi tevhit-şirk ekseninde tartışmak istememekte ve konuyu
bir içtihat tartışması olarak yürütmektedir. Mevcut koşullarda yapılacak
yeni düzenleme Müslümanlara karşı hep baskı uygulayan oligarşik yapı-
yı geriletecek faydalı bir düzenlemedir. Bu düzenlemeyle ortaya çıkacak
yeni ortam Müslümanların kendilerini daha rahat ifade etmelerini ve
hareket etmelerini temin edecektir. Bu nedenle olay itikadi bir mesele
değil içtihadi bir meseledir. Tartışmalarda Kur’an’dan verilen delillerin
neredeyse tamamı sandığa gitmeyi reddedenlerce üretilirken, sandı-
ğa gidip “evet” denilmesi gerektiğini savunanlar pratik durumdan yola
çıkarak “maslahat” ve “içtihat” kavramlarını esas almaktadırlar. Ama
Kur’an gibi bir delil karşısında zayıf kalan argümanları güçlendirmek de
gene peygamberin hayatından alınan ve Kur’an ayetleriyle yoğrulan de-
lillere düşmektedir. Hılfu’l Fudul, Hudeybiye anlaşması, Rumlara verilen
destek, Yusuf peygamberin hayatı gibi deliller bu mesabedendir.
Tartışmada ortaya çıkan üslup da zaman zaman çok ileri noktalara ka-
dar gitmekte ve birbirini direk ve dolaylı olarak tekfir etmeye kadar
varabilmektedir. Üsluptaki, “eklemlenme”, “soyutlanma”, “çözümsüz-
lüğe mahkûmiyet”, “zalimlere eğilim göstermek”, “sapıtma”, “hayır

REFERANDUM TARTIŞMALARI 7
cephesine hizmet etme”, “PKK nın ve ergenekonun safında yer alma”,
“Lezbiyen ve homoseksüel sanatçıların yanında yer alma”, “hak ile batılı
zalimle mazlumu ayıracak furkan günü”, “Bizim radikaller”, “bedevi-
ler”, “her şeyi selef dağının renginden görenler” gibi ifadeler ise tekfir-
ci ifadelerin yanında hafif kalmaktadır.
Tartışmada aslında üçüncü bir kesim olarak yer alan ama yazdıklarıyla
çok ön plana çıkmayan bir kesim daha vardır ki bunlar meseleyi tevhit-
şirk, içtihat-itikat, sistem içi-sistem dışı ekseninden çok AK Partiye
veya mevcut sisteme İslami sol (veya Müslüman sol) bir bakış açısıyla
yaklaşanlardır. Bu kesimin özet görüşünü yapacağımız şu alıntıyla ifade
edebiliriz: “Siyasi ve ekonomik alanda gücü eline geçirenlerin rahatlıkla
değiştirebildiği uyduruk bir anayasa ile insanlık felç edilirken, yine bu
anayasayı algıları felce uğratılmış mazlum bir halk kitlesine onaylat-
tırma (evet ya da hayır) çabası, bu sistemin ömrünü uzatmaya, halkı
açlık, çaresizlik ve ezilmişlikle baş başa bırakmaya ve gayri meşru zu-
lüm sistemini bir kez daha meşrulaştırmaya dayalıdır.” (Muhammed Nur
Denek, Referandum Aldatmacası) Bu bakış açısından dolayı söz konusu
kesimin referanduma karşı tavrı sandıkları boykot etme şeklinde geliş-
miştir.
E-kitapta bu tartışmaların içinde yer alan ulaşabildiğimiz bütün yazıları
bir araya getirmeye çalıştık. Yazanın kimliğine, ne yazdığına ve nerede
yazdığına bakmaksızın kitapta yer vermeye çalıştık. Tartışmaların yo-
ğunlaştığı yerler, İslami kesimlere ait internet siteleri, gazeteler ve der-
gilerdi. Bunun belki de tek istisnası Mustafa İslamoğlu’na ait bir Cuma
hutbesidir ki biz bu hutbeyi yazıya dökerek kitabımızda yer verdik.
Yazıları sıralarken, öne çıkan iki ayrı görüşten gelen ortak basın duyu-
rularını kitabın başına yerleştirdik. Bunun dışındaki tüm yazıları tarih
sırasına göre vermeye çalıştık. Dergilerden alıntılanan yazıların sırasın-
da ise dergilerin yayın tarihini esas aldık. Bazı yazılar birden çok sitede
yayınlandığından, alıntıladığımız sitedeki tarihi esas alarak sıralama
yaptık. Sitelerde yazılara yapılan yorumlara hiç yer vermedik. Aslın-
da bunların içinde en az yazılar kadar güçlü yorumların yer aldığının
farkında olmamıza rağmen ciddi bir elemeye tabi tutmadan ve büyük
ölçüde tekrarlar içeren bu yorumlara çalışmamızın içinde yer vermeyi
uygun bulmadık. Bazı site, dergi ve gazetelerde yer almasına rağmen
gözümüzden kaçması nedeniyle burada yer vermediğimiz bazı makale-
ler olabilir. Bunlara yer vermememiz tamamen bizim dikkatsizliğimizden
kaynaklanmaktadır. E-kitapların en büyük avantajı dinamik yapıları
olduğundan bir uyarı alırsak gerek duyulan düzeltme, ekleme ve çıkart-
malara açık olduğumuzu ifade etmemiz de gerekmektedir.
Umarız bu çalışma gelecek nesillerin ve bu tartışmada yer alanların
problemleri daha doğru algılayıp ciddi analizler yapmalarına ve doğru
çözümlere daha kolay ulaşmalarına vesile olur…
İletişim için: zakir.aydin@gmail.com

8 REFERANDUM TARTIŞMALARI
İslami Kuruluşlardan
Referanduma Aktif
Destek Kararı
 

İstanbul-Fatih’te bulunan Ali Emiri


Efendi Kültür Salonu’nda bir araya
gelen çeşitli İslami kesimler ortak
bir basın açıklaması yaparak refe-
randum karşısında takınacakları
tutumu kamuoyuna deklare etti-
ler.
Şartlı destek kararının çıktığı toplantıda
kuruluş sözcüleri de teker teker söz alarak destek gerekçelerini ortaya
koydu ve sandığa gidilmesi çağrısında bulundu.
“Despotizmi Geriletecek ve Özgürlükleri Genişletecek Değişiklikleri
Destekliyoruz!” yazılı bir pankartın açıldığı ve Mazlumder Genel Başkan
Yardımcısı Cüneyt Sarıyaşar’ın yönettiği toplantıda ilk olarak basın
bildirisi okundu. Basın açıklamasının ardından kuruluş temsilcileri birer
söz alıp referandumun önemine dikkat çektiler ve desteklerini gerekçe-
lendirdiler.

İkram Soltan / İMH:

İlk olarak İMH’den İkram Soltan referandumun önemi üzerinde durarak


bunun seçkinlerin gayri meşru iktidar alanlarını daraltacak değişiklikler
içerdiğini söyledi. Türkiye’de yaşanan son gündemlerin de tekrar gös-
terdiği üzere bürokratik oligarşinin iktidar hırsından vazgeçmediğini ve
imtiyazlarının muhafazasına çalıştığını kaydeden Soltan, referandumun
öncelikli olarak bu yapıyı gerileteceğini ve ikinci olarak da atanmışlara
karşı seçilmişlerin elini güçlendireceğini belirterek bu sürecin olumluluk-
lar taşıdığını ve bu nedenle aktif olarak desteklediklerini ifade etti.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 9
Hasan Hafızoğlu / AKABE VAKFI:

“Türkiye bu oylamayla kendi kaderini oyluyor.” vurgusuyla konuşmasına


başlayan Hafızoğlu, bu süreç sonunda halkın ya vagon ya da lokomotif
olacağını söyledi. Anayasa değişiklik paketinin kısmi açılımları içerdiği-
ni ve hakların iadesi anlamına geldiğini belirten Hafızoğlu, Akabe Vakfı
olarak kendilerinin bu süreci desteklediklerini ve kitlelerine de sandığa
giderek evet oyu kullanmalarını istediklerini ifade etti.

Burhanettin Can / AKV:

Kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nde ana bir tezadın bulun-


duğunu belirten Can, sistemi kuran asıl kadronun İttihat Terakki oldu-
ğunu ve darbeler sonucunda yapılan bütün anayasaların da sistemin
topluma dayatmak istediği ideolojik kimliği merkeze aldığını söyledi.
Anayasaların halkın inanç değerleriyle uyumsuzluğuna dikkat çeken
Can, bunun sürekli bir çatışmayı beraberinde getirdiğini belirterek sis-
temin merkezi pozisyonunda olan “resmi merkez”in daima dış güçlere
yaslanarak çevreden oluşan “ağırlık merkez”ini sindirmeye çalıştığını
kaydetti. Ağırlık merkezinin parlamentoda temsil imkanı elde etmekle
birlikte sürekli resmi merkezce kontrol altında tutulduğunu ve kontrol-
den çıktığı sinyali verdiği anlarda da darbelere muhatap olduğunu belir-
ten Can, Türkiye’deki bütün anaysalar da dahil olmak üzere Ergenekon
çetesinin de, Bayloz, Kafes vb. eylem planlarının da merkezinde çevreyi
sindirmek olduğunu söyledi. Buradan hareketle Anayasa değişiklik pa-
ketinin bütün yetersizlikleriyle birlikte hesaplaşmanın sembolik bir adı-
mı niteliğinde olduğunu kaydeden Can, kurum olarak bu yüzden aktif
olarak destekleyeceklerini ifade etti.

10 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Mehmet Şahin / Fatih Akıncıları:

Müslümanlar olarak sosyal-siyasal gelişmelere karşı müteyakkız, ilgili


ve bir tutum sahibi olmalarının önemini vurgulayarak sözlerine başla-
yan Şahin, bunu yaparken İslami ilkeler ve kimlikten kopmamanın öne-
mini ifade etti. Özellikle de 12 Eylül mağdurları olarak darbe anayasa-
sını onaylamalarının mümkün olmadığını ve İslami ilkeler açısından ise
zaten mevcut anayasayı hiçbir şekilde onaylayamayacaklarını belirten
Şahin, “Müslümanlar olarak nihai talebimizin anayasanın tamamen de-
ğiştirilmesi ve Müslüman halkın değerlerine, adalete ve insan haklarına
dayalı yeni bir anayasanın oluşturulması olduğunu bir kez daha hatır-
latmak isteriz. Ve belirtmek isteriz ki hiçbir şartta bu hedefimize doğru
yürümezlik etmeyiz.” Şahin müteakiben mevcut referandum sürecinin
çeşitli olumluluklarına dikkat çekerek şunları söyledi: “Tavrımız evettir
ama bu kerhen bir evettir. Bu mevcut anayasayı bir bütün olarak kabul
ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Biz bunu askeri vesayet rejimine ve
onun muhalifleri muhatap alan kesintisiz baskılarına karşı bir gedik ola-
rak görmekte ve bu nedenle desteklemekteyiz.”

REFERANDUM TARTIŞMALARI 11
Burhan Kavuncu / Özgür-Der:

Toplantıda Özgür-Der adına söz alan Burhan Kavuncu esasen mevcut


anayasanın tamamına karşı olduklarını belirterek çünkü bu anayasanın
birinci olarak seküler-laik karakterde olduğunu ve ikinci olarak da ırkçı
bir yapı arz ettiğini söyledi. Anayasadaki değiştirilemez ve değiştirilmesi
teklif dahi edilemez zırhının ise doğrudan bir tuğyanı, ilahlaşma iddia-
sını içerdiğini kaydeden Kavuncu, Özgür-Der olarak kendi tutumlarının
mevcut sisteme ve onun anayasasına karşı devrimci bir duruş olduğunu
söyledi. Değişiklik paketinin ise önemli değişiklikler içermekle birlikte
düzenin resmi ideolojik özüne yönelik bir dokunma gerçekleştirmediğini
kaydeden Kavuncu, yine de mevcut haliyle özellikle de yargı bürokrasi-
sine karşı ciddi mevzi kazanımlar içerdiğini ve bu nedenle kendilerinin
aktif olarak destekleyeceklerini söyledi. İki temel nedenden dolayı de-
ğişiklikleri desteklediklerini belirten Burhan Kavuncu; “İlk olarak 367
saçmalığından Meclisi fiilen bitiren başörtüsü ile ilgili iptal kararına, ül-
keyi siyasi parti mezarlığına dönüştürme tutumuna kadar verdiği sayısız
Anayasa Mahkemesi’nin mevcut haliyle Kemalist bürokratik oligarşinin
kılıcı işlevini yüklendiğini ortaya koymakta; ikinci olarak muhalifleri
tasfiye etmek, Ergenekon davasını yürüten hakim ve savcıları sürmek,
darbe çetelerini soruşturanları açığa almak, askere dokunanı meslekten
ihraç etmek gibi icraatlara imza atan HSYK’nın yargıda nasıl bir kast
sistemi teşkil ettiği de ayan beyan ortada; bu yapının kısmen de olsa
değişmesi, otoriter zihniyet ve işleyişin bir nebze dahi geriletilmesi im-
kanını sağladığı için değişiklik paketini destekliyoruz.”

Hüseyin Özhazar / Anadolu Platformu:

Anayasa sorununun Türkiye’nin tarihi sorunu olduğunu belirten Özha-


zar, sorunun temelinin de anayasa yapıcılarının halkın inanç değerle-
rine yabancılıklarından kaynaklandığını söyledi. Bu özelliği dolayısıyla
Türkiye’deki bütün anayasaların devşirme bir nitelikte olduklarını kay-
deden Özhazar, gelinen noktada AK Parti’nin öncülük ettiği Anayasa de-
ğişiklik paketinin önemsenmesi gerektiğini, bunun halkın ve muhalifle-
rin lehine olduğunu ve bu yüzden aktif olarak desteklenmesi gerektiğini
söyledi. Bunun ise uzun vadede özgürlükleri, halkın İslami değerlerini
ve adaleti gözeten ideal anayasa çalışmaları ve buna yönelik mücadele-

12 REFERANDUM TARTIŞMALARI
lerinden Müslümanları alıkoymaması gerektiğini sözlerine ekledi.
Basın açıklaması Mazlumder Genel Başkan Yardımcısı Cüneyt
Sarıyaşar’ın referandum sonrasında da hak ve özgürlüklerimizin takip-
çisi olma kararlılığını devam ettirecekleri temennisiyle sona erdi. Sarı-
yaşar konuşmasında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri 2 temel
yanlışın devam ettiğini belirtti. Bunlardan ilkinin Müslüman kimliğin gö-
rünürlüğüne yönelik düşmanca tavır olduğunu söyleyen Sarıyaşar, ikin-
cisini ise Türk kimliğini etnik bir mensubiyete indirgeyerek Kürt halkına
zulüm edilmesi olarak ifade etti. Cüneyt Sarıyaşar, bütün kesimlere ve
kimliklere yapılan yanlışlıkları düzeltecek ve özgürlüklerini verecek bir
anayasa yapılana kadar taleplerinde ısrarlı olacaklarını söyledi.

Ortak açıklama:
Darbeci Bürokrasiyi ve Yasakçı Yargıyı Geriletecek

Özgürlükleri Genişletecek Değişiklikleri Destekliyoruz!

Türkiye, 12 Eylül 1980 darbesinin 30. yıldönümünde yapılacak referan-


dumla yeni bir sürecin evresinde bulunuyor. Bugüne kadar neredeyse
hiçbir değişime uğramayan 82 Anayasası’nda 26 maddelik bir değişiklik
halkın onayına sunulmaktadır.
Anayasa değişiklik paketinin referanduma gitmesini engelliyemeyen
vesayet bürokrasisi ve ona eklemlenen siyasi mekanizmalar, “hayır”
kampanyalarıyla bu paketin reddedilmesi için yoğun uğraş veriyorlar.
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkından, sendikal özgür-
lüklerin genişletilmesine, sivillerin askeri mahkemede yargılanmasına
son verilmesinden, yüksek askeri şura kararlarının yargı denetimine
açılmasına ve yüksek yargı kurumlarının seçim mekanizmalarının tem-
sil kabileyitini artıracak istikamette değiştirilmesine imkan tanıyan bu
paketin kabulü halinde bile, Türkiye’nin anayasa sorunu tam anlamıyla
çözümlenmiş olmayacaktır.
Türkiye’nin etnik, milliyetçi ve ideolojik dayatmacı bir anayasa sorunu

REFERANDUM TARTIŞMALARI 13
vardır. Anayasalar toplumda bulunan tüm kesimlerin taleplerini karşı-
layan TOPLUMSAL SÖZLEŞME’ler olmalıdır.Oysa 1924 Anayasası, 27
Mayıs Anayasası, 12 Mart değişikliği, 12 Eylül Anayasası hepsi ya askeri
darbelerin ürünü yada toplumun taleplerini gözetmek yerine resmi ide-
olojik kimliği topluma dayatan jakobenlerin ürünüdür. Bu anayasaların
hiç biri normal şartlarda ve serbest bir ortamda; siviller tarafından ya-
pılmamıştır. Bu anayasalar seçilmişlerin iktidar alanını daraltmak esası
üzerine kurgulanmıştır.
82 Anayasası TBMM’yi yani halkın seçmiş olduklarını, dolayısı ile resmi
ideolojisini dayatarak tüm toplumu vesayet altına almıştır. Hem siyaset
yapıp, hem de siyaset üstü kabul edilen kurumların varlığı, Türkiye’nin
en önemli açmazıdır. Ülkemizde asker ve yargı tam bu konumdadır.
Temsile dayalı sisteme kuşkuyla bakan bir anayasanın, görevleri olma-
dığı halde siyaset yapan kurumlara tanıdığı imkanlar vesayet sisteminin
derinleşmesine neden oluyor.
Siyaset yapmaması gereken kurumlara siyaset yapma imkanı veren
anayasa, siyaset yapması gereken kuruluşların ise alanlarını daraltmak-
tadır.
Anayasalarda, özgürlüğün kural, özgürlüğe getirilen kısıtlamaların ise
istisna olması gerekir. 82 Anayasası’nda ise, neredeyse özgürlükler is-
tisna tutulup kısıtlamalar kural haline getirilmiştir.
Halka güvenmeyen ve onun tercihlerine kuşkuyla bakan bir devlet an-
layışı, ülkemizdeki sorunların derinleşmesinde önemli bir etkiye sahip.
Siyasal iktidar ve devlet iktidarı olarak bölünmüş bir devlet yapısı kabul
edilemez.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bugüne kadar yaşadığı tarihi, bu
ikili iktidar yapısının oluşturduğu sorunların tarihi olarak da okunabilir.
Son 7-8 yıl içinde, siyasal kriz olarak nitelenen bütün olayların vesa-
yetçi bürokrasinin hukuksuz bir şekilde inşa ve işgal ettiği iktidar ala-
nını kıskançlıkla korumasından kaynaklandığını görüyoruz. Dolayısıyla
Türkiye’nin sorunlarının önemli bir kısmının kaynağı olan bu ikili iktidar
yapısına son verilmesi gerekmektedir. Halkın temsil yetkisi verdiği in-
sanların, hukukun sınırları içinde kalmak kaydıyla, müdahil olamadıkları
hiçbir iktidar alanının olmaması gerekir.
Buraya kadar saymış olduğumuz ve burada ifade etmediğimiz sorunla-
rın halledilebilmesi için atılacak en önemli adımlardan bir tanesi yeni bir
anayasanın yapılmasıdır. Yeni anayasa bugüne kadar yaşamış olduğu-
muz sorunların hallinde önemli bir girişim olacak; hem de darbe anaya-
salarına mahkum olma ayıbından bizi kurtaracaktır.
Ancak, bir kısım seçilmişlerin siyasi planları ve statükodan yana tavır
almaları sebebiyle bugünkü meclis aritmetiği yeni bir anayasa yapmaya
imkan tanımamaktadır. Bütün şartlar zorlanarak 26 maddelik bir Ana-
yasa değişikliği paketi meclisten ancak geçirilebilmiştir…

14 REFERANDUM TARTIŞMALARI
12 Eylül 2010’da halkın oyuna sunulacak bu değişiklik girişimi bugüne
kadar yapılan değişikliklerden daha kapsamlı ve vesayet sisteminin
kurumsal yapılarına müdahale eden bir mahiyet arz etmektedir. Bu
müdahalelerin ve değişikliklerin ona asla özgürlükçü bir anayasa özel-
liği kazandırmayacağını da biliyoruz. Ve halkın egemenliği söyleminin
slogan olmaktan öteye geçmesi için, anayasanın halk iradesine ipotek
konulmadan tam bir serbesti ile yapılması gerektiğine de inanıyoruz.
Biz aşağıda ismi yazılı olan kurumlar anayasa değişiklik paketine bu
çerçevede “evet” diyeceğiz. Çünkü bu anayasa değişiklik paketinde
sendikal hürriyetlerin genişletilmesi, kamu denetçiliği kurumunun ih-
dası ,Yüksek Askeri Şura kararlarına yargı yolunun açılması, seyahat
hürriyetinin genişletilmesi, özel hayatın masumiyeti, sivillerin askeri
mahkemede yargılanmasına son verilmesi ve benzeri konuları düzenle-
yen maddeler, eskiye nazaran genellikle daha iyileştirilmiş ve insanların
hayatlarına olumlu etkileyebilecek bir şekilde düzenlenmiştir.
Cumhurbaşkanının kurumlara üye seçiminde TBMM’den daha güçlü kı-
lınması gibi bize göre eleştirecek yönleri olmasına rağmen, bu değişik-
liğe “evet” diyoruz. Çünkü bu değişikliklerin vesayet sisteminde gedik
açan önemli düzenlemeler ihtiva ettiğini ve daha özgürlükçü bir anaya-
sanın önünü açtığını düşünüyoruz. Bu gerekçeyle vesayetçi bürokratik
yapıyı gerileteceğini, halkın özgürlük alanını da genişleteceğini düşün-
düğümüz değişiklikleri destekliyoruz.     
Bizler bu paketi destekliyoruz, çünkü; kapalı devre seçim sistemiyle
üyelerini belirleyen HSYK ve Anayasa Mahkemesi gibi vesayet kurumla-
rının yapısının değişmesini istiyoruz. Tüm toplum kesimlerinin talepleri-
ni karşılayan, sivil, özgürlükçü, ve adaleti tesisi önceleyen TOPLUMSAL
SÖZLEŞME niteliğinde bir anayasa talebimizi tekrarlıyoruz.
AKABE VAKFI - ANADOLU PLATFORMU - AKDAV - ARAŞTIRMA
KÜLTÜR VAKFI - FATİH AKINCILARI DERNEĞİ - HİKMET VAKFI -
İHH İNSANİ YARDIM VAKFI - İNSAN VE MEDENİYET HAREKETİ
- MAZLUMDER
12.08.2010
Kaynak: www.haksozhaber.net

REFERANDUM TARTIŞMALARI 15
Bir grup yazar ve İslami kuruluş temsilcisinin kamuo-
yuna yaptığı referandum açıklamasının tam metni:

Bazı Dâvetçi
Müslümanlardan
Referanduma Dair
Zaruri Açıklama
 
Gündemin, şirk sistemi içinde görece özgürleştirme amaçlı kısmî ana-
yasa değişikliklerine kilitlendiği ve neredeyse bütün toplum kesimleri-
nin bu değişikliklere verilecek oyun rengini tartıştığı bir konjonktürden
geçmekteyiz. Çeyrek asırdır birçok Müslümanın ve tevhidî uyanış öbe-
ğinin savrulmasına yol açan uzlaşma ve sisteme entegrasyon riski, bu
referandum vesilesiyle artık kapımıza kadar gelip dayanmış bulunuyor.
Giderek daha güçlü esen demokratikleşme rüzgârı, bütün bu süreçlerde
savrulmadan ayakta kalabilen tevhidî kesimi de sarsmaya başladı.
Bu gidişin, bizi cahiliye toplumunu ve sistemini Kur’an’la kökten değiş-
tirme hedefimizden uzaklaştırarak, sistem içi değişimlere eklemleme
riski taşıdığına ve toplumun tevhidî dönüşümünü ve sistemi değiştir-
meyi hedefleyen inkılâbî ruhu yok edeceğine dikkat çekiyoruz. Sonuçta
bu gidişin, tâğutî sistem, onun şirk anayasası ve kurumları ile ilişkide
zaaflara yol açacağını, onlara gönüllü itaati ve uzlaşmayı reddeden,
onlardan berâetini ilan edip uzaklaşmayı zorunlu kılan akîdevî ilkeleri
flulaştıracağını hatırlatıyoruz. Bireysel ve toplumsal hayatın bütün alan-
larında itaati ve kulluğu sadece Allah’a tahsis eden tevhidî duruşu zede-
leyeceğini, Kur’anî daveti gölgeleyeceğini, Kur’an’la hayatı ve toplumu
yeniden inşa etmeyi hedefleyen devrimci bilinci yok edecek eğilimlerin
yaygınlaşmasına yol açacağını fark etmeye çağırıyoruz.
Bizler, bu ülkede tevhidî davet ve vahye şahidlik sorumluluğunu taşıyan
davetçi Müslümanlar olarak, tevhid, adalet ve temel haklar mücade-
lemizi, tavizsiz ve uzlaşmasız bir ilkeli tutumla ve itaati sadece Allah’a
tahsis ederek sürdürmemiz gerektiğine inanmaktayız. Toplumu tevhidî
ölçülerle dönüştürmeyi amaçlayan, davet, şahidlik ve eğitime dayalı
İslâmî inşa mücadelemizi, Kur’an’ın belirleyiciliğinde, Resulullah’ın (s)
mücadele sünneti ve ilk Kur’an neslinin örnekliği çerçevesinde ortaya

16 REFERANDUM TARTIŞMALARI
konmuş bulunan yoldaki işaretleri takip ederek sürdürmek imanî so-
rumluluğumuzdur.
İşte böyle riskli bir süreçte, tevhidî duruşun temel ilkelerini hatırlatıp,
Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde tekrar düşünmeye vesile olmak ama-
cıyla bu açıklamayı yapmak zaruretini duymuş bulunuyoruz.

Bu temel duyarlılıkla, anayasa ve referandum konusunda-


ki yaklaşımımızı açıklamak istiyoruz:

1 – Bizler, tağutları reddedip sadece Allah’a ibadet/itaat etmek üzere


yaratılmanın bilincinde olan ve hayatı vahiyle inşa etme sorumluluğunu
taşıyan Müslümanlar olarak, Kur’an’ın belirlediği perspektifle olayları
değerlendirmek durumundayız. Tevhidi bakış açımızla, ilahi vahye da-
yanmayan, heva ve zan ürünü hiçbir yasa ve anayasayı meşru sayma-
dığımızı, ilahi vahyi esas almayan hiçbir anayasanın, kısmen ya da ta-
mamen yapıcısı konumunda bulunamayacağımızı beyan ediyoruz. İlahi
vahyi dışlayarak ve Allah’a rağmen icra edilen seküler yasa yapıcılık
işlevine, aktif olarak katılmanın meşru olmadığına inanıyoruz. Tevhidî
mücadele yönteminin Mekke’de ilk Kur’an neslince ortaya konan örnek-
liğinde de, şirk sisteminden tam anlamıyla berâetin, uzlaşmazlığın ve
itaatsizliğin esas alındığını unutmamalıyız. Bizimle mukayese bile edil-
meyecek çok zor şartlar altında bulundukları halde, Resulullah’a yapılan
devlet başkanlığı tekliflerinin bile hepimizi bağlayan muhteşem bir ör-
neklik sergilenerek reddedilişi ve hiçbir şartta şirk sistemiyle uzlaşmaya
yanaşılmaması üzerinde yeniden düşünmeye çağırıyoruz. 
2 – Bugün geçerli olan anayasa, “neredeyse bütün maddelerine sekü-
ler, ulusalcı, Kemalist resmi ideoloji sinmiş, devletin niteliğini; “Atatürk
milliyetçiliğine bağlı” ve “başlangıçta belirtilen temel ilkelere (Atatürk
ilke ve inkılaplarına) dayanan”, “laik”, “demokratik”, “sosyal” bir “hu-
kuk” devleti olarak belirlemiş ve bu durum  “değişmez, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez” kaydıyla mutlaklaştırılmış tâğutî bir anayasa hü-
viyetindedir. Bu Anayasa, başlangıç bölümünde “laiklik ilkesinin gereği
olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle
karıştırılamayacağı”nı, 24. maddesinde ise, kimsenin “Devletin sosyal,
ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din ku-
rallarına dayandırma…” amacı güdemeyeceğini hükme bağlamış, İlâhî
vahye dayalı anayasa ve yasa yapmayı reddedip suç saymış ve İslâmî
hayat tarzını dışlamış olan şirke dayalı bir anayasadır. Bu sebeple,
Müslümanlar olarak mevcut anayasayı da, onun şirke dayalı niteliğini
koruyarak ve İlâhî vahye düşman hükümlerini muhafaza ederek yapılan
kısmî değişikliği de meşru görmemiz, oyumuzla destekleyip sahiplen-
memiz mümkün değildir.
3 – Referanduma sunulan değişiklik, bu anayasanın vahye aykırı, hatta
karşıt olma niteliğini koruyarak, var olan oligarşik bürokratik despotizmi
çok kısmî bir biçimde geriletmeye kapı aralama ile bazı hak ve özgür-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 17
lükler alanında cüz’i değişiklikler yapmayı hedefleyen birkaç düzenle-
meden ibarettir. Sonuçta, yapılan bu değişiklikler mevcut anayasanın
içine monte edilecek ve daha önce var olan İslâm karşıtı maddelerle
birlikte işlev görecektir. Mesela değişiklik paketinde yer alan madde-
lerle, egemen şirk sisteminin ilahlaştırılan kurumlarından olan Anayasa
Mahkemesi ile HSYK, üye yapısı ve üye seçimi değiştirilerek yeniden
yapılandırılmaktadır. Halkın “evet” ya da “hayır” oyları vermek suretiyle
icra edeceği teşrî’ ile yeniden kurulan bu kurumlar, Allah’ın hükümleriy-
le değil, İslâm karşıtı laik ve Kemalist anayasa ve yasalarla hükmetme-
ye devam edeceklerdir. Kimi Müslümanların da oylarıyla onaylanan ve
yeniden yapılandırılan AYM, çıkarılacak yasaları, mevcut İslâm karşıtı
laik ve Kemalist anayasaya uygunluk açısından denetleyecektir.
4 – Sivillerin ve halkın tamamının yaptığı bir anayasa bile olsa ve öz-
gürlüklerin önünü bugünkü değişiklikten de daha fazla açsa, temel
haklara daha fazla riayet etse, yine de biz İlâhî vahyi esas almayan bir
anayasaya oy veremeyiz. Gasp edilmiş bütün haklarımızı iade eden ve
halkın sivil iradesinin ürünü olan liberal, demokratik, özgürlükçü laik bir
sivil anayasa hazırlandığında da evet oyu verip desteklemeyi doğru bul-
muyoruz. Allah’ın iradesini, anayasa ve yasa yaparken teslim olunması
gereken nihai otorite olarak kabul etmeyen hiçbir anayasa düzenle-
mesini meşru göremeyiz ve asla oy vererek şirke dayalı teşrî’ye iştirak
edemeyiz. Çünkü, ne kadar özgürlükçü olursa olsun, cahiliye toplumu
tarafından, İlâhî vahyi dışlayarak hazırlanan sivil anayasalar da sonuç-
ta, bilmeyenlerin hevasının ürünü seküler tâğutî anayasalardır. İster
kısmî değişiklik, isterse bütüncül şekilde yeniden anayasa yapma olsun
fark etmez.  
Biz Müslümanlar, Allah’ın tüm kullarına tanıdığı temel hakların en
mütekâmil güvencesi olacak ve tüm insanların, halkların imtihan dün-
yasında kendilerini özgürce gerçekleştirme imkânı bulabilecekleri adalet
ve hukuk ortamını sağlayacak olan İlâhi vahye dayalı İslâm anayasasını
savunuyoruz. Şiddete dayanmayan, merhameti, adaleti ve herkesin
cennete gitmesi için çırpınışı temsil eden tevhidî davet, şahidlik ve
eğitim çabalarımız sonucunda Kur’an’la toplumsal inkılabı hedefleyen
tevhidî daveti temsil ediyoruz. Bilmeliyiz ki, ya Allah’ın vahyi, Kur’an’ın
hükümleri ölçü alınarak meşru bir anayasa yapılacak ya da bunun dı-
şında bilmeyenlerin heva ve zannının ürünü bütün anayasalar ne kadar
özgürlükçü olurlarsa olsunlar tâğutî olmaktan kurtulamayacaklardır.
Müslüman için, yasaları ve anayasaları yaparken, hukuku, hakları be-
lirlerken; vazettiği hudut, ölçü, emir ve istekleri mutlak anlamda esas
alınıp belirleyici kılınması gereken nihai otorite ve nihai hüküm sahibi
sadece Allah’tır.
5 – Bugün içinde yaşadığımız toplum İslâmî bir toplum hüviyetinde
değildir ve bu sebeple de güç laik kesimlerdedir. Bu yüzden, laik anaya-
salarını onlar yapacaklar ve bizim de Rabbimizce lütfedilen fıtri, insani
temel haklarımızı güvence altına almak sorumluluğunu taşıyacaklardır.
18 REFERANDUM TARTIŞMALARI
İslâmî sistemde gayrimüslimlere tanınan bütün hak ve özgürlükleri,
onların da laik sistemlerinde bize tanımalarını isteyebiliriz. Ancak bu ko-
nuda yapılacak görece olumlu değişiklikler hatırına laik anayasalarının
yapılmasına iştirak edemeyiz. Bizim tevhidî davetimize toplum icabet
eder ve özündekini değiştirirse, o zaman İslâm toplumu oluşacak ve
Allah da toplumun siyasi durumunu değiştirecektir. Bu durumda İslâmî
toplum, yapacağı İlâhî vahye uygun anayasada, Müslüman olmayan
tüm kesimlerin, hepsinin de Rabbi olan Allah’ın lütfettiği temel haklarını
tek taraflı olarak tanıyıp güvence altına alacaktır.
6 – Bizler, Kur’an’la toplumsal dönüşümü hedefleyen tevhidî davetçiler
olarak, referandumda ortaya çıkan, zulumatın/karanlıkların “hayır ve
boykot” çizgisindeki koyu tonlarından da, “evet” çizgisindeki görece
özgürlükçü gri tonlarından da çok ilerdeki bir konumu, Kur’an’ın aydınlı-
ğını temsil sorumluluğunu taşımakta ve insanları bu aydınlığa davet et-
mekteyiz. Sistem içindeki değişim mücadelesinde, değişime karşı çıkan
statükonun “hayır”cı zalim temsilcileriyle, görece özgürlükçü kesimlerini
aynı kefeye koymasak da, bizatihi şirk anayasasını fiilen yapmaya ka-
tılamayız. Sistem içi görece özgürleşmeyi temsil eden “evet” oylarının
fazla çıkmasını, zalim statükonun sürmesini, darbe anayasasının deva-
mını temsil eden “hayır” oylarına galip gelmesini halk açısından sistem
içi görece olumluluk olarak değerlendirmekteyiz. Bu durumu, tevhidî
bilinçten yoksun halkın görece adalet ve özgürlük arayışı olarak değer-
lendirmekle beraber, İlâhî vahyi dışlayan bir yöntemle söz konusu deği-
şimi yasalaştırmayı sistem içi değişimcilere bırakmalıyız. Çünkü tevhid
davetçileri olarak bizler, görece özgürlük arayışıyla zulümatın/karanlık-
ların (şirkin) koyu tonlarından kaçarak gri tonlarına gelen bu iyi niyetli
kitleleri, hakka dayalı adaleti ve gerçek özgürlüğü bulacakları Allah’a
teslimiyete (tevhide) ve Kur’an’ın aydınlığına çağırma konumundayız.
İşte bu özgün konumumuzu ve tevhidî çağrımızı her şartta koruyarak,
her vesileyle bir daha gündemleştirmeye çalışmalıyız. 
7 – Egemen zalim sistemin darbe anayasasında kısmî bir değişiklikle
despotizme çok cüz’i de olsa geri adım attırarak, sistemi görece öz-
gürlükçü gri bir kulvara taşımak isteyen değişiklik çabalarına bile karşı
çıkıp “hayır” kampanyası yapanlar, ne pahasına olursa olsun statükoyu
sürdürmek isteyen zalimlerdir. Sistemi benimseyip de sistem içi değişi-
me “hayır” diyenler, temel hak ve özgürlükleri yok eden ve oligarşik ku-
rumları, bürokratik zorba kadroları halk iradesine egemen kılan despot
darbe anayasasını ısrarla sürdürmek isteyenlerdir. Ergenekonvari derin
devlet çeteleri, faili meçhulcüler, işkenceciler ve derin devlet katilleri ile
statükonun ve resmi ideolojinin bağnaz savunucusu olan, asker ve yar-
gı bürokratlarının halk iradesi üzerindeki vesayetinin devamından çıkar
uman siyasi partilerdir. “Boykotçu”lar ise, “hayır”cılar gibi laik seküler
tâğutî sistemden yana oldukları halde, yapılan değişiklikte kendi talep-
leri dikkate alınmadığı için sandığa gitmeme çağrısı yapanlardır. Şirk
anayasasında görece özgürleşmeyi ve despotizmi kısmen geriletmeyi

REFERANDUM TARTIŞMALARI 19
isteyen sistem içi değişimciler ise “evet” çağrısı yapmaktadırlar.
“Hayır”cıların bu derece kötü bir konumu ve despotizmin, zulmün de-
vamını, halka ve değerlerine ihaneti temsil etmelerinden, değişikliğin
de görece bir özgürleşmeyi temsil ediyor olmasından etkilenerek, tev-
hid davetçilerinin de “evet”çi safa eklemlenmesi doğru değildir. Bizler
Kur’an davetçileri ve vahyin şahidleri olma sorumluluğunu omuzlarında
taşıyan muvahhidler olarak, mevcut anayasasının şirke dayalı niteliğini
koruyan ve İlâhî vahyi esas almayan değişikliğe “hayır” ya da “evet”
oyu vererek teşrîî işlev görmeye, yani yasa yapmaya iştirak edemeyiz.
Aksi bir tutum, temel tevhidî ilkelere aykırı olmanın yanında, tebliğin
muhatabı olan halka daha sonraki süreçte tevhidî daveti götürmede
zaaflı ve tutarsız bir duruma düşülmesine de yol açar. 
8 – Bizler, Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa, sömürü ve zulümden
adalete ulaştıracak ve âhirette kurtuluşa taşıyacak mesajının belirlediği
özgün, örnek konumda bulunmak sorumluluğunu taşımaktayız. Cahiliye
inanç, ideoloji ve sisteminden berâetimizi ilan ederek, Resulullah’ın ve
eğittiği ilk neslin örnekliğinde çağımızın Kur’an toplumunu oluşturmayı
ve bu tevhidî ümmet nüvesinin öncülüğünde ümmeti vahiy ölçüleriyle
yeniden inşa etmeyi ve İslâmî adalet sistemini kurmayı temsil bilinciyle
hareket etmeliyiz.
İşte bu tespit ve hatırlatmalarımızın ışığında, bütün tevhidî uyanış
öbeklerini ve başta öncü İslâmî şahsiyetler olmak üzere bütün davetçi
Müslümanları, özgün İslâmî konumumuzu terk edip sistem içi değişime
eklemlenme riskinden korunmaya, taktik ve konjonktürel tutumlarla
tevhidî stratejik yürüyüşümüze zarar vermemeye çağırıyoruz. Tâğutları
reddetmek, Allah’ın hükmüyle hükmetmek gibi vahyî ölçüleri, tevhidî
ilkeleri ve halkın, ezilenlerin kurtuluşu için tek alternatif olma anlayı-
şını ve bununla tutarlılık arz eden özgün konumu her şartta korumaya
çağırıyoruz. En şerefli görev olan tevhidî davetle yetinmeye ve Kur’an
davetçiliği kimliğimizi gölgeleyecek olan, sistem içine ve sistem içi deği-
şime dair davetlerden uzak durmaya çağırıyoruz.
Ahmed KALKAN (Basiret Dergisi) - Ahmet Turgut ULUCAK (Vuslat Dergisi) – 
Ahya ARAS (İktibas Dergisi) - Ali KAÇAR (Genç Birikim Dergisi) – Ali YACEL
(KALEM-DER) – Bülent KOCA (İLKAV) – A.Burak BİRCAN (İktibas Dergisi) -
Coşkun UZUN (İslami Düşünce Enstitüsü) – Faruk KÖSE  (Yazar) – Ferid AY-
DIN (Yazar) – Hakan AKSU (HAY-DER) –  Halim YAZICI (Endülüs Derneği) –
Hamza ER (Basiret Dergisi) – Harun ÜNAL (Basiret Dergisi) – Hüseyin ALAN
(ÖZGÜN-DER) – Mehmet PAMAK (İLKAV) - Mevlüt AKBAL (BİRNESİL-DER)
– Murat KURTULDU (Kur’an Nesli Dergisi Yazarı) - Mustafa TERZİOĞLU (Asır
Derneği) – Necmettin IRMAK (İnsan Eğitim Derneği) - Ömer EKŞİ (Gençlik
Derneği) - Rukneddin USTA (HAK-DER) - Sabiha Ateş ALPAT (ZEYNEP-DER)
–  Şükrü HÜSEYİNOĞLU (Kur’an Nesli Kültür Merkezi) - Yakup DÖĞER (Kar-
deşlereli Derneği)

20 REFERANDUM TARTIŞMALARI
‘Evet’ mi,
‘Hayır’ mı?
ALİ BULAÇ

12 Eylül 2010 günü  halkoyuna sunulacak kısmi anayasa değişikliğine


İslami, muhafazakâr, dindar, sağcı camianın ‘evet’ diyeceğini anlıyoruz.
Bunun anlaşılır politik sebepleri vardır. ‘Hayır cephesi’nde CHP, MHP,
BDP, Ergenekoncular ve ulusalcılar toplanmış bulunuyor. Bu konjonktür
İslami camiayı –biraz da AK Parti iktidarına destek verme amacıyla- re-
ferandumda ‘evet’ oyu kullanmaya sevk ediyor.
‘Evet’ veya ‘hayır’. Bu, ayrı bir konu. Ben şu dört noktaya dikkat çek-
mek istiyorum:
1) Kısmi anayasa değişikliği sadra şifa olmayacaktır. Türkiye’nin temel
sorunlarının çözümü için hukuki zemin yeni bir anayasa yapmayı zorun-
lu kılmaktadır. AK Parti, eline geçirdiği fırsatı kullanamadı. 2002’de 368
milletvekili çıkardı, 2007’de yüzde 47 oy aldı, gele gele bizden bu kısmi
anayasa değişikliğiyle yetinmemizi istiyor.
2) ‘Kısmi’ de olsa, temel bir anayasa değişikliği sadece uzman hukuk-
çuların ve siyasilerin kafa kafaya verip yapabilecekleri bir iş değildir.
Toplumun belli başlı kesimlerinin müzakere yöntemini izleyerek sürece
katılması ve müzakere süreci sonucunda oluşacak mutabakatla deği-
şikliklerin tespit edilmesi lazımdı. Hiç değilse AK Parti ehliyle ve geniş
katılımlı müşavere ve müzakereye tenezzül etseydi, dördüncü maddede
içine girdiği hatadan kendini koruyabilirdi.
3) Anayasa Mahkemesi, CHP’nin iptal istemini reddetti, ama kendisi ve
HSYK ile ilgili öylesine ibare değişiklikleri yaptı ki, eskisine göre AYM
ve HSYK’nın sistem içindeki imtiyazlı konumlarını  daha da tahkim et-
miş oldu. 12 Eylül referandumu, bu imtiyazları halkın onayından geçir-
miş olacak.
4) Değiştirilmesi öngörülen maddelerden biri “kadınlara ve çocuklara
pozitif ayrımcılık” hükmünü getirmektedir. Buna göre daha önce “kadın-
lar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin hayata geçmesi-
ni sağlamakla yükümlüdür” (10. Md.) şeklindeki hükme, “Bu maksatla

REFERANDUM TARTIŞMALARI 21
alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” ibaresi
eklendi. Aynı şey çocuklar, yaşlılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehit-
lerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler için de
söz konusudur.
İbarenin kendisinde bir çelişki olduğu açıktır. Şöyle ki: Bir yandan ana-
yasa maddesi “kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” diyecek, öte
yandan “kadına ilave avantajlar sağlamayı öngören tedbirler alındığın-
da, yani kadını erkeğe göre daha avantajlı konuma geçirdiğinde bu dü-
zenlemeler eşitlik ilkesine aykırı yorumlanmayacak.” Dahası anayasaya
göre devletin yükümlüğü “eşitliği sağlamak” iken, ilave tedbirler alın-
dığında devlet bu yükümlülüğünü yerine getirmeyecek, aksine eşitlik
ilkesine aykırı hareketleri eşitlik ilkesine uygun olarak görecek ve yürü-
tecektir.
Bunun gündelik pratikte nasıl işleyeceğini somut bir olay üzerinden
anlamaya çalışalım: Diyelim ki bir firmaya iki kişi müracaat ediyor. Biri
dört çocuklu erkek, diğeri kocası çalışan, orta sınıf seviyesinde geliri
olan bir kadın. İkisinin de aynı evsafta liyakat ve ehliyete sahip olduk-
larını düşünelim. Anayasa gereği firma sahibi, kadını işe almak zorun-
dadır. Erkeği tercih edecek olursa, kadın onu şikâyet eder ve davayı
kazanıp işe girer.
Bunun toplumsal sonuçları muhtemelen şöyle tezahür edecektir: Po-
zitif ayrımcılığı öngören bu anayasa maddesine göre işe giren kadının
toplumsal hayata katacağı artı değer, kazandığı parayla daha çok kredi
kartına dayalı harcamalar yapması, marka elbiseler alıp giymesi, daha
çok kozmetik kullanması, daha lüks otellerde tatile çıkması olacaktır.
Daha önce kocası evin geçimini üstlenmekten dolayı evde son söz sa-
hibi iken, şimdi kadın da iktisadi gelire sahip olması dolayısıyla evin
riyasetine ortak olmaya başlayacaktır, zaten yasalar riyaseti erkeğin
elinden almış bulunmaktadır.
Bunun evin huzuru, ailenin devamı, çocukların bakımı, terbiyesi, eğitimi
ve yetişmesiyle ilgili boyutlarının ne hale geleceğini düşünelim. Dahası
kocası eşinden ev hanımlığı-annelik-kadınlık görevlerini yerine getirme-
sini isteyecek olsa, bu kadının iki yükümlülük üstlenmesi anlamına ge-
lecektir. Sabahtan akşama kadar firmada çalışacak; akşam da eve gelir
gelmez yatıncaya kadar evinin işlerini (yemek, çamaşır, evin toparlan-
ması, çocuklar vs. işleri) de yürütecektir.
Dört çocuklu erkeğin işe alınmaması durumunda ortaya çıkacak manza-
ra bellidir: 6 kişilik bir evin geçiminden sorumlu bir erkek, işsiz kalma-
ya devam edecektir, çocuklarını okutamayacak, sağlıklarıyla yeterince
ilgilenemeyecek, böylelikle topluma 6 kişiden müteşekkil ilave bir yük
binecektir.
Bireysel fıtratın bozulması durumunda nasıl insan huzursuzluk ve mut-
suzluklara düçar oluyorsa, toplumsal fıtratın bozulması durumunda

22 REFERANDUM TARTIŞMALARI
da benzer huzursuzluklar ve mutsuzluklar baş göstermektedir. Yüce
Allah, erkeği kadın üzerinde “kavvam” kılmış (4/Nisa, 34), onu kadının
geçiminden, sağlık ve güvenliğinden sorumlu tutmuştur. Bu tabii-fıtri
düzendir. Müslüman kadınlara -özellikle başörtülü yazarlara- da virüs
gibi bulaşan feminist söyleme göre, kadın ve erkek eşittir, aralarında
herhangi bir farklılık olmamalıdır. Pozitif ayrımcılık ise, kadını erkeğe
göre ilave avantaj ve imtiyazlarla donatmaktadır. Hepimiz biliyoruz ki,
bu anayasa değişikliğini AK Parti hükümetine empoze eden Avrupa’dır.
AK Parti, ne yaptığını biliyor mu bilmiyor mu, biz bilemiyoruz. Ama bu
anayasa maddesinin geleneksel aile düzenimizi ve toplumsal hayatımızı
derin bir sarsıntıya uğratacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Zaten iskeleti sallanmakta olan toplumumuz büsbütün çözülecektir.
Ben camiada İslam âlimi, fakihi, kanaat önderi bilinen zatlara; mesela
Hayrettin Karaman Hoca’ya, Faruk Beşer, Halil Gönenç, Muhammet Sa-
vaş, A. Rıza Demircan, Abdulaziz Bayındır hocalara soruyorum: “Kadına
pozitif ayrımcılığın” İslam fıkhı açısından hükmü nedir?

23.07.2010
KAYNAK: www.ozgundurus.com

Müslümanlar
referanduma
katılabilirler mi?
HAYRETTİN KARAMAN

Referanduma katılma konusunda din kuralları bakımından tereddüt


geçirenlerin bulunduğu anlaşılıyor. Bazı Müslümanlar “Bu anayasanın
İslam’a uygun olmadığını, ona veya bazı maddelerine “Evet” demenin,
İslam’a aykırı olan bir düzenlemeye “Evet” demek hükmünde olduğu-
nu” ifade ediyorlar. Samimi düşüncelere, yorumlara, kanaatlere saygılı
olmakla beraber eğer varsa farklı düşünce ve yorumları da dillendirmek

REFERANDUM TARTIŞMALARI 23
gerekiyor.
Müslümanlar ya bütün düzenlemeleri İslam’a uygun, İslami kaynaklara
dayanarak hazırlanmış bir ülkede yaşarlar veya İslam’ı siyasi, sosyal,
hukuki... alanlarda kaynak ve bağlayıcı olarak kabul etmeyen laik ülke-
lerde yaşarlar. “Bu ikinci çeşit ülkelerde Müslümanların yaşamaları caiz
midir, her ne pahasına olursa olsun veya imkan var ise İslam ülkelerine
göçmeleri gerekir mi” konusu tartışılmıştır; ancak en azından çaresizlik
veya daha iyisi bulunmadığı için buralarda yaşayan milyonlarca müslü-
manın bulunduğu bir vakıadır. Laik ülkelerde Müslümanlar düzeni kök-
ten değiştirme imkanı bulamazlarsa laik kanunlar içinden İslami kural-
lara veya amaçlara daha uygun olanlarını tercih eder, bunların hayata
geçmesi için çaba gösterirler.
Şöyle düşünelim:
Bir parti başörtüsü ile tesettürü serbest bırakacak, İmam Hatip Okulla-
rından mezun olanların da imtihanını kazandığı üniversitelerde okuma-
sına imkan verecek... bir düzenleme yapacağını vaad ediyor, bir başka
parti de bunlara karşı çıkıyor. Seçim sandığı ortaya konduğunda Müslü-
manlar ya seçimi –yukarıda naklettiğim teze dayanarak- boykot ederler
veya Müslümanların işine yarayacak düzenlemeleri yapacağını vaad
eden partiye oy verirler. Birincisini yaptıkları takdirde Müslümanların
dini hayatlarını yaşamaları daha da zorlaşacak, zaman içinde caiz olma-
yan davranışlara alışkanlık hasıl olacak ve uzun vadede dini korumak
da mümkün olmayacaktır. İkincisini yaptıklarında ise –onların iradesi
dışında laik kanunlar zaten var olduğu için- oylarını, İslam’a uygun olan
veya Müslümanların, korumaları gereken maddi ve manevi değerlerini
korumaları bakımından daha iyi bulunan kanunlara, kararlara ve düzen-
lemelere “Evet” demiş olacaklardır.
Bu vesile ile önemli bir konuya daha dokunmakta fayda görüyorum:
Anayasa değişikliğini hangi partiler teklif etmiş ve referanduma götür-
müş olurlarsa olsunlar değişikliğe “Evet” demek, bir partiye oy vermek
demek değildir. Vatandaşlar Anayasanın değişen maddelerini okumalı,
yapılan değişikliklerin kendine, ülkeye, halka faydalı mı, zararlı mı oldu-
ğuna bakmalı ve reyini buna göre kullanmalıdır…
www.yenisafak.com.tr
30 Temmuz 2010

24 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Her şeye Karşı Çıkma
Sendromu ve
Referandum
MURAT AYDOĞDU

Her Şeye Karşı Çıkma Sendromu

Hakim sistemin dayatmaları, yaşadığımız coğrafyanın önemli bir soru-


nudur ve totaliter zihniyet legal siyaset alanını oldukça daraltır. Kronik
ve aşamadığımız bu dayatma Kemalizm’dir ki, Kemalizm ile hesaplaş-
madan yapılacak bütün çalışmaların akim/yetersiz kalacağını herkes
biliyor.
Sistem içi argümanlarla sistemi geriletmeye çalışan faaliyetler şunun
farkına varmalıdır ki, uzlaşma olarak algılanabilecek bu faaliyetler sizde
eksen kayması oluşturabilir. Zira söylemlerdeki kapalılık kitle üzerinde
dönüştürücü etkiye sahiptir. Yine de bu kimliğini açıkça belirleyerek ,
uzlaşma ve yaranmadan legal alanda yapılabilecek bir şey yoktur anla-
mına gelmez. Sistemin bir depolitizasyon bir amacı da, daraltılmış alan-
dan kaçmanızı sağlamaktır.
Totaliter sistemler uzun süre baskıcı yapılarını devam ettiremezler, bu
suyun önünü kesmeye çalışmak gibi boş bir çabadır. Suyun yönünü
değiştirecek, kanalize edilecek çalışmalara dönüşmezlerse tarih sahne-
sinden çekilmeleri daha sert ve yıkıcı olur. Bu kanalize çalışmaları aynı
zamanda kendilerini de revizyona uğratır ve yeni dünya düzenlerine
adapte olurlar.
Kemalizm içinde söz konusu revizyonlar 3-4 defa vuku buldu. 19 Yüzyı-
lın bütün totaliter sistemleri tarih olurken Kemalizm’in hala tahakkümü-
nü sürdürmesi bu revizyonlara, dönüşümlere ve yeni dünya düzenleri
içerisindeki dengelere bağlı kalarak gerçekleşti.
1930’ların dünyası Faşist ve totaliter sistemlerin, karizmatik Liderlerin
dünyasıydı. Tek parti döneminde bu söylem etkili olsa da, derinden de-
rine kapitalist sistem entegrasyonu işliyordu ve bu entegrasyon daha
1925 İzmir İktisat Kongresinde şekillenmişti. Devlet erkinin söylemleri
ile uygulamaları ciddi tezat oluştursa da egemenler iktidarlarını devam
ettirdiler. Ünlü “Bu memlekete Komünizm gelecekse, onu da biz getiri-
riz” sözü bunun göstergesidir.
İkinci dünya savaşından sonra konsept değişti. CHP, DP’den önce bu
değişimi yapmaya çalıştıysa da halk güvenirliği olmadığından bunu DP

REFERANDUM TARTIŞMALARI 25
gerçekleştirdi. DP gerçekte CHP içerisinden çıkan ve Kemalizm ile he-
saplaşma gayesi olmayan bir hareket olması, CHP çatışmasına engel
değildi. Sosyalist ve İslami kesimler bunu okudukları halde, başlangıçta
DP ye destek verdiler. Bir zamanlar kıyasıya mücadele ettiğini sandığı
yapılara entegre olmak çoğu sistemin başına gelen sosyal determinist
bir kuraldır.
1970’li yılların revaçta eğilimi siyasette sosyal demokratlık, ekonomi de
kapitalist pazardı. Kemalizm burada bölünerek her iki akıma da uyum
sağladı. Günümüzde de etkisini sürdüren sağ ve sol Kemalist zihniyet
belirginleşti.
Dönüşüm son aşamada global, liberal kapitalizm’e evrilirken AKP ha-
reketi doğdu. AKP’nin önemli oranda milli görüş geleneğinden gelen
kökenleri Kemalizm ile hesaplaşma geleneğinden geliyordu. Buna rağ-
men, Milli Görüş hareketi özde “Kutsal Devlet” anlayışına sahipti ve bu
nedenle radikal tavırları törpülenmiş Kemalizm ile uzlaşması bu anlayı-
şın genlerinde vardı. AKP Söyleminin değişmesi ile kendi dejenerasyo-
nuna da önemli oranda engel olamadı. Bu hesaplaşma eğilimi tutarlı ya
da tutarsız militer ve bürokratik kadroların sivri uçlarına yönelik devam
etmektedir. Bir çeşit “Kutsal İttifak” içinde hesaplaşmayı Liberalizm’e
dönüştürme çabalarına karşılık, parti içinde derinden mücadele belli
oluyor. Bir takım cemaat yapılarının bunu kendi kriterlerin çerçevesinde
şekillendirmek istediği belirgin. Radikal bir tabirle bu revizyonizm/bo-
zulma tespiti doğru olsa da, aralarında çatıştığını görmemiz gerek.
Süreç içerisinde, ya değişim isteyenler yıpranır/entegre olur, ya da de-
ğiştirmek istedikleri totaliter yapıyı çözerler. Her iki hal belli oranlarda
gerçekleşse de, ikinci durum bir taşma noktasında kendini süblimleşti-
rir/ani ortaya çıkarır. Sovyetlerin Glastnost-Prestroyka sürecinde geli-
nen noktaya dikkat çekelim. Sonuçta Lenin heykelleri yerlerde sürüldü
ve Komünist ideoloji ile hafiften hesaplaşıldı.
Totaliter sistemlerin zulümleri, süreklilik kazanamadığından zamanla
gevşemeye başlar. “Bir ülkeyi küfür ile yönetebilirsiniz ama zulüm abad
olmaz” ilkesi genel geçer kuraldır. Buna karşı mücadele de kararlı dav-
ranamayanlar da yozlaşmaya daha meyyaldir.
Zulüm ve yozlaşma ile mücadele, aynı şekilde ve aynı tavırlarla olmaz.
Yozlaşmanın öğütücü etkisini hisseden ona karşı önlem alacak olgun-
luk ve ahlaki yapıyı oluşturamayanlar, genellikle kontrolü kaybederek
müzmin bir muhalefet sendromuna kapılırlar. Tecrübelerle sabittir ki bu
sendroma kapılanlarda ciddi bir adalet anlayışı problemleri de mevcut-
tur.
Küfre/cahiliyeye ve yozlaşmaya karşı mücadele şekillendikçe sistem
direnerek zulme dönüşür. Burası önemli bir noktadır, bütün nebevi ve
tevhidi hareketler cahiliye ve yoz sistemlere mücadeleleri şiddet içer-
mezler, ta ki zulme dönüşmesi ile izin gelir.

26 REFERANDUM TARTIŞMALARI
“…Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. 2 Bakara 193
“Zulme uğrayan kimselere savaşmaları için izin verildi. Allah, onlara
yardım etmeye elbette kadirdir.” 22 Hac 39
“İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan
bir tarzın dışında mücadele etmeyin.” 29 Ankebut 46

Reel Şartları Okumak

Muhaliflerin değişim sürecine katkıları olabilir mi?


Tamamen değişimi görmezden mi gelecek, değişime adapte mi olacak-
lardır?
Değişimi okuyarak, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyerek, organik bağ
içermeden ve siyaseti buna endekslemeden tavır almak mümkün mü?
Adapte olmadan, duyarsız kalmadan, kendi duruş ve hedeflerini değiş-
tirmeden nasıl müdahil olabiliriz?
Kimden gelirse gelsin, zulmü geriletecek bir faaliyet var, örneğin CHP
başörtüsünü serbest bırakmak için, MHP darbeci girişimleri önleyecek
ya da BDP özgürlükleri genişletecek, AKP militer-bürokratik yapıyı zayıf-
latacak bir öneri verdi. Alınacak tavır tamamen konum ve işlerliğimize
bağlıdır. Potansiyel/kitlesel bir yaptırım gücünüz varsa, muhatap alın-
madıkça  muhalefet de edebilirsiniz. Süreç, toplumu dejenere edecek,
çözecek ve sisteme entegre edecek şekilde işliyorsa olumsuz tavır da
alabilirsiniz. Ya da bütün bunları süspanse edecek önlemleri alabileceği-
nize güveniyorsanız, toplum yararını gözeterek destekte verebilirsiniz.
Bu tavırlar kendi sürecinizi işletmenize engel olmayan esnek tavırlardır.
Sivil toplum örgütleri genellikle daraltılmış siyasi arenada siyasi partile-
re nazaran daha az siysem vesayeti altındadırlar. Siyasi bir partiye en-
tegre olduklarında, önemli oranda fonksiyonlarını kaybederler.
Eğer esnek tavırlar yerine sert siyaset takip edecekse, suni algılanan
siyasetin bütün gündemlerine ilgisiz kalınacaksa “Sivil İtaatsizlik” gibi
etkin faaliyetler de mümkündür.  Bu tip hareketlenme mevcut legal
siyaseti tamamen tıkayacak faaliyetlerdir. Eğer buda yapılamıyorsa ilgi-
sizlik, etkisizliğe ve toplumdan kopmaya neden açar.
Arayışlar, bazı hareketlerin sizi aforoz etmesine neden olur, fazla önem-
semeyin. Bu metodun itikadileştirilmesinden kaynaklanan bir sorun-
dur. Ve bu düşünce tarzında, Rum’un galibiyetine sevinmenin anlamı
kalmaz. Yine Kitabın bütün uyarılarına, ihanet ve yozlaşmalarına karşı
Yahudilerin (Ehli Kitab’ın) Müşriklere karşı neden üstün tutulduğunu da
anlayamaz.
Allah elçisinin, ilkelerinden asla taviz vermeden Ebu Talip safında yer
almasını okuyamıyor muyuz? Himaye mevzuunu hangi itikadi zemine
oturtuyoruz?

REFERANDUM TARTIŞMALARI 27
Kaldı ki, günümüz sistemlerinde Himaye dahi kabul etmeye gerek kal-
madan siyasi tavırlar belirlemek mümkün. Kimliğini açıkça belirlemiş,
söylemi ile kriterleri ile apaçık bir hareket reel siyasetteki belirli tavırları
alabilir. Bu tavırlar siyasi manevralar olarak algılanmalı değişkenliğe de
açık olmalıdır.

Kriterlerin ve Şartların Fıkhileştirilmesi

İslam tarihinde yanlış mecraya çekilmiş, “Nasih-Mensuh” ve “Takiyye”


kavramları bu sorunlar etrafında oluşmuş kavramlardır.
“Nasih,Mensuh”  klasik tartışmadaki gibi, hüküm kaldırma ya da iptal
etme değil, alternatif hükümlerin hangi şartlarda ve hangi aşamada
uygulanacağını gösteren bir kavramdır.
Takiye yalan, yağcılık ve vesayet altına girerek yürütülen siyaset değil-
dir. Takva/sağlam durmak, korunmak kelimesinden türeyen “Takiyye”,
baskı ve zorlayıcı etkenler altında bazı şeyleri ertelemek, aşırı baskı
altında gerekirse yeraltına çekilmek, imha/yok olma tehlikesi altında
kendini ve söylemlerini belirli süre gizlemektir.

Referandum Üzerine

12 Eylül 2010 Pazar günü, Anayasa değişikliği için halkoylaması yapıla-


cak. Çeşitli kesimlerin yaklaşım farklılıkları olacağı muhakkak.
Öncelikle bu halk oylaması şekil ve içerik itibarı ile İslami kesimlerin  ve
diğer Sivil Toplum Örgütlerinin doğrudan inisiyatifi ile oluşmadığı söy-
lenebilir. Öneride ideolojik dayatmalarla ilgili bir değişiklik yok. Buna
karşılık Sivil Toplum Örgütlerinin sistem işleyişini zorlayıcı etkileri, deği-
şimi zorlar. Bu zaviyeden bakıldığında, inisiyatifimiz etkin olmasa da bir
derece etkisinden söz edilebilir.
Referandum, kasıtlı olarak AKP’nin güven oylamasına kaydırılıyor ki, bu
bütün siyasi partilerin işine geliyor. Yine referandum, 12 Eylül darbesi
ile hesaplaşmak olarak algılatılmak isteniyor. Belki psikolojik olarak bu
anlama gelse de, nesnel olarak ciddi bir 12 Eylül eleştirisi yok.
AKP, belki aşama aşama gerçekleştirmek istediği süreçte büyük yanlış-
lar yapmaktadır. Aldığı oy oranı ve parlamenter temsil gücünün yettiği
durumda ( beklide darbe korkusu ile) YÖK gibi Anayasa Mahkemesi gibi
kurumları kökten kaldırmaması, HSYK gibi bürokratik çeteleri etkisizleş-
tirecek yasal değişimleri gerçekleştirmemesi bir hatadır. Muhtemelendir
ki iktidarını korusa bile, aynı güç oranına bir daha ulaşamayacak ve bu
imkanlara tekrar sahip olamayacaktır. Yine son süreçte Referandumu
haklar- özgürlükler zaviyesinden çok kendine güven oylamasına çekip,
Ülkenin klikleşmiş siyasi partileri ile bilek güreşine çevirmesi, çeşitli
kesimleri potansiyel oy rakibi görerek dışlaması referandumdan “Hayır”
sonucu çıkmasına neden olabilir. Bu da Militer ve bürokratik güçlere

28 REFERANDUM TARTIŞMALARI
halk desteği çıktı şeklinde algılanacak ve durumu daha da kalıcılaştıra-
caktır.
Bizim açımızdan ise; Referandum üzerinden bir mücadele tarzı ve siya-
set ekseni oluşturmak anlamsızdır, ama sonuçların da bizim hareket sa-
hamızı etkileyeceğini görmezden gelemeyiz. Özgür-Der’in “Kur’an Nesli”
oluşturmak ve “Şahitlik Yapmak” şeklinde tanımlanan birincil hedefleri
bu konu ile doğrudan bağlantılı olmamasına karşılık, yolda karşılaşılan
De Facto/Fiili durum  görülmeli ve alınacak tavır değerlendirilmeli/tartı-
şılmalıdır.

Anayasadaki Değişiklik Maddeleri

Değişiklikler ne getiriyor, ne götürüyor?

Nesnel olarak incelendiğinde, yapılan değişiklikler üç ana gurupta top-


lanabilir:
1- Anayasa mahkemesi, HSYK ve Danıştay gibi kurumların yapıları üze-
rindeki değişiklikler, parlamenter siyasetin elini güçlendirmektedir. Mev-
cut durumda ise militer ve bürokratik yapı avantajlıdır. Genel bir yakla-
şımla merkezi yapı, ideolojik yapı değişmese de zayıflamaktadır.
Ayrıca bu tip bürokratik kurumlarda sayı arttırılması  ve seçilmelerinin
sadece kendi kontrollerinden çıkarılıp yayılması ile (Madde 146 ve 159),
totaliter çetelerin etkinliğini azaltmaktadır. Buna karşılık Cumhurbaş-
kanlığı otoritesi fazlaca arttırılıyor ki bu kişi merkeziyetçiliğine kayma
problemli.
Diğer yandan Anayasa Mahkemesi üyelerinin ömür boyu (65 yaşına
kadar) görevde kalması engellenerek (Madde 147) bürokratik/oligarşik
oluşlum engelleniyor. Yine Bürokratik kurumların içindeki Yüce Divan
kararlarının yargıya açılması (Madde 148) ile yargısız yapılanmaları ve
tasfiyeler önleniyor.
Vatandaşın Avrupa Birliği kriterleri çerçevesinde hak ve özgürlükleri
hususunda Anayasa Mahkemesine başvuru imkanı açılmış.(Madde 148)
2- Genel haklar mevzuunda, bazı maddeler kısmi rahatlamalar getir-
mektedir.
memurlara da toplu sözleşme hakkı tanınmakta (Madde 53).
Ailenin çocuk üzerindeki yasal hakları kısmen korumaya alınsa da (Mad-
de 41), istismar maddesi (istismar ucu açık bir kavram) ile müdahale
olanağı ideolojik yorumlandığında daha faşizan yapıya dönüştürülebilir.
Bu klasik anlamda uygulamaya bağlı bir durumdur. Yani, yasaların kim
tarafından nasıl yorumlanacağı ne uygulanacağı sorunu. Dünyanın en
iyi yasalarını, kriterlerimize uygun yasaları da getirseniz uygulayıcıların
samimiyetleri önemlidir.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 29
Kişisel verilerin öğrenilmesi ve korunmasını talep edebilmenin önünü
açılıyor (Madde 20). Özellikle darbeler ve darbe dönemlerinde yoğun
fişleme faaliyetleri göz önüne alındığında olumlu bir adımdır.
Vatandaşlık ödevi gibi bir sebeple yerleşme ve seyahat özgürlüğünü
kısıtlayan faşizan bir cümlenin kaldırılması da olumlu bir adımdır (Mad-
de 23).
Yüksek askeri şura’nın ihraç kararı yargıya açılarak militer kontrol za-
yıflatılıyor (Madde 125). Yine de ihraç harici uygulamaların hukukiliği
yargı dışı.
Vatandaşların aralarındaki meselelerde askerin dokunulmazlığı kaldırıl-
mış (Madde 145). Sıkıyönetimin askeri yargıya dönüşmesi önlenmiş ki
bu önemli bir sivilleşmedir (Madde 145).
Değişiklikler önemli oranda Liberal düşünceler ve AB kriterleri etrafın-
da şekillendirilmiş. Bizim toplumsal yapımızdaki karşılıkları muhakkak
biraz sıkıntılı olacaktır. Örneğin 10. maddedeki kadınlar lehine alınan
tedbirler, ataerkil toplum modelinde ev geçiminin önemli oranda erkek
tarafından karşılaşıldığı ve işsizliğin yüksek oranda olduğu Türkiye’de
uyum sorunu içerecektir. Bizzat çalıştığım işyerinde mesleğin erbabı çok
sayıda işsiz erkek elemana karşılık karı-koca elemanlar istihdam ha-
linde.  Bu tip liberal yaklaşımlar daha çok kapitalizmin üretim-tüketim
ilişkilerine hizmet eder.
3- Parti kapatmayı zorlaştıran siyasi maddelerde ise eskiye nazaran
bürokratik tahakkümün işini kısmen zorlaştıran kısımlar mevcut, baraj
uygulamasının devamı İktidar partisinin yine pragmatik yaklaşımıdır.
Anayasa mahkemesinin parti kapatma yetkisi 69. Madde deki değişik-
likle meclisin oluşturacağı komisyonların iznine bağlı kılmaktadır. Ayrıca
partisi kapatılsa bile milletvekilliği düşmemektedir. Yani bürokratik ta-
hakküm yerine, parlamenter sistemin kontrolü getiriliyor.

Üç Seçenek ve Argümanlar/Söylemler

Anayasa değişikliğine “Hayır” diyenler; Önemli oranda bürokratik ve


militer yapıyı koruyucu/statükocu kesimlerdir.
“Evet” diyenler; Çoğunlukla sistem içi değişim isteyenler, Parlamenter
sistemin işlerliğini artırmak isteyenlerdir. Liberal-Muhafazakar kanadın
ittifakı bu yöndedir ve bir çok sağ ve sol entelektüel buna destek ver-
mektedir.
“Boykot” yanlıları; Genel anlamı ile kendi otoriteleri açısından ve muha-
tap alınmamalarının etkisi ile değerlendirme yapanlardır.
Sonuçta; Etkin kuruluşlar her üç seçenekte de sistem meşruiyetini sor-
gulamamakta, kendi taleplerinin doğrultusunda iktidardan pay kapma
savaşımı vermektedir.

30 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Yaygın bir söylem/argüman “AKP kendi meşruiyeti ve etkinliğini oluştu-
ruyor” üzerinde. Bu argümanı kullananlar “Hayır” cephesini oluşturuyor
ki, bu cephe Cumhuriyet dönemi boyunca kendi etkinliğini oluşturmuş
kesimlerdir. MHP-CHP ittifakı bu nokta da, totaliter devletçi kesimdir.
İkinci bir argüman “Yapılan değişikliklerde Kürt halkı için ne var?” itirazı
etrafında. Bu BDP ve ”Boykot” cephesinin söylemi.
Özellikle BDP’nin dile getirdiği boykot seçeneği daha çok muhatap alın-
mama üzerine kurulu. Ama olayın bir de farklı faktörleri var. Açık ko-
nuşmak gerekirse, seküler temelde oluşan azınlık milliyetçiliği ortamın
yumuşamasını istemez. Referandumdan “Hayır” çıkması ile muhafaza-
kar politikanın iflası gönülden geçse de, bunu hem kitlesine izahta zor-
lanır, hem de kitleyi sandıkta kontrol edemez. Ama “Boykot” seçeneği
ile kitleyi sandıktan uzak tutması mümkündür., Kürt bölgelerinde örgüt
(BDP  ya da PKK) organizeli güçtür/devlettir, kitle üzerinde yaptırım gü-
cüne sahip olasına karşın 30 yıllık çatışma içerisinden gelen bölge halkı
ikna edilmedikçe ya da şartlandırılmadıkça kolay kolay kontrol edemez.
Bir diğer söylem “Oluşturulan ama yetersiz değişiklikler, köklü değişik-
liğe engel olur”. Bunun terside mümkün “Küçük bir değişikliğin bile geri
dönmesi, köklü değişikliği de imkansız kılar”
Hayırcı kanadın kurumların siyasallaştığı söylemi ilginç bir paranoyadır.
Zira Siyaset zaten yönetmektir ve bütün kurumlar siyasi özelliktedir.
Örneğin çoğu ülkede olmayan Anayasa Mahkemesi Almanya’da bizden
çok farklı algılanmaktadır. Alman Anayasa Mahkemesi üyelerinin büyük
kısmı, mevcut siyasi partilerden seçilmekte ve o kimlikleri ile yapıda yer
almaktadırlar. Bizde bütün memurlar dolayısı ile bürokratik kurum men-
supları yasa ile belirlenmiş ideolojik kimliğe sahiptirler. Bu açık faşist
ilkenin gölgesinde, “Parlamenter Sistem” helvadan put gibidir ve halkın
daraltılmış siyasi arenadaki etkisi bile engellenmektedir.
Sosyalistlerin büyük kısmının “Hayır” cephesinde yer alması, kitleden
kopuk olmalarına ve bu nedenle hala militer kadrolardan medet umma-
larına bağlıdır.
Sosyalist kökenli bir çok aydının “Evet” tavırları ise bireysel ve toplum
yararı açısından değerlendirmelerdir.
Bir kısım İslami Sivil Toplum örgütleri “Yapılan değişikliklerde İslami ke-
simlerin hangi taleplerine yönelik bir iyileştirme var” diye düşünebilirler.
Bu tavırlarını aidiyetin ötesinde belirleyemeyen bir siyasetin sonucudur.
Marjinal guruplar, çocukların bile farkında olduğu “AKP Ordu ve bürok-
rasi ile anlaşmış durumdadır” tespitinin/eleştirisinin ötesinde bir hare-
ket metodolojisine sahip değildir ki bu da uzlaşılıyor sendromuna yol
açan sığ tepkiler oluşturur.
“Yetmez Ama Evet” tavrı İslami sivil Toplum Örgütlerinin önemli bir kıs-
mının tercihi gibi duruyor. Bunun, yetmeyen kısmın ne olduğu ve inisi-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 31
yatife dayalı siyaset ile tanımlanması gerekir.
Tavrımız Üzerine
Mesele zulmün geriletilmesi mi, Müslümanların entegrasyonu mu?
Evet, Hayır ve Boykot; Üç seçenek dışında bir tavır mümkün değil, ilgi-
sizlik bile Boykotçu bir tavırdır.
Bu üç seçenekten herhangi birisine karar vererek, köklü sistem sorgu-
sundan, taleplerden vazgeçmeden tavır almak nasıl mümkün olur?
Benim önemsediğim hususlar (İtikadi de diyebilirsiniz) bu süreçte;
1-    Vesayete girmemek,
2-    Müdahane/yaranmaya sapmamak,
3-    Temsil ettiğimiz kimliği, ölümcül bir risk olmadıkça açık ve net be-
yanımızı korumak,
4-    Değişimin getireceği kapitalist yapıya direnecek kültür oluşturmak
Bunlar gözetildikçe alınacak tavrın üç seçenekten hangisi olduğu çok da
önemli olmayan siyasi bir manevradır. Çok organizeli bir harekette toplu
karar da alınabilir. İtikadi olmayan bu gibi manevralarda çekincelerimizi
belirterek ve muhalefet şerhi koyarak ortak karara uyulur. Nitekim sos-
yal süreç açısından bizden daha ileri ve farklı aşamadaki, Lübnan gibi 
ülkelerdeki İslami hareketlerde bu durum gözlenmektedir.
Yozlaşarak kapitalistleşenlerden uzak durmalı, yalakalık ve teslimiyetle
hareket edenlere acımalı. Evet!, en önemlisi bunlara direnecek ahlaki
yapının yanında; Ziverbey’de, Metriste ve Diyarbakır hapishanesinde
yapılanları kısmen de olsa önleyecek dönüşüme karşı çıkmama ahlaki
yapısı da olmalı.
“…Onların işleri aralarındaki şûrâ iledir.
…Haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyarlar.
Bir kötülüğün cezası, onun benzeri bir kötülüktür….                 
…Yol ancak, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız olarak tecavüzde
bulunanlaradır…”
42 Şuara 38-42
 
Anayasa değişiklik metni için kaynaklar:
Teklif metni:

http://www.akparti.org.tr/media/www/Anayasa%20teklif%20metni.pdf

Karşılaştırmalı tablolar için:

http://www.scribd.com/doc/35047791/Anayasa-

32 REFERANDUM TARTIŞMALARI
De%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi-Kar%C5%9F%C4%B1la%C5%9Ft%C4%B1r
mal%C4%B1-Tablo

http://www.akparti.org.tr/media/www/Anayasa%20
de%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi%20kar%C5%9F%C4%B1la%C5%9Ft%C4%
B1rmal%C4%B1%20teklif%20tablosu.pdf

31 Temmuz 2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

KEMALİST OLİGARŞİYİ
GERİLETECEK HER
TÜRLÜ DEĞİŞİKLİĞİ
DESTEKLEMELİYİZ
HAKSÖZ EDİTÖR

Anayasa Mahkemesi bu kez şaşırttı ve alışık olduğumuz Meclis iradesini


tümüyle yok sayan bir tavır sergilemek yerine uzlaşmaya yatkın, vazi-
yeti idare edici bir yaklaşım sergiledi. Öyle ki, aslında şu haliyle bile son
derece hukuksuz bir tavır sergilemiş olmasına ve açık engelleyici hük-
mü görmezden gelip anayasa değişikliklerinin içeriğine girmiş olmasına
karşın AYM’nin bugüne kadar verdiği kararlarla kıyaslandığında kısmi
iptal kararları pek çok kişi ve çevre tarafından “makul” sayıldı.
AK Parti’nin AYM’nin sert bir müdahalesine karşı erken seçim kozuna
başvurma tehlikesi Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini düşündürtmüş
olmalı. AK Parti’nin mağduriyet ve engellenmişlik söylemiyle gireceği bir
erken seçimden güçlü bir biçimde çıkma ihtimali AYM’ye de hâkim olan
statükocu güçleri daha farklı bir tutuma yöneltmiş olmalı.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 33
Kısmi İptal Statükocuların Ömrünü Uzatmaya Yeter
mi?
Anayasa değişiklik paketinin yargı kurumunu doğrudan ilgilendiren
iki önemli maddesini bütünüyle iptal etmeyip, kısmi iptallerle yetinen
AYM iki farklı düzenlemeyi reddetti. Bunlardan biri HSYK’ya hukukçu
olmayan kadrolardan da üye atanabilmesi gibi teknik bir düzenlemey-
le ilgili. Diğer iptal ise şüphesiz daha etkili: Gerek AYM’ye gerekse de
HSYK’ya yasal kurumlardan atanacak üyelerin belirlenmesiyle ilgili bu
düzenlemede Meclis, her kurum mensubunun tek bir kişiye oy vermesi
ve bunun neticesinde en fazla oyu olan 3 kişiden birinin cumhurbaşka-
nınca atanmasını öngörmüştü. Bir anlamda üniversitelerdeki rektör se-
çim usulüne benzeyen bu düzenleme cumhurbaşkanına geniş bir yetki
vermekte, aynı zamanda bilhassa yargı kurumlarındaki egemen yapıyı
zayıflatmaktaydı.
Buna karşı AYM bilhassa Yargıtay ve Danıştay’daki Kemalist otoriter
zihniyet mensuplarının ağırlığını da göz önünde bulundurarak bir karar
vermiş ve buralarda yapılacak seçimlerde belirlenecek adayların aynı
ekipten olması geleneğini korumuş görünüyor. Aynı durum HSYK üye-
likleri için adli ve idari yargı mensupları arasında yapılacak seçimlerde
de yaşanacak ve örgütlü kesimin Çankaya’ya gidecek listeleri belirle-
mesi mümkün olacaktır. Bu da daha bir müddet YARSAV’ın ağırlığının
hissedilmesi anlamına gelecektir.
Buna rağmen Anayasa Mahkemesi’nin AYM ve HSYK’nın kompozisyo-
nuna ilişkin düzenlemeleri tümden iptal etmeyip, sınırlı değişikliklerle
yetinmesi sonuç bağlamında bir ilerlemedir. Çok hızlı bir değişim bek-
lenmemekle birlikte ilerleyen zaman zarfında yargıya hâkim despotik
mekanizmanın zayıflaması umulur.

Referandumun Anlamı
12 Eylül tarihinde gerçekleştirilecek olan referandum Türkiye’de statü-
konun sorgulanması ve sarsılması açısından önemli bir fırsat sunuyor.
Referandum neticesinde anayasada yapılmak istenen değişikliklerin
halktan onay alması bilhassa yüksek yargıya yansıyan kireçlenmiş ya-
pının tasfiyesine yönelik bir ilk adım olabilir. Bilindiği üzere yüksek yar-
gıya hâkim Kemalist despotizm, Çankaya kalesinin düşmesi ve darbeci
örgütlenmelerin ardı ardına ifşa olmasıyla birlikte statükocuların nere-
deyse tek umudu haline gelmişti. Referandumla birlikte yargıdaki bu
kalın kabuğun da kırılması ihtimalinin belirginleşmesi doğal olarak sta-
tükocu çevreleri tedirgin ediyor. Bu yüzden işi sıkı tutuyor ve statükoyu
muhafaza cephesini alabildiğine geniş tutmaya çalışıyorlar.
Ne var ki, ret cephesinin işi kolay değil. Bir dizi laf kalabalığına karşın
halen neden anayasa değişikliğine ‘hayır’ denilmesi gerektiğinin tutarlı
bir gerekçesini üretebilmiş değiller. Konuyu ısrarla AK Parti hükümetini

34 REFERANDUM TARTIŞMALARI
oylamaya dönüştürmeye çalışarak asıl gündemi örtmeye, ikincil kılma-
ya çabalıyorlar. Bu şekilde hükümete karşı farklı siyasi kanaate sahip
kesimlerin tepkilerini ve değişik gerekçelerle oluşmuş itirazları ‘hayır’
cephesinde biriktirmenin hesabını yapıyorlar. Hedef, 12 Eylül tarihine
kadar yaşanacak zaman diliminde çeşitli nedenlerle hükümete yönelik
rahatsızlıkların daha da artırılması ve bu rahatsızlıkların referandum
sandığına bir tür AK Parti’ye güvensizlik oyu şeklinde yansıması. Bu du-
rumda iki amaç birden hâsıl olmuş olacak. Öncelikle statükonun aynen
korunması, muhafazası sağlanacak; ilaveten önümüzdeki yıl yapılması
planlanan seçimlere yönelik olarak AK Parti karşıtları önemli bir zemin
kazanmış olacaklar.

Statüko Kalesinin Muhafızları Olarak CHP ve MHP


Şüphesiz her siyasi partinin siyasal-toplumsal gelişmeleri, olayları kendi
siyasi program ve hedefleri bağlamında değerlendirme ve bunları aynı
doğrultuda yönlendirmeye çalışma hakkı vardır. Bu yüzden referandum
sonuçlarını gerek AK Parti’nin gerekse de CHP ve MHP’nin kendi siyasi
amaçları ve propagandaları için değerlendirmeyi, kullanmayı planlama-
sı anlaşılabilir tutumlardır. Bununla birlikte önce referandum sürecini
engellemek, ardından bu sağlanamadığında süreci bulandırmak ve ka-
rartmak maksadıyla sergilediği çelişik, ilkesiz, pragmatist tavırlarla CHP,
ilkesizlikte bir sınır tanımadığını ortaya koymuştur.
12 Eylül cuntacılarının yargılanmalarının önünün açılmasına ‘hayır’ di-
yen CHP apar topar 35. Maddeyi gündeme taşımıştır. Seçime bir yıldan
az kaldığı için hiçbir etkisinin olamayacağı bilinmesine rağmen seçim
barajının düşürülmesini teklif etmiştir. CHP bu tür atraksiyonlarla de-
mokratlık gösterisi yapmaya kalkışmaktadır. Oysa aynı CHP anayasa
değişikliklerine neden karşı çıktığını dahi açıklayabilmekten uzaktır.
Yapılmak istenen değişikliklerle yargının yürütmenin kıskacına alındığını
iddia eden CHP aslında halkın temsilcilerinin sistem üzerinde etkili olma
ihtimalinden korkmaktadır. Oligarşik yapının tüm savunucuları gibi bü-
rokratik kurumsallaşmanın sürdürülmesini savunma gerekçesi olarak
“AKP yargıyı teslim almayı hedefliyor!” iddiasını seslendirmektedir. Oysa
aynı CHP’nin, AK Parti’nin ilk seçimlerde tepetaklak devrileceğini de id-
dia ettiğini biliyoruz. Eğer CHP’liler bu sözlerine inanıyorlarsa, yargının
AKP tarafından kuşatılacağım nasıl söyleyebiliyorlar? Öyle ya, iktidar
ömrü bir yıldan az kalmış bir partinin yargıyı kuşatmayı planlaması hiç
de mantıklı değil. Bilakis bu iddia doğruysa, ilk seçimde iktidar olmayı
uman CHP’nin bundan böyle yargı üzerinde etkili olması, söz sahibi ol-
ması beklenmeli!
MHP’ye gelince, karşımıza CHP’den de daha ilkesiz ve daha tehlikeli bir
tavır çıkmaktadır. Daha ilkesizdir çünkü bilhassa yüksek yargının yapı-
sına ilişkin değişikliklere CHP’nin neden karşı çıktığı bilinmekle beraber,
aynı şey MHP için geçerli değildir. 2008’de başörtüsüyle ilgili anayasa

REFERANDUM TARTIŞMALARI 35
değişikliğini öneren, ardından Meclis’te AK Parti ile birlikte buna oy ve-
ren ve ardından AYM’nin hukuku bir kez daha iğfal ederek değişikliği ip-
tal etmesi üzerine AYM’yi kıyasıya eleştiren MHP şimdi kalkmış yargının
bağımsızlığının korunmasından dem vuruyor. Tabanını, yüksek yargıda
kurumsallaşmış Kemalist, Ergenekoncu yapının, halkın dinî inançlarına
düşman zihniyetin aynen devam etmesi için oy kullanmaya çağırıyor.
Süregelen yargı despotizminin CHP açısından savunulabilirliği açık ama
MHP için bunun anlamı ne düşünmek lazım!
Referandum sürecine ilişkin MHP’nin tavrı ilkesizlikle sınırlı bir tavır da
değil üstelik! MHP faşizan kimliğini yansıtacak biçimde adeta ateşle
oynuyor. Kürt açılımı söylemi-politikası üzerinden hükümeti yıprat-
mak adına etnik kışkırtıcılık tırmandırılıyor. PKK eylemleri sonucunda
yaşanan asker ölümleri MHP yöneticilerince “mal bulmuş” mantığıyla
sömürülmekte. Yaşanan gerilim ve şiddetin sorumluluğunu hükümete
yükleyen, PKK’nın hükümetin açılım söyleminden cesaret bulduğunu
iddia eden MHP’liler ortamı alabildiğine gerecek sözler sarf ediyorlar.
Bir sonraki aşamada ise ülkücü gruplar sokakları hareketlendiriyor ve
Kürtlere saldırılar, linç girişimleri başlıyor. Ardından MHP Genel Başkanı
tekrar söz alıp, bir yandan sükûnet çağrılarıyla ne kadar olgun, sorumlu
ve ağırbaşlı bir lider olduğunu ispatlama fırsatı yakalarken, diğer yan-
dan da AK Parti’nin ülkeyi bölünmeye götürdüğünün göstergesi olarak
sunduğu bu gelişmeleri delil göstererek referandumda hayır kampanya-
sı sürdürüyor.

Solun ve Kürt Milliyetçiliğinin Sefaleti


Referandum sürecine ilişkin en ilginç tutum ise şüphesiz solun ve
BDP’nin tutumu. Solun geniş bir kesimi tamamen demagojik gerek-
çelerle referandumun reddedilmesi için çaba sarf ediyor. AK Parti’nin
öncülük ettiği anayasa değişiklikleri paketinin 12 Eylül Anayasasını pe-
kiştirmeye yönelik olduğunu iddia ediyorlar. 12 Eylül bütünüyle tarihin
çöplüğüne atılmalıymış ama AKP restore ederek süreci devam ettiriyor-
muş! Bu beylere “Tam 30 yıldır 12 Eylül’ü geriletmeye yönelik somut
düzlemde ne yaptınız?” diye sormak lazım! Hiç sıkılmadan bazıları çıkıp
12 Eylül cuntasının yargılanması tartışmasının sahtekârlık olduğunu,
zaten zaman aşımına uğradığını söylüyorlar. Peki, madem zaman aşı-
mına uğramış, öyleyse her yıl ne diye “Cuntacılar yargılansın!” diye
sloganlar atıyordunuz? Daha dün Ergenekon ve darbe operasyonlarıyla
ilgili olarak dahi hükümeti darbecilikle hesaplaşma konusunda samimi
olmamakla suçlayanların, samimiyet olsaydı 12 Eylül cuntacılarının ya-
kasına yapışılması gerektiğini iddia edenlerin bugün kalkıp “Zaten yar-
gılanamazlar, zaman aşımı var!” demeleri utanç verici bir tutarsızlık.
Aslında solun genelde yargı oligarşisi ile bir sorunu var gibi gözükmü-
yor. Ergenekon süreciyle ilgili olarak da aynı şey geçerli: Yargı despo-
tizmi ve ordu eğer “ilerici güçleri ve irticacıları” hedef alıyorsa, burada

36 REFERANDUM TARTIŞMALARI
ortaya çıkan bazı hukuksuzluklar ve dayatmalar görmezden gelinebilir!
Ne de olsa ilerleme kendiliğinden sağlanamıyor, despotik de olsa güç
lazım! Başta DİSK olmak üzere kimi örgütlü yapıların ‘hayır’ cephesinde
yer almaları solun Kemalizm’le göbek bağını ortaya koyan somut bir
gösterge. Elbette CHP ile bağlantılar da bu duruma etki etmekte.
Solun daha küçük bir kesimi ise hemen pek çok siyasi gelişmede BDP
politikalarına ayak uyduruyor. BDP’nin ‘ne evet, ne hayır’ tavrını geliş-
tirerek referandumda 3. bir seçenek teşkil etme siyasetine destek veri-
yorlar.
Meclis’te AK Parti ile yürütmek istediği pazarlıkta sonuç alamaması üze-
rine değişiklik paketine tavır alan BDP, referandumu boykot edeceğini
açıkladı. BDP’nin anayasada yapılacak değişikliklerin hiçbirine karşı çık-
ması söz konusu değil. Ne var ki, “Getirilen düzenlemeler bizi ilgilendir-
miyor, Kürt halkının taleplerini karşılamıyor.” gerekçesiyle referanduma
tavır alıyor.
12 Eylül cuntasının yargılanabilmesi; ülkeyi siyasi partiler mezarlığına
dönüştüren AYM’nin yapısının değiştirilmesi; Sacit Kayasu, Ferhat Sarı-
kaya gibi anti-militarist savcıları sorgusuz sualsiz meslekten ihraç eden,
buna karşın Ergenekon savunusunda sınır tanımayan HSYK’nın kastvari
işleyişinin sonlandırılması; askerî yargının alanının sınırlandırılması ve
sivillerin askerî mahkemelerde yargılanmalarına son verilmesi; kamu
çalışanlarına toplu sözleşme hakkı tanınması; kadınlara ve engellilere
pozitif ayrımcılık getirilmesi; ülke dışına çıkışların ancak hâkim kararıyla
engellenebilmesi gibi düzenlemelerin neden BDP’yi ilgilendirmediğinin,
neden Kürt halkının hayrına olmadığının mantıklı bir izahı olabilir mi?
Hayır, olamaz! Ne var ki, BDP’nin siyasetinin İmralı’ya endeksli olarak
geliştiği gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda bu saçmalığı anla-
mak mümkün olabiliyor. Tabi, bu garabet durum doğal olarak İmralı’nın
iplerinin kimlerin elinde olduğuna ilişkin farklı tezleri ve spekülasyonları
besliyor, güçlendiriyor.
BDP Kürt coğrafyasında AK Parti ile rekabet içinde. Doğal olarak AK
Parti’nin güçlü görünme ihtimalinden korkuyor. Bu yüzden de BDP’nin
referandumu boykot ederek rakibinin güçlenmesini engellemeye çalıştı-
ğı iddiası akla yatkın, iyi ama ya temsil ettiği Kürt halkının çıkarları, ya
her fırsatta Türkiye partisi olma iddiaları? Kaldı ki, anayasa değişiklik-
lerinin bütünüyle AK Parti’ye mal edilmesi de sonuçta belirli bir politika
değil mi? isteseydi BDP başından itibaren sürece destek verip, anayasa
referandumunu statükoculara karşı bir mücadele hattına dönüştürebi-
lirdi. Bu durumda rakip partinin elinin güçlendirilmesi diye bir şey söz
konusu olmaz, herkesin kârlı çıkabileceği bir sonuca yönelebilinirdi. Ta-
leplerinin bazısının karşılanmamış olmasını da BDP değişiklik paketine
kerhen destek vererek gündemleştirebilirdi. Ama bunu yapmak yerine
önce olmayacak duaya âmin denildi ve AK Parti’den kendisini ülke ge-
nelinde sıkıntıya sokacak taleplerde bulunuldu. Kabul edilmemesi üzeri-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 37
ne de doğrudan cephe açıldı.
Referandumda ‘evet’ çıkmasının AK Parti’nin elini güçlendireceği doğru
ama buraya yoğunlaşıp ‘hayır’ çıkması durumunda kimin güçleneceğini
görmezden gelmek nasıl bir körlüktür? Sonuçta ortada iki ihtimal var:
Ya mevcut statüko aynen devam edecek ya da belki ufak tefek rötuşlar-
la, kısmi iyileştirmelerle baskıcı statükoya geri adım attırılacak. Hiç şüp-
hesiz, “AK Parti kazanmasın” derken, bürokratik oligarşinin, darbecile-
rin, yasakçıların kazanması ihtimalini görmezden gelen tavır ya körlükle
malul bir tavırdır ya da düpedüz statükoya dolaylı biçimlerde hizmet
etmeye koşullanmış bir sefilliktir.

Mücadele Zeminimizi Genişleten Düzenlemelere Ne-


den İlgisiz Kalalım?
Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde ise konuya elbette öncelik-
le ilkesel zeminde yaklaşmanın sorumluluğumuz olduğunu vurgulama-
lıyız. Laik-Kemalist düzenin ve onun temel yapılanmasını ortaya koyan
anayasasının hiçbir biçimde meşru görülemeyeceği açıktır. Dolayısıyla
sistem içinde yaşanan gelişmeleri, meydana gelen olayları değerlendi-
rirken dahi en temelde bu sisteme muhalif olduğumuz gerçeğini gözden
kaçırmamalıyız. Aynı şekilde sistem içinde atılacak adımlarla düzenin
cahilî karakterinin bütünüyle giderileceğini ve adil bir ortamın yakalana-
bileceğini düşünmenin fazla safça bir düşünce olduğunu da unutmama-
lıyız.
Bununla birlikte sistem içinde gerçekleştirilecek birtakım düzenlemeler
ve değişikliklerle genelde tüm halkın, özelde ise muhalif kimlikli faaliyet
yürüten İslami camianın nispeten rahatlamalarının mümkün olabileceği
ihtimalini de inkâr etmemeliyiz. Özellikle de mücadele sürecinde bas-
kıların azaltılması, imkânlarımızın artması, daha geniş zeminlere açıla-
bilme ve kitlelere ulaşabilme noktasında gerçekleştirilecek değişiklikler
olumlu vasat sağlıyorsa buna destek vermemizin de makul bir tutum
olduğu kabul edilmelidir.
Düşünün ki, bugüne kadar mevcut anayasa yorumlarından etkilenerek
ya da ona dayandırılarak pek çok zalimce uygulamanın muhatapları
olan bizler her fırsatta yasal mevzuatta değişiklik yapılması gerektiğini
talep etmiş, bu çağrılarımızı haykırmış insanlarız. Bu talepleri seslendi-
rirken bizler asla “Bunları gerçekleştirirseniz sorun kalmaz, meşruiyeti-
nizi sorgulamayız.” demedik. Hakkımız olanı istedik, zulmün topyekûn
giderilmesine, en azından kısmen de olsa azaltılmasına yönelik çağrı-
larda bulunduk. Geldiğimiz noktada somut bir tercihle karşı karşıyayız.
Kemalist zorbalık düzeninin topyekûn ortadan kalkması söz konusu
olmamakla birlikte, despotizmin geriletilmesine yönelik bazı adımlar
atılıyor ve bu adımların hayata geçirilmesi halkın oyuna sunuluyor. İl-
gisiz kalmanın bugüne kadar söylediklerimizin ve yaptıklarımızın inkârı
olacağı açık değil mi?

38 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Bu noktada anayasa değişikliklerini olumlamanın ve bu düzenlemelere
destek vermenin laik-Kemalist anayasayı kabullenme anlamına gel-
meyeceğinin altını çizmeliyiz. Öncelikle şurası net görülmeli ki, refe-
randuma sunulan şey laik-Kemalist bir anayasayı kabul edip etmemek
sorusu değildir. Referandum sorusu mevcut olan, zaten cari olan bir
düzenlemenin yeni bir düzenlemeyle değiştirilmesine onay verilip veril-
mediğidir. Bu durumda ‘evet’ demek kadar, ‘hayır’ demenin de boykot
etmenin de mevcut anayasaya ilişkin bir tavır anlamına gelmesi kaçı-
nılmazdır. Müslümanlar solun ya da BDP’nin içine düştüğü ikircikli duru-
ma, tutarsızlığa düşmek istemiyorlarsa somut olayları somut zeminde
tahlil etmek ve İslami ilkelere ve maslahata uygun pratikler geliştirmek
zorundadırlar. Bizler, Kemalist oligarşik işleyişi bir nebze dahi olsa ge-
rileteceği kesin olan her adımı desteklemenin ilkesel bir tutum olduğu
gerçeğinden hareketle anayasa değişikliğini aktif biçimde destekleme-
nin gerekliliğine inanıyoruz.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

Haksöz’ün
katılımcılara
gönderdiği
soruşturma notu
REFERANDUMA İLİŞKİN TAVRIMIZ NE OLMALI?
Türkiye 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma gidiyor. Tam 30 yıl sonra
12 Eylül rejiminin önemli kalıntılarından biri olan 1982 Anayasasında
birtakım tadilat öngören anayasa değişiklikleri oylanacak. Meclis’te AK
Parti’nin oylarıyla kabul edilen paket; 12 Eylül darbecilerinin yargılan-
malarından mahkeme kararı olmaksızın yurt dışına çıkışların sınırlan-
dırılması meselesine, sivillerin askerî mahkemelerde yargılanmasından
kamu çalışanları için toplu sözleşme hakkına kadar bir dizi konuda

REFERANDUM TARTIŞMALARI 39
önemli değişiklikler içermekte. Bununla birlikte AYM ve HSYK’nın yapı-
sına ilişkin düzenlemelerin anayasa değişikliklerinde merkezî rolü oy-
nadığı ortada. Anayasa referandumu şimdiden Türkiye siyasetinde yeni
ve yoğun bir tartışma ve saflaşma meydana getirmiş durumda. Seçim
tarihine kadar mevcut durumun daha sert bir kutuplaşmaya dönüşmesi
kaçınılmaz görünüyor.
Bu noktada sistemin temel yapısını, kimliğini ve ilkelerini reddetmekle
mükellef Müslümanlar olarak referandum olayının pek çok açıdan bizleri
de yakından ilgilendirdiği ve hangi tarzda olursa olsun benimseyece-
ğimiz tavrın kimliğimiz, siyasi konumumuz ve ilişkilerimiz ve geleceği-
mizle ilgili olduğu açıktır. Bu çerçevede referandum olayına nasıl yak-
laşılması gerektiğini tartışmaya açmak ve konuya ilişkin kanaatlerinizi
almak üzere aşağıdaki iki soruya cevap vermenizi istirham ediyor; şim-
diden teşekkürlerimizi sunuyoruz.

1-12 Eylül tarihinde yapılacak olan anayasa değişiklikleri refe-


randumuna ilişkin farklı siyasi-ideolojik çevrelerin yaklaşımlarını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
2-Referandumu nasıl yorumluyor ve ne tür bir tavır öneriyorsu-
nuz?
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

Aktif Yanlış Pasif


Doğruyu Yener
ŞEFİK SEVİM

1- CHP, MHP ve BDP’nin referandum konusunda temel politikalarının ve


mantıklarının kesişmesi manidardır. Bu bir sürpriz değildir. Üç muhalefet
partisinin bu konuda takındıkları tavırda, AKP’nin uzun süreli iktidarda
kalmasının onlarda yarattığı kıskançlığın payının olduğunu düşünüyo-
rum. CHP’nin hayat damarlarından biri olan yargıyı onun kontrolünden
nispi düzeyde de olsa çıkarmaya yönelik bir gelişmeyi kabullenmeme-

40 REFERANDUM TARTIŞMALARI
si, karşı koyması çok doğaldır. MHP ve BDP’nin çatışma ortamlarından
beslenmelerinin, politika üretmelerinin bir sonucu olarak, 12 Eylül’de
yapılacak referandumda ret cephesinde yer almaları da beklenmeyen
sürpriz bir gelişme değildir.
CHP, MHP, askeri-yargı bürokratik elitin ve bir kısım sosyalistlerin “dev-
letçi” ideolojide birleşmeleri alışıla gelen bir geleneğin fotoğrafıdır. Kısa-
cası duruşları varlık gerekçeleri ile örtüşmektedir.
Temelde üç politik partinin (CHP, MHP ve BDP’nin) en büyük hesap ve
hedefleri, Erdoğan’ın “burnunun sürtünmesi” ve genel seçimlere zayıf
olarak girmesinin sağlanmasıdır. Bu burun sürtünmeyi isteme psiko-
lojisinin arka planında AKP’nin beyin kadrosunun (Cumhurbaşkanı da
dâhil) Erdoğan, Davutoğlu, Arınç vs gibilerden İslam kokusunu hisset-
melerinin payı göz ardı edilemez.
BDP’nin iradesinin İmralı’dan gelen mesajlarla şekillenmesi, artık kim-
senin dikkatlerinden kaçmayacak kadar barizleşmiştir. Söz konusu
partinin alt bileşenleri olan STK’lann farklı çevrelerle yapmış oldukları
görüşme ve randevularda bile görüşme önceleri olan telefon trafiğiyle
izin veya icazetlerin alınması hali, referandum gibi ciddi toplumsal bir
sorunda özgür ve özgün bir irade sergileme imkânlarının olamayacağına
dair önemli bir karinedir.
Oral Çalışlar’ın da tespit ettiği gibi, 12 Eylül’de yapılacak olan anayasa-
nın kısmi değişikliğini esas alan referandumla ilgili, “Türkiye sosyalistle-
ri” içindeki bölünme belki de ilk kez, “teorik detaylar” ve “klasik fraksi-
yon çekişmeleri” temelinde değil, somut bir zemin temelinde gerçekle-
şiyor. Çünkü Eşitlik ve Demokrasi Partisi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi,
“yetmez ama evet” diyorlar. ÖDP, Türkiye Komünist Partisi, Emek Partisi
“hayır” diyor. Ezilenlerin Sosyalist Partisi “boykot” çağnsı yapıyor.
Müslüman aydınlar, sistemin genel işleyişiyle ilgili bazı alanlarda uzun
yıllar akidevi hassasiyetlerle soruna yaklaştıkları için İslami kesimde
bir temkinlilik halet-i ruhiyesi hâkim. Bu da arzulanan düzeyde muhalif
bir duruşun ve iradenin ortaya konulmamasına ve bu alanda bir boş-
luk oluşmasına yol açıyor. Kimi liberal ve demokratların da bu boşluğu
doldurma çabası içerisinde oldukları ve bu çabanın yarınlarda gelecek
kuşaklarımızda nasıl yanlış zihinsel algılara sebebiyet vereceğini hesaba
katmak zorundayız. Bu durum bizi süreç içerisinde İslami referanslar-
dan ve sağlıklı bir İslami perspektiften mahrum bırakma riskini taşır.
Bu da bir Müslüman gibi değil bir demokrat gibi olayları değerlendirme
zafiyetini beraberinde getirir.
Geleneksel büyük cemaatlerin anayasadaki kısmi değişiklikle ilgili ya-
pılacak referanduma dair yaklaşım ve tavırlarının kahir ekseriyetinin
‘evet’ gibi gözükmesinde, güçlü bir şekilde iki dönem iktidarda olan AKP
ile beraber doğal bir cesaret sürecini yaşamalarının payı var. Kısmen de
kendi hesaplarının maslahatını esas alan popülist anlayışların bu tutu-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 41
mu beslediğini düşünüyorum.
2- Öncelikle itiraf etmeliyiz ki, iç dünyamızda sorguladığımız, bütün
samimi duygularımızla, tecrübî birikimlerimizle netleştirdiğimiz bazı
yaklaşımları birbirimizi yanlış anlar, bereketimiz kaçar endişesiyle kimi
zamanlar gündeme getirmekten korkuyoruz. Ama hayat çok dinamik
bir şekilde işliyor. Sorunların ve şartların dayatmasıyla bir müminin
veya müminlerin içtihat yapabilme nimeti bir zorunluluk olarak görüle-
bilmelidir. Unutmayalım ki, en riskli bir gündemde bile farklı bir içtihada
sahip olabilmenin olmazsa olmaz şartı samimiyettir. Kişinin bir olayı
hayır üzere yorumlayabildiğine inanmasıdır.
Belli süreçlere bağlı olarak geliştirdiğimiz içtihatlarımızı tartışmasız ka-
bul edemeyiz. İlkeli davranma adına dışımızda gelişen bir yığın soruna
lakayt kalmış olmaz mıyız? Disiplin ve dinamikleri mekanikleşme girda-
bında boğulmayla yüz yüze bırakmış olmaz mıyız?
Bu coğrafyada yaşıyorsak, birileri bizimle ilgili hayati kararlar alıyorsa
benim çocuklarımın yarınlarına, geleceğime, ideallerime dair gayri fıtri,
insanlık dışı, derin mahfillerde derin mühendislik hesaplan yapılıyorsa,
buna bir şekilde müdahil olmamız gerekmiyor mu?
ABD’deki Amiş topluluğu gibi yaşadığımız ülkenin ve toplumun dayat-
tığı sosyal gerçekliklerden tümüyle soyutlanıp modernizme karşı kendi
ideallerimizi korumak amaçlı yaşamak gibi bir imkânımızın olduğunu
düşünmüyorum. Yani tümüyle ulus devlet anlayışının bize dayattığı
resmi, bürokratik iş ve işleyişten, tüketiminden, eğitiminden tümüyle
soyutlanıp her şeyiyle kendimizin ürettiği, kendimize ait olan ve kendi
özgünlüğümüzü, arınmışlığımızı esas alan bir yaşam tarzını ne kadar
yakalayabilme imkânımız var acaba?
Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, İslami kesimin kahir ekseriyetinde kıs-
mi anayasa değişikliği oylamasına katılımın akidevi olmadığı zımnen
kabul edilen bir durum gibi gözükmektedir.
Yaşadığımız coğrafyada reel olan ile ideal olanı ayrıştırmamız gerektiğini
düşünüyorum.
Mevcut anayasal yapı, toplumun kahir ekseriyetinin iradi bir tercihi ol-
madığı halde, rızamız dışında hayatımızı tayin ve tanzim etmeye devam
etmekte. Gayri memnunların anayasal ya pıyı kökten geliştirme ve iradi
bir tercih koyma şansı hiç olmadı. Önümüze konan kısmi değişiklik met-
nine önce kayıplar, sonra kazançlar açısından bakmamız gerekir. Bugün
başörtüsünün yasaklanması ya da serbestiyeti ile ilgili bir referandum
imkânı önümüze sunulursa bunu gerçekten tepmemiz mi gerekiyor?
Şu anda kısmi anayasa değişikliği ile yapılan sistemi tahkim etme, güç-
lendirme, Müslümanları oyalamaya ve aldatmaya yönelik bir içerik midir
yoksa sistemin kimyasıyla mı oynanıyor? Bu noktalar zihinlerimizde
netleştiği oranda sanırım daha sağlıklı bir değerlendirme yapmış ola-

42 REFERANDUM TARTIŞMALARI
cağız. Daha da ötesi, tashih edilen kanunlar, İslam’ın alternatifi duru-
munda teşri’ ifade eden kanunlar mıdır yoksa her yönüyle kokan gayri
insani ve gayri İslami işleyişin çok nispi de olsa daha insani bir yaşama,
adalete, erdeme, insan hak ve özgürlüklerinin yolunu açmaya yönelik
bir müdahale midir? Layüsel güç odaklarının saltanatının muhtemel
nispi bir sarsıntı ve mevzi kaybetmesi midir? Bu minvalden hareketle,
bu şekilde sorularımızı çoğaltmamız bu riskli gündem ile ilgili belki bir
perspektif oluşturmamızı sağlar. (Bu satırları yazarken bile Nusaybin-
Kamışlı sınır hattında mayınlı bir tarlada yürür gibi hissediyorum kendi-
mi.)
İslam dünyasının her bir parçasında yaşayan Müslümanların birbirleri-
nin şartlarını hikmetle okumaları gerekmez mi? Lübnan’da Hizbullah’ın
dini, hayatın içinde okumasından tutun Mevdudi’nin Pakistan’daki se-
çimlerle ilgili içtihatlarına kadar… Turabi’nin sorunlu Darfur bölgesi ile
ilgili referandum tekliflerinden İzzetbegoviç’in genel duruşuna kadar...
Aynı şekilde Lübnan’da Hüseyin Fadlullah’ın Hizbullah’ın güçlü olduğu
bölgelerde Hıristiyan adayların kendi temsil kabiliyetlerini ve iradelerini
gösterebilme imkânını yakalama hassasiyeti adına Hıristiyan adaylara
oylarını vermeye yönelik çabalar içerisinde olduğunu nasıl okuyabiliriz?
Müslümanların köklü bir değiştirme imkân ve fırsatının yakalanmadığı
bir süreçte bir şey ki insan için ve İslam için önemliyse, bir kazanım-
sa, bu süreci ve atmosferi zenginleştirmenin ne vebali olabilir? Müslü-
manların Hıristiyan Necaşi’nin ülkesinde yaşamanın fırsat ve imkânını
değerlendirmelerini gerçekten nasıl okumalıyız? Peygamberimizin (s)
Hilfu’l Fudul hassasiyeti, bugünkü özgürlüklerin önünü açma, vesayetçi,
laik, Ergenekoncu, ulusalcı egemenlerin blok gücüne karşı, birilerinin
özünde halen bir mayanın varlığına binaen geliştirilmek istenen ve insa-
niyeti içeren siyasi, hukuki vs. tüm adımları atma konusunda bir hassa-
siyet geliştirme imkânı vermiyor mu acaba?
Peygamberimizin (s) Lebid ismindeki şairin şiirleri için “onun şiirleri
Müslümandır.” inceliği bugünkü vahyi sosyalleştirme çabalarımızda bi-
zim de çıkarabileceğimiz bir inceliğimiz olamaz mı?
(Cümlelerimin sonuna kendiliğinden gelen bu talihsiz soru işaretlerinin,
konunun hassasiyetine binaen ürkekliğimi haykırdıklarının farkındayım.)
Genelde yaygınlaşan ve aşılamaz gibi görünen vaki bir gerçeğimiz de
itikadi endişeler, ilkeler veya bunlara mebni herhangi bir gerekçeyle bir
şeyi boykot etmek veya bu anlayışı sergilemek her zaman bizi mutlak
bir vebalden kurtarır mı? Bu psikolojiden hareketle, dinin toplumsal ha-
yatta daha belirgin şekilde bir iradeye dönüşmesine yönelik sergilenen
çabaları, değerlendirmeleri, istişareleri, çırpınışları hiçe sayıp mahkûm
edeceksiniz ve rahatlayacaksınız. Sanırım bu çok adil bir tarz değildir.
Toplumsal sorunlarda irademizi ortaya koyma ile ilgili “Ben geri çekil-
diğimde kimler öne çıkıyor?” veya kimlerin öne çıktığı önemli değil mi?

REFERANDUM TARTIŞMALARI 43
Veya her olay ve süreçte tarafsız gibi görünmemiz gerçekten tarafsız
sayılır mı?
İrademizi sergilememiz gerektiği yerde şu veya bu gerekçeyle hikmetle
sergileyemiyorsak bunun ne anlamı olabilir?
Batman’da yaşayan bir insan ve Müslüman olarak, laik, Ergenekoncu,
ulusalcı, vesayetçi güçler ile müttefik bir cephe oluşturan ve bölgede
boykot karan alan toplumsal yozlaştırmada da sistemi aratmayan Mark-
sist dalgaya karşı sessiz kalarak onların boykot hanesine sayısal bir
rakama dönüşme gibi bir durum içerisinde olmak içime pek sinmiyor
doğrusu.
Akideyi mantıksal yorumlara dayandırarak, Müslüman kimliğin manevra
alanını daraltmaya hakkımız yok gibi geliyor bana.
İlk uyanış sürecinde “gözü kara” duruşlarımızı besleyen kavramlarımız
oldu. Çok güzel. Belki de bugün tevhidi dünya görüşüne sahip Müslü-
manların -istisnalar dışında tutulursa- birebir kaliteyi korumalarını buna
borçluyuz. Ama o günkü argümanlarımıza döndüğümüzde bazı kav-
ramlarımızı zorladığımız olmadı mı? Bu bizde garip akidevi tartışmalar,
kelami/cedelci bir yön geliştirmedi mi? Çok grupçu, hizipçi bir damarı
tetiklemedi mi? Birçok bölgede/şehirde üç yıl beş yıl süren birliktelikleri,
emekleri hoyratça bitirmiyor muyuz? Her biraz güçlendiğimizde bu biri-
kimimizi tabii bir şekilde saha çalışmasına, sokaklara, alanlara, kısacası
amele dönüştürmediğimizde atomize olma gibi bir fitneye düşmüyor
muyuz?
İlke adına kendimizi marjinalleştirmenin, gizemleştirmenin, hep muhalif
olma gibi belki de aldatıcı bir özgüvene yaslanmanın ne kadar makbul
bir duruş olduğu tartışılmalıdır.
Kanaatimce bu süreçle ilgili en büyük risk, bu süreci, bu işleyişi aka-
mete uğratacak bir atmosferin oluşması durumunda egemenlerin atağa
geçerek, cesaretlenerek, daha katı ve acımasız hesaplar ve derin mü-
hendislik projeleri geliştirebilmeleridir.
Unutmayalım ki etkinliğimizi artırdığımız ölçüde varlığımız muhatap alı-
nacaktır.
Hemen şimdi yapılması gerekenler varsa bunu bile maslahat açısından
önemsiyorum. Fakat Müslümanların stratejik içtihatlar geliştirirken bazı
zeminlerin özelde kirlilik taşıdığı veya kirlenmeye/kirletilmeye çok mü-
sait olduğu özellikle Türkiye gibi ülkelerde hassasiyetle dikkat edilmesi
gereken bir konu. Politik zeminlerin ehlileştirme gerçeği gibi... Dolayı-
sıyla bu konularda çok da cesur davranıp bazı kırmızı çizgilerimizi ihlal
etmenin ciddi yanlışlıklar getireceğini de unutmayalım. Bugün referan-
dum ile ilgili böyle yaklaşıyoruz diye, yarınlarda ölçü ve sınır tanımaz
bir vaziyete evrilmemize kapı aralamamalıyız. Hikmetli ve basiretli bir
sınırda durabilmeliyiz. Bundan dolayı olayın mahiyeti, riskleri, bununla

44 REFERANDUM TARTIŞMALARI
ilgili kontrol mekanizmamız, denge, hikmet ve maslahat gibi konularda
sağlıklı istişareler geliştirerek nerde durmamız gerektiği konusu çok
önemli.
“Aktif yanlış, pasif iyiden daha ileride olacaktır.” tespiti bizi muhatap
alıyor gibi.
Tarih, değerlerin neşvünema bulması için katı, totaliter sistemlerde ya-
şamaktansa özgürlükçü, şeffaf ortamlarda yaşamanın daha hayırlı oldu-
ğuna tanıklık etmiştir.
Sonuç olarak, bireysel yorumlarımız nihayetinde zannidir. Makbul ve
hayırlı olan, müminlerin ihlâsla ördükleri/harmanladıkları yaklaşımlar-
dan oluşan içtihadi çerçevelerin/disiplinlerin esas alınması, duruşumuzu
belirlemesi, amellerimize fıkhi bir form kazandırmasıdır.
İnsani ve İslami değerlerin hayata hâkim olma endişesinin dışında hiç-
bir endişe taşımayan değerlendirmelere hayat hakkı tanıma inceliğimizi
yitirmememiz temennisiyle...
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

Referanduma ‘Evet’
Sistemin Temel
Yapısına Ret
MUHARREM BALCI

Öncelikle belirmeliyim ki, referandum gerek hukuki gerekse siyasi bir


kavram olarak yeteri kadar açıklıkla işlenmiş değildir. Siyasilerimizin de
-ki özellikle iktidar partisi- referandumun ne olup olmadığı konusunda
kafası karışıktır. Birbiriyle ilgileri sadece anayasa maddeleri olmaları
iken, bu maddelerin torba halinde halkın oyuna sunulmasını hukuken
doğru bulmuyorum. Bir hukukçu olarak bazı maddelerinin içeriğine ka-
tılmadığım ve çekincelerim olduğu halde, bütününe ilişkin oy kullanmak
zorunda bırakılmak en başta özgürlüğümün kısıtlanması, ayrıca sadece
bir robot şeklinde algılandığım hissini vermektedir. Halkın büyük çoğun-
luğunun da değişiklik hükümleri hakkında yeteri kadar bilgilendirilmiş

REFERANDUM TARTIŞMALARI 45
olmaması, referandumun mahiyeti hakkında belirsizlikler ortaya çıkar-
maktadır.
Referanduma sunulan anayasa değişiklik paketi içinde en çok önemi
haiz olan hususlar yüksek yargı kurumlarının yapılandırılmasına yöne-
liktir. Her ne kadar 12 Eylül darbecilerinin yargılanması da paket içinde
yer alsa bile bu konu daha çok semboliktir ve bir hesaplaşmanın ifadesi
sayılabilir. Bu açıdan bakıldığında muhalefet partilerinin ve bir kısım uç
veya merkez güçlerin paketteki değişikliklere karşı çıkmasını anlamak
mümkün görünmektedir. Zira mevcut düzenden nemalanan yapılar ve
kişiler, kendini sistemin sahibi olarak görenler ve sahiplerinin sesi olan
bir kısım birey ve kuruluşlar mevcut düzenin devamında payı ve yararı
olan kesimlerdir. Ancak muhalefet partilerinin paketteki değişiklikler
hakkında slogandan öteye geçmeyen tavırları iktidarın işini kolaylaştır-
maktadır. Bir araya gelmeleri mümkün olmayan kesimler Bremen mızı-
kacıları tiyatrosunda görev almaktalar.
İçinde cevabı olan soru ile yönlendirmeye çalıştığınız İslâmi camiadan
isimlerin de kafasının karışık olduğunu söylemem gerekir. Sistemin
temel yapısı ve kimliğini reddetmekle mükellef Müslüman olarak re-
ferandum olayının beni ve bizi çok yakından ilgilendirdiği tespitinize
katılmamak mümkün değil. Zira insanlar siteme küs olsalar da sistem
onları kuşatmakta, gününü ve geleceğini etkilemeye devam etmektedir.
Sistemin olumsuz tesirlerinden en az etkilenmek, topyekûn bir mücade-
le içinde olmayı gerektirir. Fakat bu topyekûn mücadele sistem içi araç-
ları tamamen reddetmeyi veya kullanmamayı içermemelidir. Geçmişte
bu anlamda yapılan ifrat-tefrit misali anlayış ve eylemlerin sahiplerinin
bugün sistem içi araçların içinde ve en fazla kullananı olduğunu gözden
kaçırmamalıyız. Her birinin sabiteleri hakkında net belirlemeleri olma-
dığı ve itikadi sistemlerinin kendilerini politik eylemlerden uzak tuttuğu
halde ilkesizliğin ve pragmatizmin eseri olarak politik arenada bulunma-
ları ayrı bir tartışma konusudur. Fakat topyekûn mücadele içinde bulu-
nan ve bu mücadelelerinde alan çalışmalarıyla toplumu/milleti/ümmeti
içine alacak çalışmaları üretmeye çalışanlar daha farklı gerekçeler üret-
mek zorundadır.
Gerçekten de Müslüman aydınlar olarak Türkiye Cumhuriyeti siyasi sis-
teminin temel yapısını, kimliğini ve ilkelerini reddetmek asıl olmalıdır.
Bir bakıma referandumun da bu açıdan bakıldığında mevcut sistemin
revize edilerek devamı anlamında bir araç olarak dayatıldığı değerlen-
dirilebilir, tıpkı genel seçimler gibi. Ancak İslâmi siyasi mücadelemiz
yatan tarih içinde farklı pratikler de sunmaktadır bizim için. Her ne ka-
dar farklı pratikler mutlaklık ifade edemez ise de siyaset üretmek adı-
na değerlendirilmesi gereken pratiklerdir. Irak savaşını bir anlaşma ile
sonlandıran İmam Humeyni ile Dayton ateşkes anlaşmasını imzalayan
Aliya İzzetbegoviç’in zehir içmek olarak adlandırdığı pratikleri iyi değer-
lendirmek gerekir.

46 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Siyasal İslâmi anlayışın, sistemin ve kurumlarının bekası ve sistem içi
araçların güçlenmesi anlamı ifade eden referandumu görmezden gel-
meyi, reddetmeyi bir daha değerlendirmesi gerekir. Burada en önemli
argüman, bizlerin İslâmi siyasi mücadele içinde nerede durduğumuz
ve neler yaptığımızdır. Pasif direniş içinde yer alan kesimlerin elbet-
te referandum veya benzeri araçları reddetmesi tabiidir. Aktif direniş
içinde yer aldığı halde ellerinden oyuncakları alınan siyasi zeminlerin
katılımsızlığını da ayrıca değerlendirmek gerekir ki taraftarlarının bunu
nasıl değerlendireceklerini referandum sonucunda göreceğiz. Fakat üm-
metin geleceği için mevzi veya alan çalışması yapanların, mücadeleyi
topyekûn mücadele olarak algılayanların her duruma ilişkin üretebildik-
leri siyaset mutlaka olmalıdır. İlle de radikallik adına her şeye ve her
kuruma karşı çıkmak siyaset üretmek değildir. Burada yine Rahmetli
Aliya devreye giriyor:
“Radikalizm, laf kalabalıklığına ve belagate indirgenebilir; oysa müca-
dele ve direniş hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Sonuç olarak bizim müca-
delemiz radikal bir cevap değil mi? Bu mücadeleyi Kosova’daki pasif
direnişle karşılaştırdığınızda farklılığı göreceksiniz”
Önemli bir başka husus da sorunuza cevap vermek durumunda olanla-
rın içinde bulundukları zemindir. Bugün bizlerin çalışmaları 1960, 1971,
1980 darbelerinin akabindeki çalışmalar değil. 0 günleri dolu dolu bir
mücadele ile yaşayanlar bugün farklı bir mücadele içindeler. Geçmişte
topyekûn mücadele sadece İslâmi konuların bilinmesi ve özümlenmesi
olarak çalışmalarımızın esasını oluştururken, bugün mücadelemiz ağır-
lıklı olarak alan çalışmalarına yönelmiş durumdadır. Alan çalışmalarında
da ne kadar yalnız kaldığımızı söylemem gerekir. Bunda geçmişi sadece
ifrat-tefrit ekseninde ve sadece kendi zemininde siyaset üretmek olarak
algılayan arkadaşlarımızın bugün farklı pratikleriyle bizleri şaşırtmala-
rının, topyekûn mücadele içinde olmadıkları gibi alan çalışmalarında da
olmayışlarının payı büyüktür.
Günümüzde alan çalışmalarıyla bezemeye çalıştığımız topyekûn müca-
delemiz için, elimizdeki insan ve sosyal malzemeleri değerlendirerek si-
yaset üretmek zorundayız. Gerçekten de bugün yaşanan siyasi ve sos-
yal gelişmeler en çok gelecek tasavvuru olanları, tasavvurlarını hayata
geçirmeye çalışanları yakından ilgilendiriyor. Bu yakından ilgi, dokun-
mayan yılanla ilgili bir ilgi de değil. En derinden yakan gelişmelere karşı
bir ilgi. İhtilal dönemlerinden sonraki dönemlerde daha fazla insanın
katılımıyla çeşitlenen çalışmalara karşın bugün, rehavet ve konformizm,
cemaat ve fıkıh birlikteliğinde laf üretenlerin çoğunlukta olduğu ortam-
da, gelecek tasavvurumuzu ve mücadelemizdeki yol haritamızı hayata
geçirecek pratikler için siyaset üretmek zorundayız. Birilerinin bal şer-
beti içerek içine daldığı sandıklara karşın, zehir şerbeti içerek titreyen
ellerimizle, günümüzü kuşatan, geleceğimizi karartan kanunlara karşı
önümüze çıkan imkânları değerlendirmeliyiz.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 47
Özelde bu milletin, genelde de ümmetin önünü açacak, emperyalizmin
uzantılarının ensemizde boza pişirmesini önlemeye yarayabilecek geliş-
meleri, ürettiğimiz orijinal siyaset içinde birer pratik olarak görebiliriz.
Aliya’nın da dediği gibi, mücadelemizin yeterince radikal olduğunu bile-
rek, pratiklerimizi pragmatizme kaymadan, sürekli kendi kurumlarımızı
ve çalışma zeminlerimizi üreterek yolumuza devam etmeliyiz. Bu ko-
nuda bizi bizden başka kınamaya yetkili kimse de yoktur. Kendi işimizi
aramızda istişarelerle hallederiz. Yakıştırmalara ihtiyacımız olmaz.
Bugün referanduma ‘evet’ deriz, aynı zamanda da sistemin temel ya-
pısını reddetmeye, kimliğini ve ilkelerini elimizin tersiyle itmeye devam
ederiz. Mücadelemize de devam ederiz. Unutmamalıyız ki, referanduma
sunulan değişikliklerin muhatabı bizleriz, milletimizdir, ümmetimizdir.
‘Evet’ veya ‘hayır’ yönündeki tavrımızı, gerekçeleriyle birlikte muhatabı-
mıza anlatabilmeliyiz. Bu yapılmadığı takdirde mücadelenin muhatapları
kendi işlerine bakacak, mücadele ettiğini sananlar da seyirci olmaya
devam edeceklerdir.
Yaşanan sürekli pratikten biri de şudur: “Yıllardır ürettiğimiz kavram ve
argümanlar siyasiler tarafından kullanıldı, hayata geçirildi, bize gerek
kalmadı. O halde oturup onları izleyelim.”
Bu sonuca gelenler gibi olmak istemiyorum. Dünyada her şey beni ilgi-
lendiriyor. Üstelik İslâm coğrafyasında olanlar daha çok ilgilendiriyor.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

Referandum, Taşların
Hiçbirinin Kendi
Yerinde Olmadığını
Göstermiştir
MEHMED GÖKTAŞ

Kendimizi tamamen referandumun havasına kaptırmadan şöyle biraz


uzaktan izlediğimizde, olup bitenleri daha sağlıklı görebileceğimizi ve

48 REFERANDUM TARTIŞMALARI
daha sahih tespitlerde bulunabileceğimizi belirtmek isterim.
12 Eylül’de yapılacak olan referandumda kısmi anayasa değişikliğine
‘evet’ ve ‘hayır’ diyeceklerin cephelerine dikkatlice baktığımızda, kitle-
lerin çoğunun kendisine ait olmayan yerlerde durduklarını görüyoruz.
Taşların büyük bir kısmının kendi yerinde olmadığının, büyük oranda
savrulmaların olduğunun farkına varıyoruz.
Alevi Alevi yerinde değil, solcu solcu yerinde değil, demokrat demokrat
yerinde değil, mazlum mazlum yerinde değil.
Ve CHP, CHP yerinde değil, BDP de aynı şekilde kendi yerinde değil.
Böyle olduğu için herkesten önce Avrupa’daki sol ve sosyalist kuruluş-
lardan başta CHP’ye, BDP’ye ve kendilerini solcu, sosyalist, demokrat
olarak lanse eden, bununla birlikte ‘hayır’ cephesinde saf tutan çevrele-
re ciddi uyarılar gelmektedir.
Zaten Hükümet ve özellikle Başbakan yürüttüğü ‘evet’ kampanyasında
onların bu çarpıklığını hedef almış, yerlerinden oynamış durumdaki bu
taşları asli yerlerine çağırmakla işe başlamıştır.
Alevilere Aleviliklerini, solculara solculuklarını, demokratlara demokrat-
lıklarını, özellikle 12 Eylül 1980’lerde zulme uğrayan mazlumlara maz-
lumluklarını hatırlatmış ve bütün bunların gereği olarak da 1980 darbe
anayasasının kısmen de olsa değiştirilmesine ‘evet’ demeye çağırmıştır.
Bakıp göreceğiz, ne kadar başarılı olacak.
Bununla birlikte CHP’deki bir kısım dinozor çevre ve MHP kendilerine ait
yerde durmaktadırlar, onların yeri ‘hayır’ cephesi olmalıdır. Bu devletçi
ve militarist çevrelerin duruşunda bir yanlışlık yoktur.
12 Eylül 1980 darbesinde işkence gördüklerini, solcularla birlikte idam
edildiklerini duygusal mektuplarla dile getirerek ülkücüleri ‘evet’ deme-
ye çağıran Başbakan, siyasetin gereği olarak yapmaktadır bunu. Dev-
letçi ve militarist düşüncelerinde bir değişiklik olmadığı halde sırf o dö-
nemde işkence gördükleri için bugün ‘evet’ demeleri gerekmez ki. Hem
onlara göre devlet ve özellikle ordu kutsal değil midir? Döver de sever
de. Hem o esnada kendileri zindanda olsa bile, düşünceleri iktidarda
değil miydi? Bu kadarcık şeyler olur ve bundan dolayı da ‘evet’ demeleri
gerekmez.

Bizim Tavrımız Ne Olmalıdır?

Tevhidi düşünceye sahip Müslümanlar Anayasa değişikliğini hiçbir za-


man kendilerinin birinci meselesi olarak görmemişlerdir.
Aslında Müslümanca bir hayat sürebilmelerinin önünde birinci engel
olarak mevcut anayasayı görmedikleri gibi, yeni anayasalarla da Müslü-
manca hayatın önündeki engellerin aşılacağını dört gözle beklemiyorlar.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 49
Eğer bugün Müslümanlar İslam’ı hayata geçirme yolunda belirli bir
mesafe kat etmişlerse, anayasalar değiştirile değiştirile olmamıştır bu.
Anayasalar değiştikçe Müslümanların önü açılmış değildir.
Ve yine bu uğurda birtakım engelleri aşamamışlar, baskı ve zulümlere
maruz kalmaya devam ediyorlarsa, bunun tamamen mevcut anayasa-
dan kaynaklandığını söylemek de doğru değildir.
Yani Müslümanlar dinlerinin anayasanın müsaade buyurduğu kadarını
yaşıyorlar, müsaade etmediğini de yaşayamıyorlar değildir. Bütün bun-
lar varıp tarafların güç meselesine dayanmaktadır.
Fakat buna rağmen 12 Eylül’de yapılacak olan kısmi anayasa değişik-
liğine tepeden bakmıyoruz, dudak bükülecek basit bir şey olarak da
görmüyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana hiç görülmeyen şeylerin
görüldüğünü söylemezsek bu bir insafsızlık olur.
Militarist despot yapıların çözülmesi istikametindeki bu hayırlı gelişme-
ler her ne kadar biraz değişen dünya dengelerine bağlansa da mevcut
iktidarın bu işin faili olduğunu kimse inkâr edemez.
Kendisini ülke yararına yapılabilecek her hayırlı işin önüne geçmekle
görevli zanneden bir Anayasa Mahkemesi ve HSYK saltanatına bu deği-
şiklikle son verilecek olmasını önemsiz bir şey olarak göremeyiz.
Her ne kadar bu referandumla doğrudan bağlantılı görülmese de başta
Ergenekon, Balyoz ve diğer darbeci çetelere karşı alınan bunca mesafe,
‘hayır’cıların alacağı başarıyla eğer ters yüz olacaksa, herkes gibi tevhi-
di düşünceye sahip olanların da yükleneceği bir vebal olacaktır.
Kısacası, tevhidi düşünceye sahip Müslümanların sağduyularına, akl-ı
selim ve ferasetlerine olan güvenimizden dolayı rahatız, hiçbir şekilde
telaş ve endişe içinde değiliz.
Sandığa gitmeleri için kampanya yürütülmesini, ısrarla teşvik edilmesini
gerekli görmüyoruz.
Fakat sandığa gidenlerin ise kesinlikle ‘hayır’ diyenlerin cephesinde yer
almayacaklarını biliyoruz.
Son olarak Müslümanların referanduma katıldıklarından dolayı kesinlikle
hiçbir şeyle itham edilmemesi gerektiğini, özellikle bu konuyu itikadi
görmediğimizi belirtmek isterim.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

50 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Anayasa Referandumu
Denilen, ‘Düzeni
Kabullendirme’
Çabaları
AHMET KALKAN

“Onlar isterler ki, sen taviz verip uzlaşasın da onlar da sana taviz verip
uzlaşsınlar.” (68/Kalem, 9)
Tâğutlar, verdikleri (taviz olup olmadığı bile tartışılacak) küçücük taviz-
lere karşılık, büyük tavizler koparıyor. Bırakın düzeni değiştirmeyi, hatta
eleştirmeyi, üzerindeki tozları silinip cilalanarak cildi “ak” renge bo-
yanmış içi “kapkara” harflerle yazılmış anayasa sizin evet’inizi bekliyor.
Sonra gelsin dünyada huzur, âhirette de tükenmeyen ödül... İslâm ve
İslâmcılık adına daha başka ne istiyorsunuz? 
İnancımızı tanıtıp sevdiremediğimizden diğer mahalleye bilinçli-bilinçsiz
taşınan kayıp çocuklarımızı konu dışı tutarsak; bizim mahallenin duru-
mu, bu konuda da içler acısıdır. Giderek sağcılaşıp muhafazakârlaşıyor
insanımız; uzlaşmacı, pragmatist, liberal bir çizgiye doğru devamlı bir
kırılma yaşanıyor. “Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaati ve
olumlu anlamda isyanı olmayan, düzene uygun bir din dayatılıyor. Her
şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların düzenleriyle, anayasa-
larıyla uzlaşan, tâğutların râzı olduğu yapay müslümanlık(!) hâkim
kılınmak isteniyor. Bu kırılma yeterli düzeye gelmiş olmalı ki, düzene
pasif destek veren mahallemizin insanları, artık düzenin en temel kay-
nağı ve dayanağı olan anayasayı sahiplenmeye çağrılıyor. İçlerinde
tevhid erlerinin de bulunduğunu bildiğimiz bazı büyük kuruluşlar, hor-
monal büyü(tül)menin gereği olarak, “yetersiz ama evet” mesajlarını
kamuoyuyla paylaşmaya başladı bile. Kaçıncı defa, büyük savrulmalar
yaşanıyor. Alın size kendi ellerinizle ikinci 28 Şubat. Bir sınavın daha
kaybedilmek üzere olduğu uyarısını yapmak durumundayız. Global güç-
ler oyunun nasıl oynanacağını biliyor gerçekten. İnsanları kandırmanın,
avlamanın yöntemini de. İyi de, mü’minlerde olması gereken basirete,
bir delikten iki defa ısırılmama bilincine ne oldu? Muvahhid mü’minler,
özellikle cemaat ve kanaat önderleri ve yılların İslamcıları, İslâmî ilkeler
ışığında, çok iyi düşünmeliler. Hayır diyen şer cephesine ve bu değişik-
liklere bazılarını mecbur eden baskıcı, zorba ve çirkef zihniyete doğal
tavır, başka bir bâtılı savunmaya götürmemeli. İlkesiz ya da temel
ilkelerimize ters şekilde, konjonktürel kararlar almak, yarınlarda bizi

REFERANDUM TARTIŞMALARI 51
mahcup ve suçlu duruma düşürebilir. Kendimizle, inançlarımızla çeliş-
memeliyiz. Bir taraftan düzen düşmanlığı, diğer taraftan düzenin en
temel sütununu savunur duruma itilmemeliyiz. İskelete kendi kanımızla
güç verip canlandırmaya çalışmayalım. Yıkılası düzeni güçlendirme bize
yakışmaz. Komünizme düşmanlık, kapitalizm dostluğuna, Sovyetler
Birliğine tavır, Amerika safında yer almaya sürükledi; insanlarımız 60’lı
yıllardan 80’li yıllara kadar böyle kandırıldı. Solcu kâfirler öcü gösterile-
rek sağcı kâfirlerin çobanlığına râzı ettirildi insanımız. Ölüm gösterildi,
sıtma tercih ettirildi. Belki on defa, belki yirmi defa, aynı delikten yılana
ısırtılan insanımız yine içinde yılan bulunan sandığa elini uzatıyor. Oyla
besleme sandıktaki yılanı, seni ve çocuklarını sokmasın.
Tâğut, velâ ve berâ, hâkimiyet, hüküm koyma, ilâhlığa yeltenme,
tevhidî ilkeler, şirkten sakınma, beşerî ideolojileri red, haramda ve kü-
fürde yardımlaşma gibi kavramları güncel siyasi çıkarımlarıyla bilen bir
mü’min “evet” veya “hayır” demeyi, nasıl olur da aklının ucundan bile
geçirebilir? Kendini yalanlama yanında, Kitabın da bir kısmını red an-
lamı taşımaz mı bu tavır? İslâmcı kimliklerini inkâr edip mânen intihar
edercesine şirk anayasasına evet kampanyası başlatanlara şâhit oluyor
insanımız.
Bu tavırlar, şirki izâle ve tevhidi ikame etme görevini üstlenen İslâmî
değişim ve dönüşüm taraftarı muvahhid gençleri daha bileyecek, ken-
dilerine daha çok iş düştüğü bilinciyle onlar maratona devam edecek.
Ama bu mürcie benzeri tavırlar, aynı zamanda bunun karşıtı olan hâricî
zihniyetini de besleyecek, bu ılıman İslâm anlayışı, radikalliği ve “tekfir-
ciliği” de körükleyecek, bölünmeler ve sertlikler daha artacaktır.    
Bizim gönlümüzdeki anayasamızın ilk maddesi olan kelime-i tevhid, “lâ”
ile yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğutlara ve onların İslâm
dışı düzenlerine isyan anlamı ve eylemi vardır tevhid mesajında. Yani,
Allah’a isyan edenlere isyan! Bütün peygamberler bu anlamda kutsal
isyan ateşini tutuşturan önderlerdir. “Andolsun ki Biz, Allah’a kulluk edin
ve tâğuttan (Allah’ın hükmüne isyan edip azgınlaşan ve insanları Hakk’a
isyana zorlayan egemen şahıs ve anlayışlardan) kaçının diye (emretme-
leri için) her topluma bir peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36).
Peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bi-
reyin nasıl seçkin ve kirlenmemiş bir hayat süreceği, onurlu bir direniş
ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını
örmektedir. “İbrâhim’de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”
(60/Mümtehıne, 4). “Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti
ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk
yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından ge-
leceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (tevhid
inancına) dönsünler.” (43/Zuhruf, 26-28).
İbrâhimî mirasa sahip çıkmak ve İbrâhim’i (a.s.) örnek almak demek;
İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz “İsmâil”lerimiz ne ise

52 REFERANDUM TARTIŞMALARI
onları Allah yoluna fedâ edebilmek demektir. Putlara, putlaştırmaya ve
putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele içinde olmak demektir.
Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle
imtihanı göze alabilmek demektir. Babamız ya da Nemrut gibi zâlim
devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir. Ne yapmıştı
Hz. İbrâhim, bedeli ağır da olsa putları kırmış, putperestlerin yüzüne
şöyle haykırmıştı: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz,
aklınızı kullanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67).
Muvahhid mü’minler olarak biz, bugünkü yapay kamplaşmanın tarafı
olmamalıyız. Biz bu anayasa değişikliği cephesinde ne “evetçi” ne “ha-
yırcı” olabiliriz. Hayırcı olmak; içinde despotizmle, askerî ve yargısal
oligarşiyle, her iki cepheden ırkçı şovenizmle aynı kategoriye girmek ve
hayırcı hayırsız koalisyona katılmak olarak damgalandırılabilir; “evet-
çi” olmak ise, düzeni güçlendirmek demek. Biz hakkın şâhitleri olmaya
çalışan Hak taraftarı olmalıyız. Mevcuduyla ve değişecek şekliyle bu
anayasaya evet demeyenleri nasıl ve hangi İslâmî ölçülere göre suçla-
yabilirsiniz? Veya yine, vahyi reddeden, hiçbir ilkesi Kur’an’dan referans
alınmayan, anayasaya hangi şer’î gerekçeyle evet diyebilirsiniz? Biz
hak-bâtıl farklılaşmasından, İslâm-küfür kategorisinden, tevhid-şirk
eksenli bir ayrışmadan yanayız. Böyle bir ayrışma olduğunu da görmü-
yoruz.
“Anayasa değişikliğine evet demek, değişen maddeleriyle birlikte değiş-
meyen ilkeleriyle şirk anayasasını kabul etmek değil midir?” diye sorul-
sa, iknâ edici cevabımız var mıdır? “Evet oyu vermek; uzlaşmacılığı seç-
mek, demokrasiyi kabullenmek, kendisinin ya da bazı insanların, İlâhî
kanunlara ters ana kanun koyabileceğini, bunların onaylanabileceğini
kabul etmek demektir” dese birisi, ne cevap verilecektir? Anayasaya
evet demek, mevcut anayasal düzene de evet demek anlamına gelmez
mi?  Evet diyenlerin düzeni, anayasayı eleştirmeye ne kadar hakları
olabilir?
“Rabbinizden size indirilene (Kur’an’a) uyun. O’ndan başkasını dostlar
edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” (7/A’râf,
3).
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet. Onların hevâlarına/arzularına
uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırma-
larından sakın. Eğer Allah’ın hükmünden yüz çevirirlerse, bil ki Allah,
bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratıp belâlarını vermek
istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır. Yoksa
cahiliye hükmünü mü arayıp istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre,
Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” (5/Mâide, 49-50).
Demokrasi, anayasa değişikliği, Ergenekon karşıtı söylemler, nutuklar…
derken memleketin nasıl yönetildiğini unutuyor insanımız. Anayasayı,
babayasayı kim takıyor bu ülkede? Hâkimler mi, yöneticiler mi, subay-
lar mı? Herkes Özal gibi açıktan söyleyecek değil ya: “Anayasayı bir

REFERANDUM TARTIŞMALARI 53
defa çiğnesek bir şey olmaz” diye. Allah’ın hükmünü devamlı çiğne-
yenler, anayasaya tümüyle uysa ne olur, çiğnese ne olur? Politikacılar
değişiklik metinleri hazırlasın, biraz anayasa mahkemesi müdahale et-
sin. Halka onaylamak düşsün. Sonra, yöneticilerin eline ülkeyi bununla
yöneteceksin diye bir “kırmızı kitap” tutuşturulsun. MGK’da askerlerin
isteğine ters bir görüş çıksın bakalım. Anayasa referandumu için bu
kadar gürültüye bakan birisi, sanki bu ülke, anayasa ile yönetiliyor
sanacak. Şu günkü yapı ile, baştan aşağı değişse ne yazar?  Bilme-
yen yok, ama bilmezlikten gelmek âdet demek ki; bu düzeni anayasa
yönetmiyor. Devrimlerine ve ilkelerine ters bir kanunun meclise bile
getirilememesi, Anayasa’nın değiştirilmesi teklif bile edilemez (nass
hükmünde) giriş bölümleriyle, sistemi, öncelikle yattığı yerden Atatürk
yönetir. Sonra silahlı kuvvetler, düzenin koruyucu ve kollayıcısı vasfıyla
düzeni ve halkı yönetme hakkına sahiptir. Seçilmiş yöneticilerin (daha
doğrusu perde gerisindeki fiilî yöneticilerin memurlarının) ellerine he-
men, yönetim sınırlarını belirleyen ve anayasanın da anayasası şeklinde
Kırmızı Kitap verilir. Milli Güvenlik Kurulu kararlarını, Genel Kurmay’ın
isteklerini geri çevirme hakkına sahip değildir hiçbir hükümet; istedikle-
ri zaman, hükümetlere ültimatom verir, yönettikleri bu ülkenin çıkarları
icabı diye değerlendirdikleri kendi inanç ve yönetim anlayışları icap et-
tirdiğinde postmodern darbelerle istediklerini uygula(tı)rlar.
Üçüncü sırayı bürokrasi alır ülkede. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay,
HSYK gibi sistemin içindeki bürokratlar hükümetin de üstünde bir ko-
num arzederler. Amerika’yı, Avrupa’yı ve hatta İsrail’i; yöneticiler sıra-
lamasında sonlara koymak büyük yanlış olur. Onlar istemeden onlarla
ilişkide olan sistemin ve yöneticilerin karar alması, alsa bile uygulaması
mümkün değildir. Daha sonra derin devlet gelir, JİTEM gibi askerî ve
sivil örgütler vardır adı konulmamış yöneticiler arasında. Devletin için-
deki derin devletle ilgili daha önceki yıllarda meclis araştırmalarında
görev yapan Ersönmez Yarbay’ın basına verdiği bilgiye göre, bu ülkede
Ergenekon tipinde tam yirmi beş tane benzer yapılanma vardır. Bun-
lardan biri tasfiye olsa ne olur, olmasa ne olur? Televizyon ve gazete
ağırlıklı medyanın yönetimdeki etkinliği gelir sonra. Memleket, biraz
ekranlardan ve gazete manşetlerinden yönetilip yönlendirilir. Sonra TÜ-
SİAD gibi para babaları. “Egemenlik kayıtsız şartsız paranındır” bu sis-
temde. Değil mi ki, düzen kapitalist düzendir. Paranın yöneticiliği inkâr
edilemez. “Paranın dini imanı olmaz” denilmesi biraz bununla ilgilidir.
Kimse sormaz: “Madem dini imanı olmaz da, üzerinde Kemalizm dininin
simgesi Atatürk resimleri olmadan niye para düşünülemez?” diye. “Para
kazanmak için haram-helâl hükmü aranmaz” anlamında kullanılan bu
söz, kapitalizmin, yani paranın, yani para babalarının yönetimdeki ön-
celiğini gösterir.
Uygulamaya bakıldığında, herhalde bu yönetme mücadelesinin içinde
bulunan kesimlerin içinde (başında veya sonunda) “halk”ın olduğunu
iddia eden bir kişi çıkmaz. En son sırada, bütün bu öncelikli yöneticile-

54 REFERANDUM TARTIŞMALARI
re ters düşmemek şartıyla halkın oy vererek yönetici olarak seçtikleri
gelir. Onlar “miş gibi” yapar. Sekreterdir, memurdur. Demokrasi adlı
tiyatroda; sahne arkasındakilerin emirlerini uygulayan sahne görevli-
leridir. Bu oyunda halk sadece seyircidir. Hükümet denilen kurum, yu-
karıda sayılan esas yöneticilerin çıkarlarını öncelikle hesap eder, onlara
“hayır” deme hakkını kendinde gör(e)mez. “Kim kimin emrinde?” diye
sorulmaz bu ülkede. Bilinir ki, hükümet resmen (kâğıt üzerinde) kendi
emrinde olan Genel Kurmayı, bürokrat kesimi değil; onlar hükümeti ve
sistemi yönetirler ve yönlendirirler. “Efendim, evet deyin, bütün bu yapı
kökten değişsin, İslâmî ve insanî bir rejim gelsin…” Öyle mi, güldürme-
yin insanı. Çocuk yerine konulmayı yeğleyin isterseniz; bitmeyen bir
masalın bin birinci dinletisini tercih edin: “Aslında bunlar değiştirecekler,
ama yavaş yavaş…”
“(Allah’ın indirdikleriyle hükmetmediği veya İlâhî yasalarla hükmedil-
mek istemediği için) zâlim olan kimse, o gün (pişmanlıktan) ellerini
ısırıp şöyle der: ‘Keşke Peygamber’in gösterdiği yolu izlemiş olsaydım!
Yazıklar olsun bana, ne olurdu filancayı kendime dost edinmeseydim!
Kur’an bana ulaşmışken, beni (nasıl da ondan) saptırdı.’ Şeytan insanı
yapayalnız ve çaresiz bırakır. Peygamber (şikâyet ederek) diyecek ki:
‘Ey Rabbim! Benim halkım (onların içinde, Müslüman olduğunu iddia
eden bazı kimseler) bu Kur’an’ı (anlamını öğrenip hayatlarına geçirmek
istemediklerinden) terk ettiler.” (25/Furkan, 27-30)
Gündeminde Kur’an ve O’nun gündemleştirdiği temel kulluk görevleri
olmayan edilgen ve yönlendirilmeye müsait insanımız eski “anayasa” 
ile yatıyor, yeni anayasa, daha doğrusu kısmî “anayasa değişikliği”
ile kalkıyor. Gündemleştirilmesi yönüyle onunla yatıp onunla kalkıyor
dediğimiz anayasa, geceden sabaha kolaylıkla değişmese bile, sık sık
yenilenme ve değiştirilme ihtiyacı duyulan bir belge. 14 Asırdır hiçbir
kelimesi değişmeden bize ulaşan İslâm Anayasasının temel kurallarını
içeren Kur’an ise, aynı tazelikle duruyor, eskimediği için hiçbir hükmü-
nün değiştirilmesi düşünülmeyecek şekilde çağlara meydan okuyor.
Câhiliye yasa ve anayasaları ise, palyaço Erkan Yolaç’ın şarkı yarışma-
sındaki “değiştir”ine benziyor. Bir gün önce suç olan şey, ertesi gün hak
olabiliyor. Çocukların yapboz oyunu gibi egemen güçlerin isteği doğrul-
tusunda veya izin verdikleri oranda, anıtkabir çarpmasın diye tabu olan
kurallara uygun şekilde oynanıyor. İnsan bu; “putunu kendi yapar, ken-
di tapar” misali, kendi üzerine zindanlar örüyor. 
Daha bir asırlık bir devlet bile olmayan T.C. 1924, 1961 ve 1982 ana-
yasalarıyla üç ayrı temel anayasayla yönetildi. Özellikle darbe dönemle-
rinde kendilerinden önceki ihtilalciler tarafından yapılan anayasalar rafa
kaldırılıp geçici anayasa uygulamalarına muhatap olunup bazı maddeleri
arada sırada değiştirilirken, Atatürk ilkeleriyle ilgili  maddeleri nass gibi
kabul edilerek, daha doğrusu dogmatik bir şekilde tabulaştırılarak de-
ğiştirilmesi teklif bile edilemez olarak başlangıç maddelerinde yer aldı. 

REFERANDUM TARTIŞMALARI 55
Yapılan anayasalar, üç-beş yıl geçmeden destekleyenler tarafından bile
eleştirilip değiştirilmek istenir. Dün yapılan anayasalar nasıl yetersiz
kalmışsa, bu gün de yapılmaya çalışılan anayasa insanı mutlu etmeye
yetmeyecek, yarın yine değiştirilmek istenecektir.
Kendi kendisini idare etmesini tam beceremeyen insanoğlu, kendi ka-
fasından hükümler koyarak ülkesinde yaşayan tüm vatandaşları yö-
netmeye cür’et ediyor. İşte burada “tanrılaşma”ya kalkmak konusu
devreye giriyor. İnsanlar üzerinde tahakküm, onları yönlendirme, onları
inşâ etme, yönetip terbiye etme, yani “rableşme” iddiası söz konusu
oluyor. “Yöneten râzı, yönetilen râzı, kim ne diyebilir ki?” denilse, bir
mü’min olarak; “Allah râzı değil bu efendilik-kölelik ilişkisinden” deriz.
Allah, kullarına zerre kadar zulmetmediği, tümüyle ve mutlak şekilde
âdil hükümler, anayasa kabilinden temel ilkeler ve yasalar koyduğu
gibi, insanların birbirlerine zulmetmesine de râzı değildir. O, Kur’an adlı
kitabını hem hidâyet, ibâdet, ilim, şifa ve rahmet kaynağı olarak, hem
de anayasa ve yasaların temel referansı olarak insanlığa göndermiş-
tir. Bir olan Rabbimiz, tek ilâhımız, yegâne hüküm sahibi Allah, gerçek
anlamıyla hüküm koyma, yani anayasa ilkelerini tespit etme hakkı ve
gücü olan tek zâttır. “Yoksa onlar câhiliye hükmünü mü (anayasa ve
yasalarını mı) arayıp istiyorlar? İyi anlayan bir toplum için hüküm (ka-
nun koyma, yasa ve anayasa yapma) yönüyle Allah’tan daha güzel kim
vardır?” (5/Mâide, 50); “Hâkimiyet (kanun koyma ve yönetme hakkı)
sadece Allah’a aittir.” (12/Yusuf, 40) Yani, egemenlik kayıtsız şartsız
Allah’ındır. Mü’minler olarak böyle inanır ve bu inancımızı hayata tatbik
etmeye çalışırız. 
Bütün bu Kur’anî gerçeklere rağmen “müslümanım” diyen halk, Allah’ın
hakkını, kendisi gibi insan olduğu halde, ilahlaştırdığı kimselere vermeyi
fazilet sanıyor. İbâdet coşkusu ile yarın anayasa oylamalarına katılacak,
tutsaklık zincirlerinin birazcık gevşetilmesini özgürlük sanarak kabul
edecek. Allah’ın indirdiğiyle değil, birilerinin hevâsından kaynaklanan
hükümleri, ana hükümleri onaylayarak zulme sadece rızâ göstermekle
kalmayıp ortak da olacak. Bununla birlikte, halk açısından durum kıs-
men anlaşılacak şekildedir: Sıkıyönetimlerle, birçok hak ve özgürlükle-
rinden mahrum bırakılan, ihtilal yapan askerlerin yaptığı anayasalarla
huzur bulamayan halk, “darbe anayasası” yerine “sivil anayasa”yı tercih
etme şansına kavuştuğunu düşünüyor. Dar çerçeveli de olsa göreceli bir
özgürlük isteğini, ehven-i şer veya kısmî ıslahat olarak görüyor ve ter-
cihini olumlu gördüğü değişimden yana kullanıyor. Tevhidden koparılmış
halk için şerrin ehveni, kötünün iyisi gibi tercihler sürpriz sayılmaz, ama
muvahhid mü’minlerin hele böylesine siyasal ve sosyal düzenlemeleri
içeren temel konuda tercihi, çok farklıdır, farklı olmalıdır. Onlar, temel
yapıyı değiştirmeyen sistem içi basit değişiklikleri değil, köklü değişimi
savunur. Temeli tümüyle beşerî görüşlere, Kemalizme ve dolayısıyla
şirke dayanan câhiliye hükümlerini onaylayamaz.  Allah’a teslim olmuş
tevhid eri bir mü’min; Allah’la, O’nun kitabıyla, O’nun emir ve yasak-

56 REFERANDUM TARTIŞMALARI
larıyla zerre kadar ilgisi olmayan bir hüküm kaynağını kabul edemez.
“Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman, hiçbir mü’min erkek
ve kadının bu konuda farklı bir görüşü tercih hakkı yoktur/olamaz. Bu
hakkı kendisinde görerek Allah’a ve Rasûlüne karşı gelen kimse, apaçık
bir dalâlete/sapıklığa düşmüştür.” (33/Ahzâb, 36)      
Referandumda hayır demek mevcut anayasaya, anayasa ile korunan
cahilî düzene evet anlamına geliyor. “AKP iktidarının Anayasada yap-
tıkları değişiklikleri istemiyorum, Eski Anayasa değişmesin, eskisini
onaylıyorum” demiş oluyor “Hayır” diyenler. “Evet” diyenler de değişe-
cek maddelerle birlikte, 82 Anayasasının değişmeyen maddelerini de,
anayasanın üzerine bina edildiği zulüm düzenini de onaylamış olmu-
yorlar mı? “Ben değişen bazı maddeleri ve değişmeyen çokça madde-
leri ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyen ilkeleriyle bir bütün olarak,
hiçbir maddesi İslâm’dan, Kur’an’dan referans almayan anayasayı ka-
bul ediyorum” anlamına gelmiyor mu bu “evet”? AKP iktidarda değil,
muhalefette olsaydı, meselâ CHP-MHP koalisyon hükümeti iktidarda
olsa ve aynı değişiklikleri referanduma sunsaydı, evetçi Müslümanların
tavrı şimdiki gibi mi olurdu dersiniz? O zaman da benzer gerekçelerle
“evet” derler miydi bu zevat? İlkelere bağlı düşünmüyor artık insanımız,
konjonktürel düşünüyor. Uzlaşmacı ve ehven-i şerci bir anlayış hâkim.
Rüzgâr hangi yönden kuvvetli esiyorsa, önüne katıp savurarak götürü-
yor insanımızı. Kemalist oligarşiyi geriletecek adımları destekliyorum
derken, aynı zamanda Kemalist anayasa ve Kemalist düzeni de destek-
lemiş olup olmadıklarını Kur’an ilkelerinden yola çıkarak düşünmüyorlar
mı Müslümanlar? İnkâr etmeleri, reddetmeleri gerektiği “Allah’ın indir-
mediği” ve o indirilenlere zıt hükümleri onaylarken hangi âyetten yola
çıkıyorlar? Kur’an’ın genel uyarı ve ahkâmını, İlâhî hükümleri nereye
koyuyorlar? Ölülere bile “evet” dedirtmeye çalışanlar, unutmayalım 82
Anayasasına da “Din Kültürü ve Ahlak Dersi liselerde zorunlu olacak”
maddesinden yola çıkarak “evet” oyu verilmesini teşvik ediyorlardı.
Şimdi 12 Eylül’ü ve 82 anayasasını eleştirdiklerine bakıp da zulme (en
büyük zulüm olan şirke) karşı olduklarını sanmayın. Ramazan’da dini
istismar ederek vahyi tümüyle reddeden anayasaya destek vermek için
dinin ilkelerini tahrif etmekten çekinmeyen insanları nasıl uyaracağız?  
Yeşil elbise giyip ak saçlı başını örtmüş, makyajla kendisine genç kız
görüntüsü vermiş “düzen” adlı 87 yaşındaki cadı karı, dışı güzel mi gü-
zel, içi zehirli kıpkırmızı yarım elma veriyor vatandaşın eline: Yersen...
“Yarım elma gönül alma” cinsinden; insanın içindekini, gönlünü/ruhunu
çıkarıp almak için. Sandık şeklindeki sepetteki ortadan ikiye kesilmiş
elmaların yarısı “evet”, diğer yarısı “hayır” damgalı. Her ikisi aynı ağa-
cın, aynı bütünün parçaları, yarımları. Omurgasını yitirip pamuk gibi
yumuşamış saf prenses, cadıya kanacak yine. Elmaların bulunduğu
sandıktaki yılana ısırsın diye kim bilir kaçıncı defa elini uzatacak. “Siz,
üzerinde ak benekleri olan yeşil yılanın ağzına elinizi uzatın, tamam
mı, diğer yılan çok tehlikeli!” diyen cazgırlara uyacak, uyuyacak. Aynı

REFERANDUM TARTIŞMALARI 57
sandığın deliğine kaçıncı defa elini uzatıp ısırılacak, lekelenen parmak-
larından bünyesine ölümcül zehir karışacak yine. Yiyecek zehirli yarım
elmayı; ayvayı yemiş olacak. Kim öper böyle ölümcül bir tercihi yapan
insanı alnından, ki tekrar canlansın bu elmayı/ayvayı yiyip zehirlenerek
sanal ölüm içinde olan. Kıyametin veya ölümün onları öpmesini mi bek-
leyeceğiz yoksa?
Aklî yorumları, pragmatist yaklaşımları öne çıkaran “ehven-i şer” ve
“yetersiz ama evet” yaklaşımını savunanlar tarafından unutulan ve
görmezlikten gelinen gerçek şu: Mevcuduyla ve değişmesi istenen şek-
liyle T.C. anayasası, bir şirk anayasasıdır. Değiştirilen maddeler Allah’ın
hükmü doğrultusunda değişmiyor. Kur’an’ın emrettiği veya yasakladığı
tek bir hüküm yok, değişmeyeni ve değiştirilmesi isteneniyle câhiliyye
anayasasında. Eski anayasa, bir müslümana göre kabul edilemeyecek
anayasa da; yenisi Kur’an ilkelerine göre oluşturulan müslümanın ka-
bul edebileceği bir anayasa mı? Değiştirileni bâtıl da yenisi hak ise, biri
beşerî diğeri İlâhî ise, biri câhiliyye diğeri İslâm ise, böyle bir değişikli-
ğe kim karşı çıkar?
Hakkın ve bâtılın ortaya çıkacağı şekilde bir referandum gelsin, o za-
man bizden “evet” dememizi istesinler. Düzen gerçekten demokrat ise,
insanları kandırmıyorsa, yönetimi gerçekten halk belirliyorsa; referan-
dum yapsınlar, insanlara sorsunlar bakalım: Kur’an-ı Kerim’in hüküm-
leriyle mi yönetilmek istiyorsun, yoksa kendini tanrı yerine koyan senin
gibi insanların koyduğu hükümlerle mi? Allah’ın indirdiği hükümler mi
anayasa olsun, Atatürk ilkeleri istikametinde tâğutî uydurmalar mı?
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

Referandum 12 Eylülle
Yüzleşme Günüdür
DEMET TEZCAN

1- Bir kere şunu netleştirmek lazım ‘evet’ veya ‘hayır’ şeklinde ortaya
konulan irade ne olursa olsun bu oylama bir siyasi partiyi onaylama ya
da onaylamama oylaması değil, bu ülkenin geçmişiyle geleceğiyle hangi
siyasi ya da ideolojik görüşten olursa olsun halkını ilgilendiren ve 30

58 REFERANDUM TARTIŞMALARI
yıl kadar da geç kalınmış bir oylamadır. Peyderpey değişimlerle de olsa
nihayet ülke halkının 12 Eylül askerî darbesi ile yüzleşme günüdür. Bu
oylamaya AK Partiyi onaylama oylaması olarak bakmamak gerekiyor.
Muhalefetin ısrarla karşı duruşu aslında yapılan referandumun iktidar
partisini güçlendireceği vehminden kaynaklanıyor, AK Partiyi güçlen-
direceğini düşündükleri için ‘hayır’ demeyi seçiyorlar. Bunu yaparken
de geçmişte kendi ideolojilerine gönül vermiş, taban oluşturmuş, bu
uğurda karşılıklı bir kıyım çarkının içine itilen, kurban edilen üyelerinin
tabanlarının sesi olamıyorlar maalesef.
Bu karşı duruş geçmişte işkence tezgâhlarından yankılanan çığlıkları
duymamak, günışığı düşmez zindanlarda çürüyen arkadaşlarının yaşa-
dıklarını unutmaktır. Diyarbakır Cezaevini, Mamak’ı, idamları, işkenceyi,
anaların babaların çaresizliğin kollarında kahroluşlarını yok saymaktır.
Ortada bir gerçek var ki iktidar partisi de Anayasa Mahkemesinin bazı
maddelere yönelik kararını parlamentonun yapısına, parlamentonun
millet adına anayasa yapma yetkisine müdahale olarak değerlendirdi.
Neden sivil anayasaya ‘evet’ diyerek militarizmin postalları altında ezil-
meyi reddetmek isteyenler AK Parti taraftarı, tabanı gibi görünmek du-
rumunda olsun ki? Muhalefet partileri bunu yapıyorlar. ‘Evet’ demeyi AK
Parti’nin gücüne güç katmak gibi göstermeye çalışıyorlar. Doğrusuyla
yanlışıyla her iktidar yaptıklarına karşı halkının cevabını sandık başında
alır, bunun zamanı da var. ‘Evet’ demek de ‘hayır’ demek de kişilerin
doğal tercihi iken, kampanyalardaki karşılıklı sataşmalarla toplumu
evetçiler ve hayırcılar olarak kutuplaştırmanın ve halkı ikiye bölmenin
hiç anlamı yok. Eksik yanları yok mu paketin? Elbette var. Muhalif siyasi
partiye düşen de bu eksiklikleri giderecek çözüm önerileri ile halkın kar-
şısına çıkıp seçmenini ikna etmektir. 2011 seçimlerine şurada ne kaldı?
Dileğimiz o ki bu 2011 seçimlerinden tek başına ya da koalisyon hükü-
meti olarak kim çıkarsa çıksın paketteki eksikleri bir an önce giderebil-
meleri. Geçmişten bugüne tüm ideolojik görüşlerin ve siyasi partilerin
kendilerine gönül veren insanlara karşı sorumluluk duygusuyla hareket
etmesi gerekiyor.
Sağı-solu birlikte işkence tezgâhlarından geçtiler; işkenceyi, sürgünü,
baskını, mahpusluğu yaşadılar. Kendilerine bunca zulmü yaşatan bir
anayasanın referanduma gitmesine ‘hayır’ kampanyası başlatmalarını
bir paradoks olarak görüyorum.
MHP, CHP ve BDP’nin muhalif olmak adına aynı çizgide buluşmaları,
statükonun etrafında kümelenmeleri de anlamlı doğrusu. Bu referan-
dum salt anayasa maddelerinin oylaması değil, aynı zamanda partilerin
ve ideolojik grupların da kafa karışıklıklarını ortaya çıkardı. Açıkçası ge-
rek MHP gerekse CHP değişmez ön kabullerinden ötürü gidişat ne olur
ve ne yöne doğru olursa olsun bulundukları yerde kalarak aynı söylemi
tekrar etmeye devam edecekler gibi görülüyor. Savaşta da siyasette de
düşmanımın düşmanı dostumdur anlayışı hâkimdir ama aynı zamanda

REFERANDUM TARTIŞMALARI 59
da kendi inanç, ideoloji, duruş, tavır, her ne inanç değeri olursa olsun
içini boşaltan, çürüten, çeliştiren bir yanı da hep vardır. Şu an keskin
ayrılık ve aykırılıklarına rağmen muhalefet çizgisinde buluşan siyasi
partiler de bu çelişkiyi yaşıyorlar.
2- ‘Evet’ mi ‘hayır’ mı? İnsan ömründe karşısına çıkabilecek iki ucu
keskin bıçak sorulardandır. Siyah mı beyaz mı? Seviyor musun sev-
miyor musun? Ne kadar başarılı olursan ol net cevap veremeyeceğin
sorulardır. Kendini ifade etmeye çalışırken ifade edememenin getirdiği
çaresizlikte boğulmadır adeta. Keskin ve kesin cevap isterler. Keşke
‘evet’ ya da ‘hayır’ derken neden ve nereye kadar ‘evet’ ya da neden ve
hangi saiklerden ötürü ‘hayır’ diyebildiğimizi de dile getirebileceğimiz
bir imkân, ölçü, aracı da olsaydı oylamaların.
Zor doğrusu, darağacına gönderilen gençlerin yeniden konuşulduğu-
hatırlandığı Mamak, Diyarbakır cezaevlerinde yaşanan vahşetlerin ka-
ranlık gölgesinin halen üzerimizde dolaştığı zaman diliminde kapkara
bir zaman diliminin hesaplaşması sembolik kalacak bir değişiklikle de
olsa yapılacak.
Bu referandum, anayasa maddelerindeki değişiklikler sessizce idama
gitmiş mazlumların sesi olmaya yeter mi? İşkencenin travmasını yıllar
sonra bile üstünden atamamışların bedeninde hissettiği ağrılar, incitil-
miş onurlarının hesaplaşması olmaya yeter mi? ‘Evet’ten kazancımız
ne olur? Askerî vesayeti reddetmeye çakşırken darbe ürünü anayasayı
mevcut haliyle pekiştirmiş mi oluruz, reddetmiş mi? Tüm bu sorularla,
tartışmalarla gidilecek sandığın başına. Oligarşiye, militarizme, statüko-
ya, askerî vesayete, gücün hukukuna karşı olduğunu gösterebilmenin
yöntemlerinden biriyse ve arkasından atılacak adımların bir başlangıcı
olacaksa bu adım cesaretle atılmalı elbette. Gücün hukukunun hukukun
gücüne dönüşmesi, hakkın, haklının, adaletin sesi olması elbette ideal
olan. Anayasayı toptan değiştirmeye, yeniden yazmaya kimse henüz
muktedir değil. Mevcut anayasa maddelerinin dörtte birine tekabül
eden bir değişiklik bu.
Mevcut konjonktür içinde tavrını ifade edebilmenin yöntemlerinden biri-
dir referanduma gitmek.
12 Eylül askerî darbesinin bendeki izi iliklerine kadar sisteme entegre
olmuş babamın askerî darbenin şehirleri, kasabaları aşmış, türlü ba-
hanelerle köylere adar ulaşmış işkence tezgâhından geçmiş olmasıdır.
“Unutmadığım” ve “hiç unutmadığım” olarak kalmıştır hep zihnimde.
Babamın sabaha kadar köy kahvehanesinde birçok insanla birlikte
gördüğü işkence sonrası iki askerin kolları arasında ayaklarının üstüne
basamadığı için sürüklenerek eve getirilişini unutmadım. Pişkince “Tuzlu
su yapın ayaklan şişmesin!” tavsiyesi ise hiç aklımdan çıkmadı. Belki
babamların zihni yapısında bir şey değişmedi. Nihayetinde devletin kes-
tiği parmak acımazdı. Nitekim bir süre sonra unuttular, kol kırıldı yen
içinde kaldı. Ama o gecenin acısı benim yüreğime saplanmış hançer gibi

60 REFERANDUM TARTIŞMALARI
durmaya devam ediyor.
Bu referanduma evet de aslında bir reddediş eylemidir. Olumlu kelime
ile olumsuzlamadır. Statükocu, eksik, baskıcı, baskın olmasına rağmen
değişmesi peyderpey de olsa 12 Eylül militarist anayasasına ‘hayır’ de-
mek adına şerh düşülecek bir ‘evet’tir.
Bu paketin en tartışmalı yönü referandumun 12 Eylül Anayasasının bazı
maddelerini pekiştirip meşruiyetini artırdığı mı yoksa yeterli bir redde-
diş mi olduğudur. İnsan iradesini sınırlamaya alan, sindirdiklerin ya da
sindiremediklerin ile birlikte nihai cevap bekleyen tavır ortaya koymanı
gerektiren bir durum... Kendi içinde bile sorgulamaların, hesaplaşmala-
rın varken ‘evet’ ya da ‘hayır’ keskin cevabına karşı alacağın yeni sor-
gulamalar, veballer, ithamlar da getiren bir eylem ve yöntem...
Bu ülkede her sivil inisiyatif, hak ve özgürlükler öyle kolay elde edil-
miyor. Düşünceyi ifade edebilmenin bile sınırlan, ağır yaptırımları var.
Yasalarla dokunulmaz, değiştirilmesi teklif dahi edilemez şeklinde ta-
bulaştırılmış kanun maddeleri varken, askerî darbeden 30 yıl gibi bir
zaman dilimi sonrası darbe ürünü anayasanın değiştirilmesi için atılan
adım önemlidir. İçeriğini tartışırsınız, yetersiz ve eksik bulabilirsiniz ama
askerî vesayete ‘hayır’ sivil iradeye ‘evet’ demenin sembolik bir değeri
olduğu gerçeğini göz ardı edemezsiniz.
Bu millet 12 Eylül’den alacaklıdır ve 30 yıl sonra da olsa referandum
bir hesaplaşma günüdür. 12 Eylülle yüzleşme günü... Ben daha çok bu
veçheden bakıyorum. Yeni anayasa çalışması düzenlemesi yapılamaya-
cak diye bir şey de yok. Bu konuda da seçmenin seçim sandığına gide-
cek her siyasi partiden böyle bir beklentisi olması gerekiyor.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

REFERANDUM TARTIŞMALARI 61
Meselelere Bir Usul
Dâhilinde Yaklaşmak
Önceliğimiz
Olmalıdır!
AHMET KAYA

12 Eylül 2010 Türkiye tarihi açısından önemli bir gün. Zira tam 30 yıl
önce gerçekleşen darbenin ürünü bir anayasa 28 yıl sonra serbestçe ve
halk iradesinin özgürce yansıyacağı bir şekilde referanduma tabi tutu-
lacaktır. Diğer taraftan ilk defa Türkiye’de askerî bir vesayetin direktifi
olmadan sivil bir anayasa çalışması yapılması hasebiyle bugün önemli
bir gündür. Ve yaşanan süreç tarihî bir süreçtir.
12 Eylül askerî rejiminin Türkiye halkı için büyük yıkımlara, vahim so-
nuçlara sebebiyet verdiği herkesin malumudur. Bu yüzden de 12 Eylül
2010 tarihi Türkiye siyasi çevrelerinin tümü açısından önemli bir gün-
dür.
Hiçbir siyasi çevrenin bu referanduma karşı duyarsız, kayıtsız kalması
düşünülemez. Bütün çevrelerin kendi ideolojileri, siyasi inançları, du-
ruşları ve stratejik çıkarları gereğince referandumun sonucunun kendi
istedikleri gibi sonuçlanması için var gücüyle çalışacağı da muhakkak-
tır. Ki bu yöndeki çabalar oldukça doğal bir durum olarak görülmelidir.
Dolayısıyla referanduma ilişkin her kesimin kendi bakışı çerçevesinde
yaklaşması ve bu yaklaşımların beklenmedik şekilde örtüşmesi ya da
çatışması garipsenmemelidir.
Birbirinden farklı inançlara mensupların bu referandumdaki tavırlarının
örtüşmesi; aynı inanç sistemine mensupların tavırlarının da çatışması
şimdiden gözlemlediğimiz bir vakıadır. Bu manzara karşısında hayrete
düşmemek gerekir. Zira bilmeliyiz ki aynı inanç sistemine mensup ol-
mak aynı yöne bakmak demek değildir. Aynı ideolojiye bağlı olmak aynı
siyasal duruşları sergilemeyi zorunlu kılmaz. Hayatın gerçekliğinin do-
ğasında böyle bir zorunluluk yoktur.
Keza farklı inançlardan olmak ille de farklı siyasi duruşlar sergilemeyi
de gerektirmez. Farklı inançlardan olup aynı siyasal tavırları sergileyen
çevrelerin olduğuna onlarca kez şahitlik etmişizdir. Bunda da hayatın
doğasına aykırı bir yön yoktur.
Öncelikle bunu böyle bilmek ve kabul etmek önemli bir husustur. Çünkü
bu, bizi aynı konuda, aynı inancın mensuplarının neden farklı tavır ser-

62 REFERANDUM TARTIŞMALARI
giledikleri; farklı inanca mensupların da neden aynı tavrı sergiledikleri
konusunda daha iyi analizler, daha sağlıklı değerlendirmeler yapma ola-
nağına kavuşturacaktır.
Hülasa farklı çevrelerin farklı yaklaşımlarda bulunması olağan bir du-
rumdur.
Kanımca ikinci sorunun cevabı İslami çevreler için daha önemlidir.
Müslüman olarak tavrımızın, tutumumuzun nasıl olması gerektiğinin
belirlemesini salt siyasi dengeler, stratejik hesaplar muvacehesinde ya-
pamayız. Müslümanların tutumlarını belirleyen bütün siyasi dengelerin,
stratejik hesapların İslam fıkhına uygunluğunun zorunluluğu vardır. Bu-
nun için de bu türden meselelere ilişkin tutum belirlemede asıl ihtiyaç
duyduğumuz alan fıkıh usulüdür. Müslümanların benzer gelişmeler kar-
şısında bir usuli metot geliştirmesi zorunluluğu gün geçtikçe daha çok
belirginleşen bir ihtiyaç olarak hâsıl olmaktadır.
Bu nedenle öncelikle referanduma fıkıh usulü çerçevesinde bir yaklaşım
ve bakış geliştirerek bakmayı sağlamalıyız. Bunun için birinci bilinmesi
gereken, bu referandumda hangi yönde oy verilirse verilsin; oy kullanıl-
sın ya da kullanılmasın hiçbir tutumun kişiyi din çerçevesinden çıkarma-
yacağı konusudur.
Salt oy kullanmak, sırf tercihte bulunmak kişiyi akide olarak İslam aki-
desinin dışına itmez.
Bir insanın oy verirken, tercihte bulunurken akideyi etkileyen farklı et-
menlerin de devreye girişiyle ancak İslam çerçevesinin dışına çıkacağı
gündeme gelebilir.
Bu referandumda oylanmaya sunulan İslam temelli bir anayasa ile İs-
lam temelli olmayan bir anayasa değildir ki bu oylamada olumlu oy ver-
mek ya da reddetmek bizi İslam çerçevesinin dışına çıkarsın.
Kaynaklığını İslam’ın yapmadığı, referanslarının din temelli olmadığı iki
farklı anayasa durumu söz konusudur. Bu durumda birinden birini tercih
etmek dini esas almayan bir anayasayı tercihen kabul etmek anlamını
taşımıyor. Zira seçeneklerin bir tarafında din temelli bir anayasa zaten
yoktur.
Bu durumda karşımıza çıkan şu soru olabilir: İslam dışı bir anayasaya
‘evet’ demek; bunu onaylamak başlı başına bir onay olması hasebiyle
sakıncalıdır ve bizi itikaden risk altına alır ya da çerçevenin dışına çıka-
rır.
Mevcut durumda üç seçenek vardır: Birincisi referandumda ‘evet’ de-
mek... İkincisi ‘hayır’ demek... Üçüncüsü de sandığa gitmemek...
‘Hayır’ durumunda bir ‘evet’in olduğu; ‘hayır’ verenlerin aynı zamanda
82 Anayasasına otomatik olarak ‘evet’ dedikleri bir gerçektir. Yani refe-
randumda ‘hayır’ cephesinde oy vermek 82 Anayasasına evet demektir.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 63
Bu durumda kökten ve sadece bir ret yoktur.
Sandığa gitmeme seçeneği toptan reddetmenin asıl yoludur. Her ikisini
de reddetmenin, olumlamamanın görünürdeki en makul yolu budur.
Ancak referandum sonucunda çıkan manzara galip taraf hangisi olursa
olsun (sandığa gitmemeye rağmen) mevcut ya da yeni düzenlenmiş
beşer menşeli bir anayasa yürürlükte olmaya devam etmeyecek mi?
0 halde sandığa gitmemenin ikisinden birinin yürürlükte olmasının dı-
şında bir yolu önümüze açma şansı vakıada var mıdır?
Hal böyle iken karşımıza çıkan bu durumda bir usuli metot olarak mas-
lahat ve mefsedet kaidesinden yola çıkarak bir tercih koymada ne sa-
kınca olabilir? Eğer İslami kesimler bu referandumda maslahat gereği
bir onaylama tercihinde bulunurlarsa bunun karşısında onay verenleri
akideden saptıklarını ve dinin dışına çıktıklarını hangi gerekçeye dayan-
dırarak iddia edebiliriz?
Samimi ve titiz bir tetkikle orta çıkacak bir maslahat fikrine binaen
oyun olumlu olmasında bir ilkesel sapma yoktur, hele akidevi bir sapma
aramak anlamsızdır.
Kaldı ki bazı kesimler yeni düzenlenen şekliyle kabul edilecek anayasa-
nın eskisine nazaran daha çok inançsal hizmetlerin önünü açacağına,
İslami değişim ve dönüşüm faaliyetlerinin daha etkin ve daha aktif
yapılabileceğine, özgürlük sahasının daha genişleyerek Müslümanların
yararına olacağına inanıyorsa o zaman “el ğayetu tuberriru’l vesilete”
(Gaye vesileyi meşrulaştırır. Amaç aracı meşru kılar.) usuli ilkesinden
hareket etmekte nasıl bir sakıncayla karşı çıkılabilinir?
Müslüman olarak idrak etmeliyiz ki pratik hayattan kopuk, vakıayla
örtüşme ihtimali ve şansı olmayan birtakım ilkeleri dogma düzeyinde
önümüze çıkarmanın; pratik hayatın her an yanlışlayıp yalanladığı birta-
kım çelişik ilkelerin zihnimizde prangalar oluşturmasının bize kazandır-
dığı hiçbir şey olmamıştır, olamaz da.
Elimizden alınan bir hakkımız olduğunda hakkımızın ihkakı için her tür-
lü vesileyi kullanırken bize daha iyi şartlar sunması söz konusu olacak
böyle bir ihtimali olduğu söylenecek bir durum karşısında bu vesileden
yararlanmamak, hele de bunu ilkesel ve akidevi bir sapma olarak gör-
mek ne kadar komik ve çelişik bir durumdur. Az bir düşünmekle farkına
varılacak kadar açık ve ortadadır.
Müslüman çevreler ve şahıslar oylarının yönünü belirlerken usuli bir
yöntemle hareket etmeli ve tercihlerinden ötürü birbirini akidevi sap-
maların içinde bulunmakla suçlamamalıdırlar.
İslam fıkhım donuk ve kalıplaşmış olarak görenlerle, siyasi fıkhın gü-
nün koşullarına uygun, yeni içtihatlarla donatılarak gelişmesine ilkesel
olarak karşı çıkanlarla; fıkhın dinamik, içtihadın sürekli ve yenilenen bir
süreç olduğunu, siyaset fıkhının daima çağdaş müçtehitlerin yeni içti-

64 REFERANDUM TARTIŞMALARI
hatlarıyla güncelleşmesini gerekli görenlerin aynı bakışta birleşmeleri
oldukça uzak bir ihtimaldir.
Keza hayattan kopuk ve realiteyle bağdaşır tarafı olmayan slogan düze-
yinde alabildiğine berraklığı ve netliği savunanlarla; hayatın, yaşanılan
gerçekliğin ışığında çözüm üreten, ilkesel sapmalara bulaşmadan fıkıh
usulünün genel geçer ilkeleri kılavuzluğunda çare arayanların aynı nok-
tada buluşması da zor görünen bir ihtimaldir.
Referandum sonucunda çıkan sonucun Türkiye halklarının hayrına vesi-
le olmasını temenni ediyorum.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

Benim Oyum
İslam’dan Yana
MEHMED DURMUŞ

1- Referandumun sizin deyiminizle şimdiden “Türkiye siyasetinde yeni


ve yoğun bir tartışma ve saflaşma meydana getirmiş” olduğu doğru-
dur. Seçim tarihine kadar bu saflaşmanın “daha sert bir kutuplaşmaya”
dönüşeceği de aşikârdır. Fakat sertliği giderek artan bu kutuplaşmada
Müslümanların safı nedir, Müslümanlar hangi safta yer almalıdırlar? Bu
kutuplaşma neden Müslümanları illa, aynı temel ideolojiden doğmuş
olan mevcut iki kutuptan birine mecbur etsin? Bunları anlayabilmiş de-
ğilim. Bugüne kadar içinde yaşadığımız ülkede bu iki kutuplaşma yok
muydu? Biz Müslümanlar bugüne kadar bu iki kutuplaşmadan hangisine
dâhildik?
12 Eylül Anayasa referandumuna ilişkin farklı siyasî-ideolojik çevrelerin
yaklaşımlarını gayet ‘yerinde’ buluyorum. Kitabımız der ki, herkes kendi
şakilesine (şakul) uygun olarak iş yapar. Her siyasî çevre, kendi misyo-
nuna yaraşanı yapmaktadır. Şu anda ret cephesinde yer alanlar (CHP,
MHP, BDP, birtakım derin lobiler vb.), sistemin yenilenmesini istemeyen
kesimlerdir. Bunlar, “devlet malı deniz...” cümlesinin ikinci yarısında yer

REFERANDUM TARTIŞMALARI 65
alan hayvanın rolü mesabesinde tarumar ettikleri koca ülkeyi, bitmek
tükenmek bilmeyen saltanatı niçin kaybetmek istesinler? Ülkeyi sat-
mayan, kendisi yiyip-içenler George Orwell’in anlatımıyla, ‘en eşit do-
muzlar’ olmayı niçin kaçırmak istesinler? İçi boş, mürai, iğrenç ulusalcı
sloganlarını kullanamaz oldukları an, sözünü ettiğim siyasî çevrelerin işi
bitmiş demektir. Bugün, PKK’ya en karşı görünen partilerin, arka planda
onunla en samimi, PKK’nın bitmesini istemeyen çevreler olması, toplu-
mun en azından bir kısmının geç de olsa fark ettiği bir gerçektir.
Bu rejimin kurucu partisinin, aman rejim değişmesin refleksiyle hareket
etmesinden doğal bir şey yoktur.
Kısacası, mevcut haliyle bu rejimin elden çıkmasında kimin büyük veya
küçük bir çıkarı varsa, onların canhıraş bir biçimde, yapılan her türlü
yenileşme girişimine karşı çıkmaları doğaldır, yadırganacak bir durum
yoktur.
Referanduma evet cephesine gelince, bu cepheyi anlamakta da güçlük
çekmiyorum. Çünkü bunlar da rejimin gençleşip modernleşmesini, M.
Kemal’in belirlediği muasır medeniyet seviyesine ayak uydurur hale
gelmesini isteyenlerdir. Hemen burada şunu belirtmem gerekecek: Bu
yenilikçi cephenin (hepsi değilse de ekserisinin), yenilenmiş rejimden
beklentileri, çıkarları olmadığını, daha doğrusu bir çıkar gereği bunu
istemediklerini söylemek için de hiçbir gerekçe bulunmamaktadır. Kaldı
ki bu rejimin yenilenmesi, hükümet partisinin ve birkaç STK’nın mese-
lesi değildir. Bu, başta ABD olmak üzere bütün bir Batının ve hatta çağa
hükmeden bütün güçlülerin meselesidir. Türkiye’de rejimin yenilenme-
sine destek veren partiler ve STKlar, bahsini ettiğim güçler nazarında
sadece birer araçtırlar. Misyonu, güçlenen İslam’ın önünü kesmek olan
işbirlikçi, uzlaşmacı bir cemaatin bütün dünyada palazlandırılması, yeni
dönemde, devletin nimetlerinin hangi elden hangi ele değişeceğine dair
yeterince ipucu vermektedir.
Türkiye devletinin yenileşme mücadelesi, Cumhuriyetten önceki çaba-
lan saymazsak, Demokrat Parti döneminden beri devam etmektedir.
Mahallenin (dünya) çıfıt gençleri, asla onsuz edemedikleri ama pek de
kaale almıyormuş gibi bir görüntü verdikleri bizim ‘banal’ genci şöyle
bir güzel bakımdan geçirmek, aralarına yakışır hale getirmek istemek-
tedirler. Bu temsilden asla, Türkiye’deki yenileşme girişimlerinin tama-
men yabancı prodüksiyonu olduğu şeklinde ilkel bir komplocu anlam
çıkartılmamalıdır. Değişim, içeriden ve dışarıdan birlikte sürdürülmekte-
dir.
Benim anlamakta güçlük çektiğim şudur: Şu anda gırla giden tartış-
malarda ‘evet’ ve ‘hayır’ cephesi var, bir başka cephe yok! Bugüne
kadar sistemin ve sistemin partilerinin (mesela SP de bunun son tipik
örneğidir) yaptığı gibi, ya bendensin ya da düşmandan der gibi, bütün
insanlar neden ya ‘evet’ ya da ‘hayır’ cephesinde konuşlandırılmaktadır
ki? Üçüncü ya da tamamen numaralandırma üstü bir başka ‘cephe’nin

66 REFERANDUM TARTIŞMALARI
varlığı neden hesaba katılmamaktadır?
2- Yukarıda değindiğim gibi referandum, hantallaşmış, çağın gerisinde
kalmış, bir yığın iç sorunla boğuşan, dış düşman paranoyası ile ömrü
çürütülmüş bir rejimin gençleştirilme, yenileştirilme çabalarında belki
de bugüne kadar yapılanlar arasında en ciddisi, en sonuç alıcı olanıdır.
Ben de bir liberal ve demokrat olsaydım -Allah korusun- kesinlikle bu
girişimi önemserdim, ciddiye alırdım. Çünkü bu, TC devletinin jakoben
cumhuriyetçilikten liberal demokratlığa doğru evrilmesidir. Bu evrilme-
nin ise İslam’a yakınlaşmakla değil, olsa olsa uzaklaşmakla bir alakası
vardır. İslam ve öteki sistemler bilincine sahip Müslümanlann bugün
birden adeta “yenilenmiş İslami sistem” tavrına girmelerini anlamakta
güçlük çekiyorum. Bir Müslüman olarak tavrımın ne olması gerektiğin-
de, bugüne kadar olan süreçte bir flûluk yaşamadıysam, bugün de ya-
şamamalıyım.
Anayasa reformuna oy vermek, bugüne kadar mesafeli durduğum sis-
temle aramdaki mesafeyi kaldırarak, bir anlamda geçmişten özür dile-
diğim anlamına gelebilir. Bu sistem bugüne kadar, İslami bakış açısıyla
tağut olarak görünüyordu; 13 Eylül’den itibaren mahiyeti mi değişecek?
Eskisiyle de olsa, yenisiyle de olsa, Allah’ın inzal ettiklerine dayanma-
yan, onu yok sayan ve hatta -eskisi tepeden inmeci, yenisi daha sofisti-
ke olsa da- onu düşman olarak gören bir anayasaya oy vermek, Allah’ın
indirmedikleriyle hükmetmek değil midir? Yenilenmiş anayasada İslam
yine ‘öteki’, hatta düşman sayılacaktır. Ben bir adım daha ileri giderek
diyebilirim ki, yeni anayasa, İslam’ın siyasî taleplerini daha bilimsel,
daha sinsi söylem ve hukuki kılıflarla tamamen ortadan kaldırmaya
kaynaklık edecektir. AYM ve HSYK’nın yapısını yeniden düzenlemesi
yeni anayasayı İslamî yapmayacaktır. İslam’ı şeytanlaştıran, ha eski
anayasa olmuş, ha yeni, ne fark eder?
Değil mi ki demokrasi, halkın egemenliği kavramsallaştırması altında,
aslında Allah’a ait olan egemenlik hakkını gasp etmektir ve insanı hü-
küm koyucu makamına oturtarak rableştirmek, ilahlaştırmaktır. Refor-
me edilmiş anayasa bu ilahlaştırmayı daha az anlaşılır hale getirecektir.
Bu uğurda iş görecek bir yığın ‘Müslüman-demokrat’ da kolları sıvamış
hazır beklemektedir.
Dikkat edilirse sistem, kendi selameti için yaptığı ve Müslümanları da
mağdur eden anayasal kirini Müslümanlara temizletmek istemektedir.
Ben bir Müslüman olarak, sistemin temizlikçisi olmak istemem.
Anayasa reformu ile mevzi kazanılacağı ileri sürülmektedir. Eğer mesele
‘mevzi kazanmak’ ise 12 Eylül Anayasası da Müslümanlara kimi mev-
ziler kazandırmıştı. Ben o gün üniversiteye yeni başlamış, bugünüme
nazaran ‘toy’ bir genç idim ve yine bugün olduğu gibi tamamen kar-
şıt olan cephedeydim. Rahmetli babamı sandık başına gitmemesi için
(uzaktan) uyardığımda, “Oğlum gitmeyenleri ya da gidip de ret oyu ve-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 67
renleri tespit edeceklermiş!” şeklindeki yakınması hâlâ kulaklarımdadır.
0 gün, benim ve asıl niyet olarak babamın ilerisinde(!) olan, anayasaya,
hatta darbeye övgüler düzen, darbenin liderini sırf okullarda din dersini
zorunlu yaptığı (mevzi!) için cennete gönderen, çok meşhur cemaatin
çok bilen hocasının bugün 82 Anayasasına karşıt olup, anayasa refor-
muna ‘evet’ cephesinin başını çekmesinde bir gariplik yok mudur?
Yeni anayasa oylaması ile Müslümanlar bir kez daha sistem içine çe-
kilmektedir. Yeni anayasanın her türlü şirk, küfür, nifak, ahlaksızlık,
yozlaşmaya sağlayacağı hukuki koruyuculuk vebaline ortak olmayı göze
alanların bu oylamada taraf olmalarında ve evet oyu kullanmalarında
bir sakınca yoktur. İslam, ama sadece İslam diyenler ise bu veya bun-
dan başka hiçbir anayasaya -sadece İslam olmadığı sürece- taraf olma-
yacaklar, nebevî yolu izlemeye devam edeceklerdir.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

Eylül Karanlığına
Bir Mum Yakmak!
YUSUF TANRIVERDİ

Siyasi hayatımızın özellikle son iki yılı yoğun anayasa değişikliği tar-
tışmalarıyla geçti. AK Parti, bilim adamlarından oluşturduğu bir kurula
yeni anayasa hazırlığı yaptırdı. Hazırlığın başlamasıyla birlikte ülke
gündemi bu tartışmaya kilitlendi. Muhalefet, yüksek yargı, TSK ve kimi
odalar yeni anayasa çalışmasıyla AK Parti’nin gizli gündemini ete kemi-
ğe büründürme çabası içine girdiğini ve laik anayasayı kaldırarak yerine
dinci bir anayasa getireceği yorumlarını ön plana çıkartan bir tartışmay-
la gündeme dâhil oldu. Bir kısım görüş sahipleri ise anayasanın mutlaka
değişmesi gerektiğini ancak hükümetin bu konuyu geniş bir konsensüs-
le yapmasının doğru olacağının altını çizdi. AK Parti’nin yandaş “hukuk-
çularla” ortaya çıkartacağı anayasa metninin toplumsal barışa ve ülke
bütünlüğüne hizmet etmeyeceği yorumlarını yaptılar.
Sonuç olarak anayasanın tümden değiştirilmesi rafa kaldırıldı. Bu du-
rum kimileri tarafından hükümetin muhalif baskılar karşısında geri adım

68 REFERANDUM TARTIŞMALARI
atması olarak değerlendirilirken kimileri de AK Parti’yi anayasa değişik-
liği konusunda ciddi olmamakla, siyasete patinaj yaptırma ve gündem
belirleme konusunda ucuz siyasi atraksiyonlar içinde olmakla suçladı.
Bu sefer AK Parti tümden değiştiremediği anayasada kısmi değişikliğe
gitme kararı aldı. Anayasa Mahkemesi, AYM ve HSYK’nın yapısıyla ilgili
değişikliklerin önemli kısmını iptal ederek değişikliğin referanduma git-
me sürecinin önünü açtı.
Referandum sürecinin başlamasıyla birlikte ülkede saflar da koyulaşma-
ya başladı. Safların ayrışması aslında daha önce başlamıştı. Soğuk Sa-
vaş döneminde ülkede saflar sağ ve sol kulvar olarak ikiye ayrılmış, bu
iki kulvarın söylem ve eylemleri de siyasal ve sosyal hayatta ete kemiğe
belirgin bir şekilde bürünmüştü.
Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte o döneme ait siyasal dil ve duruş da
önem kaybederek yerini yeni dil ve söylemlere bırakmaya başlamıştı.
Ülke siyaseti yeniden yapılanmaya başladı. Bir tarafta statükocu resmi
ideoloji devamcısı, totaliter yapının tüm anlayış ve kurumlarıyla devam
etmesini isteyen anti özgürlükçü cephe; diğer yanda ise statükoya ve
resmi ideoloji dayatmalarına karşı çıkan, ülkenin dünyaya açılmasından
yana olan, evrensel insan haklan temelinde yeni bir anayasayla birlikte
var olan tüm kurumların yeniden yapılandırılmasını savunan özgürlükçü
kanat...
Referanduma hangi siyasi kanatlar ‘hayır’ ya da ‘evet’ diyor diye bak-
tığımızda vereceğimiz cevap; İslamcıların bir kısmı, sosyalistlerin bir
kısmı, muhafazakârların bir kısmı, liberallerin bir- kısmı, ülkücülerin bir
kısmı, Kürtlerin bir kısmı, Türklerin bir kısmı vs. olacaktır.
0 zaman şu soruyu sormak gerekir kanaatindeyim: Referandum ko-
nusunda nasıl oluyor da aynı siyasi görüş mensupları ikiye bölünüyor
ve her iki kanat da birbirilerini çok sert bir şekilde ihanetle suçlayabi-
liyorlar? 0 zaman referandum acaba kendini de aşarak ülkede genel
anlamıyla var olan siyasi akıl türlerini mi deşifre etmiş oluyor? İnsanı ve
özgürlükleri değil de devleti ve otoriteyi merkeze alan siyasi akıl yanlı-
larıyla, insanı ve özgürlükleri merkeze alan siyasi akıl taraftarları farklı
siyasi görüşte olsalar da bir arada bir tarafta mı toplanıyor? ‘Evet’ ve
‘hayır’cıların gerekçelerini de aşan bir siyasal akıl arka planının varlığı
da söz konusu mudur? Bu referandumun salt bir kısım anayasa madde-
lerinin oylamasının ötesinde bir anlam derinliğinin olduğu kanaatinde-
yim.
Kemalist totaliter yapı iktidarı mutlak anlamda ele geçirdiği (ikinci mec-
lis) günden beri baskı ve zorbalıkla halkı yönlendirmeye ve yönetmeye
çalışmaktadır. İktidarın halk tarafından zayıflatıldığını düşündüğü anda
ise darbelerle kendini yeniden sağlama almaktadır.
En son anayasa da 12 Eylül darbesinin dayatmasıdır. Hatırlanacağı gibi
cunta, halkı tepeden tırnağa yeniden dizayn etmeye başladı. Hazırladığı

REFERANDUM TARTIŞMALARI 69
anayasa, devleti ele geçiren cuntacılara, oluşturduğu kurumlara ve bu
kurumlar eliyle devlet adına işlenecek cinayetlere, toplum mühendisliği-
ne her türlü imkân ve manevra alanını açacaktı.
Cuntacılar Kemalizm ilkeleri doğrultusunda yeni bir halk var etmenin
çabasına koyuldular. Halkın her türlü değer yargısı, inançları aşağılandı.
Üniversiteleri, okulları yeniden dizayn ettiler. Birçok üniversite hocasını
kapı dışarı ettiler. Yerlerine ise cuntayla emir komuta ilişkisi içindeki
bilim adamı kisveli ajanları yerleştirdiler.
Toplumsal ve düşünsel hayatı yasaklarla ördüler. Askerin ve polisin eline
alabildiğine imkânlar verildi. Sorgusuz sualsiz tutuklamalar, tehditler,
gözaltılar ve işkenceler daha düne kadar devam etti. 12 Eylül siyasi
görüş ayırt etmeden insan onuruna karşı insanlıktan nasibini almamış
ruh hastası bir grubun tezgâhıydı.
Referanduma ‘evet’ diyenler gerekçelerini paketin içinde var olan deği-
şikliklerden çok; baskıya, işkenceye, fail-i meçhul cinayetlere, dayat-
malara ve totalitarizme evet dediklerinin altını çiziyorlar.
‘Hayır’cılar ise cumhuriyetin temel değerlerine, Türklüğe ve ülke bütün-
lüğüne karşı ihanet anlamına gelen bu referanduma karşı çıktıklarını
söylüyorlar.
Altını çizmeye çalıştığım şey ‘evet’çilerin ve ‘hayır’cıların gerekçelerinde
yatmaktadır. Referandum maddeleri bir tarafa, referandumun taraflar
açısından nasıl algılandığını gözden kaçırmamak gerekiyor.

İslami Kesim ve Referandum


İslami kesimin referandumla ilgi görüşüne gelince; Kürt meselesinde,
Aleviler konusunda, azınlıklar konusunda, özgürlükler konusunda tu-
tum/tutumsuzlukları neyse bu konuda da farklı değiller. Çünkü sahip
oldukları siyasal akıl ve tutumu doğal olarak tüm konulara yansıtmak-
tadırlar. Kürt meselesinde siyaset üretme, inisiyatif alma konusunda ne
kadar başarılı/başarısız ise İslami kesimin bu konuda da aynı perfor-
mansa sahip olması kaçınılmazdır.
Kimileri tekfirci/selefi düşüncenin etkisiyle “Bu sorunlar sistemin sorun-
ları, bizi ilgilendirmez. Biz işimize bakarız. Sistemin ürettiği sorunlara
çözüm üretmeye kalkmak sistem içileşerek bizleri şirk batağına gömer.”
demektedirler. Sistem, zulmünü insanlar üzerinde ne kadar artırırsa
bu durumun işlerine geleceğini, sistemin zulmünden kaçan insanların
kendilerine kurtarıcı olarak koşacaklarını ümit etmekte ve hem de sis-
temin kirliliklerine bulaşmadan sistemin dışında tertemiz duracaklarını
düşünmektedirler. Kimi sosyalistlerin şiddet ve kaos ortamından devrim
devşirmeyi hayal etmeleri gibi.
Karşıtına sığınarak var olmayı yöntem olarak seçmiş, belirgin temel il-
kelere dayalı bir yöntemleri olmayan kimi İslami kesimler ise sağcılığın

70 REFERANDUM TARTIŞMALARI
vermiş olduğu bir aidiyetle iktidarın yanında olmanın gerekliliğinden
sayarak referanduma destek vermektedirler.
Öte yandan Kur’an’ın kendilerine ertelenemez bir şahitlik görevi yükle-
diğine inanan İslami kesimler insan fıtratının korunması, zulüm ve ada-
let perspektifinden bakarak olayı ele almaktadırlar. Bu ülkede sistem
tarafından işkence, baskı ve zulüm altında tutulan tüm kesimlerin in-
sanca ve insan onuruna yakışır bir muameleye tabi tutulmaları yönün-
deki her olumlu tavır mazlumlar adına bir kazanç, zalimler adına ise bir
geriletme ve kayıp sayarak sistemin ürettiği zulümlere karşı politikalar
geliştirmekte, stratejiler üretmeye ve cephesel dayanışmalar, ittifaklar
kurmaya çalışmaktadırlar.
Aslolan Rabbin kullarına yeryüzünde özgürce ve insan onuruna yakışır
bir hayat sürecek ortamın sağlanması mücadelesidir. Bunun dışındaki
her şey bu kazanımın sonuçlarından başka bir şey değildir.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

Rejimle Hesaplaşmanın
Yolu Referandum
Değildir
HAMZA ER

12 Eylül darbe anayasasına büyük bir antipatiyle bakmak ve referan-


dumu darbecilerle hesaplaşmaya endekslemek, üzerinde düşünülmesi
gereken bir noktadır. Şunu sormamız gerekir: Daha önceki anayasa-
ların durumu neydi ki 82 Anayasası sorun olsun? Yine şu sorular da
aklımıza gelmelidir: 90 yıldır bu topraklarda icra edilen kanunlar neye
dayanmaktadır? Bu kanunlarla kimler susturulmuş, asılmış ve sürgün
edilmiştir. Hangi değerlerimiz yok sayılmış, halka rağmen, halkın dini
olan İslam’a rağmen hangi yasaların zorla, zorbaca ve süngü tehdidiyle
icrasına geçilmiştir. Kaç tane anayasa yapılmış ve bu anayasaların temel

REFERANDUM TARTIŞMALARI 71
nitelikleri olarak neler tespit edilmiştir? Bu soruların ışığında 82 Ana-
yasasının 90 yıllık rejimin yakın döneme yansımasından başka bir şey
olmadığı görülebilmelidir. Bizim gündemimiz, halka bu acılan yaşatan
zihniyet ile hesaplaşarak, toplumun tevhidi hakikatleri kavramasına en-
gel teşkil eden, hayatın her alanını kuşatan uygulamalarına son vermek
olmalıdır.
Rejimin tarihî sindirme sürecini görmezden gelerek, kendi gündemimiz
ve hesaplarımızdan koparak, sadece darbe karşıtlığı ve özgürlük alan-
ları sloganlarının peşine takılmak affedilemez bir unutkanlıktır. Özellikle
AKP eliyle yürütülen bu projenin sonucunda Müslümanlar sistemle ba-
rıştırılmak istenmektedir. Referandum bu bansın zirvesi olacaktır.
Daha düne kadar sistem içi mücadele meşru mu, değil mi tartışmaları
yaparak sandıklar değerlendirilirken, bugün tartışmalar bu bağlamda
değerlendirilmemektedir. “Sistem içi mücadele yöntem olarak nebevi,
Rabbani değil.” ikazlarımız artık komik gözükmeye başlamıştır. Çünkü
hedefler hedef olmaktan çıkmış, sistem içi mücadelenin taktiksel bir
yöntem olduğu mazereti de anlamsızlaşmıştır. Toplumun, devletin İsla-
mileşmesi talepleri rafa kalktığından, demokratik devlet, adalet devleti
söylemleri yetinilmesi gereken olduğundan, onun kendi iç hareket alan-
larını sorgulamak artık anlamsızdır. Çünkü hedef bâtıl olduğu için yön-
temden söz etmenin gerekliliği de kalmamıştır.
Bu tespitlerden, Müslümanların etraflarında yaşanan gelişmelere du-
yarsız, ilgisiz kalmaları anlamı çıkarılmamalıdır. Müslümanlar olarak her
şart altında, tevhidi, İslami kimlik ve ilkelerimize sadık kalarak nefsimizi
ve tüm Müslümanları, vahyin ölçüleriyle uyarma ve ıslah etme sorum-
luluğumuzu ciddiyetle yerine getirirken, egemen yapının kendi yapısal
değişimlerini takip etmeli, iç istişarelerimizde bunun değerlendirmeleri-
ni yapmalıyız. Mücadele alanlarımızın açılması, hareket imkânlarımızın
çoğalması noktasındaki girişimler tabii ki temenni edilebilir. Her alterna-
tife göre strateji belirlenebilir. Ama bu temenniler, propaganda ve aktif
katılım aşamasına geçmemelidir. Resulullah (s) ve ashabı, Ebu Talib’in,
Habeş kralının ve Rum ordusunun askeri ve propagandisti olmayarak
bağımsız İslami kimliklerini inşa etme faaliyetlerini terk etmemişledir.
Sadece işlerini daha iyi yapabilme adına gözlemde bulunmuşlar ve
adımlarını ona göre atmışlardır.
Referandum sürecinde, demokrasi, özgürlük, insan haklan gibi söy-
lemlerin sahiplerine kendi inandıkları değerlere karşı samimi olmalarını
hatırlatabiliriz. Ancak İslami çalışmalar içerisinde bilinç kazanan, ye-
tişmiş Kur’an neslinin fertlerine çağrımız, nesli olmakla övündüğümüz
Kur’an’ın o net beyanından başka bir şey olmamalıdır: “Onların deme-
lerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce
ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup ayni. “(Müzzemmil,
73/10)

72 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Neden Referandum Çağrısının Tarafı Olmamalıyız?
Devlete egemen olan Kemalist rejim, İslami değerlere savaş açmış ve
ağır dayatmalar sonucunda varlığını sağlamlaştırabilmiştir. Bu toprak-
ların mayası olan İslami hayat tarzı tek düşman ilan edilmiş, belki de
işgal ordularının bile göze alamayacağı tahribatlar, katliamlar sergile-
nerek yönünü Batıya çeviren, laik bir ulus devlet inşasına kalkışılmış-
tır. Bu sistem İslam’a ve Müslümanlara yabancı, dayatmacı, işgalci bir
zihnin ürünüdür. Müslümanların, kendilerini hidayete sevk etmek üzere
gönderilen kitapları Kur’an’a bakarak, yaşadıktan toplumu ve egemen
olan anlayışları tanımlamaları ve ona göre bir tavır geliştirmeleri gerek-
mektedir. Bizler bu kaynağın ışığında, günümüz sisteminin bir cahiliye
sistemi, tâğûti sistem olduğunu görebilmeliyiz. İmanın ilk adımı ve pey-
gamberlerin ortak gönderiliş gayesi, insanları tâğûta kulluktan kaçın-
dırmaktır. Bu sebeple bütüncül ve bilinçli bir kopuş yaşamamız gereken
cahiliye sistemiyle aidiyet oluşturacak tüm girişimler reddedilmelidir.
Belli aralıklarla önümüze konan sandıklar ve seçim davetleri de bu gi-
rişimlerdendir. Rejim, sandığı kendine bağlılığın test edilmesi olarak
görmekte, vatandaşlık bilinci kazandırdığı insanların sayısının artmasıy-
la da dayatmalarla başlattığı hâkimiyetinin kemale erdiği mutluluğuna
sahip olmaktadır. Laik, Kemalist, ulusal sistemi meşrulaştıracak vatan-
daşlık görev davetlerini, böyle bir sistemin vatandaşı olmayı kabul et-
mediğim için reddediyorum.
Devletin yeni anayasasını oluşturacak olan referandum çağrısında, tar-
tışılanın ve oylanacak olanın bir hüküm kitabı olduğu gerçeği gözlerden
kaçmamalıdır. Temel kısmı darbecilere ait kalan, bazı tasımlan liberal-
demokrat hükümetlerce değiştirilerek 1982’den beri 28 yıldır delik de-
şik edilen mevcut anayasa ile ilgili, şimdi de dünyadaki normlara paralel
olarak bazı şekil verme çabalarını görmekteyiz. Toplumun ifsadından
başka bir işe yaramayan ve yaraması da beklenmeyen cahiliye siste-
minin hüküm kitabının oylanması davetini, hükmün sadece Allah’a ait
olduğu inancımdan dolayı reddediyorum.
Eski haline göre görece olumlu bazı maddelerin yeni pakette bulunduğu
açıktır. Fakat rejimin hiçbir zaman emekliye ayrılmayan hukukçuları,
paşaları ve eski başkanları, ürettikleri teorilerle bu yeni maddelerin işle-
vini daraltmakta, böylece örneğin 12 Eylül darbecilerinin yargılanmala-
rının mümkün olmadığı yorumları yapılmaktadır. Birbirinden farklı birçok
konuyu içeren anayasa paketine, sadece Anayasa Mahkemesi ve HSYK
üzerinde yapılacak değişiklikler sevdasıyla yönelerek darbe ve darbeci-
lerin safında olmama gerekçesiyle ‘evet’ oyu verecek olanlar, düzenin
bu kaygan ve kaypak yönünü göz ardı etmektedirler. Herhalde sürekli
olarak AKP veya onun çizgisinde bir partinin hükümet olacağı sanılmak-
tadır. Bu sebeple, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nm üye sayılarının art-
ması, cumhurbaşkanının, meclisin ve adalet akademisinin bu üyelerin
belirlenmesinde etkinliklerinin olacağı ümit olarak görülmektedir. Oysa-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 73
ki sistem temel unsurları ile karşımızda durmaktadır. Yürürlüğe girmeye
aday kanunlar da diğer tüm kanunlar gibi temel unsurların muhafazası
adına ucube yorumlarla ihlal edilme ve delinebilme durumunda olacak-
tır. Eğer göz yumulan ve uygunluğuna onay verilen bazı değişiklikler
varsa da bunların sistemin tıkanan noktalarının açılması için yürütülen
restorasyon çalışmalarından öte bir durum olmadığı aşikârdır. Bir anlık
heyecan ve iç fısıltılarla sandık başına gidecek olan Müslümanlar sa-
dece yitirdikleri ile kalacaklardır. Tırnaklarımızla kazıyarak modelliğini
oluşturmaya çalıştığımız İslami kimliğimiz bu süreçte zarar görecektir.
Sistemin kendi iç senaryolarına aldırmadan sadece kendi ilahi senaryo-
muzu tatbik etmeye çalışmamız gerektiğinden, tevhidi bakış, istikrar,
sabır, ilkelilik ve samimiyet gibi değerlerimizi yitirmemizin asla mümkün
olamayacağından dolayı referandum sandığını reddediyorum.
Gerek Rabbimizin kitabındaki ilkelerde, gerek bu ilkelere göre mücadele
içerisinde bulunmuş resullerin örnekliğinde, gerekse son nebi ve resul
olan Hz. Muhammed (s)’in pak mücadele sünnetinde, müşrik düzenlerin
temel niteliklerine yönelik sistem içi mücadele ve uygulamalara aktif
katıldıklarına dair tek bir uygulama ve açık kapı bulunmamaktadır. Ak-
sine, kendilerine yapılan uzlaşma ve beraber hareket etme tekliflerini
ellerinin tersiyle iterek toplumu tevhidi yönde dönüştürme görevlerine
devam etmişlerdir. Resuller bu tercihlerinde, yani mücadele yöntem-
lerinin sınırlarının çizilmesinde Allah (c)’tan bağımsız değillerdir. Bu
sebeple, resullerin mücadele örnekliğine ters olan, günümüz egemen
sisteminin Müslümanları kendisiyle barıştırma daveti olarak algılanması
gereken bu referandum çağrısını reddediyorum.
Rabbimizin bizlere yüklemiş olduğu şahitlik görevi, müşriklerin hayat
tarzı ve uygulamalarından tam bir kopuşu ve ısrarla tevhidi hakikatleri
net bir biçimde ortaya koymayı gerektirir. Vazifemizin, kulluğumuzun
temelim bu oluşturur. Bizler Allah’a, bu görevimizin farkına varıp vara-
madığımız, yerine getirip getiremediğimiz hususunda hesap vereceğiz.
Bu referandum sürecinin peşinden koşulmasını, tevhid ve adaletin şa-
hitleri olma görevime zarar vereceğinden dolayı reddediyorum.
Sistem içi iyileştirme olarak görülen bu sürecin kumandasında da baş
aktörlerin olduğunu, AB normları, BOP gibi proje sahiplerinin üzerimi-
ze yeni dünyaya ait yeni bir elbise biçtiklerini görebilmekteyiz. Üzerine
hesapların yapıldığı Ortadoğu ve Yatan Asya bölgesi üzerinde model
ve uygulayıcı konumunda olan bir ülkenin içerisindeki dikta anlayışla-
rının tasfiye edilmesi ve iç hesaplaşmaların, emperyalist projelerden
bağımsız olmadığı bilinmelidir. Çağımıza yönelik hazırlanarak vizyona
sokulmaya çalışılan, başrollerinde emperyalistler ve işbirlikçilerinin yer
aldığı filmde, mustazaf halka biçilen rolü figüranlık olarak gördüğümden
dolayı oy kullanmayı reddediyorum.
Referandum ve seçim davetlerini, kirlenmemiş, sabırla yürüyen ve ge-
lişen, anlık heyecanların rüzgârına kapılarak mahcubiyet ve pişmanlık

74 REFERANDUM TARTIŞMALARI
yaşamamış, keşkeleri olmayan, tevhidi ilkeleri öncelemiş, gelecek nesil-
lere miras olarak bırakacağımız örnek bir İslami hareketin var olabilme-
si adına reddediyorum.
Müslümanlar olarak çok önemli sorumluluklarımız bulunmaktadır. Bu
sorumluluklar, ancak Müslümanların bir araya gelebilmesiyle planlı ve
etkili hal alabilmektedir. Her 4-5 yılda bir farklı bahanelerle üzerimizde
estirilen seçim rüzgârı, Müslümanların arasına tartışma ve ayrışmayı
sokmaktadır. Bu dönemlerde enerjilerimiz boşa harcanmakta, küskün-
lükler ve kopuşlar görülebilmektedir. Sistemin kendi iç davetlerini, bize
kendi işimizi unutturduğundan, yola çıkış gayelerimizin üstünü örten,
hedeflerimizi kaybettiren bir sürece bizleri yönlendirdiğinden dolayı red-
dediyorum.
Üniversitelerde ve birçok mesleki alanda başörtülü olarak yer almanın
yasak olduğu, Kur’an öğreniminin 13 yaşma kadar engellendiği, okul-
larda resmi ideolojinin çocuklarımıza kendini her yönüyle dayattığı,
dinî değerlere savaş açmış ve aynı zamanda kirli bir savaşın tarafı olan
askeriyeye katilimin zorunlu olduğu çok açıktır. Müslümanları direkt
ilgilendiren bu konular asla gündeme getirilmemekte, bu sorunların
çözümüne yönelik hiçbir girişimde bulunulmamaktadır. Bu toplumun
gerçeği, temel harcı olan İslami hayat tarzımıza yönelik en ufak bir
saygı gösterilmemekte, Müslümanlar bu ülkede yokmuş gibi hareket
edilmektedir. Müslümanları görmezden gelenleri ben de görmezden
geliyor ve gündemlerini gündemim yapmayacağım için sandığa gitmeyi
reddediyorum.
Şehadetinin 44. yılında üstad Seyyid Kutub’un o tavizsiz duruşuna gıpta
ile bakıyor, namazda Allah (c)’ı birleyen elim, tâğutun bir hükmünü dahi
tasdik edemeyeceği için, önüme konan sandığı reddediyorum.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

REFERANDUM TARTIŞMALARI 75
Müslüman, Yaşanan
Duruma Bigâne
Kalamaz!
ÖZCAN GÜLTEKİN

İnsanlık için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmet olan Müslümanların


yaşadıkları zamana karşı sorumlulukları vardır. Rabbimizin buyurması
üzerine iyiliği tavsiye, kötülükten alıkoymakla mükellef Müslüman, ge-
rek bireysel gerekse toplumsal olaylara duyarlı olmak zorundadır. Bu
sebepten dolayı çevresinde olup biten her olay ve olguya karşı kendine
has bir söylemi, tavrı ve tavsiyesi vardır Müslümanın. Bu, iman ettiği-
miz prensiplere karşı bir nevi durumdan vazife çıkarma sorumluluğudur.
Birey için zorunlu ve her daim sorunlu bir alan olmaya devam eden
devlet müesseselerinde; sosyal hayatın düzenlenmesi, hak ve hukukun
tayin ve tanzimi hususunda gücün kullanımı önem arz etmektedir. Adil
bir yapı için adil kurallar yeterli gelmez, ahlaklı ve adil bir iradeye dö-
nüşmüş vicdana da ihtiyaç duyulur ki iktidar gücü adil kullanılabilsin.
Ancak iktidarın çeldirici cazibesi gücünü her zaman hakkaniyetle kul-
lanmayabiliyor. Her devirde iktidar merkezinde temerküz eden devasa
güce karşı bireysel hakların korunması sorun olagelmiştir. Müslüman
dünyada Kerbela acısı bunun tarihî şahididir. İslam coğrafyasında mu-
halefet etme geleneği gelişmemiş olsa da tarihî seyri içinde özellikle
Avrupa’da iktidarın gücü karşısında cılız kalan bireyi korumak için ör-
gütlenme kültürü geliştirildi. Bu yapılanmanın adına sivil toplum örgüt-
lenmesi dense de muktedirlerin buralara da el atmasıyla derin resmi
uzantıların misyonunu üstlenenler de ortaya çıkmıştır.
Hak ve özgürlükler meselesi her zaman olduğu gibi turnusol kâğıdı ol-
maya ve birçok örgütlü yapının maskesini düşürmeye devam ediyor.
Devasa devlet gücüne karşı bireylerin ara korunağı işlevi gören sivil
toplum örgütlerinin; iktidar sahiplerinin, gücü adil bir şekilde kullanma-
larını kontrol etmek, hak ve özgürlükler alanını keyfi daraltmalara karşı
korumak şeklinde bir misyonları olması gerekirken, on yıllardır meşrui-
yeti katmerleşerek tartışılan zorbalar düzenini, gece baskıncılarının koy-
duğu yasal yapıyı cansiperane bir şekilde koruduklarına şahit oluyoruz.
Sistemin temel ilkelerine, merkeziyetçi/tekçi yönetme anlayışına iman
etmiş, benimsemiş, nimetlerinden önemli ölçüde pay edinmiş ve edin-
meye devam edenlerin (CHP ve kadroları) ve özellikle tekelci kapitalist-
ler ile beyaz yakalıların (bazı sermaye gurupları, asker-sivil bürokrasi,
yüksek bürokratik kurum ve kurullar) statükocu gayretlerini anlamak

76 REFERANDUM TARTIŞMALARI
tabi ki mümkün. Hatta bu durum onların varlık gerekçeleriyle örtüş-
mektedir. Ancak, oldu olası maraba muamelesine layık görülen, sistem
içinde kimlik ve kişilik sorunu yaşamış hor ve hakirlerin, yapıya itiraz-
larından dolayı zulme uğramışların, mağdur bırakılmışların haklarını
korumak ve onları temsil iddiasında olan STK’Iarın kısmi de olsa ana-
yasal değişikliğe muhalefet etmeleri bir garabet, kendi içinde izahı zor
bir çelişki arz ediyor. Varlık gerekçeleri temsil ettikleri kitlelerin hak ve
özgürlük alanlarını genişletmek, devlet aygıtı karşısında korunak oluş-
turmak, güç odaklarına karşı sahip oldukları maddi-manevi değerleri
müdafaa etmek olduğu halde müntesiplerinden devşirdikleri güçle sta-
tükonun devamına katkı sağlamaktadırlar. Mesela; BDP, Diyarbakır zin-
danlarında kendilerine reva görülen işkencelere rağmen 12 Eylülcülerin
yargılanmasını öngören referandumda sandığı boykot kararı aldı. MHP,
darbecilerin sürgün, işkence ve darağacında sallandırdığı ülkücülere
rağmen referandumda hayır cephesi oluşturarak statükocu yüzünü bir
kez daha gösterdi. Bu durumu müntesiplerine izahta zorlanan mezkûr
siyasi yapılar önümüzdeki süreçte sorgulanmalı, gaflet ve ihanetleri
deşifre edilmelidir.
Muhakkak ki Müslümanlık bağımsız bir kimliktir. Nevi şahsına münhasır
bir faaliyet alanı oluşturur. Bireysel sorumluluk üzerine kurulu toplum-
sal yapılanmaya doğru evrilen bir süreçtir. Nitelik ve niceliğe göre biçim
alabilen ve yapının her aşamasında hukuki çerçeveyi belirleyebilecek
içtihat yeteneğine sahiptir. Müntesibini güç yetirilemeyecek şeylere kar-
şı sorumlu tutmayan, eylemlerini ise neticeden ziyade niyet, samimiyet
ve gayret derecesine göre değerlendiren bir mantaliteye sahiptir.
Yaşadığımız coğrafyada gelinen bu aşamada ideal olanla reel olanı ay-
rıştırmak gerektiğini düşünüyorum. Parçası olduğumuz yapının ne bani-
siyiz ne de muhafızı olabiliriz. Ancak üzerine doğduğumuz verili ortam-
da her şeye rağmen hayat devam ediyor. Üzerinde yaşadığımız coğrafya
geçmişin bakiyesi, evvelkilerin bize kültürel mirasıdır. Herkes kadar sa-
hibiyiz bu bakiyenin. Hiçbir bireyin, hayatını ne şekilde idame ve ikame
etmesi gerektiğine dair tayin ve tanzimde bulunulan bir faaliyete seyirci
kalması düşünülemez. Bu noktada meselelere bigâne kalma hakkımız
da şansımız da yoktur.
Mevcut anayasal yapı toplumun kahir ekseriyetinin iradi bir tercihi ol-
madığı halde rızamız dışında hayatımızı tayin ve tanzim etmeye devam
etmektedir. Gayri memnunların anayasal yapıyı kökten değiştirme ve
iradi bir tercih koyma şansı hiç olmadı. Yakın zamanda olma ihtimali
de görünmemektedir. Ancak bugün için bütünün bazı parçalarını de-
ğiştirme imkânı sunulmuş durumda. Önümüze konan kısmi değişiklik
metnine önce kayıplar sonra kazançlar açısından bakmak lazım. Kar-
şılaştırdığımız zaman yeni metinde eski maddelerin daralttığı hak ve
özgürlüklerin kullanım alanlarının genişletildiğini, kurum ve kurulların
yapısının lehte değiştirildiğini görmekteyiz. İdeal olamasa da tamamen
toplumun lehine bir içeriğe sahip olduğu için “Yetmez ama EVET” dene-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 77
bilir bir metin...
Yola koyulmuş yolcunun atığı her adım kat edilmiş bir mesafedir. Ulaş-
mış sayılmasa da attığı her adım menzili yakın-etmiştir. Vardığı mesafe
tekrar yola koyulmak adına tahkim edilmesi gereken bir pozisyondur.
Mola vermiş olsa da yola koyulmuş, yoldan koyulmuştan daha iyi vazi-
yettedir.
Rabbimiz basiretimizi ve yolumuzu açık etsin.
KAYNAK: Haksöz Dergisi Ağustos-2010 sayısı

ZALİM OTORİTEYİ
REDDEDİYORUZ!
COŞKUN UZUN

Hak ve özgürlüklerin egemenler, statükocu zalim yöneticiler, şirk sis-


temleri, tağutî otoriteler tarafından hiç kimseye durduk yerde lütfedile-
rek verilmeyeceği, bu uğurda müslümanca, muvahhidçe, uzun soluklu
bir iman ve kimlik mücadelesi verip çaba harcanarak, belki de zorla,
fakat sonuçta direnerek elde edilebileceği gerçeğini şu günlerde tekrar
hatırlamaya ihtiyacımız var.
 
Dolayısıyla da birilerinin Laik-Kemalist sistemini kimin, kimlerin işlettiği,
kanunlarının, anayasasının ne kadar değiştiği, değişeceği zerre kadar
umurumuzda değil, olmamalı. Ahmet veya Mehmet de olsa, Ali, Hasan,
Hüseyin, Recep, Ramazan ve Muhammed dahi olsa fark etmez. Hamam
aynı hamam, tas aynı tas, fakat vatandaşı bunaltacak terletip keseleye-
cek olan tellaklar değişiyor sadece. Başka değişen bir şey olmuyor. Bize
yansıyan fatura, ödenen bedel ve yaşananlar değişmiyor ki sonuçta.
 
Ey zalim ve fasık yöneticiler!
 
Değil mi ki; Allah(cc)’ın indirdiği ilahi vahyin hayat bahşeden düsturla-

78 REFERANDUM TARTIŞMALARI
rıyla değil, aksine onlarla çelişen, fıtratı reddeden, kendi yanınızdan icat
edip uydurduğunuz, fısk, zulüm, şirk, isyan ve küfür içeren beşerî, indî,
cahilî değer ve ölçülerle hükmedeceksiniz!
 
Değil mi ki; Hüküm ve hakem olarak, otorite ve belirleyen olarak yara-
tan, yaşatan, yöneten olarak Allah(cc) ve Rasülü’nün adını bu yönüyle
asla ağzınıza bile almayacaksınız!
 
Değil mi ki; Bizlere resmi ideolojiyi, Ilımlı-Amerikancı İslâm’ı, Devlet
tanrısını, Demokrasiyi, Allahsız ve kitapsız bir eğitim sistemini, liberal
ve modernist bir hayatı dayatacaksınız!
 
Değil mi ki; Vergisini aldığınız her kazancı kutsal sayacak, vergisini
vermeyeni haram işlemekle itham edecek, vergi rekortmeni, genelev
işletmecisi, kadın pazarlayan Manukyan ve benzerlerini öve öve bitire-
meyeceksiniz!
 
Değil mi ki; Irkçılık, Türkçülük, Kürtçülük, Ulusçuluk yapıp çağdaşlık
maskesi altında bunu pazarlayacak Resmi tarih yalanlarıyla devletçilik
yapacak, zavallı halkı devletin emrine amade köleler olarak göreceksi-
niz!
 
Değil mi ki; Modern putlar, heykeller edinerek Allah(cc) ayrı bunlar ayrı
diyerek, sermayenin/paranın dini/imanı olmaz diyecek, yesinler diye
putlarınıza adaklar, çiçekler ve kurbanlar sunacaksınız!
 
Değil mi ki; Allah(cc) her anıldığında yüzünüz ekşiyerek kamusallarınızı,
dokunulmazlıklarınızı, haramlı/hormonlu, ayrıcalıklı özel mülklerinizi ha-
tırlayacak ve bizleri sindirip ezmek için olur olmadık sebeplerle, sudan
bahanelerle tehdit edeceksiniz!
 
Değil mi ki; At izi ile it izi birbirine karıştıkça atalarınıza daha bir öy-
künerek itleri atlara tercih edecek, değil kedileri, aslanları bile farelere
boğduracak, keyfiniz ve çıkarlarınız için her şeyi alt üst edeceksiniz!
 
Değil mi ki; Oy oy diyerek oyalayacak, insanlığınızdan geçecek ve se-
çimlerden geçinerek parti malı olacak, parti parti alıp satacak, serveti-
nize servet katacak, demokrasinizi ilahlaştıracak, ilahlarınıza istemedi-
ğiniz hiçbir şeyi asla şirk koşturmayacaksınız!
 
Değil mi ki; Zevk, haz, eğlence ve şehvetin binbir türlü versiyonunu,
tüm makyajı, cazibesi ve ayartıcılığıyla toplumun saf damarlarına, gece-
gündüz durmadan; modernlik, çağdaşlık diyerek, kapitalistçe pompala-
yacaksınız!
 
Değil mi ki; Allah(cc)’ın kitabı Kur’an’a göre içki, faiz, şans oyunları ve

REFERANDUM TARTIŞMALARI 79
kumar men edilmiş olan günahlar iken ve kesinlikle yasaklanan birer
haram, kötülüğün ve zulmün kaynağı iken size göre bunların hepsi öz-
gürlük olarak değerlendirilip meşru ve serbest kalacak!
 
Değil mi ki; Allah’a ortak koşmak olan Şirk en büyük zulüm olduğu hal-
de, sizin kutsallarınıza göre inanç ve düşünce özgürlüğü olacak, isteyen
istediği her şeyi umarsız, arsız, pervasız, hayâsızca Allah(cc)’a şirk ko-
şacak ve bunun adı da bireysel tercih olacak!
 
Değil mi ki; Alan razı veren razı olduktan sonra; başta zina ve daha
sonra akla gelebilecek her türlü cinsel sapkınlıklar, çapkınlık, marifet
ve yönelimler olarak değerlendirilecek, nesil/fıtrat tahrip edilecek ve
sonuçta sapla saman, şapla şeker sizlerin sayenizde birbirine karıştırı-
lacak!
 
Değil mi ki; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer
uğrunda ölen varsa vatandır” diyecek ve (Allah(cc)’ın Rasülü Medine/
toprak için savaşıp ölen cahiliye ölümü üzere ölmüştür, şehit değildir
derken) kıymeti kendinizden menkul kutsallar oluşturarak kabul etme-
miz için karşımıza dikecek, bunları reddedenleri reddederek, marjinal
görecek, sakıncalı ilan edecek, olmadı vatan hainliğiyle yaftalayacak ve
sonunda da düşman ilan edeceksiniz!
 
Değil mi ki; Canla başla, gece gündüz çalışarak, biriktirdiğimiz parala-
rımızla ve köy köy, şehir şehir, kapı kapı dolaşarak, hayırseverlerin alın
teri ve helâl kazançlarından, kendi emeklerimizle inşa ettiğimiz bütün
camilere,  oralarda kendi borunuzu itirazsız ve rahatça öttürebilmek için
önce el koyacak, daha sonra elimizden alacak ve Diyanet’e bağlayacak,
kendi memurunuzu atayacak, abdestsizliğinize, laikliğinize, milliyetçi ve
ateistliğinize bakmadan, üstüne üstlük bir de bize din öğretmeye kalka-
caksınız!
 
Değil mi ki; Önce işgal edip sonra da el koyduğunuz camilerimizin
kürsü ve minberlerinden, küfrün önderlerine dualar edip, utanmadan
methiyeler düzecek, isyana, tuğyana, zulme ve nihayet küfre götüren
sisteminizin bekâsı ve selâmeti için el açıp Allah(cc)’a dûalar edecek,
bizlerden de bu yalakalık ve omurgasızlık ürünü şarlatanlığa amin de-
memizi bekleyeceksiniz!
 
Değil mi ki; Zavallı halkın ve Müslümanların dertleriyle, ızdırapları ve
sorunlarıyla, çektiği çilelerle, ezilmişlik ve sömürülmüşlükleriyle değil
de, insan yerine konulmamaları ve istismar edilmeleriyle değil de gasp
edilmiş haklarıyla değil de, fakirleştirilmesiyle değil de tam tersine,
kendi ensenizi kalınlaştırmakla, gününüzü gün etmekle, göbeğinizi ka-
şımakla, garibanların ensesinde boza pişirmekle, keselerinizi ive kasa-
larınızı doldurmakla, birilerinden esirgemediğiniz tavukların ne zaman

80 REFERANDUM TARTIŞMALARI
kazlara dönüşeceğini merak etmekle, kırk yıl sonra yiyeceğiniz tatlının
hayalini kurmakla meşgul olacaksınız!
 
Değil mi ki; Allah(cc)sız, kitapsız, tek dünyalı ve ahiretsiz,  seküler,
kapitalist bir hayatı modernlik, çağdaşlık ve medeniyet adı altında, sırf
bizim iyiliğimize(!), bir an önce meşrulaştıracaksınız!
 
Değil mi ki; Ramazan’da Müslüman, Şevval’de demokrat olacak,
Zilhicce’de Hacc’a giderken, Ağustos’ta sahil ve kumsallarda anadan/
yarı üryan bir şekilde boylu boyunca devrilecek, yeridir diyerek diplo-
matik toplantılarınızda kadeh kadeh devirecek, ‘devlet malı deniz ye-
meyen keriz’ diyecek, yetim malı ile semizleşecek, utanmadan bizlere
müslümanlık taslayacak, üstüne üstlük bir de çelişkiler kumkuması bey-
ninizle, kalbinizin temizliğinden dem vuracaksınız!
 
Değil mi ki; zavallı halkımızın sisteminize olan sadakat ve bağlılığını ölç-
mek için her 4-5 yılda bir önüne seçim sandığını getirecek, zorla ve hile
ile şehadet parmaklarını lekeleyerek bizim üzerimizden çıkar çarkınızı
meşrulaştırmak için her türlü sosyal/siyasi/ekonomik/medyatik entrika-
yı çevireceksiniz!
 
Değil mi ki; kimileri daha eşit, kimileri daha haklı, kimileri daha güçlü,
kimileri daha ayrıcalıklı, kimileri daha korumalı, kollamalı olacak!
 
Değil mi ki; Bir tane yezidin hatırına, binlerce masum ve yiğit
Hüseyin’in kanına girmekten bir an olsun geri durmayacak ve çekinme-
yeceksiniz!
 
Değil mi ki; Halkın hangi inanca sahip olup neye inandığı, nasıl bir ha-
yat anlayışına sahip olduğu, nasıl bir siyaset ve yönetim şeklini, hangi
ilkelerle istediğini asla önemsemeyecek ve tepeden inme din, inanç,
siyaset, yönetim dayatacak, bilerek ve isteyerek demokrasinizi de par-
lamentonuzu da kutsayacaksınız!
 
Değil mi ki; Halkın büyük çoğunluğu açlık ve yoksulluk sınırının altında
asgari ücret tarifesiyle terbiye edildikleri bir hayata mahkûm edilirken,
bir kişiye on pul, on kişiye bir pul hesabıyla, zenginlerin daha zengin,
fakirlerin daha fakir oldukları bir sistem kök salacak; cepleri ve kasaları
dolu, geçim sıkıntısı nedir ömründe hiç görmemiş ve bilmeyen, çerez
niyetine en as asgari ücret kadar harcama yapan gamsız, tasasız, mü-
reffeh insanlar, zavallı halkımız için asgari ücreti tesbit edecekler!
 
Değil mi ki; Baba ocağından, ana kucağından, yurdundan/yuvasından,
eşinden/aşından koparıp askere aldığınız yiğitleri ve delikanlıları aile-
lerinden birer emanet olarak aldığınızı unutacak, köleniz veya esiriniz
sanacak, onların can güvenliğini dahi sağlamaktan aciz kalıp, askerini

REFERANDUM TARTIŞMALARI 81
bile koruyamazken, birileri de kahraman ordu hayalleriyle şişinecekler!
 
Değil mi ki; Muhkem kaleler gibi inşa edilmiş (şehir merkezlerinde, gü-
venli ve risksiz bölgelerdeki) Askeri sosyal tesislerde, gazinolarda, golf
sahalarında ayrıcalıklı ve torpilli kimi gençler vatani görevini yapacaklar
ve buraların etrafında kuş uçurulmayıp, yamaçlarına bile kimsecikler
sokulamazken, sıradan vatan evlatlarının görev yaptıkları (terör bölge-
sinde, riskli ortamlardaki) birlik ve karakollar da adeta kâğıttan/karton-
dan binalar gibi inşa edilerek, kuş uçmaz kervan geçmez yamaçlarda
korumasız ve savunmasız kalacaklar!
Değil mi ki; Bir kişinin bile burnu kanamaması gerektiği halde, ölen
askerler hep gariban vatandaşın, Anadolu insanının torpilsiz, kıymetsiz
sıradan evlatları olacak ve hiçbir bürokratın, rektörün, vekilin, elitin,
zenginin, siyasetçinin, generalin sıra dışı ve kıymetli oğlu olmayacak!
 
Değil mi ki; Resmî internet sitelerinde “dağa çıkmış birkaçyüz çapulcu”
olarak tarif ettikleri, türlü zaaf ve eksikliklerle malul bu bölücü terörist-
lere karşı, dünyanın sayılı düzenli ordularının başında gelen ve bütçe-
den aslan payını almasına, elinin altında her türlü imkân ve teknoloji
olmasına rağmen on yıllardır ağır kayıplar vererek, kan ve can kaybe-
decek, terörün belini kırarak bir türlü bitiremeyecek ve birilerinin yıllar-
ca bu durumdan beslenip semirmesine fırsat verilecek!
 
Değil mi ki; Ailesinden ocağından koparılıp alınan gençlerimizin, Pey-
gamber ocağı(!) denilen kışlada imanına/inancına göre ibadet etme-
meleri için, akla ve hayale bile sığmayacak türden engeller çıkararak
analarından emdiği sütü fitil fitil burunlarından getirdikleri yetmiyormuş
gibi, oğullarını ziyarete gelen anne ve babalarını da hizaya sokmaya,
onların üzerinden askerin sivil üzerindeki nüfuz ve gücünü ispatlamaya,
vatanın gerçek sahiplerinin kimler olduğunu ve kimlerin de ikinci ve
üçüncü sınıf insan ve vatandaş statüsünde olduğunu ispat edercesine
bir kasıt içerisinde olunacak!
 
Değil mi ki; Ömürleri boyunca değil bir gün boyunca, bir dakikalığına
bile asker olmayacak, hatta kışlanın yüzünü dahi görmeyecek olan kız-
larımıza, Milli Güvenlik Derslerinde dikkat çekerek/çektirerek askeri ve-
sayet ve tahakkümü dayatıp, askerlik, rütbeler, ordu ve organizasyon-
lar, kahraman Türk Ordusu hakkında eğitim vererek, hele hele İmam
Hatipli kızlar için özel bir psikolojik işkence ve ayrımcılık anlamına gelen
pervasız zulümlerle, başörtüsü üzerinden din ve dindarlarla hesaplaş-
maya varan Allah, Kitap ve din düşmanlığını hepimizin gözlerinin içine
bakarak yapacak ve sınıflardan, derslerden atacak olduktan sonra!
 
Değil mi ki; Eğitim özgürlüğünün, sivilliğin, bilimselliğin devlet eliyle
baltalanması anlamına gelecek, (hemen birçok insanın acilen uygula-
madan kaldırılması için hemfikir oldukları) Milli Güvenlik Derslerinin

82 REFERANDUM TARTIŞMALARI
zorunluluğu sayesinde, askerlerin tüm öğrenciler üzerinden sivillere bir
kat daha tahakküm ederek, tepeden bakmasını temin edeceksiniz!
 
Değil mi ki; Askerlere, askeri okullardaki öğrencilere, sivil kıyafetli/kim-
likli, üniformasız insanlar veya eğitici uzmanlar tarafından, sivil hayata
veya herhangi bir konuya dair gerçekçi,  yapıcı,  kaynaştırıcı,  eğitici ve
öğretici dersler vermesi gibi son derece güzel ve şık duracak bir uygu-
lamayı, sistemin sahipliğini yapanlar, hayal bile edemeyecekler!
 
Yapar gibi görünerek yakıp, yıkmak, yok etmek, ayrımcılık, bölücülük,
saltanat sarhoşluğu, halka ve Hakk’a rağmencilik dedikleri şey bu olsa
gerek…..
 
Müslümanlar; Kur’an ve Sünnet ekseninde bir var oluş mücadelesi or-
taya koyup, hayatlarına geçirmek için ibadet aşkıyla çalışırlarken, aynı
kendinden önceki ümmetler veya Peygamberlerin başlarından geçtiği
gibi; çeşitli gaileler, musibetler, belâlar, sıkıntılar, ızdıraplar, tavırlar, çile
ve kederler onların da üzerlerinden hiç eksik olmuyor. Bu ve yukarıda
anlatılanlar türünden gerçekleri hepimiz az ya da çok ama mutlaka bili-
riz.
 
Yani sınanmak, denenmek, çeşitli badirelerle samimiyet ve duruş tes-
tinden geçirilip imtihan edilerek ayrıştırılmak, bu yolun tüm yolcularının
paylaştıkları ortak kaderleridir.  
 
Kur’an’daki “sizden olan emir sahipleri” ifadesini halâ; “aynı partiden
olmak, hemşehrilik, arkadaşlık, bir zamanlar bir yerlerde beraber ev
sohbetleri/kimi İslâmi çalışmalar yapmış olmak, kişisel hukukumuz/iliş-
kimiz bulunmak, İHL’li olmak,eksi/yeni milli görüşçülerden olmak, na-
maz kılıyor olmak, eşi başörtülü olmak……” gibi ölçü ve kıstaslara indir-
gersek, hapsedersek, bunlarla yetinir ve avunursak, bizden ne köy olur
ne de kasaba. Bu gidişle ve bu kafayla olamayız dostlar. Olsak olsak
birilerinin oy deposu oluruz. Potansiyel müttefik, müstakbel yol arkada-
şı, demokrat kardeşi oluruz. Fakat, asla dâva adamı olamayız…..
 
Hayatta yapılacak o kadar çok iş, yürünecek epeyce yol, tutulacak onca
nöbet, ulaşılacak o kadar insan, aşılacak o kadar çok engel, kurtarıla-
cak o kadar masum ve zavallı, karşı durulacak o kadar fasık, müfsit,
zalim, müşrik, kâfir, tağut varken, reddedilecekler mantar gibi çoğalır
ve kabul edilecekler ise hızla azalırken, kavramlarımızın içi bu kadar
boşaltılmışken…..
 
Allah(cc)’ın dinine yardım eden, İslâmi/Tevhidî kimliği kuşanarak müs-
lümanca bir hayat için canını dişine takabilecek, gözünü budaktan
sözünü dudaktan esirgemeyen müslüman, muvahhid ve mücahidler
olmakla, Allah(cc)’ı birlemek ve Allah(cc) için birleşmekle mükellefken,

REFERANDUM TARTIŞMALARI 83
zalimleri, fasıkları, kâfirleri, tağutları ve düzenlerini asla meşrulaştı-
ramaz, zavallı insanları bu sistemlere entegre edemez, onun oyun ve
oyuncağı yapamaz, demokratlaşamaz, kimseyi demokrasi minderine,
sistem içi oyunlara, araçlarına davet edemez, kimliğimizi sulandıramaz,
kimlik değerlerimizden taviz veremez, kavramlarımızın içini boşalta-
maz, Din’e dair iskonto ve ilaveler yapamaz, yıkmakla emrolunduğu-
muz beşerî/tağutî sistemlerin desteği, koltuk değneği olamaz, reddet-
memiz gereken tavizci/uzlaşmacı elleri öpemez, onları kendi ellerimizle
besleyemez, İslâm’a ve Kur’an’a göre temelden inşa etmekle sorumlu
olduğumuz, ifsat olmuş yapıların restorasyonuna, rehabilitasyonuna,
iyileştirilmesine, makyajlanmasına, tedavi edilerek ömrünün uzatılması-
na; iman iddiasında ve Tevhidî bilinçte olduğumuz sürece, asla ve hiçbir
şart altında, neler vaâd edilirse edilsin, neyle korkuturlarsa korkutsun-
lar, nasıl tehdit ederlerse etsinler hiç birisine eyvallah deme veya pabuç
bırakma gibi bir lüksümüz olamaz, olmamalı.
 
Önümüzdeki süreci bu bakış ve anlayışla değerlendirerek; tongaya düş-
memek rejime/sisteme, oligarşiye, zulüm otoritelerine karşı kimliğimiz-
den taviz verip saparak, savrulmamak, elimizi ve alnımızı lekeleyerek
kaybetmemek gerekiyor.
3/08/2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

Evet ya da Hayır
dayatması
MEHMET DURMUŞ

12 Eylül tarihi yaklaştıkça anayasa oylamasına ya evet diyeceksin, ya


da hayır! restleşmesi daha bir keskinleşiyor. Hemen hemen bütün ke-
simlerce anayasa oylaması evet ve hayır tercihleri makasına alınıyor.
Makas, evet de, hayır da demeyenleri biçmeye hazır vaziyette. Demek
ne evetten, ne de hayırdan yana olanların hiç var olma hakları yok ki,
onlardan hiç bahsedilmiyor. Evetçiler nazarında hayır diyenler ‘hain’
damgasını yemeye hazır, hayırcılar nazarında da evet diyenler aynı şe-

84 REFERANDUM TARTIŞMALARI
kilde. Tartışmalar en galiz küfürlerin havada uçuştuğu bir kutuplaşmaya
doğru hızla ilerliyor.
 
Bu arada yaman çelişkiler yaşanıyor. Liberaller, herkesi ya evet deyip
‘ak’lardan olursunuz, ya da hayır deyip ‘kara’lardan olursunuz cende-
resine almayı pek beceriyorlar. Peki, diyerek sormak istiyorum: hani
bugüne kadar onlar değil miydi, sosyal hadiselere siyah ve beyaz ikile-
mi ile bakmamak gerektiğini, başka renklerin de var olduğunu söyle-
yenler? Onlar değil miydi, siyah ve beyaz gibi iki ana renkten başka gri
ve tonlarının da var olduğunu imalı yollarla hatırlatanlar? Hani objektif
olmak gerekirdi, birlikte yaşam tecrübesi, çok kültürlülük gibi çağdaş
tanımlar vardı! Hani hepimiz aynı gemideydik, hani mahalle baskısı,
hepimizin(!) şikayetçi olduğu bir baskı unsuruydu! Müslümanlar tevhid-
şirk ayrımını tam olarak siyah-beyaz netliğiyle anlatırlarken ve duruş-
larını o netliğe göre tanzim etmeyi savunurlarken onları totaliter bulan,
insan haklarını hiçe sayan bir tutucu ideolojiye tutunmakla suçlayan o
liberal demokratlar değil miydi? Yani şunu mu diyeceğiz: siyah-beyaz
tonunda bir ayrımcılık İslam-küfür bağlamında Müslümanlar tarafından
yapılırsa kötü, demokrasi-ve diğerleri bağlamında liberaller tarafından
yapılırsa iyidir!
 
Bu kampanyada benim en çok dikkatimi çeken ve anlam vermekte en
çok zorlandığım, kimi İslamî grupların tutumudur. Daha şimdiden söz
konusu İslami gruplar, laik-demokratik cumhuriyeti, yeni anayasasına
evet diyelim çağrısıyla, koruyup kollamaya namzet görünüyorlar. Doğ-
rusu bu tamir edilecek anayasa Müslümanların nesi geliyor, anlamakta
güçlük çekiyorum.[1]
 
Bir Müslüman nazarında laik-demokratik bir anayasa ister eskisi, isterse
yenisi olsun, hiçbir şekilde oylama konusu olmamalıdır. Böyle bir ana-
yasaya ‘evet’ demek, o anayasanın tamamına onay vermek, onu tasdik
etmek, günahına ve sevabına(!) ortak olmak anlamına gelecektir. Bir
Müslümanın böyle bir vebal altına girmeye cüret etmesi çok büyük bir
iştir! Hayır demek dahi bir açıdan, bir kısmını beğenip, bir kısmını be-
ğenmemek gibi bir anlama geleceği için, ‘hayır’ dense de, hayırlı bir iş
değildir.
 
Allah’ın Müslümanlara buyruğu çok açık ve nettir. Allah, bütün toplum-
sal sorunların O’nun buyruklarına göre çözülmesini emreder. Müslü-
manlar, ihtilaflarını Kur’an’a ve onun açılımı demek olan sünnete götür-
mekle mükelleftirler. Demokrasi ise insanın zevklerini, heva ve hevesini
tanrılaştırmasıdır. Demokrasi, İslamsızlıktır.
 
Müslümanların da içinde bulunduğu kamuoyuna, 12 Eylül darbesinin
getirdiği zulüm, baskı ve işkenceleri göstererek, darbeci generallerden
intikam alınacağını, o dönemde bir şekilde zulme uğramış herkesin

REFERANDUM TARTIŞMALARI 85
referandumda evet oyu kullanması gerektiğini söyleyerek, yukarıda
değindiğim, oylamayı hiç gündemine almama tavrını değersizleştirmek,
ahlakî değildir. Bu, sadece zulümlerden zulüm beğenmektir. Evet cep-
hesini, Müslümanları da içine alacak derecede genişletmeyi düşünenler,
cephenin başrollerinde oynayan neo-nurcu vaiz liderin, Kenan Evren’i
cennete gönderen fetvasından geri adım atmadığını, o görüşünü de-
ğiştirip değiştirmediğini sorgulamalarını; Kenan Evren, referandumdan
evet kararı çıkması halinde bir kurşunla kendi işini bitirirse, onun hakka
yürüdüğünü belirten taziye mesajı yayınlayıp yayınlamayacağına dair
kesin bir şey söylemelerini beklerim. Bu ne yaman çelişki, bu ne utan-
maz bir pişkinliktir ki, 12 Eylül darbesine övgüler düzen söz konusu vaiz
ve taifesi, şimdilerde yeni anayasa reformu ile aynı cuntadan hesap
sorulacağı, intikam alınacağı yalanı ile bir kere daha halkı kandırma-
ya devam etmektedirler! Bu cepheye kim, nasıl güvenmektedir? Mavi
Marmara gemisi gibi sivil/insanî yardım girişimine bile katlanamayan,
Amerika ve İsrail’i rahatlatan mesajlar vererek, yükselen İslami öfkeyi
anında dağıtan bir liderlik(!), hangi anayasa reformu ile kimden hesap
soracaktır? Bu aptal yalana hangi zekiler inanmaktadır?
 
Kaldı ki, neden hesap sadece 12 Eylül darbecilerine sorulmaktadır? He-
sap sorulması gereken başka darbeciler yok mudur? Hesap sorulması
gerekenler silsilesinde 12 Eylül darbecileri listenin başında mı olmalı,
sonunda mı, o da tartışılmalıdır. Neden 12 Eylül darbecilerine hesap
sorulmaktadır da, İslam’ı laikleştiren, İslam’ı siyasallıktan tamamen
arındırmayı hedefleyen, kâfir düzenlerin din bastonlarına sorulmamak-
tadır? Yeni anayasa kabul edildiğinde, evet oyu veren Müslüman çevre-
ler, kimlerle aynı cephede aynı günaha ortak olmuş olacaklarına dikkat
etmekte midirler acaba?
 
Müslümanların, başkalarının temin ettiği bir takım ‘iyileştirilmiş’ şartlar-
dan medet ummaları, kendilerini bu yeni şartlara göre konumlandırma-
ları esef vericidir. Müslümanlar global sistemin düzenbazlıkları karşısın-
da bu kadar kolay çözülmemelidirler. Şimdilerde hemen her yerde yeni
anayasa oylaması konuşulmaktadır. Ne zaman bir seçim, referandum
v.b. olsa, ne zaman Cumhurbaşkanı yenilenecek olsa, Müslümanlar ara-
sında tam bir zihin karışıklığı yaşanmakta, o güne öğrenilmiş bütün öğ-
reti allak bullak olmaktadır. Yemin ederek söylemek istiyorum ki, Müs-
lümanların, yenilenmiş anayasa dönemlerine olan ihtiyaçlarından çok
daha fazla, sistem Müslümanlara muhtaçtır. Müslümanlar aslında çok
güçlüdürler çünkü İslam güçlüdür. İslam’la baş edecek hiçbir yeryüzü
kuvveti bulunmamaktadır. Müslümanlar kendi vaziyetlerini demokrasiye
göre değil, demokratik düzen kendi pozisyonunu Müslümanlara göre
belirlemenin hesabını yapmalıdır. Bu seviyeye gelmek, herkes bilsin ki,
biz Müslümanlara bağlıdır. Bunun için, öyle çok derin siyasî analizler
yapmaya, çok derinlikli siyaset uzmanı olmaya da hacet yoktur. Mu-
hammed (sav)’in son yirmi üç yılını dikkatli bir şekilde okumak bu iş

86 REFERANDUM TARTIŞMALARI
için yeterlidir.

[1] Anayasa oylamasını sırat köprüsü mecazı ile açıklayan üstad-


larımız da var. (Rasim Özdenören, Gemi Limandayken, Yeni Şafak,
29.07.2010). Köprünün kurtuluş yönü istikametinde ‘evet’ yazıyormuş,
‘hayır’ ise ters istikamette duruyormuş. İşi böyle ahiret hesabına ben-
zetmeye kadar vardıran üstadın temsilinden hiç etkilenmedim çünkü
tıpkı ‘sırat köprüsü’nün asılsızlığı gibi, yapılan benzetme de asılsızdır.
‘Sırat köprüsü’, bir Kur’an teriminin yanlış yorumundan başka bir şey
değildir. Kur’an sırat köprüsünden değil, sırat diye andığı bir yoldan
bahseder ve bu, peygamberlerin ilk gidenleri olan İslam/şeriat yo-
ludur. Hayat düzeni olan İslam’ı yaşamanın dünyadaki adı sırattır ve
mü’minler günde kırk kere bu sırattan sapmamak için Rablerine yal-
varmaktadırlar. Benim gibi düşünen Müslümanlar nazarında da evet ya
da hayır gibi abes seslere kulak asmak sırat köprüsünden değil ama
sırat’tan ‘düşmeye’ (çıkmaya) sebebiyet verebilir. Sırattan saptırıcı et-
kenler arasında, laik bir anayasayı oylamak da bulunur.

05.08.2010
KAYNAK: www.iktibasdergisi.com

KİFAYETSİZ
TERCİHLER
HÜSEYİN ALAN

Bir zamandır süregelen anayasa maddelerindeki kısmi değişiklikler üze-


rine yoğunlaşan gündem, referandum süresinin yaklaşması ile diğer
gündemleri de belirler hale dönüştü. PKK saldırılarının artması, askeri
operasyonların yoğunlaşması, kimi “uygun” yerlerde iç çatışma prova-
larının gösterime sokulması ve aynı merkezden yönlendirmeli benzeri
gelişmeler, tüm ülkeyi etkisi altına alarak insanları ortak bir çözüm için

REFERANDUM TARTIŞMALARI 87
“benzeşmeye” yönlendiren bir atmosfer basıncına dönüştürüldü.
Bu arada gelişen olayların merkezine oturtulan “Kürt sorunu” araçsal-
laştırılarak kimilerinin özgürlük, barış ve demokrasi refleksini artırırken,
aslında liberalizmden başka ideoloji kalmadığını “tarihin sonu ” olarak
çok önceden ilan edenleri de haklı çıkartmaya yaradı(!).  Gerçekte ise,
tüm sorunların anası olarak asıl sorun olan devletin-sistemin niteliği
başarılı biçimde göz ardı ediliyor.
Oligarşik iktidar yapısı dolayısı ile iktidar çevreleri tarafından kuşatıl-
dığını ve özgürlük imkânlarından mahrum bırakılarak dışlandığını veya
iktidar bloğunda hak ettiği yeri alamadığını düşünen ve dolayısı ile ken-
dilerini mağdur gören tüm sosyal gruplar, uluslar arası atmosferin de
katkısı ile tek başına baş edemediklerini düşündükleri Kemalizm’e karşı
duydukları öfkelerini de açığa vurma fırsatını yakalayıp rahatlamış ol-
dular. Böyle olmalı ki liberal-demokrat tezler ortak paydasında buluşan
tüm gruplar, topluca “muhalefet” etme atağına kalkmış gözüküyorlar.  
Sosyal gruplardan her birisi dilediği muhalefet tarzını seçebilir, ortak
platformlar oluşturup ortak muhalefet yürütebilir, ülkede şikâyetçi oldu-
ğu ve karşı çıktığı politikalara, uygulamalara ortak tavırlar da geliştire-
bilir. Bu bakımdan her bir grubun sahiplendiği dinleri (ideoloji), amaç-
larına uygun tutarlı gerekçeleri nedeniyle, yeterince popülizm kokan
muhalif gösterileri ve tavırları da anlaşılabilir bir şeydir.  
Ne var ki; ben Müslüman’ım, ben de Müslümanlardanım diyenler, her
durumda bağlı olacaklarını beyan ettikleri referanslarını-dinlerini dik-
kate alırlar, inzal edilen esaslar doğrultusunda ve genel-özel konularda
her zaman gösterilmesi gereken teslimiyetlerini de her daim gösterirler.
Bir anlamda, beşer olarak yapıp etmelerimizin tamamında neden öyle
ya da böyle davranmamız gerektiğinin gerekçesi, bu bağlamda yapıl-
ması gereken ve de bizleri bağlayan tercihlerle doğrudan alakalıdır.
Bu tercihlerimiz sayesindedir ki bizler referansımıza bağlı kalır, davra-
nışlarımızı sahihleştirir, sözümüze sadakat katar ve Allah’a olan kullu-
ğumuzu sürdürürüz. Böylelikle insanlara karşı hak beyanların şahitleri
olarak marufu emr, münkeri nehy sorumluluğunu yerine getirmiş ve
kâfirlerle dost olmaktan, siyaseten velayet ilişkileri sürdürmekten uzak
durmuş olabiliriz. O halde Müslüman kulun yaptığı her bir tercih, bu da
böyle olsun denmeyecek kadar önemlidir, kıymetlidir, esastır. Nihayet
biz Müslümanlar biliriz ki, insanlar, yaptıkları tercihlerinden dolayı hesa-
ba çekileceklerdir.
Bilinir ki ibadet ve kulluk anlayışı belirli alanlara has, belirli ritüellerden
ibaret değildir. Aksine, esaslı bir tercihten hareketle dünyevi hayatın
tamamında olması gereken ve diğer tercihlerle belirlenen özgün bir ya-
şam biçimi olarak her alana ve her ilişkiye ait kuşatıcı bir tutarlılığa ve
inşacı bir kişiliğe aittir.
Buradan hareketle, namaz kılarken istikamet olarak Allah’a yöneldiği-

88 REFERANDUM TARTIŞMALARI
mizde verdiğimiz sözün anlamı, kıyamda tekrarlayarak içerik ve detay
kazandırarak tescillediğimiz zikrin sonucunda, itibar edeceğimiz tek
söz sahibinin ve büyükleyeceğimiz tek varlığın ancak Allah olduğudur.
Dolayısı ile bir başkasının veya başkalarının istikametine yönelmeyece-
ğimizi, onları asla büyüklemeyeceğimizi, tezlerine ve değerlerine itibar
etmeyeceğimizi, sözlerine ve ölçülerine uymayacağımızı da beyan etmiş
oluyoruz.
Tercihe dayalı olarak namazda Allah’a gösterdiğimiz teslimiyet ve itaat
örnekliği, sadece bu işte ve o anda olmayıp, ondan sonra başlayan ve
devam eden hayat içerisindeki siyasi-sosyal-ekonomik-kültürel her işte
ve ilişkide de gösterilmelidir. Namazında Allah’a itaat eden bir kul, siya-
si ilişkilerinde ve tutumunda başkalarına itaat edebilir, bu işleri birbirin-
den ayrı tutabilir mi?
Türkiye’de, Oligarşik iktidara bağlı Laik-Kemalist-Batılı değerleri savu-
nan ve yaşayan, sistemin itibar ettiği ulusal Türk kimliğini benimsemiş
azınlığın dışında kalan sosyal grupların tamamının bu sistemle sorunları
olabilir ve sorunlar çerçevesinde sisteme karşı da olabilirler. Müslüman-
lar da bir biçimde sisteme karşı olabilirler. Karşı olmak bakımından çok
genel bir bazda ortak bir payda da olabilir.
Kemalist sistemi zayıflatan her açılım yahut politik değişimler dolayısı
ile sistem muhalifi gruplar tarafından yararlı bulunabilir hatta destekle-
nebilir de. Burada kimin ne amaçla ne yaptığından daha çok, Oligarşik
iktidar gruplarının ve sistemin geriletilerek grupların özgürlük alanları-
nın genişletilmesi ve sistem tarafından kabul edilmesi esas alınmakta-
dır. Bir anlamda, “düşmanımın düşmanı dostumdur” felsefesi ve prag-
matizm ön plandadır.
Müslümanların sistem karşıtlığı ve gerekçesi, otomatik olarak talep-
lerini de gündem yapacağı için, şüphesiz diğer gruplardan öncelikle
temelde farklılaşacak ve ayrışacaktır. Bu nedenle, sistem karşıtlığında
Müslüman’ca muhalefetin gerekçesine uygun ve tutarlı bir tutum sergi-
lenmeli ki, Müslümanlar ve Müslüman’ca talepler de bu nedenle içerde
tutarlılık kazanarak diğerleri tarafından dikkate ve ciddiye alınabilsin ve
sonuçta kendine has gündem yapılabilsin.
Aksi durumda Müslümanlar, tıpkı bu günlerin getirebileceği durumlarda
olduğu gibi, kısa bir süreç sonrasında, palyatif ortaklıklar bozulduğunda
diğerleri tarafından ve haklı olarak tutarsızlık ve “sahtekarlık” suçlama-
sından kurtulamayacaklardır. Bu sonuç, diğerlerine ve sisteme bühtan
etmeden, kendi mücadele çizgisini ve amaçlarını netleştirememiş grup-
ların büyük büyük laflarına rağmen kendi sorunu, eksikliği ve ayıbı ola-
rak görülmelidir.
Anayasa maddelerindeki kısmi veya tamamına dair siyasi bir değişiklik
süreci ile “Kürt meselesi” gibi yakıcı hale getirilen toplumsal bir konu-
da Müslümanlar pragmatik ve aceleci davranarak, kendi dinlerine ait

REFERANDUM TARTIŞMALARI 89
esaslı bir görüş beyan etmekten ve doğru bir tercihe dayalı doğru bir
taraf olmaktan uzak düştüler. O nedenle yaşadıkları hayatı hak değerler
üzerinde dönüştürme iddiasının altında kalıp yaşanan hayatta bir yer
tutmaya razı olma noktasına ulaştılar. Sonuç olarak kendi referansla-
rından kopup başkalarının görüşleri etkisi altında kalanların, onlar gibi
politikalar üretmesi ve benzer taraflardan yana yer tutması normalleşti.
Başka bir deyişle bu durum, asıl sorun olarak zihinsel bir problemi de
açığa vurmuş oldu.
Zihinsel problemi olanlar, tercihlerinde sahihlik çizgisini bulanıklaştırıp
kaçıracak, kifayetsizliğe düşeceklerdir. Bu duruma düşenler, yukarıdaki
tartışmalarda çözüm olarak ortaya sürülen ve başkalarına ait başat yol
haritalarının peşine takılarak seküler ideolojinin belirlediği yeni toplum-
sallıkta, neo-nurculuğun “Kur’an’ı önceleme” farkıyla yeni versiyonunu
üretecek ve nihayet Emevi’lerle başlayan tarihsel çizgideki “devlet din-
darlığını” yeniden keşfetmiş olacaklardır. Siyaset alanının, politik iktidar
yapısının uluhiyet ve rububiyet alanı olduğunu da unutarak... Ne diye-
lim, hayırlı olsun(!)
09/08/2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

Referanduma
Dair
ZEKİ SAVAŞ

12 Eylül’deki referandumda nasıl bir tavır alınacağı konusu, herkesin


zihnini bir şekilde meşgul ediyor olmalı. Umumun geleceğini yakından
ilgilendiren bir konunun herkesin dikkatini kendine çekmesi doğaldır.
Referanduma ilişkin çok şey söylenip yazıldı ve bu süreç seçim zamanı-
na kadar da devam edecek.  Evet, Hayır veya çekimserliğin gerekçeleri
kamuoyunda ve vicdanlarda muhasebeye tabi tutulacaktır.
12 Eylül referandumu, eksiğiyle fazlasıyla bir ıslah hareketidir.  Öngö-
rülen ıslahat,  bütün eksikliğine rağmen toplumun tümünün kaderini
etkileyecek çapta bir öneme sahiptir. Bu konunun parti bazında değer-
lendirilmesi veya itikadi temelde mütalaa edilmesi yanlıştır.

90 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Referandumla ilgili farklı bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Hangi
dine veya ideolojik mektebe mensup olursa olsun,  toplumuna ve insa-
nına karşı sorumluluk taşıyan herkes ya sözlü veya yazılı olarak ülkede
bugüne kadar cereyan etmiş olan haksızlıkları dile getirmiş, eleştirmiş
ve önlenmesini istemiştir. Haksızlıkları eleştiren ve hakların iadesini is-
teyen ve de özgürlük alanlarının genişletilmesini talep eden herkes bu-
gün hangi makul ve inandırıcı gerekçelerle adı geçen konuların ıslahını
amaçlayan değişime hayır diyecek? Haksızlığı, ayrımcılığı, zulmü eleş-
tiren ve bu eleştirilerinde sonuna kadar haklı olan insanlar, sözü edilen
olumsuzlukların izalesini öngören ıslahata hayır dediği zaman içine
düştükleri çelişkiyi nasıl izah edecek? Hem haksızlığa karşı çıkacaksın
hem de haksızlığın giderilmesine karşı çıkacaksın! Bu tezatın kabul edi-
lebilmesi için inandırıcı gerekçelere ihtiyaç vardır ki, ben kendi payıma
bugüne kadar konuya ilişkin muhalif yazı ve açıklamalarda mantıki ve
akli bir ikna göremedim.
‘Ordu’ bir asra yakındır ayrımcı, haksız, dayatmacı, militarist politi-
kalarla milleti ezip geçti ve ‘insan’ olan herkes bu zulme bir şekilde
karşı çıktı. Islahat, askerin faili meçhul cinayetler işlemesini, milletin
evlatlarını birbirine kırdırmasını, milletin iradesine ipotek koymasını
engelleyecek süreci başlatacakken hangi gerekçeyle buna hayır denile-
cek? Evlatlarımızı öldürmeye devam edin mi diyelim? Kürtlerle Türkleri
birbiriyle savaştırmaya devam edin mi diyelim? Türkiye’nin her yanında
toplu infazlara devam edin mi diyelim? Asit kuyularına devam edin mi
diyelim? Hepimizi fişlemeye, darbe yapmaya, hepimizi işkencehaneler-
de terbiye etmeye devam edin mi diyelim? Hepimize ait olan ülkemizi
kahyalar gibi yönetmeye devam edin mi diyelim? Namaz kılan subayları
sorgusuz sualsiz ve yargısız bir şekilde mağdur eden generallere siz
bu işe devam edin mi diyelim? Hayır demenin veya çekimser kalmanın
bundan daha somut bir neticesi var mı? Hayır çıkması durumunda, ge-
neraller ne diyecek? Eski hale daha güçlü bir şekilde devam demeyecek
mi? Haksız da sayılmayacaklar bu kanaate ulaşmakta.
Adalet adına sesini yükselten bir yargıç görevinden alınıp tüm hakların-
dan mahrum edilerek çalışmasına bile izin verilmeyerek mağdur edil-
diğinde hepimiz sesimizi yükselttik. Şimdi yargının yargısız infazlarına
sınırlandırma getirilmeye çalışılınca hayır biz bunu istemiyoruz deyince
ciddi bir açmaza düşülmüş olunmayacak mı?
Partilerin kapatılmasını eleştirirken DTP gibi ‘Siz bizi ve partileri kapat-
maya devam edin’ mi diyelim?
Ordunun ve yargının keyfi ve istibdadi uygulamalarını eleştirenler, bu
istibdadi tahdit edecek ıslahata hayır dediği veya çekimser kalarak des-
tek verdiği zaman, bugüne kadarki eleştirilerinin ne anlamı kalacak?
Hem istibdada hem de onun tahdidine karşı olmak, izahı güç bir çelişki-
dir.
Şi’a’da Ahbari ekol vardır. Bu ekol, masum imam olmadan adil bir si-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 91
yasi iktidarın teşekkül edemeyeceğine, masum imamın varlığının da
İmam Mehdi’nin zuhuruyla ancak mümkün olacağına, İmam Mehdi’nin
zuhurunun da ancak yeryüzünü zulmün kaplamasıyla mümkün olaca-
ğına dolaysıyla adil iktidarın teşekkülü için zulmün artması gerektiğine,
zulmün engellenmemsine ve hatta teşvikine inanır. Bu sebeple İslami
hükümete de karşıdırlar. Çünkü İslami hükümet İmam Mehdi’nin zuhu-
runu geciktirmiş olacak.
Eğer Ahbariler gibi düşünenlerimiz varsa, doğal olarak zulmü tahdit
eden ıslahata karşı çıkabilir ama böyle bir düşüncenin akıl ve Şeriat ile
çeliştiği gün gibi açıktır. Zira İslam’ın hiçbir emri zulme karşı durmayı,
zulme sessiz kalmayı veya zulmü tahdit edecek ıslahatlara karşı çıkma-
yı emretmiyor. Aksini emrediyor.
Sosyalist ideolojinin ve hareketlerin revaçta olduğu dönemde sosyalist
hareketler de benzer bir siyaset izliyordu. Sosyalist devrimin olması için
toplumsal hayatın cehenneme dönüşmesi gerekir ki, toplum mevcut re-
jimi yıksın ve yerine sosyalist rejimin gelmesini istesin. Toplumun ayak-
lanması ve devrim yapması için devrime giden her yol uygun ve gerek-
lidir. Grev, lokavt, kanlı eylemler ve her türlü kaos yaratmak devrimin
stratejisindendi. Sosyalist bir devrimcinin her türlü ıslaha karşı çıkması
onun inancının gereğiydi. Çünkü o ıslah değil devrimin peşindeydi ve
devrim için de ıslah değil kaos gerekliydi.
Böyle düşünenlerin de referanduma karşı çıkmasının kendi açılarından
bir izahı vardır.
‘Ben her durumda bu rejimin kökten ve toptan değişmesi gerektiğine
inanıyorum. Islah hareketleri bu devrimi geciktireceğinden veya engel-
leyeceğinden ötürü her türlü ıslah hareketine karşıyım’ diyenler varsa,
kendi açısından hayır diyebilir ama bu şekilde düşünenlerin hiçbir zulme
karşı çıkmaması ve her türlü zulmü teşvik etmesi gerekir. Çünkü zulme
karşı çıkmakla ıslaha karşı çıkmak bir arada olmaz. Zulme karşı çıkan,
ıslahı desteklemek durumundadır ve ıslaha karşı çıkan da zulme doğru-
dan veya dolaylı destek vermek durumundadır. Aksi halde kendi kendi-
siyle çelişmiş olur.
Kökten ve toptan değişimin mümkün olmadığı veya bu yönde toplumsal
bir talebin oluşmadığı koşullarda zulmü tahdit edecek ıslahat hareket-
lerine karşı çıkmanın İslami ölçüler açısından savunulması da prob-
lemlidir. Çünkü her türlü koşulda zulmü geriletecek ve sınırlandıracak
her türlü ıslah hareketi karşı çıkılması değil, desteklenmesi gereken bir
mevzu olarak görülmektedir.
12 Eylül’deki referanduma bir de bu açıdan bakılmasının ve değerlendi-
rilmesinin yararlı olacağını umuyorum.
09 Ağustos 2010
KAYNAK: www.fitrat.com

92 REFERANDUM TARTIŞMALARI
MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN
REFERANDUMA DAİR
VERDİĞİ CUMA
HUTBESİ

(Hutbeye giriş dualarını ve Kur’an’dan ayetler okuduktan sonra)


Değerli mü’minler, güzel kardeşler, aziz cemaat, şu anda dünyanın dört
bir yanında hutbemizi canlı izleyen sevgili mü’min kardeşlerim… Cuma-
mız mübarek olsun. Dünümüz, günümüz ve sonumuz mübarek olsun.
Rabbim bizi burada cem ettiği gibi cennetinde de cem etsin. Rabbim
bedenlerimizi topladığı gibi, duygu, düşünce ve eylemlerimizi de topla-
sın. Rabbim büyük ailemizin kayıp çocuklarını yuvasına toplasın inşal-
lah.
Bugün cuma. Bugün 3 Ramazan 1431. Bugün size farklı, farklı olduğu
kadar ehemmiyetli, ehemmiyetli olduğu kadar da hayati bir mevzudan
bahsedeceğim. İlmihalimizin ta merkezinde olan bir mevzudan, yani
halimizin ilminden bahsedeceğim. Bugün hutbem referandum hakkında
olacak.
Kur’an Allah’la başlar, “nas”la biter. Mushaf Allah’la başlar “nas”la biter.
Allah’la başlaması malum. Kainatın Rabbi Allah’tır. Peki, niye “nas”la
biter? “De ki: Sığınırım ben insanlığın Rabbine, insanlığın melikine, sul-
tanına, padişahına, insanlığın ilahına.” Üç kere ve bir daha dört kere:
Nas… Oysa “Meliki’l insan”, “Kul euzü bi Rabbi’l insan”, “ilahi’l insan”
denmesi Kur’an mantığına daha uygundur! “El-insan!” türün tamamını
kapsardı. Ama “nas”la “insan” arasında fark var. Nas dendiği zaman,
sosyal bir muhatap ister Kur’an… Yani insanlardan oluşmuş bir cemi-
yet… Bir toplum ister. Nas toplumdur. Onun için Kur’an’da beytullah
geçer. Siz hiç Allah’ın evi olacağına inanıyor musunuz? Allah bir evde
oturur mu? Ama “beytullah” diyor. “Beytu’n nas”dır aslında. İnsanlığın
evidir orası. İnsanların evidir. İnsanların evi Allah’ın evidir.
“Nagetullah!”, “Salih’in devesi” Allah’ın devesidir. Aslında “nagetu’n

REFERANDUM TARTIŞMALARI 93
nas” dır. Fert, sahibi değildir o devenin. O devenin mülkiyeti herhangi
bir ferde ait değildir. O devenin mülkiyeti ferdi olmadığı için ortada kal-
masın (diye ona Allah’ın devesi denmiştir.) Ortada kalan tüm değerlerin
sahibi insanlıktır. Değer sahipsiz olamaz. Bu devenin de sahibi toplum-
dur. Nagetullah… Nagetu’n nas…
Ardullah!... Allah’ın arzı… Ne demek bu? Allah’ın arzı mı olur? Gökler,
yer her biri onun… Kainat onun… Milyarlarca yıldız onun… Milyarlarca
galaksi onun… Ama Ardullah… Niye Ardullah? Ardu’n nas!... İnsanların
arzı Allah’ındır. Allah’ın arzı insanlarındır. İşte Kur’an böyle bir bakı-
şımlılık kurar Allah’la nâs arasında. Onun için Mushaf Allah’la başlar
nâsla biter. Onun için insanların toplu talepleri Allah nezdinde önemli-
dir. İnsanların toplu tercihleri Allah nezdinde önemlidir. Murad-ı ilahiyi
“nas”ın toplu tercihi tayin eder. Evet! “‘Ya Cibril!’ dedim miraçta ‘Bu çı-
kanlar ne, bu inenler ne?’ Cibril dedi ki bana: ‘Ya Resulallah, bu çıkanlar
‘nas’ın ameli, ‘nas’ın tercihi, insanların, toplumun tercihi. Bu inenler de
Allah’ın, toplumun o tercihine anında yarattığı durumlardır.” Allahuek-
ber! Tercihiniz iniyor gökten. Tercihiniz. O zaman tercihinizi şekillendir-
mekten sorumlusunuz, tercihinizden sorumlu olduğunuz gibi.
Bu toprakların en büyük problemi nedir diye sorsanız, size “istihdamdır”
demeyeceğimi biliyorsunuz. “İşsizliktir “ demeyeceğimi biliyorsunuz.
“Bilim üretememektir” demeyeceğimi biliyorsunuz. “Bu toprakların en
büyük problemi nedir?” sorusuna benim vereceğim cevap: Bu toprakla-
rın en büyük problemi; vesayettir, bu halkın iradesine konulan ipotektir,
bu milletin iradesine konulan ipotektir, bu milletin iradesinin esir alın-
masıdır, bu milletin iradesine saygı duyulmamasıdır, hürmet edilmeme-
sidir, bu milletin adam yerine konulmamasıdır, bu milletin itilip kakıl-
masıdır, horlanmasıdır, aşağılanmasıdır. Bütün bunların tamamını tek
bir sebebe irca edebilirsiniz. O da bu milletin çocuk yerine konulup ona
vasi ve veli olarak birilerinin kendilerini atamış olmalarıdır.
Bir zamanlar iddialarımız vardı. İddialarımız dualarımızdı. Onun için bu
toprakların insanının teşebbüs ruhuna ben hayranım. Siz de hayran-
sınızdır mutlaka. Görmüyor musunuz? Devletinden hiçbir şey bekle-
mez. Yeter ki engel olma. Yeter ki gölge etme. Bırak beni. Ben bilirim.
Yaparım. Ama bırakmamışlardır. Biri paçasına sarılmıştır. Biri beline
sarılmıştır. Biri boğazına sarılmıştır. Biri ağzını kapatmıştır. Biri kulağını
kapatmıştır. Biri gözünü kapatmıştır. Hülasa felç etmişlerdir bu mille-
ti. Dolayısıyla bu millet bugüne kadar bu vesayeti kan gibi içmiştir. Ve
maalesef bu vesayeti kırmak için yapılan her teşebbüs püskürtülmüştür
bugüne kadar.
Zamanın komutanı Bursa dönüşünde yanındaki subaylara şöyle diyor-
du; kendi hatıratında anlatıyor ikinci cumhurbaşkanı, subaylara düş-
manlarını sayıyor: “Falan düşmanınızdır, filan düşmanınızdır. İstanbul
düşmanınızdır, padişah düşmanınızdır, dikkat edin kimse duymasın;
millet düşmanınızdır.” Aslında bu cümle yanlış. “Siz milletin düşma-

94 REFERANDUM TARTIŞMALARI
nısınız” demeye getiriyor. Millet kendisine dost olana düşman olmaz.
Dünyada hiçbir millet kendisine iyilik yapana düşman olmamıştır. Böyle
bir örnek yoktur. Dolayısıyla, millet düşmanınız, neden acaba? Millete
düşmansınız. Onun için “bu milleti adam yerine koymayın, bu milletin
tepesinden inmeyin, bu milletin baskısını azaltmayın.” Ve işte tüm yaşa-
dıklarımızın hikâyesi bu.
Bakınız 31 Mart’tan Menemen hadisesine, Menemen’den Danıştay bas-
kınına. Nedir mesele? Danıştay baskını eğer aydınlatılmasaydı, tıpkı
Menemen üzerinden Müslümanlara mürteci ve irtica diye kuduz köpek
muamelesi yaptıkları gibi, şimdi de devam edeceklerdi. Yine üstümüzde
kalacaktı. Menemen’de böyle yaptılar. Dört tane esrarkeşin eline verdi-
ler ve ondan sonra Menemen’i sırtımıza yıktılar. 31 Mart’ta böyle yap-
tılar. Avcı taburlarını onlardı getiren İstanbul’a. Avcı taburlarına meş-
rutiyeti koruma görevini veren onlardı. Ama avcı taburlarına “Pislik her
tarafınızdan mı çıktı, yıkanmasanız da olur” diyen de onlardı. Ve avcı
taburlarını oluşturan Müslüman Arnavut asker, bunların bu hakaretle-
rine fazla dayanamayıp Sultanahmet meydanında ayaklandığında “İşte
irtica ayaklandı” diyen de onlardı. Ve avcı taburları üzerinden İslam’ı
irtica ilan eden de onlardı.
Yüz yıldır bizi vururlar bu irtica mavalıyla. Yüzyıldan beri sırtımızdan
yumruk hiç eksilmez. Gelen vurur giden vurur. Ve onlar da yetmez.
Millet bir punduna getirir. Bunca ezilmeye, bunca horlanmaya, bunca
dövülmeye, bunca itilmeye, bunca kakılmaya rağmen, millet pes et-
mez. Umudunu kesmez. İmanından vazgeçmez. Kur’an’ı yasaklarlar;
Sakarya-İstanbul treninde, trenin vagonunda Kur’an öğretir bu millet.
Süleyman Hilmi Tunahan efendinin yaptığı gibi… Kur’an’ı yasaklarlar,
trenin vagonunda Kur’an öğretir. Öyle yapar. N’aparlar? Ne yapabile-
ceksiniz? Kur’an okumayı, öğretmeyi yasaklarlar, samanlıkta samanla-
rın altında Kur’an öğretir. Benim babam, benim dedem, benim amcam
bunun şahididir.
Dolayısıyla vazgeçmez bu millet. Bir punduna getirir, kendini ispat et-
mek için, en ufak fırsatı ganimet bilir. İşte 1946’da olduğu gibi. 1950,
14 Mayıs’ta olduğu gibi “yeter söz milletindir!” sözünü duyduğunda aya-
ğa kalkar. Yeniden iddiasın üstlenir. Davasını üstlenir. Duasını üstlenir.
Gerçekten bu millet büyük millettir. Gerçekten bu millet köle olmaya
müsait değildir. Korkar ama korkunun kulu olmaz. Onun için bir yolunu
bulur. İşte bir yolunu bulduğunda da iddialarına sahip çıkar. 1950’de
olan buydu. Ama on yıl gitti. On yıl sonra birileri çıktı. “Yoo bu millet
akıllanmamış. Bu millet adam olmamış. Bu kadar vurduk tepesine buna
rağmen adam edemedik. O zaman hadi bakalım bu sefer biraz daha
sert vuralım.” İşte 27 Mayıs bu milletin tepesine biraz daha sert inmiş
bir yumruktur. Ve bu yumruğun acısını bu millet çekmiştir. Ciğerpare-
lerini darağacına yollayarak çekmiştir. Aslında astıkları üç kişi, üç kişi
değildi. Milleti astılar. Milletin iradesiydi o darağacında sallanan. Millet
iradesiydi. Ve “bu millet bir daha murat etmesin, iradesini kullanmasın,

REFERANDUM TARTIŞMALARI 95
bize güvensin, bize bıraksın, biz vekiliz, biz vasiyiz, biz veliyiz.” Yani
“bizim vesayetimize sığınsın, bu millet haddini bilsin, hududunu bilsin,
millet olmaya kalkmasın, irade kullanmaya kalkmasın, biz onu ondan iyi
düşünürüz, biz onun iyiliğini biliriz, biz onun çıkarını biliriz, biz ne kadar
veriyorsak o kadar razı olsun, biz ne kadar inanmasını gerekli buluyor-
sak o kadar inansın, biz ne kadar Müslüman olmasına karar veriyorsak
o kadar Müslüman olsun, fazla olursa aşırı olur.” İşte 27 Mayıs buydu.
Darağacına çekilen aslında Adnan Menderes değildi; milletti, milletin
iradesiydi.
Ve ondan sonra yine millet toparlandı. Yine pes etmedi. Bu millet yine
varını yoğunu ortaya koydu ve kendi vesayet ve velayetini kendisi üst-
lendi. Sadece o alanda değil eğitim alanında da. İmam-hatipleri yaptı
bu millet. Kendi parasıyla yaptı. Camileri yaptı bu millet. Kendi parasıy-
la yaptı. Devlet parasıyla yapmadı. Devleti de besleyen bu millet oldu.
Din müesseselerini de besleyen bu millet oldu. Memuru da besleyen bu
millet oldu. Askeri de besleyen bu millet oldu.
Ama millet bazen beslediklerinin kahrına ve zulmüne uğradı. Ondan
sonra baktılar ki millet yeniden toparlanıyor. Millet yeniden iradesini
ele geçiriyor. Millet yeniden ben milletim diyor. Ve 1971 muhtırası gel-
di. Tekrar bir darbe, tekrar milletin üstünden bir silindir. “Siz misiniz
millet olduğunu hatırlayan? Siz misiniz vesayeti reddeden? Siz bizim
verdiğimizle yetineceksiniz. Bu kadar, bitti. Biz ne kadar verdik ona razı
olacaksınız. Elinize vuracağız, ekmeğinizi alacağız ve teşekkür edecek-
siniz.” Bu! O da görüldü. Geçmişte görülmedi mi? Gidin hala kaideleri
duruyordur belki de. Ben onları görmüştüm. Harem’de bugün iskeleye
yakın, o buğdayların, Anadolu’dan zulmen, zulüm ekmeği olarak top-
lanan buğdayların getirilip Almanlara satılmak için yığıldığı kaideler
daha bu on yıla kadar duruyordu, ben gördüm onları. Anadolu’da ada-
mın ekmeklik buğdayını aldılar zorla, jandarma marifetiyle. Getirdiler
buraya yığdılar. Ve deniz yuttu buğdayı. Kimseye yar olmadı. Kimseye
yaramadı. Bir yıl orada beklettiler, şişti. Tüm Anadolu’nun ekmeği sele
gitti. Ne onlara yaradı, ne onlara yaradı. Ama milleti ekmeksiz bıraktılar.
Karneye bağladılar.
Ve o da olmadı. O da tutmadı. Bu millet bir daha toparlandı. Bu millet
iddiasından vazgeçmedi. Duasından vazgeçmedi. Davasından vazgeç-
medi. Ama bir düdük daha. Ne oldu? Bu millet dedi ki: “Hayır!” Hem
sen hakem olacaksın. Hem sen takım olarak sahada karşıma çıkacak-
sın. Yani rakip takımın oyuncusu aynı zamanda sahanın hakemi olacak.
Bu millet “Tamam” dedi. “Bunca, bunca artına rağmen çık yine de ye-
nerim seni.” Buna rağmen yine de yendi. Fakat tam golü yiyecekken
düdük çaldı. Meğer hakem de rakip takımın oyuncusuymuş. Yani saha-
nın kurallarını koymakla yetinmediler. Sahanın dışını ablukaya almakla
yetinmediler. Sahanın kapılarını tutmakla yetinmediler. Bir de hakemi
kendilerinden seçmişler. Düdük öttü. 12 Eylül 1980; tepemize bir yum-
ruk daha indi. Öyle bir silindir indi ki bu silindir eskilerinden bin beterdi.
96 REFERANDUM TARTIŞMALARI
Herkesi herkesle, herkesi herkesle kavgalı hale getirdiler önce. Kürt’ü
Türk’le, Alevi’yi Sünni’yle, sağcıyı solcuyla, herkesi herkesle kavgalı
hale getirmek… Çünkü vesayet ancak öyle sürebilirdi. Başka türlü sü-
remezdi. Eğer sizin varlığınız birilerinin kavgasına dayanıyorsa, o kavga
sizin için varlık sebebi olmuşsa, artık o kavgayı artırmaktan başka ça-
reniz yoktur. O kavganın taraflarına “yaşasın!” diye tempo tutmaktan
başka çareniz yoktur. Çünkü sizin varlığınız o kavgaya bağlıysa, o kavga
yaşadığı sürece siz de yaşarsınız. İşte böyle oldu. Ve 12 Eylül’de düdük
öttüğünde “bu kavgayı bir sisteme bağlayalım” dediler; efendilerimiz,
bizim seçmediğimiz efendilerimiz, bize efendilik taslayanlar. İşte Diyar-
bakır Cezaevi’nde olanlar öyle oldu. Diyarbakır Cezaevi bu toplumda
kavgayı sistematik hale getirip, artık kavgayı sisteme bağladık, oto-
matiğe bağladık, bundan sonra kavganın kesilme ihtimali yoktur. Yani
tehlike geçmiştir. Kavga devam edecek, “yaşasın!” dediler. İşte Diyar-
bakır Cezaevi’nde insanımıza pislik yedirme buydu. Maksat buydu. Elli
yaşındaki, altmış yaşındaki adamları ziyarete gelen annelerinin karşı-
sında çırılçıplak soymanın amacı buydu. Ana dilini yasaklamanın amacı
buydu. Anası tek kelime Türkçe bilmiyor. Ama ağlayıp ağlayıp gidiyor.
Bu zulmü kim kime reva görür? Ve ne, bu zulmü meşrulaştırır? Bu zul-
mü edenler kendi gelecekleri için kredi biriktiriyorlardı; yaşasın kavga
devam edecek kredisi. Çünkü kavganın devamına bağlıydı onların vesa-
yeti. Ve devamını da sağladılar. Ve maalesef kavgayı sistematik bir hale
getirdiler. Artık onları kim milletin tepesinden alacaktı ki? Kavgayı kim
durdurursa, bu milletin tepesinden onları indirecek oydu. Onun için de
kavgayı durdurmak isteyeni düşman ilan ettiler. Kavgayı durdurmaya
kalkanı kötü ettiler. Kavgayı durdurmaya kalkanı tehdit ettiler. Kavgayı
durdurma ekmeğimi elimden alma meselesiydi. Bugün yaşanan bütün
bu mücadele bunun mücadelesidir. Siz kavgayı durduracaksınız, bizim
pilimizi bitireceksiniz. Bizim pilimizi bitirenin pilini bitiririz. Mesele bu…
Restleşme bu…
Orada da kalmadı. Millet yine vazgeçmedi. Pes etmedi. Yine toparlandı.
Yine içinden birini buldu ve başına getirdi. Fakat bu sefer yine bir dü-
dük. 28 Şubat 1997. Bu seferki silindir çok fenaydı, çok fena. O silindir
hepimizin üzerinden geçti. O silindirin bizlere neler ettiğini bilenler bilir.
Öyle bir silindirdi ki o dönemde yazdığım makalelerde var. Harp okulu
yayınları arasından çıkan “İrtica mı Laiklik mi?” diye bir broşür yayın-
landı. Resmen Allah’a küfrediyordu broşür. Bu artık tarihe geçmiştir. Bir
tıklayın önünüze gelir broşür, Harp Okulu Yayınları olarak. Düşünebiliyor
musunuz? Bu milletin Allah’ına küfredebiliyor. Kim bu? 23,5 sene genel-
kurmaydaki odasına seccade atıp namaz kılmış, beş vakit namaz kılmış
olan bir genelkurmay başkanının, genelkurmay başkanlığı yaptığı bir
müessese oradan buraya nasıl geldi? Nasıl geldi? 23,5 sene Fevzi Paşa
seccadesini genelkurmay başkanlığı odasına atmış ve kaldırmamıştı.
Oradan, alnı secdeye değeni ordu içinde barındırmama noktasına nasıl
geldik? Üç bin tane insan kapının önüne bırakıldı; sorgusuz sualsiz, yar-
gısız infazla. Sadece bırakılmakla kalmadı. Bir tanesinin hatırasını kı-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 97
saca anlatayım. Muttalip Binbaşı… Çünkü benim talebemdi. Trakya’dan,
yüzbaşıyken gelir giderdi derslerime. Muttalip Binbaşı ilk YAŞ kararla-
rıyla, 97’deki YAŞ kararlarıyla atılan 164 kişiden biriydi. Kapının önüne
konuldu. Bir ömürlük emeği… Askeri Lise’de okumuş, Harbiye’yi bitir-
miş, orduya hizmet etmiş, yıllar yılı… Başka bir mesleği yok. En iyi yap-
tığı meslek o; subaylık. Ve gelmiş binbaşılığa kapının önüne koymuşlar.
Kapının önüne koymakla kalmamışlar, eşini hastaneye getirmesini de
yasaklamışlar. Müktesep haklarını da gasp etmişler. “Öl!” demişler.
Onunla da kalmamış. Muttalip Binbaşı, kapının önüne koyduklarında
belediyeden iş bulmuş. Belediyeye varmışlar ve belediye başkanını
tehdit etmişler: “Bunu anında kapının önüne koyacaksın.” Belediye el-
lerini açmış kapının önüne koymuşlar. Ondan sonra Muttalip Binbaşı bir
holdingde iş bulmuş Urfa’da. Holding sahibini gitmişler tehdit etmişler:
“Bunu hemen çıkaracaksın.” Yani “Öl!” Ve Muttalip Binbaşı geçici bir
çılgınlık anında bu Urfa’da öğretmen evinin beşinci katından… İman
abidesidir. İmanına kalıbımı basarım. O, o geçici bir çılgınlık anıdır. Allah
o halde yapılan hiçbir şeyden sorumlu tutmaz, inşallah. Kendini bıraktı
boşluğa ve ebediyete yürüdü. Bu mu sizin insanlığınız? Ben kaç Mutta-
lip Binbaşı’ya yanıyorum. Bu benim canım ciğerim talebelerimden bir
tanesiydi. Dolayısıyla, binlerce insana bunu yaptılar. Yüzlerce hatta bin-
lerce insan sırf örtüsünden dolayı kapının önüne konuldu.
Medine Bircan’ı hatırlıyor musunuz? Hatırlıyorsunuz değil mi? Sırf örtü-
sünden dolayı hasta olarak geldiği hastanenin kapısından içeri alınma-
yıp, alınmadığı için de can veren Medine Bircan’ı?
Kozan’daki kızımızı hatırlıyor musunuz? Yarışma yapacaksınız, yarış-
mada kızımız birinci gelecek ve birincilik ödülünü almak için sahneye
çıkacak ve siz ortalığı teröre boğacaksınız, sırf başındaki örtüden dolayı.
Çocuklarımızı ölmek için verdiğimizde alacaksınız, ama onları ziyarete
geldiğimizde başörtülüsün, sakallısın diye almayacaksın. Evet, bu millet
bunu gördü.
Ve imam-hatiplere tırpan geldi. Hepsi milletin ineğiyle, kavağıyla, ağa-
cıyla yapılmış imam-hatipler… Ve Kur’an okumanın yaşı on beşle sınır-
landırıldı. Düşünebiliyor musunuz? Çanakkale’deki Mehmetçik ölmeye
Kur’an uğruna gidiyordu. Siz onlara “sizden seksen sene sonra bu
memlekette böyle bir şey olacak” deseydiniz n’apardı?
Onun için bu bir referandum değildir. Bu bir seçim hiç değildir. Bu bir
hayat-memat meselesidir. Bu sizin kendi iradenize sahip çıkıp çıkmama
meselesidir. Bu, milleti aşağılayanları, milletin sırtına çıkıp oradan aşağı
abdest bozanları indirip indirmeme meselenizdir. Bu sizin meseleniz-
dir. Meselenize, iradenize sahip çıkarsınız veya çıkmazsınız. Sadece oy
vermekle yetinmek pasifliktir. Çünkü bu sizin meselenizdir. Bu mesele-
yi halletmek size düşüyor. Allah önünüze bir fırsat çıkardı. Allah rızası
için bu fırsatı kullanın. Allah rızası için, bu millete veli ve vasi olmaya
kalkanlara “artık biz çocuk değiliz” deyin. “Biz reşidiz” deyin. “Biz büyü-

98 REFERANDUM TARTIŞMALARI
dük” deyin. “Biz akil baliğiz” deyin. “Bize çocuk muamelesi yapmayın,
deli muamelesi yapmayın, deli gömleği giydirmeyin” deyin. Deyin ve
cevabınızı verin. Verin ki bu milleti aptal yerine koymasınlar. Bu milleti
maraba yerine koymasınlar. Bu milleti inek yerine koymasınlar. Bu mil-
leti uşak yerine koymasınlar. Bu millet gerçekten buna layık değil. Bu
millet gerçekten, eğer sırtındaki deli gömleği çıkarsa tarihler yazacak
bir millettir. Ben inanıyorum, geçmişte yazdığı gibi bundan böyle de ya-
zacaktır. Rabbim bu milletin eline, ayağına, gönlüne, kafasına vurulmuş
zincirleri çözsün. Bu millete akıl, fikir, istikamet nasip etsin. Bu millet
iddialarını ve dualarını yeniden versin. Bu milleti inşallah Kur’an’ın yüce
davası uğrunda yeni nice gönül ve yürek fetihlerinde muvaffak kılsın.
Rabbim bu millet için çalışanları muvaffak kılsın. Bu milletin aleyhine
çalışanlara da muvaffakiyetler vermesin, başarı vermesin inşallah.
(Dualardan sonra ikinci hutbe) Politik bir hutbe dinlemediniz. Buraya
politika girmez. Ben ömür boyu hiç politikada olmadım, politika yapma-
dım, bundan böyle de yapmam. Ama buraya siyaset girer hiç çıkmaz.
Çünkü Allah kâinatın yöneticisidir. Bu dinin ibadeti siyaset, siyaseti
ibadettir. Ve kâinatın siyasetçisi Allah’tır. Siyaset, yönetme sanatıdır.
Dolayısıyla; “hepiniz yöneticisiniz, hepiniz yönettiklerinizden sorumlu-
sunuz” diyen de Peygamber’dir. Bu minberin asli sahibi olan Peygamber
Efendimiz Medine’deki on yıl boyunca bu minbere 500 kere çıktı yakla-
şık. Ve 500 kere çıktığı bu minberde Medine İslam Devleti’nin yöneticisi
olarak bulundu. Bunu aklınızdan asla çıkarmayın. Hutbelerin en sonun-
da okunan ayeti en başında okumuştum. Şimdi bir daha okuyorum, bu
sefer sonunda okuyorum. Ama unutmayın ki bu ayet sadece hutbelerde
okunacak bir ayet değildir. Bu ayet kendisiyle amel edilecek bir ayettir.
Devletin imanı adalettir. Bir daha söyleyeyim mi? Devletin imanı adalet-
tir. Bir devlet imanlı mı, imansız mı diye soruyorsanız; adil mi, değil mi,
adilse imanlıdır. Kimlerin yönettiği önemli değil. Adilse imanlıdır. Ve bu
referandum, devleti adalete davet etmektedir. Hadise de budur.
(“Hiç şüphe yok ki Allah adaleti, ihsanı, yakınlara karşı cömert davran-
mayı emreder…” (16/90) ayetinin orijinalini okuyarak hutbeye son veri-
yor.) 13.08.2010

REFERANDUM TARTIŞMALARI 99
Referandum
aldatmacası
MUHAMMED NUR DENEK

12 Eylül’le hesaplaşma mı, yoksa tıkanmakta olan sistemin çarklarını


yenileyerek sürecin önünü açmak mı? Egemen güçlerin, ezilen ve zulme
uğrayan toplulukları daha fazla, biraz daha fazla sömürebilmeleri aslın-
da böyle mümkün oluyor.
Zulüm, sömürü ve adaletsizliklerin temeli ekonomik ve siyasi alanda
güç odaklarının oluşmasına zemin hazırlayan, buna imkân tanıyan, sı-
nırlandırılmamış mülkiyet/güç kaynaklarıdır.
Ancak bu hakikat sürekli yenilenen siyasi ayak oyunları ve yapay tefri-
kalar yaratma yoluyla perdelenmektedir. Asıl amaç asla halkın huzuru
ve mutluluğu olmamış, güç odaklarının baskı ve sömürü araçlarını kul-
lanılabilir ve uygulanabilir zeminlere taşımak olmuştur, olmaktadır.
Siyasi ve ekonomik alanda gücü eline geçirenlerin rahatlıkla değiştire-
bildiği uyduruk bir anayasa ile insanlık felç edilirken, yine bu anayasayı
algıları felce uğratılmış mazlum bir halk kitlesine onaylattırma (evet ya
da hayır) çabası, bu sistemin ömrünü uzatmaya, halkı açlık, çaresizlik
ve ezilmişlikle baş başa bırakmaya ve gayri meşru zulüm sistemini bir
kez daha meşrulaştırmaya dayalıdır.
Bu meşrulaştırma çabası “ağza bir parça bal çalmak” deyimiyle özet-
lenebilir. Bu, dünya nimetleri gasp edilip rızkı (siyasi, iktisadi, itikadi,
insani neyi varsa) elinden alınarak yoksun bırakılmış bir halka,  “isyan
etmemeye, sesini çıkarmamaya devam et, çaldığım imkânlarından-
haklarından birkaçını iade ettiğimi düşünmeni sağlayacağım” demekten
başka bir şey değildir. Oysa insanca yaşama olanakları ellerinden alın-
mış mazlum halkların hakları, o toplumu sindiren zorba güçlerin lutfuyla
asla geri alınamaz. Bir halk, tağutun (gücü eline geçirerek zulmeden
despot, zalim, azgın sistemlerin) önüne koyduğu yöntemleri kullanarak
asla sömürü zincirlerini kıramaz. Zorba sistem, referandumu kendi be-
kası doğrultusunda halkı uyuşturma aracı olarak kullanıyor.
Gündemde olan referandum oylaması da tamamen bu nitelikte. Nitekim
yıllardır sürüp giden baskı, adaletsizlik ve fakirlik sorunlarına değinilme-
mekte, bu problemler adeta yok sayılmaktadır (esasta meşrulaştırma
çabası da bununla alakalıdır). Halkın siyasi ve ekonomik problemlerine
pozitif hiçbir katkı sağlamayan, ancak demokrasi ve adaletin yaygınla-
şacağı, baskıların sona ereceği yalanlarıyla, içi boş ama dışı parlatılmış
bu değişiklikler, olası muhtemel kazanımların da önünü tıkamakta,

100 REFERANDUM TARTIŞMALARI


insanlığın Adalet Devleti hedefini öteleyerek zulüm ve şer odaklarına
nefes aldırmaktadır.
Gücü eline geçirerek zulmeden despot, azgın sistemler, sahneye çıkar-
dıkları oyuncuların rollerini halkın nabzıyla dengeler, yeri geldiğinde de
söz konusu oyuncuların rollerine son verir, halkın onaylayacağı ama
esasta zulüm sistemine hizmet eden yeni uşaklar devşirir. Anayasalar
da böyledir, işlev görmez hale geldiğinde yeni boyalarla bezenir, sözde
halka, esasta ise egemenlere hizmet eder.
Adaletin yaygınlaşması, darbelerin önünün kesilmesi, eşit hakların söz
konusu olması ancak mülkiyetin sınırlandırılması ve özgürlüklerin önü-
nün açılması ile mümkün olabilir. Ancak bu uygulamalar güç odaklarının
oluşmasını engelleyebilir. Aksi halde mülkiyetin sınırlamayan her ana-
yasa gücü eline geçirecek muhtemel şer odaklarının darbelerine zemin
hazırlayacaktır. Mülkiyeti sınırlandırmayan her anayasa, kaçınılmaz
olarak oluşacak olan güçlüler sınıfı için zulümlerine dayanak olacak bir
kalkana, yine oluşması kaçınılmaz olan mazlum sınıflar için ise boyun
eğdiren, açlığa, çaresizliğe, umutsuzluğa sebep olan bir boyunduruğa
dönüşür. Doğal olarak zenginleşmeye-fakirleşmeye imkân tanıyan hiçbir
anayasa asla meşru olamaz; aksine halkın sırtında kambur, egemenle-
rin elinde silaha dönüşür. 
Karnı tok, sırtı pek soytarıların, karnı aç, çaresiz, kira zulmü altında ezi-
len, asgari ücretle köleliğe mahkûm edilen mazlum halkın sorunlarına
çözüm üretmeleri düşünülemez. Böyle bir beklentiye girmek ancak felç
edilmiş bir zihnin ürünü olabilir ki, algıları felce uğratma operasyonları-
nın baş sorumluları da halkın toprağına, üretim araçlarına, tüm imkân
ve olanaklarına el koyan iktisadi zorbalardır.
12 Eylül’de gerçekleşecek olan referandum, sistemin yenilenmesi ve
cilalanarak restore edilmesini amaçlıyor. Hak ve özgürlükler adına hiçbir
değeri yok. Referandum sonrası olası değişiklikler, mevcut durumu de-
ğiştirmeyecektir. 
Kısacası “EVET” sadece değişikliklerin değil, değişiklikler sonrasında
ortaya çıkacak genel durumun onaylanması, “HAYIR” ise -bazı devrimci
kesimler tarafından her ne kadar bu oyuna gelmeme amacıyla kullanı-
yor olsa da- var olan uyduruk anayasanın onaylanması şeklinde oku-
nacaktır. Dolayısıyla iki şekilde de egemenlerin çıkarına hizmet edilmiş
olacak ve sömürü devam edecek. Açlar açlıklarıyla, çaresizler de çare-
sizlikleriyle baş başa kalacaklar. 
Anayasaya gelince; elbette değişmeli, ama cilalayarak değil, adaletsiz-
liği ve her türlü eşitsizliği ortadan kaldıracak olan bir değişimle. Yeni
anayasa zenginlere ve güç odaklarına değil, tüm halkın çıkarlarına
hizmet etmelidir. Öyle ki, hiç kimse aç-susuz, evsiz-barksız kalmamalı,
hiçbir halk diğer bir halk üzerinde sulta kuramamalı, eşit, adil ve özgür
bir dünyanın önü açılmalıdır.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 101


13.08.2010 
KAYNAK: www.adilmedya.com

Aktif Destek Kararı


Üzerine
YAKUP DÖĞER

Böyle bir yazının ne kadar gereği vardı bilmiyorum, lakin bir Müslüman
olarak kendi düşüncemde Tevbe Suresi 71. ayetten yola çıkarak iki satır
da olsa kardeşlik görevimi yerine getirmem gerektiğine inanıyorum.
İslami Kuruluşların Anayasa paketini aktif olarak desteklemek üzere bir
araya geldiğini ve bunu bir bildiriyle ilan ettiğini öğrendik. İslami kuru-
luşların kendileriyle uzaktan yakından herhangi bir ilişkisinin olmadığı
bir platformda böyle aktif rol almaları, rol alanların Tevhidi Bilince sahip
olmaları da ayrı bir üzüntü nedeni olarak gün yüzüne çıkıyor.
Uzun zamandır tartışma konusu olan bu durum birçok konuya vakıf
Müslüman tarafından eleştirilmesine, bunun yanlış tarafta yer almak
olduğunun belirtilmesine  rağmen bu denli ısrarcı olunması anlaşılır bir
durum değildir. İslami Kuruluşların, ilk ve öncelikli görevlerinden biri
olması gereken hallerden Vahdet göz önünde bulundurulursa, bu vakte
kadar bu kuruluşlardan kaçı bir araya geldi, ortak bir açıklama yaptılar,
Müslümanlar arasındaki buz dağlarını eritmek için belli bir gayret sar-
fettiler düşünülmesi gereken bir konu...
Asıl ve gerçek bir gündem maddesi olan İslami Vahdetin, bunca savsak-
lanmasına rağmen,t amamen beşeri bir düşüncenin hakimiyeti üzerine
ortak noktada buluşmaları hangi İslami endişenin bir ürünüdür? Toptan
Allahın ipine sarılın ayetinin günümüzde daha çok anlam bulduğunu,
buna rağmen bu konuda herhangi bir gayretin gün yüzüne çıkmadığını
görüyoruz.
Bunun tam aksine ise “Sen onların heva heveslerine uyma” diyen İla-
hi iradenin tersi olan bu tür davranışların büyük bir gayretle gündeme
gelmesi ise endişe verici bir durum. Geçmişleri Tağuti sitemleri inkar

102 REFERANDUM TARTIŞMALARI


üzerine yükselen düşüncelerin zaman içerisinde reddettikleri sisteme
entegre olma gayreti anlaşılabilmesi daha da zor olan ayrı bir handikap
olara görülebilir.
Bazılarının Ortak metni benimsememek ama buna rağmen tam olarak
destek verme girişimleri nasıl bir yaklaşım onu da anlamak mümkün
değildir. Anayasa değişiklik paketinde inanç esaslarından hiç bahsedil-
memiş, tamamen batının anladığı manada bir özgürlük anlayışının lanse
edildiği çok net olarak görülmektedir. Bu paket hazırlanırken kendilerine
fikir danışılmayan, ziyaret edilmeyen, sizin fikriniz nedir diye sorulma-
yan İslami kuruluşlar, nasıl oluyor da asla ve asla kendi varlığını kabul
etmeyen Kemalist Laik bir sistemin anayasa değişikliğine olur deyip can
hıraş böyle mücadele ediyorlar.
Şimdi daha açık olmak gerekirse, bu Kuruluş Temsilcileri, imzacılar,
eğer bu düşüncelerinde samimi iseleler, geçsinler AKP saflarına, açıktan
mücadele etsinler, üye olsunlar, alsınlar ellerine bayrakları sokak sokak
dolaşsınlar, anlatsınlar insanlara bu değişikliğin nasıl bir iyilik getirece-
ğini.
Rengimiz net olmalı, Allahın Boyası belli, belirsizlik yok bu davada.
Yok, İslami Kuruluşların derdi bu anayasa değilse çeksinler elini eteğini
İlahi davaya zarar vermesinler. İslam’a yeni girenlerin anlayışına zarar
gelmesin. İslam’ın demokrasiyle, laiklikle anlaşılabilirliği gibi bir durum
ortaya çıkmasın bu hallerinden. Sonuçta ön saflarda yer alan ağabey-
lerimiz sıradan insanlar değil, avamdan hiç değil. Yılların mücadelesini
vermiş, çalışmış çabalamış, ezilmiş horlanmış bu davanın çilesini çek-
miş insanlar. Konuştuklarında ve davrandıklarında kendilerini örnek
alanlar var toplumda. Bu örnekliklerini İslami çizgilerindeki sadakatle
gösterseler daha makbul olacaktır sanırım.
Davranışlarımızı, Allah razı mı değil mi yaklaşımıyla değerlendirirsek
varacağımız sonuç daha verimli olacaktır kanaatindeyim. Kaldı ki, bu-
gün Anayasa değişikliğini desteklediğini söyleyen bu İslami kuruluşların
toplasan ülkede kaç oyu çıkar, neyi değiştirirler? Bu kadar açık bir du-
rum varken belli bir şuura ermiş kitlenin kafasını karıştırmaya gerek var
mıdır?
Şimdi bu hal böyle gidecek kanaatindeyim, çünkü bütün ikazlara rağ-
men dediğim dedik, çaldığım düdük misali gidiyorlar. Bu fırtına geçtik-
ten sonra aynı kuruluşları VAHDET üzere çalışmakta bir arada görmeyi
şahsen ben çok istiyorum, bunu bütün Müslümanlarda şiddetle arzu
ediyorlardır kanaatindeyim. Beşeri sistemlerin bekası için bir araya ge-
lenler, İlahi olandan yana nasıl bir tavır sergileyecekler merak konusu
olacak bu noktadan sonra. Referandum meselesi bir ay sonra gündem-
den düşecek, gelip geçecek, ama İSLAMİ VAHDET büyük bir sorun ola-
rak Müslümanların önünde yine duracak.
Bu anayasa değişikliğini takip eden bütün Müslüman camiaya seslen-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 103


sem edepsizlik etmiş olmam sanırım. Referanduma gösterilen ilginin bu
kuruluşlar tarafından VAHDETe ne derece gösterileceği konusunda ta-
kipçi olsak derim. Beşeri bir sistemin tamamen kendi bekası için verdiği
mücadeleye ortak olmak ve açıkça saf almak ile,bu konuda azami bir
gayret göstermek hangi vasfın muhatabı yapar bizleri bilmiyorum. Ama
İSLAMİ VAHDETe gösterilecek gayretin bizlerin temel görevlerinden biri
olduğunu çok iyi biliyorum. Haydi bakalım özgürlükçü ağabeylerimiz,
gazanız mübarek ola.
Aynı gayretin birinci sorunumuzda devam etmediğini görürsek davasın-
da samimi olmayanlar olarak değerlendirileceksiniz. Görelim bakalım
beşeri sistemle, Müslümanların vahdeti arasındaki mücadelenizde, ağır
basan yönünüz hangisi olacak. Allaha emanet olun. Her ortamda, her
platformda sizlerin Vahdet içi bir araya geldiğinizi, çalıştığınızı, bildiri-
ler hazırlayıp altına böyle toluca imzalar attığınızı görmeyi sabırsızlıkla
bekliyoruz. Mesela ayda bir VAHDET TOPLANTILARI, ayda zor olur der-
seniz, üç ayda bir, o da zor olur derseniz altı ayda bir, bir araya gelin
inşallah. Bütün ümmete moral olsun bu tavrınız. Çünkü bu bir farzdır
Müslümanların kanaat önderleri üzerine.

16/08/2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

Bana Ne Kardeşim!
MUSTAFA ÖMEROĞLU

Genç bir arkadaşla sürece ilişkin konuşmalar yapıyoruz…


Tabii  başkaları da var..
Referandum meselesi esas konumuz..
Bu bağlamda Anayasada yapılan değişiklikleri ele almaya çalışıyoruz
aklımız erdiğince.
Asker ve hukuk vesayetinin kalkması; yani YAŞ kararlarına yargı yolu
açılması, Anayasa Mahkemesinin ve HSYK’nın yapısının kısmen değiş-

104 REFERANDUM TARTIŞMALARI


mesi, parti kapatmanın zorlaşması, eski ve tabii ki bundan sonra olası
darbe kahramanlarına- ki başarı olurlarsa hepimiz Allah’a emanetiz-
yargı yolu açılması gibi başlıklar İslami camiada en gözde olanlardan.
E, haliyle biz de merkez gündemin dışına çıkamıyoruz, eksik kalacak
değiliz ya!
Memurlara grev hakkının verilmesi,kadınları ilgilendiren pozitif ayrımcı-
lık meselesi ve diğerleri ise hiç konumuz değil...
Birimiz asgari ücretli, diğerimiz emekli, birkaçımız öğrenci, aramızda
zaten kadın madın da yok, ne derdimiz olur ki işimize yaramayacak
malum maddelerle?
Bir ara gündemdeki tartışmalardan, özelde Müslüman kamuoyundan
kendilerini etkin ve yetkin görenlerin açıklamalarından iktibas edilen,
“Referandumda evet oyu verilmelidir. Çünkü malum değişikliklerle yıl-
lardır Müslümanları tahakküm altında tutan güçlerin tasfiye edilmesi,
dahası yargılanması söz konusudur.” gibi ifadelerle beraber,”Bu, aynı
zamanda AKP’yi gelecek dönemde de iktidarda tutmanın Müslümanların
boynuna farz kılınması demektir. Aksi halde sürecin tersine dönme riski
söz konusudur.” şeklinde varsayımlar dile getirildi ki; genç arkadaşımın
son varsayıma ilişkin tepki içeren şu sözleri dikkatimi çekti:
“Valla beni AKP’nin iktidarda kalması filan hiç ilgilendirmiyor. O iktidar-
da değilken de ben asgari ücrete talim ediyordum, şimdi de!
AKP iktidar oldu da benim hayatımda sanki bir şey mi değişti?
Boş geçin efendim, boş geçin! AKP’nin iktidarda kalma gerekliliğini
para, mal mülk, makam, mansıp türü şeylerden nasiplenenler düşün-
sün... Bana ne kardeşim?”
E, ne diyelim, Anayasa değişikliği tartışmalarına bir de bu gözle bakan-
lar var..
İsterseniz sıradan, isterseniz siyasi basiretten yoksun bulun..
Ama hayata dair sorunları doğrudan, hemen şimdi yaşayanların, bu
sebeplerle gidişattan bir gelecek tasavvuru bile çıkaramayanların tepki-
sidir bu..
Tevhid, şirk, ulûhiyet gibi kavramlar; tağuti sistemlerin, demokrasi ve
laikliğin İslam karşısındaki yeri vb. başlıklar maalesef bahs-i diğer..
Kabahat bizim değil; darılmasınlar, gücenmesinler ama ikide bir sürece
ilişkin destek açıklamaları yapan dostlarımızın!..
Kavram karşılıklarından hayata özgü çıkarılacak tepkileri pragmatik ge-
rekçeler uğruna pause düğmesine basarak durduranların!
Türlü haksızlıklara, iktidarların ayak oyunlarına karşı geliştirilecek ref-
leksleri şimdilik kaydıyla da olsa hepi topu bir oya indirgeyenlerin!..

REFERANDUM TARTIŞMALARI 105


Anayasa değişikliğinin oylanmasından sonraki süreçle ilgili gelecek kur-
gusuyla insanları yönlendirmek işte bir yere kadar; o dünden, verilen
sözlerin yerine getirilmemesinden ders almışçasına şimdiye bakıyor,
şimdi kendisine verilen değere dikkat çekiyor..
Yaşı kaçsa artık, o kadar yıl onu aldatanlar silsilesine katılanların bun-
dan sonraki dönemlere ilişkin vereceği sözlere niye inansın ki genç kar-
deşimiz?
İnsanların olaylara durdukları yerden, kendi zaviyelerinden bakmaları
önlenebilir bir şey olmadığına göre, ne denilebilir ki gösterilen tepkiye?
Ha bu ara, koca koca meseleler dururken fakir fukara edebiyatı da ne-
reden çıktı diyecekler varsa şayet, tuzu kuru olanlar zümresinden sayı-
lıp sayılmadıklarına baksınlar şöyle bir..
Onlar bilmezler mi, Anayasa değişikliği tartışmaları özünde İslam,
Kur’an karşıtlığı ekseninde gelişen güç kavgasından başka nedir ki?
Kayıkçı kavgaları sırasında illüzyon niyetine kullandıkları “sosyal devlet,
sosyal adalet” palavralarına mı kanacağız, “ezilenler ve sömürenler gibi
sınıflı toplum olması iktidarların tabiatı gereğidir” kabulü ortada iken..
Ta geçmişe doğru gittiğimizde ve o günlerin Anayasa tartışmalarını
okuduğumuzda da iktidar ve muhaliflerinin, özelde Müslümanları ve
inançlarını saf dışı tutarak, kendi inanç ve ideolojileriyle bezedikleri ko-
numlarını daha bir güçlendirme adına dalaşa girdiklerini görmek çok zor
değildir..
Halk, millet denilen unsur aslında hiç gözde yoktur ve dediğimiz gibi
onların kanaatleri ancak bir atımlık oy kadar önemlidir, olmadı darbe ve
muhtıralar her daim yedektedir..
Yaklaşık seksen yedi yıldır yaşananlar ortada, inkara mahal yok.. 
Bu çerçeveden hareketle elan, şimdi yaşananların, asgari ücretlinin,
asgari ücret bile alamayanların ve benim gibi emeklilerin hayat koşulla-
rını ekonomik anlamda iyileştirmeyeceği gerçeği ortada iken hiçbir şe-
kilde müdahil olamadığımız ve zaten yok sayılmamız hasebiyle de bize
sorulmayan siyasi gelişmelere ilişkin beylik laf ve yorumlarla niye ömür
tüketelim ki genç dostumuzla beraber?
AKP’nin iktidarda kalıp kalmayacağını niye dert edinsin ki, yok paraya
mahkûm çalışan, çocukları, ailesi için yarına dair sürekli endişe taşıyan
genç kardeşimiz?
Allah var problem yok diyecek kadar teslimiyetçiliğe indirgenip geçiştiri-
lecek bir durum mudur bütün bu yaşananlar?
TBMM, TSK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, HSYK, YARSAV,
üst kurullar, işçi ve işveren sendikaları, TÜSİAD, MÜSİAD vs. hepsi tuzu
kuru mu kuru olanlardan müteşekkil yapılar değil mi, ne derdi olur on-

106 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ların garibim insanların beklentilerine dair?
Sanıyor muyuz ki adı geçenler ve geçmeyenler gerçekten işsizleri,
asgari ücretlileri, düşük maaşla çalışan işçi ve memurları, çaresiz has-
talığa yakalanmışları, borçluları, evsiz barksız zor şartlarda kiralarda
yaşayanları, anlık hazlar için bedeni sömürülen kadınları ve daha nice
mağdurları düşünür, onlar için çare üretirler?
İktidarı ile muhalefeti ile düşünselerdi şayet, insana özgü kanunlarda
uzlaşır, mağdurları dardan kurtaracak trilyonları sık aralıklarla genel se-
çimlerde, referandumlarda israf etmez, insanlarla sosyal adalet, sosyal
devlet ilkesince bihakkın paylaşırlardı..
Vicdanları olsaydı şayet, kendi mutlulukları için insanımızı hem maddi
hem de manevi gerilimlere mahkum etmezlerdi..
Havuzlu villa polemikleri, 280 liracık maaş farklılığı tantanası,- ikti-
dardakiler bilmezler mi ki o kadarcık paraya günün on dört saati talim
eden yüz binler var, milletimiz denilen insanlar arasında- bir şeyler an-
latmıyor mu bizlere?
Koca koca adamlar meydanlarda bunları konuşacak, akıllı siyasetçi ola-
caklar; fakir fukara takımı, asgari ücretliler, işsizler “Hani benim sosyal
haklarım?” diye sorduklarında, “yahu mesele görece özgürlükler ka-
zanmak, askeri, hukuki vesayetten şundan bundan kurtulmak; senin
işsizliğin, aldığın ücretin yetersizliği değil ki!” şeklinde kurgulanan tahfif
edici ifadelerle siyasi basiretten yoksun ilan edilecekler, öyle mi?
Demeye çalıştığımız şudur ki; palyatif önermeler, pragmatik yakla-
şımlarla ancak birilerinin iktidarını muhkemleştiririz biz; en kötüsü
de meşrulaştırmış oluruz ki bu da artık sloganlaştırılmış kabul edilen
“Tevhid”den mülhem kavramlar dünyamıza, kendi adımıza söylersek,
saygısızlık etmekten başka bir şey değildir..
Bu tür yaklaşımları da yersiz eleştiriden, sloganik, ayağı yere basma-
yan söylemlerden, geleceğe dair çözüm ortaya koymayan basiretsiz
yorumlardan; dahası, hiçbir şekilde bedel ödemediği, bu yolda zahmet
çekmediği iddia edilen insanların mazoşistçe düşüncelerinden ibaret
görenler, uzun yıllardan bu yana şirk anayasalarına, tağuti sistemlere
ve en önemlisi tevhide dair söylemlerini hatırlasınlar bir bir ve bizlere
kim, nerede nasıl bedel ödüyor; kimler, nerede dünyasından, malından-
mülkünden vazgeçmiş, kimler ellerinde kılıç kalkan mücahede içinde,
kimler tevhid eri ekseninde örneklik ortaya koyuyor göstersinler ki peş-
lerinden gitmezsek ne olalım!
Ve genç arkadaşın gelecek seçimlere ilişkin “Bana ne kardeşim AKP’nin
iktidarda kalmasından… ilaahir” tarzı sığ ve basit ve hatta gündemle
alakasız görülen söylemi üzerinde onlar da kafa yorsunlar..
Öyle ya..

REFERANDUM TARTIŞMALARI 107


Sıradan bir bireyden, sıradan bir tepki!
Mesele onun asgari ücreti, ekonomik sıkıntıları, geleceğe dair endişeleri
değil ki?
Daha öncelikli sorunları var ümmetin!..
Hele bir Anayasa değişsin!
Surda birkaç delik açılsın!
Ha, bu ara ne demişti iktidarın başındakiler?
Kimse devlet kapısına iş aramak için gelmesin!
Herkes kendi işini kursun!..
Yok öyle artık torpil bilmem ne ile kamu kuruluşlarına kapı atmak!
Sanki kendileri devletin tüm olanaklarını hem de azgınca kullanmıyor-
larmış; sanki soylarını, sülalelerini iktidar olmanın imtiyazlarından muaf
tutuyorlarmış gibi..
Ah vasıfsız ve bir o kadar da sahipsiz kardeşim..
Senin işin zor be dostum!
Sosyal adaletmiş, sosyal devletmiş, geçelim onları!
Önemli olan iktidardakilerin hem siyasi hem de ekonomik güçleri..
Efsunlu sözlerle pazarlanan değişiklikler ağzımıza bir parmak bal çal-
mak kabilinden; ama esas niyet her zaman olduğu gibi var olan güçleri-
ni tahkim etmek..
Ama sen şu bir atımlık oyunu “Evet” niyetine bir kullanıver hele(!)..
Gerisi Allah kerim!
17/08/2010
www.islamvehayat.com

108 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Referanduma
Katılmak Haramdır
ABDULLAH İMAMOĞLU

Öncelikle Hayrettin Karaman’ın 30-07-2010 tarihinde Yeni Şafak


Gazetesi’nde kaleme almış olduğu “Müslümanlar referanduma katıla-
bilirler mi?” başlıklı yazısı beni ne kadar mütessir kıldığını ifade etmek
isterim.
Yazımızın içeriğine girmeden önce, ilim sahibi kimselerin konumları
itibariyle nekadar sorumluluk taşıdıklarını, yaşadıları toplumlarda ne
kadar etkin söz sahibi olabileceklerini ve diğer insanlara nazaran ne
kadar farklı bir pozisyona sahip olduklarını bir kaç Şerî nassla hatırlat-
mak isterim. Allah Subhânehu ve Teâlâ, İslâm âlimleri hakkında şöyle
buyurmuştur: 
 “Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan korkar.” (Fâtır 28)
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ise âlimlerin farklı oluşunu, konumla-
rının ehemmiyetini şu sözleriyle beyan etmiştir:
“Âlimler Enbiyâ’nın vârisleridir.” (Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû’d Derdâ
Radıyallahu Anh kanalıyla tahriç ettiler)
Görüldüğü üzere İslâm, âlimlerine çok farklı bir kıymet vermiş ve sahip
oldukları ilimlerinden ötürü onları Nebîlerin vârisleri olmakla ödüllendir-
miştir. Allahu Teâlâ’nın buyruğundan hareketle, Allah’tan hakkıyla kork-
maya layık zümreler şüphesiz İslâm âlimleridir. Âlimlerin pozisyonunu,
pozisyonunu olduğu kadar kendilerine yüklenen sorumluluğun azameti-
ni idrak etmek açısından serdettiklerimiz pek mânidardır.
Bu hakikatleri sizlerle paylaştıktan sonra Hayrettin Karaman’ın Yeni Şa-
fak Gazetesi’nde yayımlanan “Müslümanlar referanduma katılabilirler
mi?” yazısını değerlendirmeye başlayabiliriz.
Hayrettin Karaman’ın yazısında şu ifadeler yer alıyor; “ Referanduma
katılma konusunda din kuralları bakımından tereddüt geçirenlerin bu-
lunduğu anlaşılıyor. Bazı Müslümanlar �Bu anayasanın İslam’a uygun
olmadığını, ona veya bazı maddelerine “Evet” demenin, İslam’a aykırı
olan bir düzenlemeye “Evet” demek hükmünde olduğunu’ ifade ediyor-
lar. Samimi düşüncelere, yorumlara, kanaatlere saygılı olmakla beraber
eğer varsa farklı düşünce ve yorumları da dillendirmek gerekiyor.
Konusunu örneklendirmeyle sürdüren Karaman şöyle devam ediyor:
Şöyle düşünelim: Bir parti başörtüsü ile tesettürü serbest bırakacak,
İmam Hatip Okullarından mezun olanların da imtihanını kazandığı

REFERANDUM TARTIŞMALARI 109


üniversitelerde okumasına imkan verecek... bir düzenleme yapacağı-
nı vaad ediyor, bir başka parti de bunlara karşı çıkıyor. Seçim sandığı
ortaya konduğunda Müslümanlar ya seçimi -yukarıda naklettiğim teze
dayanarak- boykot ederler veya Müslümanların işine yarayacak düzen-
lemeleri yapacağını vaad eden partiye oy verirler. Birincisini yaptıkları
takdirde Müslümanların dini hayatlarını yaşamaları daha da zorlaşacak,
zaman içinde caiz olmayan davranışlara alışkanlık hasıl olacak ve uzun
vadede dini korumak da mümkün olmayacaktır. İkincisini yaptıklarında
ise -onların iradesi dışında laik kanunlar zaten var olduğu için- oylarını,
İslam’a uygun olan veya Müslümanların, korumaları gereken maddi ve
manevi değerlerini korumaları bakımından daha iyi bulunan kanunlara,
kararlara ve düzenlemelere “Evet” demiş olacaklardır. (Yeni Şafak Ga-
zetesi, 30-07-10)
Hayarettin Karaman’ın söylemlerini bir kaç zâviyeden ele almak ve de-
ğerlendirmek mümkün. Muhtasar bir şekilde,  Şöyle ki;
1- Meselelerin, vakıaların değerlendirilmesinde, fiillerin tayininde prag-
matik düşünce biçimi/yaklaşımı câiz değildir.
Pragmatik yaklaşım ya da pragmatizm anlayış şu şekilde izah edilmek-
tedir: “ Ameli, neticesinde görülen fayda ve zarara göre değerlendirme
yaklaşımı. Amellerde fayda ve zararı ölçü kabul etme yaklaşımı.” Başka
bir ifadeyle “ faydalı olan iyidir, yapılmalıdır, zararlı olan şey kötüdür ve
yapılmamalıdır” anlayışı... Yani aklı amellerin tâyininde hakem kılmaktır
bu yaklaşımın özü...
Kellâ!!!! Bu böyle değildir. Müslümanların amellerinde asıl belirleyi-
ci değişken olan menfaat değil, Ahkâmu Şer’iyyedir. Allahu Teâlâ’nın
kullarına o konudaki hitabıdır belirleyici olan... Allahu Teâlâ’nın Rasûlu
vasıtasıyla gönderdiği Risâlet’e başvurarak hayatımızı O Risâlet’e göre
tanzim etmek esas olandır. Şâri’nin hayır’ olarak gördüğü hayır, şer’
olarak gördüğü ise şerdir bizim için. Müslümanlar için iyiyi-kötüyü,
hayrı-şerri ve güzeli-çirkini belirleyecek merci ancak ve ancak Şeriat’tır.
Konumuza ışık tutması bakımından şu âyet-i  kerimeye tevcih etmek
isabetli olacaktır:
“Cihad, hoşunuza gitmediği halde üzerinize farz kılındı. Bazan bir şeyi
kerih görürsünüz halbuki o şey sizin için bir hayırdır. Ve bazan da bir
şeyi seversiniz, halbuki o şey sizin için bir şerdir. Ve Allah Teâlâ bilir,
sizler bilmezsiniz.” (el-Bakara , 216)
Bazen menfaatlerle Şâri’nin hitabı çatışabilir. Ve Müslümanın burda
segileyeceği tavır malumdur. Müslüman amellerinde Şerî Hükümlerle
mukayyettir. Neticesi neye varırsa varsın vahye kulak vermeli ve O’na
icâbet etmelidir. Allah Suhânehû ve Teâlâ’yı râzı etmenin yolu budur.
2- Fiillerde asıl olan Şerî Ahkamla kayıtlı olmaktır.
Müslümanların hayatlarını tanzim etme, karşılaşılan problemlere çö-

110 REFERANDUM TARTIŞMALARI


zümler üretme selâhiyetine sahip tek kaynak İslam Risâleti’dir. Başka
bir anlamda Şari’dir. Allah’ın rızasını  arzulayan kimse Allahu Teâlâ’ya, 
Rasülüne ve getirdikleri hükümlere tâbii olmakta azami gayret göster-
melidir.
Zaten Müslümanların hayatlarında, karşılaştıkları, çözüme muhtaç
problemlerde Şari’nin hakem kılınması dini bir zarurettir. Müslümanlar
amellerinin tayininde Şâri’nin hükmüne  kulak vermeyip, beşeri akıldan
neşet etmiş aklî çözümleri, kokuşmuş küfür sisiteminin bir parçası olan
demokrasi îmâlatı olan Referandumu hakem kabul etmeleri kesinlik-
le caiz değildir. Konuya ışık tutması bakımından zikredeceğimiz âyet-i
kerîmeler dikkate şâyandır. Allahu Teâlâ âyetinde şöyle buyurmaktadır:
“Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve Resulüne çağrıldıkları zaman
mü’min olanların sözü: «İşittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte felaha
kavuşanlar bunlardır. Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse ve Allah’tan
korkup O’ndan sakınırsa, işte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır.
“ (en-Nûr , 51-52)
Başka bir beyânında Allah Celle Celâluhû şöyle buyurmuştur:
“Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim
vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O da (şöyle)
demiş olur: -Ben görmekte olan biriyken, beni niye kör olarak haşrettin
Rabbim? (Allah da) Der ki: İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti, fakat
sen onları unuttun, bugün de sen işte böyle unutulmaktasın.” (et-Tâ-hâ
(20) , 123-126)
Allahu Teâlâ  Ahzab süresi 36, ayetinde Şöyle buyuruyor:
«Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mü›min olan bir erkek ve
mü›min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı
yoktur.»
Referandum meseleside Şâri›ye müracat edilmesi gereken bir mesele-
dir. Şâri›nin emri doğrultusunda hareket edilmelidir.
3- Kokuşmuş demokrasinin bir ürünü olan Referandum›a katılmak ha-
ramdır.
Mâlum referandum, Anayasa Değişiklik paketinin insanların oylamasına
sunulmasıdır. İnsanların oylamasına sunulan Anayasa, Türkiye Cum-
huriyeti anayasasıdır. Yani gayri İslâmi bir anayasadır. Müslümanlardan
istenilen ise gayri İslâmî kanunları onaylamak ve kendilerine kanun
olarak belirlemektir. Bunun İslâmî açıdan kabulu asla sözkonusu değil-
dir. Çünkü Cumhuriyet, laiklik ilkesi ve kokuşmuş demokrasi İslâmdan
değildir. İslâm Akîdesiyle taban tabana zıttır. Bu yüzden İslâm›ın tas-
vib etmediği her türlü amel ve fikir merduttur. İslâm›dan değildir.
İslâm›dan mış gibide gösterilemez. Bakınız Allah›ın Rasûlü Muhammed
Sallallâhu Aleyhi ve Sellem nasıl buyuruyor:

REFERANDUM TARTIŞMALARI 111


«Kim bizim işimize (dinimize) uygun olmayan bir şeyle gelirse o red
olunmuştur.»(Müttefikun aleyh)
Yukarıda söylediklerimizin aksine, hayata egemen olan, söz sahibi olan,
kanun koyan ve hükmeden ancak ve ancak Allah Subhânehû ve Teâlâ
olmalıdır.
Allah Celle Celâluhû İslâm Risâletiyle insanlığa hüküm vermeyi em-
retmiştir. Bizler nasıl olurda Risâleti hayat sahasından, yönetimden ve
devletten uzaklaştırabiliriz? Allahu Teâlâ kat›î surette kendi hükümle-
riye hükmedilmesini emretmekte ve o hükümlerden uzaklaşılmasınada
asla rıza göstermemektedir. Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle buyurmak-
tadır:
«Aralarında Allah›ın indirdiği ile hükmet/yönet ve onların arzularına
uyma, Allah›ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmala-
rından sakın (Maide, 49)
Görüldüğü üzere Allahu Teâlâ hükümlerinin hayat sahasından uzak-
laştırılmasına kesinlikle müsade etmemektedir. İşte kokuşmuş tâğuti
düzeninin bizlerden istediği de budur. Allah›ın hükümlerini hiçe sayarak
beşerin oluşturduğu kanunları onaylamak. Bizden istenen egemenliğin
Allah Azze ve Cella yerine beşerî, Nizamlarına verilmesini onaylamak
değilmidir? Allah aşkına bunun İslâm›daki yeri nerede?
Ey Kerîm Kardeşlerim!
Çözüm Müslümanların değerlerine hiç bir sûrette değer vermemiş bir
tâğuti sistemin bekâsı için çalışmakta değildir. Çözüm İslâm›ı kâmil
mânada hayat sahasına indirgeyip Müslümanların hayrına çalışacak
olan II. Raşidî Hilâfet Devleti›nin ikâmesindedir.  
Müslümanlara düşen görev Allah›ın lanetlediği bu sistemler içerisinde
çözüm aramak yerine bu sistemleri alaşağı edip insanlığı zulümatlar-
dan Nura çıkaracak, Rahmet kaynağını hayata hâkim kılacak II. Râşidî
Hilâfet›in ikamesi için çalışmaktır.
 «Çalışanlar bunun için çalışsınlar.» (Saffât 61)
17.08.10
KAYNAK: www.kokludegisim.net

112 REFERANDUM TARTIŞMALARI


‘Referandum’ üzeri-
ne bir ‘memorandum/
hatırla(t)ma’
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

‘Referandum’  kelimesi yerine ‘plebisit’  kullanılırdı, eskiden.. Gençlik


yıllarımızda, bu kelimeyi, bu terimi sık sık duyardık, Keşmir Buhranı
dolayısiyle..
1947’de, Hind- Pakistan bölünmesi sırasında, eyaletlerin hangi tarafta
kalacağı belirlenirken, Keşmir’de de öyle bir ‘plebisit’  yapılmıştı.. Ve
müslüman halk, Keşmir’in, Pakistan tarafında kalınmasını irade ey-
lemişti.. Ama, İngiliz egemenliği döneminden beri Keşmir eyaletinin
sadrâzamı olan Şeyh Abdullah, müslüman halkın bu kararını tanımadı
ve Hindistan istiklal hareketinin lideri  Gandhi ile olan yakın dostluğu-
nun hatırına, Keşmir’i Hindistan’a bağladığını açıkladı.. Ve, o hıyanetle
60 küsur yıldır ne büyük acılar çekildi.. Ne kadar daha çekileceği, ayrı
bir konu..
Halbuki, daha önce yapılan uzuun ve çetin müzakerelerden netice alı-
namamış ve
Ve o zamanki bir yanlışın ve müslüman halkın iradesine hıyanetin acıla-
rı, 63 yıl geçtiği halde, hâlâ da giderilemedi..
Esasen, artık başka uzun müzakerelerden sonra, bir çıkış yolu bulu-
namayınca, halkın görüşüne, tercihine müracaat olunmuştu. Artık gö-
rüşülecek, üzerinde müzakere olunacak bir şey kalmamıştı.. Halk, ya
Hindistan tarafını tercih edecekti, ya Pakistan..
Ama, artık başka bir müzakere kapısının olmadığı bir noktada, plebisit
veya referandumda halk sözünü söyledikten sonra,  Şeyh Abdullah,
‘Keşmir’de son sözü ben söylerim’ deyiverdi ve halkına ihanet etti.. (Ki,
işbu Şeyh Abdullah 1984’de kadar Keşmir Sadrâzamı olarak hük-
metti ve o sıfatla öldüğünde Hindistan Hükûmeti, ona, -onun için, laik-
lik arslanı gibi övgülerle- çok büyük bir cenaze töreni yaptı.)
Bizim müslüman halkımız da kendi iç düzenlemeleriyle ilgili olarak refe-
randum terimiyle son elli yıldır tanışmaya başladı.. Uzun müzakereler-
den sonra ortaya çıkan bir metnin, bir sonucun kabul edilip edilmediği-
nin, halka sorulması.. Artık orada, halkın, başka bir görüş belirtme ihti-
mali yoktur..  Ve halk kabul ederse, onun meşruiyetinin, hukukî açıdan
geçerliliğinin tek ölçüsü o ‘kabul’ veya ‘red’dir!

REFERANDUM TARTIŞMALARI 113


Ya, (Evet) vardır, ya da (Hayır!)
Ama, burada halk kitleleri, nihaî sözü söylüyor gibi gözükür, ama, öyle
değildir.. Halka, başka bir sözü söyleme imkanı bırakmayıp, iki şıkkı
olan bir ‘dayatma’ sözkonusudur..
Hani, ağır yük taşıyan birisine sormuşlar, ‘Yokuşu mu seversin, inişi
mi?’ diye.. O da, ‘Düzyola n’olmuş ki, niye onu sormuyorsunuz..’ diye
karşılık vermiş..  
Şimdi, halkımıza da, ‘ya şu, ya da bu..’ diye sorulanların hususların
nerelerde, nasıl hazırlandığı biliniyor.. Halkımız, kendi iradesini eline
alabilse, ‘düzyol’unu, kendi aklına yatan ve kalbini tatmin eden doğru
yolunu biliyor; ve bu yüzden, engebeli yollara hiç yönelmiyecektir..
Ama, ona zorbalarca öyle bir anayasa kabul ettirilmiştir ki, daha başın-
da, bir takım ‘ilke ve devrimler’in insan hak ve hürriyetlerine aykırı
olarak anlaşılamıyacağı’ temel şart olarak dayatılır.. Yani, Keşmir’i satan
Şeyh Abdullah’ın bizdeki benzerleri, anayasa düzenmelelerinde, işlerini
taa baştan sağlama almışlardır..
Su başlarını devler tutmuştur..
Evet, ‘referandum’dan söz ederken, böyle bir ‘memorandum /
hatırla(t)ma’ dan sonra, asıl konumuza geçebiliriz..
*
Bir okuyucu mesajı şöyleydi, özetle:
(Bazı müslüman grupların oluşturduğu, 10 kadar sivil toplum kuruluşu
(STK) bir deklarasyon yayınlayıp ’Evet’ tavrını açıkladılar.
Bazı ortamlardan yansıyan tepkiler de, mes’eleye  ’şirk düzeni/ siste-
mi/ anayasası, bize ne…’  vs  açısından bakıldığını göstermekte..
Bazıları,  ’Biz yokuz’  derken, diğer bazıları da ’Hayır’  da yarışacakla-
rını söylemekteler..
Ekseriyet ise,  ’Evet’ diyor ..
Ama, onlar da, bazılarınca ’şirk çukurları’na düşülmekle korkutulmaya
çalışılıyor..)
*
Bu konuda, kısaca şu hususlar söylenebilir:
12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’nin hazırladığı ve halka, ‘ölümlerden
ölüm beğen..’ mantığıyla sunduğu ve kabul edildiğinin açıklandığı 1982
Anayasası’nda, bu zamana kadar birçok değişiklikler yapıldı.. Ama, hiç-
birisi şimdiki kadar gürültü koparmadı. Çünkü, onlar temele dokunma-
mıştı..
Bu kez yapılan değişiklik ise, yetersiz de olsa devlet mekanizmasının ve

114 REFERANDUM TARTIŞMALARI


TSK ve özellikle de yargının başına buyrukluk haline bir dizgin vurma-
ya yönelik olduğundan, kendi varlıklarını kemalist/laik rejimin gücüne
bağlamış olan bütün sosyo-politik güç odakları, bu yeni düzenlemeye
şiddetle karşı çıkmakta ve kendi saltanat ve tasallutlarını, cumhûriyet
yaldızlamasıyla sürdüren güç odakları, referandum / halkoylaması
merhalesinde toplumu yeni korkularla teslim almaya çalışmaktadırlar..
Konuya genel bir bakış açısından bakmakta fayda olsa gerek:
*
Yöneticilerle yönetilenler arasında, karşılıklı yetki, sorumluluk ve mükel-
lefiyetleri belirleyen sosyal sözleşme niteliğindeki ‘anayasa’ anlayışının
bizdeki tarihi, ilk, 1876’ya dayanır. ’Kanûn-i Esasî,  Teşkilat-ı Esâsiye
Kanunu ve Anayasa diye anılan metinlerle tanışmamız o zamandan
başlar.
Ve, bunların ilkinin Şer’-i Şerîf’e uygun olduğu Bâb-ı Meşihât tarafından
ifade edilmiş ve halk, onu bir kutsal metin gibi görmüştür. (Daha ön-
cesindeki tarihimizde ise, saltanatın kendisi değil, uygulamalarının Şer’i
Şerif’e uygun olup olmadığı, yine o sistem tarafından vazifelendirilen,
yetkili kılınan makamlardaki ulemâ kesimince  belirlenirdi, asırlar-
ca..)  Ama, 1876’da yürürlüğe konulan ilk Kanûn-i Esâsî’yi,  Sultan
Abdulhamîd, ‘93 Harbi’ diye anılan 1877-78 Osmanlı –Rus Savaşı’nın
sosyal felaketleri içinde uygulamamıştı.. O Kanûn-i Esasî, ancak
1908’de uygulamaya konulmuştur, 2. Meşrutiyet’in ilanı ile..  Ama, o
metin de, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle sonuçlanan I.
Dünya Savaşı esnasında, yeni iktidar sahiblerinin, İttihadçı’ların yorum-
larıyla yine eğilip bükülmüştür.
Osmanlı’nın enkazı üzerinde, emperyalist güçlerce oluşturulan yığın-
la rejimlerden birisi olan TC. rejimi de, 1924 tarihli ‘Teşkilat-ı Esâsiye
Kanunu’nu kabul etmiştir..
Ama, o metin de, Birinci ve İkinci Şef’lerin mutlak diktatörlükleri dö-
neminde, 1950’ye kadar, hiçbir temel konuda ölçü olmamış ve ancak,
1950-60 arasında uygulanabilmiştir.
*
Ne var ki, o uygulama dönemi de, 27 Mayıs Askerî Darbesi tarafından,
Anayasa’nın ihlali edildiği gerekçesiyle kesilmiştir.. İhtilalcilerin, Ad-
nan Menderes ve 2 Bakan’ı, ‘anayasasayı ihlal ve tagyir’ suçlamasıyla
dârağacına çekerken; kendilerinin, o anayasayı bütünüyle kaldırıp, ül-
keyi kararnamelerle yönetmeleri ise, bir ayrı traji-komik ironidir.
*
1961 Anayasası’nı nasıl bir dayatmayla kabul ettirildiğine gelince..
22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde başarısız kalan iki
askerî darbeye tevessül eden ve Harbokulu Kom. Alb. Tal’at Aydemir, 

REFERANDUM TARTIŞMALARI 115


idâmıyla sonuçlanan yargılanışı sırasında, ‘Giresun’da Garnizon Komu-
tanı olarak, halkın göğsünde sigara söndürerek, zorla kabul ettirdiğim
anayasayı, ihlal etmek suçlamasıyla idâm talebiyle yargılanıyorum..’
demişti..
Bu söz, aslında konuyu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaya yeterlidir..
12 Mart 1971 Askerî Müdahalesi’nden sonra ise, zamanın askerî şefle-
ri, ‘1961 Anayasası’nın topluma çok geniş geldiğini’ söylemiş ve
30 yıllık CHP’liyi partisinden istifa ettirerek, ‘bağımsız’ (!) hale getirip
Başbakan yaptıkları Anayasa Prof.’u  Nihad Erim de ‘hürriyetlerin üzeri-
ne şal atmak gerektiği’ni söylemiş ve öyle de yapmıştı..
*
12 Eylûl 1980 darbecileri de, yeni bir anayasayı uygulamaya koymuş-
lardı, 1982’de..
Ancaak, unutmayalım ki, ünlü laik hukukçulardan Sâmi Selçuk bile,
1982 Anayasası’nın hile ve cebr kullanılarak, süngüucu zorla-
masıyla kabul ettirildiğini ve bundan dolayı, ‘mutlak butlanla bâtıl
olduğunu’ ve hukuken, ‘keenlemyekûn (bütünüyle yok) sayılması
gerektiğini’ söylemişti.. Bu sözün önemi, Selçuk’un o sırada Yargıtay
Başkanı olmasından geliyordu..
*
Bütün bu anayasa yapımları ve uygulamalarında da itirazlar olduysa
bile, bunların herbirisinin ortak özelliği, sistem-içi  itirazlar olmasıydı..
İktidara kim gelirse gelsin, yönetim mekanizması egemen güçlerin iste-
diği şekil ve yönde işliyordu.
Şimdi yapılan değişiklikler için ise, mevcud sistemi temelden bozabile-
ceği, sistemde bir gedik açıp, laik diktatörlüğe karşı olanların işini ko-
laylaştırabileceği korkusu hâkim..
Çünkü, bu son değişiklikleri yapan siyasî iradenin başı Tayyîb Erdoğan,
ısrarla,  ‘devletin değil, insanın yüceltilmesini esas aldığını’ ve bu deği-
şikliği, oligarşik ve bürokratik diktayı kırabilmek için yaptıklarını söyle-
mekte ve böylece egemen laik anlayışa ters düşmektedir.
Gerçi, anayasada bu son tartışmalı değişiklikleri gerçekleştirmek iste-
yen irade de, bu rejimin koyduğu kuralların içinde kalarak yönetmeyi
esas aldığı için; korku, ondan da değil.. Ama, yapılan bu değişikliklerin,
mevcud sistemin temellerini ileride dinamitleyebileceği korkusundan
geliyor.
Halbuki, yapılan değişiklikler, sistemin gerçekten de halkımızın istek ve
iradesine uygun bir çerçevede yapılması gerekenlerin binde biri bile de-
ğil.. Ve, itiraz edenlerin de bir takım görünür ve mevcud menfaatlerini
tehlikeye atan bir durum da yok, henüz...

116 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Ama, teorik olarak, ileride kendi dünya görüş ve ideallerinin zarar göre-
ceği vehmine dayalı bir muhalefet cebhesi oluşturulmuş bulunuyor.
Bugün, mevcud sosyo-politik  yelpazede CHP, MHP ve BDP gibi birbirine
karşı ve zıd kutublarda gözüken güç odakları ve diğer kurum ve örgüt-
lerin, 12 Eylûl 80 Darbesi’nin anayasasını korumak için cansiperâne
bir şekilde çırpınmalarının temelinde, kendi dünya görüşlerinin hayat
alanının daha bir daralacağı ve halkımızın birazcık da olsa rahat nefes
alıp, haklı taleblerini, daha yürekli olarak dile getirebilecekleri korkusu
yatmaktadır..
*
Bu referandum da, önceki referandumlar ve seçimler gibi, egemen ke-
malist / laik dikta rejiminin genel çerçevesi içinde cereyan etmektedir.
Ve mevcud anayasanın Başlangıç kısmında yazılanlar ve değiştirilmesi-
nin teklif bile edilemiyeceği ilk 4 maddesi ile, insan hak ve hürriyet-
lerine aykırı olarak anlaşılamıyacağı, anayasa metninde açıkça ya-
zılarak, gerçekte insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu itiraf olunan
‘inkilap kanunları’nın varlığına rağmen; kemalist-laiklere bu garantiler
de yetmemektedir..  
Bu tartışmalar içinde, bu sisteme, temelden karşı olanların, ‘bizi ilgilen-
diren bir tarafı yok..’ demeleri de, sûrî -şekilci mantık açısından müm-
kündür..
Ama, istesek de-istemesek de, halkımız ve herbirimiz, o sistemin koy-
duğu kanun ve kurallar içinde hareket etmek durumundayız; onu ber-
taraf edemediğimiz müddetçe..
Bu durumu kabul etmiyenlerin, ferdî olarak bu sistem dışında kalmaları
mümkün olmadığı gibi, kitlevî olarak da, bu sistemi, temelden bertaraf
edecek bir ‘inqılabcı tavır ve eylem’i sergilemesi hem şu anda pek
yakın bir ihtimal olarak gözükmemekte ve hem de halkımızın devlet
anlayış ve kültüründe, yazık ki, hâkim güçlerin meşrûiyet temelini sor-
gulamaksızın; her nasıl olursa olsun, her yönetici güc’e, her ‘otoriteye
başkaldırmama’ ve itaat anlayışı, neredeyse bir inanç ölçüsü gibi etkin-
dir..
 Kaldı ki, zulmün devamı ve artmasının da,  zulüm düzeninin yıkılma-
sında ayrı bir rolü olduğu  bazı durumlarda sözkonusu edilebilir, ama,
halkımızın kültüründe, böyle bir anlayış da yoktur, maalesef...
Bu durumda, en azından, mevcud ceberrut sistemini zayıflatması
ihtimali bulunan bir takım değişikliklere, -onlara bir ümid bağlamaksı-
zın-, destek verilmesi düşünülmeli değil mi?
Bu yüzden, bu değişikliklere -bu niyetle- destek vermenin yanlış olma-
yacağını düşünüyorum.
Fuzûlî’nin ünlü Su Kasidesi’ndeki bir mısraında belirtildiği üzere, ‘Zâyi

REFERANDUM TARTIŞMALARI 117


olmaz, gül temennâsiyle vermek, hâr (diken)’e su..’
18.08.2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

Kemalist Oligarşiyi
Geriletecek
Değişiklikleri
Destekliyoruz!
ÖZGÜR-DER BASIN AÇIKLAMASI

Türkiye 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma gidiyor. Kemalist sistemin


restorasyonunu hedefleyen darbeden tam 30 yıl sonra, 12 Eylül rejimi-
nin önemli kalıntılarından biri olan 1982 Anayasasının kimi maddelerine
ilişkin değişiklikler oylanacak. 12 Eylül tarihinde gerçekleştirilecek olan
referandum Türkiye’de statükonun sorgulanması ve sarsılması açısın-
dan önemli bir fırsat sunuyor. Referandum neticesinde anayasada yapıl-
mak istenen değişikliklerin halktan onay alması bilhassa yüksek yargı-
daki otoriter-bürokratik yapının tasfiyesine yönelik bir ilk adım olabilir.
Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu
(HSYK)’nın yapısına ilişkin değişiklikler halkoyuna sunulan düzenle-
melerin omurgasını oluşturuyor. Ayrıca değişiklik paketi, 12 Eylül dar-
becilerinin yargılanmalarından mahkeme kararı olmaksızın yurt dışına
çıkışların sınırlandırılmamasına, YAŞ kararlarına yargı yolu açılmasından
milletvekillerinin partilerinin kapatılmasına sebep olsa da milletvekillik-
lerinin düşürülmemesine, sivillerin askerî mahkemelerde yargılanma-
larına son verilmesinden kamu çalışanları için toplu sözleşme hakkına
kadar bir dizi konuda hak ve özgürlüklerin alanını genişleten düzenle-
meler içermekte.
Elbette hak ve adalet eksenli bir perspektiften değerlendirildiğinde
anayasa değişikliklerinin yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir.

118 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Önemli değişiklikler gerçekleştirilmekle beraber, başlı başına bir hukuk-
suzluk sürecinin ürünü olan 1982 Anayasası, Kemalist oligarşik sistemin
temel beslenme kaynağı olma konumunu sürdürmekte; ideolojik içeriği
ve otoriter-bürokratik bütünlüğüyle dayatmacı bir metin olma özelliğini
korumaktadır.
Kemalizm’i resmi ideoloji konumuna oturtarak, bu ülkede yaşayan her
kesimden insanı ve gelecek nesilleri baskıyla, tehditle biçimlendirme,
şartlandırma zihniyetini içeren TC Anayasası, değişmez, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez maddeleriyle tam manasıyla dogmatik bir metin
mahiyetine sahiptir. Farklı dinî, ideolojik, etnik kimlikler yok sayılmakta
ve laik-Kemalist Türk ulusal kimliği tüm topluma dayatılmaktadır. Halkın
egemenliğine dayalı olduğu iddia edilen devlet, oluşturulan bürokratik
mekanizma ile halka ve halkın taleplerine kapalı hatta düşmanca bir
yapı arz etmektedir.
Kısacası asıl sorunun anayasanın kimi maddelerinde değil, özünde, ru-
hunda olduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Bununla birlikte sorunun
büyüklüğü ve bütüncüllüğü anayasa metninde yapılacak değişiklikleri
önemsiz, değersiz ve anlamsız kılmıyor. Sistemin tepeden tırnağa kap-
samlı bir değişim geçirmesi ihtiyacını karşılamamakla birlikte, değişiklik
paketi doğru yönde atılmış bir adım olarak görülebilir. 
Bilhassa oligarşik bir yargı mekanizmasına yol açan AYM ve HSYK’nın
yapısına ilişkin düzenlemelerle, bu iki kurumun siyaset ve toplum üze-
rinde vesayet kurumları niteliğinin sona erdirilmek istenmesi ve kastva-
ri yapılanmalarının terk edilerek nispeten de olsa çoğulculaştırılmaları
önemli bir gelişmedir.
Başta başörtüsü olmak üzere, İslami kimliğin izharını içeren her türlü
talep önüne tam bir duvar örmeye yönelik yaklaşımı ile AYM halka karşı
hukuk kılıfına büründürülmüş yargı despotizminin baş aktörü konumun-
dadır. 367 dayatmasından ülkeyi siyasi parti mezarlığına dönüştürme
tutumuna kadar verdiği sayısız karar AYM’nin mevcut haliyle Kemalist
bürokratik oligarşinin kılıcı işlevini yüklendiğini net biçimde ortaya koy-
maktadır.
Yine Ergenekon davasını yürüten hâkim ve savcıları sürmek, darbe çe-
telerini soruşturanları açığa almak, askere dokunanı meslekten ihraç
etmek gibi icraatlara imza atan HSYK’nın yargıda nasıl oligarşik bir yapı
arz ettiği de ayan beyan ortadadır. Tüm bu hastalıklı yapının kısmen de
olsa değişmesi, otoriter zihniyet ve işleyişin bir nebze dahi geriletilmesi
elbette muhalif kimlikli tüm oluşumların ve halkın lehinedir.
Bu gerçeklikten hareketle Özgür-Der, 12 Eylül tarihinde yapılacak olan
referandum neticesinin halkın iradesinin etkin kılınması ve özgürlüklerin
alanının görece de olsa genişlemesi açısından önem içerdiğini düşün-
mektedir.
Şüphesiz biz sistemin anayasal ya da yasal mevzuattan öte topyekûn

REFERANDUM TARTIŞMALARI 119


değişiminin gerekliliğine inanan bir anlayışı savunuyoruz. Bu itibarla
sistem içi değişikliklere çok fazla bel bağlamanın, yasal mevzuat deği-
şiklikleriyle her şeyin değişeceğini umut etmenin gerçekçi ve sahih bir
tutum olmadığını düşünüyoruz. Bununla birlikte mücadele zeminimizi
genişletecek ve haklı taleplerin daha özgürce yansıtılabileceği bir vasa-
tın oluşumuna katkı sağlayacak her düzenlemeyi de ileri bir adım olarak
değerlendiriyoruz. 
Bu noktada bir kere daha anayasa değişikliklerini olumlamanın ve bu
düzenlemeleri desteklemenin laik-Kemalist anayasayı kabullenme anla-
mına gelmeyeceğinin altını çiziyoruz. Öncelikle şurası net görülmeli ki,
referanduma sunulan şey laik-Kemalist bir anayasayı kabul edip etme-
mek sorusu değil; zaten mevcut olan, cari olan bir düzenlemenin yeni
bir düzenlemeyle değiştirilmesine onay verilip verilmediğidir.
TC Anayasasının, Kemalist resmi ideolojiyi önceleyen yapısıyla bir bü-
tün olarak dayatmacı-baskıcı bir metin olduğu açıktır. Dolayısıyla sınırlı
birtakım değişikliklerle mevcut anayasaya özgürlükçü ve sivil sıfatları-
nı kazandırmak mümkün değildir. İslami kimlikli muhalifler açısından
ise İslami ilke ve talepleri dışlayan, farklı kimlikleri inkâr ederek etnik
temelde bir ulusal kimlik dayatan, değişmez değiştirilmesi teklif dahi
edilemez maddeleriyle tabularla örülmüş bir metinde yapılacak değişik-
liklerin, düzenin anayasasına meşruiyet kazandırması asla söz konusu
olamaz.
Hiç kuşkusuz anayasanın halk iradesine ipotek konulmadan tam bir ser-
besti ile yapılmasının zemini sağlanmadıkça, halkın egemenliği iddiası-
söylemi bir aldatmaca olmaktan öteye geçmeyecektir. Bununla birlikte
şu aşamada tepeden tırnağa değişmesi için şartların elvermediğinin de
bilincinde olarak, yapılmak istenen değişikliklerin olumlu düzenlemeler
olduğunu, en azından mevcut statükonun sarsılmasına katkı sağlayaca-
ğını görüyoruz.
İslami kimliğin azılı düşmanı, yasakçı üst yargı mekanizmasını ve mi-
litarist kurumsal işleyişi zayıflatacak, bir bütün olarak bürokratik oli-
garşik yapıyı geriletecek ve halkın özgürlük alanını genişletecek düzen-
lemeler olarak değerlendirdiğimiz değişikliklerin mücadele zeminimizi
geliştireceğini düşünüyoruz. Bu gerekçelerle, Kemalist oligarşik işleyişi
kısmen dahi olsa gerileteceği kesin olan anayasa değişikliklerini destek-
liyoruz.

19 Ağustos 2010

120 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Referandum İçin Oy
Kullanmaya Hayır
EBU ESİLA EL ALMANİ

BOP eşbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ılımlı islam projesinin kötü


polisi rolundeki CHP zihniyeti arasında geçiyormuş gibi görünen daha
iyi demokrasi !! kavgası referandum kararıyla sonuçlandı.  Geçmişinde
demokrasinin ve laikliğin Müslümanlar için bir tehlike olduğunu savunan
Kasımpaşalı , şimdi ampul partisi başkanı sıfatıyla halkı demokratik bir
çözüm ! olan oy kullanmaya teşvik ediyor. 12 Eylül darbecilerini yargı-
lama adıyla pazarladığı EVET oyları üzerinden siyaset yapmaya devam
ediyor.
 
   Diğer yandan T.C rejiminin koruyucusu kollayıcısı Allah ve Kuran düş-
manı Selanikli’nin kurduğu kendisi kadar dinsiz ve İslam düşmanı olan
CHP ise çakma Ghandi Kemal ile halka HAYIR oyu kullanma yönünde
teşvikte bulunuyor.  İrili ufaklı küfür meclisinin partileride kendi kararla-
rını açıkladılar ve sahte kurtuluş reçetelerini sundular.
Laik demokratik küfür sistemiyle yönetilen Türkiye Cumhuriyeti Erdoğa-
nın BOP eşbaşkanlığını almasıyla birlikte sahte ergenekon operasyonları
ve kadrolaşma hareketleriyle birlikte ılımlı İslam projesinin pilot bölgesi
haline getirildi. Yıllardır halkına diklenmeyi üstüne vazife sayan ordu
bile susduruldu ve Atatürkçü Kemalist kafirler sistemden yavaş yavaş
temizlenmeye başladılar. Bu operasyonlar halka sahte argumanlarla
haklı bir savaş gibi gösterilirken boşalan kadrolar BOP projesi gere-
ği uygun adaylarla doldurulmaya başladı. Aslında genele bakıldığında
belki Kemalist kafirleri bile aratacak çapta bir tehlikeyle baş başa kaldı
Müslümanlar.  Çünkü Kemalizm ile güdülemeyen toplumun narkozu bu
sefer ılımlı İslam oldu. Pensilvanyadan zuhur etmeyi bekleyen sahte
Mesih Fethullah Gülen ve benzeri sistemci sapkınlar sahneye sürüldü
ve desteklendiler. Tezgahı tamamlamak için dezenformasyon birimleri
devreye sokuldu ve Mavi Marmara veya ‘’One Minute’’ tiyatroları ile AKP
‘nin halk nezindeki sahte kahramanlığı pekiştirilmeye çalışıldı. Kısacası
sahte bir kahraman üretildi. AKP lilere bu ABD muhabbetini sorduğunuz
zaman ifade ettikleri şey ,Türkiyenin çıkarları için ABD ye payanda olu-
yoruz yollu cevaplardan başka bir cevap gelmedi. Yıllar evvel Erbakanın
dizinin dibinde Milli Görüşçülük oynarken sarfettiği, ‘’müslümanın laik
ve demokrat olamayacağını ‘’bunların islamdan başka bir din olduğunu
söyleyen Erdoğanın nasıl bir mutasyona uğradığı şaşırtıcı bir biçimde
önümüzde duruyor. Tasfiye sürecindeki CHP den bahsetmiyoruz bile,
çünkü bu partinin ise ne mal olduğu zaten kurucusunun İslam düş-
manlığından bellidir. CHP’nin kurucusu Selanikli Kemalin Kuran-ı Kerim

REFERANDUM TARTIŞMALARI 121


hakkında ‘’GÖKTEN İNDİRİLDİĞİ FARZEDİLEN HURAFELER’’ dediğini hiç
birimiz unutmadık unutmayacağız elbette. O nedenle bu münafığın par-
tisinin açık açık İslam düşmanlığı yapması bile bir erdemliliktir. Çünkü
AKP veya sistem içinde sözde İslamcı parti konumunda bulunan küfür
rejimini destekleyen sözde Müslümanların temsilcileri olan partiler isla-
ma en büyük zararı veren bu ümmetin içindeki kamburlardır. Demokra-
si gibi insan eliyle yapılan helvadan put misali bir ideolojiyi tabulaştırıp
halka kurtuluş reçetesi diye yutturmaya kalkan bu sözde İslamcı parti-
ler, halkı nasılda zehirlemişlerdir. Yalnızca ALLAH cc’e ait olan hüküm ve
kanun koyma yetkisini görmezden gelip, küfür rejiminin İslam karşıtı
kararlarının altına imza atmayı demokrasi adına kabullenmişler Allah’ın
hükümleri ile adeta dalga geçmişlerdir. Allah Resulu sav , müşriklerin
meclisine hemde seçimsiz zahmetsiz lider olunması teklif edildiğinde
verdiği cevabın stratejik yanı bu particiler tarafından asla düşünülme-
miş daha doğrusu düşünülmek istenmemiştir. Çünkü bu sahtekarlar
salonlarda alkışlanıp salon mücahidi ilan edilmişler , tıpkı tatlı su balık-
ları gibi sahadan ve mucadeleden uzak zahmetsiz ve rahmetsiz bir zelil
toplum oluşturmuşlardır. İslam düşmanı rejimin koruyucusu kollayıcısı
olan ordu ve zinde güçler Allaha ve Müslümanlara söverken kuyruklarını
kısdırıp ‘’provakasyona gelmeme’’ adı altında teslimiyetçilik ve pasiflik
sergilemişlerdir. Ne zaman Müslümanlar kıyama kalkma belirtisi göster-
seler bu demokrasi mücahidleri!! Tarafından engellenmişler , patlamak
üzere olan rejim balonunun havasını alarak Allaha düşman sistemin ve
ideolojinin yaşamasına vesile olmuşlardır. Burada birinci hedef bu söz-
de İslamcı parti-sivil toplum kuruluşu vs adı altında arz-ı endam edip
Müslümanları uyuşturan pasiflik korkaklık ve zillet yuvalarını terk edip
Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaktır .,hakkın bilek gücüyle alınacağının ci-
had ahkamını uygulamakla alınacağının bilincinde olunmasıdır.
 
   Sözde İslamcı partilerin kurtuluş diye yutturdukları referandum yada
seçim zamanlarında oy atmanın neredeyse cihadi bir seferberlik gibi
göstermelerinin sebebi bu ülke Müslümanlarını demokrasi denilen batı
ürünü helvadan puta tabi kılmaya yönelik olduğunun bilinmesi gerekir.
Müslüman uyanık olmalıdır ve önüne atılan oyalamacadan ibaret olan
kırıntılar yerine , bütüne sahip olma yolunda sistemi kökten değiştire-
cek olan cihad ahkamına sarılmalıdır.
 
   Teorik olarak bile düşünüldüğünde laik demokratik sistemi silahla
korumaya and içmiş bir ordu varken , seçim yoluyla iktidara gelinip
islamın ahkamını hakim kılabilmenin mantıksızlığı ortadadır. ADALET
DEMİRLE KORUNUR bunu hiç unutmamak lazım. Sistemi yürüten top-
lum mühendislerinin neden ikide bir gerekirse subliminal telkinlerle
demokratik mücadele diye tutturduklarını iyi okumak gerekir. Çünkü
demokratik mucadele dedikleri şey zulüm sistemlerinin sürdürülebil-
mesi için Müslümanların önüne atılan kırıntılardan ibaret bir tuzaktır.
Biz Müslümanlar bu oyuna gelmeyeceğiz. Allah cc ‘e ait olan hüküm

122 REFERANDUM TARTIŞMALARI


koyma yetkisini kendine has kılıp koyan bu meclisede güvenmeyeceğiz.
Oy falanda kullanmayacağız. Ne referandum ne seçim , bizim yolumuz
ve mücadelemiz bellidir. Bir defacık ne olacak deyip oy kullanarak hem
Allahın kanunlarına ters hareket ederek itikadını bozmak Müslümanların
gireceği bir risk değildir. Allah düşmanı sistem biz Müslümanlardan asla
böyle bir teslimiyet beklemesin.
   Müslüman kardeşlerimiz protestolarını her yere yaysınlar. Yön-
temimiz demokratik aldatmacalardan uzaktır. Yöntemimiz Allah ve
Resulunun bize emrettiği sırat-i mustaqim olan yol üzredir ve sahte
tanrıları,demokrasileri ve sahte kurtuluş reçeteleri ayaklarımızın altın-
dadır. Seçim sandıkları ayaklarımızın altındadır..Adaletin kılıçla destek-
lendiği bir dinin mensupları olarak ‘’HAK VERİLMEZ.. HAK ALINIR’’ ilke-
sine sıkı sıkı bağlıyız.
Ne mutlu Allah yolunda tavizsizce ve cesaretle yürüyen musluman –
muttaki ve muvahhid kullara..

20.08.2010
KAYNAK: www.jihadmedia.net

Pragmatizm Çıkmazı
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU

Bugün yaşanan referandum tartışmalarının özü, sistemin değişen küre-


sel ve yerel şartlara göre yeniden inşası çabaları ve bir kısım İslami ya-
pıların bu yeniden inşa süreçlerine aktif destek veriyor olmasıdır. Tevhid
akidesi gereği mevcut sisteme bugüne kadar “Lâ” diyen ve denmesi için
yıllarca mücadele veren İslami yapıların gelinen noktada muhtemel çe-
şitli kazanımları öne sürerek sistemin yeniden yapılandırılmasına omuz
vermeleri kim ne derse desin büyük bir sapmadır. 
İçine düşülen durum, kelimenin tam anlamıyla pragmatizm çıkmazıdır.
Bırakalım mevcut anayasanın putperest ruhuna neşter vurmayı, başör-
tüsü yasağı zulmü gibi Türkiyeli Müslümanların öncelikli güncel mesele-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 123


lerinden herhangi birini bile gündemine almayan bir bir yasa değişikliği-
ne, sırf Nasreddin Hoca’nın “Koyunların yünleri çalılara takılacak, sonra
onları toplayıp ip yapacağım, sonra da bu ipleri pazarda satıp sana bor-
cumu ödeyeceğim” fıkrasındakine benzer çözüm beklentileriyle ortak
olmak, ilkeselliği bir tarafa bırakalım pragmatizmde de sınıfta kalmanın
göstergesidir.
Bugün, despotizmi gerileteceği gerekçesiyle, putperest ruhuna hiçbir
şekilde dokunulmayan anayasada yapılmaya çalışılan kısmi değişiklikle-
re doğrudan destek kararı açıklayan ve bu kararı da “tutarlılığın gereği”
olarak savunan yapılar, yarın değiştirilemez maddeleri ve tüm putperest
ruhuyla daha demokrat bir anayasa (sivil anayasa) bütüncül olarak ön-
lerine konduğunda ne yapacaklardır?
Bugün aktif destek kararının savunulması için dillere pelesenk kılınan
“tutarlılık”, yarın putperest sivil anayasaya da aktif destek vermeyi ge-
rektirecektir. Kısacası pragmatizmin ve daha çok sistem içi kazanımlara
endekslenmiş söylemler ve pratiklerin dayattığı “tutarlılık” sarmalının,
bu sarmala kapılanları götüreceği nokta, sırf daha sivil diye yeni putpe-
rest yasalara omuz vermek olacaktır.
Kardeşlerimize çağrımız, bu fasid “tutarlılık” sarmalını bugünden kırıp
parçalamaları ve tutarlılığı ilkelere sadakatte aramalarıdır. Elbisele-
rini çoktandır liberalizm, demokrasi gibi modern kirliliklerle kirletmiş
olanların yönelteceği “Rum ordusunun galip gelmesini arzulayıp da, bu
orduya iştirak etmemek tutarsızlık değil mi?” şeklindeki ayartıcı itirazla-
ra, bu “tutarsızlığın” bizatihi Allah Rasulü’nün (a. s.) sünneti olduğunu
hatırlatarak cevap vermek ve Allah Rasulü’nün Sasani’ye karşı Rum
ordusunun galibiyetine sevinmekle iktifa eden tutumunda sebat etmek
yerine, tutarlılık adına pragmatizm çıkmazına sürüklenme yanlışına
düşmeyelim.
Bizim durmamız gereken yer bellidir. “Lâ” dediğimiz gün seçtiğimiz yeri-
mizde sebat etmek, kendi gemimizi inşada ısrarcı olmak ve güncele ve
gündeme bu yerimizde sabit kalarak müdahil olmak bizi pragmatizmin
çıkmaz sokaklarına girmekten koruyacaktır.
23/08/2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

124 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Referanduma
Müslüman’ca Bir
Bakış…
MAHMUT CELAL ÖZMEN

12 Eylül Anayasa Değişikliği Referandum kampanyası günler öncesin-


den başladı. Bir yandan medya kampanyayı kendince şişirirken siyasiler
de boş durmuyor, meydanlarda ülke insanını  bu noktaya odaklamak
için çaba sarf ediyor.
O kadar ki mübarek Ramazan Ayı’nda bile seçim mitinglerini aratma-
yan, hummalı çalışmalar ve konuşmalar yapılıyor, neredeyse bir kapıl-
ma halindeki cümle Müslüman halkta bu akıntının peşinde bir mitingden
diğerine koşuşturuyor. Bu da yetmezmiş gibi ‘sözde halkın önde gelen-
leri’ İslami Cemaat liderleri de! peşi sıra açıklamalar yaparak Müslüman
halkı “evet” yönünde sandıklara gitmeye teşvik ediyorlar.
Bir bakmışsınız; Fethullah Gülen: “Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu
çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insan-
ları, imkân olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda ‘evet’ oyu
kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kal-
karlar da.. Ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına
çok önemli bir adımdır.” demekte; 
Bir bakmışsınız; Kültürlerarası Köprü Derneği (ICBA) Başkanı Dr. Hakan
Yalman; “yeterli olmasa da bugünkü şartlara bakıldığında daha iyisini
yapmanın da pek kolay olmayacağını düşünüyorum. Yapılan değişikliğin
demokratikleşme adına Anayasa değişikliğini ifade etmesi bir gerçek.
Ama böyle olmasına rağmen 12 Eylül’e karşı bir tavır anlamını da ifade
ediyor. Yani sivilleşmeye yönelik bir adım anlamını da ifade ediyor.  En
iyisi olmasa da netice de bu manaları ifade ettiği için önem arz ediyor.
Bir anlamda toplumun sivil Anayasa yapmış olması anlamını ifade edi-
yor. Bu nedenle bütün eksikliklerine rağmen “evet” denmesi gerektiğini
düşünüyorum” diyerek bir başka propaganda alanı açmakta;  
Hatta Hayrettin Karaman bile; “Laik ülkelerde Müslümanlar düzeni
kökten değiştirme imkânı bulamazlarsa laik kanunlar içinden İslami
kurallara veya amaçlara daha uygun olanlarını tercih eder, bunların
hayata geçmesi için çaba gösterirler... İkincisini yaptıklarında ise -onla-
rın iradesi dışında laik kanunlar zaten var olduğu için- oylarını, İslam’a
uygun olan veya Müslümanların, korumaları gereken maddi ve manevi
değerlerini korumaları bakımından daha iyi bulunan kanunlara, kararla-
ra ve düzenlemelere “Evet” demiş olacaklardır.” diyerek propagandanın

REFERANDUM TARTIŞMALARI 125


alanını genişletmekte;
Bir yandan da, sözgelimi Abdullah Büyük gibi uzun zamandır sesi çık-
mayan kanaat önderleri de, alana çıkarak; “12 Eylül günü, umre için
bile olsa sandık başına gitmemek, evet dememek büyük vebaldir.
“Mevcut anayasanın prangalarından kurtulan Türkiye, dünya ekonomi-
sinde, dünya siyasetinde söz sahibi olacak. Sadece Türkiye’nin değil,
Ortadoğu’nun hatta bütün dünyanın geleceğini etkileyecek bir hal-
koylaması olacak... Türkiye’nin gelişmesine, insan hak ve özgürlükleri
açısından uygar ülkeler seviyesine yükselmesine, gelişmiş ülkelerdeki
standartlarda bir demokrasiye kavuşmasına, hukukun kast sisteminden
kurtarılmasına, nitekim ülke idaresinin askerî vesayetten kurtarılmasına
hizmet edeceği için bu anayasa değişikliği paketine ‘evet’ denilmeli.”
kanaatinin belirtebilmektedirler..
Manidar birkaç örnek olarak; Mehmet Kırkıncı Hoca; “Bu oylamada
‘Evet’ demek vicdani bir borçtur... Paket, içerisinde demokrasi, özgür-
lük ve insan haklarının genişletilmesi için önemli maddeler barındırıyor.
Bu tür gelişmelerin önünü açmak için vatandaş 30 yıldır bekliyor. Bu
gelişmelere siyaset üstü bakmak lazım.” derken 
Şevki Yılmaz; “İhtilaller dönemine son vermek için; Postmodern darbe-
lerden millet modeli darbelere geçmek için. Sivri iktidar yerine, sivil ik-
tidar için. Hâkim devlet yerine hadim, hizmet eden devlet için. Siyaseti,
okullara, yargıya, kışlaya sokmamak için. Gücün kanunundan, adaletin
gücüne geçmek için. Derin devlet idaresinden, derin millet idaresine
geçmek için. Yezidi zulmüne Hüseyni ruhla direnmek için. Mazlumların
ahına ortak olmamak için. Zalimlere meyletmemek için; referandumda
‘evet’ diyeceğiz.” diyerek propagandayı pekiştirmekteler.
O kadar ki daha önceleri seçimlerde taraf oldukları halde, basın önünde
demeç vermeyen İslami kesimin önde gelenleri (!)   bu sefer açıklama-
ları ile Müslümanları referandum konusunda yönlendirebilmektedirler.
Bunun sebeplerini ve bu halin ne olduğunu anlayabilmek için, Önce ‘re-
ferandum’ ile ortaya çıkan bazı hususları ortaya koymak gerekir.
Bu bir döneme kızgınlığın nedeni mi? Yoksa askerlerle halkın arasın-
daki çizgilerin belirgin olarak ortaya çıkması mı? 12 Eylül zihniyetinin
tavsiyesi mi? Anayasanın yetersiz kalması neticesi yeniden anayasa
yapma gereği mi? Askeri yönetimler tarafından hazırlanan anayasaların
sivilleştirilmesi mi? Yoksa bütün bunların üstünde Türkiye üzerinde dış
güçlerin yönlendirmesi mi?...
Belki soruların hepsine bakış açımıza göre cevap bulmak mümkün ola-
bilir. Çünkü mesele çok yönlü gösterilmeye çalışılmaktadır. Cevap bul-
makta zorlanmamak için belli bir mikyas/ölçüden hareket edilirse konu-
nun netleşmesi o kadar zor olmasa gerek.
İşin siyasi yönü ne olursa olsun (mutlaka siyasi yönde ortaya çıkar-

126 REFERANDUM TARTIŞMALARI


tılması gerekir) çağrılan ve yapılmak istenen hedef çok önemlidir. Bu
noktada gördüğümüz “yeni bir anayasanın oylanması” ve bu anayasaya
Müslüman halkın “evet” demesi şeklinde cereyan ediyor olmasıdır.
Elbette devlet gelişmelere seyirci değildir. Devlet, referandumla hedef
ve amaçlarına uygun, bünyesinde değişiklikleri gerçekleştirmek için
fırsatlar gözetmekte ve yenilikleri bu tür manevralarla gerçekleştirmek-
tedir.
Bunun için de kasıtlı bir şekilde 12 Eylül günü seçilmiştir. Çünkü AKP
hükümeti referandum tarihini 120 günden 60 güne düşürmesine rağ-
men bu tarih seçilmiştir. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanvekili
Kırdar Özsoylu, anayasanın bazı maddelerindeki değişiklik yapılması
hakkındaki kanunun anayasanın 175. ve 3376 sayılı kanun hükümleri
gereği halk oylamasına sunulacak sürenin değişiklikten önceki hüküm
itibariyle bu metnin uygulanması gerektiğini ve bunun 120 gün olarak
tespitine ve seçimlerin 12 Eylül Pazar günü yapılmasına oy çokluğu ile
karar verildiğini söyledi.. 
Kurumlar tarafından yönetilen Türkiye’de AKP hükümetinin Yüksek Se-
çim Kurulu üzerinde şu an itibari ile etkin olduğu söylenemez. Dolayısı
ile referandum tarihi bilinçli ve kasıtlı bir şekilde seçilmiştir. Burada
kastın askeri yıpratma amaçlı olmadığı ancak devletin belli kanatlarında
tavsiyeler ve temizliklerden dolayıdır. Bunu 12 Eylül darbesi hedeflene-
rek jakoben yönetimlerin liberalleşmeye kayması şeklinde de algılamak
mümkündür. Sonra şunu da eklemek gerekir; 12 Eylül 1980 darbesi
üzerinden tam 30 yıl geçmiştir. 30 yıllık bir meselenin günümüzde gün-
celleştirmenin bir anlamı olsa gerek. Ki; o da referandumu canlı kılacak,
sönük geçmesinin önündeki engeller kalkacak ve katılımın çok olması
sağlanacaktır. Yoksa darbecilerin yargılanması veya kanuna aykırılığı
söz konusu değildir. Çünkü o gün darbe yapanların birçoğu hayatta ol-
mayıp kalanlarda ileri yaşlardadır.
O gün mağdur olanlara gelince onların yaşları da 50’lerin altında değil-
dir. Ayrıca o günkü siyasi iç çatışmaların takipçileri darmadağın olmuş-
lar, idealleri değişmiş, guruplaşmaları artmış, bir değişim geçirmişlerdir.
Bunların o darbe günlerini yeniden yargılama gibi bir hedeflerinin oldu-
ğunu da tahmin etmiyoruz.
Yeni anayasada darbelerin önünün kesilmesi konusu ise yıllardır konu-
şulan bir konudur. Günümüzde artık bunun dünyadaki siyasi gelişmeler-
den dolayı mümkün olmadığı bilinmektedir. Nitekim dönemin Genelkur-
may Başkanı Hilmi Özkök; ‘Darbeler dönemi bitmiştir’ dedi. 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’da “darbe kelimesini te-
laffuz etmekten hicap duyduğunu, darbe dönemlerinin geride kaldığını,
seçimle gelen iktidarların seçimle el değiştirmesi gerektiğini” söyledi. 
Şunu görüyoruz ki; artık devlet yönetiminde Türkiye Cumhuriyeti darbe
geleneğini rafa kaldırmıştır. Bu demek değildir ki asker yönetimden eli-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 127


ni çekti. Nitekim bu konuda Demirel şu ifadeleri kullanıyor: “28 Şubat,
Anayasa ve yasalara uygun, demokratik yöntemlerin uygulandığı bir
olaydır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Sayın Karadayı, Anayasa’ya
uygun olarak sıkıntısını gelip Cumhurbaşkanı’na aktarmıştır. Ayrıca Milli
Güvenlik Kurulu’na da aynı bilgileri sunmuştur. Anayasa zaten böyle
yapılmasını emreder.” 
Demek ki anayasalar ne kadar değiştirilirse değiştirilsin askerin söz
hakkı daima korunmuştur. Bunu dillendirirken artık darbe şeklinde değil
de uygun gördükleri bir üslup ile yapacaklardır. Çünkü askerler sürekli
şu sözü söylediler: “Ulus devlet, üniter devlet ve laik devlet yapısı üze-
rinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ilke ve devrimlerinin ay-
dınlattığı yolda yürüyüşüne devam edecektir. Bu zaferle kurduğun cum-
huriyetin temel niteliklerine yürekten bağlı personeli ve çağdaş harp
gücüyle TSK, ulusunu bu kararlı ilerleyişten alıkoymak isteyen güçler
karşısında dün ve bugün olduğu gibi yarın da en büyük güvence olacak-
tır.” 
Ayrıca Tayyib Erdoğan yaptığı açıklamada şunları söylüyor: “Bütün
STK’lar da bu işin içindeydiler. Biz bu adımı attık. Asıl değişikliğin de
2011 seçimlerinden sonra yapılacağını söylüyoruz. Bu bir milletin ana-
yasasıdır. Muhalefet zorla bunu AK Parti projesi olarak sunuyor. Bu bir
AK Parti projesi değildir.” 
Bundan da anlaşılıyor ki bu sadece AKP’nin projesi değil devlet projesi-
dir ve askerler de buna rıza göstermişlerdir. Ayrıca askeri darbeler dö-
nemini yıllar önce rafa kaldırılmıştır.
Özellikle 12 Eylül’ün referandum için malzeme olarak seçilmesi o dö-
nemde her kesimden sağcısıyla, solcusuyla, İslami kesim, milliyetçi ke-
simin kişilerin mağdur olmasındandır. Yani referandum için kamuoyunu
yönlendirmede ortak yön keşfedilmiştir.
Meydanlardaki sürtüşmeler daha çok şahsi hususlarda cereyan ederken
alt tarafta tabanın referandumu desteklenmesi böylece sağlanmıştır.
Avrupa Birliği uyum yasalarına geçişte ancak bu şekilde olabilirdi. Avru-
pa Birliği yıllardır Türkiye’den sivil anayasa istemektedir. Onlara sunula-
cak anayasa önce kısmen sonra bütünü ile değiştirilerek olacaktır. 
Bu gibi durumlardan nemalanmak isteyenlerse mutlaka olacaktır. Her
olayda yeni yeni fırsatlar doğmaktadır. AKP hükümeti bu değişiklikten
kendi payına bir şeyler kazanmak için uğraşırken diğer kesimlerde boş
durmayacaktır.
İslami kesim diye bilinen ve 12 Eylül de mağdur duruma düşenler as-
kere karşı bir anayasanın yapılmasında taraf olmuşlardır. AKP yanında
durarak sözde geçmişin hıncını almak istemektedirler.
Mağdur olanların gerekçeleri de oldukça düşündürücü; Bunu Timur
Uçar hocanın hanımı; “Anayasa değişikliği referandumunun kendisi için

128 REFERANDUM TARTIŞMALARI


anlamlı olduğunu söyleyen Mevlüde Hanım, darbe sürecinde yaşadıkları
adaletsizliği unutmalarının mümkün olmadığını ifade ediyor. Türkiye’nin
demokratikleşmesinin gerekliliğine vurgu yapan Uçar, “Hocaefendi
memleket için çok çalışırdı. İki saat başını yastığa koyup rahat uyumuş-
luğu yoktur. Memleketin geleceğini çok düşünürdü. İnanıyorum ki yaşa-
saydı oyunu ‘evet’ olarak kullanırdı.” diye konuşuyor.”  
Saadet Partisi başkanı Numan Kurtulmuş Anayasa değişikliği için “evet”
kullanmaya davet edenlerden biri. Kurtulmuş, anayasa değişikliğine
destek mitinglerinde, “12 Eylül’de referanduma evet, 13 Eylül’den iti-
baren hükümete hayır” kampanyası yürüteceklerini aktardı. Referandu-
mun hükümete güven oylaması olarak görülmemesi gerektiğini belirten
Kurtulmuş, “Bu, demokratikleşme yolunda eksik ama olumlu bir adımın
oylanmasıdır.” dedi.
Bu süreç içerisinde Numan Kurtuluş’un muhalif kanatta yer alması
elbette düşünülemezdi. Dikkat edilirse Numan Kurtuluş devlete ve hü-
kümete ters düşecek hiçbir icraatta bulunmamaktadır. Birçok ulusal TV
kanallarında yaptığı açıklamaları ile de sempati toplamaktadır. Numan
Kurtulmuş bu süreci iyi değerlendirerek varlığından söz ettirebilmiştir.
Veya şöyle de diyebiliriz; bu süreci devlet değerlendirerek geleceğin
başbakanı gözü ile bakılan Numan Kurtulmuş’u halka pazarlamıştır.
Referandum sürecinde yaşananların Müslümanları çok yakından ilgilen-
dirdiği veya ilgilendirmesi gerektiği doğrudur. Yalnız bu ilginin yüzeysel
yaklaşımlar ve vakıanın etrafında düğümlenip kalma ile yetinilmemesi
gerektiğini de belirtmek gerekir.
Doğru, bu meselede taraf olmak gerekir. Fakat bu taraftarlık AKP, as-
kerler veya muhalefet partileri şeklinde olmamalıdır. Birilerine beslenen
sevgi veya kin şeklinde de olmamalıdır. Buradaki duruşumuz küfrün
yanında değil de İslam’ın yanında olmalıdır.
Birilerine kinden veya birilerine sevgiden dolayı duruşta her iki şekilde
de yanlış bir hesabın peşinden gidildiği bilinmelidir. Buradaki yanlışlık
meselenin yukarıda da belirttiğimiz gibi ideolojik olmamasından kay-
naklanmaktadır.
Teknik olarak “evet” veya “hayır” mühürlerini işaretlenen yerlere bas-
makta ne mahzur olabilir ki?! Sorusunun etraflıca düşünülmesi gerekir.
Onun önünde ve arkasında bu işin neden yapılmak istendiği sorgulan-
malıdır. Bu husus hem hayatımızla hem de ahiretimizle alakalı bir hu-
sustur.
Müslümanlar herhangi bir amele yöneldiklerinde o amelin İslam’la ala-
kasını kurmak zorundadırlar. Yani Müslümanlar bizzat İslam’ı kendileri-
ne ölçü alarak taraf olmak zorundadırlar. Allah’ın rızası doğrultusunda
olmayan, O’nu gazaplandıracak olan herhangi bir ameli yapmamız
-menfaatimize uygun düşse de- caiz olmaz. Onun yasak yönü haram
olmasından kaynaklanmaktadır. Haramlılığını ortaya koyan ise menfaat-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 129


ler değil nasslardır.
Yukarıda referanduma “evet” denmesi için çağrıda bulunan zevatlar
nassa varmadan veya nassı evirip-çevirerek, doğrudan menfaat çerçe-
vesinde hareket etmektedirler. Ayrıca bu iddiada bulunan kişilerin va-
kıayı tespitte yanıldıklarını da görüyoruz. Şu bilinmelidir ki söz konusu
olan anayasadır, kanun koymadır. Yani insanların amelleri konusunda
hüküm koymaktır. Ayrıca davet edilen sadece anayasa olmakla kalma-
yıp “demokrasinin kazanımları” içinde bir yönlendirme vardır. Nitekim
meydanlarda anayasayı savunanlar buna sürekli vurgu yapmaktadırlar.
Örneğin; Bülent Arınç, “Hürriyet”te yayımlanan “evet” mektubunda;
12 Eylül referandumunu “daha demokratik, daha şeffaf, daha özgür bir
Türkiye için” diye tanıtmıştır. 
Bunun örneklerini çoğaltmak mümkündür. Ne yazık ki demokrasiyi
özümseyenler aynı anda Müslümanlıktan da vazgeçmedikleri gözükü-
yor. Şunu belirtelim ki İslam ile demokrasi bir arada asla yürümez ve
bunun orta yolu da yoktur. Müslüman’ım deyip İslam’ı mikyas alanlar
ancak Şer’i ölçüler içerisinde kalarak hayatlarına yön vermeye çalışırlar.
Demokrasiyi temel alanlarsa ancak Kapitalizm’in ölçülerini temel alarak
hayatlarına yön verirler.
Bu ülkede yaşayan insanlar Müslüman’dır. Müslümanların ise bilgi çağı-
nın en yüksek düzeyde olduğu günümüzde “demokrasinin küfür nizamı”
ve demokrasiyi almanın haram” olduğunu artık bilmemeleri mümkün
değildir. Bunun için herhangi bir mazeretin ortaya atılması ya cahilliğin
veyahut bilgi kirliliğine kapılmanın eseridir.
28.08.2010
KAYNAK: www.habermercek.com

130 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Terazinin Ayarlarıyla
Oynamak

ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU

Bir kimse teraziyi yanlış tartmak suretiyle hile yaptığında haram bir fiil
işlemiş olur. Haramda ısrar ise âlemlerin Rabbi’ne isyan anlamına gelir.
Hileli tartı yapmaktan daha kötüsü ise, terazinin ayarlarıyla oynamaktır.
Bir kimse terazinin ayarlarıyla oynadığında hem tartıda hile fiilini kalıcı-
laştırmış olur, hem de ayarlarıyla oynanmış bu teraziyle işlem yapacak
olan herkesin bilerek veya bilmeyerek bu haram fiili işlemesine yol aç-
mış olur.
Bugünlerde anayasa değişikliklerine aktif destek kararı açıklayan kimi
İslami çevrelerin, bu tercih ve tutumlarını savunmak adına bu konunun
akideyle ilgisi olmadığını öne sürmeleri ve meseleyi “Herkesin yorumu
kendine!” düzleminde ele almaları, terazinin ayarlarıyla oynamanın teh-
likeli bir biçimi olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.
Öncelikle şunu sormalıyız: Anayasa tartışmaları gibi doğrudan ege-
menlik ilişkilerinin söz konusu olduğu bir konunun akideden bağımsız
olduğunu öne sürmek ne kadar doğru bir yaklaşımdır? Şayet bu konu
akidenin kapsama alanına girmiyorsa, hangi konu bu kapsama girer?
Akide, Rabbimizin bildirdiği ölçüler çerçevesinde Mü’minlerin Rableriyle
ve birbirleriyle sözleşmesini ifade eder. Mü’minler bu sözleşmeye bağlı
kalarak Rableri karşısındaki esas duruşlarını muhafaza ederler, birbirle-
riyle de bu sözleşme çerçevesinde velayet ilişkisi kurarlar.
Bir kimse veya çevre, ortaya koyduğu bir fiil ya da tercihin akideye
uygunluğu konusunda elbette kendi düşüncesini dillendirme hakkına
sahiptir. Lakin üstelik de egemenlik ilişkilerinin söz konusu olduğu bir
konunun akideyle ilgisi olmadığını öne sürmek, akideyi işlevsizleştir-
mekten başka bir anlam taşımaz.
Konjonktürel yorum ve yaklaşımların akide çerçevesinde meşru zemine
oturtulması yerine, subjektif yorumlara alan açmak adına akidenin kap-
sama alanının daraltılmaya kalkışılması, terazinin ayarlarıyla oynamak-
tan farksızdır.
Bu tür yaklaşımlar, Müslümanlar arasındaki ortak bağları zayıflatmakta,
birbirimizi denetleme ve ikaz etme imkânlarını ortadan kaldırmaktadır.
Bugün Müslümanları herhangi bir konuda Kur’ani ölçülerle ikaz etmeye
kalkıştığınızda çoğu kez “Bu senin yorumun!” cevabıyla terslenmekte,

REFERANDUM TARTIŞMALARI 131


apaçık Kur’ani ölçüleri bile dile getirmekten çekinir hale getirilmektesi-
niz.
Subjektif yorumlara alan açılması ve meşruiyet kazandırılması adına,
akidenin kapsama alanını daraltan yaklaşımlar öne sürülmesiyle birlik-
te, Kur’ani ölçülerin bağlayıcılığı zayıflatılmakta ve ortak bağlayıcı re-
feranslardan mahrum kalan Müslümanların birbirleri arasındaki velayet
ilişkileri ciddi zararlar görmektedir.
Bugün bazı konularda aramızda farklı düşünenler olabilir, bazı konular-
da ihtilaflar yaşayabiliriz. Farklı düşünen kardeşlerimizle oturup hasbi-
hal eder, bizi mutlak şekilde bağlayan İslami referanslar çerçevesinde
ihtilaflarımızı ortadan kaldırmaya çalışırız. Elimizde ne varsa teraziye
koyar, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleme imkânına kavuşu-
ruz. Fakat terazinin ayarlarıyla oynandığı, yorumun alanı alabildiğince
genişletilip, akidenin bağlayıcılığı zayıflatıldığı takdirde ortak noktada
buluşma imkânımız kalmaz.
Doğrudan egemenlik ilişkilerinin söz konusu olduğu anayasa tartışma-
larının akideden bağımsız ele alınması gerektiğini savunarak, akidenin
alanını alabildiğince daraltan ve buna karşılık yorumu yücelten Müslü-
manların, bu tarihi yanlışı bir an önce terk etmeleri gerekir.
28.08.2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

Bazı Referandum
‘Evet’çilerine Açık
Mektup
MEHMET DURMUŞ

Bu yazı, 12 Eylül günü yapılacak olan anayasa oylamasında kendini


taraf olarak gören ve ilaveten ‘evet’ oyu vereceğini beyan eden, ‘evet’
oyu vermeye de davet eden Müslümanlara hitap etmektedir. Dolayısıyla
böyle bir ‘sorun’u olmayan Müslümanların -vakit kaybı olmaması için-

132 REFERANDUM TARTIŞMALARI


okumaları tavsiye olunmaz. 
Değerli Müslüman kardeşim!
İçinde yaşadığımız ülkede bize hükmeden Türkiye Cumhuriyeti devleti-
nin hiçbir anayasasını biz yapmadık; yapmayı da istemedik. Bu devle-
tin hiçbir anayasası, biz Müslümanların görüşü alınarak da yapılmadı;
görüşümüzün sorulmasını da istemedik. Zaten uzun yıllar, görüşümüz
önemsenecek bir sıkletin sahibi de olmadık. Şimdilerde artık şartlar
biraz değişti. Herkes hangi duvarı niçin yıktığını da, hangi duvarı niçin
yaptığını da (tıpkı Musa’ya rehberlik eden alim kul misali) bilmektedir.
Fakat bizim duvarlarımızı yıkanlar, yıkmaya da devam edenler, sanki
hiçbir şey olmamış gibi, sessiz ve derinden operasyonlarla, tamir etmek
istedikleri, anayasasını revize etmek istedikleri sistemlerine bizi de or-
tak etmek istemektedirler. Böylece Müslüman, koskoca bir Din’i ve on-
dan neş’et etmiş koskoca bir medeniyeti tarumar eden ve yeryüzünün
en aşağı metaıymış muamelesine tabi tutan bölgesel veya küresel bir
şebekenin cürmüne ortak edilmiş olacaktır.
Eğer Müslümanlar olarak bizi, bir enkazın kaldırılmasına, sokakların
temizliğine, patlayan lağım şebekesinin onarılmasına ortak ederlerse,
İslam’la kavgalı bir sistem görüntüsü bitecek, sistemin İslam’la barıştığı
kanaati, kent’in en görünür burçlarından çok mahir bir ikiyüzlülükle afi-
şe edilecektir.
Sen de çok iyi bilirsin ki, yeryüzünde İslam’dan daha güçlü bir hayat ni-
zamı yoktur. İslam bir hayat nizamıdır, dünya görüşüdür, siyaset proje-
sidir. İslam bir ideoloji değildir ama bir dünya görüşü, bir hayat nizamı
olarak onunla hiçbir ideoloji boy ölçüşemez. Zaten İslam’dan başka bü-
tün ideolojiler de batıldır, hiçbir geçerliliğe sahip değildir. Kısacası İslam
sonsuzca azizdir, güçlüdür, kuşatıcıdır, kapsayıcıdır. Ama İslam bir o ka-
dar da ayırt edicidir, tefrik edicidir, bölücüdür, dışlayıcıdır. İslam, Allah’a
itaat edenle etmeyen arasında, mü’minle müşrik arasında, Müslümanla
kâfir arasında ayrım yapar. Bir aileyi bile akidevî açıdan unsurlara ayırır.
Değerli Müslüman kardeşim!
Demek istiyorum ki, İslam evet çok güçlüdür ve bu sebeple Müslüman
da güçlüdür! Müslüman, kendisini yeryüzünün bütün kâfirlerinden daha
aziz ve şerefli bilmek zorundadır. Değilse, onun Müslümanlığında hayır
yoktur. Dünyanın en kararlı, en sağlam karakterli insanı Müslüman ol-
malıdır. Bunu sen de bilirsin, unuttuğunu sanmıyorum; sadece, son za-
manlarda ağzına fazlaca aldığın özgürlük, insan hakları, çok kültürlülük
gibi birtakım ithal kavramlar biraz zihin sağlığını bozdu o kadar…
Eğer İslam’ın ve Müslümanın güçlü/aziz olduğunda hemfikirsek, bir
şeyi daha düşünmeni isterim: öncelikle ‘samed’ kelimesini hatırla! Hani
Allah’ı ‘samed’ olarak tanımlayan İhlas suremiz var ya… Samed’in anla-
mı, kendisi hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan ama her şeyin/
herkesin kendisine muhtaç olduğu demektir ya, bir Din (yaşam tarzı)

REFERANDUM TARTIŞMALARI 133


olarak İslam da aynen böyle ‘samed’dir. Bütün ideolojilerin bağlıları
İslam’a muhtaçtırlar. İslam (dolayısıyla Müslüman) ise onlara hiç muh-
taç değildir. Biz sadece cesarete, İslam gibi bir değerin farkında olma-
ya, imanımızı dilden kalbe indirmeye, harekete, aksiyona, tahammüle,
sabra, mangal gibi bir yüreğe muhtacız. Dolayısıyla kâfir bir sistemin şu
veya bu işleticilerinin İslam’a, dolayısıyla Müslümana her zaman ihtiya-
cı vardır ama İslam’ın ve Müslümanın küfür sistemlerine hiçbir zaman
ihtiyacı yoktur.
Anayasa oylamasında evet oyu vereceğini beyan etmekle kalmayıp, bü-
tün dindarları da evet demeye davet eden ve -şu anda benim yaptığım
gibi- aykırı(!) bir davette bulunan Müslümanları da sivri bir dille inciten
ve tahrik eden Müslüman! Bu sesin sana ait olduğuna bir türlü inanamı-
yorum! İnanamıyorum, çünkü bizler aynı mahallenin insanlarıyız; aynı
Kitab’ı okuyoruz, aynı Rasul’ü takip ediyoruz, aynı İslam’ı din olarak
seçmişiz. Yıllarca hayatı tevhid-şirk ikileminde değerlendirdik, kalbimizi
ve zihnimizi aynı besinle beslemeye çalıştık. Öyleyse sen, anayasa oy-
lamasında nebevî bir duruş gösteren müminleri rencide edecek sözler
sarf edemezsin; sen de bu kervana katılamazsın, bu sen olamazsın!
Bir şey ya İslam’dır ya da küfürdür. Bunun ortası olamaz, ben öyle bi-
liyorum… İslamî olmayan sistemler bütün ideolojileri denediler, olmadı.
İslam’la ideolojileri uzlaştırmak istediler olmadı. Şu anda elde sadece
liberalizm kaldı. Bundan böyle biraz da biz Müslümanları liberalizm
fitnesiyle aymazlaştırmak, uyuzlaştırmak istiyorlar. Sen bütün bunları
görmüyor olabilir misin? 
‘Evet’çilerden bazılarının dediğine göre, anayasa oylamasında evet oyu
vermek, sistemin tamamına taraf olmak anlamına gelmezmiş! Sistem
bilinçleri yine yerindeymiş ama bu oylamayla mevzi kazanacaklarmış!
Buna da Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) hılfu’l-fudûl cemiyeti-
ne üye olması, Hudeybiye antlaşması gibi faaliyetlerini örnek veriyorlar.
Bu ne yaman çelişki böyle kardeşler! Bu nebevî tasarrufları bugüne
kadar birçok ılımlı, uzlaşmacı, diyalogcu, Allah’tan çok reel-politiklerden
korkan, Allah’tan ziyade, güçlü devletleri memnun etmeyi ilke edinmiş
kişi ve cemaatler sakız gibi çiğnediler, hem de hiç Allah’tan korkmadan,
hiçbir ilmîlik, tutarlılık ölçüsü aramadan. Şimdi onların eskittikleri için
tükürdükleri bu sakızları siz mi çiğneyeceksiniz? Bir zamanlar, zikri ge-
çen ılımlıların bu ciddiyetsizliklerine siz de muhaliftiniz. Onları bu kadar
geriden takip etmek hem biraz ayıp kaçmıyor mu?
Değerli kardeşler!
Bazı arkadaşlar, bizim gibi, oylamayı gündemine hiç almayan kimseleri,
kimlerle aynı safta olacaklarına dair uyarılarda bulunarak güya içinde
bulunduğumuz aymazlığı(!) hatırlatmak suretiyle bizi utandırmaya ça-
lışmaktadırlar. Gerçekten yazık! Hadi diyelim ki ben, CHP ile, Ergenekon
ile, belli oranda BDP ile aynı kefeye düştüm, peki siz kendinizi hiç dü-
şünmüyor musunuz? Eğer meseleyi, kimlerle aynı safa düştüğümüz kri-

134 REFERANDUM TARTIŞMALARI


teri ile çözeceksek, ben R. Ozan Kütahyalı’nın yalancısıyım, siz de Hülya
Avşar’la aynı kefeye düşeceksiniz! Şunu da ben ekliyorum: cinsellik ala-
nında burada daha açık yazamayacağım tercihleri savunan kimi liberal
bayan yazarlarla aynı kefeye düşeceksiniz! Ama tek tek saymaya gerek
yok, yarıdan fazla çıkacağı tahmin edilen evet oylarının sahipleriyle aynı
akideyi mi paylaşıyorsunuz? Sizler, sizinle beraber ‘evet’ oyu verecek
olan %50’yi geçeceği tahmin edilen yelpazeyi bir düşünün! Kimler var
orada!
Oysa bizler, haksızca itham ettiğiniz gibi, zikri geçen partilerle asla aynı
kefeye konamayız çünkü onlar ‘hayır’cılar cephesidir. Biz ise inancının
gereği böyle bir oylamayı hiç gündemine almayan müslümanlarız. Eğer
illa birileriyle birilerini demokrasinin kefelerinde buluşturacaksak, evet
ve hayırcıların buluşması daha makuldür çünkü ortak paydaları demok-
rasidir. Demokrasiyi kökten reddedenlerle ‘hayır’ oylarıyla onu koruma
iddiasında olanlar nasıl aynı kefeye konabilirler? Hasılı, Ergenekona,
cuntaya tepki göstereceğim derken Müslümanlar akidevî savrulmalara
maruz kalmamalıdırlar.
Aklıma şu takıldı: demek Muhammed (sav) şu an muasırımız olsaydı
ve Türkiye’de yaşıyor olsaydı sandık başına gidecek, evet oyu verecekti
öyle mi, sırf mevzi kazanmak adına? Eğer Mekke’de, Medine’de yaşıyor
olsaydı da, basın-yayın yoluyla bize mesaj gönderecekti ve evet oyu
verin diyecekti öyle mi? Vâ esefâ…
Değerli kardeşler!
Tamir edilmiş anayasa kabul gördüğünde Türkiye’de ne değişecek?
Değişecek olanı bir de ben söyleyeyim sizlere: TC devletinin görece bir
‘özgürleşme’ye ihtiyacı vardır. Bu, çok acil ve kesinkes hayati önemde
bir değişmedir. İnanın ki sizlerin oylarınız sisteme taze kan olacaktır.
Rejim, Müslümanların ‘kan’ vermesine muhtaçtır. Zaten bu hep böyle
olagelmiştir. Rejimin tıkanan damarlarını açmaya, astımını tedavi etme-
ye, kabızlığını gidermeye ihtiyaç var ve bu ihtiyacı da en iyi dindar hal-
kın gidereceğini biliyorlar. Sistemin atar ve toplar damarları olan laiklik
ve demokrasiyi en iyi ‘dindarlar’ korurlar. Halkına, ayının yavrusunu
sevdiği gibi davranan laikçi politikalar artık tutmamaktadır. Artık namaz
kılan (ehli kıble) halk, yumuşak, ılımlı laikliği, kent dindarlığını istemek-
tedir. DP, AP, ANAP, RP ve AKP gibi sağcı-muhafazakar partilerin yaptığı
hep budur. Rejim ne zaman halkın nazarında meşruiyet tartışması yaşa-
sa, derhal imdadına dindar toplum yetiş(tiril)mektedir. 12 Eylül’de yapı-
lacak olan, bugüne kadar olanların en ileri seviyesidir. Yani rejim gerçek
anlamda Müslüman-demokrat kimliğini bulmaya doğru gitmektedir.
Bu yapılanların sisteme, Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinden ve Bahçeli’nin
MHP’sinden çok çok fazla yararı vardır ve bunu bilenler bilmektedirler.
Kısacası, vereceğiniz her (evet) oyu, kent dindarlığına verilmiş güven
oyu olacaktır, bilesiniz.
Müslümanların katkılarıyla ve neo-nurcuların, sair ılımlıların başrol

REFERANDUM TARTIŞMALARI 135


oyunculuklarıyla Türkiye’de insan merkezli (antroposentrik) siyaset ve
ahlak felsefesi daha güçlü ve kalıcı hale getirilecektir. Türkiye’de liberal
demokrasinin kökleşmesi istenmektedir. Bunun İslam’la bir alakasının
olmadığını Müslümanlar nasıl göremezler?! Cuntacı, oligarşik düzen
belki törpülenecek, haydi diyelim ki sıfırlanacak ama hâkimiyet kayıtsız
şartsız halka ait olacak, “Allah’ın hâkimiyeti” mefhumu üzerine, ifna
edilen cuntacı oligarşik yapı cesametinde beton dökülecektir. Müslü-
manlar olarak tevhidî ilkeleri değil de birtakım pratik kaygıları önceler-
sek, neo-nurcu ve sair ılımlı grupların akıbetine uğramamız kaçınılmaz-
dır.
Kardeşler!
Rabbimizin bir uyarısı var ya, “Hani sizler bir ateş çukurunun tam ke-
narında idiniz de oraya düşmekten sizi O kurtarmıştı” diye. “Birbirini-
ze düşmanlar idiniz de kalplerinizi birbirine ısındırmıştı, O’nun nimeti
sayesinde kardeşler olmuştunuz” diyordu. “Öyleyse şimdi hep birlikte
Allah’ın ipine sıkıca yapışın ve sakın tefrikaya düşmeyin!” diye müminle-
ri uyarmaktaydı Rabbimiz. Bizler de bu ayetin muhatapları değil miyiz?
Bir zamanlar her birimiz cahilî değer yargılarının kirlettiği zihinlere sa-
hip değil miydik? Allah’ın nimeti sayesinde Kur’an’la, İslam’la, Peygam-
berle tanışmadık mı? Çok ilahlı, çok hurafeli, çok sapık bir çağın girift
şirkleriyle malul zihinlere sahip değil miydik? Bizleri geleneksel ve mo-
dern şirklerden kurtarıp, saf İslam’la tanıştırdığı için hep birlikte Rabbi-
mize hamd etmedik mi? Bu gerekçeyle, canını Allah yolunda feda etmiş
nice müslümanı hep birlikte hayırla yad etmedik mi? Onların isimlerini
çocuklarımıza koymadık mı?
Bunun için miydi kardeşler, birbirimizi böylesine suçlayabilmek, birbiri-
mize kulplar takmak için mi yapmıştık bütün bunları? Daha dün bizler,
Medine vesikası ve benzeri konuları Muaviye’nin askerleri gibi mızrakla-
rının (kalemlerinin) ucuna takarak bizleri ‘sivil’leştirmeye çalışan kimse-
leri birlikte eleştirmiyor muyduk? Şimdi neden aynı kavramları mızrak-
larımızın ucuna biz takıyoruz?
Sözlerimi bitirirken bir küçük hatırlatmada daha bulunmak istiyorum.
Taraf gazetesi yazarı Lale Kemal’in “Asker Vuruşarak Kışlasına Çekiliyor”
yazısı (Taraf, 11.08.2010), tam da “oligarşiyi geriletme”nin nasıl bir şey
olduğunu işleyen harika tespitler içeriyor. Oligarşiyi geriletmek isteyen-
lerin okuması elzem bir yazı. Lakin aynı yazar, AKP’ye güya güveneme-
yen derin devletin AKP’nin şeriat getirme tehlikesi var gibi bir gerek-
çenin ardına sığınmasının saçmalığını şu tek cümleyle özetlemiş: “Bu
ülkeye şeriatı getirmeye hiç kimsenin gücü yetmez.” Şimdi anayasaya
evet demeye davet eden ‘İslamcı’ cepheden, yeni anayasa, AKP ve ona
destek veren muhafazakâr gruplar bağlamında bu cümleyi çürütecek
bir açıklama yapılabilir mi?
Son söz: Müslümanlar olarak başımızı döndürecek, aklımızı tutacak
denli bir gelişme yaşanmamaktadır. Bu kadar telaşa gerek yok. İhtilafı-

136 REFERANDUM TARTIŞMALARI


mızı Allah’a ve Rasulü’ne döndürmenin tam zamanıdır.
28.08.2010
KAYNAK: www.iktibasdergisi.com

Referanduma Bakış
COŞKUN UZUN

Seçimlerin ve referandumun aslında neyi seçmek ve oylamak olduğu-


nun farkında olmayan, kuklaya takılıp kalan ve kuklacıyı ıskalayan, ye-
terince akledip düşünmeyen, müslümanlardan toplumumuzda bir hayli
insan var.
Öndeki ağaçlardan ormanı, Parmağa bakmaktan işaret ettiği yeri, Cama
çok yaklaştığı için camdaki buhardan dışarı göremeyenler var çokça.
Kulluk görevleri ile devletin vatandaşlarından beklentilerini birbirine
karıştıranlar, sonuç olarak Cehennem, haram, günah, deyince hiç çe-
kinmeyip oldukça rahat davranan, fakat yasak veya hapis deyince, ceza
deyince ürkenler, korkanlar, tir tir titreyenler var.                                                                                                                                
Bu referandum ‘Bizden ne istiyorsunuz, siz neye inanıyor, neyi kabul
ediyor, neyi reddediyorsunuz, sizleri neye göre ve nasıl yönetelim’
şeklinde bir oylama falan değil. Böyle bir alternatif ve tercih sunmaya,
bu meyanda bir seçim veya halk oylaması yapmaya egemenlerin asla
cesaretleri yoktur. Geçmişten bu güne kadar yürekleri asla buna yet-
mez. Zaten öyle bir tercih ve seçim söz konusu olsa, mümkün mü iman
iddiasında olan birisi buna duyarsız kalsın! Cümbür cemaat Evet’i basar
geçeriz. Üstelik kimsenin egemenlerden bu meyanda bir beklentisi falan
da yok.
Bizlere ölümü gösterip sıtmaya razı olmamıza alıştılar. Halbuki iman id-
diasında olan bizler, Fısk, Zulüm, Küfür, Şirk ideolojilerini ve sistemlerini
kökten ve toptan reddediyoruz! Bizler hiç kimseyi Allah(cc)’a, Kitabına,
Ahiret’e iman edip inanmaya zorlamıyor, insanlara kesinlikle din dayat-
mıyoruz! Kimsenin de bize devlet tanrısı, resmî ideoloji, din ve yaşam
tarzı dayatmasını asla kabul etmiyoruz! İnançsızlığınız ve İnkârcı Şirk

REFERANDUM TARTIŞMALARI 137


Sisteminiz Size, İnancımız ve Tevhidî Tercihlerimiz Bize Diyoruz!
Tekrar edelim, bu referandum; ‘İslâm’a, Kur’an’a ve Sünnet’e göre
mi hükmedilerek yönetilmek ve idare edilmek istersiniz, yoksa bizim
inandığımız laik, seküler, tek dünyalı, inançsız, demokratik kanunları-
mıza göre mi yönetilmek istersiniz’ şeklinde bir seçim veya tercih değil!
Egemenler asla böyle bir riski ve halkın gerçek tercihlerinin sonuçlarına
katlanmayı göze alamazlar zaten. Halkın gönlünde yatan aslanı ve ya-
pabilecekleri doğru tercihini çok iyi biliyorlar çünkü onlar.
*******                        
Eğer, Hz. Peygamber şu zamanda, bizlerden birisi olarak aramızda ya-
şasaydı kime karşı nasıl davranırdı, hedefi, tavrı, gündemi, yaşayışı,
ibadetleri, öncelikleri, tercihleri, mücadelesi, duruşu, tebliği, daveti ve
cihadı nasıl ve kimlere karşı olurdu. Bu sorunun hakkınca cevaplanması
gerekmektedir.
Müslümanlar; Kur’an ve Sünnet ekseninde bir var oluş mücadelesi or-
taya koyup, hayatlarına geçirmek için ibadet aşkıyla çalışırlarken, aynı
kendinden önceki ümmetler veya Peygamberlerin başlarından geçtiği
gibi; çeşitli gaileler, musibetler, belâlar, sıkıntılar, ızdıraplar, karşı tavır-
lar, çile ve kederler onların da üzerlerinden hiç eksik olmamıştır. Yani
sınanmak, denenmek, çeşitli badirelerle samimiyet ve duruş testinden
geçirilip imtihan edilerek ayrıştırılmak, bu yolun muvahhid yolcularının
paylaştıkları ortak bir kaderdir.  
Nasıl ki, Allah(cc)’ın Rasülü Hz. Muhammed (sav); Şenlik, Karnaval, Eğ-
lence ve Fashing benzeri, resmî ve derin sponsorlu etkinliklerle; Mevlit
Merasimleriyle, Hatimler İndirilerek, Sanatçı Açılımlarıyla, Kutlu Doğum
Yemekleri, Pilavı, Helvası, Gülü, Şerbeti, Karanfili, Lokması, Lokumu,
Ayranı Dağıtarak, Tasavvuf Musikisi ve Mehter Konserleriyle, Mevlevî–
Sema Gösterileriyle, Fonksiyonellikten Uzak Şiir ve Bilgi Yarışmalarıyla,
Hissiz, Ruhsuz,  Soğuk, Resmî Ağızlardan Konferans ve Panellerle, Dev-
let Dairesi-Cami Açılış Törenleriyle, Çeşitli Sergi ve Stantlarla, Kermes-
lerle, Kutlu Doğum (Narkozu) Vaazlarıyla,  Kan Bağışı Kampanyalarıyla, 
CD’ler, Balonlar dağıtarak, Güllerle temsil ve tarif edilerek asla anlatıl-
maz ve anlaşılmaz ise;
Hayatta yapılacak o kadar iş, yürünecek epeyce yol, tutulacak onca
nöbet, ulaşılacak o kadar insan, aşılacak o kadar engel, kurtarılacak o
kadar masum ve zavallı, karşı durulacak o kadar fasık, müfsit, zalim,
müşrik, kâfir, tağut varken, reddedilecekler mantar gibi çoğalır ve kabul
edilecekler ise hızla azalırken, kavramlarımızın içi bu kadar boşaltılmış-
ken…..
Bizler, Allah(cc)’ın dinine yardım eden, İslâmi/Tevhidî kimliği kuşanarak
müslümanca bir hayat için canını dişine takabilecek, gözünü budaktan
sözünü dudaktan esirgemeyen müslüman, muvahhid ve mücahidler
olmakla, Allah(cc)’ı birlemek ve Allah(cc) için birleşmekle mükellefken;

138 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Zalimleri, fasıkları, kâfirleri, tağutları ve düzenlerini asla meşrulaştı-
ramaz, zavallı insanları bu sistemlere entegre edemez, onun oyun ve
oyuncağı yapamaz, demokratlaşamaz, kimseyi demokrasi minderine,
seçimlere, referandumlara, sistem içi oyun ve araçlara davet edemez,
kimlik değerlerimizden taviz veremez, kavramlarımızın içini boşalta-
maz, Din’e dair iskonto ve ilaveler yapamaz, yıkmakla emrolunduğu-
muz beşerî, tağutî rejim ve sistemlerin desteği veya koltuk değneği
olamaz, reddetmemiz gereken tavizci ve uzlaşmacı elleri öpemez, onları
kendi ellerimizle besleyemez, temelinden İslâm’a ve Kur’an’a göre inşa
etmekle sorumlu olduğumuz, fakat sonuçta ifsat olmuş yapıların res-
torasyonuna, rehabilitasyonuna, iyileştirilmesine, makyajlanmasına,
tedavi edilerek ömrünün uzatılmasına, İman iddiasında ve Tevhidî bi-
linçte olduğumuz sürece, asla ve hiçbir şart altında, neler vaâd edilirse
edilsin, bizleri neyle korkuturlarsa korkutsunlar, nasıl tehdit ederlerse
etsinler onlara eyvallah diyemez ve kaba gürültüye pabuç bırakamayız.
Bizim asla böyle bir lüksümüz ve sorumsuzluğumuz yoktur, olamaz!
*******
Bu günlerde Kimileri; Vicdanı olan için evet, 12 Eylül’ün cuntacıların-
dan intikam ve rövanş almak için evet, 28 Şubat’çılara karşı evet, 27
Nisan’da e-muhtıra verenlere karşı evet, Ergenekoncularla mücadele
için evet, Demokrasi ve insan hakları için evet, Terörle mücadele için
evet, Darbecilerin yargılanması için evet, Sivil bir anayasa için evet,
Partiler kapatılmasın diye evet, Geçmişle yüzleşmek için evet, Saygın
ve itibarlı bir Türkiye için evet, Yargı bağımsızlığı için evet dememizi
istiyorlar bizden.
Kimileri; Taa Amerikalardan “Mümkünse Mezardakileri de kaldırarak”
evet, “Dünyanın dört bir yanına dağılmışlar” la evet, “Milletin istikbali
adına çok önemli düzenlemeler bulunduğu” için evet denilmesi gerekti-
ğini söylüyor.
Kimileri; Cuma minberinden, “Bu bir referandum değil, seçim değil, bu
bir hayat memat meselesidir. Bu sizin kendi iradenize sahip çıkıp çık-
mama meselesidir...Sadece oy vermekle yetinirseniz bu pasifliktir diyor.
Allah önünüze bir fırsat çıkardı. Allah rızası için meselenizi sahiplenin...
Devleti kimlerin yönettiği önemli değildir, önemli olan adaletli mi ada-
letli değil mi, budur...” diyor.
Kimileri; “Umre’de bile olunsa sandık başına gitmemenin, referanduma
katılıp evet dememenin büyük vebal olduğunu vehmediyor.” ‘İmkân
olsa mezardakilere bile oy kullandırılmalı’ sözlerine canı gönülden katı-
lıyor. “Anayasa oylamasının sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun ve
Dünyanın geleceğini etkileyecek bir halkoylaması olduğundan, ülkenin
gelişmiş ülkelerdeki standartlarda ileri bir demokrasiye kavuşmasına
hizmet edeceği için referandumda ‘evet’ denilmesi için telkinlerde bulu-
nuyor. “Değişimin, referansının Allah olduğunu, Kâinat sürekli değiştiği-
ni, Kâinat değişirken, dünya değişirken direnerek, değişmeyenlerin geri

REFERANDUM TARTIŞMALARI 139


kalacaklarını, Değişim ve gelişimin daha kaliteli bir hayat getireceğini
müjdeliyor.
Görüldüğü gibi; meselenizi sahiplenin...
Devletin imanı, adalettir. Bu referandum, devleti adalete davet ediyor.
Devleti kimlerin yönettiği önemli değildir, önemli olan adaletli mi ada-
letli değil mi, bu önemlidir.. meselenizi sahiplenin...
Devletin imanı, adalettir. Bu referandum, devleti adalete davet ediyor.
Devleti kimlerin yönettiği önemli değildir, önemli olan adaletli mi ada-
letli değil mi, bu önemlidir.. meselenizi sahiplenin...
Devletin imanı, adalettir. Bu referandum, devleti adalete davet ediyor.
Devleti kimlerin yönettiği önemli değildir, önemli olan adaletli mi ada-
letli değil mi, bu önemlidir..Çocukların Korunması, Seyahat Hürriyeti,
Pozitif Ayrımcılık, Kişisel Veriler, Sendika, Toplu Sözleşme, Grev, Parti
Kapatma, Ombudsmanlık, Dokunulmazlık, Yaş Kararları, Toplu Sözleş-
me, Uyarma ve Kınama, Hakim ve Savcılar, Askeri Mahkemeler, Anaya-
sa Mahkemesi ve Üyeleri, Yüce Divan, Askeri Yargıtay, HSYK, Ekonomik
ve Sosyal Konsey, 12 Eylülcülerin Yargılanması gibi içeriği sebebiyle
yapılacak olan Anayasa Değişikliği’nin Referandumla Oylanması, birçok-
ları için hayat/memat, ölüm/kalım meselesi.
Halbuki ‘Oy vermeyelim de koymu verelim’ kolaycılığına kaçmadan,
elmalarla armutları aynı sepete koymadan, sapla samanı birbirine ka-
rıştırmadan, kârla zararı aynı kasaya kilitlemeden, zehirle panzehiri
aynı kapta birleştirmeden, basiret ve ferasetle hareket etmek sorumlu-
luğunda ve zorundayız.
“Amentu billah, kefertu bittağut” demekle yükümlüdür Müslümanlar.
Allah(cc)’a iman edip, tağutları reddetmek Kur’an’ın emridir. La ifade-
si, illa’sız olmaz, illa ifadesi de La’sız olmaz. Anahtarsız kilit, kilitsiz de
anahtarın bir işe yaramayacağı gibi. İman edilen ve reddedilenler açık-
ça bilinmeli ve önce söze dökülmeli, sonra amele yansımalıdır.
Uzlaşmacı, tavizci, edilgen, statükocu, ehven-i şerci(!) bir akıl ve
mantığın ürünü tüm bunlar. Evet diyenler, bu yönde tercih belirterek
insanları rejime ve sisteme entegre olmaya, eklemlenmeye çağıranlar,
bu görüş ve çağrılarına, kesinlikle Kur’an’dan veya Sünnet’ten bir delil
getirmiyor getiremiyorlar.
Hiç kimse Rasülullah’ın mücadele dolu mübarek hayatından, Kur’an’ın
yüzlerce sayfası ve binlerce ayeti arasından herhangi bir delil, örnek ve
uygulama getirmiyor. Sadece tevil, yorum, görüş, istek ve tekliflerde
bulunuyorlar. Tevhidî, Kur’anî, Nebevî örnek ve uygulamalar Tefsir edi-
lerek bu sonuca ulaşılmış değil yani. Yok böyle bir örnek. Yapılan yorum
ve tercihler adetâ Rum ordusuna asker yazılma sadedinden.
Allah(cc)’ın emir ve hükümleri bir kenarda dururken, yasa ve anayasa
olması istenen, elle tutulur bir tarafı olmayan, bu haliyle Müslümanların
kesinlikle sahiplenemeyecekleri ve taraf olamayacakları bir metin için

140 REFERANDUM TARTIŞMALARI


imza, onay, destek ve oy isteniyor Müslümanlardan.
Besmelesi olmayan, Kur’an ayeti, Peygamber sözü barındırmayan, İçe-
riğinde, bir kez bile olsa, Allah(cc) ve Peygamber kelimeleri geçmeyen,
İslâmî kavram ve ifadelere asla yer verilmeyen, Kur’anî, ölçüler, esaslar
ve kelimeler asla geçmeyen, Vahdet ve birlik gibi, Cennet, Cehennem,
Ahiret gibi değerlerden, Ahlâk’tan hiç bahsetmeyen, Fakat buna karşı-
lık; imanla çelişen, İslâm’la taban tana zıt (insanı imansızlaştırıp müşrik
ve kafir yapabilecek) çok sayıda şirk unsuru ifadeler barındıran bir met-
ne, Siyasî Tevhid bilincimize ve iman iddiamıza rağmen, kendi serbest
irademizle onay vermemizi, kabul edip içeriğine katılmamızı,  ona evet
diyerek desteklememizi bekliyorlar bizden.
Oysa biz müslümanların hayat akışı içindeki kimlik, ilke, duruş ve tavır-
larımız temelde velâ ve berâ ekseninde gelişir. Kur’an ve Sünnet reh-
berliğinden hareketle; neyin hayr, neyin şer olduğuna, kimi dost kimi
düşman tuttuğumuza, neyin iyi, neyin kötü olduğuna, kime yakın kime
uzak olduğumuza göre belirginleşip şekillenir. Tam burada ‘La İlahe’
ikrarı ve manifestosunun, yaratıcımız ve Rabbimiz olan Allah(cc) ile ara-
mızdaki kulluk sözleşmesinin içini nasıl doldurduğumuz ve hayata hangi
pencereden baktığımız gerçeği girer devreye.
Müslümanın tavrı açıktır. Asla ‘Evet’ şeklinde olamayacağı gibi, ‘Hayır’
anlamında da değildir. Reddetmektir. İlkesel olarak, temelde oylanması
istenen şeyin İslâmi olmayışını, kabul etmemeyi, Tevhidî bir teslimiyet
ve karşı duruşu içerir. ‘Evet’ veya ‘Hayır’dan  ayrı, çok daha açık, net ve
tutarlıdır.
Cellatlarımıza aşık olmamızı, onlara gülümsememizi, el uzatmamı-
zı beklemesin kimse bizden! Bizler Tevellâ ve Teberrâ kavramlarını
Kur’an’dan talim etmiş, Hz Peygamber’in siyasi-tevhidî misyonunu sür-
dürme azminde olan Tevhid ehli muvahhidleriz. Öyle uzatılan her eli
kolay kolay sıkmaz, herkesle tokalaşmayız. Bizim kırmızı ve yeşil çizgi-
lerimizi; Hz. Peygamber’in Sahih Sünneti ve Allah(cc)’ın Kitabı Kur’an
belirler, vahiy belirler. Yolumuz Peygamberlerin Nebevî mücadele yolu-
dur.
Meşruiyet anlayışımızın mercii ve kaynağı İlâhidir, beşerî ve tağutî de-
ğildir. Kulluk sözleşmemiz gereği Allah(cc)’dan gelmeyen hiç bir yasa,
ilke, kanun, (doğru ve yanlış, helâl ve haram, serbest ve yasak sınırları)
bizi sınırlayamaz, bağlayamaz. Ahlâk, ibadet, siyaset, ticaret, eğitim,
yönetim, askerlik vb. bütün alanlarda; Allah(cc)’ın belirlediği ilke ve
yasalar geçerlidir biz müslümanlar için.
*******                                                                                                                                      
Hak ve özgürlüklerin; egemen zalim yöneticiler ve tağutî şirk otori-
teleri tarafından hiç kimseye durduk yerde lütfedilerek verilmeyeceği
aşikârdır.  Bu uğurda müslümanca, muvahhidçe, uzun soluklu ve kap-
samlı bir iman mücadelesi ve kimlik savunması vermek zorundayız.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 141


Allah tarafından belirlenip bize tanınan ve statükocu zalimler tarafından
gasp edilip ele geçirilmiş haklarımız, yetkilerimiz, özgürlüklerimizin
mutlaka tavizsiz bir çizgide direnerek elde edilebileceği gerçeğini şu
günlerde tekrar hatırlamaya ihtiyacımız var.
Mevcut Laik, Demokratik, Liberal, Kapitalist, Kemalist, sistemi kimler
işletiyor olursa olsun biz bununla ilgilenmiyoruz. Kur’anî ve Nebevî
mirasımıza uymayan, asla taraf olmadığımız, müslümanların insiyatifi
dışında ve çok ortaklı, yerli, yabancı stratejistler ve düzenbazlar tarafın-
dan kotarılan batıl bir yol, yürüyüş ve menzil oluşundan dolayı sistemin
anayasasının ve rejimin kanunlarının, niçin ve ne kadar değişeceği, bizi
ilgilendirmemelidir. Bu referanduma katılmamalı, Evet veya Hayır de-
memeli, bu cahilî, şirk çarkının işletilmesinde pay sahibi, işlenecek cü-
rümlerde de ortak olmamalıyız! Beşerî ideolojilerden bir ideoloji, çağdaş
batıl dinlerden bir din olan Demokrasinin, Müslümanların üzerinde gölge
etmesine, insanımızı ilâhî olandan beşerî ve dünyevi olana doğru kim-
yasını değiştirerek ve kimliğinin kodların bozarak dönüştürmesine, asla
destek ve katkı sağlamamalıyız. Bu öncelikle ve temelde iman iddiamız-
la, ‘La’ manifestosu ve irademizle çelişmek olur bizim için.
Neden
Çünkü; Referandum, Seçim veya oy diyerek oyalayacak, seçimlerden
geçinerek parti malı olacak, servetlerine servet katacak, demokrasileri-
ni ilahlaştıracak, ilahlarına istemedikleri hiçbir şeyi, hattâ Allah(cc)’ı bile
asla şirk koşturmayacaklar!
Çünkü; Bizlere Resmi İdeolojiyi, Ilımlı-Amerikancı İslâm’ı, Devlet tanrı-
sını, Demokrasiyi, Liberal, Modernist bir hayatı, Allahsız ve kitapsız bir
ekonomiyi, eğitimi ve siyasî sistemi, dayatacaklar!
Çünkü; sonuçta Allah(cc)’ın indirdiği vahyin arındıran, ihya eden düs-
turlarıyla değil, onlarla çelişen, fıtratı reddeden, kendi yanlarından icat
edip uydurdukları, zulüm, şirk, isyan ve küfür içeren, beşerî ve cahilî
değer ölçüleriyle hükmedecekler! Yaratan, yaşatan, yöneten olarak,
hüküm, hakem, otorite ve belirleyen olarak Allah(cc) ve Rasülü asla
ağızlara bile alınmayacak!
Çünkü; Allah(cc) ayrı bunlar ayrı diyecek, Modern putlar, samirîler, hey-
keller edinecekler, sermayenin/paranın dini/imanı olmaz diyecek, putları
yesin diye adaklar, çiçekler ve kurbanlar sunacaklar 
Çünkü; Ahiretsiz,  Allah(cc)sız, kitapsız, tek dünyalı, Liberal, Seküler,
Kapitalist bir hayatı modernlik, çağdaşlık ve medeniyet adı altında, sırf
bizim iyiliğimize(!) ve bir an önce meşrulaştıracaklar!
Çünkü; Zavallı halkımızın zalim, fasık, dinsiz sisteme ve rejime olan sa-
dakat ve bağlılığını ölçmek için 4-5 yılda bir önüne seçim sandığını geti-
recek, zorla ve hile ile sanki hayırlı bir iş yapıyor gibi manipüle edilerek
kandırılıp şehadet parmaklarını lekeleyerek bizim üzerimizden çıkar

142 REFERANDUM TARTIŞMALARI


çarkını meşrulaştırmak için her türlü sosyal, siyasi, ekonomik, medyatik
entrikayı çevirecekler!
Çünkü; Halkın büyük çoğunluğu açlık ve yoksulluk sınırının altında,
sefalet içinde, asgari ücret tarifesiyle terbiye edildikleri bir hayata
mahkûm edilirken, bir kişiye on pul, on kişiye bir pul hesabıyla, zengin-
lerin daha zengin, fakirlerin daha fakir oldukları bir sistem kök salacak;
cepleri ve kasaları dolu, geçim sıkıntısı nedir ömründe hiç görmemiş
ve bilmeyen, çerez niyetine en az asgari ücret kadar harcama yapan
gamsız, tasasız, tuzu kuru müreffeh insanlar, zavallı halkımız için asgari
ücreti ve çalışma şartlarını tesbit edecekler!
Çünkü; Türkçülük, Kürtçülük, Ulusçuluk yaparak çağdaşlık maskesi al-
tında bunu pazarlayacak, Resmi tarih yalanlarıyla devletçilik yapacak,
zavallı halkı devletin emrine amade çağdaş köleler olarak görecekler!
Çünkü; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrun-
da ölen varsa vatandır” diyecek ve (Allah(cc)’ın Rasülü Medine/toprak
için savaşıp ölen cahiliye ölümü üzere ölmüştür, şehit değildir derken)
kıymeti kendinden menkul kutsallar oluşturarak kabul etmemiz için
karşımıza dikecek, bunları müslümanca reddedenleri marjinal görecek,
sakıncalı ilan edecek, vatan hainliğiyle yaftalayacak ve sonunda da düş-
man ilan edecekler!
Çünkü; Gece gündüz, canla başla, çalışarak, biriktirdiklerimizle ve köy
köy, şehir şehir, kapı kapı dolaşarak, hayırseverlerin alın teri ve helâl
kazançlarından, bin bir türlü fedakârlık ve emeklerle inşa ettiğimiz
bütün camilere,  oralarda kendi borularını rahatça ve itirazsız olarak
öttürebilmek için abdestsizliğine, laikliğine, faşistlik ve ateistliğine bak-
madan, önce el koyacak, daha sonra elimizden alarak Diyanet’e bağla-
yıp kendi memurunu atayacak, üstüne üstlük bir de bize din öğretmeye
kalkacaklar!
Çünkü; Önce işgal edip sonra da el koydukları camilerimizin kürsü ve
minberlerinden, küfrün önderlerine utanmadan dualar edip, methiyeler
düzecek, isyana, tuğyana, zulme ve sonuçta küfre götüren sistemlerinin
geleceği, bekâsı ve selâmeti için el açıp Allah(cc)’a dûalar edecek, biz-
lerden de bu onursuz, omurgasız şerefsiz, yalakalık ürünü şarlatanlığa
amin dememizi bekleyecekler!
Çünkü; Bir tane yezidin hatırına, binlerce masumun ve yiğitlerin,
Hüseyin’lerin kanına girmekten bir an olsun geri durmayacak ve asla
çekinmeyecekler!
Çünkü; Ramazan’da Müslüman, Şevval’de demokrat olacak, Zilhicce’de
Hacc’a giderken, Ağustos’ta sahil ve kumsallarda yarı çıplak, anadan
üryan bir şekilde boylu boyunca devrilecek, yeridir diyerek diplomatik
toplantılarda kadehler devirecek, ‘devlet malı deniz yemeyen keriz’
diyecek, yetim malı ile semizleşecek, utanmadan bizlere müslüman-
lık taslayacak, üstüne üstlük bir de çelişkiler kumkuması beyinleriyle,

REFERANDUM TARTIŞMALARI 143


kalblerinin temizliğinden dem vuracaklar!
Çünkü; Allah(cc)’ın kitabı Kur’an’a göre içki, faiz, çeşitli şans oyunla-
rı ve millî kumar, kesinlikle men edilmiş günahlarken, bunların hepsi
bireysel tercihler ve zamanın gerekleri olacak, devlet eliyle meşru ve
serbest kalacak!
Çünkü; Allah’a ortak koşma Şirki en büyük zulüm olduğu halde, bu
birilerinin kutsallarına göre inanç ve düşünce özgürlüğü olacak, iste-
yen istediği her şeyi arsız, hayâsız ve pervasızca, Allah(cc)’a, Kur’an’a
Peygamber’e şirk koşacak ve sonuçta bunun adı da bireysel tercihler
olacak!
Çünkü; Muhkem kaleler gibi inşa edilmiş (şehir merkezlerinde, güvenli
ve risksiz bölgelerde) Askeri sosyal tesislerde, gazinolarda, golf saha-
larında ayrıcalıklı ve torpilli kimi gençler vatani görevini yapacaklar ve
buraların etrafında kuş dahi uçurulmayıp, yamaçlarına bile kimsecikler
sokulamazken, sıradan vatan evlatlarının görev yaptıkları (terör bölge-
sinin, riskli ortamlarında) birlik ve karakollar adeta kâğıttan, kartondan
binalar gibi inşa edilecek, kuş uçmaz kervan geçmez yamaçlarda koru-
masız ve savunmasız kalacaklar!
Çünkü; Bir kişinin bile burnu kanamaması gerektiği halde, ölen askerler
hep gariban vatandaşın, Anadolu insanının torpilsiz, kıymetsiz(!) sıra-
dan evlatları olurken, hiçbir bürokratın, rektörün, sosyetenin, vekilin,
elitin, zenginin, siyasetçinin, generalin sıra dışı ve kıymetli oğlu olmaya-
cak!
Çünkü; Ailesinden ocağından koparılıp alınan gençlerimizin, Peygamber
ocağı(!) denilen kışlada imanına, inancına göre ibadet etmemeleri için,
akla ve hayale sığmayacak türden engeller çıkararak analarından emdi-
ği sütü fitil fitil burunlarından getirecekler!
Çünkü; Ömürleri boyunca değil bir günlüğüne, bir dakikalığına bile as-
ker olmayacak, hatta kışlanın yüzünü dahi görmeyecek olan kızlarımıza,
Milli Güvenlik Derslerinde dikkat çekerek/çektirerek askeri vesayet ve
tahakkümü dayatıp, askerlik, rütbeler ve ordu hakkında eğitim vererek,
özel bir psikolojik işkence ve ayrımcılık anlamına gelen pervasız zulüm-
lerle, başörtüsü üzerinden din ve dindarlarla hesaplaşmaya varan Allah,
Kitap ve din düşmanlığını hepimizin gözlerinin içine bakarak yapacak ve
sınıflardan, derslerden atacaklar!
*******
Bizlere ölümü gösterip sıtmaya razı olmamıza alıştılar. O gelmezse bu
gelir, bu daha zalim o daha az zalim, hiç olmazsa bizden birileri olsun
vs diyerek bu günlere kadar geldik.
Uyanalım artık ve bizi seçim sandığından defalarca ısırmalarına izin
vermeyelim. Biz kimseyi Allah(cc)’a, Kitabına, Ahiret’e inanmaya zorla-
mıyor, onlara inanıp kabul etmeleri için din dayatmıyoruz! Kimsenin de

144 REFERANDUM TARTIŞMALARI


bize devlet tanrısı, resmî ideoloji, din ve yaşam tarzı dayatmasını asla
kabul etmiyoruz!
Tekrar edelim, bu referandum ‘İslâm’a, Kur’an’a ve Sünnet’e göre mi
yönetilerek idare edilmek istersiniz, yoksa bizim laik, seküler, ahreti ol-
mayan, tek dünyalı, inançsız, demokratik kanunlarımıza göre mi yöne-
tilmek istersiniz’ şeklinde bir seçim veya tercih değildir! Egemenlerden
hiç kimse bilerek böyle bir riski asla göze alamaz zaten. Halkın gönlün-
de yatan aslanı ve tercihini çok iyi biliyorlar çünkü onlar.
Allah(cc)ı ve Rasülünü, Kur’an’ı ve Sünnet’i kendimize Dayanak, Sığı-
nak, Yasa, İlke, Rehber, Önder, Mercî Kabul ettiğimiz için, İmanımızla
ve Kendimizle Çelişmemek adına, ‘La ilahe’ Kulluk sözleşmesine ihanet
etmemek için, Allah(cc)’a olan söz ve duruşumuzu bozmayalım diye,
Küfre ve Şirke Karşı Tuttuğumuz Kulluk Oruçlarımızı Bozarsak Kefareti-
miz Cehennem Olmasın diye; Hiçbir beşerî ideoloji ve sistemi asla EVET
ya da HAYIR diyerek kabullenmeyip, toptan Reddeden’lerden olmaktır
tercihimiz!
İnançsızlığınız ve İnkârcı Şirk Sisteminiz Size, İnancımız ve Tevhidî Ter-
cihlerimiz Bize Diyoruz!
Selâm, Hidayete Tabi Olanların Üzerine Olsun!
30/08/2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

İslamî camia
sağcılaşıyor mu?
AHYA ARAS

Aslında yoğun şekilde referandum eksenli tartışmalara bakıp afallıyo-


ruz, şaşırıyoruz. Çoğumuzun, olan biteni aklı havsalası almıyor. Bunu
elbette anlıyoruz ve anlamak da gereklidir. Ama bu ‘şaşkınlığı’ gereğin-
den fazlaya da taşırmamak lazım. Çünkü o durumda, siyasî anlamda

REFERANDUM TARTIŞMALARI 145


olan biteni anlamamışlığımız ortaya çıkar.
İslam’ın siyasallığı derken, sıradan, harcı alem bir söz söylemiş olmu-
yoruz. Bu, çok ciddi bir sözdür, dağlara taşlara ağır gelen emanet de
bir boyutu ile budur aslında. “İslam, bir boyutuyla da siyasettir” gibi
bir anlam çıkartılmamalıdır bu sözden; çünkü İslam bizatihi siyasettir.
İslam dünya dinidir, dünya için gelmiştir, insana gelmiştir, insanı yönet-
mek, insan toplumunun hayatına yön vermek, hangi ölçülere göre ya-
şayacağını açıklar. Bu, haksız bir müdahale değildir. Bu, suyun toprakla
buluşması, kuzunun anasının memesini yakalaması misali fıtrî, adil ve
hakça bir müdahaledir.
İslam’ın siyasallığını dile getirmek, İslam’ın siyasal bir din olduğunu
idrak etmek ve siyasal İslam’a teslim olmak da ‘zor’lu bir iştir. Kolay
dururken, eyyama tabi olup gitmek varken, herkesin gittiği yere gitmek
varken, “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” demek hiç kolay
değildir.
İslam’ı sadece, ‘namaz’ olsun diye yaptığı belirli hareketlerden ibaret
sanan belli bir zümrenin bu siyasallığı anlamaması, dolayısıyla Müs-
lümanlar olarak İslamî tavırlarımızı, siyasî tercihlerimizi, duruşumuzu
anlamlandıramaması doğaldır. Lakin mürekkep yalamış, “elif okumuş
ötürü” kimselerin, tevhidî uyanış, İslamî bilinçlenme uğrunda çaba sar-
fetmiş insanların şu an bizi anlamaması hiç doğal değildir.
Bununla beraber, buna da alışıyor insan, bir süre sonra artık bu da nor-
malleşiyor gözümüzde. Olabiliyormuş meğer diyoruz.
Demek istiyorum ki aslında bu yaşananlara gereğinden fazla şaşırmak,
bizi açık düşürür. Çünkü şu yeryüzünde, uzun asırlardır, dünyayı keli-
menin tam anlamıyla nebevî bir okuyuşla okuyacak ilkeli İslamî siyasî
düşünce çok az var oldu. ‘Sistem’ adı verilen o iri iktidara karşı durabil-
mek, öyle küçük donanımlarla mümkün olabilecek bir şey değildir. Sular
bile mermerleri aşındırıyorsa, insanın aşınmaması için nasıl bir kalp ve
kafaya sahip olması lazım gelir, düşünülmelidir.
İslamî camia aslında her zaman bir nebze sağcılığı zihinlerinde barın-
dırdılar. Sağcı, solcu, ulusalcı, milliyetçi, vatancı bağlardan tamamen
salim olmayı çok az kişi başarabilmiştir. Son yıllarda Müslümanların
sağcılaşması daha da ivme kazanmıştır. Bundan birkaç sene öncesine
kadar, Müslüman-demokrat bir zihniyetin oluşmakta olduğunu söyleme-
miz, adeta kötü bir haberin ihbarı gibi algılanabiliyordu ama şimdilerde
artık Müslüman-demokrat olmamak takbih edilir bir noktaya gelinmiştir.
Daha dün denecek kadar yakın geçmişte müslümanca düşünme üzerine
kalem oynatan, kelimelerin kafa karıştırıcılığına kafa yoran entelektüel-
ler bugün anayasa oylamasına katılıp, evet oyu vermeyi sırat köprüsü-
nü geçmek olarak açıklayabilmektedirler.
Kısacası Müslümanlar sağcılaşıyor, Müslümanlar, demokrasi ile araların-
daki soğukluğu gideriyorlar. Müslümanlar liberalleşiyorlar. Müslümanlar,

146 REFERANDUM TARTIŞMALARI


dönemsel olarak öne çıkan siyasî ideolojilere yaslanmadan, onların olu-
ru alınmadan tek başına İslam ikame edilemez duygusuna kapılıyorlar.
Müslümanlar birtakım pratik kazanımları, akidelerinin önüne geçiriyor-
lar.
Bugünler, ileriki tarihte İslamî siyasî düşüncede bir dönüm noktası, kırıl-
ma noktası olarak zikredilecektir. Üzülerek belirtmek durumunda kalsak
da, İslamî siyasî düşünüşün brütüslerinden bahsedilecektir.
Bununla beraber, bu kırılma noktasından inşallah hayırlı sonuçlar da
hâsıl olacaktır. Tevhidî bilinç umuyoruz ki daha bir gelişip gürbüzleşe-
cektir.  Ümitvar olmak ve kıvanmak için de birçok sebep bulunmaktadır.
Çünkü sağcılaşanlarımız yanında, kâfirlerin öfkesini celbeden, ekicisinin
gönlünü okşayan ekinlerimiz de azımsanmayacak kadar çoktur. Zaten
biz mü’minler sayısallığa prim vermeyiz ve aldanmayız istatistiki ra-
kamların cazibesine. Yeryüzünde, hayatı İbrahim gibi, Muhammed gibi
(sav) okuyabilen bir tek tane bile adam varsa, bununla kıvanmak va-
ciptir. Müslümana yeis yakışmaz. Din Allahın’dır. Biz, hesabımızı kolay
verilir tutmaya çalışmalıyız, gerisi “Allah kerîm”dir.
30.08.2010
KAYNAK: www.iktibasdergisi.com

İslamoğlu:
‘Referandum bir
sorumluluktur’

Mustafa İslamoğlu, “İnsanlar sandığa giderek, vesayetle mi yoksa vesa-


yetsiz mi yönetilip yönetilmeyeceğinin tercihini yapacaklar” dedi.
12 Eylül ve sonrasını yaşayanlardan biri olan Mustafa İslamoğlu da,
referandum konusunda önemli açıklamalarda bulundu.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 147


Referandumun bir seçim olmadığını belirten İslamoğlu, ‘İnsanlar parti
mülahazasıyla değil vicdan, adalet ve hakkaniyet duygularıyla sandığa
gitmeliler’ dedi.

Aile olarak üç kuşak askeri vesayetlerden etkilendiklerini kaydeden


İslamoğlu, millete vasi kesilen putlu ve mutlu azınlığın bu topraklarda
seksen yıldan fazla bir zamandan beri Allah`a savaş açarak Müslüman-
lara kan kusturduğunu ve onlara göre bu milletin itilip kakılmaya layık
olduğunu belirten İslamoğlu; “Bu referandumla Cumhuriyet tarihinde
ilk defa milletin önüne ‘millet efendi mi olsun, bu mutlu azınlığın köle-
si olarak mı kalsın’ sorusu gelmektedir. bu millet üzerinde tahakküm
kuran baskıcı zihniyet karşısında milletin rüşdünü ispat etme fırsatıdır.
millet üzerine zorla giydirilmiş deli gömleğini çıkaracak mı çıkarmaya-
cak mı sorusuna verilecek cevaptır” dedi.

Referandumun imanla ilgisi olmadığına belirten Mustafa İslamoğlu;


“Referandumda oy verme hadisesi bir ameldir. İnsanlar sandığa giderek
tercihleriyle bir eylem ortaya koyacaklar. Vesayetle mi yoksa vesayetsiz
mi yönetilip yönetilmeyeceğinin tercihini yapacaklar. Salih amel olup
olmadığı yapılan tercihlerle belirlenecektir” diye konuştu.

BU BİR İYİLİK YARIŞIDIR

Referandumu, Allah Resulü`nün peygamberliği öncesinde zalim Mekke


oligarşisine karşı vicdanlı bir topluluğun kurduğu ittifak olan hılfu`l-
fudul`e benzeten İslamoğlu, “Bu bir iyilik yarışıdır. Bu memlekete
kötülük yapan vesayetçiler artık bu milletin tepesinden indirilmeli. Re-
ferandum bu milletin değerlerini iğfal edenlere bir cevap olmalıdır. Bu
referandum millet belasını mı yoksa refahını mı istediğinin cevabı da
alacaktır” şeklinde konuştu.

Referandumun bir sorumluluk bilinci ve hayat-memat meselesi olduğu-


nu belirten İslamoğlu, “Her türlü sorumsuzluk Allah`a saygısızlıktır. Zira
her birimiz içinde bulunduğumuz toplumun bir ferdiyiz. Kendi geleceği-
ne sahip çıkıp vesayeti reddederek tercih yapmak gerekiyor” dedi.

DARBECİLERE HADDİ BİLDİRİLMELİDİR!

Bu anayasanın darbecilere haddini bildirecek maddeler içerdiğini belir-


ten İslamoğlu: “Bu değişikliğin önü güçlü bir evet`le açılırsa bu milletin
seksen yıllık makus talihi açılacak. Bu bir fırsattır. Böyle bir fırsat mille-
tin önüne yüz yılda bir ya çıkar ya çıkmaz” dedi.

Bu coğrafyanın tarihindeki darbelerin milletin iradesinin, imanının,


inancının üstünde derin tahribatlar bıraktığına dikkat çeken İslamoğlu,
ayrıca askeri vesayetin cumhuriyet tarihinde millete düşman olmanın

148 REFERANDUM TARTIŞMALARI


tarihi olduğunu da değindi. İslamoğlu, böylesine olumsuz ve karanlık
bir tablonun değişiklik paketine verilecek olumlu destekle değişeceğini
ve millet için bir gündönümü olacağı kaydetti. Allah resulünün “mümin
bir delikten iki kere sokulmaz” tavsiyesini hatırlatan İslamoğlu: “Müslü-
manlar gözlerini açmalı, kendi lehlerine olanı aleyhlerine olandan ayırt
etmesini bilmeli, ilmihalini bilmeli” dedi.

MÜSLÜMANLARIN TAVRI NE OLMALIDIR?

Mustafa İslamoğlu, Müslümanların tavrının ne olması gerektiği ile ilgili


şu hatırlatmalarda bulundu: “Sorumlu olun, takvalı olun. Bu bir tercih
meselesidir; tercihlerimizden sorumluyuz, yaptıklarımızdan, yapmadık-
larımızdan sorumluyuz. Bugün yaptığımız yanlış bir tercih neslimize bir
zulüm, ahlaksızlık ve kötü gelecek olarak yansır.

Asıl referandum göklerin ötesinde tutulan kayıttır. Oylarımızı attığımız


sandıklar bu dünyada açılacak. Asıl amellerimizi biriktiren Allah`ın san-
dıkları ise ahirette açılacak. Orada yüzümüzü karartan bir tercihte bu-
lunmayalım. `Allah ne der` diye bakalım. Allah mazlumdan, adaletten,
imandan yana olmamızı ister.”
31 Ağustos 2010
KAYNAK: www.ozgundurus.com

“Bir
Mustafa İslamoğlu:
ibadet duyarlılığı içe-
risinde sandığa
gidip evet diyeceğim”

Anayasa değişikliği paketine her kesimden destek gelmeye devam edi-


yor.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 149


Verdiği tefsir dersleri ve eğitim hizmetleri ile tanınan Mustafa İslamoğlu
da referandumda ‘evet’ diyeceğini açıkladı. 12 Eylül sabahı bir ibadet
duyarlılığı içerisinde sandığa gideceğini söyleyen İslamoğlu, “Bu, seçim
ve sandık değil, bu koca bir milletin vesayete dur deyip dememe me-
selesidir.” diyor. Bayram tatili gerekçesi ile sandığa gitmeyecekleri de
sorumlu davranmaya çağırarak, “Bu tarihî fırsatı kaçırmayın. Sonucun
ne çıkacağından daha önemlisi sizin nerede durduğunuzdur.” ifadesini
kullanıyor.
Mustafa İslamoğlu, anayasa değişikliğine ilişkin görüşlerini Zaman’a an-
lattı. Referandumu Türkiye için bir dönüm noktası olarak gördüğünü an-
latan İslamoğlu, “Bu referandum, milletin inancı, gelenekleri, değerleri
üzerinden kendisiyle dalga geçen bir avuç azınlığı sırtından indirecek
mi, indirmeyecek mi, yoksa celladını kucaklamaya devam mı edecek,
bunu gösterecek.” diyor. Paket kabul edilirse sadece 12 Eylül’e değil, 27
Mayıs darbesine, 1971 muhtırasına ve 28 Şubat sürecine milletin tokat
gibi cevap vereceğini vurguluyor. Referandumun siyaset üstü olduğunu
kaydederken, “Herhangi bir partiye uzak ya da yakın değilim. Benim
okuyucularım arasında her kesimden insan var. Bu nedenle de oyumun
rengini açıkça söylüyorum.” diyor. ‘Evet’ deme gerekçesini de şöyle dile
getiriyor: “Bendeniz bir ibadet duyarlılığı içerisinde ‘evet’ demenin ge-
rekli olduğunu düşünüyorum. Evet demek için ne Müslüman olmaya, ne
dindar olmaya, ne şu, ne bu olmaya gerek var. Bu referandumda ‘evet’
demek için vicdana sahip olmak yeterli.”
Mustafa İslamoğlu, bayram tatili ve değişik gerekçelerle oy kullanmayı
düşünmeyenleri ise sorumlu davranmaya çağırıyor. “Bu topraklarda ya-
şıyoruz ve bu topraklarda tercihlerimizin sonucunu göreceğiz. Sorum-
luluk bilincine sahip olan her mümin her şeyi bırakıp bu sorumluluğunu
yerine getirmek zorundadır. Çünkü bu, koca bir milletin vesayete dur
deyip dememe meselesidir. Sonucun ne çıkacağından daha önemlisi
sizin nerede durduğunuzdur. Eğer bizim gevşekliğimizden dolayı millet
hayırlı bir işten mahrum kalacaksa, biz o hayrı engelleyen durumuna
düşeceğiz. Unutmamalıyız ki, yapmamız gerekip de yapmadıklarımızdan
da hesaba çekileceğiz.” ifadelerini kullanıyor.

Referandum, doğudaki kanlı oyunun son bulması için


tarihî fırsat
‘Hayır’ kampanyası düzenleyenleri de “Referandum maddelerini konu-
şan ‘hayır’cı görmedim.” sözleriyle eleştiren İslamoğlu, “Aslında refe-
randum 12 Eylül’den önce oylanmaya başlandı. Bu süreçte birbirine
düşman zannettiğimiz güçlerin birbiri ile dost olduklarını gördük. Mesela
Ergenekon ile PKK’nın kan kardeşi olduğunu gördük.” diyor. BDP’nin
sandığa gitmeme tercihinin ‘hayır’ın radikal hali olduğunu savunan İs-
lamoğlu, sandığa gitmeyi engellemeye çalışanları, insanların vicdanın-
dan korkmakla suçluyor. Bölgeden çıkacak her oyun, terör örgütünün

150 REFERANDUM TARTIŞMALARI


aleyhine işleyeceğini kaydederken, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayanlara
“Oradaki kardeşlerim için bu referandum sandığa gitmelerini vacip kı-
lan bir referandum. Eğer onlar sadece kendilerinin değil torunlarının da
kanlı oyuna çekilmelerini istemiyorlarsa böyle fırsat bir daha zor gelir.
Eğer acılarınıza, kayıplarınıza, geleceğinize, geçmişinize, kendinize say-
gı duyuyorsanız bu fırsatı kaçırmayın.” diye sesleniyor. Referandumdan
‘hayır’ çıkması halinde vesayetçiler, gizli kapaklı dümen çevirenler ve
çetelerin bayram yapacağının altını çiziyor.
CİHAN YENİLMEZ, GÖKSEL GENÇ - İSTANBUL
01 Eylül 2010
KAYNAK: ZAMAN Gazetesi

Kemalist Zorbalık
Düzenine Karşı Bir
Mevzi Olarak
12 Eylül Referandumu
HAKSÖZ EDİTÖR YAZISI

Türkiye siyasetinde gündem 12 Eylül tarihinde yapılacak olan referan-


duma kilitlenmiş durumda. Hangi sonuç çıkarsa çıksın 12 Eylül’den son-
ra da uzun bir süre referandumun tartışılacağı ve ortaya çıkardığı tablo
üzerinden siyasal mevzilenmelerin şekilleneceği görülüyor. Referandu-
mun meydana çıkardığı saflaşma, aslında Türkiye siyasi-sosyal yapısın-
da uzun, çok uzun bir zamandır var olan kutuplaşmayı ufak tefek bazı
farklılıklarla, eklemelerle neredeyse aynen yansıtmakta. Referandum
tartışması ve saflaşması temelde statükoyu koruma ve değiştirme ek-
seninde mevcut ayrışmaya ayna tutmakta.
Türkiye siyasetinde muhafazakârlık olgusunun kime/kimlere ve ne tür
politikalara tekabül ettiği referandum tartışmaları sürecinde bir kere
daha ilginç görüntüleriyle ortaya çıkıyor. Muhafazakâr olduğu sanılan-
ların, hatta kendilerini bu sıfatla adlandıranların değişimden, düzen de-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 151


ğişikliğinden yana olduğu zannedilenlerin ise bağnaz bir tarzda statüko
muhafızlığından yana olduğu açık biçimde ortaya çıkıyor.

Saflar Benzeşse de Hedefler Farklı

Kuşkusuz gerek statüko yanlıları gerekse değişimden yana olanlar da


kendi içlerinde ayrı çizgilere sahipler. Tezlerini, pozisyonlarını farklı ge-
rekçelere dayandırmaktalar. Karşı çıkışların genelde Tayyip/AKP aleyh-
tarlığı üzerine kurgulamaya çalışmakla birlikte, anayasa değişikliklerine
muhalefet edenlerin farklı pozisyonlardan hareket ettikleri açık. Örneğin
CHP ile YARSAV’ın ya da Halkevlerinin kalkış noktaları birbirine benze-
mekte iken, MHP ile TKP’nin gerekçeleri doğal olarak farklılaşmakta.
Aynı farklılaşma değişikliklerden yana tavır alanlar için de geçerli. Ana-
yasa değişikliklerini düzeni daha güçlü, sağlam ve sahiplenebilir bir ze-
mine oturtma amacıyla destekleyenler ile mücadele zeminini geliştirme
çabalan için ileri bir aşama olarak algılayanların gerekçeleri de bakış
açıları da elbette farklılık arz etmekte.
İslami doğrultuda bir toplumsal değişimden yana olanlar açısından re-
ferandum konusuna nasıl yaklaşılabilir? İslam’a cepheden savaş açmış
bu sistemi de onun anayasasını da reddetmekle mükellefiz. Aynı şekilde
doğrunun ve hakkın ölçüsünün oligarşik iktidarlar olmadığı gibi, sayı-
sal çoğunluklar da olmadığını biliyoruz. Bu durumda bizler açısından
anayasa değişikliklerinin önemsenmesi ve desteklenmesinin ancak
mücadele zemininin geliştirilmesi ve genişletilmesi bağlamında savunu-
labileceği açıktır. Sistemin baskı ve zulmünü azaltacağını umduğumuz
düzenlemelere olumlu yaklaşırken, cari sistemi hiçbir biçimde meşru
görmediğimizin altını çizmekte yarar var.
Özetle üzerimizdeki yükü hafifletecek, tebliğ ve davet imkânını daha
geniş kesimlere, kitlelere ulaştırılmasına katkı sağlayacak değişikliklere
olumlu yaklaşmamız aklın bir gereğidir. Buna karşın Müslümanlar ara-
sında Kemalist düzenin birtakım dikenlerinin temizlenmesi neticesinde
“barış içinde bir arada yaşama” formülüne uygun bir kucaklaşma arzu-
layanlar da vardır mutlaka ama bunların en temelde ne bu düzeni ne de
İslam’ı kavrayamadıkları ortadadır.

Neticenin Muhtemel Neticeleri

Referandumun ne tür sonuçlara yol açabileceğine ilişkin değerlendir-


melerin de referanduma ilişkin tavır belirlerken atlanmaması gereken
hususlardan biri olduğu görülmeli. ‘Hayır’ çıkması durumunda düzenin
halk desteğine sahip olduğu propagandası güçlenirken, bilumum yasak-
çılar, darbeciler rahatlayacak ve halk çoğunluğunun üst yargıdaki oligar-
şik yapılanmada bir sorun görmediği tezi kuvvetlenecek. Ergenekon’un
fasa fiso, darbe tehlikesinin asılsız olduğu, militarist işleyişin rahatsızlık
vermediği, hükümetin yandaş bir yargı oluşturmaya çalıştığına ilişkin

152 REFERANDUM TARTIŞMALARI


iddiaların toplumsal kabul gördüğü anlaşılacak. Yani Kemalist despotik
yapılanma ve işleyişin geniş kesimlerin rızasına uygun olduğu sonucu
çıkacak.
Şüphesiz toplumun değil çoğunluğu, tamamı tarafından dahi benimsen-
se zulüm zulüm olmaktan çıkmaz, yanlış doğru olmaz. Bununla birlikte
faşizan dayatmaların, baskı ve hukuksuzlukların geniş kesimlerce sorun
olarak görülmemesi, üstelik son dönemlerde ayyuka çıkan bunca reza-
letten, sefaletten sonra dahi tüm bu olan bitenin normal karşılanması
gayet can sıkıcı, moral bozucu olur. İslami bir dönüşüm için her şartta
çaba sarf etmekle yükümlü olan müminlerin sorumluluğu yine değiş-
mez ama toplumsal değişimin zemininin bunca sert ve kurak olduğunun
anlaşılmasının ister istemez bezginlik, hatta yılgınlık duygularına yol
açması kaçınılmazdır. Açıkçası Osman Paksüt, Kadir Özbek, İlker Baş-
buğ, Tansel Çölaşan, Ömer Faruk Eminağaoğlu, Şener Eruygur, Çetin
Doğan ve benzer konumdaki zevatı sevindirecek bir sonucun bizi hiç mi
hiç sevindirmeyeceği, ayrıca da her açıdan işimizin zor olduğunun gös-
tergesi olacağı açıktır.
Sandıktan ‘evet’ çıkması durumunda ise bu sonuç doğaldır ki, öncelik-
le AK Parti hükümetinin kâr hanesine yazılacaktır. Hükümetin yoğun
bir kavga içinde olduğu Ergenekoncu, darbeci güçlerle, oligarşik yargı
mekanizmasıyla mücadelesinde halk desteğini arkasına almış olması
bundan sonraki adımlarını kolaylaştıracaktır. Bilindiği üzere bir müddet-
tir gerek dâhili gelişmeler, gerekse de harici konjonktür nedeniyle açık
ve yakın bir darbe tehlikesi Türkiye gündeminden düşmüş görünmekte;
buna karşın darbecilerin boşalttığı, boşaltmak zorunda kaldığı alanın
yargı bürokrasisi tarafından doldurulması vakası yaşanmaktadır. İşte
referandum neticesinde çıkabilecek güçlü bir ‘evet’, tüm bu bürokratik
ikame çabalarına ciddi bir darbe olarak yorumlanabilir.
Referandumda bir dizi değişiklik konusu gündeme alınmakla birlikte,
Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın asıl ağırlık merkezini oluşturduğu bi-
liniyor. AYM’nin ve HSYK’nın neyi temsil ettiği, sistem içinde nasıl bir
işlev gördüğü ortada. 1960 darbesinin bir ürünü olan AYM, kurulduğu
tarihten bu yana temel misyonu olan sistemi halkın iradesine karşı ko-
rumak ve halkın taleplerini püskürtme görevlerini bihakkın yerine ge-
tiriyor. 1989’dan itibaren ardı ardına verdiği kararlarla ise AYM’nin halk
nezdinde öncelikli yeri başörtüsü yasakçılığı ile özdeş-
leşmiş durumda.

Başörtüsü Referandumu!

Aslında referandumu bir anlamda başörtüsü yasağı referandumu olarak


da görebiliriz. Bürokratik despotizmin kafasına göre ihdas ettiği yasak-
lar konusunda halkın ne dediğinin göstergesi olarak yorumlayabiliriz.
Nitekim referandum saflaşmasını da bir yönüyle başörtüsü saflaşması
şeklinde okumak yanlış olmaz. MHP’nin tutumu hariç tutulacak olursa

REFERANDUM TARTIŞMALARI 153


–ki tabanından ciddi bir tepki aldığı görülmekte- neredeyse ‘hayır’cıların
tümü yasakçı cephede yer alırken, ‘evet’ diyenlerin hemen hepsinin ise
yasağa şu veya bu nedenle karşı çıktıkları biliniyor. Boykotçuların ise
pek çok konuda olduğu gibi, başörtüsü yasağı konusunda da ne dedik-
lerinin tam anlaşılmadığı söylenebilir.
Bu noktada keşke İslami camianın gerek kitlesel gücü gerekse de po-
litik basireti yeterli olsaydı da şu referandumu doğrudan başörtüsü
oylaması şekline dönüştürebilseydik diye düşünmeden edemiyoruz.
Referandum kitlelere “Kemalist zorbalığa karşı İslami kimliğe özgürlük”
talebi şeklinde formüle edilerek sunulabilse ve bu yönde ciddi, etkili
kampanya yürütebilseydi düzene karşı ciddi bir mevzi kazanılmış olmaz
mıydı?
Ne yazık ki, İslami camianın toplumsal sorunlar ve siyasal gündemlere
ilişkin tavırsızlık sorunu bir kere daha nüksetmiş durumda. Geniş bir
kesim süreci Türkiye’nin nasıl daha büyüyeceği, dünyada hak ettiği
yere geleceği, demokrasinin kemale ermesi ve benzeri hastalıklı söy-
lemler üzerine bina edip AK Parti’ye lojistik destek sunma faaliyetine
indirgedi. Nispeten çok daha küçük fakat duyarlılık sahibi bir kesim ise
anayasa tartışmalarını Allah’ın hükümranlığına ortak arama faaliyeti
şablonuna sıkıştırarak, düzene bulaşmama adına hayattan soyutlanmış
bir tutuma yöneldi ve netice itibariyle politikasızlık anlamına gelecek bir
söylem üreterek böylesine temel bir gündeme dair bir sözü olmadığını
beyan etmiş oldu.

Sürece Sırtımızı Dönemeyiz!

Biz ise uzunca bir süredir ülkenin bir numaralı gündem maddesini teşkil
eden bu tartışmada tarafsız kalmanın doğrudan kimliğimizle ve gelece-
ğimizle ilgili bir gündeme sırt çevirmek olduğunu düşünüyoruz. İçinde
yaşadığımız ülkeyi ve toplumu doğrudan ilgilendiren bu meseleye ta-
vırsız kalmanın ise sorumluluk bilincimizle örtüşmediğine inanıyoruz.
Özgürlüklerimizi kısıtlayan, bizi kuşatan, sindirmeye çalışan statükocu
zihniyet ve işleyişin geriletilmesini talep ediyoruz. Ve bu zaviyeden
baktığımızda militarizmin ve hukuk -kılıfına büründürülmüş yargı des-
potizminin etkinliğinin kırılmasını getirebilecek düzenlemelerin lehimize,
hayrımıza olduğunu görüyoruz. Bu yüzden de kendi kimliğimizi, çizgi-
mizi koruyarak ve taleplerimizin takipçisi olmayı sürdürerek tartışma
sürecinde etkin rol üstlenmenin gerekliliğine inanıyoruz.
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

154 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Tavırsızlık Sahih
Tavır Olabilir Mi?
RIDVAN KAYA

Referandum her kesimin olduğu gibi Müslümanların da gündemini yo-


ğun biçimde belirlemekte. İslami camianın genelde AK Parti politikaları-
nı pek de şerh düşmeksizin benimseyen tutumu anayasa değişiklikleri-
ne ilişkin tutuma da yansımakta. Bu yüzden referandumu adeta hayatta
kalıp kalamayacağımızı belirleyecek bir olay şeklinde algılama yaklaşımı
dikkat çekiyor. Bu yaklaşım 13 Eylül’ü neredeyse kurtuluş günü sanma
eğiliminde. Referandumdan ‘evet’ çıkarsa her şeyin çok hızlı değişeceği
umuluyor, zannediliyor.
Değişiklikleri destekleyen sol-liberal çevrelerin “yetmez ama evet” söy-
lemi bile bu yaklaşımdan daha ileri. Şöyle ki, en azından içerisinde bir
itirazı, bir talebi ya da talepler silsilesini barındırmakta. Bu şekilde daha
değişmesi gereken çok şey olduğu beyan edilmiş ve sunulana fit olun-
madığı ihsas ettirilmiş oluyor. İslami camianın genelinde ise bu kadar
bir mesafeli tutum dahi sergilenmiyor. Bu durum, yani düzen içi politi-
kalardan kendini ayrıştıramama, düzeni geriletici ve mücadele zeminini
geliştirici talepler geliştirememe zaafı uzun zamana yayılan savrulmuş-
luk olgusunun bir neticesi.

Eklemlenmeye Tepki: Soyutlanma

Öte yandan bilhassa bu savrulma tehdidinden korunmaya çalışan daha


dar bir kesimde ise referandum konusu yoğun ve sert biçimde tartışıl-
makta. Eklemlenme olgusuyla karşılaştırıldığında bu kesimdeki tartışma
olgusu canlılık göstergesi sayılabilir ama burada da tartışma biçimine
ve konuya yaklaşım tarzına ilişkin ciddi sorunlar, hatta açmazlar bulun-
duğu ortada. Yaşanan soruna, somut tartışmalara ilişkin inandırıcı, ör-
neklenebilir pratikler sunamama, tüm halkı yoğun biçimde ilgilendiren,
kuşatan bir tartışmaya ilişkin net söylemler ve tavırlar geliştirememe
gibi durumlar dışarıya çelişik mesajlar şeklinde yansımakta. Buna bir de
tartışma düzleminin anında iman-küfür tanımlamalarına yönelip, tekfir
boyutuna dönüştürülmesi de eklendiğinde süreç tümden kısır bir mahi-
yet kazanıyor.
Öncelikle konunun akidevi/ideolojik zeminde ele alınması ile pratik/
politik düzlemde tartışılması arasında fark olduğunun görülmesi lazım.
Şüphesiz konunun akidevi boyutunun olmadığı söylenemez. Sistemle
ilişkiler alanına giren ve toplumsal yapıyı birebir ilzam eden hiçbir eyle-
min akidemizden bağımsız olması düşünülemez. Bununla birlikte başka

REFERANDUM TARTIŞMALARI 155


konularda olduğu gibi, burada da akide tartışmasının konunun genel
çerçevesini belirlemenin ötesine geçip çok alt düzeylere kadar taşınma-
sı ve tüm pratik alanı kuşatması kaosa ve çözümsüzlüğe yol açıyor. Bu
noktada bir düşüncenin, söylemin ya da eylemin yanlışlığını tartışmak
ile onun küfür sözü veya eylemi olduğunu iddia etmek arasında çok
bariz bir fark olduğu gözden kaçırılmamalı. Bu itibarla örneğin anayasa
değişikliklerine destek vermenin, değişiklikleri onaylamanın akidevi bir
sapma olduğu iddiası ile bu tavrın İslami mücadeleyi geriletecek, Müs-
lümanları kafa karışıklıklarına sevk edecek yanlış bir tutum olduğu tezi
arasında bariz bir fark bulunduğunun altını çizmekte yarar var.
Konuyu itikadi zemine oturtanlar anayasanın Kemalist sisteme temel
meşruiyet zemini ve çerçevesi sağlayan bir işlev gördüğünü, ister bir
bütün olarak isterse de kısmen bu metnin benimsenmesi, onaylanma-
sı anlamına gelecek bir eylemin tağuta kulluk demek olduğunu iddia
etmekteler. Konuyu daha ziyade siyaset zemininde ele alanlar ise geç-
mişte İslam’ı hâkim kılma mücadelesi içindeki kadroların önemli bir
kısmının 28 Şubat sürecinde düzene savrulduklarını, AK Parti ile bu
sürecin ivme kazandığını, bağımsız bir İslami çizgi geliştirme çabaları-
nın referandum tartışmalarıyla birlikte daha fazla erime tehdidi altında
olduğunu ileri sürmekteler. Referandum sürecinde aktif tavır sergileme-
nin sistem içi restorasyon çabalarının bir parçası olmayı kabul etmek
anlamına geleceğini ve kimlik krizine yol açacağını savun maktalar.

Endişeler ve Sorular

Burada bu iddialara karşı yaklaşımımızı ortaya koymaya ve referandu-


mu Müslümanlar, hatta farkında olsun-olmasın Kemalist despotizmin
tüm mağdurları açısından olumlu bir gelişme olarak gören ve anayasa
değişikliklerinin desteklenmesi gerektiğini savunanlara yöneltilen eleşti-
rel sorulara cevap vermeye çalışacağız.
Anayasada yapılacak kısmi değişiklikleri destekleyenler şirk nitelikli
anayasayı onaylamış ve dolayısıyla tağutları hüküm koyucu kabul etmiş
olmazlar mı?
Yaşadığımız cahilî sistem içinde bir dizi ilişki ve pek çok eylem gerçek-
leştiriyoruz. Bunların bir kısmının akidevi bir niteliği bulunmaz. Örneğin
trafikte yol almanın, bir mesken kiralamanın ya da spor yapmanın sı-
radan bir eylem olduğu, doğrudan ideolojik bir içerik taşımadığı söyle-
nebilir. Buna karşın örneğin çocuğunu okula götüren bir velinin, askere
giden bir gencin, kamu kuruluşunda çalışan bir memurun, hatta ticari
faaliyette bulunan kişinin eylemi pek çok yönüyle sistemin ideolojik çer-
çevesine tâbidir. Bu noktada kişilerin hangi pozisyonda, ne tür zorunlu-
luklar içinde oldukları önem arz eder.
Daha belirleyici olan şey ise tüm bu konum ve eylemler içindeki kişi-
lerin eylemlerine nasıl bir anlam atfettikleridir. Çocuğunu okula ‘Türk

156 REFERANDUM TARTIŞMALARI


varlığına armağan olsun’ diye gönderen bir velinin tutumuyla, Kemalist
sisteme karşı muhalif bir bilinç aktarma çabası içindeki velinin tavrı
şekil itibariyle değişmese de mahiyet itibariyle yüzde yüz farklıdır. Aynı
şey diğer alanlar için de geçerlidir. Burada “Ama bazı işler zorunludur!”
mazeretine sığınmamak gerekir çünkü mecburen, kerhen yapılmak
durumunda kalınan eylemlerin mevcudiyeti açık olmakla birlikte “zo-
runluluk” kavramının göreceli içeriğe sahip olan bir kavram olduğu da
gözden kaçırılmamalıdır.
Başörtüsü ile okula gidemeyen bir Müslümanın durumunu düşünelim.
Ya sistemin zulmüne karşı okul defterini tümden kapatacak ya da yasa-
ğı aşabilmek için çabalayacaktır. Çabalar ise çok yönlü olabilir. Muhalif
zeminde protestolarla, kamuoyu oluşturmaya yönelik eylemlerle talep-
lerini gündemleştirebilir. Bu arada yasal zeminde uğradığı haksızlığın
giderilmesi için yargı yoluna başvurduğunu farz edelim. Yapacağı şey
bellidir. Önce okul idaresinden yasakçı uygulamanın giderilmesini talep
ettiğini, ardından idari mahkemede dava açtığını, oradan aldığı ret ka-
rarına karşı Danıştay’a başvurduğunu, en son yasakçı tutumu AİHM’e
şikâyet ettiğini düşünelim. Tüm bu prosedür faraziye değildir, vakidir.
Sonucun o kadar önemi yok. “Zaten buradan bir sonuç çıkmayacağını
biz demiştik, boşuna zaman kaybettiler.” türünden akıl veren çokbilmiş-
lerin sözüne de herkesin karnı tok. Bu tarz akıl sahiplerinin pek çoğu-
nun kendileriyle alakalı bir sorun ortaya çıktığında, mağduriyetleri söz
konusu olduğunda hiç sektirmeden düzenin polisine, yargısına koştuk-
ları biliniyor, istisnaları elbette vardır ama genelde “Sizi meşru görmü-
yoruz, tanımıyoruz!” diyen pek çıkmıyor.
Eleştirecek halimiz yok. Mantıklı tutum da bunu gerektirir zaten!
Allah’ın hükmünün uygulanabileceği bir ortam söz konusu olmuş olsay-
dı tağuti otoritenin belirlediği kurumlara başvuranların cahiliyesi tartı-
şılmazdı elbette. Ama ne yazık ki, sadece cahiliyenin hükmünün geçerli
kabul edildiği bir ortamda maruz kaldığımız zulmü, mağduriyeti gider-
meye, azaltmaya çalışmanın yolu bellidir.
Sonuç itibariyle maruz kaldığımız zulüm uygulamalarının en azından bir
kısmının giderilmesi, üzerimizdeki baskının hafiflemesi için gündeme
gelen anayasa değişikliklerini olumlamanın, herhangi bir mağduriyeti-
mizi gidermek için herhangi bir resmi merciye başvurmaktan niteliksel
bir farkının olmadığını düşünüyoruz. Nasıl çocuğumu okula kayıt ettirir-
ken Kemalist eğitim sisteminin tümünün çocuğumun zihnine aktarılma-
sına onay vermiş sayılmıyorsam; nasıl kimliğimden ve eylemlerimden
ötürü yargılandığım bir mahkemede cari yasal çerçeve içinde savunma
yapmamdan ya daaleyhimdeki kararı temyiz için düzenin üst yargı ku-
rumuna başvurmamdan Kemalist hukuk düzeninin bütününü meşru
gördüğüm sonucu çıkartılamazsa anayasa metninde yapılacak kısmi
değişiklikleri lehime bulup desteklemem de tağuti güçlerin hükümranlı-
ğını onaylamam olarak görülemez.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 157


Okullarda ant okutulmasının zulüm olduğunu savunup, kaldırılması için
talepte bulunuyoruz. Bu kısmi bir özgürleşme talebi değil midir? Peki,
bu talebimiz eğitim sisteminin bütününe hâkim cahiliyeyi onaylamamız
şeklinde yorumlanabilir mi? Aynı şekilde “Darbeciler yargılansın!” diye
birtalep öne sürdüğümüzde, kendimize ait yargı kurumumuz, mahke-
melerimiz olmadığına göre kimin, nerede ve hangi esaslara göre yargı-
lanmasını talep etmiş oluyoruz? Birileri bu talebin, sahiplerini otomatik
olarak cahiliyenin hükmünü onaylama konumuna getirdiğini söylese
insaflı bir değerlendirme yapmış olur mu?
Mevcut sistemi ve onun anayasal, yasal mevzuatını tümden reddettiği-
mizi, bunları meşru görmediğimizi ifade etmenin ve şu şu gerekçelerle
şöyle bir tavır alıyoruz demenin hiçbir kıymeti harbiyesi olamayacağı
nasıl söylenebilir? Bu çok açık bir indirgemecilik ve bariz bir şekilciliktir.
Oysa mutlaka niyetin, hedefin belirleyici kabul edilmesi gerekir. Zulmün
geriletilmesi niyetiyle takınılan bir tutumla, zulmün pekiştirilmesi için
sergilenen tutumların aynı zeminde değerlendirilmesi de zulümdür!
Anayasada yapılacak kısmi değişikliklerle zulüm giderilebilir mi? Kısmen
de olsa anayasa değişikliklerini onaylamak sistem içi değişiklik perspek-
tifi ile yetinmeyi getirmez mi?
Şüphesiz ne kısmi değişikliklerle ne de anayasanın toptan yenilenme-
si ile Kemalist sistemin zalimane işleyişi ortadan kalkar. Zaten sistem
içinde iyileştirmelerle yetinmeyip, topyekûn bir değişimi savunma zo-
runluluğumuz da bu gerçekten kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte
sistem içi aktörlerin, değişik gerekçelerle de olsa, atacakları birtakım
adımların, gerçekleştirecekleri kimi düzenlemelerin zulmü azaltması,
üzerimizdeki yükü hafifletmesi söz konusu olabilir. Nasıl belli dönemler-
de, kimi aktörler eliyle uygulamaya konulan bazı düzenlemeler, örneğin
28 Şubat sürecinde yapılan edilenler zulmün şiddetini artırmışsa, tam
tersi de olabilir.
Burada hassas olunması gereken şey öncelikle söz konusu düzenleme-
lerle sistemin temel karakteristiğinin değişmeyeceğinin farkında olmak
ve mücadele kararlılığını koruyup, farklı alanlarda maruz kaldığımız
haksızlıklara, dayatmalara karşı taleplerimizi yükseltmek olmalıdır. Dü-
şünün ki, zulmün kısmen de olsa geriletilemediği bir zeminde, topyekûn
ortadan kaldırılmasını tartışıyorsunuz! Bu çok hayalci bir yaklaşım ve
toplumsal gerçeklikle hiç mi hiç bağdaşmayacak bir kurgudur.
Müslümanlar belirleyici ve yönlendirici olmadıkları bir sürece neden kat-
kıda bulunuyorlar? Bu tutum AKP politikalarına eklemlenme sonucunu
doğurmaz mı?
Bir kere anayasa değişiklikleri gündeminin Müslümanların çabalarından
bütünüyle bağımsız geliştiğini söylemek doğru değil. Yetersiz de olsa
Müslümanlar adına ortaya konan çabaların, yürütülen çalışmaların,
gündemde tutulan taleplerin bir biçimde meclisi ve iktidar partisini et-

158 REFERANDUM TARTIŞMALARI


kilediğini görmek lazım. Unutulmasın ki, AYM ve HSYK tartışmalarından
darbe-cunta ifşaatlarına kadar gündemdeki konuların hemen hepsi bir
biçimde Müslümanlarla ilgili, doğrudan onları hedef alan konular. Bü-
rokratik oligarşinin hedefinde İslami camia ve İslami talepler var. Zaten
ülke gündeminin bir türlü yatışmaması da bu olguyla ilintili. Sıkıntının
kaynağı tam burada yatıyor. Yoksa kurulduğundan itibaren değiştiğini,
düzene uyum sağlama sorunu yaşamadığını yemin billâh tekrarlayan
AK Parti’ye karşı neden bu kadar güvensizlik hissetsinler? İktidar parti-
sinin bir türlü İslami kesimin taleplerine ve özlemlerine tam manasıyla
sırt dönememiş olması egemenler açısından şüpheli konumundan çıka-
mamasını getiriyor.
İslami kesim için AK Parti’ye endekslenmek, hatta eklemlenmek ciddi
bir sorun, bir tür kendini imha programı. Bununla beraber bu tutumun
en temelde politika üretememek, somut sorunlara somut öneriler, izle-
nebilir örneklikler geliştirememekten kaynaklandığı da görülmeli. Do-
layısıyla eklemlenmeme adına yok sayan, görmeyen bir tutum yerine
AK Parti’yi de etkilemeye, yönlendirmeye yönelik tutumlar geliştirmeye
çalışmak lazım.
Bundan daha önemlisi de bizim nasıl bir kimlik ve programa sahip ol-
duğumuzdur. Kendimize ait bir hattımız, mücadele stratejimiz varsa,
ayaklarımız üstünde duruyorsak, şu veya bu partinin, şu veya bu olu-
şumun lehimize gördüğümüz adımlarına destek olmak neden eklemlen-
mek olsun? Nasıl ki, ABD’nin Irak’a saldırısı sürecinde mecliste tezkere-
nin reddedilmesine yönelik çabalarımız CHP’nin peşine takılmak olarak
görülemez idiyse; nasıl ki cezaevlerinde tecrit zulmünün sona ermesi
için çaba sarf etmemiz sol örgütlerin ya da Kürt sorununa çözüm adına
BDP’nin genel af önerisini desteklememiz Kürt milliyetçiliğinin kuyruğu-
na takılmak olarak nitelenemezse kendi özgürlük alanımızı genişletecek
önerilerini desteklediğimizde de AK Parti’ye eklemlenmiş olmayız. So-
mut sorunlara somut öneriler getirmek, somut politikalar geliştirmek
çabası mücadele anlayışımızın gereğidir.
Üzerimizdeki baskıların azalmasının daha fazla direnç oluşturacağının
garantisi var mı? Yaşadığımız son süreçlere baktığımızda bilakis daha
fazla çözülmeyi getirmedi mi?
Baskıcı süreçlerin mi, özgürlükçü ortamların mı sahih kimlik oluşumun-
da daha müessir olduğu
sorusu Türkiye’de Müslümanların eskiden beri tartışmaktan hoşlandık-
ları ama pratikte de bir o kadar boş bir soru. Bu tartışmayı yürütenler
genelde AK Parti ile birlikte islami kesimin hızlı bir çözülme içine girdi-
ğini, dünyevileşme anaforuna kapıldığını ve taleplerin içinin boşaltıldı-
ğını ileri sürmekteler. AK Parti ile birlikte geniş bir kesimde sözü edilen
olumsuzlukların yaşandığı bir vakıa ama acaba ondan öncesi nasıldı? 28
Şubat sürecinde çok mu dirençli, örgütlü, kararlı bir gelişim vardı? Aynı
karşılaştırmayı daha önceki dönemler için de yapabiliriz ve sonuç farklı

REFERANDUM TARTIŞMALARI 159


çıkmaz. Çok partili dönemde İslami duyarlılıkların sistem içinde eritildi-
ğini söyleyenler herhalde faşizan tek parti döneminde güçlü ve kimlikli
bir İslami direniş ortamının mevcut bulunduğunu iddia etmiyorlar! Bu
çok abes bir yaklaşım olur!
Siyasal süreçlerin etkisinden de öte insanların özgür olmaya, baskı ve
şiddetten azade olmaya yönelmelerinin doğal olduğunu görmek lazım.
Fıtrat bunu gerektirir. Bunun bir bedeli olmaz mı? İmkânların artması,
baskının hafiflemesi kişileri daha müstağni ve nankör kılmaz mı? Ola-
bilir elbette! İmtihan gerçeği bu tür sonuçlar da doğurabilir ama yine
de böyle bir riskin mevcudiyetinden kalkarak hiç kimse baskı ve şiddet
ortamının devam etmesini istemez. Bir örnekle açıklayacak olursak,
dünyevi imkânların bollaşmasının ve refahın pek çok insanı saptırdı-
ğı, istiğnaya sevk ettiği bilinir. Ne var ki, buna rağmen kimse fakirliği,
imkânsızlığı arzulamaz, imtihan sürecinin üstesinden geleceği ümidiyle
hemen herkes dünyevi imkânlarının bollaşmasını ve refahı arzular.
Tevhidi duyarlılık sahibi çevreler bugüne dek seçim ve sandık işlerinden
uzak durdular. Referandum sürecinde bu tavrın değiştirilmesi gelecekte
siyasi parti tartışmalarının anaforuna kapılmaya yol açmaz mı?
Şüphesiz öncelikli görevi sahih, net ve kuşatıcı bir islami hat inşa etmek
olan Müslümanların gündelik politikanın anaforuna kapılıp düzen parti-
lerinin peşinden sürüklenmesi büyük bir tehlikedir. Bununla birlikte bu
tehlike toplumsal hayatı birebir etkileyen gelişmelere sırt dönerek
savuşturulamaz. Birileri kendileri adına bunu yaparken, bu duyarlılığı
koruduklarını zannederken, hitap ettikleri geniş bir tabanın sessizce ve
derinden sözü edilen olumsuz sürece entegre olmasını seyretmişlerdir.
Oysa bütün bir ülkeyi ve halkı doğrudan kuşatan siyasal gelişmelere
sırt dönmek yerine, kendi kimliğimiz ve taleplerimizle bu süreci değer-
lendirme ve belirlemeye çalışmanın daha mantıklı ve etkili bir tutum
olacağı açıktır.
Seçimlere ve sandığa ilişkin tavır konusunda geçmişte kimin nasıl bir
tavır geliştirdiği ve bu tavrın neticesinde ne tür kazanımlar elde ettiğine
ilişkin herkes kendi değerlendirmesini yapmalıdır. Bizler açısından bu
konu hiçbir zaman iman-küfür ayrışmasının göstergesi şeklinde algılan-
mamıştır. Bağımsız ve tutarlı bir İslami kimlik inşası ve iddiasının gereği
olarak hep mevcut partilerin bizi temsil edemeyeceğini vurgulamış, bu
partilerin çelişkili politikalarının tümüne birden onay vermek konumuna
düşmemek için oy verme konusunda çekimser davranmıştık. Bununla
birlikte değişik mülahazalarla oy kullanan Müslümanları da partili bir
kimliğe yönelmemeleri durumunda asla eleştirmemiştik.
Bugün için de değişen bir şey yoktur. Sandık değil mi ne fark eder, bu-
gün kısmi anayasa değişikliğini onaylayanlar yarın da düzen partilerinin
tüm icraatlarını onaylarlar diye düşünmek genellemeciliktir. Unutmaya-
lım ki, ülkede pek çok düzlemde sandık kurulmaktadır. Okulda öğrenci
birliği seçimlerinden meslek odalarının seçimlerine kadar bir dizi alanda

160 REFERANDUM TARTIŞMALARI


seçim yapılmaktadır. Tabi ki, bu tür seçimler temel yasa mahiyetine
sahip anayasa referandumuyla birebir eşitlenemez ama son kertede
tüm seçimler meşruluklarını o temel yasanın sunduğu çerçeveden al-
maktadır.

İndirgemeci Değil, Kuşatıcı Perspektifin Gerekliliği

Son olarak bazı vurgularla konuyu toparlamaya çalışalım. TC anayasa-


sında yapılacak kısmi değişiklikleri destekleyen Müslümanlar değişiklikle
rahata erelim, daha müreffeh bir hayatımız olsun derdinde değiller.
İslami kimliğimize yönelik baskı ve dayatmalar azalsın ve böylece daha
geniş kesimlere İslami mesajı ulaştırma imkânı bulalım istiyorlar. Bu
niyet göz ardı edilemez. Yanılgı içinde oldukları düşünülebilir belki ama
neredeyse ihanete varan değerlendirmelere muhatap olmaları açık bir
zulümdür.
Anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesini isteyen, bunu arzulayan ama
fiilen bu sonucun çıkması için eylemli bir tavır alanların amelini sapma
gören kişilerin tavrında ikircikli bir hal mevcuttur. Üstelik konuyu tak-
tik yanlış olarak görmenin de ötesinde doğrudan şirk eylemi şeklinde
nitelemek ise düpedüz çelişkidir. Şöyle ki, inancımız sadece eylemleri-
mizden değil, kalbimizden de bizi sorumlu tutmaktadır. Eğer bir eylem
yapanı günaha, hatta şirke sürüklüyorsa, bu eylemlerin neticesinin
arzulanır olduğunu düşünmenin de pek hayırlı bir durum oluşturmaya-
cağı söylenebilir. Anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesini değişik mü-
lahazalarla Müslümanların lehine, zalimlerin ise aleyhine gören ve bunu
arzu edenlerin, bu sonucun gerçekleşmesi için aktif tavır geliştirenlere
karşı en azından daha insaflı davranmaları aklın gereğidir.
Referanduma ilişkin tartışmalar konuyu ele alırken geniş bakmanın, slo-
gancı bir söylem yerine tahlile ağırlık vermenin önemini ortaya koymuş-
tur. Sapma-savrulma endişesi ölçülü davranma, sorumluluklarımızın
bilincinde olma anlamında çok gerekli bir kaygıdır ama abartıldığında
adeta evhamlı bir halet-i ruhiyeye kapı aralamamalıdır. Tartışma- de-
ğerlendirme süreci yaşadığımız ülkenin, toplumun şartlarına, mücadele
birikimimize geniş bir perspektiften yaklaşmamızı getirmelidir. Sadece
yaşadığımız ülkenin de değil, tüm İslam coğrafyasında farklı İslami ha-
reketlerin tecrübelerini göz önünde bulundurmalıyız. İlkelerimiz olmalı
ama mücadele pratiklerimizi şablonlara sıkıştırmamalıyız. Aksi halde
tutarlı, ilerletici bir tutum geliştiremeyiz.
Örneğin, Pakistan Cemaat-i İslami hareketinin Eyüp Han diktası-
na karşı Cinnah’ın eşinin cumhurbaşkanlığı adaylığını desteklemesi;
Hamas’ın Oslo temelinde kurgulanan Filistin Meclisi seçimlerine katılımı;
Hizbullah’ın Lübnan’da Marunî Süleyman Faranciye’nin cumhurbaşkan-
lığını desteklemesi; Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketinin Mübarek
diktasına alternatif olarak Muhammed el-Baradey’in devlet başkanlığı
adaylığına sıcak yaklaşması ve benzeri bir dizi siyasi tavır belki şab-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 161


lonlara sıkıştırdığımızda pek de anlamlı sonuçlar vermez. Ama İslami
hareketlerin karşılarına çıkan hadiselere karşı pratik tavırlar geliştirme
yükümlülükleri bazı konuların daha geniş bir zeminde ele alınmasını
gerekli kılabilir. En önemlisi de İslami bir mücadelenin ancak somut ge-
lişmelere karşı somut pratikler geliştirerek ilerlemesinin mümkün oldu-
ğunun akıldan çıkartılmamasıdır.
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

Değişimin adı değil,


adımı olarak
referandum
YILMAZ ÇAKIR

Referanduma sayılı günlerin kaldığı şu sıralarda, konuya ilişkin pek


çok tartışmanın ve açıklamanın yapıldığı herkesin malumudur. Maksa-
dımız, bu malumat denizinin bir damlası olmaktan ziyade; bu denizin
“kıyılarımız”a vuran dalgalarına ya da bu gelişmelerin “bizim mahalle”ye
düşen izdüşümlerine yönelik naçizane kimi görüşlerimizi dillendirmektir.

Şapla Şekeri Karıştırmak Ya da Akide İle İçtihat...

Referandum vesilesi ile dile getirilen tartışmaların anahtar kavramların-


dan ikisi; akaid ve içtihat oldu. Yerli yersiz, sık sık ifade edilen bu kav-
ramlar pek çok kere haklılığımızın ispatı sadedinde, dilimize pelesenk
edildi. Akide, bir müminin iman etmesi gereken konuları kapsar. Bu
alanın ve konuların sınırlarını da tümüyle vahiy belirler. Mesela gaybe
iman akidevi bir konudur. Biz Kur’an’da öğretilenin ve belletilenin dışın-
da hiçbir surette farklı bir gayb tasavvuruna rağbet gösteremeyiz. Yine
(akaidin klasik kapsamının ve tanımının ötesinde) kimi ibadi, içtimai
ve siyasi konularla ilgili inancımızı da Kur’an (akaidi) belirler. Namazın,
zekâtın, tebliğin vb farziyeti akaidimize ilişkin iken, bunların tatbikatla-
rı, icra edilme biçimleri şeriatın/içtihadın alanına girer. Yine aynı şekilde

162 REFERANDUM TARTIŞMALARI


içtimai ve siyasi alanda ortaya çıkan mümin, müşrik, münafık karakter-
leriyle; zalim, kâfir, ehl-i kitap ya datağut kavramlarının tarifini ve tanı-
mını bütünüyle ve sadece akaidimiz (Kur’an) belirlerken, onlarla müca-
dele biçimini, tarzını (metot ve stratejiyi) içtihat/şeriat biçimlendirir. Bir
kere daha tekrar edecek olursak akaid, “ne/nedir” ile ilgilenirken; şeri-
at/içti hat “nasıl/ne şekilde” ile ilgilenir. Akaid imanla, şeriat/içtihat ey-
lemle ortaya çıkar. Değişmez esas/öz akaidin konusudur. Akaid evrensel
ve çağlar üstüdür. İçtihad ise değişmez akaidin değişen şartlara hitap
edebilme becerisinin adı olarak tezahür eder. Burada zaman, mekân,
çevre ve şartların göz önünde bulundurulduğunu görürüz. Bu gerek-
liliği gözeten çalışmalar içtihadi çalışmalardır. Elbette bu esnada doğ-
ruyu bulma ihtimali kadar, yanlış yapabilme ihtimali de vardır. Aslolan
Allah’tan doğruyu göstermesini niyaz ederek cehd göstermektir. Durum
bu merkezdeyken, biz tutup içtihadi alanı/olanı akidenin tartışılmaz sa-
hası içine dâhil ederek, anlayışımızı, kavrayışımızı mutlaklaştıramayız.
Çünkü burada söz konusu olan mücadelenin kendisi değil, yöntemidir.

Farz mı Tarz mı?

İnsanoğluna, yeryüzündeki serüveninin ilk etabından itibaren Rabbin-


den bir lütuf olmak üzere, yol gösterici vahiyler inzal edilmiştir. Söz
konusu bu nüzulün kavimlere ve toplumlara göre öncelikler ve özellik-
ler içerdiği ise herkesçe malumdur. Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’den; Hz.
Yusuf’un, Hz. Musa’dan; Hz. Şuayb’in, Hz. Süleyman’dan ya da Hz.
İsa’nın, Hz. Muhammed’den (ayrıldığı değil) “farklılaştığı” alan burasıdır.
Değişen tarih, toplum ve şartlar en başta inzalin önceliklerine ve meto-
dolojisine yansır. Bu aynı zamanda vahyin dinamizmine de işaret eder.
Bu yüzden Kur’an’da tek bir tarz, tek bir yol ve yöntem yoktur. Yolu ve
yöntemi belirleyen (peygamber tabiatlarını, mizaçlarını bile bu işin içine
dahil edebiliriz), muhataplar kadar; dönemler, durumlar ve konumlar-
dır. Mısır’da peygamberlik yapan Yusuf’un ve Musa’nın metodolojilerinin
farklılığı muhataplarının ve dönemlerinin (yani şartlarının) farklılığından
ileri gelir. Bütün bunlar bize, “tarzların “farz” olmadığını haykırır.

Gövde Dururken Gölge ile Uğraşmak

Enerjileri sınırlı, zamanları kısıtlı olan bütün fanilerin yaşamı boş(una)


geçirmemek adına önem ve öncelik sıralamaları yapmaları kaçınılmaz-
dır. Zamanın ve mesainin doğru kullanımının bu gayretten ve dikkatten
beslendiği görülür. Aksi, bir tür havanda su dövmek ya da boşa kürek
çekmek olarak da nitelendirilebilecek sonuçsuz çabalara mahkûm ol-
maktır. Önemli ile önemsizi ayrıştırmak, gövde dururken gölge ile uğ-
raşmamak, basiret ve feraset gerektirir. Nitekim bu durumun önemi,
siyasetten iktisada ve oradan toplumsal hayata kadar bütün alanlarda
kendisini hissettirir. Öncelik belirleniminde kıstasın “bataklık ve sivrisi-
nek” meselindeki, bataklığa tekabül ettiği gerçeği göz ardı edilmemeli-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 163


dir. Oysa bugün, bazı çevrelerin söz konusu listelemede önceliği “etkili”
olandan ziyade, “kolay” olana vererek yanıldıkları görülmektedir. Misal
olması bakımından, tebliğde ‘siyasal’ diye nitelenen alan ötelenmekte,
‘toplumsal’ diye tanımlanan alan öne çıkarılmaktadır. Yeni ve aktüel bir
gelişme olarak önümüzde duran referandum tartışmalarında da benzeri
saiklerin (kimilerinde) etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bugün tağutî görü-
nümün en başta kendisinde tezahür ettiği oligarşik bürokrasinin gerile-
tilmesi çabası olarak karşımızda duran referandum olayı, yanlış değer-
lendirmelerin gölgesinde önemsizleştirilerek, kaybedilmek­tedir. Oysa bu
ülkede yaşayan Müslümanların, başta başörtüsü olmak üzere yıllardır
şikâyetçi oldukları pek çok konunun merkezinde, askerî ve yargı bürok-
rasisinin olduğu aşikârdır. 12 Eylül referandumunun ise en dikkat çekici
yönü, mezkûr vesayetin ve kuşatmanın zayıflatılması yolunda dikkat
çekici adımlar atmasıdır.

Tutarlılık Ya da Akıl Tutulması

Yıllardır her fırsatta dillendirdiğimiz taleplerimizin çok büyük oranda


olmasa da önemli oranda karşılığının alınabileceği bir sürecin arifesinde
tutarlı olmak önem arz etmektedir. Onlarca demecin, yüzlerce etkinliğin
ve yıllardır yapılan mücadelenin gereği yerine getirilmelidir. Bunun yolu
ise referandum sürecini desteklemekten ve aktif katılımdan geçmek-
tedir. Aksi her girişim, azılı İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek
ve dolayısıyla kendi kalemize gol atmak olacaktır. Unutulmasın ki, re-
ferandum egemenlerin büyük engelleme girişimlerine rağmen güç bela
gerçekleştirilmektedir. Yani dememiz o ki, referandum bir lütuf olarak
değil, mağdurların ve mazlumların zorlaması ile gündeme sokulabilmiş-
tir. Bunda, bu ülkenin en fazla mağdur edilen kesimlerinden olan Müslü-
manların rolü de yadsınamaz.

Sevdim mi Tam Sevmek...

Referanduma ilişkin ortaya çıkan kafa karışıklıklarından biri de yapıla-


cak oylamanın bizi T.C. Anayasasını tanımaya ve sevmeye götüreceği
endişesidir. Oysa müstakil ve müstakim İslami kimlik sahibi olmak her
tür cahilî aidiyet değerlerini sevmekten ve benimsemekten uzak kalma-
yı gerektirir. Bu cümleden olarak referandum, özgürlük sahamızı ge-
nişletecek bir imkân sunmaktan öte, hiçbir anlam ifade edemez. Zaten
oylama da anayasanın bütünü üzerine olmayıp, kimi maddeleri üzeri-
nedir. Bunların da özünü vesayet sisteminin geriletilmesi oluşturmakta-
dır. Mümeyyiz akıl; toptancı ve genellemeci olmayan, ağaca bakarken
ormanı kaybetmeyen, seçkinci değil ama seçmeci olan akıldır. Hülasası
referandumda özgürlüklere ‘evet’ demek, asla T.C. Anayasasına evet
demek olamaz, olmamalıdır.

164 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Gerekçeler ve Gerçekler...

Kanaatimizce referandum sürecinde dikkatten kaçan ya da başka bir


şekilde söyleyecek olursak, dikkat edilmesi gereken en önemli husus
gerekçelendirmede yatmaktadır. Kim ne derse desin, nasıl tavır alırsa
alsın daha önemli olan gerekçeleridir. Doğru kararın yanlış gerekçesi
bir çuval inciri berbat etmek iken, yanlış kararın doğru (İslami) gerek-
çesi hiç şüphesiz daha tercihe şayandır. Elbette istenilen, kararın da
gerekçenin de doğru olmasıdır. Böylece mesela, liberaller ya da muha-
fazakarlarla, Müslümanların çizgilerinin karışma tehlikesi de söz konusu
olmayacaktır. Hiç şüphesiz, burada hassasiyetlerin ve kaygıların önemi,
stratejiden ve eylemden daha önemli hale gelmektedir. Referandum
konusunda aynı tavrı takınanları, gerekçelerine göre tasniflemek daha
adil bir yaklaşım gibi durmaktadır. Bu durum referandumun iki sonuçlu
yapısına etki etmeyecek olsa da göz önünde tutulmalıdır.

Tavır Üç Olsa da Sonuç İki...

12 Eylül’ün arifesinde en anlaşılır ve tutarlı gerekçeler, ‘evet’ ve ‘hayır’


cenahında gözlemlenmektedir. Darbecilerin ve statükocuların tahak-
kümlerini ve tahkimatlarını kaybetme endişeleri kadar; onların mağdur
ettiği kişilerin ve kesimlerin beklentileri de seçenekleriyle doğru oran-
tılı gözükmektedir. Burada asıl dikkat çekenler ise ‘boykot’ tavrı içinde
olanlardır. Düzenin kendisine ve uygulamalarına muhalif olmak adına
ortaya konan bu tavrın, üçüncü yol ya da tarz olma iddiası; iki sonuçtan
birine mecbur referandu­mu, statüko lehine olmak üzere etkilemekte ve
beklentileri ertelemektedir. Zira boykot, hali hazırdaki mevcut anaya-
sanın zımni onaylanması olarak okunabilecek bir sonucu beslemeye ve
beklemeye mahkûm gibidir.

Devrim Sadece Devinim Değil, Süreç de Gerektirir...

“insan acelecidir.” buyuran Kitab’ın müntesipleri olarak, tabiatımıza


ilişkin ilahi bir haberden haberdar olmuş idik. Lakin habersiz gibi dav-
ranmak, kolayımıza gelmiş olmalı ki, pek çok kere aceleyle hemen
sonuç almayı umuyoruz. Devrimcilik gibi her daim büyük bir devinimi
ve yüksek bir gayeyi hedef olarak ittihaz edenlerin bir kesimi, bunun
uzun ve meşakkatli bir süreç olduğu gerçeği yerine, devrimin kesinlik
ve keskinlik içerdiği zannıyla hareket etmektedirler. Dahası böyleleri,
devrimin neredeyse birden bire oluşacağı gibi bir hayale kapılmaktadır-
lar. Bu yüzden bu çevrelerde, kimi kısmi kazanımları ve bu yolda atılan
adımları küçümsemek marifet ve maharet olarak addedilmektedir. En
son referandum karşısında da ortaya çıkartılan bu nakıs tutum, “küçük”
gerçeklere gözlerini yumarken; “büyük” hedeflerin ulaşılmaz gölgesine
sığınmaya çalışmaktadır. Küçük ağaçların ormanı; küçük damlaların
gölü oluşturduğunu bilmeyenimiz var mı?

REFERANDUM TARTIŞMALARI 165


Değişim ve Yetersizlik Söylemi

Referandumun eksikliği ve yetersizliği bağlamında çok konuşuldu ve


yazıldı. Sanki bu ülkede egemenler, bundan daha iyisine ve ilerisine
geçit veriyorlarmış gibi, haksız ve yersiz değerlendirmeler de yapıldı.
Elbette daha iyisini ve doğrusunu talep etmek bütün muvahhid ve mu-
halif insanların hakkıdır. Ne var ki, ülke egemenlerinin mevcut durumla-
rını ve konumlarını terk etmeme hususundaki dirençleri de görülmelidir.
Darbeci güçlerin; 28 Şubatçı, Ergenekoncu çevrelerin, Sarı Kız, Ay Işığı,
Eldiven, Balyoz operasyonu çocuklarının, AYM ve HSYK gibi kurumların
tutumları da ortadadır. Sonuç olarak; hani şu, “yalanına cübbe; gerçe-
ğine can verme” hikâyesinden esinle söyleyecek olursak; değişimin kıs-
misine desteğimizi, azamisine yani İslamisine canımızı veririz...
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

Siyasal Olaylara
Yaklaşımda Yaşanan
Kriz ve Referandumun
Yol Açtığı
Tutarsızlıklar
MUSA ÜZER

Siyasal-sosyal bir olayın ne şekilde ele alınacağı, nasıl bir yaklaşım ve


pratik geliştirileceğine ilişkin bütüncül’ bir usulün yokluğu Müslümanla-
rın yaşadığı sıkıntıların önemli sebeplerinden biri sayılabilir. Kadim dö-
nemlerde yazılmış ilmi siyaset kitapları bugünkü siyasal yapıyı ve geliş-
meleri izah etmede çok ciddi imkânlar sunamamakta. Modern siyaset
ilminin tabiatında yer alan seküler damar da

166 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ister istemez mesafeli duruşa neden olmakta. Türkiye Müslümanlarının
İslamcılık tarihlerinin son 40 yılı ele alındığında ise görülen siyasal olayı
değerlendirmede kilit nokta olarak ortaya koydukları tevhid-şirk vurgu-
sudur. Bir uyanış ve bilinçlenme sürecini ifade etme anlamında tevhide
yapılan vurgu bir müddet sonra temel bazı siyasal olayları açıklamada
kullanılır hale geldi. Soruna sebep olan kimlik oluşum süreçlerinde ya-
şanabilir ve normal karşılanılabilir bu çatışma, genelleme-indirgeme
refleksini bugün de devam ettirmektir. Geçmişte tekfir, memuriyet,
dernek-vakıf kurma, dergi çıkarma, cuma namazı vb. birçok konuda
abartılı ve aşırı pratikler ortaya konulurken bugün biraz da hayatın do-
ğal akışı içerisinde belli bir itidal çizgisine gelindi. İtidalden herhangi
bir İslami ilkeye kendini refere etmekten çekinen, sistem karşısındaki
muhalif kimliğini terk eden, siyasal ve toplumsal sorumluluklarını AK
Parti’ye havale eden, bir açıklama biçimi olarak liberalizmin imkânlarına
sığınmayı kastetmiyoruz elbette.
Ama hâlâ siyasal olayların nasıl ve hangi yöntemle ele alınacağına dair
İslami perspektifle sınırları çizilmiş kapsamlı bir usul bulunmamakta.
Tevhid-şirkargümanıyla bütün meselelere soyut yaklaşma biçimi en-
teresan bir şekilde içinde bulunduğu coğrafyada yaşamayan insanlar
ortaya çıkarıyor. Strateji hatta taktik ile ilgili bir konu ya da içtihadi
bir mesele direkt akaid konusu haline getirilerek değerlendirilmeye
tabi tutuluyor. Burada hayata ilişkin akaid içi ya da akaid dışı gibi laik-
seküler bir bakış açısıyla bakılması gerektiğini söylemiyoruz. Elbette
ki Müslüman, İslam akaidinden yola çıkarak hayatı yorumlar, ilkelerini
temel prensiplerden alır. Ama şahsın ya da grubun bir değerlendirmesi
İslam’ın bizatihi kendisidir denilemez. Burada söz konusu edilen eleştiri
mutlaklaştırılmış bakış açısıdır. Bu mutlaklığı sağlama almak için ortaya
konan “nebevi hareket metodu” ya da “metodun rabbaniliği” meselesi
de değişmezlik, tartışmazlık, sorgulanamazlık zırhını tamamlamada et-
kili bir araç oluyor. Metodun rabbaniliği konusunda ortaya konan man-
tıki delillendirmeler ise maalesef genelde zayıf argümanlara dayanıyor.
Bir Müslümanın yapıp ettiği eylemler tabiî ki Allah’ın rızasına ve pren-
siplerine uygun olmalıdır. Ama bu Müslümanın ortaya koyduğu yolun
mutlaka “rabbani” olduğu anlamına gelmez. Akaidi koruma kaygısıyla
sorunlara uzak duran yaklaşımı benimseyen Müslümanlar, birilerinin
de akaidleri gereği zulme, tuğyana karşı her alanda mücadele edilmesi
gerektiği anlayışıyla hareket ettiklerini bilmek zorundadırlar.
Nitekim Türkiye gündeminin ilk sırasında yer alan referandum meselesi-
ne yaklaşımda da aynı kısır bakış açısı, kafa konforunu bozmayan ezber
cümleler, tutarlılıktan uzak çelişkili tavırlar, ödünç teorik yaklaşımlar,
öykünmeci tutumları görüyoruz. Bir tarafta muhalif kimlik ve devrim-
ci tavırdan uzak, AK Parti’nin dahi gerisinde kalan pratik; öte tarafta
siyasal-sosyal hadiselere tavır almayan, ilgili ilgisiz her şeye şirk dam-
gası vuran çelişkilerle malul tutum.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 167


Tekfirci Söylemle Hayata Müdahalenin İmkânsızlığı

Referandum tartışmasında bakış açıları aynı zamanda Türkiye’de te-


mel çelişkinin ne olduğu sorusuna bir cevaptır. Genel olarak tekfirci
diyebileceğimiz yaklaşımın herhangi bir coğrafyaya tekabüliyeti olma-
yan tevhid-şirk merkezli açıklama biçimi doğal olarak bu Müslümanları
Türkiye’de apolitik insanlar kümesinin içine sokuyor. Bu bakış açısı
Türkiye’de olup bitenin tiyatro, her şeyin kandırmacadan ibaret olduğu-
na, Müslümanları sistemin içine çekmek için kurulan tuzaklar olduğuna
inanıyor. AK Parti’nin bile gerisinde kalarak, sisteme olan muhalefetleri-
ni ortaya koymadan referandumda ‘evet’ diyen kesimler ise temel çeliş-
kinin oligarşi ile Müslümanlar arasında olduğunu biliyorlar. Ama teoriyi
önemsemeyip, önderlik, öncülük vazifesini AK Parti’ye vererek, parla-
mentarist, sivil toplumcu ve liberalizmin arkasına sığınma görüntüsü
verdiklerinden asıl mücadelenin gereğini yerine getirmiyorlar. Bu durum
“İslami devlet” talebinden vazgeçmenin aynı zamanda sisteme yönelik
muhalif söylem ve tutumdan vazgeçme anlamına geldiğini de doğrulu-
yor. Bu durum ise cemaat ya da grupları kaçınılmaz olarak sıradan sivil
toplum kuruluşları mesabesine getirmektedir.
Tevhidden hareketle hayata, sosyal ve siyasal olana müdahale etme
kaygısı güdenler de içinde yaşadığımız sistemde temel çelişkinin oligar-
şik Kemalist sistem ile topyekûn Müslümanlar arasında olduğuna ina-
nıyor. Ama ilkeleri koruyarak hayatın, mücadelenin içerisinde yer alma
tavrının anlaşıldığını söylemek de tartışmalar göz önünde bulundurul-
duğunda pek mümkün gözükmüyor. Özellikle Özgür-Der’in anayasa
değişiklik paketini destekleyen açıklamalarının bazı İslami muhitlerde
şaşkınlık ve endişeye yol açması, ardından da sert eleştirilere maruz
kalması bu duruma somut örnek olarak verilebilir. Elbette Özgür-Der’in
tavrı karşısında eleştirilerde bulunanların hepsini aynı kefeye koyama-
yız. Örneğin; ne olup bittiğini dahi anlamadan, hatta anlama gereği his-
setmeden, değişikliklerin anayasa ile ilgili olması hasebiyle “Zaten be-
nim o tarakta bezim yok!” yaklaşımını ortaya atan tevhidî konformistler
rahatlıkla tekfir edebiliyorlar. Klasik şablonların dışındaki her türlü giri-
şimi, arayışı bloke eden dar fıkıhçı yaklaşımın tahlil, analiz, Müslüman-
ların maslahatı, mücadelede merhale gibi yaz sıcaklarında çekilmeyecek
işlerle uğraşacak durumları yoktur. Tekfirci sıfatına doğal olarak bu yak-
laşım sahipleri itiraz edeceklerdir. Kendilerinin tekfirci olmadığı, kimseyi
dinden çıkarmadıklarını söyleyeceklerdir. Burada sorun açık ifadelerle
Müslümanları tekfir etmek değildir. Esas olan düşünme ve yaklaşım bi-
çimidir ve kendisi dışındaki Müslümanların kalbiyle, sözüyle, eylemiyle
kurduğu ilişki biçimidir. İnsanların beyanları esastır ama insanlar ne
söylediklerini ve neler yaptıklarını da bilmek zorundadırlar. Uzlaşma-
cılıkla nitelendirilen hangi kişi ve çevre bu sıfatı kendisine layık görür?
Ama sistem karşısında geliştirilen söylem ve tavırlar o kişi ve çevreyi
uzlaşmacı pratiğine soktuğu için kullanmakta değil miyiz? Tekfircilik
meselesinde de aynı durum söz konusudur. Onun içindir ki kendilerine
168 REFERANDUM TARTIŞMALARI
tekfirci denilmesinden rahatsız olan Müslümanlar öncelikle kendi üslup,
yaklaşım ve pratiklerini sorgulamalıdırlar. “Kastım insanları iman daire-
sinin dışına çıkarmak değildir!” demek meseleyi halletmiyor.
Referandumu düzeni kabullendirme çabası olarak değerlendirip, ana-
yasa değişikliğine ‘evet’ demenin, değişen maddeleriyle birlikte değiş-
meyen ilkeleriyle şirk anayasasını kabul etmek anlamına geldiği sık sık
ifade edilmekte. Referandumda ‘evet’ tercihinin uzlaşmacılığı seçmek,
demokrasiyi kabullenmek, insanların ilahî kanunlara ters ana kanun
koyabileceğini ve bunların onaylanabileceğin! kabul etmek; son tahlil-
de bu değişikliklere ‘evet’ demenin, mevcut anayasal düzene de evet
demek anlamına geldiği söylenebiliyor. Anayasa reformuna oy verme-
nin, aradaki mesafenin kaldırılarak, bugüne kadar, İslami bakış açısıyla
tuğyan olarak görülen sistemden bir anlamda özür dilemek anlamına
geldiği iddia edilerek nebevî yoldan taviz verilmemesi gerektiği belir-
tiliyor. Tabi bu tarz iddialar, söylemler karşısında insan muhatabıyla
mantığın ilkeleri konusunda ittifak etmenin gereğini kavrıyor. Mesela
değişen maddeleri onaylamanın değişmeyen maddeleriyle şirk ana-
yasasını onaylama anlamına geldiğini mantığın hangi kuralı söylüyor?
Kaldı ki Özgür-Der bildirisinde en temelde düzene karşı olunduğu ısrarla
vurgulanıyor ve sistemin anayasanın ideolojik, İslam dışı yapısına iti-
raz ediliyor. Bu düşünce sahiplerinin zihinlerinin işleyiş biçimine göre o
halde Kur’an’ın Mekke cahiliye sisteminin kız çocuklarının diri diri gö-
mülmesine, ölçüde tartıda haksızlık yapan sistemlerine, köleliğe itiraz
etmesi, bunların değiştirilmesini buyurması hâşâ o cahilî sistemi kabul
ettiği anlamına gelecektir.

Siyasal Fıkıhsızlığın Hayata Yansıması

Toplumu ve sistemi tanımlama aşamasından toplumun ve sistemin na-


sıl değiştirileceği merhalesine bir türlü geçemeyen dondurulmuş selefi
bakış açısının temel sorunu dünyada yaşamıyor ve konuşmuyor olması-
dır. Sanki başka bir dünyadaymışçasına yaşadığımız coğrafyanın adeta
hiçbir sorunu, zulmü, haksızlığı, çelişkisi onları ilgilendirmemektedir. Bir
gün -birgece de olabilir- ansızın İslam gelecek ve işte o zaman bütün
haksızlıklara, zulümlere son verilecek. Bu sebeple söz konusu bakış
açısına göre resmi ideoloji dayatması, Kürt sorunu, militarizm sorunu,
yargı despotizmi vs sorunu yoktur. Tek bir sorun vardır o da insanların
Kur’an’dan uzaklaşma sorunu. Dar anlamda sözel aktarımdan öteye
gitmeyen tebliğ faaliyeti ile imtihan dünyasından geçiliverilir. Bir taraf-
ta sırf insanlara eziyet vermesin diye yol ortasındaki bir taşın kaldırjlıp
kenara konulmasını buyuran Hz. Resul’ün o muhteşem örnekliği; öte
tarafta dünya yıkılsa dahi tevhidî koruma iddiasıyla sorunlara duyarsız
ve ilgisiz tutum. Oysa aynı insanlar bu sistemin içerisinde yaşıyorlar,
çocuklarını laik-Kemalist şirk ideolojisinin öğretildiği okullara göndere-
biliyorlar, kapitalizmin kural ve kaidelerinin geçerli olduğu ticaret ha-
yatında çok rahatlıkla yer alabiliyorlar. Hatta kapitalist-tüketim kültürü

REFERANDUM TARTIŞMALARI 169


hayatlarının her evresini kuşatabiliyor. Olsun, önemli değil bütün bunlar.
Tağutun anayasasındaki bazı maddelerin değiştirilmesine ‘evet’ demiyo-
rum ya! Ya da seçim zamanı oy vermiyorum ya! Tevhid elbisesini en
güzel biçimde korumanın yolunda yürümekten son derece emin ve
memnun olarak gönülle huzur içerisindedir! Hakikaten enteresan bir
durum. Bütün beden cahiliye kültürü içinde iken, “Namazda Allah’ı bir-
leyen elim, tağutun bir hükmünü dahi tasdik etmeyecek!” şeklinde ku-
lağa hoş gelen sloganlarla avunanlara söylenecek çok fazla şey yok.
İslam’ın hâkim olmadığı bir coğrafyadaki hâkim modern sistemin nasıl
işlediğini, yaygınlık ve kuşatıcılığını bilmeden bazı Müslümanların zayıf
birkaç argümana sarılarak kendilerinin sistemin dışında yaşadıkları ve
mücadele ettiklerini iddia etmeleri kendi düşünceleridir. Söylenecek çok
fazla bir şey yok. Ancak Haksöz ve Özgür-Der pratiğinin sistem tah-
lili ve sistem içi mücadele perspektifi doğal olarak farklılıklar içeriyor.
Hareketin akaid, fıkıh, siyaset ve mücadele mantığını bilmeden, nüfuz
etmeden yüzeysel bilgilerle karalamaya, küçük düşürmeye kalkışmak,
bazen açık bazen örtülü tekfire, sapma ile suçlamaya kalkışmak ise ne
derece İslam ahlakına sığar?

İslami Hareketlerin Tecrübesini Okuyamama

Sanki referandumda tevhid-şirk, iman-küfür, Kur’an anayasası-tağutun


anayasası, Allah’ın indirdiği hükümler-Atatürk ilkeleri istikametinde
tağutî uydurmalar oylanıyor ve Müslümanlar da şirki, küfrü, tağutun
anayasasını tercih etmiş gibi “Benim oyum İslam’dan yana!” şeklinde
söylem geliştirilebiliyor. Bu söylem sahiplerinin analizden uzak keskinliği
bir tarafa nasıl bir yanılsama ve hayal dünyasında yaşadıkları ortada-
dır. Bu tutum sahibi Müslümanlar sahip oldukları perspektif dolayısıyla
değişik coğrafyalardaki farklı İslami hareketlerin tecrübeleriyle karşılaş-
tıklarında olup biteni anlama noktasında aslen çok sıkıntı çekmektedir-
ler. Teorik yetersizlik ve darlıktan kaynaklanan durumu izah edememe
sorunu bu Müslümanları çelişkilerin üzerini örterek yaşamaya sevk eder
çoğu zaman. Örneğin Cezayir’de İslami Selamet Cephesi’nin (FIS) se-
çimlere katılmış olması, Lübnan’da Hizbullah’ın seçimlere katılması ve
hatta cumhurbaşkanlığı seçiminde Hıristiyan bir adayı desteklemesi,
Filistin’de Oslo görüşmeleri sonucunda ortaya çıkmış siyasi düzlemdeki
meclis seçimlerine Hamas’ın katılmış olması birçok çevrenin bakış açı-
sını sarstı denilebilir. İlginç olan Türkiye’de dar fıkhi kalıplarla olaya ba-
kanlar örneğin Hamas’ın bu içtihadı karşısında fazla bir şey söyleyemez
iken Gazze’de Hamas’ın iktidarı ele geçirmesinden sonra ortaya çıkan
selefi-tekfirci grup Hamas’a karşı cihad ilan edebiliyor. Zaten bu zihinsel
tutumun öncelikli uğraşacağı muhatap kitlenin Müslümanlar olması gibi
bir zorunluluğu vardır sanki. En çok zararı yine Müslümanlara verirler.
Nitekim İslam tarihinde de durum çoğu zaman böyledir. Kur’an ayetleri-
ni bağlamından kopararak ve hikmetten uzak bir biçimde siyasal-sosyal
olaylarda silah gibi kullanmanın neticesinde Emiru’l Müminin Ali’yi şehit

170 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ederken, bütün bir İslam toplumunu başsız bırakarak Muaviye’nin ikti-
darı almasını sağlayıcı koşulları oluşturmuş oluyorlar. Burada şunu ifade
etmek de yarar var. Hariciler tamamen halis niyetlerle, sırf Allah rızası
için “hakem olayf’na gösterdikleri tepki neticesinde böyle bir eyleme
girişmişlerdi. Ama itidalden uzak tutumları, ayetleri silah gibi kullanan
tavırları, zahire aşırı yüklenmeleri onları tarihî yanlışları yapmaya itti.
Şimdi Türkiye’de referandumda destekyönünde karar veren Müslüman-
lara tepki gösteren kardeşlerin kahir ekseriyeti aynı zamanda Hamas
politikalarını ise desteklerler. Dolayısıyla burada da çelişkili, tutarsız bir
durum ortaya çıkıyor.
Oy verme-vermeme meselesini hiçbir zaman iman-küfür kriteri olarak
görmemiş, dar fıkıhçı ve darulharpçi usulü sürekli eleştirmiş Özgür-Der
ve Haksöz çizgisini bilmeyenler doğal olarak referandumda bu çizgiden
klasik şabloncu bir tavır beklentisiyle tutarsız bir pratiğin içerisine gir-
mesini istiyorlar. Bu bağlamda referandum vb konular karşısında duyar-
lılık, siyaset belirleme, tavır belirlemenin önemine inanan
Müslümanlara karşı geliştirilen kendi gündemimiz ve hesaplarımızdan
kopulduğu eleştirisine de değinmek gerekiyor. Yaşadığı coğrafyadaki
haksızlıkları, zulümleri, çelişkileri kendi gündemi yapmayan bir zihnin
dünyanın diğer bölgelerinde ortaya konulan mücadeleler dışında ne
gibi bir gündemi olabilir ki? Oysa Kur’an diri diri gömülen kız çocuğu-
nu, ölçüde tartıda yapılan haksızlığı, yetimin itilip kakılmasını, malının
yenilmesini, köleliği gündemi yapıyor. Ve bu gündemdir Allah Resulü ve
arkadaşlarının Mekke panayırlarında, küfrün meclisinde horlanmalarına,
dışlanmalarına, baskı, eziyet, işkence görmelerine sebep olan.
12 Eylül tarihini “furkan günü” ilan eden bir nevi gençlik hastalığı tutu-
mu sahipleri ise referandumun küfre, şirke kucak açmanın kriteri oldu-
ğu hususunda verdikleri bu aceleci ama temelsiz karar ile estirilen ha-
vadan ne istişari bir sonuç çıkacağını ne de Müslümanlar için sağlıklı ve
kuşatıcı bir yol bulabilme imkânına kapı aralanacağını görmelidirler.
Pratiği kilitleyen—imkansızlaştıran ve hareket imkânını bloke eden ağır
sözlerin hükümranlığından kurtulmak gerekiyor. Sözlerin ağırlığı bizatihi
hakikate dayanmasından, hakikatin kendisinden neşet etmiyor. Tersine
tekfir kılıcının o dayanılmaz hafifliğine sırtını dayamış durumda. Özel-
likle 28 Şubat sonrasında İslami camiada yaşanan savrulmalar pratiği
olmayan bu dilin daha da hoyratça kullanılmasına yol açıyor.
Bu tür bir tevhid-şirk söyleminin ortaya çıkardığı tutum kaçınılmaz
olarak apolitiktir. Tutunulan ve baz alınan siyasal-sosyal olandan uzak
kriterin darlığının ürettiği bu mutlu, mutmain ve muvahhid tipinin bo-
ğazına kadar çelişkiler içerisinde yaşaması önemli değildir. O şirk sırat
köprüsünden bir çırpıda geçivermiş ve sapasağlam bir kulpa yapışmıştır
artık.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 171


Sistemle Mücadelede Yöntemi Netleştirememe Sorunu

Eleştiride bulunan ikinci grup ise sistemle mücadelede kısmen saha-


da yer alan kesimden oluşuyor. Niyet ve hassasiyet olarak mücadele
pratiğinin içinde olmak isteyen ama içinden geldikleri geleneğin teorik
açmazlarına ilkelere bağlılık kaygısıyla sahip çıkmaları en büyük han-
dikapları. İslami camiadaki 28 Şubat sonrası evrilme, savrulma ve çö-
zülme hali, AK Parti ile geliştirilen ilişkiye duyulan tepki refleksif olarak
düne ait olan ne varsa savunusuna götürüyor. Hassasiyet ve duyarlılık
açısından olumluluğu ifade eden bu kesimlerin gözündeki Özgür-Der
algısı da bu bağlamda değerlendirilmeyi hak ediyor. Özellikle 28 Şubat
süreci ve sonrasında ortaya konulan pratik neticesinde ortaya çıkan
Özgür-Der algısında tashih ve izah gerektiren durumlar söz konusu.
Genel İslami çevrelerden farklı olarak geçmişten bugüne seçimler, parti
gibi konularda tekfir edici gözle bakmadığına Dünya ve İslam, Haksöz
dergilerindeki yazılar, Özgür-Der’in sayısız açıklamaları şahitlik etmek-
tedir. Tekfir etmeyi yanlış bulan, hadiselerin farklı şekillerde ele alın-
masını gerektiren bir usulün, perspektifin varlığı radikalizmin en yoğun
olduğu zamanlarda dahi bu farklı tutumu sağladı. Ama bu materyalleri
dikkatle okumamış zihinlerin Özgür-Der sanki ani bir kulvar değişikliği
yapmış gibi tepki göstermeleri hakkaniyeti ifade etmiyor. Onca yazı ve
açıklama ile istikrarlı eylem süreçleri ortada dururken bu şekilde tepki
gösterenlere duyulacak saygının da bir ölçüsü var. Elbette Özgür-Der
de müntesipleri de hata yapabilirler ama bu olayda yapılan eleştirilerin
zayıflığı ya da tutarsızlığının temel nedeni şu ki Özgür-Der ve Haksöz
geçmişten beri aynı usuli yaklaşımı sergilemekte. Ama eleştiride bu-
lunanlar bu sürekliliğin, geçmişiyle uyumlu pratiğini fark edemiyorlar.
İslami çevrelerde yaşanan savrulma hali doğal olarak bu Müslüman
kardeşlerimizi endişeye sevk ediyor. Savrulan kesimlerin tutumuyla ay-
nılık gösteren bir tavır bu endişenin temel dayanak noktası. Müslüman-
ların hassasiyetlerine, duyarlılıklarına tabiî ki kulak verilmesi ve dikkat
edilmesi gerekiyor. Ama bu dikkat kaygısı içe kapanıklığı, pratiksizliği,
siyasal-sosyal olaylar karşısında tavırsızlığı doğurmamalı. Sabırla sistem
toplum değerlendirmemizin genel çerçevesini, mücadele yöntemi ve
Türkiye’de İslami çevrelerin geçmiş birikimleri üzerine değerlendirme-
ler, tartışmalar yapmak gerekiyor. İslami siyasetin dillenmesi, talep et-
mesi, söz söylemesi karşısında içeriden gösterilen tepkilerin samimiyet
ve hassasiyet boyutu tartışma dışı olmakla beraber ciddi denilebilecek
bir bilinci/derinlik ve kuşatıcılığı içermediği söylenebilir. Bu tepkilerdeki
bilinç eksikliğine en az onun kadar önemli olan tutarsızlığı da eklediği-
mizde aşılması gereken evrelerin zorluğu ortaya çıkıyor.
Özgür-Der pratiği ile selefi yaklaşım arasında gidip gelen bir çizgiye te-
kabül eden tutumun ise tutarsızlık sorunu daha fazla kendini gösteriyor.
Selefi, tekfirci yaklaşımın hayata, yaşadığı toplum ve sisteme karşı söy-
leyecek sözü, eylemi olmadığından daha doğrusu tamamen başka bir

172 REFERANDUM TARTIŞMALARI


gezegende yaşadığından çok fazla tutarlılık aramak abes olur. Ama tavır
ve pratiği önemseyen, şahitlik diye bir derdi olanlar elbette hata ihtima-
li ile daha fazla karşı karşıyadırlar. Olaylar karşısında duyarlılığı ön plan-
da olan bu çevrelerin referandumla ilgili olarak ilk defa Müslümanların
gündemini, şirk sisteminin, ilahi vahyi dışlayarak, tağutî ölçülerle hazır-
lanmış anayasasına ‘evet’ deme çağrısının işgal ettiği iftirasında bulun-
mak dengeyi bozup tekfir tarafına yaslanmak demektir. İslami kesimde
28 Şubat sonrası yaşanan savrulmayı ve AK Parti tecrübesini göz önüne
alarak haklı endişelerle teyakkuzda olmak önemli bir hassasiyettir. Ama
hassasiyet ve duyarlılığın tek başına bilinç anlamına gelmediği ve doğru
eylemi içermediği de açıktır.
Sadece savrulmalar karşısında panik yaparak hareket etmek yet-
mez. Örneğin neden bu yaklaşım sahibi Müslümanlar bugüne kadarki
mücadele metotlarını, din anlayışlarını, sistem ve toplum tahlillerini,
örgütlenme biçimlerini değerlendirmeye tabi tutmazlar. Bütün sorun
insanların savrulması mı? Mesela tekfirciliğin, dar pratiklerin/pratiksizli-
ğin, gerçeklikle uyumlu olmayan parçacı, eklektik mücadele mantığının
sonuçlarından birisinin de insanları savrulmaya itmesi olmasın. Bu bağ-
lamda savrulma ve çözülme olgusunu ön planda tutan Müslümanların
İslamcılığın en azından 30-40 yıllık sürecinin her anlamda tahlilini, çö-
zümlemesini yapmaya çalışmalıdırlar.
Hem yaşanan gelişmeler karşısında duyarlı olma çabası hem de refe-
randum gibi konularda sert ve ağır sözleri söyleyenler sistem içi mü-
cadele konusunda teorik bazı açmazlarla karşı karşıyadırlar. Birincisi
dünün bazı hastalıklarının terki noktasında hâlâ sorunların olduğunu
gösterir. Örneğin geçmişte çok sık karşımıza çıkan şablonculuk hastalı-
ğının referandumda tezahürü Özgür-Der bildirisinde ‘evet’ yerine ‘des-
tek’ ifadesine sevinmek, doğru bulmaktır. Önüne arkasına ne yazıldığı
önemli değil, o kavramın kullanılıp kullanılmadığıdır esas olan. Oysa son
tahlilde ‘destek’, ‘olumlamak’ ile ‘evet’ arasında ciddi bir fark yoktur.
İkincisi ise neyin içtihadi olup olmadığıyla ilgili yaşanan kafa karışıklı-
ğıdır. Cahilî bir sistemde yaşandığından dolayı haklı olarak bazı şeyler
zaruri bazı şeyler de ihtiyari kategoride değerlendirilmelidir. Ama bu
konuda elbette mutlak olarak sınırlar çizilemez. Örneğin Özgür-Der
seçimler konusunu içtihadi bir mesele olarak görür ama başka bazı çev-
reler ise bunu asla içtihadi bir mesele olarak görmezler. O Müslümanlar
çocuğunu okula göndermeyi, vergi vermeyi, sistemin kanunlarına göre
dernek-vakıf kurmayı, ticaretle uğraşmayı, memurluk yapmayı, askere
gitmeyi zorunluluk kategorisinde değerlendirirken daha aşırı bir şekilde
tekfircilik içerisinde olanlar ise bu durumları asla kabul etmezler. Sonuç-
ta birileri de başka birilerine göre sistemin çoktan içine girmiş sayılıyor.
Okul, askerlik, memuriyet, vergi verme, dernek-vakıf kurma gibi birçok
şeyin mevcut sistemde zorunlu olduğu, insanlara dayatıldığı kabul edi-
lirken bütün bir toplumu ve hayatın bütün ünitelerinde kuşatan, kendini

REFERANDUM TARTIŞMALARI 173


zorunlu olarak dayatan sistemin zayıflatmasına karşı çıkmak ya da des-
tek olmamak tutarsızlık değil mi?
Sistem karşısında mücadelede, tavır almada ikircikli bir tarzın ortaya
çıkmasına yol açan diğer bir konu ise “Müslümanlar mücadele ederken
sistemin zulmünü ifşa etmeli, olmasın demeli ama asla sistemden bir
şey talep etmemeli” yaklaşımıdır. Metotlar arasında netleşmemekten
kaynaklı bu iki arada bir derede kalma tavrı ilk etapta birçok Müslü-
manın kulağına hoş geliyor. Ama gerçekte tutarlılık testine tabi tutul-
duğunda bir şey olmasın demekle şu olsun demenin mantıksal açıdan
ikisinin de talep kategorisine girdiği açıktır. Örneğin “Okullarda resmi
ideoloji dayatması olmasın!” demekle “Çocuğuma özgür bir eğitim isti-
yorum!” demek son tahlilde aynı şeydir. Dolayısıyla başörtüsü ile ilgili
Mecliste yapılan değişikliğin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edil-
mesi ve YÖK’ün katsayıyı kaldıran kararını iptal eden Danıştay kararı
sonrasında ortaya konulan eylemlilikler için de aynı şey geçerlidir. Sa-
dece zulmü ifşa ettik söylemi gerçeği yansıtmıyor ve siyasal gelişmele-
re, teoriye biraz yatkın birisi dışarıdan bunu rahatlıkla görebilir. Hakeza
örneğin kaldırılması istenen, olmasın denilen ya da ifşa edilen zulümleri
ortadan kaldırmak için destek istediğinde tutarlı ne söylenebilir?
Namaz kılan, oruç tutan komşusuna referandumda sorulduğunda ‘evet’
vermesini tavsiye eden ama kendisi zinhar sandığa gitmeyip seçim ak-
şamı heyecanla ekran başında sonuçlardan ‘evet’ çıkmasını bekleyen-
lerin durumu biraz da “İmamın dediğini yap, yaptığını yapma!”yanlış
sözüne benzemiyor mu? Biz insanlara iyiliği emredip de kendimizi unu-
tuyor muyuz? Ya da sonunda ateş varsa neden o namaz kılan komşumu
riske atıyorum? Tutarlı olmak zorunda değil miyim? Onun vermesini
gerektirecek benimse vermememi gerektirecek tek şey onun kafasının
bu ağır meseleleri anlayamayacak olması mıdır?
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız iki tutumun ortak yaklaşımlarından
biri de olup biteni küçümseyen, restorasyon ya da komplo teorileriyle
izah etme tavrıdır. Referandum ve AK Parti hükümetinin Ergenekon ile
ilgili politikalarına yönelik iddialarda olduğu gibi bazı gelişmeleri siste-
min restorasyonu olarak görmenin temel sorunu ise zihinlerdeki sistem
algısından kaynaklanıyor. Sistemin hiçbir politikasının muhalifler ya da
halkın bazı taleplerini dikkate alan siyasal kurumlar tarafından değiştiri-
lemeyeceği düşüncesi bu anlayışı besliyor. Oysa 90 yıllık TC tarihindeki
birçok siyasi, toplumsal olay bu iddiayı boşa çıkartmaktadır. Kemalist
oligarşi İslam’ı ve Müslümanları hayattan, görünürlükten men etme,
ortadan kaldırma çabalarına rağmen başarılı olamamış, zaman zaman
toplum sal taleplerin yoğunluğu karşısında siyasi iktidarlar tarafından
kısmi değişiklikler yapılmıştır. Statükoyu tekrar eski durumuna getir-
mek ise darbe ve muhtıra yoluyla sağlanmaktadır. Nitekim oligarşi AYM
ve HSYK’daki kast sisteminin bozulmaması için Meclis’te değişikliklerin
gerçekleşmesini engellemeye çalıştı. Daha sonra ise AYM’de iptal kara-
rının çıkması için çabalarken siyasal iktidarın çabaları, kamuoyu ve top-
174 REFERANDUM TARTIŞMALARI
lumsal muhalefetin etkisiyle açık bir hukuk cinayeti olacak iptal kararını
vermeye cesaret edemedi. Oligarşi cephesi saflarında görülen gayret ve
mücadelenin, mevzilerini koruma adına muhataplarını yok etme, orta-
dan kaldırma azmi karşısında Müslümanların saflarında yaşananları “da-
nışıklı dövüş, çelik-çomak oyunu, bütün olanları sistem içi restorasyon,
sistemin kendini yenilemesi” olarak gören söylemin zayıflığı açıktır.

Devrimci Mücadelenin Şablonik Olmama Zorunluluğu

Referandum konusunda Müslümanlar arasında sınırlı da olsa görülen


diğer bir tutum ise devrimci hassasiyetlerden dolayı referandumun
boykot edilmesi tavrıdır. Doğrusu en azından tekfir edici olmamasından
dolayı olumlu olan bu yaklaşımın en temel sorunu protest/sol söylem-
den fazla etkilenmiş olmasıdır. Bu anayasa paketinde Müslümanların
herhangi bir dahlinin söz konusu olmadığı; paketin hazırlanmasında,
kamuoyuyla paylaşılmasında fikirlerinin sorulmadığı; başörtüsü yasa-
ğı, resmi ideoloji dayatmaları, Kemalist eğitim sistemi, Kürt sorununa
dönük talepler, katsayı adaletsizliği gibi konular paketin içerisinde yer
almadığı için referandumun boykot edilmesi gerektiğine inanıyorlar.
Öncelikle şunu söylemekte yarar var: Sürecin ortaya çıkmasında Müs-
lümanların hiçbir etkilerinin olmadığı iddiası gerçekleri yansıtmıyor. 28
Şubat darbe sürecinden bugüne, militarizmin değişik dönemlerdeki
uygulamalarına, Ergenekon, Balyoz, Kafes eylem planları ve darbeci
örgütlenmelere, yargıdaki militarist işleyişe karşı imkânlar ölçüsünde
karşı çaba sarf edildi. Bir olayda kendi rolünü olduğundan fazla abart-
mak, sadece kendisini belirleyici görmek ne ka­dar yanlış ise emeğini,
yapıp ettiklerini, cepheli bir mücadelede sürecin ortaya çıkmasına yol
açan katkıyı yok saymak da o kadar yanlıştır. Hakeza devrimci duruşun
da illa Türkiye’deki klasik sol şablonlar paralelinde olacağını belirten bir
kaide de yok. Müslüman devrimcinin ilkelerini, ahlakını, adalet anlayışı-
nı, siyasi mücadelesini islam’ın çizmek zorunda olduğu bir paradigması
vardır. Hakikat adına değil sadece kadrolarını eğitmek ve diri tutmak
için muhalefet eden ya da AK Parti özelinde Müslümanlara ve İslam’a
kin güden, muhalefet eden, bugün 30 yıldır tekrarladıkları siyasal tez-
lerin hilafına hareket edenlere benzemek devrimci tutum değildir. Ki
referandum sınavında sol-sosyalist çevreler devrimcilik açısından zaten
sınıfta kalmışlardır. AK Parti özelinde gösterdikleri İslam düşmanlıkları
sol çevrelerin tutarsızlıklarla malul söylemlere dört elle sarılmalarına
yol açıyor. Benzer bir hastalığa Müslümanların saflarında da maalesef
rastlanmakta. Mesela Meclis’in 411 milletvekiliyle başörtüsü yasağını
kaldıran yasal düzenlemesini yok hükmünde sayan bir AYM gerçeği or-
tada iken değişiklik paketinde başörtüsüyle ilgili maddenin olmamasını
eleştirmek hakkaniyete uymaz. Yine YÖK’ün üniversiteye giriş sınavla-
rındaki katsayı uygulaması değişikliğini yürütmeyi durdurma kararıyla
iptal eden Danıştay duvarı karşımızda iken değişiklik paketinde katsayı-
nın olmamasını eleştirmek ne derece doğru?

REFERANDUM TARTIŞMALARI 175


Muhalif hareket en son hedefi, olması gereken neyse hepsini ister. Ama
bu durum o hareketin gerçekliği yanlış algılamasına da yol açmama-
lı. Siyasi mücadelemiz reel politiğe teslim olmayan ama gerçekliği de
yadsımayan ve kim olursa olsun sırf muhalefet olsun diye de itiraz et-
meyen bir siyasi ahlakla yapılmalı. Anayasa değişiklikleri sonrasında
bugünkü sistemin yerine gelecek olan yapının liberal, AB’ci ve kapitalist
olacağı dolayısıyla Müslümanları daha fazla dejenere edeceği kaygısı
hassasiyet açısından önemlidir. Ama burada dikkat edilirse zihinde bir
kıyaslama gerçekleştiriliyor. Sanki bir tarafta İslam toplum düzeni öte
tarafta ise liberal, kapitalist ve Avrupa Birliği üyesi bir sistem varmış
da insanlar ikincisini seçiyormuş havası oluşturuluyor. Oysa böyle bir
gerçeklik yok. Birincisi kimsenin önüne islam devleti seçeneği konulmuş
değil. İkincisi mevcut laik-Kemalist oligarşik sistem nötr, etkisiz bir ele-
man gibi dışarıda durmuyor ki. Yıllardır Müslümanlara kan kusturan bu
sistem gözü doymamış olacak ki yeni darbe planlarıyla bütün bir toplu-
mu cendere altına almaya çalışıyor. Mevcut kıskacı görmeyerek sadece
muhtemel risklerden bahsetmek çok fazla inandırıcı gelmiyor. Daha
önce benzer çelişki AB süreci tartışmalarında da yaşanmıştı. O zaman
da bazı Müslümanlar “Biz Avrupa Birliği değil islam Birliği istiyoruz.”
diyerek AB sürecinin İslami mücadele ve halkacısından getirişini götü-
rüşünü kritik eden Müslümanları eleştirmişti. Üstelik ortada İslam Bir-
liğinin tercih edilmesini sağlayacak bir şık ortada olmamasına rağmen.
Bu kısır, gerçekliği izah etmeyen analojiler, kıyaslar, varmış gibi sunulan
ama gerçekte olmayan tercihler meselelerin kilitlenmesi ve anlamsız
tartışmalar yapılmasından başka bir işe yaramıyor. Tıpkı daha önce de
bahsettiğimiz referandumla ilgili olarak bazı Müslümanların ortaya at-
tığı “Tağut anayasası mı, İslam anayasası mı?” sorusunda olduğu gibi.
Sanki tartışılan, çözümlenmesi gereken sorun buymuş gibi bize bir algı
dayatılmaya çalışılıyor.
Bu referandumun önemli taraflarından birisi de üçüncü şıkkın imkânını
ortadan kaldırmış olmasıdır. Geçmiş seçimlerde ironik biçimde dile ge-
tirilen sandığa gitmeyenlerin partisi şıkkı da artık boykot kararı ile BDP
tarafından doldurulmuş oldu. PKK-BDP’nin boykot kararı özellikle böl-
gede yaşayan Müslümanları siyasal pozisyon noktasında zor durumda
bırakmış oluyor. Normal şartlarda referandumda ‘evet’ demesi gereken
BDP’nin boykot kararının açık bir şekilde statükoyu geriletmediği ve
mevcut halin devamını sağladığı için ‘hayır’ demek anlamına geldiğini
göz ardı etmemek lazım. Objektif şartların gösterdiği boykot şıkkının
mevcut halde ‘hayır’ cephesini güçlendirdiğidir.
Son tahlilde referandumla ilgili olarak Türkiye Müslümanları arasında
ortaya çıkan görüş çeşitliliğini doğal karşılamak gerekiyor. Önemli olan
hakikaten Allah’ın rızasını kazanacak söz ve eylemlerde bulunmaktır.
Niyet sorgulaması, kadıtörlük yapmadan muhatabımızın tavrını an la-
mak durumundayız. Muhatap yanlış yapmış olsa dahi sigaya çeken Mol-
la Kasım tarzı ıslah edici olmuyor. Çünkü kimse bile bile yanlış yapma

176 REFERANDUM TARTIŞMALARI


çabasında değil. Savrulma ya da çözülme ihtimalleri karşısında endişe
duymak, hassasiyet göstermek önemsenmesi gereken bir duyarlılıktır.
Ama hassasiyeti doğru üslup ve yöntemlerle dile getirmenin zorunlu-
luğu da açıktır. Hakeza yıllardan beridir yaşadığı coğrafyanın siyasal-
sosyal meselelerine duyarlılık göstermeyen, zulmü ve sistemi gerilet-
mek için mücadele alanlarına fazla uğramayan mahallemiz sakinlerinin
hassasiyetini ve maslahatı gözetmek de bizi politikasızlığa, eylemsizliğe
yöneltmemen. Özellikle bu koruma ve kollama tavrının süreklilik ka-
zanması halinin iç tutarsızlıklar ve çelişkiler, ikircikli söylemlerin ortaya
çıkmasına sebep olması riski de gözden kaçırılmamalıdır.
Özgür-Der ve Haksöz pratiğinin parlamentarizm ile tekfircilik arası-
na sıkıştırılmış dar pratiğin içine sokulmasıdır kastettiğimiz. Düne ait
hastalıkları, tutarsızlıkları tahlil etmemiş, şabloncu, dar fıkhi kalıpla-
rı mutlaklaştırarak “nebevi metot” adı altında bütüncül bir mücadele
perspektifinden kopuk, mücadele ufku en fazla Filistin’le ilgili etkinlik
göstermekten ibaret, dar tebliğ faaliyeti ile varoluşunu sağlayan vasat
ile kendisine Müslüman, İslami ya da islamcı dahi demekten çekinerek
örgütlülüğünü sivil toplum kuruluşu; ideolojisini ise bir dünya görüşü
olamayacak kadar naif medeniyet gibi müphem, heterojen tanımlama-
larla ifade eden, söylem ve eylemlerini ise liberal şemsiye altında yap-
mayı tercih eden, sistemi değiştirme iradesi taşıyan hassasiyetleri ciddi
anlamda zedelenmiş, AK Parti’nin bile gerisinde olan bir vasat ile karşı
karşıyayız. Bu kıskaç içerisinde tutarlı olma çabasının, bütüncül bir mü-
cadele verme gayretinin, kaçak güreşmeden ilkeleri ve perspektifi doğ-
rultusunda islami kimlikle pratik geliştirmenin, somut olgular karşısında
değişen şartları göz önünde bulundurarak stratejik-taktik hamleler yap-
manın, siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel bütün
çelişkilere, haksızlıklara karşı cemaat bilinciyle karşı koymanın kolay
olduğu da iddia edilemez
herhalde.
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

REFERANDUM TARTIŞMALARI 177


Referanduma ‘Evet’
Sisteme ‘Hayır’
SÜLEYMAN ARSLANTAŞ

12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşecek olan referanduma ideolojik ref-


lekslerle yaklaşmaktan çok, İslam’ın da öngördüğü ya da İslam’la çatış-
mayan bir bakış açısıyla yaklaşımın daha tutarlı olacağı kanaatindeyim.
İnsan ve insana yönelik insanın tabiatına ters düşen bir kısım yasalar,
uygulamalar kim tarafından, kime karşı, ne adına uygulanırsa uygulan-
sın buna karşı çıkmanın insani ve İslami bir görev olduğu muhakkaktır.
Çeşitli ideolojik yaklaşımlarla ve hatta ideolojik taassuplar nedeniyle
karşısındakini aşağılayan, kendisinden farklı düşünenin farklılığına ta-
hammül edemeyen anlayışları da tasvip etmediğimi belirtmek isterim.
Bir Müslüman olarak elbette ki teori ve pratikte en önemli ve değişmez
kabulüm, referansım Kur’an’dır, sünnettir. İslam’ın değişmezlerine bağlı
kalarak, her türlü yenilik ve değişikliğin İslami olduğu hususunda hiçbir
tereddüdüm de yok. Hayata, hayata ilişkin olaylara eğer bu zaviyeden
bakmaz isek o zaman donuk, kendi içine kapanık, zamanı kucaklaya-
mayan bir İslam anlayışı ve zamanın gerisinde yaşayan bir Müslüman
tipolojisiyle yüz yüze gelmiş oluruz.
İran’da 31 yıl önce bir devrim gerçekleşti. Devrim İslam adına yapıldı.
Devrimin önderi İmam Humeyni “velayet-i fakih” içtihadından hareketle
devrimi gerçekleştirdi. Devrimin üzerin­den kısa bir süre geçtikten sonra
İslam adına yapılan devrimi görmek, incelemek amacıyla birkaç arka-
daşla birlikte İran’a gitmiştik. Yol arkadaşlarımdan birisi de merhum
Ercümend Özkan’dı. Seyahatimiz sırasında Kum’a da gittik ve Ayetullah
Şeriat Medari’yi ziyaret ettik. Medari’nin medresesinde sohbet eder-
ken Ercümend Bey ortaya bir soru attı: “Ağalar! Devrimden memnun
musunuz?” Hazirundan birisi hemen atıldı ve: “İyidir amma bu devrim
Mehdi’nin gelişini geciktirir.” dedi. Tabi ki Ercümend Bey buna karşı ce-
vabını yapıştırdı: “Arkadaş! Mehdi yüzyıllardır gelmek istedi de Humeyni
mi dur dedi. Bu kafayla siz daha çook Mehdi beklersiniz.”
Yine İran’dan bir örnek vermek istiyorum: Humeyni’nin ömrünün son-
lanna doğru Mir Hüseyin Musavi’nin kabinesinde Çalışma Bakanı olan
Serhendizade; ümmetin, devletin gelirleriyle yapılan çeşitli yol, su,
elektrik, telekomünikasyon gibi hizmetlerden daha çok varlıklı kesimin
istifade ettiğini, ancak fakir ve dar gelirlilerin bundan istifade etmedik-
lerini tespit eder. Bu nedenle yapılan hizmetlerden istifade edenlerden
ek bir vergi alınarak bunun dar gelirlilere tahsisini içeren bir yasa tasa-
rısı hazırlar. Bu tasarıya başta dönemin cumhurbaşkanı Ali Hamaney ol-

178 REFERANDUM TARTIŞMALARI


mak üzere tüm yasal kuruluşlar ve bürokrasi karşı çıkar. Gerekçeleri ise
geleneksel fıkıhta buna yer olmadığıdır. Humeyni sonunda olaya müda-
hale ederek der ki: “Siz İslam adına hükmeden hükümet yetkilileri Allah
Resulü’nün haiz olduğu tüm yetkilere haizsiniz. Sizi bağlayan Allah’ın
kitabı ve Resulünün sünnetidir. Eğer sizler ümmetin problemlerini gele-
neksel fıkha göre çözmeye çalışırsanız birçok konuda problemler çözü-
lemez. Mesela geleneksel fıkıhta bankacılık, emekli sandığı, sigorta ve
benzeri hususlar yoktur. Ne olacak şimdi? Geleneksel fıkıhta bunlar yok
diye ümmetin çağdaş sorunları çözümsüz mü kalacak?”
Sanıyorum çeşitli ideolojik anlayış, yorum ve nedenlerle İslam’ın “deği-
şebilirler” konusundaki yaklaşımı göz ardı edilerek olaylara yaklaşmak
Müslümanlan hem İslam’ın hem de çağın
gerisine iter. 12 Eylül’de yapılacak referanduma karşı çıkan arkadaşların
meseleyi “İslami bir akide” sorunu gibi algılamalarını da anlamakta güç-
lük çekiyorum. Olaya belki de iki açıdan bakabiliriz: Birincisi topyekûn,
bugüne kadar yapılan anayasaların İslam’a karşı ya da İslam’dan kay-
naklanmadığı için karşı çıkmak, ikincisi de İslam dışı özellikler taşıyan
bir anayasanın insana karşı bir basta unsuru, bir zulüm aracı olarak
kullanılmasına karşı olmak. Birincisine elbette ki karşı çıkmak her Müs-
lümanın görevidir. Yalnız görevi değil, İslami olanını ortaya koymak ve
tatbik seviyesine getirmek için gayret sarf etmesi de elzemdir. İkinci-
sine gelince; “zalim kim olursa olsun zalime karşı, mazlum kim olursa
olsun mazlumun yanında yer almak” da İslami ve insanidir. Bu yüzden
de 12 Eylül Anayasasının metin ve pratiği 30 yıldan bu yana bir basta
ve zulüm aracı olarak kullanılmıştır.
Başta anayasanın geçici 15. maddesi olmak üzere, askerî yargının gö-
rev alanının yeniden düzenlenmesi, kişisel verilerin korunması, YAŞ ve
HSYK’nın kararlarına karşı yargı yolunun açılması, askerî yargının görev
alanının sınırlandırılması, AYM ve HSYK üyelerinin sayı ve statülerinin
değiştirilmesi vb. değişikliklerin tümü 30 yıldan beri insana yönelik bir
zulüm aracı olarak tatbik edilen 1982 Anayasasının müspet bir şekilde
düzeltilmesidir. Buna karşı çıkmanın ya da ‘hayır’ demenin mantığını
kavramak güç. Hele hele ömrümün 45 yılını geçirdiğim Ankara’da bir-
çok olaylara, gayri insani yaklaşımlara, hukuksuzluğa şahit olmuş birisi
olarak yapılacak anayasa değişikliğine karşı olmayı “Hılf-ul Fu-dul” an-
layışıyla da örtüştüremiyorum.
Allah Resulü Muhammed (s)’in içersinde yaşadığı cahiliyye toplumu
güçlünün zayıfı ezdiği, acımasız rekabetin geçerli olduğu, soylunun
garibanlan yok saydığı, köle edinilen insanların bir malzeme gibi kulla-
nıldığı bir toplumdu. Hz. Peygamber, peygamber olmazdan önce Mekke
toplumundaki haksızlıkları, hukuksuzlukları durdurmayı, zalimlere karşı
mazlumların yanında yer almayı ilke edinen “erdemliler ittifakı” ya da
Hılf-ul Fudul anlaşmasına ‘evet’ dedikten sonra diyor ki: “Ben, Abdullan
b. Cûda’nın evinde öyle bir antlaşmaya mensup oldum ki, onu en güzel
kızıl devlerle dahi değişmem. İslam çağında dahi böyle bir anlaşmaya

REFERANDUM TARTIŞMALARI 179


çağnlsam, tereddüt etmeden kabul ederim.”
Dikkat edilirse Hz. Peygamberin Hılf-ul Fudul yaklaşımında insan mer-
kezli ve ona yönelik uygulamalar var. İslam’ın gelmesinden sonra da bu
anlaşmayı tasvip etmesi belki de kıyamete kadar insan ve onun onuru-
na yönelik basta ve haksızlıklara ‘dur’ deme noktasında insanlarla, ku-
rumlarla Müslümanların ittifakının doğru olduğunun bir ifadesidir.
12 Eylül 2010’da yapılacak referanduma insani olarak ve sistemin cebe-
rut uygulamalannı dikkate alarak yaklaşmalıyız. Cumhuriyetin kurulu-
şundan beri halkın dâhil edilmediği, halka ve onun inançlarına rağmen
uygulamaların belirli, ideolojik, elit bürokratlar eliyle yürütüldüğü bir
ülkede yaşıyoruz. Bilhassa İslami olmayan bir sistem içerisinde dahi
mezhep, meşrep, siyasi mülahazalar nedeniyle belirli bir grubun –haydi
adını da koyalım Kemalist, jakoben bir güruhun- etki alanının daral-
tıldığı, kısmen de olsa insanın merkeze alındığı değişikliklerin insanca
yaşamaya katkıda bulunacağını düşünüyorum. Bu yüzden de 1982 Ana-
yasasına hangi nedenlerle ‘hayır’ demek için gittiysem; 12 Eylül 2010
anayasa değişikliği referandumuna da aynı gerekçelerle ‘evet’ demek
için gideceğim.
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

Müslüman, Şirk Temel-


li Bir Anayasadan Yana
Olamaz!
ALİ KAÇAR

1- Yasalar ve anayasalar, bireysel ve toplumsal hayatı düzenlemek


amacıyla çıkanhrlar. Daha doğrusu, yasa ve anayasalann çıkarılış
amacı; bir devletin, insanların, diğer insanlarla, toplumla ve devletle;
yatay ve dikey anlamdaki ilişkilerini tanzim etmek, topluma bir düzen
ve intizam vermektir. Bu çerçevedeki her anayasanın ya da yasalann
beslendiği/dayandığı iki temel kaynak vardır. Bu kaynaklardan birisi,
beşer aklıdır/halkın iradesidir, diğeri ise ilahi vahiydir. İçinde yaşadı-
ğımız toplum da dâhil, bütün Batılı ve diğer birçok ülke yönetiminde

180 REFERANDUM TARTIŞMALARI


beşer aklının ürünü olan yasa ve anayasalar egemendir. Bu nedenle, bu
toplumlar laik, seküler ve İslam dışı toplumlardır. Bireysel ve toplumsal
ilişkilerinde; evliliklerinde, yiyecek, içecek ve giyeceklerinde, ticaret-
lerinde, kısacası günlük hayatlarında ve toplumsal ilişkilerinde dine ve
dinî kurallara yer vermezler, yer vermeyi de gericilik/çağdışılık sayarlar.
Aslında bu durum, bütün beşerî sistemler için geçerlidir.
Türkiye’de, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!’ sözüne rağmen,
halkın iradesi hiçbir zaman anayasa ve yasalara yansımamıştır. Ülke
yönetimine Kemalist iradenin tek başına egemen olmasından bu yana,
anayasa ve yasalar tepeden inmeci/jakoben, baskıcı ve dayatmacı bir
yöntemle yapılmıştır. Bu nedenledir ki, daha sonraları, gerek siviller
tarafından ve gerekse darbeciler tarafından yapılan anayasa ve yasalar,
esasa yönelik olmayan ufak tefek farklılıklarınn dışında hiçbir farklılık
göstermemektedir. Yani gerek sivillerin ve gerekse darbecilerin yaptığı
anayasa ve yasalar, beşer kaynaklı anayasa ve yasalardır; laik, seküler
ve İslam dışıdırlar. Dolayısıyla bu anayasa ve yasalar ister siviller/halk
tarafından, isterse darbeci oligarşik güçler tarafından yapılmış olsun,
bu gerçeği yani bu anayasa ve yasalann İslam dişiliğini, seküler ve
laiklik yönünü değiştirmemektedir. Bu anayasa ve yasalarda ister top-
tan, isterse kısmen değişiklik yapılsın, bu durum asla değişmez. Çünkü
bu anayasa ve yasalarda özde de sözde de olsa hâkimiyet halkındır.
Bu hâkimiyetin bir gereği olarak da kanun yapma ve dolayısıyla helal
ve haramlan belirleme hakkı, yalnızca halkın iradesiyle seçilmiş parla-
mentolara aittir. Oysa İslam’a göre, helal ve haramın koyucusu yalnız-
ca Allah’tır. Kimler, Allah’a rağmen helal ve haramı belirleme hakkını
kendinde görüyorsa, onlar rabliğini-ilahlığını ilan etmiş ve dolayısıyla
da Allah’a eş/ortak koşmuş olur/lar. “Yoksa on ların Allah’ın izin verme-
diği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan (kanun koyan) ortaklan mı
vardır?” (Şura, 42/21) ayeti bu durumu açıkça göstermektedir. Allah’a
rağmen helal ve haram anlamında hüküm koymak, Allah’ın hükmünü
kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek, insanı İslam’dan çı-
karır; onu, kâfir, zalim ve fasık (Maide, 5/44, 45 ve 47) -yani müşrik/
kâfir- yapar.
12 Eylül 2010’da, ülke yönetimine egemen olan militarist vesayet reji-
mini gerileteceği, halka hak ve özgürlük anlamında rahat nefes aldıra-
cağı iddiasıyla bir anayasa değişikliği için referandum yapılacaktır. Bu
değişikükle ilgili laik, seküler ve muhafazakâr kesimler bir yana, düne
kadar sistemi ve sistem içi mücadeleyi reddeden İslami kesimlerin de
kaulacaklanm deklare etmeleri, şaşkınlık ve hayret uyandırmıştır. Diğer
kesimlerin ‘evet’çi, ‘hayır’cı ve “boykotçu tavırlarını açıklamalarında
herhangi bir sıkıntı ve şaşkınlık söz konusu olmamıştır. Çünkü iktidar
partisi AKPnin ve AB yanlısı liberallerin ‘evet’ demesini, CHP’nin, hatta
MHP’nin ve bu doğrultuda olan diğer azgın azınlığın ‘hayır’ demelerini
anlamak mümkündür. Bu kesimler, özellikle de CHP, kuruluşundan beri
ve halen halkı dışlayan, halka dayanmayan ve halka tepeden bakan ‘tek

REFERANDUM TARTIŞMALARI 181


parti’ döneminden kalma militarist ve vesayetçi bir zihniyetle olaylara
yaklaşmakta; bu nedenle de halktan ve halka dayalı seçimlerden kork-
maktadır. MHP de bu ırkçı, şoven, militarist, faşist ve vesayetçi rejimin
devamını, kendi varlığının devamı için bir zemin olarak görmektedir.
Aynı şekilde BDP ve BDP doğrultusunda hareket eden PKK’cı ve Kürtçü
kesimler de bu laik, seküler, vesayetçi rejimin devamı sayesinde varlık
gösterebilmektedir. Zaten bu parti ve partiye egemen olan düşünce de
tıpkı Kemalist sistem gibi laik, seküler, İslam dışı, ırkçı, vesayetçi bir
anlayışa sahiptir. Dolayısıyla bu kesim de tıpkı, CHP ve MHP gibi halktan
ve halkın belirleyiciliğinden korkmaktadır. Bu ve benzeri başka neden-
lerle bu kesimlerin, ‘hayır’ ya da ‘boykot’ çağrılarım anlamak mümkün-
dür. Bunlarla birlikte hareket eden tuzu kuru, bir avuç azgın azınlık;
sermaye kesimi, sivil ve askerî bürokratik kesimin de darbe anayasalan
sayesinde elde ettikleri üstünlüklerini kaybetmemek hatta daha da ka-
lınlaştırmak adına ‘hayır’ demelerini anlamak mümkündür.
Bizim anlamakta zorluk çektiğimiz, şimdiye kadar -ve halen- sistem
karşıtı olan, hatta sistem içi mücadeleyi de reddeden bazı İslami kesim-
lerin ‘evet’çi tavırlarını, basın toplantılarıyla veya bildirilerle kamuoyuna
duyurmalarıdır. Ne yazık ki, bu kesimlerin gerekçeleri, gündeme getir-
dikleri iddialar, geçmişte kendilerinin de reddettiği, partili çalışma içe-
risinde bulunanlar tarafından ileri sürülen iddialardır. Hz. Yusuf (as)’ın
idareciliği, Hudeybiye Müşahhası, Necaşi’nin memleketine hicret eden
Müslümanları himayesi, Hılfu’l-Fudûl ve benzeri iddialar... Üstelik içinde
yaşadığımız egemen oligarşik vesayetçi sistemle benzerlik taşımayan ve
anayasa değişikliği ile de hiçbir alakası olmayan bu iddiaların hiçbirisi,
içinde yaşanılan şirk sisteminin temel dayanağı olan anayasa değişikli-
ğine ‘evet’ demeyi gerektirmez.
Bu kesimlerin bir kısmı, bu anayasa değişikliğine ‘evet’ demek, cahiliye-
nin ve zulmün azaltılması anlamına geleceğini, bizlere dayatılan bu ca-
hili sistemin çerçevesini tümden değiştiremiyorsak bile, zulmün aynen
devam etmemesi için bir bölümünü değiştirmeye ve gücümüz oranında
zulüm çerçevesini bir ucundan kırmaya çalışmanın temel yükümlülükle-
rimizden olduğunu iddia etmektedir. Aslında bu anlayışı, tevhidi müca-
dele vermiş ve Kufan’da kıssalan anlatılan hiçbir, peygamberin örnekli-
ğinde görmek mümkün değildir. 950 senelik tevhid mücadelesinde Hz.
Nuh (as), ateşe atılmasına rağmen Hz. İbrahim (as) ve işkence, baskı
ve boykota rağmen Hz. Muhammed (s) dâhil, hiçbir peygamber, kendi-
lerine ya da birlikte oldukları mü’minlere yönelik zulmü kısmen de olsa
durdurmak ya da geriletmek için, içinde yaşadıkları şirk sistemleriyle bu
anlamda bir ilişkiye girmeyi asla denememişlerdir. Her peygamber ve
beraberindeki bir avuç Müslüman, bizimle mukayese bile edilemeyecek
derecede çok daha zor şartlarda, büyük kuşatılmışlıklar ve işkenceler
altında oldukları halde, tağutî sistemle uzlaşmadıkları gibi, birtakım
haklar elde etmek için de sistemde kısmi değişikliğin peşinde de olma-
mışlardır.

182 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Son peygamber, kendisine iman eden mü’minler, bir taraftan işkence-
den geçirilirken, kimileri de işkenceler altında şehit edilirken bile ken-
disine yapılan devlet başkanlığı teklifi dâhil, mücadelesini kolaylaştırıcı,
işkence ve zulümleri hafifletici hiçbir teklifi kabule yanaşmamış ve
bütün teklifleri ‘bir elime ayı, bir elime de güneşi verseler dahi’ diye-
rek elinin tersiyle reddetmiştir. “Sizin dininiz size benim dinim bana”
(Kâfinin, 109/5) ayeti, biraz sizden, biraz bizden türü uzlaşma teklifleri-
ne bütünüyle kapıların kapatıldığını bize göstermektedir. Kufan-ı Kerim,
hiçbir peygamberin, kendilerine ve beraberindeki mü’minlere yönelik
zulüm ve işkenceleri geriletmek için, tağutî sistemlerle uzlaşmaya ça-
lıştığını bize göstermemektedir. Tevhid mücadelesinde bu, değişmez bir
metottur; zaten nebevi metot da budur. Akü ve içtihadi yorumlarla, hiç
kimse bu metodu değiştirmeye kalkmamalıdır.

Anayasa Değişikliğine Karşı Tavrımız Ne Olmalıdır?

2- İslam’da helal de bellidir, haram da bellidir. Yüz yıllar da geçse, helal


ve haramda herhangi bir değişiklik olmaz. Velev ki, toplumun tamamı,
helali haram, haramı da helal yapacak tarzda bir irade belirtse, yine
de helal haram, haram da helal olmaz. Örneğin, halkın çoğunluğu, de-
mokratik olarak zinanın suç olmadığını iddia etse, bu, şer’i çerçevede
zinanın haramlığında herhangi bir değişiklik meydana getirmez. Hatta
bunun haram olmadığını bütün insanlık kabul ve iddia etse, yine de
zinanın haram oluşu devam eder. İslam ile demokrasi ya da bütünüyle
beşerî sistemler arasındaki temel ve giderilemez çelişki buradadır. Bu
çelişki, insanlık var olduğu müddetçe devam eder ve kesinlikle giderile-
mez; çünkü İslam ayrı bir din, beşeri sistemler ise ayn bir dindir. Allah
nezdinde ise hak din İslam’dır ve diğer dinler ise batıldır. (Âl-i İmran,
3/19, 85)
Bu çerçevede bir değerlendirme yapıldığı zaman Türkiye’de var olan
anayasa ve yasalann öngördüğü sistem, Allah’ın hak dini İslam’ı dışla-
yan, yok sayan ve şirk temelinde kurulmuş bir sistemdir. “Ehven-i şer”
ve “yetersiz ama evet” yaklaşımıyla ‘evet’ denilen anayasa, mevcuduyla
da ve değişmesi istenen şekliyle de bir şirk anayasasıdır. Dolayısıyla
eskisi de değişiklikten sonra yenisi de Kur’an ilkelerine göre hazırlanmış
bir anayasa değildir. Dolayısıyla, bir Müslüman için, eski anayasa ne ise
değişiklikten sonraki yeni anayasa da odur.
Bize göre bu anayasa değişikliği sadece, AKP hükümeti ile STKlann ve
AB yanlısı liberal çevrelerin gündeme getirdiği bir proje değildir. Bu
proje, içerdeki bu çevrelerle birlikte, başta ABD olmak üzere emper-
yal Batı’nın projesidir. Zaten bu, içeriden ve dışandan dizayn edilen bir
proje olmasaydı, Türkiye’de sivil ve askerî bürokratik güçler tarafından
buna asla izin verilmezdi. Çünkü sivil ve askerî vesayet rejiminin izni ol-
madan, bugün de dâhil hiçbir -en azından yakın bir- dönemde, anayasa
ve yasalarda tamamen ya da kısmi herhangi bir değişikliğin yapılması

REFERANDUM TARTIŞMALARI 183


söz konusu değildir. Dolayısıyla bu-
gün AKP kanalıyla anayasada yapılmak istenen değişikliği de bu çerçe-
vede değerlendirmek gerekir. Üstelik bu değişiklikten beklenen –belki
de en önemli- bir başka amaç ise iflas etmiş, tıkanmış, zorba ve darbeci
bir sistemin ömrünü uzatmaya dönük olmasıdır. Çünkü artık Kemalist
elitler de bu zorba sistemle ve anayasasıyla devam edilemeyeceğini
anlamış durumdalar. Kemalist sistem, gerek iç gerekse dış sebeplerden
dolayı sürdürülebilir olma özelliğini çoktan yitirmiştir. Aynca Kemalist
vesayet rejimi; sivil ve askerî bürokrat güçler öncülüğünde uyguladığı
dayatmacı, baskıcı ve aynmcı yönetim tarzı ile tıkanmış ve artık küresel
dünyaya da uyum sağlayamayacak bir hale gelmiştir. Bu gidişata dur
denilmesi gerekiyordu. Anayasa değişikliğiyle yapılmak istenen de bu-
dur. Ancak, iç ve dış işbirlikçi ve emperyal güçlerin yardımıyla anayasa-
da kısmi değişiklik ya da aynı zihniyetle yeni bir anayasa yapmakla, bu
darbeci, totaliter ve seküler/İslam dışı sistem düzeltilemez. Bu sistem,
anayasasıyla birlikte bütünüyle rafa kaldınlmadığı ve Müslüman halkın
inanç ve değerlerine uygun yeni bir sistem oluşturulmadığı ve ilahi vah-
ye uygun yeni bir anayasa yapılmadığı takdirde, yeniymiş gibi yapılacak
makyajlarla sadece bu çağdışı kalmış, oligarşik ve darbeci sistemin
ömrü, suni olarak kısa bir süreliğine biraz uzatılmış olur.
Bir Müslüman, asla ve kat’a, eskisiyle de olsa, yenisiyle de olsa, ilahi
vahye dayanmayan, onu yok sayan, hatta onu yok edilmesi gereken
düşman olarak gören bir anayasanın kısmen ya
da aynı zihniyetle bütünüyle değiştirilmesinden yana olamaz ve buna
katkıda bulunamaz.
Bugün, çeşitli gerekçelerle anayasa değişikliğine ‘evet’ diyenler, ge-
lecekte içten içe neden ‘evet’ dediklerinden dolayı muhtemelen bir
tartışma yaşayacaklardır. Belki de sırf bu nedenle,-temenni etmeyiz
ama- ayrışmalar ve çözülmeler yaşanacaktır; kimileri kendi durumlarını
muhafaza ederken, kimileri de daha da yumuşayarak demokratik bir
mücadeleye savrulacaklardır. Meydana gelecek bu ve benzer problem-
lerden, elbette ki bugün ‘evet’ diyenler sorumlu olacaklardır. Biz, kim
haklı, kim haksızın peşinde değiliz ancak mehter yürüyüşüyle bir adım
öne, iki adım geriye gidiyoruz. Bu durumun, Müslümanları ve Müslü-
manların tevhidi mücadeledeki birikimlerini erittiğini,
Müslümanlarda umutsuzluk meydana getirdiğini de unutmamak lazım-
dır.
Unutmamak lazımdır ki, Müslüman için anayasa Kur’an’dır, tek hüküm
koyucu ise Allah’tır. Bize rağmen ve bize danışılmadan yapılan anaya-
sa ve yasalann getirdiği haklardan ancak inancımız elverdiği oranda
istifade ederiz. Üstelik bu haklar, zaten bizim gasp edilmiş, zorbalıkla
ellerimizden alınmış haklardır. Müslüman, şirk temeline dayanan hiçbir
yasa ve anayasadan yana olamaz. Çünkü asıl zulüm, şirk esasına dayalı
olarak devam eden bu yasa ve anayasalardır.
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

184 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Bu Toprakların
En Büyük Problemi
Vesayettir!
MUSTAFA İSLAMOĞLU

Referandum, ilmihalimizin merkezinde yer alan daha doğrusu tam da


halimizin ilmini alakadar eden farklı bir konu. Farklı olduğu kadar da
ehemmiyetli ve hayati bir mevzu.
“Bu toprakların en büyük problemi nedir?” diye sorsanız size “İstih-
damdır.” demeyeceğimi biliyorsunuz; “İşsizliktir.” demeyeceğimi biliyor-
sunuz. “Bilim üretememek” demeyeceğimi de biliyorsunuz. “Bu top-
rakların en büyük problemi nedir?” sorusuna benim vereceğim cevap
şudur: Bu topraklann en büyük problemi vesayettir. Bu halkın iradesine
konulan ipotektir. Bu halkın iradesinin esir alınmasıdır. Bu halkın irade-
sine saygı duyulmamasıdır. Bu halkın adam yerine konulmamasıdır. Bu
halkın itilip-kakılmasıdır, horlanmasıdır, aşağılanmasıdır.
Bütün bunların tamamını tek bir sebebe irca edebilirsiniz; o da bu hal-
kın çocuk yerine konulup ona vasi ve veli olarak birilerinin kendilerini
atamış olmalarıdır.
Bir zamanlar iddialarımız vardı. İddialarımız dualarımızdı. Onun için bu
toprakların insanının teşebbüs ruhu hayranlık uyandıracak boyuttadır.
Devletinden hiçbir şey beklemez. “Yeter ki zincirimi kır, yeter ki engel
olma, yeter ki gölge etme. Bırak beni ben bilirim, yaparım...” Ama bı-
rakmamışlardır; biri paçasına sarılmıştır, biri beline sarılmıştır, biri bo-
ğazına sarılmıştır, biri ağzını kapatmıştır, biri kulağını kapatmıştır, biri
gözünü kapatmıştır, hülasa felç etmişlerdir bu toplumu. Dolayısıyla bu
toplum bugüne kadar bu vesayeti kan gibi içmiştir ve maalesef bu ve-
sayeti kırmak için yapılan her teşebbüs püskürtülmüştür.
(İkinci cumhurbaşkanının kendi hatıratında anlattığına göre) zamanın
komutanı Bursa dönüşünde yanındaki subaylara şöyle diyordu: “İstan-
bul düşmanımızdır, padişah düşmanımızdır, falan düşmanınızdır! Dikkat
edin, kimse duymasın, millet düşmanımızdır!”

REFERANDUM TARTIŞMALARI 185


Aslında bu cümle yanlış. “Siz milletin düşmanısınız.” demeye getiriyor.
Millet kendisine dost olana düşman olmaz. Dünyada hiçbir millet ken-
disine iyilik yapana düşman olmamıştır. Böyle bir örnek yoktur. Dolayı-
sıyla millet düşmanımızdır ama neden acaba? Onun için bu milleti adam
yerine koymayın, bu milletin tepesinden inmeyin, bu milletin baskısını
azaltmayın. İşte tüm yaşadıklarımızın hikâyesi bu.
31 Mart’tan Menemen hadisesine, Danıştay baskınına bakınız; nedir
mesele? Danıştay baskını eğer aydınlatılmasaydı tıpkı Menemen üze-
rinden Müslümanlara “mürteci” ve “irtica” diye kuduz köpek muamelesi
yaptıkları gibi şimdi de devam edeceklerdi. Yine üstümüzde kalacaktı.
Menemen’de böyle yaptılar. Dört tane esrarkeşin eline silahı verdiler
ve ondan sonra Menemen’i sırtımıza yıktılar. 31 Mart’ta böyle yaptılar.
Avcı Taburlarını İstanbul’a getiren onlardı. Avcı Taburlarına meşrutiyeti
koruma görevi veren onlardı. Ve Avcı Taburlarını oluşturan Müslüman
Arnavut askerler bunların hakaretlerine fazla dayanamayıp Sultanah-
met Meydanı’nda ayaklandığında “İşte irtica ayaklandı!” diyenler de
onlardı. Avcı Taburları üzerinden İslam’ı irtica ilan edenler de onlardı.
Neredeyse yüz yıldır bizi vurmaktadırlar bu irtica masalıyla. Yüz yıldan
beri sırtımızdan yumruk eksilmez. Gelen vurur, giden vurur ve onlar da
yetmez. Bunca ezilmeye, bunca horlanmaya, bunca dövülmeye, bunca
itilmeye, bunca kakılmaya rağmen millet pes etmez. Umudunu kesmez.
İmanından vazgeçmez. Kur’an’ı yasaklarlar; Süleyman Hilmi Tunahan
Efendi’nin yaptığı gibi Sakarya-İstanbul treninde trenin vagonunda
Kur’an öğretir bu millet. Samanlıkta samanların altında Kur’an öğretir.
Benim babam, dedem, amcam bunun şahididir. Dolayısıyla vazgeçmez
bu millet. Kendini ispat etmek için en ufak fırsatı ganimet bilir. Tıpkı
1946’da olduğu gibi “Yeter, söz milletindir!” sözünü duyduğunda ayağa
kalkar. Yeniden iddiasını, davasını, duasını üstlenir; gerçekten bu millet
büyük millettir. Gerçekten bu millet köle olmaya müsait değildir. Korkar
ama korkunun kulu olmaz. Onun için bir yolunu bulur ve bulduğunda
da iddialarına sahip çıkar. 1950’de olan buydu. Ama on yıl sonra biri-
leri çıktı: “Bu millet akıllanmamış, bu millet adam olmamış, bu kadar
vurduk tepesine buna rağmen adam edemedik; o zaman hadi bakalım
biraz daha sert vuralım...” İşte 27 Mayıs bu milletin tepesine biraz daha
sert inmiş bir yumruktur. Bu yumruğun acısını millet çekmiştir. Ciğer
parelerini darağacına yollayarak çekmiştir. Aslında astıkları üç kişi, salt
üç kişi değildi. Milleti astılar. Milletin iradesiydi darağacında sallanan
ve “Bu millet bir daha murat etmesin, iradesini kullanmasın, bize gü-
vensin, bize bıraksın, bizim vesayetimize sığınsın, haddini-hududunu
bilsin.” içindi bütün bunlar. “Millet olmaya, irade kullanmaya kalkmasın.
Biz onu ondan iyi düşünürüz. Biz onun iyiliğini biliriz. Biz onun çıkarı-
nı biliriz. Biz ne kadar veriyorsak o kadarına razı olsun. Biz ne kadar
inanmasını gerekli buluyorsak o kadar inansın. Biz ne kadar Müslüman
olması lazım geldiğine karar veriyorsak o kadar Müslüman olsun. Fazla
olursa aşırı olur...”

186 REFERANDUM TARTIŞMALARI


İşte 27 Mayıs buydu. Darağacına çekilen aslında milletin iradesiydi.
Ama ondan sonra yine millet toparlandı, yine pes etmedi. Bu millet yine
varını yoğunu ortaya koydu ve kendi vesayet ve velayetini kendisi üst-
lendi. Sadece o alanda değil, eğitim alanında da kendi parasıyla imam
hatip liselerini yaptı bu millet. Kendi parasıyla camiler yaptı, devlet
parasıyla değil. Devleti de besleyen, dinî müesseseleri de besleyen bu
millet oldu. Memuru da besleyen,, askeri de besleyen bu millet oldu.
Ama millet bazen beslediklerinin kahrına ve zulmüne uğradı. Ondan
sonra baktılar ki millet yeniden toparlanıyor, millet yeniden iradesini ele
geçiriyor, millet yeniden “Ben milletim!” diyor tepesine çöktüler yine.
Ve 1971 muhtırası geldi. Tekrar bir darbe, tekrar milletin üstünden bir
silindir... “Siz misiniz millet olduğunu hatırlayan; siz misiniz vesayeti
reddeden; siz bizim verdiğimizle yetineceksiniz o kadar! Biz ne kadar
verdikse ona razı olacaksınız! Elinize vuracağız, ekmeğinizi alacağız;
teşekkür edeceksiniz!” Geçmişte görülmedi mi? Ben Harem’de görmüş-
tüm bunu. Kaideleri hâlâ duruyordur belki de. Jandarma marifetiyle
zorla Anadolu’da adamın ekmeklik buğdayını alıp getirdiler ve buraya
yığdılar. Ama deniz yuttu buğdayı. Kimseye yar olmadı, kimseye yara-
madı! Bir yıl orda beklettiler; şişti, tüm Anadolu’nun ekmeği sele gitti.
Milleti ekmeksiz bıraktılar. Ama bu da tutmadı. Bu millet iddiasından,
duasından, davasından vazgeçmeyerek bir daha toparlandı. Derken bir
düdük daha geldi ve 12 Eylül 1980 darbesi tepemize bir yumruk daha
olarak indi. Öyle bir silindirdi ki bu eskilerinden bin beterdi! Herkesi
herkesle kavgalı hale getirdiler önce. Kürdü Türkle, Âleviyi Sünniyle,
sağcıyı solcuyla... Çünkü vesayet ancak böyle sürebilirdi. Eğer varlığı-
nız birilerinin kavgasına dayanıyorsa, o kavga sizin için varlık sebebi
olmuşsa, artık o kavgayı artırmaktan, o kavganın taraflarına “Yaşasın!”
diye tempo tutmaktan başka çareniz yoktur. Çünkü varlığınız o kavgaya
bağlıysa siz de o kavga yaşadığı sürece yaşarsınız.
İşte böyle oldu ve 12 Eylül’de düdük öttüğünde “Bu kavgayı bir sisteme
bağlayalım!” dediler kendimizin seçmediği efendilerimiz. İşte Diyarba-
kır Cezaevi’nde olanlar öyle oldu. Diyarbakır Cezaevi ile bu toplumda
kavgayı sistematik hale getirdiler. “Artık kavgayı otomatiğe bağladık;
bundan sonra kavganın kesilme ihtimali yoktur.” yani “Tehlike geçmiştir.
Yaşasın! Kavga devam edecek!” dediler. İşte Diyarbakır Cezaevi’nde in-
sanımıza pislik yedirmenin maksadı buydu. 50-60 yaşlarındaki adamları
ziyarete gelenlerinin karşısında çırılçıplak soymanın amacı buydu. Bir
halkın ana dilini yasaklamanın amacı buydu. Anası tek kelime Türkçe
bilmiyor ama ağlayıp ağlayıp gidiyor! Bu zulmü kim kime reva görür ve
bu zulmü ne meşrulaştırır? Bu zulmü edenler aslında kendi gelecekleri
için kredi biriktiriyorlardı. “Yaşasın! Kavga devam edecek!” kredisi. Çün-
kü kavganın devamına bağlıydı onların vesayeti ve devamını da sağla-
dılar. Artık onlan kim milletin tepesinden alacaktı ki?! Kavgayı kim dur-
durursa bu milletin tepesinden onları alacak oydu. Onun için de kavgayı
durdurmak isteyeni düşman ilan ettiler. Kavgayı durdurmaya kalkanı

REFERANDUM TARTIŞMALARI 187


tehdit ettiler.
Bugün yaşanan bütün mücadele bunun mücadelesidir. “Siz kavgayı dur-
duracaksınız, bizim pilimizi bitireceksiniz. Bizim pilimizi bitireceklerin
pilini bitiririz!” Mesele bu, restleşme bu.
Orada da kalmadı. Millet yine vazgeçmedi, yine toparlandı. Yine içinden
birini buldu ve başına getirdi. Fakat bu sefer yine bir düdük ve 28 Şu-
bat 1997... Bu seferki silindir çok fenaydı. 0 silindir hepimizin üzerinden
geçti. 0 dönemde Harp Okulu Yayınları arasından “İrtica mı, Laiklik mi?”
diye bir broşür yayınlandı. Resmen Allah’a küfrediyordu! Düşünebiliyor
musunuz? Bu milletin Allah’ına küfredebiliyorlar! Yirmi üç buçuk sene
Genelkurmaydaki odasına seccade atıp beş vakit namaz kılmış olan
birinin başkanlık yaptığı bir müessese oradan buraya nasıl geldi? Fevzi
Paşa, yirmi üç buçuk sene boyunca seccadesini Genelkurmay Başkanlığı
odasından kaldırmamıştı. 0 noktadan alnı secdeye değen ordu içinde
barındırmama noktasına nasıl geldik?! Üç bin tane insan kapının önüne
bırakıldı. Sorgusuz sualsiz, yargısız infazla.
Bir tanesinin hatırasını kısaca anlatayım: Muttalip Binbaşı, benim ta-
lebemdi. Trakya’dan yüzbaşıyken gelip giderdi derslerime. Muttalip
Binbaşı 1997’deki ilk YAŞ kararlarıyla atılan 164 kişiden biriydi. Kapı-
nın önüne konularak bir ömürlük emeği çalındı. Askerî lisede okumuş,
Harbiye’yi bitirmiş, orduya hizmet etmiş yıllar yılı. Başka bir mesleği
yok. En iyi yaptığı meslek o; subaylık. Ve gelmiş binbaşılığa ancak kapı-
nın önüne koymuşlar. Bununla da kalmayarak eşini hastaneye getirme-
sini de yasaklamışlar, müktesep haklarını da gasp etmişler. “Öl!” demiş-
ler yani... Muttalip Binbaşı belediyeden iş bulmuş. Bu sefer belediyeye
varmışlar ve belediye başkanım tehdit etmişler: “Bunu anında kapının
önüne koyacaksın!” demişler ve kapının önüne koydurtmuşlar. Ondan
sonra Muttalip Binbaşı Urfa’da bir holdingde iş bulmuş. Gidip holding
sahibini de tehdit etmişler. Ve Muttalip Binbaşı bir cinnet anında Urfa’da
öğretmen evinin beşinci katından kendini bıraktı boşluğa ve ebediyete
yürüdü! Yüzlerce hatta binlerce insan sırf örtüsünden dolayı kapının
önüne kondu. Medine Bircan’ı hatırlıyor musunuz? Sırf örtüsünden
dolayı hasta olarak geldiği hastanenin kapısından içeri alınmadı ve bu
yüzden can verdi. Kozan’daki kızımızı hatırlıyor musunuz? Yarışma ya-
pacaksınız, yarışmada kızımız birinci gelecek ve birincilik ödülünü almak
için sahneye çıkacak ve siz ortalığı teröre boğacaksınız! Sırf başındaki
örtüden dolayı! Çocuklarımızı ölmek için verdiğimizde alacaksınız ama
onları ziyarete geldiğimizde “Başörtülüsün, sakallısın!” diye almayacak-
sınız! Bu millet başka ne görmedi ki? İmam hatiplere tırpan geldi ve
Kur’an okumanın yaşı on beş ile sınırlandırıldı. Düşünebiliyor musunuz?
Çanakkale’deki Mehmetçik ölmeye Kur’an uğruna gidiyordu. Onlara siz-
den seksen sene sonra bu memlekette böyle bir şey olacak denseydi ne
yaparlardı?

188 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Bu Bir Hayat-Memat Meselesidir

Onun için bu bir referandum değildir. Bir seçim hiç değildir. Bu bir
hayat-memat meselesidir. Bu, milletin kendi iradesine sahip çıkıp çık-
mama meselesidir. Bu, milleti aşağılayanları milletin sırtına çıkıp oradan
aşağı abdest bozanları indirip indirmeme meselesidir. Sadece oy ver-
mekle yetinmek pasifliktir. Çünkü bu, milletin meselesidir. Bu meseleyi
halletmek de millete düşüyor.
Allah önümüze bir fırsat çıkardı. Allah rızası için bu millete veli ve vasi
olmaya kalkanlara artık “Biz çocuk değiliz!” deyin. “Bize çocuk mu-
amelesi yapmayın, bize deli muamelesi yapmayın, bize deli gömleği
giydirmeyin!” deyin ve cevabınızı verin. Verin ki bu milleti aptal yerine
koymasınlar, bu milleti uşak yerine koymasınlar.
Rabbim bu milletin eline, ayağına, gönlüne, kafasına vurulmuş zincirleri
çözsün. Bu millete akıl, fikir, istikamet nasip eylesin. Bu millete iddiala-
rını ve dualarını yeniden versin. Bu milleti inşallah Kur’an’ın yüce davası
uğrunda yeni nice gönül ve yürek fetihlerinde muvaffak kılsın! Rabbim
bu millet için çalışanları muvaffak kılsın. Bu milletin aleyhine çalışanlara
da muvaffakiyetler vermesin, başarı vermesin inşallah.
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

Tavrımızı ‘Evet’ İle


Sınırlamayıp
Taleplerimizin
Takipçisi Olmalıyız!
CÜNEYT SARIYAŞAR

1961 Anayasası ile gelen kuvvetler ayrılığı prensibi 1982 Anayasası ile
bu prensibin altında egemenliği paylaştırmayı hedeflerken bir başka

REFERANDUM TARTIŞMALARI 189


sonuç doğurmuştur. Bu sonuç hem siyaseti hem de devlet erkini (bü-
rokrasisini) belli bir çizgiye oturtmuştur.
İşte bu statüko değişmekte ve her bir aktör buna bağlı yer değiştirmek-
tedir. Bulunduğu yerle statüsü de değişecektir. Bu, rolünü statükodan
alanlar açısından bir kayıptır.
Siyasetini halkın taleplerinin karşılanması ile konuşlandıran bir yapıda/
yönetimde hem siyaset hem de devlet erki halka rağmen bir çizgi oluş-
turamaz. Bu durumda sürekli halkın etkisinde olan dinamik ve edilgen
bir siyaset ve devlet erkinden/bürokrasisinden bahsediyoruz. Aslında
kendisini halkın temsilcisi olarak değil eğiticisi olarak görüp konuşlanan-
ların yeni yerlerinin getireceği statünün taraflarınca beğenilmemesinden
doğan rahatsızlık karnından konuşmayı ve referandum atmosferini etki-
lemektedir.
Anayasa değişiklik paketinin referanduma sunulması sürecinde bugün
en az konuşulan ve belki de hiç konuşulmayan paketin içeriğidir. Ne
getirip ne götürdüğüdür. Bunun sürecin aslında ne anlama geldiği ile
yakından alakası olduğunu düşünüyorum. İçerik detaylarında önümüze
gelen somut sonuç yargı erkini kullananların seçiminde getirilen deği-
şikliktir.

Yargı hükümranlığı yapısını ve etkinliğini değiştirmekte-


dir bu paket.

Paketin temel yaklaşımı (askerî yargıya tanıdığı yeriyle 1982 Anaya-


sasının vesayetçi duruşunu bir yandan korumakla birlikte) yargı erkini
kullananların seçiminde taban yaygınlığını genişleterek halkın etkinliğini
dolaylı da olsa yansıtmayı hedeflemiş olmasıdır.
Bu konu siyasi ve ideolojik konuşlanmaları ile halk kesimlerinin ve onlar
adına siyaset yapanların etkinliklerinde derinden etki yapacak değişik-
liklerin önünü açmaktadır.
Bu bağlamda paketin götürdüğü ve getirdiğine dikkat çekelim:
“Bugün HSYK’da var olan durumda Yargıtay üyelerinin tamamının ve
Danıştay üyelerinin dörtte üçünün seçimi de kurulun yetkisinde. Kuru-
lun üyeleri ise değinildiği üzere Yargıtay ve Danıştay tarafından gös-
terilen adaylardan seçiliyor. Dolayısıyla kurulun aynı anlayışla varlığını
sürdürmesinin güvenceleri yaratılmış durumda.
Yargı hükümranlığı yapısını oluşturan düzenlemeler sadece bunlardan
ibaret değil. HSYK tarafından belirlenen Yargıtay ve Danıştay aynı za-
manda Yüksek Seçim Kurulu’nun 11 üyesini de seçiyor. YSK Türkiye’de
tüm seçim süreçlerinde tek yetkili ve nihai karar organı. Yani kimin
milletvekili adayı olup olmayacağına da YSK karar veriyor. Bir yönüyle
TBMM’nin oluşmasında da söz sahibi. Yine mevcutta 11 asıl 4 yedek
üyesi olan Anayasa Mahkemesinin 7 üyesi Yargıtay ve Danıştay tarafın-

190 REFERANDUM TARTIŞMALARI


dan gösterilen adaylar arasından seçiliyor. 2 üye de askerî yargı tara-
fından gösterilen adaylar arasından seçiliyor. Yani AYM’nin çoğunluk üye
sayısı da HSYK’nın belirlediği süreçlere bağlı oluşuyor.
Türkiye’de meşru siyaset alanını daraltan, daraltmakla kalmayıp, iktida-
rın en etkili pozisyonlarını yargı elitine veren, böylece gerçek anlamda
yargı bağımsızlığını da ortadan kaldıran ama yargı oligarşisini üreten
sistem (jüristokrasi) böyle oluşturulmuş.
Bugün koparılan kavga da yargı elitinin elinden bu iktidarın alınmasına
duyulan tepkinin bir sonucudur. Tahakküm üreten bir faaliyetin öznesi
olan HSYK yargı bürokrasisinin yarattığı sorunların kaynağını oluşturu-
yor. Yargıç ve savcıların kurulla ilişkisi tam bir biat ilişkisi durumunda.
Kurulun sahip olduğu mutlak yetki, yargıç ve savcıların kurul nezdinde
çaresiz ve korumasız pozisyonda olması yargının bağımsızlığının ger-
çekleşme alanı olan adliye faaliyetinde bağımlılık ilişkisi üretiyor. Yani
Türkiye’de yargının bağımsızlığını engelleyen olgu sanıldığı gibi Adalet
Bakam ile müsteşarın kurulda yer alması değil, kurulun yargıçlar ve
savcılar üzerindeki mutlak yetkisidir.
Bu nedenle bu anayasa değişikliği paketinde hem yargı göreviyle ilgili
adalet hizmetlerinin denetiminin Adalet Bakanlığından alınıp HSYK’ya
verilmesi hem de kurulun yapısının değiştirilmesiyle 1961 Anayasasıyla
yargı bağımsızlığını dışlayarak kurumsallaştırılmış olan elit ve mutlak
yargı iktidarı büyük ölçüde sona erdirilmiş olacak.”
(Av. Mehmet Uçum’un değerlendirmesinden.)
Bu götürdüğü... Getirdiği ise:
“Değişikliklere baktığımızda üye sayısının 22 asil ve 12 yedek üye ola-
rak belirlendiğini görüyoruz.
Cumhurbaşkanı 4 asil üyeyi hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar ara-
sından; Yargıtay 3 asil, 3 yedek üyeyi kendi üyeleri arasından; Danıştay
2 asil, 2 yedek üyeyi kendi üyeleri arasından, Türkiye Adalet Akademisi
1 asil, 1 yedek üyeyi kendi üyeleri arasından, Adli Yargı Hâkim ve Sav-
cıları 7 asil, 4 yedek üyeyi 1. Sınıf adli yargı hâkim ve savcılarından,
İdari Yargı Hâkim ve Savaları 3 asil, 2 yedek üyeyi 1. sınıf idari yargı
hâkim ve savalarından doğrudan seçiyor. Süre dört yıldır. Süresi biten
yeniden seçilebilir.
Görüldüğü üzere doğrudan adliye faaliyeti yapan, diğer deyişle adalet
hizmetinin halkla temas nokta-
sında olan yargıçlar ve savalar artık kurulun 10 asil, 6 yedek üyesini
doğrudan seçerek kurula en azından oluşumu bakımından hâkimler ve
savcılar yüksek kurulu sıfatı verebilecekler. Kurula avukatların girme-
si de son derece önemli. Böylelikle kurul yargının üçayağını da temsil
eden bir yapıya dönüşüyor. Cumhurbaşkanının toplam 32 üyeden (20
asil 12 yedek) sadece 4 asil üye seçmesi yürütme ile yargı ilişkisi bakı-
mından da dengeli bir biçime işaret ediyor.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 191


Ayrıca yapılan değişikliklerde kurulun genel sekreterliği oluşturularak
Adalet Bakanlığına yapısal bağımlılık da sona erdiriliyor. Kurul genel
sekreteri kurulun teklif ettiği üç aday arasından kurul başkanı tarafın-
dan atanıyor. Kurul daireler halinde çalışacak. Kurul başkanı olan Adalet
Bakanı dairelerin çalışmasına katılamayacak.
Bir diğer önemli husus hâkim ve savcıların denetimi kurula bağlı müfet-
tişler eliyle yapılacak. Önemli bir değişiklik de kurulun meslekten çıkar-
ma kararlarına karşı yargı yolunun açılmış olması.
Son olarak kurulun çok yönlü bakış açılarını temsil eden bir bileşime
kavuşması kurul kararlarına güveni yükseltecek bir etken olduğundan
hâkimler ve savcılar bu açıdan da daha güvenli olacaklardır. Böyle bir
işleyiş içinde hâkimler ve savcıların görevlerini yaparken kuruldan kay-
naklanan endişeler yaşamamaları, hukuka ve vicdana göre görev yap-
maları beklenen ve olağan bir durum olacaktır.
Sonuç olarak HSYK’nın yeni yapısı ve bu yapıya uygun olarak ortaya
çıkacak işlevi; baskı altındaki yargıyı rahatlatacak, yapısal ve işlevsel
yargı bağımsızlığı konusunda güvenceler yaratacak özelikler taşıyor.”
(Av. Mehmet Uçum’un değerlendirmesinden.)
Referandumun diğer maddeleri, hak ve özgürlükler alanında getirdikleri
değişiklikler bağlamında önemli olmakla beraber ikinci derecededir. Asıl
kavganın koptuğunu öngördüğüm ve yukarıda zikrettiğim maddelerin
tartışılmasını ve değerlendirilmesini referandumun rengi ve sonucunun
da etkileri bağlamında önemli görmekteyim.
Yargı bağımsızlığı ve halkın egemenliği çatısında hükümet etmeyi müm-
kün kılacak değişiklikler hiç şüphesiz ki yukarıda değindiğimiz “sürekli
halkın etkisinde olan dinamik ve edilgen bir siyaset ve devlet erkinden”
bahisle Müslüman halklar olarak taleplerimizi yönetimlere yöneltmede
ve sonuçlarının takibinde önemli bir eşiktir.
Bu değerlendirmelerimiz bizi referandum konusunda tercihimizi hak ve
özgürlükler alanındaki gelişmeler ve statükoya etkisi açısından bir eşiğe
getirirken habire yamanmakta olan mevcut 1982 Anayasasına meşrui-
yet olarak değerlendirilmemelidir.
Kanaatimce herhangi bir Müslümanın 1982 Anayasasının başlangıç
hükümleri ve buna atıfla oluşturulan değiştirilemez maddeleri ile ilan
edilen ruhunu (dinini) tasvibi mümkün değildir. Bu iman dayatan bir
anayasadır aynı zamanda. Bu temelde itirazlarımız bakidir.
Bu paket yukarıda da değindiğimiz gibi her türlü olumluluklarının yanı
sıra askerî yargıya tanıdığı yeriyle de 1982 Anayasasının vesayetçi du-
ruşunu ve ruhunu da bir yandan korumaktadır. Bu durumda toplumsal
değişikliklerin ve dönüşümlerin doğasına uygun olan bir aşama olarak
geldiğimiz noktada bize tavrımızı ‘evet’ ile sınırlamamamızı ve muhak-
kak geçilecek eşiklerin yeni ufuk ve hedeflerin ısrarla takipçisi olmamız

192 REFERANDUM TARTIŞMALARI


sorumluluğunu yüklemektedir.
Toplumda her kesimin kendince bir dünya talebi olmakla beraber bir-
likte yaşamanın bir ortaklaşma ve uzlaşma gereği de ortadadır. Bu
bağlamda asli talebimiz, farklılıklarımızı zenginliğimiz görüp bunları yok
etmeden, halkın inanç ve ifade özgürlüklerini güvence altına alan, yö-
netimde çoğulculuk yerine çağcıl yöntemlere açık, hukukta tek tipçilik
yerine çoklu hukuku mümkün kılan, ülkenin kaynaklarının paylaşımında
adil, toplumun taleplerine açık yönetime zemin olacak ve bunlar için de
“Toplumun tüm kesimlerinin mutabakatını barındıran bir toplumsal söz-
leşme metni olarak; kimlik ve ideolojisi olmayan, insan hak ve özgür-
lüklerini önceleyen, devletin karşısında bireyi-toplumu koruyan, beşerî
metinleri ve başlangıç maddelerini ve de devleti kutsamayan, adaleti
tesisi ruhu ve görevi addeden, sivil ve özgürlükçü bir anayasa” olmalı-
dır.
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

Her Yanlış Adım Yarı-


na Kesilen Faturadır
AHMET YILDIZ

85 yılı aşkındır yaşanan çatışmalar, sistemin varlığına dönük olmayıp,


işletilme biçimine yöneliktir. Tüm bu yaşananlar, rejimin ömrünün na-
sıl uzatılacağının cevabını arama işidir desek yanılmış olmayız. Kimi
taraflar-şu ana kadarki askerî/sivil bürokratik vesayet ve onun siyasi
uzantıları- Türkçü ve laik uygulamaları sert bir biçimde uygulamayı
tercih ederken kimi taraflar ise -liberal dünyayla daha yakın duran çev-
reler- görece özgürlüklerin verilmesini tercih etmektedir. Bu tercihler,
cumhuriyet tarihine bir çatışma hali olarak tebarüz etmiştir. Çatışmanın
biçimleri kimi zaman darbeler kimi zaman seçimler olarak karşımıza
çıkmıştır. Halk desteğinden mahrum çevreler silahın soğukluğuna sığı-
nırken halka görece özgürlükler vaat eden çevreler ise sandığın sıcaklı-
ğından medet ummaktadır. Her iki taraf için ise galibiyetlerinin tescilinin
tek kutuplu dünya olduğu ise malum gerçektir.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 193


Dış dünya onaylı bir değişim süreci yaşanmaktadır ülkemizde. Bu deği-
şim tek kutuplu dünyanın geçmişte kullandığı ancak artık miadını dol-
durmuş olan askerî-sivil bürokratik ulusalcı çevrelerin tasfiyesini ifade
ediyor. Vesayetçi çevreler yılardır ellerinde tuttukları ve ülke içi güçlerle
paylaşmaya yanaşmadıkları mevzileri kolay bırakacak görünmüyor-
lar. Çeşitli darbe hazırlığı niteliğindeki provokatif eylem planları kolluk
kuvvetlerince ortaya çıkarılmaktadır. Bunda dünya hegemonyasının da
üçüncü dünya ülkelerindeki sömürme tercihlerinin değişmesi etkili ol-
maktadır. Demir yumrukla ve tanklar eşliğinde sömürmenin daha fazla
mümkün ol­madığını gören küresel kapitalizm artık halkın değer yargı-
larını göz ardı etmeyen çevreleri partner olarak seçmekte ve daha çok
özgürlük, daha çok demokrasi (!) şiarıyla Genişletilmiş Büyük Ortadoğu
Projesini servis etmektedir. Bu servis Ortadoğu’nun dikta rejimlerinin
zulmünden bıkmış, usanmış başta muhalifler olmak üzere tüm ezilen
halklar için adeta can simidi olarak algılatılmıştır ya da ölümü gösterip
sıtmaya razı edilmişlerdir.
Küresel sistem kendini yeniden üretirken sömürü alanlarını da dizayn
etmektedir. Bu çerçevede değişim ve dönüşüm sürecinde kendisine
alternatif olma potansiyeli olan tek güç konumundaki İslamcı muhale-
fete ya uysallaşma ve karşılığında görece özgürlük ve kendilerini ifade
edebilme imkânları tanımayı veyahut da sistem dışında kalmanın bedeli
yok edilmeyi sunmaktadır. İslamcılar diğer Ortadoğu ülkelerinde oldu-
ğu gibi ülkemizde de tercih yapmaya zorlanmaktadır. Ya muhafazakâr
demokrasi saflarında sunulan yeni dünyaya entegrasyon ya da şiddet
alanına itilerek yok edilmek. Muhafazakâr demokrasi saflarına katılan-
lar, yöntem olarak tedhişi tercih edenler ve bu ikisi dışında kendisine
biçilen rollerin dışında üçüncü bir yol tutma derdinde olanlar diye tasnif
edebileceğimiz bir İslamcı yelpazeyle karşı karşıyayız bugün. Bu aç-
maz karşısında birinci ve ikinci yol üzerinde olanlar için tercih sorunu
gözükmezken özellikle üçüncü bir yolu seçerek tek kutuplu dünyanın
kendine biçtiği konumu reddeden İslamcıların, nasıl bir yol izleyecekleri
gerçekten merak konusu. Durum böyleyken referandum vakasıyla karşı
karşıya kaldılar. Yazının bundan sonraki tahlil ve tenkitleri bu son tercihi
seçmiş çevreler için geçerlidir.

‘Vesayet’çi Rüzgârlara ‘Muhafazakâr’ Kalkanlar

Seçimlere sistem içi mücadele yöntemi olarak bakan bizler, oy vermek-


ten uzak durduk. Bu uzaklığı çoğu zaman aile büyüklerimize anlatmak-
ta zorlandık. Ancak davet muhataplarımıza İslam’ın sadece namazdan,
oruçtan ibaret olmadığım söylerken dinin siyasi, toplumsal ve iktisadi
yönlerine de vurgu imkânı bulduk. İnsanlar bizlere ‘Siz daha iyisini ku-
run da size oy verelim!’ dediğinde ise siyasetin parlamentarizmle sınırlı
olmadığını izah ettik. Kimilerimiz halkı tekfir etmeyi seçse de epeyimiz
sessiz kalıp onların bir gün bizim vahyi temelli iddialarımızın etrafında
örgütleneceği günü bekledik.

194 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Evet; biz oy vermiyorduk ancak illa da oy vereceklerse dindarları tercih
etmelerini kimi zaman kalbi kimi zaman lâfzî olarak istedik karşımızdaki
cephenin büyümemesi için. Rumların galip gelmesini bekler gibi seçim
sonuçlarım televizyon başlarında izlemekten de geri kalmadık. Bu bek-
leyişimiz kimi zaman işsizlik içinde boğuşan insanımız için oldu, çoğu
zaman ise İslam’ın toplumsallaşmasının önündeki engellerin kısmi de
olsa kaldırılması için. Ancak yine de hiçbir zaman parlamenter siyasete
bel bağlamadık, mücadele çizgimizin gereğini yapmaya çalıştık.
28 Şubat’ın rüzgârlarını AKP kalkanıyla savuşturan bizler, sakin bir li-
mana gelmenin rahatlığını yaşıyoruz adeta. Bu rahatlık çözülmeyi de
beraberinde getiriyor. Bu çözülme, bize dünyayı ve tüketimi sunuyor.
Biz ise bu fırsatı kaçırma niyetinde değiliz; hoyratça dalıyoruz hayata.
Mekânsal ve kuşatıcılık yönüyle imkânını bulamasak da kalbi ve zihin-
sel olarak sistemden kopmanın yollarım bulmaya çalışan bizler –az bir
kısmımız hariç- takva boyutunu bırakın, adeta laik düzende yaşamanın
fetvalarını bile arama gereğini hissetmiyoruz artık.
Seçimleri, değişimin aracı görmeyen çevreler olan bizler, parlamenta-
rizmin dışında halka alternatiflerimizi yüksek perdeden söyleyememe-
mizin sancısını yaşıyoruz bugün. Demokratik katılımın dışında belirgin
bir adresin üretilememesi bunun en büyük sebebidir. Bu çerçevede re-
jimin demir çekirdeğini oluşturan askerî-sivil bürokratik vesayete karşı
geliştirebildiğimiz özgün bir dil yoktur. Genellikle liberal çevrelerin bir
yerlerde pişirilen söylemleri ardına sığmıyoruz. Bu da duruş sergilerken
onlarınkinin dışında bağımsız bir durum ortaya çıkarmamaktadır.
Özgürlük taleplerimiz bile liberallerin insan hakları söylemlerini aşma-
yan bir tutum içeriyor. Başörtüsünün Allah’ın emri olduğu hakikatini
bile kimilerimiz insan haklarına kurban ediyor. Böyle de olunca liberal
yazar-çizer takımı halkın gözünde kahraman ilan ediliyor. Bunda gerek
içimizden kanaat önderlerinin tutarlı bir hat oluşturmamalarının gerekse
de liberal çevrelerin mecmualarını baş tacı edişimizin etkisi var. Görüle-
ceği gibi yakın tehlikeye karşı özgün bir dil oluşturamayan bizler, uzak
tehlikenin farkında bile değiliz.

Referandum Nereye Düşer Usta?

Seçimleri, oy vermeyi imani bir husus; itikadi bir durum olarak oku-
mak, yaşadığımız sürece katkı sağlamak yerine dışlayıcı, sınırlandırıcı
ve toplumsal çabalarımızı öteleyici bir tutum olacaktır. Bunun yerine
daha çok metodolojimiz üzerinden mücadele hattımıza kazandıracakları
ve ilkelerimizden kaybettirecekleri üzerinde yapılacak tahliller İslami
faydaya daha uygundur. Bunu belirtirken atılacak adımı küçümsediğimiz
anlaşılmamalıdır. Aksine adımlarımızın yönünün itikadi değerlendirme-
lere başvurmadan kimlik oluşturma süreçlerimize, değişim ve mücadele
hattımızla da tespiti mümkündür.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 195


Referandum geldi çatta; ne yapabilir, nasıl bir yol izleyebiliriz sorularına
öncelikle referandumun görece özgürlükler vaat ettiğini teslim ederek
cevap vermeye başlayalım. Bu vaat edilen görece özgürlükleri olumla-
yabilir, siyasi iktidardan bunu daha da genişletmesini eylemlerimiz ve
basın açıklamalarımızla baskı oluşturarak talep edebiliriz. Ancak bunu
olumlamak ayrı, bunun bizatihi tarafı olmak farklı sorumluluklar yükle-
yecektir bizlere. Kimlik inşa sürecini sürdürmekte olan İslami çizgimiz
varlığını kendine, fertlerine ve muhataplarına net bir şekilde tanım-
lamalıdır. Bu tanımlama hem hareketimizin kırmızıçizgilerini ortaya
koyacak hem de fertlerinin ve muhataplarının kafalarında oluşabilecek
bulanıklıkları giderecektir.
28 Şubat’ın soğuğundan AKP’nin güneşli günlerine eren bizlerin sistem-
den en azından zihnî ve kalbî ayrışmamızı gerçekleştirme hususundaki
çözülmemize ciddi etkileri olacaktır referanduma dâhil olmamızın. Ön-
celikle ayrışmanın hareketin nasıl bir çizgiye sahip olduğu ve makas
değiştirip değiştirmediği, mensuplarının alacağı kararları büyük oranda
etkileyeceği kesindir. Bunun yaranda fertlerimizin fikrî ve istikamet kay-
malarına bazılarımız ‘Adam kafaya koymuşsa...’ diyebilir, ancak İslami
yapının görevi çözülmeyi hızlandırıcı adımlardan uzak durup toparlan-
mayı sağlamak ve safları sıklaştırıcı çözümler bulmaktır. Çünkü cema-
atler, fertlerimizin İslam’la kurdukları en önemli bağlardır. Bu bağları
-insanların dinleri, imanları söz konusu olduğu için- dönemsel, stratejik
veya taktiksel adımlar atarken göz ardı veya tahfif edemeyiz. Ayrıca
muhataplarımız açısından tebliğ alanlarımızda karşılaştığımız insanlara
mevcut siyasi yelpazenin dışında olduğumuz iddiasını -ki hâlâ varsa-
dillendiremeyiz. Onlara mevcut herhangi bir siyasi partiye değil siste-
min varlığına karşıyız/alternatifiz diyemeyiz artık.
Siyasi duruşumuz açısından ise dışında kalmaya çalıştığımız Rum-İran.
mücadelesinde televizyon başında Rumların zaferini bekleyen bizlerin
savaş alanına Rumlar adına dâhil olmamızdan başka nedir ki oy verme-
miz. Bu, asker olmak değil diyenlere şunu sormak gerekir: Bu savaşın
oy çokluğu ile bir galibi oluyorsa buna dâhil olmaktan başka ne yapar-
sak asker olmuş oluruz? Şunu da vurgulamak gerekir ki sahaya bir kere
indiğimizde o sahadan bir daha çıkma gerekçelerimiz çok da inandırıcı
olmayacaktır. Bunu Kemalist vesayetin geriletilmesi için yapıyoruz id-
diası söylem bazında güzel görülmektedir. Ancak mensuplarımızca,
muhataplarımızca ve farklı siyasi unsurlarca “AKP Kemalist yapıyla mü-
cadele ederken siz referandumdaki tavrınızı niçin devam ettirmiyor ve
AKP’ye niçin oy vermiyorsunuz?” şeklinde gelecek sorunun cevabım da
bu söylemin sahiplerine bırakıyorum.
Sürecin sonucunda kurulması planlanan dünyanın AB standardında bir
dünya olacağı da kesin gibi. Böyle bir dünya bize görece kolaylıklar
sunabilir. F tipi cezaevi mi açık cezaevi mi? İyi gardiyan mı, zalim gar-
diyan mı karşılaştırmaları bizi işkenceden zevk alan kişilik sorunu yaşa-
yan tipler olmadığımıza göre elbette daha rahat olana yöneltecektir. An-
196 REFERANDUM TARTIŞMALARI
cak görece özgürlüğün bizi hapishanedeki yaşamı kanıksatma ihtimali
vardır ki bunu da bertaraf edecek çözümleri ortaya koymak başta bu
karşılaştırmaları üretenler olmak üzere İslami oluşumlara düşmektedir.
Bu görece rahat ortamlarda da gül bahçesinin dikenleri olarak görülen
bizlerin çeşitli suçlamalarla -Kaideci, HAMAS’çı, İrancı, gerici, terörist
vb.- derdest ihtimalimiz her zamanki kadar vardır. Yaşama hakkımızın
da tebliğ etmeme karşılığında eman veren müşriklerin anlayışı kadar
söz konusu olacağı kesindir. Bu sürecin hazırlanışında bile Batı dünyası
Türkiye’yi içine kabul etmenin şartlarına askerî vesayetten kurtulmanın
yanı sıra Müslümanların de ehlileştirilmesini koydu. Bunun bir sonu-
cu olarak ülkenin dört bir yanında cihad bölgeleriyle maddi veya kalbî
bağı olanların nasıl el-Kaideci suçlamalarıyla baskılara maruz kaldığını
hâlihazırda görmekteyiz.
Referanduma katılımı imani zaafla açıklamak ne kadar yanlışsa katıl-
manın gereğinin itikadi bir bağın sonucu olduğu iddiası da o kadar yan-
lıştır. Eğer bu açıklama doğru ise o zaman Milli Görüş çevresinin sandık
başına gitmeyi ibadet gören söylemini nasıl görmek gerekir? Bunu da
sandığa gitmenin gerekliliğini itikadi bağla açıklayanlara sormak isteriz.
Her şeyden öte bizce sistemin restorasyon sürecinin bir parçası olan
referanduma katılmamayı mantıksız, ikircikli veya çelişkili bir tavır, si-
yasetsizlik, adım atmama, sorumluluk almaktan kaçınma gibi ölçüden
uzak ve hakaretamiz sözlerle mahkûm etmek en asgarisinden kastı ve
sınırı aşan ifadelerdir. Bunun yerine katılmanın veya beri olmanın birer
içtihat ve akıl yürütmenin mantıksal sonuçlan olduğu bilinciyle birbi-
rimizi ikna etmenin yollarını arayabilir veya eleştirimizi yöneltebiliriz.
Ancak kardeşliğimizin sarsılmamasının her şeyden öncelikli bir durum
olduğu tespitine göre bir üslup takınmalıyız.
Anayasal değişiklikleri olumlamakla (desteklemek değil) birlikte İslami
referanslı bir anayasa (veya hukuki bir sistem) talebimiz/amacımız net
bir şekilde ifade edilebilmelidir. Bunu sistem tarafından gerçekleştiri-
lebilecek talep olmanın ötesinde İslami kuralların asıl yaşam kuralları
olduğu gerçeğini halkın gündemine sokmak için yapmalıyız. Bunu net
ve halkın anlayacağı bir dille ifade etmemiz bizim en tabi hakkımız ve
tebliğimizin de zorunluluğudur. Anayasayı ‘toplumsal sözleşme’ olarak
görmek veya herhangi bir zorun yaşanmadığı halde her ne gerekçeyle
olursa olsun böyle söylemek en iyi haliyle kafa karışıklığını, kuşdiliyle
konuşmayı ifade eder. Çünkü bizler biliriz ki İslami yaşam kurallarının
kaynağı akıl ve dolayısıyla halk değildir. İslami yaşamın kaynağı vahiy
temelli İslami öğretilerdir. Halk ancak bu temeller üzerine geliştirilecek
içtihadi alanda söz sahibi olabilir. Ayrıca Batıcı, akıl merkezli bir dil kul-
lanılarak geliştirilen anayasa talepleri, referanduma evet çağrılarından
çok daha zaaflı ve iddialarından uzaklaşmış çevrelerin dillendirebileceği
taleplerdir.
Sonuç olarak referandumu tebliğ ve davet yolumuzu kolaylaştırdığı için
olumlasak da referanduma fiilî/aktif destek vermenin yanlış bir içtihat

REFERANDUM TARTIŞMALARI 197


olduğunu düşünüyoruz. Mücadele çizgimizde geri düşmemize ve muğ-
laklığa, fertlerimizde kafa karışıklığına ve çözülmeye, iktidarla ilişki gibi
zanna neden olacak adımlardan da kaçınmalıyız. Bunun yanında birbi-
rimize yönelik -yıllardır sürdürülmesine karşın İslami bir fayda getirme-
yen- itham ve tekfir edici sözler etmekten kaçınmalıyız. Atacağımız tüm
adımları, İslami çizgimizin yarınına fatura edilme ihtimalini göz önünde
tutarak atmalıyız!
Allah; ayaklarımızı istikamet üzere kılsın, kalplerimizi birbirine yaklaş-
tırsın, yar ve yardımcımız olsun!
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

Düşünce Problemleri
ve Dünyayı Algılamaya
Etkileri
NURİ YILMAZ

Farklı siyasi ve ideolojik çevrelerin referandum konusundaki görüşleri


ve bunun nedenleri, artık toplumun önemli bir kesiminin malumu haline
gelmiştir. Dolayısıyla o konuda fazla bir söze gerek bulunmamaktadır.
Fakat Müslümanların kendi aralarındaki tartışmalar ve bu tartışmaları
ifade etme biçimleri ise bizler için daha dikkat çekicidir. Müslümanlar
meseleyi Tevhid ve şirk kavramları üzerinden tartışıyorlar. Oysa bu
kavramlar yerinde kullanılmadığı zaman, yan yana olması gereken in-
sanların birbirini tekfir etmesi gibi vahim sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Nitekim bu tartışmada da; aynı düşünce çizgisinden gelmelerine, aynı
samimiyete sahip olmalarına ve birbirine çok benzer pratikler sergile-
melerine rağmen, kardeşlerimizi, neredeyse birbirlerini şirk ile itham
etme noktasına gelmiş görüyoruz.

198 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Oysa Bu tartışmanın iki tarafı da samimiyetsiz değildir. Hepsi de, tesli-
miyetlerini birçok örnekle ispatlamış duyarlı ve Müslüman insanlardır.
Böyleyken niye bu noktalara geliniyor?
Bahsini ettiğim çevrelerin düşünce temellerini oluşturan unsurlar:
Mevdudi’nin “Kur’an’a göre dört terim” kitabı,
Seyyid Kutub’un bu kitaptaki kavramlardan yola çıkarak yaptığı “İslam
toplumu - cahiliye toplumu” tanımlamaları
Ve “metod” kavramına yaptığı vurgudur (camialar arasında metod ko-
nusunda farklar olagelmiştir).
Bu düşünceler, ortaya çıktığı dönem için birer fikir devrimi niteliğindedir
ve İslam dünyasına çok büyük katkıları dokunmuştur. Fakat Allah’a ait
olan dışında hiçbir söz İslam hakkında söylenmiş son söz olamaz. Her
düşünce, bir gün üzerinde yeniden düşünmeyi gerektirir. Ve kanaatimce
bugün o gündür.
Kastımı daha iyi ifade edebilmek için “Din” kavramını örnek vermek
isterim.
Mevdudi kitabında din kavramını, dört unsurdan müteşekkil olarak ele
almıştır: 1- Otorite, 2- Otorite tarafından belirlenmiş olan değerler,
3- Bu değerlerden neşet eden hayat nizamı, 4- Uyulduğunda mükafat
uyulmadığında ceza olgusu.
Bu şekildeki ele alış, dini sadece ibadetlerden ve merasimlerden ibaret
görmeye başlamış İslam dünyası için, “dinin bütün hayatı kuşattığı”
mesajı veren bir fikir devrimi niteliğindeydi. Meseleyi aslına döndürü-
yordu. Fakat bugün bir takım soruları zorunlu kılıyor.
Kavramın üçüncü şıkkında “değerlerden neşet eden hayat nizamı” ifa-
desini Müslümanlar; “İslam yaş ve kuru hiçbir şeyi dışarıda bırakma-
mak üzere bütün meseleleri ele almış ve bütün ihtiyaçlara cevap ver-
miştir. ‘Size nimetimi tamamladım’ ayetiyle de son noktası konmuştur.
Artık bunun dışında kalan her şey cahiliyedir, şirktir. Bize düşen elimizin
tersiyle hepsini alaşağı etmek ve sonra da sıfırdan İslam nizamını tesis
etmektir” şeklinde anlamışlardır. Bu yüzden de karşılarına çıkan bütün
insani tecrübeleri cahiliye olarak nitelemişler, bunlara uymayı veya bun-
lardan istifade etmeye çalışmayı şirk olarak görmüşlerdir.
İbadetlerden ibaret hale gelmiş bir din algısı karşısında, “İslam bir ha-
yat nizamıdır” demek çok doğru ve gerekli bir sözdür. Ama “İslam bütün
ihtiyaçlara cevap vermiştir, onun haricindeki her şey cahiliyedir” dediğimizde şu soru-
lara cevap vermemiz gerekmektedir:
Günümüzde oligarşi, monarşi, teokrasi, diktatörlük, demokrasi gibi yö-
netim biçimleri var; İslam’ın idari ve siyasi sistemi nedir/nasıldır? İslam
hakim olduğunda yönetici nasıl belirlenecek, görevleri ne olacak, yetki

REFERANDUM TARTIŞMALARI 199


hudutları nedir, nasıl denetlenecek vs.
Günümüzde kapitalizm, komünizm gibi ekonomik sistemler var;
İslam’ın ekonomik modeli nedir/nasıldır? Nasıl bir maliye sistemi öngör-
mektedir, nasıl bir muhasebe sistemi öngörmektedir, malın değerinin
belirlenmesini sağlayan borsa ve para transferleri için kullanılan banka-
lar için ne demektedir (veya bunların yerine ne önermektedir), gümrük
mevzuatı nasıldır vs.
Aynı şekilde İslam nasıl bir hukuk sistemi, nasıl bir eğitim sistemi, nasıl
bir sağlık sistemi, nasıl bir askeri düzen öngörmektedir?
İşte bu sorular çerçevesinde Kur’an’a yöneldiğimizde, onun meseleleri
bütün teferruatlarıyla ele alan bir kitap değil; kavram, ilke ve prensipler
olarak ele alan bir kitap olduğunu görürüz. Zaten bütün teferruatlarıyla
ele alıyor olsaydı; 1- Ciltlere sığmazdı, 2- Evrensel olamazdı (Resulullah
zamanındaki idari ve siyasi ihtiyaçlar, ekonomik ihtiyaçlar, eğitim sağlık
vs ihtiyaçlar ile günümüzdeki aynı değildir. O günkü model ve kurum-
larla bugünkü ihtiyaçlara cevap verilemez). Halbuki o insanlığın ihtiyaç-
larını kavram, ilke ve prensip düzeyinde cevaplamak suretiyle, bütün
çağların kitabı olmuştur.
Kur’an’a bu gözle baktığımızda karşılaşacağımız bir diğer unsur da; bir
dinin düşünce, değer ve yönlendirmeleriyle tarihin herhangi bir anında,
herhangi bir toplumda uygulanmasının şeriat kavramıyla ifade edildiği-
dir. Daha somut konuşmak gerekirse:
Yeryüzünde adaleti tesis etmek Din’dir; fakat adaleti tesis edecek idari
ve siyasi sistem zamana ve coğrafyaya göre değişebilir ve Şeriat’tır.
Mülkün devlet içinde devlet haline gelmemesi, infak, zekat, sadaka gibi
yollarla paylaşılması, ticarette dürüst olunması Din’dir; fakat mülkü
kontrol edecek, ticarette dürüstlüğü sağlayacak, gelir adaletini temin
edecek sistem, kurum ve uygulamalar değişebilir ve Şeriat’tır.
Sosyal ve siyasi ahlak Din’dir; fakat sosyal ve siyasi kurumlaşmalar
Şeriat’tır. Vs.
Mevdudi ise Din kavramıyla şeriat kavramını iç içe geçirmiştir. Kavra-
mın anlamını alabildiğine genişletmiştir. Bunun sonucunda; Mevdudi’nin
değerlendirmelerini o konu üzerine söylenmiş son söz olarak gören ve
tartışmayan Müslümanlara hareket alanı kalmamıştır. Kavram, “günün
Şeriatı’nı oluşturma” noktasında, elleri kolları bağlayıcı bir rol üstlenir
hale gelmiştir.
Oysa kabahat kavramın kendisinde değil, Müslümanların her konuya
kavramın bu tanımı üzerinden bakmalarındadır. İlgili ilgisiz bütün mese-
leler Tevhid-şirk bağlamında tartışılır olmuştur. Böylece en basit mese-
leler bile konuşulur olmaktan çıkmakta, kamplaşmalara yol açmaktadır.
Peki! “Günün Şeriatı” nasıl oluşturulacaktır? Hayatın farklı alanlarıyla

200 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ilgili sistem ve modeller nasıl geliştirilecektir?
İşte bu noktada da İslam’ın, kendisi haricindeki her şeyi kötü, pis, ca-
hiliye ve şirk olarak görüp alaşağı eden bir din değil; iyi ve güzeli onay-
layıp sürdüren, eksik olanı tamamlayan ve yanlış olanı ortadan kaldıran
bir din olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bu ifadeler onun yeryüzünde
gerçekleştireceği düşünce devrimini hafifletmek amacıyla söylenmiş
sözler değildir. Aksine İslam, devrimini tam da bu şekilde gerçekleştir-
miştir. Hatta onayladıklarının ortadan kaldırdıklarından daha çok olduğu
da bir gerçektir.
Şu halde bugünün şeriatı da aynı yöntemle, yani; her şeyi kötü, pis,
cahiliye, şirk olarak görerek değil; iyi olanı sürdürmek, eksik olanı ta-
mamlamak, yanlış olanı değiştirmek şeklinde gerçekleştirilecektir. Reh-
berimiz yine Kur’an olacak, ama hayatın farklı alanlarında insanlık tara-
fından ortaya konmuş tecrübelere düşman kesilmeden; onları Kur’an’ın
süzgecinden geçirmek suretiyle gerçekleştireceğiz. Bütün “izm”lerin,
geleneklerin zulüm üreten yönlerini atacağız, hakkı onların başına vu-
rup paramparça edeceğiz; ama doğru ve yararlanılabilir yönlerinden de
önyargı göstermeden yararlanacağız.
Kısacası referanduma konu olan anayasa değişikliği, dinin esasları ile
değil, günün şeriatı ile ilgilidir. Bu değişiklikler, dinin adalet, hak, hukuk
ilkelerine olan uygunluğu üzerinden tartışılabilir; Tevhid/şirk noktasın-
dan tartışılamaz/tartışılmamalıdır. Bu maddelerin adalete hizmet edece-
ğini, insanların hak ve hukuklarını korumaya yardımcı olacağını, zulmü
ve baskıyı azaltmaya hizmet edeceğini düşünenler desteklerler. Des-
teğini oya dönüştürüp dönüştürmemek kişinin bakış açısına kalmıştır.
“Hayır! Adalete, hakka, hukuka hizmet etmiyor; zulüm ve baskıyı daha
da artırıyor” diyenler desteklemezler. Karşıtlığını oya dönüştürüp dönüş-
türmemeleri de onların bakış açısına kalmıştır.

Son söz:

Şu an birbiriyle tartışmakta olan camialar ve temsil ettikleri düşünce


çizgisi, diğer İslam ekolleri ve yorumları içerisindeki en dinamik çizgidir.
Bu düşünce çizgisi gerekli performansı gösteremediği zaman toplum-
lar muhafazakarlaşır, kapitalistleşir, küresel politikaların maşası olur.
Gerekli dinamizmi yakaladığı zaman ise toplumların gidişini dengeye
getirir. İçinde yaşadığımız toplum bu düşünce çizgisine, belki de her za-
mankinden daha fazla ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Ama bizler -Din kav-
ramı örneğinde olduğu gibi diğer temel kavramları da- ya çok geniş, ya
da çok dar anladığımız için kendimizi kalıplara hapsediyor, dinamizmden
uzaklaşıyoruz. Güne dönük sözümüz her geçen gün azalıyor. Tevhid
söylemimiz yaşayan hayatın içinden fışkıran bir volkan değil, kimsenin
ilgisini çekmeyen kupkuru bir söylem halini alıyor.
Fakat bununla birlikte kestirip atmayı, “ilkeleri korumak” olarak niteli-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 201


yoruz. Oysa ilkeleri algılayışımızda problemlerimiz bulunmaktadır. Tar-
tışmalıyız, konuşmalıyız, değişik düşünceler gündeme geldiğinde dinle-
meli ve ezberlerimizi yeniden gözden geçirmeye açık olmalıyız. Ancak,
birbirimizin muvahhitliğini sorgulayarak bunu yapma şansımız yok. Bu
şekilde ancak birbirimize zarar veririz.
Önümüzde ezberlerden ve ön yargılardan oluşan zor bir süreç olduğu
kesin. Ancak bu süreci savrulmadan, tazelenerek çıkmayı başarabilir-
sek, Müslümanların toplumlarındaki etkileri bambaşka olacaktır.
Allah yar ve yardımcımız olsun.
Dua ve selamlarla
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

Referandumda
Duygusallık Değil
Sağduyu Galip
Gelmeli
FUAT DEĞER

Öncelikle referandumda oylanacak maddeleri özetlersek:


1. Anayasa Mahkemesi yeniden yapılandırılacak.
2. HSYK yeniden yapılandırılacak.
3. 3-12 Eylül 1980 darbecilerinin yargılanmasını engelleyen geçici
15. Madde kaldırılacak.
4. Herkes kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hak-
kına sahip olacak.
5. Yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuş-

202 REFERANDUM TARTIŞMALARI


turması nedeniyle ve hâkim kararıyla sınırlandırabilecek.
6. Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına
açıkça aykırı olmadıkça ana ve babası ile kişisel ve doğrudan
ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahip olacak. Devlet, her tür-
lü istismara karşı çocukları koruyucu tedbirleri alacak.
7. Memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme yapma
hakkı tanınacak. Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye
olunabilecek. Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grevi ve
lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, iş yavaşlatma, verim
düşürme ve diğer direnişlere ilişkin yasaklar kaldırılacak.
8. Kamu Denetçiliği Kurumu (ombudsmanlık) oluşturulacak. Ku-
rum, TBMM Başkanlığına
bağlı olarak kurulacak ve idarenin işleyişi ile ilgili şikâyetleri
inceleyecek.
9. Yüksek Askeri Şuranın (YAŞ) terfi işlemleri ile kadrosuzluk ne-
deniyle emekliye ayırma hariç, her türlü ilişik kesme kararlarına
karşı yargı yolu açılacak.
10. Memurlara verilen uyarma ve kınama cezaları yargı denetimine
açılacak.
11. Askerî yargının görev alanı yeniden belirlenecek. Askerî yargı,
askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürü-
tülecek. Askerî mahkemeler, asker kişiler tarafından işlenen
askerî suçlar ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerlik
hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara
bakmakla görevli olacak. Devletin güvenliğine, anayasal düze-
ne ve düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar, her durumda
adliye mahkemelerinde görülecek. Siviller, savaş hali dışında
askeri mahkemelerde yargılanamayacak.
12. Kadın-erkek eşitliği konusunda alınacak tedbirler, Anayasanın
eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacak. Çocuklar, yaş-
lılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri
ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı
sayılmayacak.
13. Anayasa Mahkemesine kişisel başvuru yapılabilecek. Meclis
Başkanı, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ile Jandar-
ma Genel Komutanı da görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce
Divan’da yargılanacak. Yüce Divan kararlarına karşı yeniden
inceleme başvurusu yapılabilecek. Genel Kurulun yeniden ince-
leme sonucu verdiği kararlar kesin olacak.
Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi üyeleri için “hâkimlik
teminatı” geçerli olacak.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 203


1921 Anayasası hariç sonradan yapılan 61 ve 82 anayasaları Türkiye’de
vesayetçi sistemi güçlendiren, yürütme ve yasama erkleri dâhil tüm
erkleri özellikle askerin vesayetine sokan anayasa değişiklikleridir. Bu
vesayetçi sistemin değiştirilmesi açısından ilk defa 12 Eylül 2010 tari-
hinde yapılacak anayasa referandumu bir ayrıcalık ifade ediyor.
Bu vesayetçi sistemin göbeğinde yer alan ve bizden alman vergilerle
konuşlandırılan ordu belki de kabul edilecek bu anayasa değişikliğinden
sonra ilk defa sivillerin kontrolüne girecek. Böylelikle ordu her istedi-
ğinde darbe planlan yapamayacak. Ülkedeki bütün sorunları “güvenlik
esaslı” düşünme ve bu yönde politika belirleme anlayışından vazgeçip
kendi asli işine dönecek.
Vesayetçi sistemin ikinci organı olan yargı ise Anayasa Mahkemesi ve
HSYK’da yapılacak değişikliklerle üzerine vazife olmayan işleri yapmak-
tan vazgeçecek. Böylelikle ülke adına çok önem arz eden Ergenekon’un
yargılanmasına engel teşkil eden yargının bu bloğunda gedik açılmış
olacak.
12 Eylül 1980 darbesini yapanlara yargı yolunun açılması belki daha
sonra yapılan darbe teşebbüslerinin yargılanması yolunu açması açısın-
dan önem arz etmektedir.
Diğer oylanacak olan maddeler de önemli olmakla beraber üzerinde
durulması gerekenler şüphesiz bunlardır.
AK Parti için yapılan tüm eleştirilere rağmen, önceki yıllarda hepimizin
canlı şahidi olduğu insan hakları ihlalleri ve işkencenin varlığının ken-
di iktidarlarında asgariye indirilmesi hatta işkencenin resmi boyutta
sona erdirilmesi onlara karşı adil olmamıza yetecek bir çabadır. Kaldı ki
Başbakan’ın tüm hak taleplerini-Kürt, Alevi, Ermeni, Roman açılımları,
başörtü sorunu vs.- karşılamada bürokrasiyi engel görmesi, Mecliste
yapılan her değişikliğin Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi sonucu
elinin kolunun bağlı olması mazereti kabul edilmeyecek bir mazeret
olmasa gerek. Belki de “yetmez ama evet” demekle AK Partiyi ve özel-
likle Başbakan’ı, bu mazereti ortadan kaldırmakla sorumluluk altına
sokacak ve ona bir fırsat daha vermiş olacağız. Şimdilik bundan başka
da alternatifimiz ve lüksümüz olduğu kanaatinde değilim. Geçmişlerine
bakacak olursak MHP ve CHP alternatifi ise en korkuncu olanı.
‘Hayır’cıların tek sorunlarının AK Partiyi iktidardan düşürmeye endeks-
lendiği gün gibi ortadayken onların safına düşmenin hiç de akıllıca ol-
mayacağı düşüncesindeyim. Kaldı ki ‘hayırcı cephenin en ateşli tarafı
olan CHPnin HSYK’yı kurtarma peşinde olduğu bilinmektedir. Çünkü
HSYK, CHP’nin arka bahçesi ve atanmışlar eliyle iktidarı üzerinden de-
vam ettirdiği son kalesidir. MHP ise “son kutsal devletlerinin” ellerinden
gideceği korkusuyla onu korumanın oluşturduğu refleks ve histeriyle
hareket etmekte ve devlet yapısındaki en ufak değişiklikleri bile sindi-
rememektedir. Bu nedenle ‘hayır’cıları hiç kaale bile almamak lazım.

204 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Çünkü bunlar vesayetçi sistemden nemalanan ve güçlerinin tümünü
asker ve sivil vesayetçi bürokrasiden alan aynı zamanda tüm varlıklarını
yine bu güçlere borçlu olan kesimlerdir. Boykotçuları ise anlamakta zor-
lanıyorum. Amaç AK Parti iktidarını sindirememek ise boykotçuların AK
Parti’ye karşı vesayetçi anlayışın seçilmişler üzerindeki tavırlarının aynı-
sını yinelemesi kendi varlık felsefelerine aykırılık arz etmektedir. Özgür-
lüklerin yolunu bir nebze de olsa açacak olan ve devlet tahakkümünün
minimize edildiği yeni bir anayasanın yapılmasını çabuklaştıracak böyle
bir referandumu boykot etmenin Kürtlere ne kazandırdığını merek et-
miyor değilim. Görünen o ki Kürtlerin örgütlü gücü, ya tarihî bir hata
içerisinde ya da karanlık ilişkilerin oluşturduğu kurtlar vadisinde Lozan’ı
tekerrür etmektedir. Lozan’da Kürtlerin bu acılan yaşamasının sürecini
başlatan kişinin yine bir Kürt olan İsmet İnönü olduğu unutulmamalıdır.
Sonuç olarak; Türkiye’nin ekonomiden eğitime, etnisiteden din konu-
suna kadar neredeyse tüm sorunlarının başat sebebi olan bu vesayetçi
yapıyı kısmen de olsa değiştirecek anayasa değişikliğinde “yetmez ama
evet” demenin sağduyunun duygusallığımıza galip gelmesi demek ola-
cağına inanıyorum.
KAYNAK: HAKSÖZ DERGİSİ Eylül 2010 Sayısı

“İdeolojik Savaş”ı
Iskalamanın Vahim
Sonuçları
İKTİBAS EDİTÖR

Türkiye sandığa gidiyor. Daha doğru bir ifadeyle referandum/halk oy-


laması için sandık gündeme geliyor. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ana-
yasasındaki bazı kritik maddelerin değişikliği sürecinin tamamlanması
amacıyla toplumun tercihi soruluyor...
Tercih edilen şey nedir? Sistemin temel tercihlerinde, felsefesinde, ilke

REFERANDUM TARTIŞMALARI 205


ve amaçlarında herhangi bir esasi sorunları olmayan sistem-içi tarafla-
rın, cansiperane bir şekilde kendi pozisyonlarını koruma, güçlendirme,
çıkarlarını azamileştirme çalışmalarına, aynı zamanda Cumhuriyetin be-
kası ve geleceği için tavır almalarına şahit olmaktayız. Bu durum anla-
şılabilir bir şey... Ama bizlerin anlayamadığı, “Müslümanca düşünmek,”
inanmak ve yaşamak durumunda olan, gayri İslamî sistemlerde sistem-
dışı, tevhidi duruşlarını her halükarda korumaları gerektiğini düşündük-
lerimizin ne yapmaya çalıştıklarıdır. Kimileri sistemle özdeşleşmekten
hiçbir sıkıntı duymamaktalar... Kimileri sistemin militarist yapısından
demokratik yapıya doğru evrilmesini o kadar önemsiyorlar ki ölüleri bile
kaldırıp “evet” oyu kullandırmayı dahi hayal edebiliyorlar... “İkbal bek-
lentileriyle ideolojik/dini kaygılarını telif eden” kimileri de kavramsal bir
titizliği göz ardı ederek zulmü geriletmek adına (hangi zulmü?), hareket
alanını genişletmek adına, maslahat gerekçesiyle ilkeli hareket etmenin
an-lamsızlığından dem vurabiliyorlar...
Her neyse, zayıf, inancının temel esaslarını, sabitelerini, metodolojisini
netleştirememiş ve/veya reel şartların aldatıcı cazibesiyle inandıkla-
rı konusunda, en azından yöntem hususunda kafa karışıldığı yaşayan
insanımızın yaşadığı fırtınalardan birini daha yaşıyoruz. Rahmetli Er-
cümend Özkan’ın deyimiyle “Beklenen Fırtına”lardan birine daha şahit
olmaktayız...
Geçmiş birikimlerine rağmen, “Anayasa Tüm Resmi Dayatmalardan
Arındırılsın” içe rikli “Ortak Çağrı” yapanların içine düştükleri çelişkile-
re şahit olmaktayız... Söz konusu bildiride kendilerini İslamî kuruluş-
lar olarak deklare edenlerin bırakın kavramsal kaygılar taşımalarını,
zulmün sadece bir versiyonunu hedef alıp diğerini/diğerlerini ıskala-
dıklarını üzülerek okuyoruz. Tabii ki sistem-içi mücadelede “Militarist
Cumhuriyet’ten Demokratik Cumhuriyet’e evrilme süreci” önemlidir.
Ama buradaki sorun, değişen dünya ve bölge dengelerinin zorladığı bu
değişim ve dönüşüm sürecinde bizim insanımızın nasıl bir duruş sergile-
diğidir. Bazılarının yaptığı gibi çeşitli gerekçelerin arkasına sığınarak bu
süreçte taraf mı olunacaktır? Sistem içi mücadelenin ne demek olduğu-
nun bilinciyle mi hareket edilecektir?
Referandum, halk oylaması, çağımızda halkın yönetime katılımı yolla-
rından biri olarak görülmektedir. Referandumun hangi konulara ilişkin
olarak ve hangi durumlarda söz konusu olacağı çoğu kez anayasalarda
yer alan düzenlemelerle belirlenmektedir. Genellikle meclisin çıkardığı
yasa veya aldığı bir kararın uygulanmasından önce konunun ilkin halkın
görüşüne sunulması anlamına gelir referandum. Anayasalarda halk oy-
lamasına gerek olan konuların sıralanabileceği gibi bazen de hangi ko-
nuların hangi kişi veya kurumların kararlarıyla bu yola başvurabileceği
belirlenir...
Bahse konu 12 Eylül 2010’da yapılacak halk oylaması da T.C.
Anayasası’nda bulunan düzenlemeler gereği yapılmaktadır. Sistemin

206 REFERANDUM TARTIŞMALARI


temel felsefesi, ilkeleri, sabiteleri ve değerleri konusundaki temel ter-
cihleri/seçimleri kurucu iktidar yapmış bulunmaktadır. Kuruluşundan
bu yana laik Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sistem-içi tartışmalara konu
olan temel seçimler, tercihler değildir. Batılı değerler ve çağdaş me-
deniyet seviyesine ulaşma hedefinde de taraflar arasında bir ihtilaf
yaşanmamıştır. Sistem-içi mücadelenin, zaman zaman savaşın asıl
konusu, “Türkiye’nin özel şartları” gerekçesiyle oluşturulan “Militarist
Cumhuriyet”ten demokratik cumhuriyete geçilip geçilmemesi ya da bu
sürecin nasıl gerçekleşeceğidir. Dünya şartlarındaki değişim, konjonktü-
rel gelişmeler bu mücadelenin seyrini ve niteliğini etkilemiştir. Ta ki iki
kutuplu siyasal sistem yıkılıp dünyadaki dengelerin yeniden kurulması
dönemine kadar bu süreç sistem-içi güç dengelerini zorlamadan devam
etmiştir. İşte bu aşamadan sonra Türkiye’nin konumu ve misyonu ra-
dikal olarak değişmiş, bir merkez ülke, hatta “ideolojik” olarak “model
ülke” olmasıyla sistem-içi güç dengeleri de alt üst olmuştur.
Özal ile başlayan ekonomi ve siyasetteki liberalleşmenin açtığı kulvarda
Türkiye’nin değişim ve dönüşüm süreci iyice belirginleşmeye başlamış-
tır. Zaman zaman fetret dönemleri yaşansa da, bu süreç, statükonun ve
statükodan beslenen güç odaklarının giderek zayıflaması, buna karşın
değişimci güçlerin hızla güçlenmesi şeklinde ilerlemiştir. Dış şartların
zorlamasıyla da “derin” odaklar ikiye bölünmüş ve sistemin merkezinde
yer alan başta TSK olmak üzere bütün kurumlarda bu bölünme ve iç
mücadele giderek şiddetlenmiştir. Bu durum, yönünü Batı’ya çevirmiş
olan Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik sınırlarını belirlerken kar-
şılaştığı temel sorunlardan biri, birincisi olan İslam’a balasını ve batılı
değerlerle ilişkisini bir kez daha yeniden tanımlama zorunluluğunu ol-
dukça ivedi hale getirmiştir. Bu bağlamda sistem-içi tarafların pozisyon-
ları, İslam’a yaklaşımları yeniden gündeme gelmiş ama bu kez küresel
güçlerin desteği farklı tarafa Kur’an merkezli din algılarının güçlenmesi,
arı-duru bir İslam anlayışının yaygınlaşmasıyla seküler sistem bir bütün
olarak ve Müslümanlara yönelik politikaların arka planı görülmüş, “İde-
olojik Savaş” fark edilebilmiştir. Ne var ki rüzgârın tekrar ters yönde
esmesiyle birlikte yeniden sistem-içi mücadeleyi meşrulaştırıcı söylem-
ler gündeme taşınmıştır. Üstelik bu kez söylemler sadece siyasi düzlem
ile sınırlı kalmamış, tarihselci-modernist okumalarla Müslümanların din
algısına yönelik projeler daha yoğun bir şekilde yürütülmeye özen gös-
terilmiştir. Küresel boyutlu projelerin, bölgesel politikaların yedeğinde
bu entelektüel çabalar Müslümanların zaaflarıyla da birleşince bugünkü
şartlara sürüklenilmiştir. Ve bu çizgi o kadar sapkın bir aşamaya taşın-
mıştır ki sözde evrensel değerlerle Müslümanların değerlerinin telif edil-
mesi/uyumlulaştırılması cüreti bile gösterilmiştir. En vahimi de geçmişe
oranla daha kolay ve daha yoğun bir şekilde devşirilmiş entelektüeller,
siyasi aktörler, kanaat önderleri ve cemaat liderlerinin bu projeye dahil
olmalarıdır.
Vesayetçi, cuntacı, jakoben, oligarşik güçlere karşı kilitlenerek “ideolo-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 207


jik savaş” boyutunu ön plana çıkaran, İslam ve Müslümanlarla müca-
delede daha sofistike araçlar kullanan ılımlı laikleri ıskalamalarının so-
nuçları çok açıktır. Doğru bir süreç analizi yapıldığında görülebilecektir
ki değişen dünya ve bölge şartlarının yeni bir konuma taşıdığı, yeni bir
misyon yüklediği Türkiye Cumhuriyeti’nde değişim ve dönüşüm çaba-
ları, sistemin yeni şartlara uyum sağlama, güçlenme ve kendini yeni-
den üretme çabalarıdır. Bu gelişmelerde Müslümanların taraf olmaları
anlaşılabilir bir durum değildir. Zira bu değişim ve dönüşüm sürecinin
düşünsel/ideolojik boyutunda sözde evrensel değerlerle Müslümanla-
rın değerlerinin uyumlulaştırılması ve seküler eksende yeni bir inşası
yoluyla “Müslümanları” etkisiz kılma, kontrol altında tutma niyeti çok
açıktır...
Süreç bu kadar net olmasına, en azından belirli çevrelerin bu gelişme-
leri tüm boyutlarıyla kavrayabilecek birikime ve bilince sahip olmalarına
rağmen bu çerçeve içinde değerlendirilebilecek seçimlere, referan-
dumlara ısrarla taraf olmalarını, bunları adeta bir “kurtuluş” olarak
sunmalarını anlamak kolay değildir. Açık sözlü ve samimi olalım. “Bizim
mahallenin çocukları”nın, başka mahalledekilerle ideolojik ve pragma-
tik flört içinde olmalarıyla da Allah’ın dinini, sözde evrensel çerçevede
yeniden yorumlamakta hiçbir beis görmeyenler, bu bağlamda küresel
güçlerle ortak projeler yürütenler hususunda samimi olalım. Bu olguyu
açık, net ve olduğu gibi ortaya koyalım. Nüanslara dikkat etmekle bir-
likte açık cürümlere tavırsız kalmanın anlamını bilerek hareket edelim.
Gelin bu konudaki itirazlarımızı Batılı kavramlar ve değerler üzerinden
değil, vahyin ortaya koyduğu gerçeklerden hareketle yapalım. Kur’an
algısı, peygamber telakkisi ve yöntem konusundaki anlayışlarımızı bu-
lanıklaştırmaya yönelik ideolojik, siyasi ve entelektüel çabaların gerçek
amaçlarını ıskalamayalım. Bütün dinlere, ideolojilere eşit uzaklıkta dur-
mak iddiasıyla ortaya konulan saçmalıklara ortak olmayalım. Hak-batıl
uzlaşmasına dayanan ve ne idüğü belirsiz “ortak iyi”yi küresel değerler
çerçevesinde tanımlayan seküler, bireyci, “aşkın gücün” yeryüzü haki-
miyetini reddeden yaklaşımlardan uzak duralım...
Bu değişim ve dönüşüm sürecini “kurtuluş” olarak değerlendirenlere,
referandumun insan fıtratının korunması(?!), zulüm ve adalet perspek-
tifinden bakarak ele aldıklarını iddia edenlere, hatalı okumalar yapanla-
ra soralım... Neden sistem-içi taraflardan birine yakın durmaktası-
nız? Yoksa sistem-içi tarafların felsefelerinin, değerlerinin temelde farklı
olduğunu mu düşünüyorsunuz? Laik Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sistem-
içi tarafların İslam’a ve Müslümanlara yaklaşımlarında farklı yöntemle-
rin ve buna paralel farklı söylemlerin kullanılması sizce özde bir farklılı-
ğa mı işaret etmektedir? Tarihsel, modernist okumalarla Allah’ın dinini,
seküler temelde inşa edilen Batı medeniyetinin başat kavramlarıyla
(sözde evrensel) uyumlulaştırma çabalarının Müslümanlarla mücadele-
de en etkili yol olduğu tezine katılıyor musunuz?..
Sistem-içi mücadelede taraf olmak, Müslümanlara ve İslam’a yönelik
208 REFERANDUM TARTIŞMALARI
“ideolojik savaşı” ıskalamak demektir. Taraf olmayalım, üzerimize oyna-
nan oyunların farkında olarak gelişmeleri takip edelim, bu fasit döngü-
den hızla uzaklaşarak kendi sorunlarımıza odaklanalım. Ne dersiniz?
YAŞ (YÜKSEK ASKERİ ŞURA)
İsminden istişari bir yapı gibi görünse de aslında YAŞ, Türkiye’deki si-
yasal sistemin niteliğiyle bağlantılı bir işleve sahiptir.
Militarist eksende kurulan Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme/
batılılaşma sürecinde öne çıkan hep ordu olmuştur. Bunda Osmanlı’dan
bu yana askeri bürokrasinin yüzünün daha çok batıya dönük olmasının
yanı sıra “Türkiye’nin özel şartları” da rol oynamıştır. Aynı zamanda
uzun bir süre Türkiye’de askerin belirleyici bir konumda olması da müt-
tefiklerini rahatsız etmemiş, hatta yaşanan kriz dönemlerinde bu du-
rum pratik sonuçlar elde etmelerini kolaylaştırmıştır. 1960 ile başlayan
darbelerde askerlerin arkasında her zaman Türkiye’nin dostları(!?) yer
almıştır. 1961 Anayasa’sı ile başlayan askerin vesayetinde bir “anayasal
düzen”, değişik zamanlardaki darbelerle ve müdahalelerle yenilenmiştir.
1990’lı yıllarda belirginleşen dünyadaki değişimlerin Türkiye’yi etkile-
mesiyle, “vesayetçi” yapı sarsılma sürecine girmiştir. Militarist Cumhu-
riyetten Demokratik Cumhuriyete doğru evrilmeye başlayan Türkiye’de
doğal olarak askerlerin konumu, vesayetçi düzen, askeri okullardaki
antidemokratik eğitim felsefesi tartışılmaya başlanmıştır. Bunların yanı
sıra, zaman zaman farklı gerekçelerle ortaya çıkan askeri bürokrasinin
tayin ve terfilerine müdahale örneklerine karşın tartışılmaz, yargı dene-
timine tabi olmayan YAŞ kararları tartışılmaya başlanmıştır.
TSK’nın sistem içindeki gücünü, yüksek kurumsal özerkliğini anla-
yabilmek için değişik göstergeler, simgeler ve yapısal düzenlemeler-
den bahsedilebilir. Ama bunu anlayabilmek için uzun söze gerek yok.
Başbakan’a bağlı mı, başbakan’a karşı sorumlu mu tartışması yapılan
/ net olmayan ve dokunulmaz konumuyla Genelkurmay Başkanı’nın
YAŞ toplantılarında oturduğu yere bakmak yeterlidir. Her ne kadar YAŞ
toplantılarına Başbakan başkanlık etse de genelkurmay başkanının di-
ğer üyelerden farklı olarak başbakanın yanında, adeta “eş başkan” gibi
oturduğu görülecektir. Bu en azından siyasi otorite ile “eşitlik” iddiası
taşıyan sembolik bir durumdur.
1972 yılında oluşturulmuş olan YAŞ bir süre önceki yapısıyla MGK (Milli
Güvenlik Kurulu) ile birlikte iktidar ortağı, zaman zaman gerçek iktidar
görüntüsü vermiştir. Değişen dünya dengeleri ve bunun Türkiye’ye yan-
sımalarıyla bu durum hızla tartışılmaya açılmış, hatta de-
ğişmeye başlamıştır. Türkiye’deki tabular artık gündem haline gelebil-
mekte, güç dengelerindeki değişmelere paralel olarak bir bir yıkılmak-
tadır. Son YAŞ toplantısında kuvvet komutanları ve genelkurmay başka-
nının atanması sürecinde teamüller yerine sivil otoritenin tasarruflarının
etkili olmasının da her şeye rağmen bu çerçevede değerlendirilmesi
gerekir. Bu YAŞ’ta görülen ilk örnekolmasa da sistem içi güç ve çıkar

REFERANDUM TARTIŞMALARI 209


mücadelesinin en kritik aşamasında gerçekleşmesi, bunun referandum
öncesinde meydana gelmesi önemini arttırmaktadır. Değişim ve dönü-
şüm sürecinde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (Kırmızı Kitap) artık si-
vil otoritenin kontrolünde hazırlanacak olmasının yanında darbe teşeb-
büsü ve/veya kanun dışı organizasyonların içinde yer almakla suçlanan
bazı üst düzey subayların terfi edememeleri, bazılarının ise karşılaşılan
direnç nedeniyle farklı yorumlar gerekçe gösterilerek yollarına şimdilik
devam etmelerine göz yumulması, YAŞ toplantısı açısından kritik ge-
lişmeler olduğunu belirtmemiz gerekir. Bilindiği gibi görevleri arasında
TSK’nın askeri stratejisinin temel kavramını tespit etmek, program ve
hedefleri konusunda görüş bildirmek de olmasına rağmen YAŞ’ın asıl
öne çıkan boyutu TSK’nın terfi, tayin ve disiplin tedbirlerini karara bağ-
lamaktır. Kararlarına karşı itiraz edilemeyen, başbakan ve bakanın itiraz
şerhi koymak dışında azınlıkta kaldığı için belirleyici olamadığı, yargıya
başvurulamayan YAŞ, ordunun görüş, anlayış ve ideolojisi bakımından
“yeknesak”, tutarlılığı yüksek bir kurum olarak varlığını sürdürmesini
sağlayan ve dolayısı ile kurumsal ve siyasi özelliğini yansıtan kritik bir
yapıdır.
Türkiye’nin kurulduğu günden bu yana örnek aldığı, yönünü çevirdiği
Batı ülkelerinde yüksek nitelikli subayların, generallerin durumlarında
anayasal olarak, seçilmiş organlar rol oynarken Türkiye’deki siyasal
sistemin ortaya çıkardığı adeta dokunulmaz bir özelliğe sahip bir ya-
pının tartışmasız bir otorite kullanması manidardır. Dahası yetkileri ve
sorumlulukları tartışılan bakanın durumu bir tarafa, kanunlarla verilen
yetkilerini kullanan başbakan ve cumhurbaşkanı, kuvvet komutanı ve
genelkurmay başkanı atamalarında “teamül”e ayları davrandıkları ge-
rekçesiyle eleştirilebilmektedir. Teamülün güya TSK’nın birlik ve bütün-
lüğü için önemli olduğunu öne sürenler gerek mali gerekse de idari ola-
rak denetlenmemesini hangi gerekçeyle izah edebildikleri merak konu-
sudur. Olsa olsa, Türkiye’ye has bu durum da Türkiye’nin “özel şartları”
ile izah edilmeye çalışılarak gerçeklerle yüzleşmekten imtina edecekler,
belirli güçlerin arkasına sığınacaklardır.
TSK, Kemalist İlkelerin belirli bir yorumunu tartışmasız kabul eden ve
ilkelerden hareketle Cumhuriyet’in bekçiliğine soyunan anlayışla, deği-
şen şartlara uyumun kaçınılmaz olduğunu savunan yaklaşımının kurum
içi mücadelesiyle karşı karşıyadır. Ama statükoyu korumak eskisi kadar
kolay olmayacaktır. 1961 anayasası ile oluşturulan ve sonraki müdaha-
lelerle ve darbelerle devam ettirilen “Cumhuriyeti koruma ve kollama”
görevlerinin hala devam ettiğine inanan komutanları terfi ettirerek sis-
tem içi güçlerini ve pozisyonlarını devam ettirebileceklerini düşünenler
ciddi olarak analiz hatası yapmaktadırlar. Zira dünya değişmekte, Tür-
kiye değişmekte, güçler dengesi yeniden oluşmaktadır. Birileri farkına
varmasa da...
İktibas - Eylül 2010, Sayı 381

210 REFERANDUM TARTIŞMALARI


“Sistem-İçi” /
“Sistem-Dışı” Mücadele
İKTİBAS

Bu kavramı bütün boyutlarıyla anlatabilmek, insanımızın zihnindeki


şüpheleri giderebilmek için öncelikle “sistem nedir.” sorusuna cevap
bulmamız gerekir. Sistem tanımından hareketle asıl kavramı, çoğu za-
man stratejik önemi yeterince kavranamayan ya da içinde bulunulan
pozisyonları meşru göstermek adına birtakım karışıklıklara maruz bıra-
kılarak kamuoyuna sunmakta yarar umulan ‘sistem-içi’ kavramını anla-
maya çalışacağız. Yanı sıra, ‘sistem-içi’ mücadelenin stratejik önemini,
değişen dünya şartlarına paralel olarak yeniden yapılanma sürecine
giren Türkiye’deki gelişmelerle bağlantılarını, Müslümanların siyasi ve
itikadi duruşlarıyla ilintisini analiz etmeye gayret edeceğiz.
Sistem terimi, Büyük Larousse’ta şöyle tanımlanmaktadır: (Fr. syste-
ma, lat. Systemayun. systema) 1. Bilimsel bir bütün ya da başlı başına
bir öğreti oluşturacak biçimde birbirine bağlı olarak örgütlenmiş ‘ilkeler
bütünü’, dizge, manzume: Astronomik sistem, Felsefi sistem, Toplumsal
sistem, Siyasi sistem. 2. Birimlere dayalı bir işleyişi olan bir bütünün
içinde birbirleriyle olan ilişkileri açısından ele alınan öğeler bütünü:
Güneş sistemi. 3. Belirli bir işlevi yerine getirmeyi amaçlayan işlemler,
örgütlenmiş ya da kurumsallaşmış uygulamalar bütünü: Eğitim siste-
mi, savunma sistemi. 4. Bir sonuca varmak için uygulanan yöntem;
yol: Sanığın kendini savunma sistemi. 5. Değişik öğelerden oluşan ve
belirli bir işlevi yerine getiren düzenek, düzen: Aydınlatma sistemi. 6.
Toplumsal düzen. 7. İktisadi Sistem: Bir bütün oluşturan iktisadi öğreti
(liberal sistem, sosyalist sistem v.b.): bir ekonomiyi tümüyle belirleyen
az ya da çok geniş kapsamlı iktisadi bütün ( Sovyet sistemi, Amerikan
sistemi); ya da ekonominin az ya da çok tutarlı bir bölümü. (Tarım des-
tekleme fiyatları sistemi vb). Siyasî sistem: Bir devletin siyasal hayatını
belirleyen kurumların, güçlerin ve değerlerin tümü.
Bu vesileyle sistem ile yakın anlam ilişkisi olan ve çoğu zaman birbirine
karıştırılan rejim kavramını da dikkatlere sunmakta yarar umuyoruz.
Rejim (Fr. Regime): 1. Örgütlenme tarzını, iktidarın kullanım biçimini
belirleyen uygulamalar, yöntemler ve kurumlar bütünü: Askerî rejim,

REFERANDUM TARTIŞMALARI 211


Başbakanlık rejimi, Parlamenter rejim v.b. 2. Bir şeyin ya da bir kişinin
bir kuruma bağlanma biçimini belirleyen yasal düzenlemeler bütünü:
infaz rejimi, gümrük rejimi. 3. Sağlığı korumaya ya da yeniden kazan-
maya yönelik besinlerle ilgili tıbbi önlemlerin tümü: süt rejimi, tuzsuz
rejimde olmak gibi. 4. Besin alımında kısıtlamalara uymak: rejime gir-
mek. 5. Bir olayın oluşma biçimi: yağış rejimi. (Büyük Larousse).
Kısaca sistem, belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere örgütlenmiş “ilke-
ler bütünü”, manzume; siyasal sistem ise, bir devletin siyasal hayatını
belirleyen kurumların, güçlerin ve değerlerin uyumlu bir örgütlenmesi-
dir. Bu bağlamda Türkiye’deki sistemin ne olup olmadığı çok önemlidir.
Bir kere Türkiye’de anayasa dâhil tüm hukuki metinlerde çok net ifa-
delerin, kıstasların, düzenlemelerin bulunmadığını, özellikle Türkiye’nin
özel şartları bağlamında ele alman konularda tam bir keyfiliğin söz
konusu olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Sisteme hâkim olan ve
toplumla, toplumun değerleriyle bağlantısı sınırlı olan seçkinci, toplu-
ma tepeden bakan kurucu kadroların büyük bir kesimi, “Türkiye’nin
özel şartları” gerekçesiyle “laiklik” tanımı başta olmak üzere “irtica”,
“milletin hâkimiyeti”, “milliyetçilik”, “Atatürk ilke ve inkılâpları” gibi kav-
ramları özellikle sübjektif ve keyfi bir şekilde tanımlamışlar, bu durumu
sorgulayan sistem-içi güçlere dahi şüpheyle bakmışlardır. Böylelikle
başlangıçtaki otoriter ve totaliter yapı, değişen şartlara paralel olarak
zamanla yumuşama durumunda kalsa da söz konusu muğlâk tanım-
lanmış kavramlar üzerinden daima “iç düşman” üretilebilmiş, böylece
oligarşik yapının devamı sağlanabilmiştir. Yani oligarşik yapının amaç
ve çıkarlarına uygun siyasi, ideolojik ve “hukuki”(.!) bir dil her zaman
oluşturulabilmiştir. Silahlı gücü ve dış odakları da arkasına alan bu ke-
simler, kendi çıkarlarına ayları gördükleri düşünceleri, programları ve
önerileri “anti-laik”, “mürteci”, “vatan haini”, “kökü dışarıda unsurlar”,
“Cumhuriyetin temel esaslarını yıkmaya çalışanlar” olarak nitelemişler
ve mahkûm etmeyi başarmışlardır. Bu çerçevede, kendi içlerinden çıkan
ve değişen dünya koşullarına paralel olarak sistemde değişiklikler yap-
mak isteyenleri bile benzer argümanlarla mahkum etmişler, hatta siyasi
cinayetler işlemekten çekinmemişlerdir. Ne zaman ki iki kutuplu dünya
siyasal sistemi yıkılıp yeni bir dünya dengesine doğru yol alınmaya baş-
landı ve Türkiye’nin küresel sistem içindeki konum ve misyonunda ra-
dikal değişimler meydana geldi, o zaman işler değişmiştir. Bahse konu
oligarşik yapı önce dış desteğini kaybetmiş, sonra da dış ve iç dinamik-
lerin zorladığı sistem-içi iktidar ve rant mücadelesinde giderek güç kay-
betmeye başlamıştır.
Cumhuriyet kadrolarını iki temel siyasi çizgi olarak değerlendirmek
mümkündür.
Ama unutmamalıyız ki bu iki siyasi çizginin Cumhuriyet’in temel felse-
fesi, hedefleri ve ilkeleri konusunda herhangi bir ihtilafları söz konusu
değildir. Batılılaşmak, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak konusunda

212 REFERANDUM TARTIŞMALARI


birbirleriyle yarışları ve sistem içi güç ve çıkar mücadeleleri hep devam
etmektedir. Bunlardan birincisi jakoben, tepeden inmeci, yukarıdan
aşağıya bir modernleşmeyle amaca ulaşacağına inanırken, ikincisi, ev-
rilmeci, ılımlı, halkı sürece dahil etmenin ve halkın değerleriyle müm-
kün olduğunca çatışmamanın gereğine inanan bir yaklaşımı temsil et-
mektedir. Cumhuriyet’in kuruluş döneminin dış şartları birinci anlayışa
sahip kadroların hâkim olmaları sonucunu doğurmuşsa da, bu iki siyasi
çizgi arasındaki sistem-içi mücadele devam etmiştir. Cumhuriyet Halk
Fırkası/Partisi-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve bunların çizgisinde
siyaset yapan partilerin mücadeleleri, bugün de bu temel siyasi çizgileri
temsil eden partiler, kuruluşlar statükocular -değişimciler- olarak müca-
delelerini devam ettirmektedirler.
Bu tespiti yaptıktan sonra, sistem-içi mücadelede asıl belirleyici husus
olarak karşımıza çıkan söz konusu siyasi anlayışların İslam’a yaklaşım-
ları ve bununla bağlantılı laiklik anlayışlarının ortaya konulması gerekir.
Bilindiği üzere kadim Yunan, eski Roma ve Hıristiyanlık senteziyle orta-
ya çıkan ve seküler bir temelde yükselen Batı medeniyetinin İslam ile
tarihi problemi bulunmaktadır. Yaşadığı aydınlanma süreci sonunda ba-
şat bir güç haline gelen Batı, kendi varlığını, Müslümanların yaşadıkları
coğrafyadaki hakimiyetini sürdürebilmek için İslam ile hesaplaşmanın
bir zorunluluk olduğunun farkındadır. Bunun için, ya İslam’ı yok etmek
ya da korunmuş yegâne ilahi kaynağa sahip olan Müslümanları ana
kaynaktan uzaklaştırarak, Batılı değerlerle uyumlu bir din algısını inşa
ederek onları kontrol etmek durumundadır. Kendilerini İslam ile tavsif
eden geniş bir kitlenin şaşkınlığı ve ne yapacağını bilmezliğinden de
yararlanarak buna cüret etmektedirler.
Batı ve batıcıların hayati öneme sahip bu stratejilerinin görülmesi ve
bunun arka plandaki batının genlerine işlemiş, felsefelerine nüfuz et-
miş olan farklı bir tecrübenin sonucu ortaya çıkan “din” algısını göz
ardı etmememiz gerekmektedir. Öyle ki bu gerçekliği dikkate almadan
batıyı, batılı değerleri esas alan sistemleri anlamaya çalışmak, onlarla
ilgili çıkarımlarda bulunmak yanlış olacaktır. Zira bugün başat konumda
bulunan güçler bilmektedirler ki başta hukuk ve toplum alanları olmak
üzere ontolojik, epistemolojik, vd. hayata dair alanlarda insanlığa teklifi
olan yegâne din (ideolojik beklentilere de cevap veren) İslam’dır. Bu
nedenle İslam, dün olduğu gibi bugün de egemen güçler için potansi-
yel bir tehlike, alternatif bir medeniyettir. Bu bağlamda Müslümanların
yaşadıkları coğrafyadaki Batılılaşma projelerinin kendine özgü şartları
vardır. Bu projelerin “ideolojik savaş” boyutu hep ön planda olmuştur.
Dolayısıyla egemen güçler buralardaki ideolojik mücadelelere kayıtsız
kalmazlar. Aynı zamanda sistem-içi güç ve çıkar mücadelesinin seyrini
de gelecekleri ve güvenlikleri açısından önemserler; stratejik boyutta
müdahale ederler. Bu durum, Türkiye’deki sistem-içi mücadelenin ta
başından bu yana net bir şekilde görülebilir. Zaten stratejik önemi do-
layısıyla Türkiye dünyadaki değişimlere ve dış etkilere çok daha duyar-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 213


lıdır.
Doğal olarak Türkiye’deki siyasal sistemin ideolojik sınırlarım belirleme
çabamızda karşımıza üç önemli başlığın çıktığını görebiliriz. Bunlar, ve-
rili sistemin tehdit değerlendirmesindeki sıralamaya göre İslam, Sosya-
lizm ve Milliyetçilik (daha doğrusu Türk Milliyetçiliğinin bilinçli ve/veya
bilinçsiz olarak tetikleyip derinleştirdiği Kürt Milliyetçiliği). Dünya görü-
şü itibarıyla Batının düşünsel temellerine yabancı olmayan, reaksiyoner
bir çıkışı yansıtan sosyalizm Türkiye Cumhuriyeti için konjonktürel ola-
rak bir tehdit oluşturmuş gibi gösterilse de artık bir tehdit olarak algı-
lanmamaktadır. Ulus devlet projesinin bir gereği olarak Osmanlı kültür
zemininden bir “ulus” oluşturma çabaları Cumhuriyet’in başını çok ağ-
rıtmıştır. Bunda İslam dini ile Batı’nın yaşadığı tecrübedeki din olgusunu
birbirlerine karıştırmaları ve geleneksel boyutlarıyla da olsa toplumu
küçümsemelerinin rolü büyük olmuştur. Her ne kadar Batılılaşma hede-
fine kilitlenmiş olan bir sistemin İslam ile karşı karşıya gelmesi kaçınıl-
maz olsa da, Müslümanlarla çatışmada asıl öne çıkan boyut laik Türkiye
Cumhuriyeti’nin seçtiği modernleşme yöntemi olmuştur. Zira kendilerini
Müslüman olarak tavsif eden insanımızın büyük çoğunluğunun Batılılaş-
manın ne olduğu konusundaki
yüzeysel yaklaşımları, İslam algıları konusunda kendilerine hâkim olan
tarihsel birikimler, bidat ve hurafeler, en önemlisi de ana kaynaktan
uzaklaşmıştık, sistemin İslam ile çatışmasındaki zemini görmeyi en-
gellemektedir. Kuruluş felsefesiyle, ideolojisiyle, ilkeleri ve değerleriyle
sistemi topyekûn değerlendirmek ve ona göre bir duruş sergilemek
yerine, sistem-içi taraflardan biri hasım olarak görülmüş, en az diğeri
kadar tehlikeli olan ama kullandığı ılımlı yaklaşım ve sinsi “ideolojik sa-
vaş” yöntemi nedeniyle birincisi kadar iyi tanıyamadıkları taraf ile yakın
durmuşlardır. Bu henüz İslamî bilincin milliyetçi-muhafazakâr düzeyi
aşamadığı dönemde böyle olduğu gibi, maalesef bugün de konjonktürel
fırtınalarla benzer eğilimlere şahit olmaktayız.
Cumhuriyet tarihi boyunca sistem-içi mücadelenin taraflarından biri
haklı olarak hedefe yerleştirilirken diğeri sanki aynı siyasal sistemin
ideolojik özelliklerine sahip değilmiş gibi hep ıskalanmıştır. Oysa sistem
içi mücadelenin taraflarını birbirinden ayıran unsur, modernleşmede ter-
cih ettikleri yöntemdir, yaklaşımdır. Birincisi jakoben/devrimci, baskıcı,
tepeden inmeci, seçkinci bir geleneği temsil edip, kaba araçlarla ama-
cına ulaşmayı öngörürken diğeri daha ılımlı bir yaklaşımı, Anglo-sakson
geleneği temsil etmektedir; dolayısıyla ikincisinin kullandığı araçlar da
daha sofistike, daha aldatıcı ve çeldirici olmuştur.
Batı düşüncesinin ana ekseninde yer alan seküler mantık, özünde sko-
lastik düşüncenin karşısında yer almasına rağmen, Türkiye’deki jakoben
geleneği takip eden Batıcı kadrolar, uzun bir dönem sekülerlik adına
kendilerine değişmez doğrular belirlemişler, laikliğin bir yorumunu sis-
tem için tehlike gördükleri İslam’ın karşısına adeta alternatif bir din gibi
yerleştirmişlerdir. Buna karşın, Anglo-sakson geleneği takip eden ılımlı
214 REFERANDUM TARTIŞMALARI
laikler ise buna, batılı değerler, modern referanslarla karşı çıkmışlar,
tarihsel modernist okumalarla sözde evrensel değerlerle uyumlu bir din
anlayışını temsil etmelerine rağmen, İslam’ı doğru algılayamayan in-
sanlar (halk) nezdinde hep tercih edilmişlerdir.
Türkiye’deki siyasal sistem içinde laiklik anlayışının farklı versiyonları-
nın dini/İslam’ı algılama ve kendi bakış açıları çerçevesinde onu tehdit
olmaktan çıkarma mücadelelerinde farklı yöntemler kullandıklarını be-
lirtmiştik. Konunun daha net anlaşılabilmesi için bazı hususların altını
çizmek gerekmektedir.
Bir kere her iki anlayış da İslam’ı seldiler bir zemine oturtmayı, fark-
lı okumalarla yeniden yorumlamayı stratejik önemde görmektedirler.
Ancak birincisi (jakoben/devrimci anlayışı benimseyen laikler), seçtiği
yöntemin doğal bir sonucu olarak daha ötekileştirici, buyurgan bir dille
bunu yapmaya çalışırken ikincisi (Anglo-sakson geleneği takip edenler,
ılımlı laikler), çoğu zaman halkın içinden devşirdikleri aktörlerle daha
ılımlı, sistemi tehdit etmediğim düşündükleri boyutlarda daha liberal bir
tavır takınmaktadırlar. Kullandıkları bu ılımlı dil ise insanımızı aldatmak-
tadır. Bu aldatmada, (jakobenlere göre “din istismarı”nda) birinci an-
layışın da çok önemli bir etken olduğunu gözden kaçırmamak lazımdır.
Asıl gözden kaçırılmaması gereken husus ise her iki laiklik yorumu ve
veya modernleşme tarzında İslam’ı seküler bir yoruma tabi tutma zo-
runluluğudur. Birincisinde İslam’a/Müslümanlara yönelik “ideolojik sa-
vaş” boyutu eğitim kurumlarıyla, kültürel faaliyetlerle, tören ve söylem-
lerle üstü kapalı yürütülüp, onları sindirme, baskı altında tutma görünür
durumda iken, ikincisi hem birinci kesimin ötekileştirici, sindirici tavrının
avantajlarıyla hem de aldatıcı yaklaşımıyla karşımıza çıkmaktadır. Ve
söz konusu avantajların sağladığı imkânlarla “ideolojik savaş”ı çok daha
planlı, programlı entelektüel faaliyetlerle sürdürmektedir. Tarihsel, mo-
dernist okumalarla Müslümanların değerlerini sözde evrensel değerlerle
(demokrasi, insan hakları, serbest piyasa...) telif etme/uyumlulaştırma,
sonuç itibariyle diğerlerinin zorlandıkları seküler temelde yeni bir “din”
inşa etme yolunda öne çıkmaktadırlar. Reel şartların aldatıcı cazibesi de
bunlara yardımcı olmaktadır.
En vahim olanı da İslam ile hiçbir alakası olmayan modernist değerler
üzerine inşa edilmeye çalışılan bu din algısını sadece ılımlı laiklerin,
sağcıların, liberallerin savunmamalarıdır. Giderek yaygınlaşan bir şekil-
de devşirilmiş siyasi aktörler, entelektüeller, kanaat önderleri ve cemaat
liderleri de bu projenin parçası haline gelmektedirler. Son dönemde
bunlara, İslam’ın yeniden iktidar olmasını muhal gören ya da bunun
kendi ömürleri içinde gerçekleşemeyeceği vehmine kapılanlar da dâhil
olmuşlardır. Bu kesimler de küresel ölçekli “ılımlı İslam” projesinin de-
ğirmenine su taşımaya devam etmekte, “ikbal beklentileriyle ideolojik/
dini kaygılarını telif” kaygan zemininde sürüklenmektedirler.
Pekiyi, durum bu kadar net olmasına rağmen kendilerini İslam ile tavsif

REFERANDUM TARTIŞMALARI 215


eden çevrelerin mevcut pozisyonlarını, sistem-içi mücadelede “taraf”
olmalarını nasıl değerlendirmek gerekir.
Bunların büyük bir kesiminin sahih, net, Kur’an merkezli bir din algısına
sahip olmadığını hemen belirtmemiz gerekir. Kur’an algısı, peygamber
telakkisi ve İslamî mücadelede yöntem konularında belirli bir düzeyde
olduğu kabul edilenler de maalesef, içinde yaşadıkları cahili sistemi ya
tanımamakta ya da reaksiyoner, telifçi yaklaşımlarla hareket alanlarını
genişlettikleri vehmine kapılmaktadırlar.
Birileri değişen dünya ve bölge koşullarına paralel olarak yenilenen
küresel güçlerin temel politikacılarıyla uyumlu bir ideolojiyle sistemi
yenileme sürecinde etkin roller üstlenmektedir. Bu bağlamda liberal
demokratlar ve sosyal demokratlarla birlikte yoğun bir entelektüel çaba
gösteren neo-nurcular/Gülen cemaati, hızla demokratikleşmeye çalışan
sistemin vazgeçemediği sistem-içi odaklardan biri haline gelmiş
bulunmaktadır. Öyle ki Abant Toplantıları’nda (Abant Konsili’nde)
Allah’ın dininin yeniden yorumlanması ve sözde evrensel değerlerle
uyumlu hale getirilmesi hususunda ciddi çabalar göstermişlerdir. Bu ve
benzeri açık sapmalara karşı tavır alması beklenilen bazı kesimler ise
bunlara sessiz kalmakla yetinmeyip, zamanla sistem-içi mücadelede
birlikte hareket etmekte bir mahsur görmemektedirler.
Geçmişte kavramların önemine vurgu yapan ve kavramları iki ana
gruba ayırmak gerektiğini, bunlardan ideolojik olanlarının kesinlikle içi
boşaltılıp yeniden tanımlanarak farklı değerler sisteminin kullanımına
sunulamayacağını, ama teknik kavramlar için bunu söylemenin doğru
olmayacağını açık ve net ifadelerle ortaya koyanların bugün geldikleri
çizgi sistem-içi mücadelede stratejik yanlışların vahametini göstermesi
bakımından önemlidir. Kendi halini sorgulamak, mücadele çizgisindeki
çelişkileri en azından değer verdiği insanlara izah etmek durumunda
olanlar, bunun yerine, Müslüman alimleri, aydınları sistem-içi mücade-
leyi eleştirdikleri için kafa karışıklığıyla suçlayabilmektedirler. Bunu da
ciddi bir gerekçeye dayandırmak yerine, onların Özal’a bakışlarındaki
şaşılığa(!) dayandırmaları ne kadar manidardır. Özal’ın islamizasyon
politikalarını, Müslümanların değerleriyle sözde evrensel değerleri telif
etmedeki önemli yerini ıskalayarak bunu yapabilmektedirler.
Tevhidi duruşlarıyla ve mücadelelerindeki etkinlikleriyle önemsenmesi
gereken bir başka kesim de, sistem-içi mücadele stratejik yanlışının
bir uzantısı olarak belki birçok taraftarını, yol arkadaşlarını şaşırtmak-
ta, onların da ciddi tereddütler yaşamasına neden olmaktadır. Bunlar,
“zalimle olan mücadeleyi geleceğe ertelememek” adına cahili sistemin
taraftarlarından birine savaş açarken, İslam’a ve Müslümanlara karşı
“ideolojik savaş” açan diğerleriyle konjonktürel yakınlık içinde bulun-
maktadırlar. Zulmün değişik versiyonlarını temsil eden sistem-içi unsur-
ların her ikisine de tavır almak yerine, “demokratik sekülerlik” / “dini
özgürlükçülük” anlayışındakilerin daha sinsi, donanımlı, toplumu aldatıcı

216 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ikiyüzlü yaklaşımlarını “kötünün iyisi” olarak değerlendirebilmektedir.
Bu yanlış değerlendirmenin doğal bir uzantısı olarak ‘ak’ ile ‘kara’ bir-
birine karışmaktadır: “ ...Tümünü değiştirmeyi düşündüğümüz siyasi
parti, vakıf, dernek vb. kullanılması imkânlı olan araçlarını bilinçli olarak
kullanmaktan kaçınsak bile, aynı
sistemin okul, basın, adres, ufak işletme, fabrika, resmi daire ve pa-
zardaki tezgâh gibi diğer araçlarına mahkum olduğumuzu hatırlamamız
gerekir.” Tırnak içinde verdiğimiz bu ifadeden anlaşılacağı gibi, bu ke-
simlerde kafa karışıklığı devam etmektedir. Zira başta siyasi parti olmak
üzere sistemin temel felsefesini, sabitelerini, ilkelerini ve değerlerini
içselleştirmiş, daha doğrusu içselleştirmesi, fonksiyonu gereği zorun-
lu olan ve cahili-küfür sistemini işletmeye talip araçlarla, kullanılması
tartışılabilecek veya iradi tercihimiz sonucu olmayan ve ideolojik hada-
reti ve niteliği farklı olanların aynı çerçevede anılması bir hata değilse,
başka bir amaca yönelik bir kasta mukarin gözükmektedir. Zaten bu
doğrultudaki sıkıntılarını, İslamî mücadelede sitem-içi araçları kulla-
nabilmek için bir yeterliliğe sahip olmak gereğiyle kendileri de ifade
etmektedirler. Yeterliliğin ise, “fikri ve metodolojik niteliği, istişari birlik-
teliği, dayanışmayı, iş bölümü ve fedakarlığı...” gerektirdiğini belirtmek
gereği duymaktadırlar.
Burada sistem-içi mücadeleyi meşrulaştırmak isteyenlerin büyük bir
kısmının öne çıkardığı Hz. Yusuf kıssasıyla ilgili kısa bir değerlendirme
yapmak, sistem-içi kavramının anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
Gerçekten Kur’an’daki tüm kıssalarda olduğu gibi Hz. Yusuf’un kıssasın-
da da bizler için önemli dersler, günümüze taşıyabileceğimiz emsalsiz
örneklikler söz konusudur. Zira, Kur’an bütünlüğü içinde, yaşadığı ha-
yatı anlamaya ve Müslümanca yaşamaya çalışan Hz. Yusuf’un, içinde
bulunduğu namüsait ortama rağmen nasıl İslamî kimliğini zedeleyerek
herhangi bir söz, fiil ve davranışta bulunmaktan ısrarla kaçındığını,
örnek bir duruş sergilediğini görmemek mümkün değildir. O, heva ve
hevesine, reel şartların aldatıcı cazibesine karşı bir mücadelenin sabırla
nasıl verilebileceğinin ve bunun İslamî mücadeledeki stratejik öneminin
yaşanmış bir örnekliğidir. Tevhidi, “sistem-dışı” duruşuyla, diğer örnek-
liklerle aynı yönelişin izleriyle, vahyin denetiminde en zor şartlarda bile
nasıl doğru çizgiden sapmamak gerektiği ile en güzel örneklerden oldu-
ğunu unutmamalıyız...
Hiç unutmamamız gereken bir husus daha var. Tüm peygamberler ve
özellikle son Peygamberimizin, kendilerini çepeçevre saran egemen
sistem karşısındaki tutumlarının çerçevesini belirleyen vahiydir. Bu ör-
neklikler bizler için de stratejik işaret taşları, en güzel örnekliklerdir.
Nitekim peygamberimiz ilk ayetlerle birlikte hitap ettiği toplumu ve
cahili sistemi tevhidi ilkelere çağırmış ve cahili sistemi felsefesi, ilkeleri,
değerleriyle kökten reddeden bu duruşunu mücadelesi boyunca hep ko-
rumuştur. Tevhidi ilkelerin açıkça ve tavizsizce beyanı, egemen güçlerin
itikadî eleştirisi ve reddi, Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenlere itaat

REFERANDUM TARTIŞMALARI 217


edilmeyeceği ilahi emrine tavizsizce uyması bizler için en güzel ör-
nekliktir. Bu uzlaşmaz net tavır, onların cahili sistemin hâkim olduğu
bir yapıda yaşamalarına, egemen sistemin bazı imkân ve geleneksel
kurumlarından yararlanmalarına (bir pazarlık, itikadi bir uzlaşma da-
yatmaları olmaksızın) engel olmamıştır. Çünkü bu imkân ve gelenek-
sel kurumlardan istifade etmede herhangi bir taviz, inancı konusunda
herhangi bir pazarlık söz konusu bile olmamış, değişik vesilelerle bu
yönde gelen teflikleri vahyin kılavuzluğunda tereddütsüz reddedilmiştir.
Egemen sistemin imkân ve kurumlarından yararlanma, bahis konusu
toplumun kendi aralarındaki güç ve üstünlük mücadelesinin ortaya çı-
kardığı bir durumdur. Soy bağı ve akrabalık asabiyetinin o toplumda
oluşturduğu koruma ve yardımlaşmalardır. Himaye etme, eman verme
müessesesiyle temin edilen imkânlar ve tebliğ maksadıyla panayırla-
rın kullanılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Keza “ilaf” denilen,
Mekke yöneticileri ile komşu devletler arasında akdedilmiş ticari an-
laşmalardan yararlanan Müslümanlar alışverişlerini sürdürmüşlerdir.
Dolayısıyla bu uygulamalar, günümüzdeki hak ile batılı (sözde özgürlük
adına, adalet adına, hareket alanını genişletme adına, cuntacı-vesayetçi
oligarşik düzenin geriletilmesi adına) birbirine karıştıranların ve/veya bu
tür süreçlere taraf olanların, sessiz kalanların arkasına sığınacakları ör-
nekler kesinlikle değildir. Bazı maslahatları gerekçe göstererek sistem-
içi duruşlarını meşrulaştırmak isteyenlerin; küfre ve şirke bağlılık sözleri
verenlerin ve bunlarla aralarına mesafe koymayı bile çıkarlarına, strate-
jilerine uygun görmeyenlerin sarılacakları, tutunacakları örnekler olması
düşünülemez.
Kısacası, “sistem-içi” derken, sistem-içi mücadele derken neyi anlatmak
istediğimiz açıktır, nettir. Çeşitli mülahazalarla konuyu bulanıklaştır-
manın, başka düzlemlere taşımanın gereği yoktur. Burada bahse konu
olan, iradi olarak, bir strateji ve taktik gereği veya başka bir mülaha-
zayla cahili-küfür sistemin, egemen güçlerin ideolojik çerçevesinde,
temel düşünce ve ilkelerini, değerlerini kabul ederek bazı imkânlar
elde etmek, dahası söz konusu sistemin işletilmesine/yönetilmesine
talip olmaktır. Bu, ilkesel ve temel düşünceler çerçevesinde ele alınması
gereken bir konudur. Bunu basit düzeylere indirgeyerek, “zaten bu sis-
temin içinde yaşamıyor muyuz.”, “nüfus cüzdanı kullanmıyor muyuz.”,
“bu sistemin okullarına gitmiyor muyuz.” demagojileriyle kendi sistem-
içi pozisyonlarımızı meşrulaştırmaya kalkamayız. Sistem-içi müca-
dele niyetlerimiz konusundaki tereddütlerimizi bu sığ gerekçelerle aşma
yolunu tercih edemeyiz. Kur’an’ın bizleri yönlendirdiği yol, en güzel ör-
nekliklerle beraber karşımızda durmaktadırlar.
Özellikle Müslümanların yaşadığı coğrafyaya yönelik “yeni nesil” bir zi-
hinsel kuşatmayı amaçlayan ve bu projeler çerçevesinde “ideolojik” ola-
rak “model ülke” misyonu yüklenilen bir sistemde yaşıyorsak...
Hiç düşünmez miyiz. Akıl etmez miyiz. İbret almaz mıyız.
İktibas - Eylül 2010, Sayı 381

218 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Hılfu’l-Fudûl Nedir
Ne Değildir? Anaya-
sa Referandumuna
Evet Demeyi Hılfu’l-
Fudûl’la Kıyaslamak
AHMET KALKAN

Anayasa referandumu, giderek bizim mahalleyi ciddi boyutta sarsacak


bir konu haline dönüştü. Güzel istisnalar dışında kimse, Kur’an’dan
yola çıkarak tezini savunmuyor. Kur’an’da hiçbir delil bulamayan taviz-
ci zihniyet, eskiden beri varsa-yoksa “Hudeybiye, Hılfu’l-fudûl ve Hz.
Yusuf’un idareciliği”ni Kur’an’a ters yorumlayarak Kur’an’daki muhkem
âyetlerin karşısına delil gibi çıkarmaya çabalıyor. Hemen her tavizkâr
konu için ve her yönüyle istismar edilip Kur’an bütünlüğüne ters şekil-
de yorumlanarak bu üç uygulama joker olarak her bâtılın kapısını açan
çilingir rolünü üstleniyor. Hılfu’l-fudûl’a neyi nasıl benzetirseniz ta-
mam, delil bulmuş oldunuz, o şey İslamî oldu. İsterse Kur’an’ın onlarca
âyetine ters olsun. Benzemese bile demagoji ile benzetin yeter...
“Hudeybiye, Hılfu’l-fudûl ve Hz. Yusuf’un idareciliği, Rumların kazanma-
sına sevinmek, maslahat, zaruret, hizmet ve ehven-i şer” Din bu kav-
ramlardan ibaret sayılıyor artık. Tevhid, şirk, tâğut, cihad, imtihan, ahi-
ret, cennet-cehennem, velâ ve berâ gibi kavramlar sanki Batılı bir tü-
ketim malzemesi gibi görülüyordu İd, modası geçti kabul ediliyor. Artık
bu kavramlar İslamcı geçinen nice insanı bırakın heyecanlandırmayı, hiç
etkilemiyor bile. İnsanımız İslamî konuları bile artık seldiler kavramlarla
gündemleştirmeyi tercih ediyor. Kur’an ve Sünnetten delil getirmek ye-
rine, insanlar mantık oyunları ve kâr-zarar hesaplarını tercih ediyorlar.
Bir genç kızımız “maslahat” icabı başını açıyor, böylece haram
helâllaşıveriyor. Bir de üniversitede okuyup “hizmet” amaçlı olarak
takdim edilince helâl olmakla kalmıyor, sevap da oluyor. “Eviniz yoksa
‘zaruret’tir, bankadan kredi alabilirsiniz, hiçbir sakıncası yoktur” fetvala-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 219


rı, haram denizinde boğulma durumundakilere can simidi olarak uzatı-
lıyor. Aklınıza ne kadar büyük günah ve hatta şirk eylemi gelirse gelsin,
“ehven-i şer” olmadıysa, “hılfu’l-fudûl”, benzemediyse “Hz. Yusuf’un
idareciliği” ile örülmüş bir laf salatası; daha tutmadıysa, “oy vermeyin
de koyverin mi diyelim” bilimselliği... Efendim, “maslahat icabı”, “ne
yani küçük şeri desteklemeyelim de büyük şer mi başımıza belâ olsun.”
gerekçesi; tüm tevhidi ve Kur’ânî referansları geçersiz kılacak “tarih-
selci” anlayış(sızlık) tan beter bir işlev görüyor. “Doğru, âyet öyle diyor,
ama...” diye başlayan teslimiyetçi değil kaytarmacı yaklaşım herkesin
dilinde. “Düzeni reddediyoruz, anayasayı benimsemiyoruz, ama anaya-
saya ‘evet’ diyoruz”un ne kadar tutarlı ve mantıklı olduğu seküler ifa-
delerle, ama gerekli görüldüğü yerlerde “Hılfu’l-Fudûl, maslahat...” gibi
kavramlar joker olarak kullanılacak tarzda görüşler oluşturuluyor.
Bu bir savrulmadır. Bu, kimliğini inkârdır. Bu bir ılıman İslâm projesinin
belirli oranda tuttuğunun göstergesidir. Bu bir hedef sapmasıdır. Etken
olamayanların edilgenliği tercihidir. Bu, başlan halde akan selin önünde
çerçöp konumuna düşmektir. Bu cahiliye denizine düşenin şirk yılanına
sarılmasıdır. Aynı delikten defalarca ısırılmadır. Bu helaki istemek, inti-
hara niyet etmektir.
Kimi dernek ve vakıflar kimliklerini koruyor, düzene muhalif tavırlarını
hâlâ sürdürmeye çalışıyor derken, bakıyorsunuz ki, o da uzlaşmacı ker-
vana katılıvermiş. Demek ki dernek ve vakıflar, sivil toplum kuruluşu
olma misyonunu yapıyor, hormonlu şekilde büyütülüyor ve etrafındaki
dâva insanlarını merkeze yöneltiyor.
Öğrendiklerimiz bizi takva sahibi yapması gerekirken, daha tartışmacı,
daha uzlaşmacı, daha edilgen yapıyorsa ya okuduklarımızda veya oku-
ma tarzımızda problem var demektir. Zaten artık okuyan insanımız da
kalmadı. Bakan insanımız var. Gözüyle düşünen, gözüyle karar veren,
gözüyle inanan veya inancını değiştirmeye başlayan...
Hılfu’l-fudûl hakkında, Rasulullah’ın “Ben ona İslâm devrinde bile çağrıl-
sam icabet ederdim” dediğini Ahmed bin Hanbel rivayet ediyor. Buhârî
ve Müslim başta olmak üzere diğer Kutüb-i Erbaa müellifleri bu hadisi
kitaplarına almamışlar. Kutüb-i Sitte’de bulunmaması, hadisin sıhhati
konusunda en azından araştırma yapılmasını gerekli kılar. Hadisin sahih
olduğunu varsayarak değerlendirme yapalım. Risalet görevi boyunca
buna benzer bir oluşum veya girişim olmuş mu. Hayır! İslâm devleti,
zaten zulmün her çeşidini, başta en büyük zulüm olan şirki temelden
kaldıran ve onunla en güzel şekilde mücadele eden bir sistemdir. Ne
Medine’de ve ne de Mekke’de Peygamberimiz ve Müslümanlar hılfu’l-
fudûl benzeri bir kurum oluşturmamışlardır. Nebevi metodda böyle bir
uygulama yoktur. İslamî bir yapıda böyle bir kuruluşa ihtiyaç yoktur,
gerek duyulmamıştır. Hılfu’l-fudûl, İslâm’ın ortaya çıkarttığı bir ku-
rum değildir. İslâm’ın, toplumu ıslah için Medine dönemindeki kurumu
“Cami” ve ashâb-ı suffenin yetiştiği “Suffe Okulu”; Mekke dönemindeki

220 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ıslah kurumu ise “Dâru’l-Erkam”dır. Müslümanların, Nebevî metoda
riâyetleri bu kurumlara benzer kurumlarla olacaktır. Peygamberimiz,
aynı şartlar olacak olsa, zulmü engelleyecek başka hiçbir kurum, al-
ternatif başka bir çözüm olmayacak olsa, yine câhiliye hüküm sürse,
İslamî kurumlardan hiçbiri olmamış olsa, yani tümüyle aynı şartlar olsa,
zulmü engellemenin tek yolu, hılfu’l-fudûl olsa, bugün yine aynı şeyi
yapardım, diyor. Mekke’de zulmün başka türlü önlenemediği, başka bir
çözüm bulunamadığı bir konumda, zulmün önüne geçip mazlumların
haklarını zâlimlerden almak amacıyla bir kuruluş için benzer şartlar her
yönüyle mevcut olsa o şekilde de yine mazlumun haklarını savunur-
dum, demiş oluyor. Peki, nedir hılfu’l-fudûl.

Hılfu’l-fudûl

Fadılların/faziletli insanların anlaşması; Erdemliler topluluğu olarak da


kabul edilen Hılfu’l-Fudûl; zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı
Hz. Peygamber’in de katıldığı antlaşmaya denilir. Bütün cahilî toplumlar
gibi İslâm öncesi Arap toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim oldu-
ğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu. Fil olayının yirminci
yılında Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra
Mekke’de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus
güvenliği kalmamıştı. İşler çığırından çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları
alınır, parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları
zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı.
Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke’ye sat-
mak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke’nin ileri gelenlerinden As b.
Vail, Zebidî’nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Zavallı Zebidî
parasını almak için Mekke’nin güçlü ailelerine başvurduysa da bir sonuç
alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak
kovmuşlardı adamı.
Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağı-
na çıkarak Kabe çevresinde toplanan Mekke halkına, “ey Fihr halkı!”
hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber’in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını
engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim,
Muttalib, Zühre, Esed, Haris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte
Mekke’nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud’an’ın
evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden soma Mekke’de hiçbir yaban-
cı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları
alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar
aldılar.
Bu antlaşmayı yapanlar: “Vallahi, bundan böyle Mekke’de yerli olsun,
yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız. Zulme
meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar
mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısla-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 221


tacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gi-
dinceye, Kabe’ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde
sebat edeceğiz” diye and içtiler.
Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm ve Katura
kabilesinde Fadl ve Fudayl adlı bir kaç kişinin yaptıkları andlaşmaya çok
benzediği için onların adına izafe edilerek “Fadl’ların andlaşması” anla-
mında “Hılfu’l-Fudûl” olarak adlandırılmıştır. Fudûl kelimesi “fazlalık şey”
anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazla-
dan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu
isimle anılmıştır da denilir.
Antlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail’in kapısı önüne dikilmiş ve
ondan Zebidî’nin hakkını almışlardır. Daha sonra da benzeri olaylarda
zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri olmuştur. Ken-
dilerine müracaat eden veya farklı şekilde haberleri olduğu mazlumların
haklarını zâlimlerden almışlar, zulme engel olmuşlardır.
“Fadl’lar Andlaşması”na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasûl-i Ekrem
(s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel’in rivayetine göre Hazret-i Pey-
gamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: “Abdullah b. Cud’an’ın
evinde yapılan ‘yeminde’ ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü
bir deve sürüsüne mâlik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim,
Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya
sahip oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben
ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim.” (Ahmed b. Hanbel,
I,190, 193). Andlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri
alamadıkları için onların ölümüyle “hılfu’l-fudûl” son bulmuştur.
Anayasayı kabul etmenin, anayasal düzene evet demenin, sırf zulmü
engellemek üzere oluşturulan bir kuruluşla, hılfu’l-fudûl ile ne benzerliği
vardır. Hangi zulümleri ortadan kaldıracak, zulüm düzeninin zulüm ana-
yasası. Kur’an, şirkin en büyük zulüm olduğunu ifade ediyor (31/Lok-
man, 13). Kendisi tümüyle şirk olan bir anayasa, şirki nasıl kaldıracak.
Hılfu’l-fudûl, insanlara teşri dayatmıyor, küfrün yasalarını kabul etmele-
rini halktan istemiyordu. Onun tek görevi vardı; o coğrafyada zâlimleri
zulümden alıkoymak. Bu anayasa, hangi zulmü engellemekte ve hangi
zâlimleri nasıl ve ne şekilde cezalandırmaktadır. Mevcuduyla ve deği-
şecek olanıyla anayasa, başka türlü zulmün önlenemediği bir durumda
mazlumların haklarım savunmak için oluşturulmuş veya tümüyle bu
görevi yapacak denilebilir mi. Değişecek ve değişmeyecek maddeleriyle
adına Anayasa denilen metin; laik, demokratik, Batılı, beşerî ideolojiler
istikametinde Kur’an’ın gündemleştirdiği şekilde kendisinin zulüm kabul
edilmesi gereken tâğutî ilkelerdir. Kur’an, Allah’ın indirdiğiyle hükmet-
meyenlere zâlim, dolayısıyla Allah’ın indirdiğinin dışındaki hükümlere
zulüm demektedir (Bk. 5/Mâide, 45). Yine, şirkin en büyük zulüm
olduğunu belirtir (bk. 31/Lokman, 13). Zulüm, zulmü nasıl önleye-
cek. Kendisi zulüm olan bir şey, zulmü kaldırmakla görevli bir kuruma

222 REFERANDUM TARTIŞMALARI


(hılfu’l-fudûl’a) nasıl benzer. Anayasa ve anayasal düzen, Mekke’deki
kurumlardan birine benzetilecekse, ancak şirk parlamentosu ve onların
ilkelerinin adı olan “Dâru’n-Nedve”ye benzer. Çünkü her ikisi de yöne-
tim tarzı, yönetim ilkeleri ve yönetim yeri ile ilgilidir; hem de her ikisi
de câhiliyenin kurumudur; İslâm’ın değil. Bilindiği gibi, Dâru’n-Nedve,
İslâm’dan önce Cahiliyye döneminde Mekkeli müşriklerin toplantı, hü-
küm koyma ve karar alma yeri, yasama meclisidir, cahiliye düzeninin
parlamentosudur. İlâhî hükümlerden başkasıyla hükmetmek tuğyan ve
zulüm olduğundan; demokrasi, bırakın zulmü kaldırmayı, kendisi bir
zulüm düzenidir; T.C. anayasası da bir şirk ve zulüm belgesi.
Her şeyden önce bu iki hususun birbirine benzetilmesinde elma ile ar-
mudun karşılaştırılması gibi büyük bir yanlışlık var. Biri sadece zulmü
engellemek için kurulmuş bir kuruluş, diğeri ise bir yönetimin ilkeleridir,
hatta inanç ve yaşama tarzıdır. Parçacı yaklaşım, körlerin fili tanımla-
ması gibi parçayı bütün sanma gafletidir. İnsanın vücudundan kopmuş
bir parmağına “insan” demek, kopuk parmağı insan diye tanımlamak
kadar yanlıştır parçacı görüş. Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey
söylememektir. Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır. Tek bir
olayı ya da bir hadis rivayetini Kur’an ve Sünnetin genel hükümlerinin
zıddı istikamette yorumlamak cehalet ve gaflet değilse, ciddi bir hıya-
nettir.
“Allah katında gerçek din İslâm’dır.” (3/Âl-i İmrân, 19); “Kim İslâm’dan
başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahrette
de en büyük zarara uğrayanlardandır.” (3/Âl-i İmrân, 85); “Bugün sizin
dininizi kemâle erdirelim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din
olarak İslâm i verip ondan razı oldum...” (5/Mâide, 3)
İslâm, yegâne hak din olduğu, kemâle erdirilip ikmal edilen eksiksiz bir
din olduğundan; kendinden başka hiçbir din, ideoloji ve hayat görüşünü
kabul etmez. İslâm ayrı bir dindir; şirk ve küfür anayasalarının benim-
setmeye çalıştığı ideoloji ayrı bir din!
İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla
bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına ay-
kırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyamete kadar da sürecek
olan uzlaşmaz bir mücadele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara
rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş gör-
meye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, içinde bir tek “Allah” lafzı bile
olmayan, İslamî hükümlerden bir tekini bile içermeyen bir anayasayı
İslâm’dan kabul etmeye başladılar.
Her önüne gelen kıyas yapmaya kalkıyor. Kıyas yapılacak fer’ hakkında
Kur’an’da onu da kapsayan bir yasaldık olsa bile, geçersiz olduğunu
bilmeden kıyas yapmaya kalkıyor. Kendisine benzetip aynı hükmü vere-
ceği asıllar da hep “Hudeybiye, Hılfu’l-fudûl, Rumların galibiyetine se-
vinmek ve Hz. Yusuf’un idareciliği” oluyor. Usûl bilgisine sahip olmayan
birisi, kıyasın şartlarına hiç uymadan her nasılsa bir konuyu birazcık

REFERANDUM TARTIŞMALARI 223


benzetmek için mantık oyunlarını becerebiliyorsa kendine göre delil
bulmuş, haram bir hususu bu kıyasla helâllaştırmış, hatta sevap haline
getirmiş oluveriyor. Dinin ahkâmı, oyuncak ediliyor. Teslimiyet yerine,
isyan için gerekçeler aranıyor. Fakih olmayanların veya kıyasın şartla-
rına tümüyle uymayanların, şartlarını bile bilmeyenlerin yaptığı kıyas
denilen “benzetme”, dinde anarşiyi doğurur. Ancak fukahânın kıyası
(kıyâs-ı fukahâ) geçerlidir, avamın değil. Fukahâ da kıyas yapacağı fer’i
ve aslı çok iyi bilmek ve kıyasın şartlarına uyarak kıyas yapmak zorun-
dadır.
Kıyas, kendileri olmadıkça tamamlanmadığı bazı şartları (rükünleri) ge-
rektirmektedir. O rükünlerin önemlileri şunlardır:
1 - Fer’; kıyas yapılmak istenen, Asıl; kendisine kıyas yapılmak istenen,
Asla ait Şer’î hüküm, Asıl ve fer’in arasını birleştiren illet. Fer’ideki hü-
küm, kıyasın sıhhatine bağlıdır. Kıyasın bir kısmı fer’iye, bir kısmı asla,
bir kısmı asim hükmüne, bir kısmı da illete ait olmak üzeren birçok şartı
vardır.
Fer’in Şartları: Fer’, hakkında tartışılan hükmün kendisidir.
O, kıyas edilendir. Fer’in hakkındaki şartlardan bazıları şunlardır:
a- Kıyasın faydalı olması için, kıyasın illetinin gerektirdiği hususa ters
düşmeyi gerektiren
olası çelişkiden uzak olması gerekir.
b- Kendisinde var olan illetin, aslın illetine ortak olması. Fer’in illeti,
aslın illetine genel ve özel sıfatlarında ortak olmadığında, asim illeti,
fer’ide olmaz. Dolayısıyla asim hükmünün fer’e geçmesi mümkün ol-
maz.
c- Fer’ideki hükmün asıldaki hükme ya bizzat kendisinde ya da cinsinde
benzer olması
lâzımdır.
d- Fer’in hükmünün nass ile belirlenmiş olmaması icap eder. Aksi halde
onda nassla belirlenmiş olanın kıyası olur. Fer’in hakkında bir hükme
dair bir nass var olduğunda, o zaman hüküm nassla tespit edilmiş olur,
illet ile değil. Dolayısıyla kıyasa yer olmaz.
Aslın da şartları vardır: Asıl, kendisine kıyas edilendir. Aslın şartı, hak-
kında hükmün sabit olmasıdır. Çünkü fer’ide asim hükmünün benzerini
tespit etmek, o hükmün asılla sabit olmasının bir fer’idir.
Asim hükmünün şartlarından bazıları ise şunlardır:
a- Şer’î bir hüküm olması,
b- Aslın hükmünün, Kitaptan veya Sünnetten bir delille sabit olması,
kıyasla sabit olmaması,
c- Asim hükmünün belirsizlik olmaksızın belirli bir illet ile illetlenmiş
olması gerekir.

224 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Kıyasla ilgili bu anlatılanları bile yeterince anlamayan ilimsiz kimse,
kalkacak, “bu konu, aynen hılfu’l-fudûl gibidir” diye güya kıyas yapmış
olacak ve ahkâm kesecek... “Yoksa onların, dinden Allah ‘m izin verme-
diği şeyleri dinî kural kılan ortaklan mı var? Eğer azabı erteleme sözü
olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz
zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21)
“Allah ilmi insanlardan zorla sökerek almaz. Ancak âlimleri kabzetmek
suretiyle alır. Böylelikle hiç âlim kalmayınca insanlar cahilleri rehber
edinir; cahillere fetva sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı halde fetva
verirler; böylece hem kendileri sapar, hem de insanları saptırırlar.”
(Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-;
Tirmizî; İbn Mâce).
Hılfu’l-fudûl ve benzeri konularda tek bir örnekten hareket ederek,
Rasûlullah’ın tutum ve davranışının (sünnetinin) nasıl olabileceğine iliş-
kin hüküm vermek, isabetli olmayacaktır. Bunun yerine, tebliğ sürecinin
tamamına bakmak, siyasî/nebevi çizgiyle bu olayın alâkasını kurmak
maksada erdirici olacaktır. Kaldı ki, Rasûlullah’ın İslâm döneminde
hılfu’l-fudûl konusundaki sözü, nihayetinde âhad haberdir, mütevatir
değildir ve sübut açısından da zannîlik taşır.
Bununla beraber, Rasûlullah’ın hılfu’l-fudûlü, rivayet edildiği tarzda tas-
vip ettiğini var sayarak, değerlendirmemizi ona göre yapmak durumun-
dayız. Bu değerlendirmeyi yerinde yapabilmek için bir de sivil toplum
kavramına eğilmemiz gerekmektedir.
Demokratik kültürde ‘insan hakları’ esastır. İnsan hakları, özgürlük, hü-
manizm, rasyonalite vb. bölünmez bir bütünü oluştururlar. Demokratik
açıdan, Din’in (İslâm’ın) diğer insanlara tebliğ edilmesi gibi bir niyet,
bağışlanabilir bir teşebbüs değildir, absürddür. Çünkü tebliğ, davet edi-
len kişinin kâfir olarak algılandığı anlamını içerir. Bu ise evrensel insan
hakları anlayışına aykırıdır ve onları ötekileştirmeye kimsenin hakkı ol-
madığı iddia edilir! Beşerî anayasalar, ‘öteki’ diye bir şey tanımaz. Kim-
se ötekileştirilemez. Vatandaşlar anayasa nazarında eşittir. İslâm’da ise
insanlar mü’min, müşrik, Müslüman, kâfir, fâsık gibi inanç gruplarına
ayrılır. İslâm açısından mü’minler doğru yolda, diğerleri ise bâtıl yolda-
dır.
Beşerî anayasalarda ise insanların inanma ya da inanmama özgürlüğü
vardır deniyorsa da, aslında tamamen ‘inanmama özgürlüğü’ güvence
altına alınmaktadır. Hatta herkes Atatürkçü olmak zorundadır. Okullarda
Atatürk’e hiçbir şeyi (Allah’ı bile) şirk koşturmamak ve onu kutsallaştı-
rıp tapınmalar yaptırılmak üzere yasal düzenlemeler yapılır. Bütün resmî
kurumlar, laik ve müşrik vatandaş yetiştirilmesi esasına yöneliktir. Şirk
ve küfür özendirilir, hatta dayatılır. Demokratik hak ve özgürlük anlayışı
denilen şey inançsızlık, ahlâksızlık, içki, kumar, faiz, cinsel sapkınlık,
çıplaklık ve teşhircilik özgürlüğüdür. Bunlar anayasal hak olarak güven-
ce altına alınır. Bu anayasaların İslâm’la temelden çeliştiği gayet açıktır.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 225


Peygamberimiz Muhammed’in (s.a.s.) katıldığı haber verilen Hılfu’l-
Fudûl cemiyeti, o dönem için takdire şayan bir çalışma olarak görüle-
bilir. Fakat hâdisenin şu boyutu dikkatlerden kaçırılmak istenmektedir:
Hılfu’l-Fudûl gibi örgütler hiçbir şekilde, o günkü Mekke’nin aristokratik
düzenine başkaldırmayı sembolize etmemektedir. Öyle veya böyle,
o günkü Mekke yönetimiyle birlikte, onun müsaadesi ve muvafakati
kapsamında faaliyet yapmaktadır. Aksi takdirde, yeminli üç-beş kişinin
Mekke’nin yönetimini ele geçirdiği anlamı çıkar ki bu, tarihî gerçeklere
aykırıdır. Yani hılfu’l-fudûl bir tür sivil toplum teşkilatı olarak iş yapmak-
tadır. Hâlbuki Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Peygamber olarak Allah tara-
fından görevlendirildiği andan itibaren, hiçbir ‘sivil’ vasfı kalmamıştır.
O artık, bütün Mekke halkını ‘öteki’ olarak gören; toplumun akidevî,
ekonomik, ahlaki, siyasî temellerini, kelimenin tam anlamıyla dine da-
yandıran ve ileri aşamada bu vasıfta bir devlet kurmayı hedefleyen bir
siyasî kişidir.
Peygamberimizin, İslâm döneminde “yine çağrılsam yine öyle bir ku-
ruluşa katıktım “ sözü, hılfu’l-fudûlün kendi döneminde, kendi şartları
içerisinde iyi bir teşebbüs olduğunu teslim etme anlamına gelmektedir.
Yani Peygamber (s.a.s.), geçmişte yaptıklarından pişmanlık duymayı
gerektirecek bir durum olmadığını ifade etmiş olmalıdır. Yoksa onun
bu sözü, Mekke’de kendisi Peygamber iken yine öyle bir teşkilat kurul-
saydı, derhal ona katılacağı, ama İslâm’ın tebliği gibi yüzde yüz siyasî,
doğrudan Mekke yönetiminin kalbini hedef alan bir topyekûn kıyam
hareketini erteleyeceği veya hareketinin siyasî boyutunu öne çıkartma-
yacağı(!) gibi bir anlama gelemez. Böyle bir anlamın var olduğu iddia
edilirse o zaman şu soru akla gelir: Rasûlullah’ın (s.a.s.) etrafında,
hılfu’l-fudûl benzeri bir teşkilat oluşturacak kadar insan vardı. Bunu
pekâlâ yapabilirdi, neden böyle davranmadı da, tebliğe devam etti.
Hılfu’l-fudûl dönemindeki Muhammed (s.a.s.), İslamî tebliğle muvaz-
zaf Muhammed (s.a.s.) değildi; hılfu’l-fudûl benzeri bir örgüt yeniden
kurulsa bile, Muhammed (s.a.s.) aynı o günkü ‘sivil’ ölçüler içinde ka-
lamazdı. Nitekim Mekke’de Müslümanlara yapılan işkenceler, hakaret
ve küfürler, evlerininyağmalanması, üç yıl süren ekonomik ve sosyal
boykot, hılfu’l-fudûl gibi teşkilatların kurulması için gayet olgunlaşmış
koşullar değil miydi. Ama artık ‘sivil’ faaliyetlerin zamanı Muhammed
(s.a.s.) için çoktan geçmişti. Hılfu’l-fudûl bir hak arama örgütüydü.
Peygamberimiz 610 yılı Ramazan ayından itibaren artık bir ‘sivil-hak
arayıcı birey/vatandaş’ değil, bir Peygamber, bir siyasî lider, yepyeni
bir toplum inşa edici bir dâva adamıydı. Onun şimdiki dâvası, hak ara-
maktan çok daha büyük, daha kapsamlı ve daha ciddi bir işti. O, hakkın
kaynağını bulmuştu; zulmün de kökünün kurutulmasının yolunu.
İslâm, kendinden başka hiçbir din, düşünce ve hayat görüşünü meşru
saymaz. Bir şey ya İslâm’dır ya da küfürdür. İslâm, başkalarının hakla-
rına saygı; öteki’ne saygı, çoğulculuk, hoşgörü, diyalog, interaktif ilişki
gibi sloganlarla, İslamî akidenin sulandırılmasını, İslamî siyasî duruşun
226 REFERANDUM TARTIŞMALARI
zaafa uğratılmasını asla kabul etmez.
Allah, elçisine ve mü’minlere, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve Din ta-
mamen Allah’a has kılınıncaya kadar kâfirlerle savaşmasını emretmek-
tedir. (2/Bakara, 193; 8/Enfal, 39). Kur’an’ın bu çağrısı hiçbir beşerî
anayasal doktrinin hiçbir yerinde kendine bir yer edinemeyeceği gibi,
hiçbir İslâm dışı düzen bu duruşa razı olamaz ve hiçbir ‘hılfu’l-fudûl’
tecrübesi bu inanç ve amelle bağdaşamaz. “De ki ey kâfirler!” diye baş-
layan ve “Ben sizin taptığınız ilahlara asla tapmam!” diye devam eden,
“cehenneme kadar yolunuz var!” anlamına gelecek tarzda, “sizin dininiz
size, benim dinim de bana!” ültimatomu ile biten, ayrışmacı, meydan
okuyucu çağrının neresinde hılfu’l-fudûl ve hevâdan kaynaklanan ana-
yasal anlayış bulunduğu, izah beklemektedir...
İslâm’ın bir “Din” olarak nasıl yaşanacağı, nasıl tebliğ edileceği, İslâm’ın
neye talip olduğu, neye talip olmadığı tamamen onun kendi içinde be-
lirlidir. İslâm başka hiçbir ideolojinin sığıntısı olamaz. Hiçbir ideolojinin
kavramları ve kurumlarıyla İslâm açıklanamaz, tanımlanamaz. İslâm
hiçbir kâfir ideolojinin dayattığı koşullarla uzlaşmaz. İslâm’ın şerefli
peygamberler silsilesi, İslamî hayatın ve İslamî tebliğin en mükemmel
örnekleridir. İslâm dışı siyasî bir sistemin açık kapılarından girilmek su-
retiyle nebevi bir tebliğin yapıldığı da hiçbir zaman görülmemiştir.
İktibas - Eylül 2010, Sayı 381

Hudeybiye Antlaşması
ve Anayasa Reformu
MEHMET DURMUŞ

Giriş

Anayasa referandumuna sayılı günler kala, referandum odaklı siyasal


tartışmalar da artık tavan yapmış durumdadır. Bununla beraber bu tar-
tışmaları sadece anayasa reformuyla sınırlı olarak görmemek, İslamî
siyasî düşüncenin izlemesi kaçınılmaz badireler olarak görmek gerekir
kanaatindeyim. Bu gibi tartışmalarda herkes kendi tezini Peygamber
döneminden bir örnekle temellendirmek istemektedir. Bu da doğaldır.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 227


Doğal olmayan ise, örneklendirmenin yanlış yapılmasıdır.
Referandumla ilgili tartışmalarda kanaatimce Hudeybiye antlaşması da
böyle bir yanlış örneklendirmenin konusu yapıldı. ‘Yanlış örneklendirme’
kısaca şu şekilde özetlenebilir: Peygamber (a.s) Hudeybiye’de Mek-
ke yöneticileriyle bir barış antlaşması imzalamıştır. Oysa antlaşmanın
maddeleri ve hatta biçimi bile görünüşte İslam’ın temel hükümleriyle
çelişiyordu. Buna rağmen Peygamber (a.s), ileride elde edeceği yarar-
ları dikkate alarak, Mekke yöneticilerinin dayatmalarına ‘evet’ dedi. O
antlaşma, Müslümanlara geniş imkânlar hazırladı, bugünkü tabirle, oli-
garşiyi geriletti, mevzi kazandırdı…
Biz de bu yazıda, bize göre olan bu yanlışlara dikkat çekmek ve doğru
olduğuna inandığımız yorumu ortaya koymak istiyoruz.

Hudeybiye Nedir?

Hudeybiye antlaşması, Rasulullah Muhammed (sav)’in İslam davetinin


Medine döneminde devletleşme sürecinin en önemli aşamalarından biri-
sidir. Bu antlaşmanın sayılamayacak kadar çok hikmeti ve öğretici siyasî
boyutları bulunmaktadır.
Hudeybiye, Mekke’ye 17 km. mesafede,[1] bir su kuyusunun bulun-
duğu bir mevkiinin adı olup, Rasulullah’ın Mekke kâfirleriyle yaptığı
sulh antlaşmasına isim olmuştur. Rasulullah (sav)’in öncülüğündeki
İslam cemaati Medine’de Bedir, Uhud ve Hendek savaşı gibi üç büyük
sınavdan geçmiş, Mekke kâfirleri artık İslam’la baş etmekten ümitlerini
kesmişler, Müslümanlar da kendilerine büyük bir güven duyar olmuş-
lardı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının üçü de, Kureyş’in Mekke’den
Medine’ye doğru bir hamlesiydi. Bu üç hamle artık çok olmuştu. Sıra
şimdi, altmışına merdiven dayamış olan Peygamber’in öncülüğündeki
İslam’ın hamlesindeydi. Rasulullah Mekke’yi artık avucunun içinde gibi
görüyor olmalıydı.
Çok yüksek bir siyasî bilincin ileri bir hamlesi olarak Rasulullah (sav)
hicri 6. yılın (628) Zilkâde ayında, umre yapmak maksadıyla 1400 (ya
da 1500) kadar sahabeyle Mekke’ye hareket etti. Rasulullah, basit bir
yolcu kılıcından başka hiçbir silah aldırmadı. Çünkü Mekke’ye, savaş-
mak üzere değil, umre için geldikleri mesajını vermek istiyorlardı. Kur-
banlık develer alındı. Bu arada Rasulullah’ın, bazı develere Mekke’nin
fakirlerine dağıtmak maksadıyla yiyecekler yüklettiği rivayetini de bura-
ya eklemeliyiz.
Rasûlullah’ın (sav) Medine’den çıkışı Mekke’de büyük bir panik ve ger-
ginliğe sebep olmuş, Mekkeliler bir anda savaş pozisyonu almaya baş-
lamışlardı. Halid b. Velid 200 adamıyla Müslümanları karşılamak üzere
hareket etmişti bile.
Peygamber (a.s) bütün yalınlığıyla aslında savaşmak için gelmediği

228 REFERANDUM TARTIŞMALARI


mesajını vermesine rağmen, Mekke’ye haber sızdırması umulan kişiler
vasıtasıyla, eğer umre için izin vermezlerse savaşmaktan çekinmeyiz
mesajını vermekten de geri durmuyordu.
Mekkelilerin acziyetine bakın ki, kendisini ve tebliğ ettiği Din’i ortadan
kaldırmak için üç defa Müslümanların en az üç katı ve tam teçhizatlı
kuvvetle Medine’ye kadar uzanmış olmalarına rağmen, şimdi 17 km.
kadar burunlarının dibine sokulmuş olan, yanlarında hiçbir savaş ara-
cı bulunmayan 1500 kadar müslümanla ne yapacakları sorusu, onları
büyük bir paniğe sevk etmişti. Bu şaşkınlık içinde Peygamber’e elçiler
göndermeye başladılar. Rivayetlere bakılırsa Kureyş Peygamber’e Bedil
b. Verka, Mukriz b. Hafs, el-Huleys b. Alkame, Urve b. Mes’ud ve en
sonunda da Süheyl b. Amr’ı elçi olarak göndermiştir.[2] Peygamber’in
bu ani baskını adeta Kureyş’in dizlerinin bağını çözmüştü.
Rasulullah da derhal diplomatik faaliyetlere başlamış, elçi olarak önce
Ömer b. Hattab’ı göndermeyi düşünmüş, Ömer ise can güvenliği kaygı-
sını dile getirerek, Osman’ı göndermesinin daha yerinde olacağını ileri
sürmüştür. Peygamber (a.s) Osman’ı göndermiş, bir ara Mekkelilerin
Osman’ı hapsetme girişimi, Müslümanlara onun öldürüldüğü şeklinde
intikal etmiştir. Bunun üzerine Rasulullah sahabeyi bir ağacın altında
toplamış ve Osman’ın öldürülmesine karşılık Mekkelilerle savaşacakla-
rını bildirmiş, bunun için sahabeden bîat almıştır.[3] Buna da bey’atu’r-
rıdvân denilmiştir. Müslümanların bu biatını haber alan müşrikler ise
telaşa kapılarak Osman’ı serbest bırakmışlardır.
İşte Süheyl b. Amr’ın (iki arkadaşıyla birlikte) barış yapmak üzere
gelmesi tam bu aşamadadır. Karşılıklı müzakereler sonucunda Mekke
elçisiyle peygamberimiz arasında on yıl geçerli olması öngörülen beş
maddelik antlaşma imzalanmıştır.

Hudeybiye Barış Antlaşması Müslümanlara ne kazandırdı?

 Hudeybiye antlaşması Peygamber (a.s)’ın sadece harp sanatında değil,


siyaset masasında da çok başarılı olduğunu göstermektedir. Görünüş-
te antlaşma tamamen Müslümanların aleyhine şartlar ihtiva ettiği için
sahabe bir türlü içine sindirememiş, anlaşmanın imzalanmasına taraf
olmamışlardır. Ashabıyla istişare etmeye çok önem vermesine rağmen
Peygamber (a.s), Hudeybiye’de neredeyse tek başına kalmış fakat doğ-
ruluğuna inandığı bir karardan asla geri adım atmamıştır. Zaman, onun
bu siyasî dehasını kanıtlamıştır.
 Hudeybiye’yi önemli kılan neydi? Bu antlaşmayla İslam artık Arap ya-
rımadasının bir numaralı siyasî gücü haline geliyordu. Bundan böyle
İslam’ı dikkate almadan Arap yarımadasında kimse bir siyaset yapama-
yacaktı. Hudeybiye, aslında yaklaşık yirmi iki ay sonra gerçekleşecek
olan Mekke’nin fethinin ilk ve büyük adımıydı. O günden itibaren Mekke
düşmüş sayılırdı.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 229


Hudeybiye antlaşması görünüşte tamamen Mekkelilerin başarısını,
Peygamber’in ise acziyet içinde teslimiyetini gösteriyordu. Hâlbuki
gerçek bunun tam tersiydi. Müslümanların umre için Mekke’ye girme-
lerine evet izin verilmiyordu lakin ertesi sene gelip üç gün kalmalarına
müsaade edilmesi, bu sürede Mekkelilerin şehri boşaltıp dağlara çekil-
me kararları bile İslam’ın gücüne boyun eğdiklerinin ifadesiydi. Çünkü
İslam’ın etkileme gücünden çekindikleri için kendi insanlarını üç gün
Mekke dışına çıkartacaklardı. Müslümanlara belki de en ağır gelen,
Mekke’den Medine’ye sığınacak Müslümanların geri iade edilmesi şar-
tıydı. Rasulullah ise, Allah elbette bir çıkış yolu yaratır diye düşünmüş
olmalıdır. Bu şekilde birkaç Müslümanın biraz sabretmesine bedel ola-
rak, öte yandan birçok kazanım elde edilecekti. Gerçekten de Allah öyle
bir çıkış yolu yaratmıştır ki, belki Peygamberimiz bile hayretini mucip
olmuştur. Ebu Basîr liderliğinde Mekke-Medine yolu üzerinde Îs deni-
len bir bölgede kümelenen, Mekke’den kaçan ama Medine’ye gitmeyen
mü’minler Mekkeliler için büyük bir tehdit oluşturmuşlar ve bizzat Mek-
keliler Peygamber’e başvurarak anlaşmanın bu maddesini feshetmeyi
önermişlerdi.
Antlaşma süresince Kureyş Müslümanlara, Müslümanlar da Kureyş’e
saldırmayacaktı. Bu on sene zarfında Müslümanlar dinlerini yayacaklar-
dı.
Bu antlaşma ile Mekke aristokrasisi ilk defa Muhammed (a.s)’ı siyasî bir
muhatap olarak resmen tanımış, kendisiyle antlaşma imzalamak zo-
runda kalmıştır. Ayrıca Muhammed ve adamlarıyla antlaşma imzaladığı
için de Kureyş, çevredeki putperest kabileler nazarında itibar kaybına
uğramıştır.
Medine’den ayrılırken münafıklar tarafından, kendisini ateşe atıyor,
çölde Kureyş hepsini kılıçtan geçirecek gibi dedikodulara konu olan
Peygamber ve ashabının, (Mekke fethine giden yolda ilk adımı atmış,)
hiç kimsenin burnu bile kanamadan ve muzaffer bir ordu edasıyla
Medine’ye dönmesinin hâsıl ettiği siyasî ve toplumsal nüfuz her tür-
lü izahın üstündedir. Hayber’in fethi, Mekke’den önce Müslümanlara
Hudeybiye’nin yaptığı orta boy bir armağan idi…

Hudeybiye’nin anayasa oylamasıyla kıyaslanması

Rasulullah’ın sîretine parçacı yaklaşıldığında, her bir olaydan farklı yo-


rumlar devşirmek mümkündür. Ama bu, ilmî bir yöntem değildir ve
bu yöntemle ciddi bir fikir inşa edilemez. Hudeybiye antlaşmasının,
günümüzde anayasa oylamasıyla karşılaştırılmasına gelince, bu konu-
da birçok yanlış kıyaslama yapılmaktadır. Bunları şu şekilde özetlemek
mümkündür.
 * Siyasî ve diplomatik açıdan büyük bir başarı olan Hudeybiye antlaş-
masıyla Medine İslam devletinin başkanı olarak Peygamber (a.s) çok

230 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ciddi bir atak yapmıştır. O güne kadar Medine’de daha çok savunmada
kalan Peygamber ilk defa bir karşı hamle yapmış, bir kere daha politi-
kayı kendisi belirlemiştir. Umre için evinden çıkışı Mekke’de büyük bir
telaşa yol açmış, nihayetinde Mekke yönetimi onunla barış masasına
oturmak zorunda kalmıştır. Acaba bu açıdan anayasa oylamasıyla Hu-
deybiye arasında ne gibi bir benzerlik vardır?!
* Devletleşme sürecinde emin adımlarla ilerleyen nebevî İslamî ha-
reketin çok önemli bir safhası olan Hudeybiye, yaklaşık on sekiz yıllık
bir İslamî tebliğ ve hareketten bağımsız düşünülemez. Bu antlaşma,
hicretle beraber oluşan Medine İslam yönetiminin askerî, siyasî, sosyal
ve diplomatik hamlelerinin önemli bir parçasıdır. Bedir, Uhud ve Hendek
savaşları; üç büyük Yahudi kabilesine karşı izlenen politika; Mekke’nin
fethi gibi belli başlı büyük atılımlar göz önüne alınmadan Hudeybiye’yi
konuşmak eksik olur.
 Aslında Hudeybiye’yi doğru okumak için İslamî tebliğin ilk yıllarına, iş-
kencenin, boykotun, ötekileştirmenin haddi hesabının olmadığı o neta-
meli yıllara kadar gitmek gerekir. Kureyş kâfirlerinin Peygamber (a.s)’a
yaptıkları uzlaşma tekliflerini atlamamak gerekir. Peygamber (a.s) o
yıllarda oligarşik düzeni geriletmeye, mevzi kazanmaya çok daha fazla
muhtaçtı! Buna rağmen Kureyş’in tekliflerini her seferinde, bir elime
güneşi, bir elime ayı koysanız yine beni bu davadan vazgeçiremezsiniz
kesin kararlılığıyla reddetmişti.
 Hudeybiye antlaşmasıyla Peygamber (a.s) akîdesinden, siyasetinden,
İslamî hareketten hiçbir taviz vermemiş, herhangi bir geri adım atma-
mıştır. Peygamber’in adının yanından ‘Rasulullah’ kelimesinin antlaşma
metninden sildirilmesi, “bismillahirrahmanirrahîm” yerine “bismikella-
hümme” yazdırılması gibi ayrıntılar, büyük resmi görmeye asla engel ol-
mamalıdır. Peygamber, akidesini pazarlık konusu yapacak olsaydı bunu
Mekke’de iken yapardı. Hudeybiye antlaşması sonucunda Müslümanlar-
la kafirler arasında akidevî bir yumuşama, ılımlılaşma olmamıştır. “Le-
kum dînikum veliyedîn” ilkesinde en küçük bir dönüşüm yaşanmamıştır.
Zaten aksi de beklenemezdi.
 Hudeybiye’de Peygamber kâfirlere yağcılık yapmadı, tabasbus etmedi,
onlarla uyuşma, uzlaşma yolları aramadı; ne olur bir arada yaşayalım,
bizi yanlış anladınız, hayat değişiyor, her şey değişiyor, biz de değişiyo-
ruz; 18 yıllık husumetleri bir tarafa bırakalım mealinde özür dilemedi.
Hudeybiye’de Peygamber’in attığı imza Mekkelilere, sizin düzeninize
karışmayacağız, ideolojinize saygı duyuyoruz, sizinle bir arada ve bir-
birimizi incitmeden yaşamak istiyoruz gibi bir işbirliği teklifi de değildi.
Peygamber’in nazarında Mekke oligarşisi hala kafirdi ve ona yeryüzünde
iktidar olma hakkı tanınamazdı. Bir yıl kadar öncesinde Hendek savaşı,
22 ay kadar sonrasında Mekke fethi vuku bulan bir antlaşma, şirk düze-
nine akidevi (ideolojik) bir ‘zeytin dalı’ uzatmak olarak gösterilebilir mi?
 Günümüzde sistem tarafından kuşatılan ideolojik grupların, kendilerini

REFERANDUM TARTIŞMALARI 231


Peygamber’in bu siyasetiyle aynılaştırıp, biz anayasayı bu gerekçeyle
onaylıyoruz demeleri mümkün müdür?  Kendi indî yorumlarını din gibi
lanse eden, kelime-i tevhiddeki “Muhammedün rasulullah” kısmını çı-
kartmayı önerebilecek kadar kendi köklerine yabancılaşmış, inancını
her türlü pazarlığa tabi tutan Müslüman-demokratlar, laik bir anayasayı
onaylamak için işbu Hudeybiye antlaşmasını referans verebilmektedir-
ler. Sözü edilen bu ılımlılar, zaten hiçbir zaman İslam’ı siyasal bir yöne-
tim projesi olarak algılamamışlardır. Onlara göre İslam, Budizm veya
mistisizm benzeri tamamen sivil bir tapınma biçimidir, daha doğrusu bu
kıvama getirilmelidir! Onların literatüründeki İslam, bizantinist bir din-
dir, dindar kitleleri mevcut siyasî rejime itaat ettirmek için bir manivela
gibi kullanılır. İslam alenen siyasete alet edilir, istismar edilir. Kendileri
de, eteklerine konan üç kuruşluk menfaatlere tav olurlar ve sonra da bu
sefihliklerini, rüyalarında peygamberi yanlarına getirerek hizmetlerini
övdürmek suretiyle ilahî bir koruma altına alırlar!
Aslında işaret ettiğimiz Müslüman-demokrat manivelaların Hudeybiye
örneğini kullanmaya ihtiyaçları da kalmamıştır. Fakat onları geriden ta-
kip eden bazıları için sanki filim yeniden vizyona girmektedir.
 * Hudeybiye’de olan, güçlü bir devletin, Müslüman bir örgütü siyaseten
kuşatarak, kendi şartlarını dayatması, pazarlık masasına oturtarak ör-
gütün siyasî geleceğini bitirmesi veya uzlaşmaya ve işbirliğine mecbur
etmesi, ideolojisini pazarlığa açık hale getirmesi gibi bir durum [demok-
ratik açılım!] değildir. Hudeybiye’de şu olmuştur: Nebevî hareketin ima-
mı olarak Peygamber (a.s) kalkıp müşriklerin kapısını zorlamış, onları
kendi evlerinde siyaseten taciz etmiş, köşeye sıkıştırmış, ne yapacak-
larına bir anda karar veremeyen Mekke yönetimini, pazarlık masasına
oturtmuştur. İslam’ın bileğini bükemeyen Mekkeliler, “bari sizinle anla-
şalım” demek durumunda kalmışlardır. Kısacası Hudeybiye bir örgütle
bir devlet arasında işleyen, örgütü teslim alma süreci değil, siyasal
açıdan birbirine rakip iki yönetim arasındaki bir nüfuz mücadelesidir. Bu
mücadeleden İslamî tarafın galip çıktığında ise hiç kuşku yoktur.
* Hudeybiye antlaşması hiçbir şekilde Müslümanların kafirlerden hak
istemeleri de değildir. Bu açıdan günümüzdeki sivil demokratik hak ta-
lepleriyle, insan hakları retoriği ile kıyaslanamaz. Müslümanlar böyle bir
talepte zaten (Peygamber döneminde) hiçbir zaman bulunmamışlardır.
Müslümanlar kendi inisiyatifleriyle aldıkları kararlarını uygulamaya giriş-
mişler fakat yarı yolda düşman tarafından engellenmişlerdir. Mekke’ye
böyle bir ‘hır çıkartmak’ için gitmemiş olan Peygamber (lider)[4], barış
anlaşması imzalayarak, savaşla elde edeceklerinin çok daha fazlasını
barışla elde edeceğini görmüştür. Hudeybiye gibi yüksek bir zeka ürünü
siyasal manevralar, kanlı bir savaştan çok daha hayırlı sonuçlar hasıl
edebilmektedir. Günümüz anayasa oylamasında ise, devlet aklının kü-
çük grupları etki altına alması söz konusudur.
* Günümüzdeki anayasa oylamasında tek taraf vardır, o da devlettir.

232 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Onun karşısında, gücünü kullanarak devleti pazarlık masasına oturmak
zorunda bırakmış örgüt ya da örgütler yoktur. Hele böyle ‘İslamî’ bir ör-
gütten hiç bahsedilemez. Devlet vaziyete hâkimdir. Anayasası eskimiştir
(çağın gerisinde kalmıştır) ve onu yenilemek, çağa uygun hale getir-
mek istemektedir. Bu sürece ‘efendice’ katılanlar, elbette katkılarının
mürüvvetini bir şekilde görecekler, geleceği parlak görünen demokratik
cumhuriyet tarafından işleri âsân edilecektir. Bu da normaldir çünkü her
şeyin bir bedeli olmalıdır!
Bu aşamada, sisteme tamamen karşıt olup, onun anayasasını oylama-
nın, kendisini meşru kabul etmek anlamına geleceğini düşünenlerin
dışında hiçbir dinî nitelikli grup veya kişi, anayasa oylamasına bigâne
kalamamaktadır. Çünkü bu, çok büyük bir siyasî dirayet ve sabır gerek-
tirmektedir. Devlet için, tüm halk katmanlarını olduğu gibi kimi ‘siyasal
islamcı’ları da bu modernizasyon vesilesiyle sistem içine çekmek zor
olmamaktadır. Devletin anayasası revize edilirken bu denli hüsnü kabul
gösterenler, yarın anayasa yeniden yazıldığında daha büyük bir heye-
canla destek vereceklerdir. Şu anki anayasayı bütün kötülüklerin anası
gibi ananlar, 1982 yılında %91 civarında bir oyla kabul edildiğini ve bu
91’in içinde o günün pek çok ‘islamcı’sının da bulunduğunu unutmakta-
dırlar.
* Anayasaya ‘evet’ oyu vermek ne anlama gelmektedir? Anayasaya
evet oyu vermek, devletin en temel yönetim kaynağı olan yasal metni
oylamak, dolayısıyla sisteme ‘anayasal temelden’ dahil olmak anlamı-
na gelmektedir. Anayasa, devletin ve organlarının kuruluş ve işleyişi,
kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili temel ilke ve kuralları belirler. Devletin
biçimi (federal veya basit devlet), nitelikleri (demokratik, sosyal, sos-
yalist, laik, dinî v.b.), yasama, yürütme ve yargı organlarının kurulu-
şu, görev ve yetkileri ve birbirleri karşısındaki durumları, kişilerin hak
ve özgürlükleri, bunların sınırları ve sınırlanma yolları ve usulleri gibi
konular anayasaların başlıca ilgi alanlarına giren noktalardır.[5] Ana-
yasa teriminin batı dillerindeki karşılığı olan The Constitution kelimesi
Türkçeye ‘ana kuruluş’ diye tercüme edilmektedir. Anayasa/anakuruluş
bir toplumun siyasî ve hukuki temel düzeniyle yazılı veya yazısız ana
hukuk kuralları bütünüdür.[6] “Çağdaş anayasalar sadece devletin te-
mel kurumlarını ve örgütlenişini belirtmekle kalmamakta aynı zamanda
devletin ve toplumun dayandığı temel esasları da belirtmektedirler.
Devletin dayandığı temel ilkeler demokratik, laik, sosyal v.b olabilmek-
tedir.”[7] Bizim de dediğimiz işte budur: yeni anayasa ile devletin temel
laik-demokratik karakteri daha da güçlenecektir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel niteliği, laik ve demokratik ol-
masıdır. Cemaatler artık bu niteliğe aldırış etmemektedir. Bilakis laiklik
ve demokrasiyi korumak bundan böyle cemaatlerin işidir. Şu kadar var
ki, yenilikçi siyasal gruplar, laikliğin halkın sırtında sürekli şaklayan bir
kırbaç olmasını kıyasıya eleştirmekte, bunu insan hak ve hürriyetlerine
aykırı bulmakta, laikliğin biraz daha ‘din ve vicdan özgürlüğü’ne doğru

REFERANDUM TARTIŞMALARI 233


evrilmesini istemektedirler. Devletin demokratik niteliğine ise neredey-
se bütün toplum katmanları sahip çıkmaktadır. Anayasa reformu ile
devletin demokratik niteliği daha da pekişecek, Avrupa tarzı bir demok-
ratik rejim tesis edilecektir.
Kanaatimizce anayasa bir devletin hem amentüsü, hem de ilmihalidir.
Anayasa bir tür toplum sözleşmesidir. Sandık başına giderek oy veren
insanlar böyle bir sözleşmeyi meşru saymakta, evet oyu verenler ise
sözleşmeyi kabul ediyorum anlamında imza atmaktadırlar. Dolayısıyla
“biz oligarşik düzeni gerileteceği için anayasa referandumuna evet di-
yoruz ama rejimin temel değerlerine katılmıyoruz” açıklaması, aslında
ideolojik bir gerilemenin belirtisi olabilir ve “kola içiyorum ama kolanın
içindeki şu şu maddelere karışmıyorum” demek kadar saçma bir savun-
madır.
Her şeye rağmen bu yeni anayasa oylamasının İslami siyasî dü-
şünceye yeni hayırlar getireceği umudumu asla yitirmiyorum.

[1] -Prof. Dr. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,


Ank-2007, s. 198.
[2] -Muhammed Gazali, Fıkhu’s-Sîre, İst-2005, s. 321.
[3] -Kur’an Fetih suresinde sahabenin, o ilk İslam neslinin Peygamber’e
yaptıkları bu biattan ve hatta ağaçtan da bahsetmekte, Müslüman-
ların biatlarını o kadar tasvip etmektedir ki, “Muhakkak ki sana biat
edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların elleri üze-
rindedir…” buyurmaktadır. (Fetih suresi, 10. ayet). Ve o ağacın altında
Peygamber’e biat eden mü’minlerden Allah razı olmuştur buyurmakta-
dır. (18. ayet).
[4] -Peygamber’in o günkü bu kanaati, kimi İslami çevrelerin de alet ol-
duğu ‘savaşa hayır’ şeklindeki demokratik eylemlerle asla karıştırılma-
malıdır. On yıllık devlet döneminin neredeyse her günü büyüklü-küçüklü
gazvelerle geçmiş bir Peygamber’in ‘savaşa hayır’ diyenlerden olması
beklenmez.
[5] -Büyük Larousse Ansiklopedi ve sözlük.
[6] -Büyük Larousse Ansiklopedi ve sözlük.
[7] -Davut Dursun, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi.
 İktibas - Eylül 2010, Sayı 381

234 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Referandum süreci ve
sonrasındaki
konumumuz üzerine
BÜNYAMİN ZERAN

Türkiye, geçmişiyle hesaplaşma sürecine doğru hızla ilerlemekte. To-


taliter sistemler yerine artık liberal özgürlükçü sistemler inşa edilmek-
tedir. Zira sisteme yeni kan gereklidir bu kan da elbette geleneksel,
muhafazakar müslümanlardan oluşan bir kitlenin kanıdır. Fizikteki
etki-tepki prensibini göz önünde bulundurursak geçmişteki sistemler
müslümanları ha bire dövmekteydi. Bu durum etkiye karşı bir tepki
doğurarak müslümanların kendilerini savunacak yeni hamleleri berabe-
rinde getirmekteydi. Zamanla bu yöntemin sistemi güçsüzleştirmekten
başkaca bir işe yaramadığını farkedenler sisteme taze kan pompalamak
adına devletin müslüman halkıyla barışmasını sağlayacak yeni hamleler
yapmasına sebep oldular. Zira devir medeniyetler çatışmasının olduğu
bir devir olarak kabul edilmekteydi ve ideolojilerin artık sonlandığı tek
ideolojik düzenin protestan batı kültürü olduğu gerçeği ilan edilmiş-
ti. Amerikan dış siyasetini inşa edenlerden Fukuyama ve Huntington
hazretleri böyle buyurmuşlardı. Elbette böylesi bir dünyada fundamen-
talist İslam’ı hortlatmak yerine kavramları iğdiş edilmiş, taleplerinden
arındırılmış, geleneği savunan ve Allahsız, kitapsız bir adalet anlayışını
dillendiren güdükleştirilmiş bir İslam’ı yaşatmak ve toplumsal bir taban
bulması için devlet eliyle desteklemek daha elzem bir konu haline gel-
meliydi. Bunun için kulluk yerine özgürlüğü dillendirerek işe başladılar.
Allah’a kul olmayı tartışmak yerine daha fazla bireyleşmek, dünyevileş-
mek, hedonist olmak gündem edildi. Müslümanlar meseleyi bir bütün
olarak değerlendirip ilkesel bazda düşünerek yürüdükleri yolu görmeleri
gerekirken parçalar içinde boğularak ilkesellikten hızla uzaklaşmaya ve
akabinde savrulmaya başladılar. Geçmişinde tevhidi akideye çok büyük
emekleri geçmiş müslümanların nerdeyse sistemi herkesten daha çok
savunur hale gelmeleri şaşılacak bir durum meydana getirmiştir.
Daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük isteyerek savrulma sü-
recine giren bu kimseler red yoluyla hiç bir şey kazanılmayacağını dil-
lendirerek uzlaşı yolunu tercih etmek gerektiğini vurgulamaktadırlar.
Oysa İslam Adem’den Muhammed (as)’e kadar “La ilahe illallah” ilkesini
dillendirmiştir. Yani öncelikle red sonrasında ise yalnızca tek ilahı ka-
bullenmek esası üzerine vahyi bina etmiştir. Müslüman öncelikle neyi
reddettiğini ve neyi kabul ettiğini iyi bilmelidir ki savrulmasın. Elbette
ki Allah’ın arzu etmediği herşeyi reddederek yola devam etmek zo-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 235


runda olduğumuzu bilmeliyiz. Bu, inen ilk suredeki “yaratan rab adına
okumak” ayetinin bir gereği ve zorunluluğudur. Zira yaşadığımız her
anı onun terbiyesine ve otoritesine uygun bir şekilde yaşamak zorunda
olduğumuzu bilmemiz şarttır. Bizim taleplerimiz vahyin bizden istedik-
leri dışındaki değildir. Egemenliği, içinde sekülerliği olmazsa  olmaz şart
olarak koşan demokrasiye yani halkın iradesine teslim eden bir anla-
yış yerine Allah’a teslim eden bir anlayışı kabul etmek durumundayız.
Allah’ın mescitlerini nasıl ki kafirlerin onarmaya hakkı yoksa müslüman-
ların sorunlarının da kafirlerce çözülmesinin mantığı yoktur. Örneğin 12
eylüldeki referandumda başörtüsü oylanacak olsaydı ve sorulsaydı ey
halk başörtüsü açılsın mı yoksa örtülsün mü ne dersiniz diye. Evet mi
denmeli hayır mı denmeli? Ben yine aynı kararlılıkla diyorum ki müs-
lümanları ilgilendiren bir durum değildir. Evet ya da hayır demek bizim
işimiz değildir. Çünkü yaratan başörtüsünü bir emir olarak müslüman
hanıma vermişse halka dönüp Allah bu emrivermiş ama doğru mu de-
miş yanlış mı demiş ey halk hele bir de siz birşey söyleyin demektir. Ve
bu durum açıkçası yaratana karşı müstağnileşmek ve kendini tanrı yeri-
ne koymaktır. Belki yine hümanizm adına, özgürlük adına, insan hakları
adına söylediklerime karşı çıkılacaktır ama Allah’ın vahyi bize yalnızca
kendisine teslim olmamızı ve tağutun tüm hilelerine karşın uyanık ol-
mamızı bize şart koşmaktadır.
Tevhidi akideye bağlı kalarak savrulmadan dimdik duruşunu bozmayan
müslümanlar bilmelidirler ki 13 Eylül’den sonraki süreç bizler için daha
sancılı geçecek bir süreçtir. Daha fazla özgürlük ve liberalizm anlayışı-
nın toplumda yaratacağı duyarsızlık ve ilgisizlik daha fazla olacağı gibi
belli talepleri yerine getirilen muhafazakar kesim daha fazla tevhidi
akideye sahip müslümanların sisteme karşın önünde tampon görevi
göreceklerdir. Kent dindarlığı hızla topluma kabul ettirilecek ve daha
ilerisi kişilerin cinsel tercihlerine varıncaya kadar serbestlik tanınacaktır.
Demokrasi yoluyla müslümanlar radikal isteklerinden arındırılacak  eğer
arındırılmazsa geçmiştekinden daha şedid bir şekilde cezalandırılarak
istekleri bastırılacaktır. Hem de bunu yaparken sevap kazanma mantığı
içerisinde işkenceler tam gaz devam edecektir. Bu söylediklerim ütopya
olarak değerlendirilebilir. Eğer böyle düşünüyorsanız bundan 17 yıl önce
S. Huntington tarafından kaleme alınan medeniyetler çatışması maka-
lesinin aynı versiyonunun ülkemizde Mehmet Altan tarafından kent din-
darlığı olarak yerleştirilmeye çalışıldığına tanıklık edeceksiniz. Öyleyse
müslümanların bu referandum sürecini konuştukları kadar referandum
sürecinden sonra da neler yapılması gerektiği üzerinde kafa yorması
gerekmektedir. Yani yeni bir fıkha gereksinimimiz vardır. Bu fıkhı elbette
müslümanlar kendi ölçeğinde değerlendirip hayata geçirmekle yüküm-
lüdür. Vahyin sorumluluğu insandadır. Liberalizm insanı esfele safilin
yapmak arzusundadır. Yani insanı hiçleştirmek ve modernizm elinde
hazperest bir hale getirerek yok etmek amacındadır. İslam, insanı dirilt-
menin ve eşrefi mahlukat seviyesine çıkarmanın derdindedir. Sistemler
giderek dert sahibi insan bırakmamaktadır. Müslümanların işi giderek
236 REFERANDUM TARTIŞMALARI
daha güçleşmektedir. Çünkü şimdilerin hazperest insanına dert aşıla-
mak için herzamankinden daha fazla efor sarfetmek zorundadır. Bunun
için daha fazla sürede vahiyle irtibat ve müminlerin birbiriyle daha ya-
kın alaka kurmasını zorunlu kılmaktadır.
Sistemi red ama daha fazla özgürlük için tağutun getirdiği kısmi düzen-
lemelere evet diyen kardeşlerimize bulundukları çizgiyi yeniden sorgu-
lamaları gerektiğini hatırlatmak zorundayız. Allah’ın kullarından iste-
dikleri ile sistemin beklentilerini ve işin varacağı nihai noktayı iyi tespit
etmek gerekmektedir. Kabe’nin örtüsünü değiştirmek, hacılara su dağıt-
mak Allah’a iman etmek gibi değildir, ayetini düşünmemiz gerekmekte-
dir. Yapılan kısmi iyileştirmeler bizi bütünü görmekten alıkoymamalıdır.
Zira bütün olarak baktığımızda Allah’a savaş açmış, hiçbir yasasını kıs-
men dahi dine dayandırmayan, laik, milliyetçi ve demokratik değerler
üzerine yasalarını bina etmiş bir sistemi görememek Kabe’nin örtüsünü
değiştiren müşriklerin tutumuna aldanarak yine bu müşriklerin insanları
tevhidi akideden uzaklaştırıp kullara kulluğu süsleyerek toplumu nasıl
kıyıma uğrattıklarını, nasıl kast sistemleri inşa ettiklerini, fuhşu nasıl
yaygınlaştırdıklarını toplumsal adaletsizliği nasıl inşa ettiklerini görme-
meye benzer. İslam, dosdoğru yolu anlatırken o yolda nasıl yürüneceği-
ni de anlatmıştır. Doğal olarak bizim ilkesel bazda vahyin çizgisi dışında
kendimize yeni yollar ihdas etmemiz ancak bizi o dosdoğru olan yoldan
ayıracaktır.
02.09.2010
KAYNAK: www.iktibasdergisi.com

Devrimci Bir Hamle:


Evet
BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

12 Eylül’de Türkiye’de yaşayan tüm insanları ilgilendiren önemli dü-


zenlemeler halkın oyuna sunulacak. Türkiye’de yaşayan insanlara şuan
yönetilmekte oldukları düzenin 1980 darbesi sistemiyle mi yoksa daha
demokratik/görece olarak daha özgür bir ortamda mı yönetilmek isten-
dikleri sorulacak. Resmî ideolojiyi savunanların oluşturduğu oligarşik
gidişât ya devam edecek ya da değişen dünya dengeleri sebebiyle hal-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 237


kın talepleriyle daha uyumlu bir işleyiş tercih edilecek. Peki bu tercih
dönemecinde “Tevhidî çizgi” olarak tanımlanan Müslümanların yakla-
şımı nasıl olmalı? İşte bu konuda önemli görüş ayrılıklarının olduğu da
aşikâr.

İhtilâfın Teorik Arka Planı


Öncelikle sorunun Demokrasi meselesine külliyen bir red perspektifin-
den bakan ve tartışmayı itikâdî düzlemde yapan Selefî bakış açısıyla
Demokrasi’yi analiz ederek doğru-yanlış yönlerini İslâmî kıstaslara göre
ayrıştıran ve bu sebeple durumu külliyen itikâdî bir konu olarak ele
almayan yaklaşım tarzı arasındaki ihtilaf olduğunu belirtmeliyiz. Selefî
akımlar ve Hizb’ut Tahrîr’in demokrasiyi tamamen reddetmesinin yanı
sıra özellikle İhvân-ı Muslimîn-Filistin-Hizbullah ve İran İslâmî hareket
çizgisinin diğer kanadı oluşturduğu kaba hatlarla ifade edilebilir. Ayrıca
Demokrasi konusu İslâm düşünürleri arasında da yoğun tartışmalara
sahne olmuş külli red yerine daha analitik yaklaşmayı tercih etmişlerdir.

Kullanılan Dil’e Dikkat Etmek Gerek


Murat Aydoğdu Kardeşimin Herşeye Karşı Çıkma Sendromu ve Refe-
randum başlıklı makalesi neden Kemalist oligarşinin geriletilmesi için
insiyatif almamız gerektiğini çok iyi anlatıyor. Lakin, ben bu tartışmada
kullanılan dili sorgulamamız gerektiğini de düşünüyorum.
İslâmî kimi kavramları böyle anlayabiliriz. Bu boyutuyla değerlendirebi-
liriz. Ancak İslam düşünce dünyasında halen tartışılmakta olan Tevhidin
mahiyeti, Demokrasi’nin konumu ve sınırları gibi konularda tek bir yo-
rumsamayı mutlaklaştırıp tüm Müslümanları bu yorumla yargılayıcı bir
dil inşaâ etmek doğru bir yaklaşım olmamalı.
Merhûm Seyyid Kutub’un taslak bir metin olarak ulaştığı bilinç devresi
Şehid olması sebebiyle olgunlaştırılmayı beklerken onun kimi konu-
lardaki yaklaşımlarını İslâm’ın muhkem nassı imiş gibi algılamak ta
ikinci bir yanılgıya sürükleyecektir bizleri. Oysa yapılması gereken şey
Kutub’un düşünsel mirasını olgunlaştırmak ve şerh etmek, daha ileriye
taşımaktır. Kutub’un Nasır Mısırının tarihsel şartlarında inşa ettiği dil
değil, ulaşmış olduğu Kur’ânî bilinçtir geliştirilmesi gereken şey.
Bugün İslam dünyasında bahsini ettiğim klasik ve modern kavramlar
üzerinde anlam ve mahiyeti üzerinde tartışmalar yapılmaktadır. Bu tar-
tışmalar yokmuş gibi davranmak beraberinde totaliter ve buyurgan bir
söylemi getirmektedir.
Örneğin Demokrasi’nin tanımı, İslami Kimliğin Demokrasi karşısındaki
tutumu, kırmızı çizgileri, olumladığı ve olumlamadığı yönleri konusun-
da Malik b. Nebi’den, Ali Şeriati’ye, Fadlullah’tan, Tarık Ramazan’a,
Muhammed Abduh’tan, Muhammed Ammara’ya, Hasan Turabi’ye,
Karadavi’ye, Muhammed Esed’e ve Mevdudi’ye kadar pek çok İslam
238 REFERANDUM TARTIŞMALARI
düşünürünün ufuk açıcı yaklaşımları mevcuttur.
Bu sebeple “Türkiye’li Müslümanların çoğunluğunun Türkiye’deki
öncelikli tehditin oligarşik düzen olduğu bu sebeple oligarşinin
çözülmesi/geriletilmesi için atılan bir adıma aktif destek olun-
ması gerektiği”ni savunuyor oluşunu İtikâdî düzleme taşımak ve bu-
rada Tevhid-Şirk çatışmasında mahkum etmek doğru bir dil ve yöntem
değildir.
Bu açıdan baktığımızda sandık gördüğü yerde boykotu “iman”dan gö-
renlerle o sandığın sonuçlarının Müslümanların hayrına mı yoksa şerri-
ne mi olduğunu fıkhedenler arasında bir algılama farklılığı mevcuttur.
Bu farklılığa rağmen olayı Tevhid-Şirk düzlemine çekmek açıkça diğer
Müslümanları müşriklikle itham etmeye, tekfire sürükleyen itham edici
mahkum edici bir dil kullanmaya itmektedir.
Bu dil yıllardır aynı saflarda mücadele eden pek çok Müslümanın arası-
na soğukluk ve ayrılık sokmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Konu-
yu Tevhid-Şirk düzleminde ele aldığımızda kişiler arasındaki İslâmi hu-
kuk ta ciddi biçimde değişim göstermektedir. Bu sebeple bir tartışmada
şirkle itham ettiğiniz dava arkadaşlarınızla yarın yüzyüze omuz omuza
aynı sıcaklıkla aynı hukukla yola devam edemezsiniz. Bu sebeple kulla-
nılan dile çok dikkat etmeli, Tekfirci, dışlayıcı ve ipleri kopartan bir şid-
dette olaya yaklaşılmamalıdır.

Tartışmada Tutarlılık Sorunu


Öncelikle Referandum konusunda bazı müslümanların tavırlarını açıkça-
sı yadırgıyorum. Ama bu yadırgama bir algılama farklılığına dayanıyor.
Demokrasiyi külliyen reddeden bir anlayış yapısı elbette demokrasiye
dair tüm argümanları da reddetmelidir. Tutarlılık bunu gerektirir. Lakin
Demokrasiyi toptan reddetmeden olaylara yaklaşanlar Demokratik kimi
uygulamalara İslami ilkeleri sebebiyle itiraz etmelidirler zaten.
Demokrasiyi imani bir mesele olarak algılayanların tutarlılık adına yap-
maları gereken şey demokrasinin tüm aygıtlarından uzaklaşmak olmalı-
dır. (Dergi çıkartmak, nüfus cüzdanı kullanmak, devletin imkanlarından
yararlanmak/burs almak/sigorta yaptırmak vs) aksi taktirde açık bir
tutarsızlık içine düşeceklerdir.
Türkiye’de yaşayan insanların içinde bir kesim olan “Tevhid merkezli
Müslümanlar” bu açıdan yaşadıkları coğrafyanın gerçekliğinin dışında
kalamazlar. Bu denize atlayıp ıslanmadım demeye benzer. Dolayısıyla
söz konusu referanduma katılıp evet te deseler hayır da deseler ya da
boykot ta yapsalar sonuç olarak bu gerçekliğin bir tarafı olarak gerçek-
liğin içinde aktif bir rol alacaklardır. Bu sebeple taç çizgisinde durmanın,
boykot etmenin de siyasal/aktif bir destek olduğu hatırdan çıkartmama-
lı.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 239


Şayet bir gerçeklik içinde yaşıyorsak bu gerçekliğe uygun bir fıkıh üret-
meliyiz. Benim meselem değil deyip köşeye çekildiğinde o gerçeklik çok
daha azgın biçimde seni yutacak. Bu topraklarda yaşayan biri olarak
senin çıkarına olan her gelişmeyi desteklemeliyiz. Biz de biliyoruz yasa
yapanların “mutlak adaletten” beslenmediğini. Ama bunu biliyorum diye
kırmızı ışıkta geçmedik hiç!
Anahtar soru şu: 12 Eylül rejimi mi kısmen düzeltilmiş bir anayasa mı
bizim yararımıza? Bu sebeple müzmin bir muhalefetten ziyade makul
bir duruşu tercih ediyoruz. Herşeye karşı çıkmak ya da kabul etmekten-
se yolumuza bakıyoruz. Ergenekon saltanatına ortak olmaktansa daha
olumlu bir mevziye adım atmak için yetmez ama evet diyoruz...
Planı tutanların planlarını ifşa etme görevimiz referandumla birlikte
bitmiyor ki. Türkiye’de statükonun tasfiyesi Müslümanların yararına
mı değil mi? Elbette yararına. Ben Esed Suriyesi’nde yaşamaktansa
Türkiye’de yaşamayı 12 Eylül Türkiyesinde yaşamaktansa Almanya’da
yaşamayı Almanya’da yaşamaktansa İsveç’te yaşamayı tercih ederim.
Neden kendi Habeşistanlarımızı geri tepelim ki? Neden Müslümanlara
kan kusturanların değirmenine su taşıyalım ki? Yetmediğini söylüyor
ama mevzi bir kazanım olarak itaat etmeksizin destek veriyoruz. Ama
sınav bitti tatil geldi değil sınav son nefese ve her zemin ve vakit de-
vam ediyor...
Lakin Referandum AK Parti hükümetine verilen bir oy da değildir. Re-
ferandumda ülkede yaşayan insanlara daha insani şartlarda yaşamak
isteyip istemedikleri sorulacak. Hükümeti onaylayıp onaylamadıkları
sorulmayacak. Öyle olsaydı BBP, SP, DSİP gibi muhalif partiler evet de-
mezlerdi.
Bir yönetim şeklinin itikada taalluk eden yanları olduğu gibi itikaddan
olmayan yanları da vardır. Şu anki hükümeti en çok eleştirenlerden
biri olarak Türkiye’deki bir değişim dönemecinde insiyatif almak so-
rumluluktur diye düşünüyorum. Tevhidî çizgiye aidiyet hisseden kimi
Müslümanların bu bizim sorunumuz değil demelerinin sadece yaşanan
gerçekliğe karşı bir iradesizlik beyanı olduğunu da görmek gerekir.
“Kürt sorunu, İşçi sorunu, Kadın sorunu Müslümanların sorunu değildir
asıl sorun Tevhid sorunudur Tevhid çözülünce her şey kendiliğinden
çözülecek” yaklaşımının 12 Eylül versiyonudur Boykot… Ama bu benim
irademi elimden almıyor. AK Partici ya da müzmin AK Parti düşmanı/ne
yapsa yapsın hayırcı/boykotçu olmuyorum çünkü her iki durum da AK
Partinin belirlediği/seni iradesizleştirdiği bir durumdur. Ben kendi ira-
demle eleştiriyorum kendi irademle doğru işlere destek veriyorum. Pey-
gamberler de böyle yapmışlardı. İslam, maruf olanı sahiplenir münker
olanı reddeder. Adalet bunu gerektirir.
Bir Müslüman Allah’ı yok sayan, onu devre dışı bırakan ve hatta kimi
noktalarda ona muhalefet eden bir otoriteyi onaylamak için elbette oy
kullanamaz. Ama bu soru hem soranı hem de sorulanı şöyle bir yanılsa-

240 REFERANDUM TARTIŞMALARI


maya düşürür: Bir Müslüman oy verdiğinde her oy onaylama anlamına
gelmez. Bazı durumlarda Müslümanlar egemen olmadıkları şartlarda
İslam dışı bazı otoritelere destek vererek kendi stratejilerine yön vere-
bilirler. İslam ile Küfrün eşit seçeneklerle tercihe sunulduğu bir ortamda
gidip küfrü tercih etmek elbette itikâdi bir sorun iken, Müslümanların
azınlık olduğu ortamlarda iki İslam dışı otoriteden birisini diğerine ter-
cih ederek onu desteklemek içtihadi olarak mümkündür.  Çünkü bu
tercih Müslümanların yararına olmak üzere yapılır. Resulün siretinde ve
Kur’an’da buna bir çok örnek vardır.
Ayrıca yapılan demokrasi savunuculuğu da değildir. Çünkü demokrasi
blok bir yapı değil ki demokrasi toptan savunulsun ya da reddedilsin.
Demokrasinin İslam’a aykırı olmayan yönleri kabul, aykırı olan yönleri
reddedilir. Asıl sorun Demokrasiyi melek ya da şeytan olarak görmekte
yatıyor...
Şayet Müslümanların hayrınadır diye düşünüp Oligarşik despotizmi ge-
riletmek için yapılan düzenlemelere destek olan Müslümanlara Allahın
otoritesinden başka bir otoriteyi onaylamakla yani Kur’an’daki karşılığı
ile Şirk ile itham ediliyorsa böylesi ciddi ve hukuk değiştiren bir itham
konusunda tüm fikir ve eylemlerinizin aynı tutarlılıkta olması gerekir.
Yani demem o ki mesele Allah’ın otoritesinden başka bir otoriteyi ta-
nımak onu meşrulaştırmak ise Devletin nüfus cüzdanını kabul etmek
onu taşımak, Demokratik sistemin olanaklarından öyle ya da böyle
faydalanmak ta Allah’ın otoritesinden başka bir otoriteyi onaylamak
demektir. Oysa biz diyoruz ki böylesi keskin ve vebal/sorumluluk ge-
rektiren yargılardansa daha sakin ve ayakları yere basan cümleler
kurmak lazım. Demokratik sistem şayet -her şart ve zeminde- Allahın
otoritesinden başka bir otorite ise/külliyen o zaman Tağut’un polisinden
valisinden ve daha bir çok bilmem nesinden “izin” alarak yaptığınız her
şey şirktir (!) Şayet Allahın otoritesinden başka bir otoriteyi tanımak
onun otoritesi olduğuna onun otoritesi sınırları içinde yaşadığını “kabul”
ediyorsan o zaman askerliğe giden herkes zorla ya da zorunsuz müşrik,
tüm memurlar putperest, tüm nüfus cüzdanı taşıyanlar kafirdir(!) mi???
Bir insan Müslümanların çıkarına daha uygun diye mevcut anayasa dü-
zenlemelerini destekliyorsa bu canı gönülden Laisizme/İslam düşman-
lığına onay verdiği için midir? Yoksa şuan için atılacak adımın başka bir
adım olmayacağını düşündüğü için midir?
Bu mantığa göre Demokratik sistemi külliyen itikâdi bir durum olarak
görmeyen, bir yönetim tarzı olarak yaklaşan ve Müslümanların egemen
olmasına kadar bu sistem içinde kendisini var kılan onlarca İslam düşü-
nürünü de Allah’ın otoritesini değil Tağutun otoritesini onaylayan onlara
hizmet eden kişiler olarak görmeniz gerekecek. Tutarlılık bunu gerekti-
rir.
Ben açıkça Demokrasinin külliyen şeytanlaştırılmasının Selefi/lafızcı et-
kiden kaynaklandığını düşünüyorum.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 241


 Sonuç olarak 12 Eylül’de yapılacak referandum bir dönüm noktası. Bu
dönüm noktasında Tevhidi düşünen Müslümanların ekseriyeti değişecek
Mevcut anayasanın İslami hayat alanını daralttığını ama yapılan deği-
şikliklerin Müslümanların lehine olduğunu düşünüyorlar. Bu sebeple ya-
pılan değişikliklere destek veriyorlar. Verilen bu destek oh oh laiklik ve
sistem böyle devam etsin diye değil. Ayrıca ortada İslami bir alternatif
filan da yok ve Müslümanlar azınlık durumunda zaten. O halde var olan
değişikliği desteklememek aksine var olan İslam düşmanı oligarşiye
fiilen destek olmak anlamına geliyor. Yani Kafir-Tağut “PKK-Ergenekon-
Stalinizm” üçgenine eklemlenmek anlamına geliyor mu? Bunu da iyice
düşünmek gerek. “Sistem” diye total bir yapıdan ve bu yapının hep aynı
tepkileri verdiğinden bahsedilemez. “Sistem” olarak tanımlanan irade
şayet halkın talepleri yerine kendi köhne işleyişinin devam etmesini
istiyorsa o zaman paradoksal biçimde kendi koyduğu seçim sisteminin
boykotunu destekleyecektir ki şuan evet’e karşı boykot’u örgütlemesi-
nin ardında bu yatmaktadır.
Hangisi daha iyi? Müslümanların daha rahat bir ortama kavuşmasını
desteklemek mi? Statükonun devamını fiilen desteklemek mi? Müslü-
manlar bu sorunun cevabını vermelidirler…
Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: “Oy vermemenin oligarşi tarafından
teşvik edildiği dönemlerde oy vermek devrimci bir hamledir.”
Vesselam...
03 Eylül 2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

(K)Oyverin Gitsin!
MUSTAFA ÖMEROĞLU

Kur’an diline, Arapçaya vakıf bir hayli alim, aydın nevinden insanlar var
aramızda.. Kimisi mektepli, kimisi alaylı.. Kur’an tefsiri ve meal yazma
hususunda da birbirleriyle rekabet halindeler..
Ama her şey Allah için, aksini iddia edecek değiliz ya.. Biz ise gariban
takımındanız, bıraktık Arapçayı konuştuğunuz dile dahi yabancıyız ..
Haliyle, kadim kültürden miras kalanlar öncelikli olmak üzre, bilirkişidir

242 REFERANDUM TARTIŞMALARI


diye kime güvendiysek  gücümüz yettiğince eserlerini alıp okuduk yıl-
larca..
O yüzden hangi birimizin evinde birkaç tefsir, birkaç meal yoktur ki?
Onlarca incesi, kalını; irili ufaklı telif ve tercüme kitaplar da cabası..
Şerhleriyle zenginleştirdikleri hadis ve fıkıh külliyatlarının hepsine sahip
olmaya ve okumaya kalksak ne paramız yeter ne de zamanımız; ku-
şatılmışız, başka işlerimiz de var çünkü.. Mesela benim kütüphanemde
sekiz adet tefsir, ondan fazla da meal üst mevkilerde..
Buhari, Muvatta, Sünen-i İbn-i Mace, Sahih-i Müslüm ve onlara bugün-
den bakarak şerh düşen bir dolu çalışmalardan kısmen de olsa nasip-
lendik biz...
Sanal âlemi de işin içine katarsak değme keyfine, kütüphanemizin ma-
şallahı var yani..
Ama bir problem var,bir değil aslında bir çok problem var..
Eskiler neyse ama onların fevkinde şeyler söyleme iddiası güden yeni
yetme bilirkişiler kafa karıştırıyorlar  her daim..
Kitaplarından, tefsirlerinden, aylık dergilerinden, TV programlarından
müstefid olduğumuz bu zevat-ı kiramın bazıları sükûtu hayale uğratıyor
bizleri, bizim gibi gariban okuyucuları!
Ve bizi birbirimize durduruyorlar, “Edille-i Erbaa”dan mülhem mevcut
iktidarın politikalarını “Siyaseti şer’iyye”den gösterme adına..
Maslahat-ı şeriyye, hile-i şeriyye gibi daha ne kadar  kavram varsa üç
beş görece özgürlüğe feda edilmek üzere bilirkişi lügatlerinde  sıralarını
beklemekteler, hepsi “makasıdü’ş-şerîa” ya, Rıza-i Bari”ye hizmet için..
Sanki bu gayretkeş dost ve üstadlarımızı muhatap alan bir siyasi irade
varmış gibi!..
Sanki “Buyurun, arzu ve istekleriniz nedir efendim? “ diye soranlar var-
mış gibi!
Ama buna rağmen fetvalar, basın açıklamaları birbiri üstüne, ortalık
yerlerde, mal bulmuş mağribi gibi sürecin desteklenmesi adına..
Akideden sayılmayan böylesi  hazır siyasi içtihatları tadından yiyebilir
mi siyasi irade?
Konuşmasaydılar keşke, konuşmuyorsalar vardır bir hikmeti deyiver-
seydik biz yine safiyane, tüm iyi niyetimizle, nasıl olsa var diye gelene-
ğimizde..
Bozmasalardı tılsımlarını, yine merak etseydik gizemli hallerinin
ne’liğini..
Güvenseydiler bize ve zihnimize, dağarcığımıza sahihtir diye boca ettik-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 243


leri bilgilerin böylesi bir durumda nasıl tepkiye dönüşeceği hususunda
endişeye kapılmasalardı hiç..
Kendi adıma şaşkınım;gördüğümüz med cezir manzaraları, dinlediğimiz
ise güftesi kerameti hocalarımızdan menkul fetvalarla yazılmış mehter
marşı..
Ve ne yazık ki üzgünüm, çıkan ses kakofoni, kafa karıştırıcı, sinir bo-
zucu! Tefrik edici, niza çıkarıcı, ümmetin tevhidinden ziyade çokluğuna
hizmet edici..
Madem öyle, mademki bu  işler akideden,itikada müteallik eylemlerden
değil, bilakis siyaseten, fıkhen, içtihaden tavır sayılıyor; öyleyse çık-
sınlar meydana,yıllardır şirk düzeni diye tesmiye ettikleri parlamenter
sistemde Müslümanlara hizmet etmek üzre yeni bir parti kursunlar,
”yetmez ama evet” dedikleri değişiklikleri daha bir ileriye götürmek,
hatta anayasadan değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri kaldır-
mak niyetine..
Girişmiyorlarsa öyle bir şeye,kalkışmıyorlarsa fiili siyasete bir atımlık
oyla tefrik etmesinler insanları,yıllardır onları takip eden canım, güzelim
Müslümanları....
Kanaatim odur ki: Durduk yerde, hem de hitap ettikleri Müslümanların
ya davulcuya ya zurnacıya kaçacağı endişesini su yüzüne çıkarırcasına
siyaseten içtihatta bulunmasalardı bu denli girmezlerdi Müslümanlar
birbirlerine..
Ne hale geldik,görsünler artık: O ona Ergenekoncu, bu şuna darbeci,
öteki diğerine müşrik, kafir, aymaz, tabansız, basiretsiz vs.vs. de ba-
bam gitsin, sallayan sallayana; çuval değil ki ağızlar büzülsün..
Herhalde mutludur şimdi üstatlar, ağabeyler, kardeşler; mesut ve bah-
tiyardırlar verdikleri fetvalardan, yaptıkları içtihatlardan dolayı gelişen
kavgalardan, nizalardan?..
Herhalde ölen ölür, kalan sağlar bizdendir türküsünü çığırıyorlardır şim-
di elbirlik, koro halinde, kendi içlerinde..
Hiç düşünürler mi acep, vermeselerdi fetva, yapmasalardı açıklama,
içtihat nevinden şeyler ne kaybedeceklerdi sahi?
Şimdi muhasebe yapıyor, kar hanelerine bakıyorlar mıdır gidişatın
ne’liği adına?
Ne kazandılar,kazandırdılar bana göre kızışma ve didişmeden başka?
Biz birbirimize durduk, atı alan ise Üsküdarı geçiyor..
Ey Rabbimiz sen bizim göğüslerimize merhamet ver..
Görüyorsun işte, kırıyoruz birbirimizi!
03/09/2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

244 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Anayasa
Değişikliğinin
Değiştiremeyecekleri
HALİME AYDIN

Demokratik nizamların sık sık dile getirdikleri bazı kavramlar vardır.


Değişmek, gelişmek gibi. Güya demokrasi, değişmeyi, özgürleşmeyi,
ilerlemeyi hedeflemektedir. Oysa dünya çapında demokrasi ile yöneten-
ler, ilerlemekten ziyade hep geriye doğru bir gidişi sağlamışlar, olumlu
bir değişim meydana getirememişlerdir. İnsanları, düşünce yapılarını ve
davranışlarını değiştirmişlerdir, ancak bu değişim insanları başka insan-
ların hükmü altında köleleştirmiştir. Başkalarını taklit eden, başkaları
gibi yaşayan, başkalarına odaklanmış insanlar haline getirmiştir. İnsan
fıtratına aykırı bir değişimi sağlamıştır. Özel olarak da Müslümanları,
kâfirler gibi yaşamaya özendirmişlerdir. Neticede de Rasulullah SallAlla-
hu Aleyhi ve Sellemin işaret ettiği şu vaziyet oluşmuştur:
Ebu Said RadiyAllahu Anhdan Rasulullah Aleyhi ve Sellem şöyle buyur-
du:
Sizden öncekilerin yolunu karış karış, kulaç kulaç takip edeceksiniz.
Hatta keler deliğine girseler bile siz de oraya gireceksiniz. buyurdu. Ey
Allahın Rasulü, Yahudi ve Hıristiyanları mı diyorsun, dedik. Ya kim ola-
cak? buyurdu.
Son günlerde de, anayasanın bazı kanunları üzerinde yapılacak deği-
şiklik çalışmaları, gündemi yoğun bir şekilde meşgul etmektedir. 1982
anayasasını değiştirmek, daha özgürlükçü bir anayasa hazırlamak gibi
söylemler altında yapılan çalışmalar tamamlanmış, hükümet mecliste
ki hiçbir partiden destek alamadan, yalnızca kendi zihniyeti ile bir deği-
şiklik paketi hazırlamış, nihayetinde de referandum sürecine girilmiştir.
Anayasa değişikliği paketinin götürüldüğü Anayasa Mahkemesinden bir
iptal kararı çıkmadığı için de referandumla değişiklikler oylanacaktır.
Bu yüzden tüm siyasi partiler, 12 Eylül tarihinde ki referanduma odak-
lanmıştır. Bu süreçte, değişikliği istemeyen siyasi partiler ile hükümet
ayrı kulvarlardan halka yönelik propagandalara, kampanyalara giriş-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 245


mişlerdir. İşte bu noktada, Erdoğanın kullandığı üsluplara baktığımızda,
usta bir oyuncu olduğuna bir kez daha şahit olmaktayız. Erdoğanın
her zaman ki gibi rolünü çok iyi oynadığı, kimi zaman ağlamaklı, kimi
zaman edebiyatın ön plana çıktığı bir tiyatro izlemekteyiz adeta. Ger-
çekten de T.C Başbakanı, muhtaç olduğu durumlarda, halka nasıl ve ne
şekilde yaklaşması gerektiğini çok iyi bilmektedir. Geçmişte olduğu gibi
bugün de buna şahit olmaktayız. Bu değişikliğin arkasında, efendi-köle
ilişkisinin icap ettirdikleri ve menfaatler olmakla beraber, halka darbe
anayasasının karanlığından, demokrasinin aydınlığına, 12 Eylülle hesap-
laşmak gibi darbe karşıtı ve demokrasi yanlısı söylemlerle yaklaşıldığını
görmekteyiz. Hükümet, anayasanın değiştirmek istediği maddeler ile
hedeflenenin İngiliz siyasetinin kalıntılarını da temizlemek ve Türkiyeyi
bütün kurumları ile Amerikaya teslim etmek olduğunu adeta haykır-
makta iken; bunu örtbas etmek için yine demokrasi silahına sarılmıştır.
Halk bu değişikliğe evet derse şayet, yargının bağımsızlaşacağı, kişisel
hürriyetler alanının genişleyeceği iddia edilmektedir. Asıl amaçlananlar,
bazı maddelerle süslenmiştir. Şöyle ki; HSYK tarafından meslekten ihraç
edilenlere ve Yüksek Askeri Şura kararı ile TSKdan çıkarılanlara yargı
yoluna başvurma imkânı verilmesi, 12 Eylül döneminin aktörlerinin yar-
gılanmasını önleyen geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılması, şehit
ailelerine, gazilere, kadınlara, çocuk ve özürlülere daha fazla hak tanın-
ması, memurlara bir takım hakların verilmesi gibi maddeler insanlara
cazip gelen, daha özgürlükçü bir anayasa imajı vermek ve asıl maksadı
göz ardı etmek üzere pakette yerini almıştır. Hâlbuki pakette önemli
olan asıl maddeler, AKP için her zaman sorun teşkil eden HSYK ve Ana-
yasa Mahkemesinin yapısının değiştirilmesidir. Bunların kabul edilmesi
AKP için çok önemlidir.
Biz bu değişikliğin pratikte neleri değiştiremeyeceği üzerinde duralım
inşallah.
Türkiyede adaletsizliğin ne durumda olduğunu, gelir dağılımında, hu-
kukta, sağlıkta, eğitimde adaletin noksanlığını, KöklüDeğişim ailesi ola-
rak daha önce ki yazılarımızda da defalarca belirtmiştik. Bu değişiklik
de, adaletle hükmetmeyi, adaleti herkese ulaştırmayı beraberinde ge-
tirmeyecektir. Adaletin Türkiyede menfaatlere göre işlediğine dair, hak-
tan- hukuktan sadece belli kesimlerin yararlandığına dair birçok örnek
verebiliriz. Örneğin; geçtiğimiz günlerde Yargıtay geçen yıl incelediği
dosyalardan 14 bin 809unun zaman aşımına uğradığını açıklamıştı. Bu
dosyalar yaklaşık 50 bin sanığı içeriyor. En fazla zaman aşımına uğra-
yan dosyaların, ağırlıklı olarak kaçakçılık ve fikri hakların ihlali davala-
rına ait olduğu da ifade edilmişti. Sonuç olarak, bu kadar insan adalet
beklerken davaları, problemleri yok sayılmış oldu.
Değişiklik kabul edilirse şayet, darbecilerin yargılanacağı ifade edilmek-
tedir. Bu olabilir ancak, Müslümanların zenginliklerini, Müslümanların
topraklarını kâfirlere peşkeş çekenlerin hesap vermesi sağlanmaya-
caktır. Özelleştirmelerle, bir takım projelerle Müslümanlara ait olan ne
246 REFERANDUM TARTIŞMALARI
varsa, kâfirlere hibe edenler Müslümanlara hesap vermeyecektir. Müs-
lümanların kendi kaynaklarını kullanarak üretim yapmalarını, kâfirlere
bağımlı yaşamayacakları bir düzeni oluşturamayacaktır.
Bu değişiklikle beraber söylenildiği gibi ifade hürriyeti de sağlanmaya-
caktır. Sağlanması da mümkün değildir. Bu hükümet veya bir başkası,
bu ülkede İslamı yaşamak isteyen, Müslüman olması hasebi ile içinde
yaşadığı topluma İslami fikirleri haykıranlara, zulme karşı İslamın ada-
letini savunanlara asla göz yummayacaktır. Göz yummamakla beraber
-bugün olduğu gibi- zindanlara atmaya da devam edecektir. Halkın kar-
şısına çıkıp Türkiyede cezaevlerinde bulunan düşünce suçlusu yok diye-
rek, gözümüzün içine baka baka yalan söylense de, İslama göre düşü-
nenlere asla fırsat verilmeyecektir. Kimileri hükümetin şeriatçı olduğu
gibi çok yüzeysel bir bakışa sahip olsa da İslam, bu sistem için büyük
bir tehlikedir. Böyle bir durumda da -ki bunun İslamın kabul edebileceği
bir fikir olamayacağının yanı sıra- hiçbir zaman söylenildiği şekli ile ifa-
de hürriyetinin sağlanamayacağı açıktır. Bu sistem ancak, İslamı irtica
şeklinde tanıtanlara, İslamî değerlere hakaret edenlere, fikir hürriyetine
sığınarak göz yumabilir. Anayasa değişse de bu durum değişmeyecektir.
Devletin korumak ve güvence altına almakla yükümlü olduğu insani
değerleri mevcut anayasa koruyamadığı gibi, kabul edilmesi istenen
kanunlarda koruyamayacaktır. Hangi zamanda, hangi topraklar üze-
rinde olursa olsun, insanların ortaya çıkardıkları kanunlar, can ve mal
güvenliği, namus kavramının korunması, muhtaçların gözetilmesi, eği-
tim, sağlık gibi haklardan herkesin yararlanması gibi beklentileri asla
karşılayamayacaklardır. Bu beklentileri menfaat eksenli kurulan sistem-
ler değil, ancak Allah Celle Celaluhunın insanın sahip olduğu değerleri
koruması için insana sunduğu İslam Nizamı karşılayacaktır. Dolayısıyla
ne kadar değişiklik yapılırsa yapılsın, istenildiği kadar özgürlük ve de-
mokrasi söylemlerinin ardına saklanılsın, ne adalet yerini bulacaktır, ne
de mülkün temeli olacaktır.
Türkiyede kapitalist nizam egemen olduğu sürece değişemeyecek şey-
lerdir bunlar. Bu kısmi anayasa değişikliği ile değişen çok şey de olacak-
tır elbette. Başta ifade ettiğim gibi AKP kendi işine yarayacak, kendisine
köstek olmayacak bir yargı oluşturacaktır. Daha geniş bir ifade ile Yargı
ve Anayasa Mahkemesinin katı üyelerinin (laiklerin), ılımlılarla değiş-
tirilmesinin yolunu açacaktır. Türkiyede AKPnin gelişi ile bir üst/patron
değişikliği zaten yapılmıştı. Bu kez bu değişikliğin, Yargıyı ve Anayasa
Mahkemesini de kapsayacak şekilde genişletilmesi istenmektedir. Yani
durum, haksızlığın hak ile adaletsizliğin adaletle değiştirilmesinden,
karanlıktan aydınlığa çıkmaktan çok uzak bir durumdur. Bu noktada hü-
kümetin kullandığı üsluplara adlanılmamalıdır. Hilâfetin yıkılması, İslamî
hayata balta vurulması ile beraber, fikirleriyle yaşayan bu halkı, duygu-
ları ile amel etmeye alıştıran hükümetler, her zaman halkın duygularını
istismar etmişlerdir. Bugün de aynı durum yaşanmaktadır. Demokratik
düzenlerde hükümetler, kimi zaman Sünnilere, kimi zaman Alevilere,

REFERANDUM TARTIŞMALARI 247


kimi zaman Kürtlere, daha da ötesi bugün olduğu gibi kimi zaman da
sosyalistlere hitap edebilmektedirler. Türkiyeyi bugünü ile ele aldığı-
mızda, Cumhuriyet tarihinde belki de ilk defa rollerin bu kadar ustaca
oynandığını söyleyebiliriz.
Tüm bunların dışında önemli olan ve Müslümanlar için hayati bir öneme
sahip bir mesele vardır. Ki o mesele, referanduma katılmanın şeran ha-
ramlılığı meselesidir. Bir Müslüman Rabbinin kanunları dururken, insan-
ların kanunlarına icabet edemez. Bu kanunları onaylayamaz ve cahiliye
hükmüne, şirke razı olamaz.
Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir top-
luluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir? (Maide 50)
 Darbe Anayasasının değiştirilmesi, saydığım durumları velev ki düzelt-
se bile, Allaha rağmen insanlar tarafından koyulan kanunları onaylamak
haramdır. Bugüne kadar 1982 anayasası zaten defalarca kez değişikliğe
uğramış, birçok kanunu değiştirilmiştir. Bugün yapılacak bu değişiklik
AKPnin ve efendilerinin elini kuvvetlendirmekten başka bir şey getirme-
yecektir. AKPde zamanı geldiğinde, halkın üzerinde ki etkisini yitirdiğin-
de veya menfaatler gerektirdiğinde miadını dolduracaktır. Önemli olan
Amerikanın dünya üzerinde oluşturduğu hâkimiyetin, Türkiye toprakları
üzerinde de sağlamlaştırılmasıdır. Anayasa değişikliği için henüz ortaya
bir paket çıkarılmadan evvel, kamuoyu oluşturma çalışmaları sürerken
Erdoğanın bu anayasa bu millete dar geliyor şeklinde ki sözlerini hatır-
layalım. Bu millete dar gelmekten ziyade aykırı gelen, mevcut anayasa
veya bir başkası değil, maddiyata, menfaate değer veren bu sistemdir.
Bu açıdan hiçbir Müslüman, bu değişikliğin söylenildiği gibi aydınlığı
beraberinde getireceğini beklememelidir. Müslüman ümmet, İslam Ni-
zamının kaldırılması ile beraber karanlığa gömülmüş, yeniden İslam
Nizamının tatbiki ile beraber aydınlığa ulaşacaktır.
03.09.2010
KAYNAK: www. kokludegisim.net

248 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Alışılagelmiş
Senaryoların
Referandumu
ERKAN AKKAYA

Bilindiği üzere Türkiyedeki demokratlarca kara gün olarak gösterilen


ve 12 Eylül darbesinden sonra baskıcı bir mantıkla ve kazuistik (aşırı
ayrıntılı) bir şekilde hazırlanmış, liberallerin gözünde demokrasiyi kat-
letmiş bir anayasa yürürlüğe girmişti. Bu anayasa ile hak ve özgürlükler
oldukça sınırlandırılmış, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmuş ve dar-
beciler meşrulaştırılmıştı. Yapısı itibariyle sıkıyönetim yasalarıyla dolu
82 anayasası, devletin bekasını sağlamak adına güçlü ama toplumun ve
bireylerin hakları için çok zayıf bir anayasa idi.
Yıllarca değiştirilmesi istenilen fakat kimsenin el süremediği bu yasaları
gerek kamuoyu gücü, gerekse de meclis çoğunluğu ile değiştirmeye
çalışan AKP iktidarı önce Sivil Anayasa gündemiyle çıkış yapmış fakat
muhaliflerce kotarılmış ve engellenmiştir. AKP ne zaman anayasa deği-
şikliğinden bahsetse ülkede terör olayları artmakta ve bir türlü istenilen
mesafe kat edilememekteydi. Bir yandan Amerikanın kendi devlet yapı-
sını oluşturmak istediği, diğer yandan Avrupa Birliğinin tam üyelik için
istediği reformların gerçekleştirilmesi için bastırdığı bir ortamda hükü-
met anayasayı büsbütün değil de, kısmi olarak değiştirmeye çalıştı. Zira
bu değişiklikler ile AKP de kendi varlığını sağlam temellere oturtacaktı.
Böylece kritik sayılardaki oylamaların neticesinde her şeye rağmen has-
sas konumdaki yasalarla birlikte paket kabul edildi ve meclis kararı çık-
mış oldu. Daha sonra ise Meclis kararının çıkmasına karşılık ana muha-
lefet partisince Anayasa Mahkemesine iptal davası açılmış ve anayasa
değişikliğinin kaldırılması talep edilmiştir.
Yine burada yıllardır üzerinde durduğumuz Amerikan-İngiliz çatışması
bir kez daha gerçekleşmiş oldu. Evet, Türkiye kısır bir döngüyle yöne-
tilmeye(!) devam ediyor. Bu Kısır Döngü Amerika tarafından Türkiyeye
enjekte edilmesi istenen demokrat, liberal ve ılımlı yasalara karşılık,
ülkede köklü bir geçmişi bulunan İngilizlerin laik, kemalist, ve katı si-
yasetlerine devam etmesi isteği üzerine sürüp gidiyor. Ülkedeki kritik
kurumlara pineklemiş bu İngiliz güdümlü taifenin bir uzantısı olarak
Anayasa Mahkemesi de yine alışılagelmiş bir tavır ile anayasa paketinde
kırpmalar yapmış ve saflarını bu anlamda sinsice korumaya çalışmış-
tır. Zira anayasa paketini büsbütün iptal etmeyerek hem içerisindeki
demokratları, hem yasama organlarını, hem de Türk halkını memnun

REFERANDUM TARTIŞMALARI 249


etmiş ve doğacak olumsuz tepkilerini bastırmıştır. Diğer yandan bazı
küçük kırpmalarla hassas noktaları kendi lehlerine düzenlemiş ve laik,
kemalist taifeye de cüzi payeler vermiştir.
Anayasa Mahkemesi bu şekilde karar alırken MHP ve CHP gibi partiler
de referandumda Hayır diyeceklerini açık bir şekilde beyan etmişlerdir.
Onların Hayır demesinin altında yatan temel etken kesinlikle anayasa
paketinden memnuniyetsiz olmaları değildir. Zira bu gün değişiklik adı-
na her kesimden memnuniyet okunmaktadır. Onların bu değişime Hayır
demeleri Türkiyedeki bu klasikleşmiş kısır döngünün ürünüdür. Referan-
duma gidecek olan bu anayasa paketi oylaması aslında seçim öncesi bir
denge yoklamasıdır. İktidar ve muhalefet partileri tabanlarını çalıştıra-
rak çıkacak sonucu kendi lehlerine çevirme gayreti içerisinde olacaklar-
dır. Keza sandıkta Evet oyu kullanacak seçmenlerin büyük bir kısma bu
anayasa paketinin içeriği konusunda çok fazla bilgiye sahip olmamakla
beraber, sırf AKPye güvendikleri için bu oyu kullanacaklardır. Hayır oyu
kullanacak seçmenler ise AKPnin zaafa uğraması ve kendi siyasi partile-
rinin talepleri doğrultusunda hareket edeceklerdir.
Şimdi ideolojik bir fabrikasyon olan bu anayasa değişikliğine bakacak
olursak, bazı maddelerin önemini daha net kavramış olacağız. Şöyle ki
darbe anayasasında partilerin mali denetiminin yapılması ve kapatma
kararları tamamıyla Anayasa Mahkemesince (AYM) yürütülüyorken;
yeni paketle partilerin mali denetimleri Sayıştaya, kapatma kararı ise
mecliste kurulacak bir komisyonun oylamasına bırakılacak. Bu madde-
deki değişimle Anayasa Mahkemesinin tek elden yönetimine sınırlama
getirilmiş ve parti kapatmanın zorlaştırılması sağlanmıştır. Ayrıca bu
maddenin devamında partilerin temelli kapatılabilmesi ve temelli kapa-
tılan partilerin liderlerinin de milletvekilliklerinin sona ermesi gibi anti-
demokratik(!) fıkralar yürürlükten kaldırılacaktır. Yine 82 anayasasıyla
Cumhurbaşkanının tek başına alabileceği ve Yüksek Askeri Şura (YAŞ)
sonucunda çıkacak kararlar yargı denetimi dışında iken, yeni taslak ile
YAŞda çıkan asker ihraç etme gibi kararlara yargı yolu açılabilecektir.
Bu ise Kemalist Ordu içine ılımlı ve demokrat askerlerin yerleşmesi veya
oradan uzaklaştırılmaması anlamı taşımaktadır.
Sadece orduyla sınırlı kalmayacak anayasa taslağında hâkim ve savcıla-
rında denetimi topluca Adalet Bakanlığına bırakılarak Adalet Müfettişleri
eliyle düzenlenecektir. Yargıya kopmaz bağlarla bağlı İngiliz güdümlü
laik kurumlarda bu şekilde kontrol altına alınmak istenmektedir. Ama
bunla sınırlı kalmayarak yeni taslak ile Askeri Mahkemelere de yalnızca
asker olan kişilere dava açabileceği sınırlaması getirilmesiyle de askeri
yargının içine dönmesi düşünülmüştür. Yine 11 olan Anayasa Mahke-
mesi üye sayısının yeni taslak ile 17 üyeye çıkarılması düşünülmüş ve
TBMMye 3, Cumhurbaşkanına da Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay,
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Sayıştay, YÖK ve Baro başkanlarının
belirleyeceği adaylardan 14 üyeyi seçme hakkı getirilmiştir. Ayrıca 65
yaşına kadar bilfiil görevinde olan üyelerin de görev süreleri 12 yıl ile
250 REFERANDUM TARTIŞMALARI
sınırlandırılmıştır. Bu fıkradaki değişiklik büsbütün ulusalcı, laik kesimin
atardamarını kesmek olarak düşünülebilir. Yine bir başka ulusalcı unsur
HSYKnın da 7 asıl  5 yedek olan üye sayısı yeni metinde 21 asıl 10 ye-
dek şeklinde düzenlenmiş olup başkanlığı da yine Adalet Bakanlığınca
yürütülecektir. Bu şekilde HSYK kararlarına da yeni metinle beraber
yargı yolu açılabilecektir. Keza geçici 15. maddede belirtilen özetle 12
Eylül darbecilerine kapatılan yargı yolu da, bu maddenin kaldırılması
sonrasında açılmış oldu. Fakat bugüne kadar olduğu gibi yine hiçbir
darbecinin değil yargılanması, haklarında cezai işlem bile başlatılama-
yacaktır.
Buna benzer toplamda 23 madde değişikliklerinin hiçbiri belli bir ihti-
yaçtan, toplumun maddi, manevi geri kalışına engel olmaktan dolayı
yapılmış değişiklikler değildir. Hatta bu değiştirme hiçbir şekilde AKPnin
seçimlerden önce verdiği vaatlere de dayanmamakta, uzaktan yakın-
dan Müslüman halkın istek ve arzuları ile uyuşmamaktadır. Zira ne
İmam Hatip Liselerinin önünü kapamak için yapılan katsayı zulmü, ne
kamusal alanda zalimane bir şekilde yasaklanan başörtüsü farzı, ne de
muhlis İslam davetçilerine reva görülen tutuklama ve akıl almaz iftiralar
bu anayasa değişikliğinde söz konusu dahi yapılmamıştır. Buradan bile
anlaşılıyor ki, genel seçimlere yaklaşılırken koalisyon endişesi taşıyan
hükümetin bu anayasa değişikliğini bir an önce hayata indirgeyip özelde
kendisini ve genelde ise ABDyi razı etmek istemektedir. Eskiden beri
ulusalcı, laik, kemalist güruha tahakküm eden İngiltereyi, Türkiyedeki
derin yapı ve sinsi mecralardan alaşağı etmeyi düşünen ABDnin bu ana-
yasa metni ile demokratik, liberal ve ılımlı siyaseti daha da güçlenecek-
tir. Zira elden çıkarılması göze alınamayan Türkiye için nokta atışı yap-
mak bu minvalde hiçte kolay olmayacaktır. Burada üzüntü verici hadise
bu iki müstekbir zümrenin referandum savaşına Müslüman halkın alet
edilecek olmasıdır.
Her ne kadar vakıanın seyri referandum için evet kararı çıkacağını gös-
terse de buradan çıkacak kararın ne olursa olsun İslamî olmayacağı,
Müslümanları hiçbir şekilde tatmin etmeyeceği gerçeğiyle karşı karşıya-
yız.
Bizlerin tek ve şaşmaz perspektifi olan İslamî perspektiften bakacak
olursak bu mesele adeta insanın kanun koyucu ve hükümran olmasını
meşrulaştırmaktan öteye gitmeyecektir. Bir kısım zümrenin icat ettiği
beşer mahsulü kanunların, bir diğer zümre tarafından feshedilip baş-
kaca acziyet dolu kanunlarla değiştirilmesi bu kokuşmuş ve köhnemiş
nizamların artık lağım çukuruna atılmasının vaktinin geldiğinin apaçık
göstergesidir.
Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan
sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için
bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. (el-Maide 48)
Hilafetin ilga edilmesiyle beraber İslam Nizamının kâfirlerce ayaklar

REFERANDUM TARTIŞMALARI 251


altına alındığı, ümmetin vahdetinin kukla yöneticilerce parçalanmaya
başlandığı, Allah Subhanehu ve Teâlânın hükümlerinin batı hayranların-
ca yok sayıldığı günden bugüne her daim Müslümanlar kul yapısı olan
eksik, aciz, sınırlı ve değişken yasaların zulmü altında inlemektedir.
Müslümanlara böylesi bir günde Allaha isyan dolu anayasaları büsbütün
ellerinin tersiyle itmelerinden başka çıkar yol yoktur. Bilinmelidir ki ca-
hiliye yasalarına evet veya hayır demek ilahi yasalara meydan okumak
demektir. Bundan önceki 82 anayasası ne kadar batıl ise bundan sonra-
ki yasalarda ondan geri kalmayacak ölçüde batıl ve fasittir. Biz deriz ki;
figüranlar olarak Müslüman halkı gözüne kestiren bu küstahların yasa-
larını ve ABD-İngiltere çatışmasından doğan tağuti nizamların tamamı-
nın tarihin geri dönülmez çöplüğüne atılması kaçınılmazdır. Bu yüzden
referandum gibi bir isyana bulaşmamız hem şeri olarak haram olmakla
beraber, hem de siyasi olarak içine düşeceğimiz bir tuzak niteliği taşı-
maktadır.
Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir top-
luluk için hükmü, Allah›tan daha güzel olan kimdir? (el-Maide 50)
03.09.2010
KAYNAK: www. kokludegisim.net

Referandum’a Neden
Evet Diyeceğim
UBEYDULLAH ARSLAN

 “Evet” makalemi yazdığım için küçük bir grup dostlar(her ne kadar bizi
dost olarak kabul etmeselerde) tepki verdi, olabilir, inşallah yarın farklı
düşünecekleri günlerde gelir.
Müslüman olarak inandığım ve düşündüğüm hususlarda açık olmayı
severim, iki yüzlü olmaktan korkarım, işte size neden evet dediğimi
küçüçük ilim dağarcığımdan süzerek sunuyorum, Allah beni ve sizi razı
olduğu dinde muvaffak etsin.

252 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Değerli dostlar!
Demokrasiyi tek hak düzen gören bir kimse islam dininden çıkar. Zira
bu Allah’ın hakimiyetini reddetmektir. Kim, Allah’ın kanunlarını bilerek
reddederse kafir olur. İslam dini hak dindir. Kim islam dinin dışında bir
dinle gelirse o din kendinden kabul edilmeyecektir.
Allah bir nefse ancak gücünün yettiğini yükler.(Bakara, 286) Müslüman-
lar, islamın hayrına, maslahatına, gelişimine katkı sağlayan her adımı
destekler. Müslüman hayra adım atan ve islamın onurunu yücelten her
aktivitenin yanında olur. Böylece küfür veya zalim güçler, zayıflatılır,
islam’a verecekleri zarar def edilir. Müslüman, islam düşmanlarının top-
lum üzerinde oluşturduğu hile, baskı, oyun, tuzak gibi davranışları mer-
halae merhale gücü yettiği anda gerçekleştirir.Radikal değişimler tarihte
yaşanmıştır, ama mutlaka alt yapıları güçlü olduğu için başarılı olmuş-
lardır. Müslüman, islami ölçüleri muhafaza ederek gücü yettiği oranda
iyiliği emreder ve kötülükten sakındırır. Onun hedefi, islamın yücelmesi
olmalıdır.
Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun.(Tegabun,16) Allah, gücün
yettiği kadarıyla iyiliği emretmeyi, kötülükten sakındırmayı emreder,
hiçbir alim küçük veya büyük bir kötülüğün güç yettiği halde değişti-
rilmemesini uygun görmez. Müslüman, düşmanın gücünü kıracak en
küçük bir adımı bile değerli görmelidir. Bu düşmanla mücadele eden
akıllı ilim ehlinin ve dava adamlarının görevidir. Düşmanın belini kıracak
darbe vuramayan kimselerin, laf ebeliği  laf tellallığından başka bir şey
değildir.
Kendinizi bile bile tehlikeye atmayın(Bakara,195) Allah müminleri bile
bile kendilerini tehlikeye atmaktan sakındırır, eğer müslüman kendi le-
hine alacağı kararı düşmanın lehine alırsa, düşmanı güçlendirirse, onla-
rın izzetini yüceltirse, bu hem islam’a, hem müslümanlara, hem insan-
lığa yapılan büyük bir  ihanettir. Müslüman kendi ile alakalı geleceğine
duyarsız kalamaz, geleceğini din düşmanlarına teslim edemez, ederse
bu büyük bir hatadır. Bugün farkında olmadan, konuşmasıyla, kararıyla,
yazdıklarıyla, islam’a ve müslümanlara ihanet eden çok insan görmek-
teyiz. Duygularını ilmin ve maslahatın önüne geçirenler hem saparlar
hem saptırırlar. 
Düşmanlarınıza karşı kuvvet hazırlayın.(Enfal,60) Allah, müslümanlara
kuvvet hazırlamalarını emretmektedir, burada ki kuvvet düşmanın gü-
cünü, siyasetini, kuvvetini, iradesini, kötülüğünü, planını, askeri gücünü
yıkacak, açığa çıkaracak, her tür kuvvettir. İslam düşmanının kuvveti,
her zaviyeden kırılmalıdır. Siyasi, askeri, ekonomik, medya, eğitim,
öğretim, dini, çevresel her boyuttan düşmanı zayıflatmak gerekir. Tıpkı
suyun ağacın kökünü aşındıra aşındıra zayıflatıp gücünü kırdığı gibi.
Müslüman da düşmanın kökünü aşındıra aşındıra zayıflatmalı ve ele
geçirmelidir. Çağımız akıllı ve stratejik hesaplar yaparak mücadele etme
zamanıdır. Müslüman sadece mübarek cihad meydanlarında aklını kul-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 253


lanmaz.
Günümüzde düşmanla mücadele çeşitli sahalarda gerçekleşmektedir.
Düşmana karşı açılan bir tek cephe yetersizdir. Eğer bir cephe açarsa-
nız, o cephede başarılı olmanız mümkün değildir, çünkü düşman sizden
daha kuvvetlidir.
Şimdi siyasi, kültürel, ekonomik, dini, eğitim, medya, okul, ve sivil top-
lum kuruluşlarıyla mücedelenin hızını artırmalıdır. İslamı her tabakaya
ve sınıfa kabul ettirmek için mücadadeleye devam etmelidir. Her zavi-
yeden, islam için hak ve adalet mücadelesi vermelidir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem medine’de yahudilerle ve müş-
riklerle anlaşma yapmıştır, gücünü artırmış, kuvvetli bir toplum yapı-
sını bina etmiş, hedefine ulaşmıştır. O gün, yahudilerin ve müşriklerin
desteğini ve yardımını almıştır. Bu hususta siyer kaynaklarına müraca-
at edin görürsünüz. O gün medine anlaşması yapılmış, medine’nin iç
güvenliği sağlanmış, kimse kimseye karışmamış, güçlü bir islami yapı
adım adım kurulmuştur.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem dehâ idi, akıllı düşünürdü. Mekkeli
Düşman Kureyş ve uluları, daha büyük düşmandı, islam’a karşı savaş
açmışlardı, ilkin bu düşmanın kuvveti kırılmalıydı,  zira onlar Mekke’den
silahlanarak ve zırhlanarak develerle ve atlarla savaşa geliyorlardı, bu-
nun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yahudiler ve medineli
müşriklerle anlaşma yaparak Medine’ye saldırı anında Medineyi birlikte
koruyacaklardı.
Nasıl olurda bir Rasul yahudilerin ve medineli müşriklerin desteğini ala-
biilirdi? Neden aldı? Kimin için aldı? Bu stratejiden kârı ne olabilirdi?
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu islamın izzeti, geleceği,
müslüman gençliği korumak, yarınlara daha güçlü adım atmak için bun-
ları  yapıyordu.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bu anlaşmayla sormak isterim
dostlar! Yahudilerin şirkini ve küfrünü mü kabul etti? Medineli müşrikle-
rin şirkini mi onayladı? Yahudilerle anlaşmak şirk midir? Küfür müdür?
Bu soruya iki şıkla cevap verirsiniz, biri; Muhammed  sallallahu aleyhi
ve sellem’in amelini inkar ederek çok tehlikeli bir adım atarsınız, ikinci
olarak düşmana karşı başka bir güçsüz düşmanla birleşmek ve yardım
almak, bu şekil karşılıklı yardımlaşarak büyük düşmanı etkisizleştirmek
sünnetmiş dersiniz. Doğru olan da budur.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yahudilerin şirk koşan, peygam-
ber öldüren, yalan söyleyen, hain bir millet olduğunu bildiği halde ne-
den anlaştığını anladık değil mi? İslamın izzeti ve geleceği için bu ge-
rekli idi. maslahat bunu gerekli kıldı. İşte nebevi düşüncenin sorunları
aşarken uyguladığı yöntem bu idi.

254 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Ey kardeşim, Allah dinde sana güçlük dilemez, gücünün üzerinde güç
yüklemez, kalbin tevhidle olduğu müddetçe düşmana karşı atacağın
adımlar konusunda müsterih ol.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Müslüman mazlumları neden he-
nüz kafir iken, Necaşi’nin yurduna Habeşistan’a hicret etmeleri için izin
verdi? Bir kafirin himayesi altına girmek nasıl olur? Necaşi’den(kafirden)
güven istemek, eman dilenmek, yardım talep etmek, korunma istemek,
barınmak ümidiyle kapısına gelmek, sarayına kadar girip huzuruna çık-
mak nedendir? Nasıl olurda bir peygamber kafirden destek ister, yardım
talep eder, güven içinde ashabının kalmasını talep eder?
Birilerinin mantığıyla konuşuyorum ve diyorum ki, Kafirden destek
almak caiz mi? Caizse bugünde birileri destek almaktadır, değilse Mu-
hammed sallallahu aleyhi ve sellem hata mı etmiştir?
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Rum suresinin başında zikredi-
lir,  farslılarla ehl-i kitap arasında olacak savaşta, ehl-i kitabın kazan-
masını istedi, hatta ashabı ehl-i kitabın kazanacağı hususunda kumar
bile oynadı(o yıllar haram değildi)
Sorum şudur, Nasıl olurda Peygamber hiçbir zorlama yokken, şirk ko-
şan ve kafir olan ehl-i kitabın kazanmasını istedi, bu isteği yanlış mıdır?
Eğer yanlışsa bu söz Peygamberi ayıplamaktır küfürdür, eğer doğru ise
bugün müslümanların; islamın izzeti, memleketin geleceği, nesillerin
imanlı yetişmeleri için müslüman bir kimseyi veya kafirin kazanmasını
istemesinin sakıncası nedir?
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Hendek muharebesi sırasında,
Gatafanlıların önde gelenleirnden Nuaym bin mesud el-Eşcai’ye müs-
lüman olunca, “Sen şimdi sen onların arasına gir, onlardan görün, düş-
manı bozguna uğrat, zira savaş bir hiledir” buyurdu. O da düşmana
giderek müslüman olduğunu gizleyerek, birbirine düşürdü, güçlerini
kırarak islamın onurunu yüceltti.
Bu nasıl olur? Bir sahabi imanını nasıl gizler, düşmana onunmuş gibi
nasıl gözükür, hemde onlardan olduğuna inandırır? Neden, niçin, el-
bette islamın ve müslümanların geleceği ve izzeti için yapmıştır. Peki
bir müslüman bu sahabi gibi, düşmana ondanmış gözükerek oyununu,
tuzağını, hilesini deşifre ederek islama katkı sağlaması sakıncalımıdır?
Eğer sakıncalı ise, neden peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yaptı,
bu yaptığı yanlış mı idi? Yok eğer doğru ise bırakın bugün de birileri
gücünün yettiğini yapsın. 
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kafir amcası Ebu Talib’den neden
destek aldı, Bedir harbi ve Uhud öncesi etraftaki müşrik kabillerden ne-
den yardım istedi, neden mutim bin Adey’den önce en az 3 müşrikten
talepte bulanarak himayeye girmek istedi? Nasıl olurda müslüman bir
resul, kafirin himayesine girir? Eğer doğru ise neden bugün de birileri
bunu yapmasın, eğer hata ise bu söz rasülü ayıplamaktır, hakir gör-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 255


mektir, insan dinden çıkar.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Neden, Mekke girişinde Mutim’den
izin almayıp müslümanları toplayıp Cihad ilan etmedi? Niçin Mekke’nin
kafirlerine cihad ilan ederek onları oaradan kovmadı? Allah beraber de-
ğilmiydi? Çünkü kuvvet yoktu, islam fukahası düşmana karşı cihadda
kuvvet şartını getirmiştir.
İslam dini maslahatı elde etmek ve zararı def etmek, üst üste gelen iki
maslahatın en yararlı olanını seçmek, mefsedeler üst üste gelirse de
iki mefsededen en az mefsede’yi almak üzerine kurulmuştur, Bunlar
Şeriatta Fıkhın İlkeleridir,  İslam hukuku müslümana en yararlı olanını
emreder.
İki hayrı bir arada tutmak mümkün değilse de, en üstününü tutmak ge-
rektiğini emreder. Eğer iki şerri def etmek mümkün değilse de gücümüz
yeten en az şerri kabul etmek gerekir.
Allah, dinde müslümana zorluklar dilememiş, ona en kolay yolu göster-
miştir, yine  şu da şeri bir ilkedir, Maksad/Gaye/Hedef  vacipse vesile de
vaciptir,  Maksad haramsa vesile de haramdır, Diyelim ki maksadımız
zülüm altında bulunan bir İslam beldesinin kurtarılmasıysa, cihad va-
ciptir, cihad burada maksaddır, maksadın hükmü vacipse, bu durumda
ona giden-ona hizmet eden-onun yolunu açan meşru her şey vacip
hükmünü alır, yani ata binme, koşu, ilim meclisleri, dershaneler, med-
reseler.....gibi meseleler.  Allah kuluna gücünün yetmeğini yüklememiş,
güç yetiremediğinde, gücü oranında yapmasını istemiştir, bu hususta
Rasulullah sünnetiyle örnek olmuş, zorlukların kolaylıkla aşılmasını sağ-
lamıştır.
Dinde müslümanlara karşı savaşmayan, yurtlarından ve mescidlerin-
den çıkartmayan, dinin değerlerine karşı düşmanlık ederek sövmeyen,
islama ve ehline zararlı olmak amaçlı planlar kurmayan kimselere karşı
iyilikte ve adaletli davranmakta sakınca yoktur demektedirler ve şu de-
lilleri referans almaktadırlar,
“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-
çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan
sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.”
“Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan
sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost (veli)
edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin
ta kendileridir.” (Mümtehine,8-9)
Şeyhulislam İmam İbn Teynmiyye(r.h.) der ki: “Dini; kudret ve cihad-
la yerine getirmekte aciz kalan, kalben ve içtenlikle nasihat, ümmete
dua, iyiye sevgi duyma gibi gücü yettiğinî yerine getirir ve güç yetirdiği
iyilikleri yapar, âciz kaldığı konuda ise mükellef tutulmaz.(Bkz;İbn Tey-
miyye, Siyesatu Şeriyye)

256 REFERANDUM TARTIŞMALARI


O halde, müslüman geleceğini ve nesillerini düşmana teslim edemez,
uzun yıllar müslümanlar çok ezildi, şimdi kurtulma ve onurlanma vakti-
dir. Evet demeyince, sandığa gitmeyince pkk, faşist, chp gibi üçlü islam
düşman zihniyet kazanıyor, siz islama farkında olmadan ihanet ediyor-
sunuz.
Biz tağutu, küfrü, şirki biliriz, bunlar her müslümanın reddetmesi gere-
ken en büyük günahlardır, Hüküm Allah’ındır, kim hüküm koymak tek
benim hakkımdır, dilediğim gibi hüküm koyarım ve çıkarırım derse ka-
firdir şüphemiz yoktur.
Tağutu inkar, tağutun sana bildirdiğine rıza göstermemen, razı olma-
man, reddetmendir, biz islam’a aykırı tüm kanunları ayağımızın altına
almışız, Allah’dan başka hüküm koyucu kimseyi kabul etmiyoruz.
Bununla birlikte, bugün refarandumda tağutu mu seçiyorsun islamımı
diye oylama yoktur, sadece islama hizmet edecek, kapı açacak, dini hak
ve hürriyeti genişletecek, özgürlükleri ve adaleti getirecek maddeye
evet diyoruz, tercihimizi BU YÖNDE  kullanıyoruz.
Biz bu refarandumda Allah’ın kanunları mı, beşeri kanunlar mı diye
seçeneğe zorlanmıyoruz, ONA DAVET EDİLMİYORUZ, birileri mantık
yürüterek buna davet ediliyoruz, demokrasiyi oyluyorlar, tağutları seç-
tiriyorlar deyip laf canbazlığı ile aldatmaktadır, bilin ki, eğer biz buna
zorlanmış olsak tüm beşeri kanunları ayağımızın altına alarak haykırır
ve şöyle deriz: “sizin kanunlarınız/dininiz sizin olsun benim dinim bana
yeter” Ama mesele böyle değildir, bazıları çıkmış bu böyledir, tağutu
seçmektir, demokrasiyi onaylamaktır diyerek yaygara kopararak islam’a
ve müslümanlara karşı yanlış bir tutum sergiliyorlar. Uzun yıllar bunu
savunan bazı hocalar 25 yıllık savunma komplekslerini yıkamadıkları
için her seçim zamanı bunları kızdırıp kızdırıp ümmetin gençlerinin önü-
ne getiriyorlar.
YETER ARTIK BU ÜMMET SEÇİM ZAMANI KAMPLARA MI BÖLÜNME-
LİDİR? oy kullanmak tercih işidir, iyi bir insanı kötü insana tercih et-
mektir, HAYIRLI OLANI ŞERLİ OLANA TERCİH ETMEKTİR,  İSLAMA VE
MÜSLÜMANLARA  ZARAR VERECEK ŞEYİ GÜÇ YETTİĞİ ORANDA DEF
ETMEKTİR, mesele budur, ALLAH GÜÇ YETTİĞİ ORANDA MÜNKERİ DE-
ĞİŞTİRMEYİ BİLDİRİR, tabi ki şunu da bilelim: “kim açıktan küfrünü
ilan eden bir kafiri, müşriği, islam düşmanını seçerse o da onlardandır.
Şüphemiz yoktur.”
Batıda müslümanlar aşırı sağcı kafirlerin yerine liberallleri seçiyor, dini
hak ve hürriyet elde ediyor, ne var bunda, din adına yapıyorlar, onların
şirkini ve batıl yolunu mı seçiyorlar? Alimler bu hususta fetva vermiştir.
Müslüman ferd veya toplum, geleceğini kurmada duyarlı olmasın mı,
kafir güçlere teslim mi olsun ? İslam düşmanı kişiler; yönetsin müslü-
manlar ise yönetilsin mi? Bu nasıl bir anlayış, Allah dinde bize bunu mu
emreder. Millet size yetki versin, siz ise daha önceki zalimlerin yaptığını

REFERANDUM TARTIŞMALARI 257


değiştirme yetkinizi kullanmayın bu nasıl bir akıl ?  Müslüman bu kadar
zayıf ve basiretsiz düşünemez
Bu OY KULLANMAK KÜFÜRDÜR, ŞİRKTİR, DİYENLER/kişiler, tağut adını
verdikleri kurumlara vergi veriyor, kimlik taşıyor, sigortalı ve bağkurlu
olarak hayat sürüyor, TC noları ile resmi işlerini yaptırıyor, pasaport ala-
rak hac ibadeti ediyorlar. Bu tağutu kabul etmek olmuyor mu? Bu şirk
olmuyor mu? Bu küfür olmuyor mu? Bu nasıl ikilem diye sorarsak hiçbir
delil sunmadan hemen o ayrıdır, bu başkadır, küfür  değildir, demokrasi-
yi kabullenmek sayılmaz diyorlar. Neden siz nefsinize hoşgeleni yapınca
doğru oluyor, başkası yapınca şirk oluyor?  ne kötü hüküm veriyorsu-
nuz? Siz yapınca caizdir, başkaları yapınca haramdır, küfürdür, şirktir,
bu ahlak mıdır? Nasıl da hüküm veriyorsunuz?
yeter artık her seçimde OY KULLANMAK ŞİRKTİR, (üstelik islami düşün-
celerle çıkan partilere) sözünü terk edelim.
Alllah müslümanları hakkkın yolunda muvaffak etsin.
03.09.2010
KAYNAK: www.ubeydullaharslan.blogcu.com

Tekfircilik Hastalığı
Üzerine Bir Değerlen-
dirme
AHMED KALKAN

Tekfircilik İthamını Şiddetle Reddediyorum


Hayatımın hiçbir döneminde tekfirci olmadım, tekfircilerle hep karşı
karşıya geldim. Onlar tarafından hâlâ suçlanıyor ve bazılarınca tekfir
ediliyorum. Böyle iken, zandan yola çıkıp beni tekfirci zannedenleri,
Kur’an’ın yasakladığı sûi zanla hareket ettiklerinden, Rabbimden beni
de onları da affetmesini diliyorum. Referanduma oy vermeyi dâva
adamı Müslümanlara hiçbir şekilde yakıştıramıyor, özellikle de tevhidî

258 REFERANDUM TARTIŞMALARI


öbeklerin, öncü İslâmî şahsiyet ve kanaat önderlerinin medyatik çağrı-
larla “evet” kampanyaları açmalarını, hele de bu amelin takva ve ibadet
olarak sunulmasını İslamî bulmuyor ve tevhidî mücadeleye, Kur’anî
İslâm algısına zarar vereceğine inanıyorum. Bununla birlikte, Haksöz’ün
Ağustos sayısında referandum için oy vermeyi şiddetle eleştiren bir
yazar kardeşiniz vasfıyla ve “Bazı Davetçi Müslümanlardan Referandu-
ma Dair Zaruri Açıklama” adlı bildiriyi imzalayanlardan biri olarak net
şekilde ifade edeyim ki, ben sadece referanduma oy verdiği için kim-
seyi tekfir etmedim, etmiyorum. Evet, yayınladığımız ortak bildirideki
tüm metni onaylıyorum. Tâğutî anayasaya oy vermeyi bir teşrî (yasa
yapma) olarak, şirk ameli görüyorum. Ama biliyorum ki her şirk ameli
insanı müşrik yapmaz. Mevcut düzeni ve onun İslâm dışı anayasasını
kabullenmediği halde, farklı te’villerle oy veren mü’minlerin doğru bir iş
yapmadıklarını ifade ediyor, ama onları müşrik veya kâfir olarak görmü-
yorum. Gerekçesini az sonra açıklayacağım. Herkes kendi hesabını ken-
disi verecek. Biz sadece uyarma görevimizi yapmakla yetiniriz o kadar.
Eğer olaya tekfirci yaklaşımla bakmış olsam, kendimle çelişmiş olurum.
Bu arkadaşlarla kardeşlik hukukunu işletemem, dergilerinde istek üzere
ara sıra da olsa yazı yazıp derneklerinde konuşma yapamam, onlarla
kardeşçe hakkı tavsiyeleşemem. Onları namaz kılmayan öz kardeşime
tercih edemem. Hâlbuki dâvâsı Kur’an olan kardeşlerimin hepsinin gön-
lümde apayrı yeri olduğuna öncelikle Rabbim şahiddir. İnsan sevdiğinin
hata yapmasına râzı olmaz önce. Derdimiz bundan ibarettir.
Gelelim altına severek imza attığım bildiriyle ilgili yorumların bu konuy-
la ilgisine… Haksöz Haber Portalındaki yorumcuların çoğunluğu direkt
veya üstü örtülü şekilde bildiride tekfircilik görüşü olduğu, imzası olan-
ların evet diyeceklere tekfirle yaklaştıkları gibi yakışıksız ve vakıamızla
örtüşmeyen bir iddia ileri sürüyorlar. Benim tanıdığım kadarıyla bildiriye
imza atanların içinde tekfircilik yapan bir tek kardeşimiz bile yok, on-
ların sadece oy verdiği için bir mü’mini tekfir ettiğini hiç sanmıyor ve
kabul etmiyorum. Bildiri metninde referanduma oy verenleri kâfir ilan
eden, onları tekfir eden tek bir cümlenin olmadığını da kesin bir şekilde
ifade ediyorum. Tam tersine bildiriye hâkim olan unsur, tevhidî uyanış
sürecinin akamete uğrayacağı, birçok kardeşimizin bu gidişle sistem içi
değişime eklemlenme riski altına gireceği endişesidir. Bu tür sistem içi-
ne yönelik çağrıların Kur’anî daveti gölgeleyeceği, flulaştıracağı ve uz-
laşma görüntüsü veren tutumların tevhidî stratejik mücadelemize zarar
vereceği ihtimali bizi düşündürmektedir. İşte bu amaçla sadece tevhidî
kesime yönelik olarak “tevhidî duyarlılık çağrısı” yapılmıştır. Çünkü
tevhidî uyanış sürecinin tarihinde ilk defa bu boyutta sisteme eklemlen-
me riski gündeme gelmiş ve en tepeden tabana kadar bütün insanımız
yaygın bir biçimde bu kuşatıcı riskin tesir alanına sürüklenmiş bulun-
maktadır. Ayrıca bu tür tavizci tutumların, ister-istemez tekfirciliği te-
tikleyeceğini, tekfir hastalarının bu yaklaşımları tekfir ederek tartışmayı
daha rahatsız edici boyutlara taşıyacağı endişesi ile “aman kardeşler, oy
vermeden bir kez daha düşünün!” demeye çalışıyorum.  

REFERANDUM TARTIŞMALARI 259


Lütfen, “Bazı Davetçi Müslümanlardan Referanduma Dair Zaruri Açık-
lama” adlı bildiriyi eleştirecek kardeşler, tevhidî kesim bu kadar yaygın
biçimde sandığa sürüklenirken, bu kadar zor şartlarda, sadece Allah
rızası için bir sorumluluğu yerine getirdiğimiz için bizi tekfircilikle suçla-
ma vebaline girmesin. Bu açıklamaya rağmen bir daha bizi tekfircilikle
suçlayan kimse, bize hakaret ettiğini ve iftira attığını hesaba katsın.
Biz, fikir tartışması yapıyor, Allah için birbirimizi uyardığımızı düşünüyo-
ruz. Derdimiz üzüm yemek, bağcı dövmek değil.
Bildirinin nice arkadaşın imzasına sunulduğu ilk şeklinde ikinci mad-
denin son cümleleri şu şekilde idi: “Şirk sisteminin, İlâhî vahyi esas
almayan anayasa değişiklik tasarısına oy vermenin, akîdeyle bağlantılı
bir amel olduğuna inanmakla beraber, herhangi bir kimseyi sadece re-
feranduma oy verdiği için, niyetini, gerekçesini, te’vilini ya da cehaletini
hesaba katmadan tekfir etmenin de doğru olmadığını ifade etmek ge-
reğini duyuyoruz.” Bildiri metninin genel istek üzere kısaltılması uygun
görüldüğü için bu cümle de zaruri kabul edilmeyip sonradan kısaltılma-
ya kurban giden ifadelerden oldu. Dolayısıyla bu cümle, bildiriye imza
atanların kabul ettiği bir görüştür diyebilirim.
Sırât-ı müstakîm üzere yürümeye çalışan dâvâ adamlarının yürüyüşle-
rindeki, yöntem ve söylemlerindeki ifrat ve tefritin ümmete ne büyük
zararlar açtığını görmemek mümkün değildir. O yüzden her konuda öl-
çülü, âdil ve itidalli olmak, altın dengeyi elde etmeye çalışmak hepimi-
zin önem vermesi gereken husus olmalıdır. Yanlışlarına karşı çıktığımız
kardeşlerimize düşmanca söz ve tavırlar gerçek düşmanlarımızı sevindi-
recek, gerçek Dost’u gazaplandıracak ve O Dost’a dost olan dostlarımızı
derin şekilde yaralayacaktır.   

İtidale İhtiyaç Var


İtidalin yakalanmasında, İslâm ahkâmının maksat ve gayelerini anla-
maya mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi (iti-
dali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı devre-
ye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin derinliğine
nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla ve farklı
cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini önemsemek, hâdiselere
çok yönlü ve geniş bakmaya gayret etmek, araştırmaya önem verip
taklit ve donukluktan kurtulmak, ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak
gerekir. Ama, her şeyden önce Kur’an bütünlüğüne vâkıf ve teslim ol-
mak… Bu konularda ilmî derinliği olan, Kur’an’ı, sosyal ve siyasal yapı-
yı, dünyayı çok iyi bilen, muttakî ve muvahhid ilim sahiplerine ihtiyaç
vardır. Varsa bunların kolektif olarak işbirliğiyle çözüm üretmeleri en
önemli görevleridir. Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konu-
munda olması gereken ilim sahiplerinin ortaya çıkması, vahdet içinde
hareket etmesi ve toplum içindeki savrulmaları murâkabe edecek ilmî
bir ağırlığı ortaya koyması, vazgeçilmez bir zorunluluktur.

260 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Tekfircilik Hastalığı
Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inan-
cın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu
yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usûlüne göre
tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Kaçınılmaz olan yorum ve icti-
had farklılıkları, bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.Tekfir has-
talığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük
engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir
virüs olmuştur. Genelde tekfir, mürcie yaklaşımının dine zarar verdiğine
şahit olan, ona aşırı tepki ile çıkan, samimi ama ilimde sığ olan hayat
tecrübesi yetersiz, slogancı genç Müslümanlar tarafından gündeme ge-
tirilmektedir. 
Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm dairesi
içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların bir kısmını
sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden ötürü tekfir etmele-
ri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır. Tekfirci akımlar; ümmetin
sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe
katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü hareket ediyorlar,
yoksa grup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket
ediyorlar? Tekfir hastalığına yakalanan birisi için öncelik, Müslümanların
ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşün-
cesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti
olmaktadır. Bunu da daha çok Kur’an’a parçacı şekilde yaklaşıp bir-iki
âyet mealinden hüküm çıkarıp o hükmü muhataplarına giydirerek,
Kur’an bütünlüğünü ve hikmeti yok sayarak yapmaktadırlar.        
Hâlbuki yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat
edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da
rüzgârınız/gücünüz gider. Sabredin; şüphesiz Allah sabredenlerle bera-
berdir.” (8/Enfâl 46); “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve tefrikaya
düşerek birbirinizden ayrılmayın.” Ve unutmayın; “Allah kalplerinizi bir-
leştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.” (3/Âl-i İmran 103)
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.”
hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen
birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.
Bu vesileyle tekfir konusunda doğru görüp kabul ettiğim bazı temel ku-
ralları özetleyerek sizlerle paylaşmak istiyorum.
1- Mutlak Küfür – Muayyen Küfür
Mutlak tekfir: Kitap ve sünnette karşılığı küfür ve şirk olan amelleri
işleyen, fâili belli olmadan “şunu yapan kâfirdir” veya “şunu söyleyen
müşriktir” gibi durumlarda ilim sahiplerinin bu fiillere şârî’ olan Allah’ın
bildirdiği hükümleri genel anlamda vermesine mutlak tekfir diyoruz.
Meselâ Allah’ın indirdiklerine muhalif, İlâhî kanunları önemsemeyip ona

REFERANDUM TARTIŞMALARI 261


alternatif hükümler, yasalar koyanları genel olarak mü’min kabul etme-
yiz. “Teşrî’ (kanun koyma) yetkisi nihai anlamda parlamenterlerin hak-
kıdır’ diyen kişi kâfirdir” deriz. Bu mutlak anlamda bunu diyen herkesi
kapsar. Fakat tek tek fertlere indirgediğimiz (tekfiri muayyen ve mu-
şahhas hale getirdiğimiz) zaman durum değişir ve aslen müslüman olan
birisi için tekfir etmeden önce şart ve engellerin kaldırılması ve hüküm
verme yetkisine sahip özel veya tüzel kişilik nezdinde delillerin sâbit
olması gerekir. Küfür hükmünü vermek için mutlaka delilin hem sâbit
olması ve hem de delâlet yönünden kesin olması gerekir. Dolayısıyla biz
“bu bir şirk anayasasıdır, buna oy vermek itikadı ilgilendirir, bir Müslü-
man teşrî anlamına gelecek şekilde yasa yapamaz, Allah’ın hükmüne
ters bir yasayı onaylayamaz” derken, tek tek bunu yapanları tekfir edi-
yor değiliz. Belli bir şahısla, bir grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri
ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır.
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçer-
siz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez.
Te’vilde Hata: Te’vil, nassın delâletini anlamamaktan doğan (hatalı) bir
ictihad ya da karıştırma sebebiyle, şer’î delili farklı bir konuma oturt-
mak, yanlış yorumlamak demektir. Mükellef, küfür amelini işler ve an-
lamada hataya düştüğü delile dayanarak onu küfür olarak görmez. Öy-
leyse, bu hatada kasıt şartı ortadan kalkmıştır. Bunun için te’vilde hata
yapması, onun tekfirine engel olur.
Bununla birlikte te’vilde yapılan her hata geçerli bir özür sayılıp tekfire
engel değildir. Özür sayılan, şer’î delile bakılıp onu anlamada düşülen
hatadır. Özür sayılmayan hata ise, şer’î bir delile dayanmaksızın sa-
dece görüş ve hevâdan kaynaklanan hatadır. Te’vilde hata yapılması
durumunda, te’vil yapan kimseye hüccet ikame edildiğinde, o delil bir
mü’mini kesinlikle bağlayacak kuvvette kat’îlikte ise, te’vil engeli orta-
dan kalkar.
3- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden
kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda dü-
şer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır.
Ümmetin ve ilim sahiplerinin Kur’an’dan yola çıkarak küfür veya şirk
olduğunda icmâ etmeyip ihtilâf ettikleri yoruma dayalı hususlarda, biz
delili en kuvvetli olan görüş, yorum veya ictihadı kabullenmeliyiz. Ama,
bizim en kuvvetli delil olarak kabul ettiğimiz görüş, başkalarınca kabul
edilmeyebilir, delil onlara göre kuvvetli görülmeyebilir.
Hakkında farklı ictihad ve ilim ehlinin farklı görüşleri olan konularda ise
tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna da-
yandırılamaz.
Hakkında farklı ictihad ve âlimlerin farklı görüşleri olan konularda ise
tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna da-
yandırılamaz. Her ictihad, her yorum zannı içerir. Günümüzdeki tekfirle

262 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ilgili konuların çoğu bu kapsamdadır. Demokrasi bize göre küfür kabul
edilebilir. Ama başkası, onun içini farklı dolduruyor, onu farklı şekilde
anlıyor olabilir. Her ne kadar onların delili bize çok kuvvetli gelmiyorsa
bile, bu te’vil, onları tekfir etmemize engeldir. Halktan herhangi bir kim-
senin; düzenin devamından yana, tâğut kabul ettiğimiz kimselere oy
vermesi de böyledir. Bu tavır, bize göre küfürdür, ama sadece oy verdiği
için insanlara kâfir demenin çeşitli mahzurları vardır. Bir şahsın yanlışı-
na karşı çıkıp onu uyarmanın ve ona doğru din anlayışını tebliğ etme-
nin, o kimseye “kâfir” demeden onlarca çeşit yolu vardır. Mevcut şart-
ları ve karşısındaki mü’minlerin imkânını değerlendirmeden; tâğutların
emrinde askerlik yapanlara, mecbur olduklarında istemeyerek de olsa
mahkemeye çıkanlara, vahyi reddeden okullara gidenlere veya ço-
cuklarını bu tip okullara gönderen kişilere, “ikrâh”ı yanlış yorumlayıp
bazı pislikleri ve imzaları formalite kabul edip şirke bulaşanlara, ya da
sadece tarikata bağlı olduğu bilinen, fakat açık bir inkârı, küfrü bilin-
meyenlere; bunlarla birlikte “ben Müslümanım” diyen, Kur’an’ın hiçbir
hükmünü inkâr etmeyen, Allah’ı ve Peygamberini sevdiğini tahmin et-
tiğimiz namaz kılanlara “kâfir” hükmü vermek, yanlıştır. Bu yanlışlık;
hem ictihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden
kaçınma ile ilgili ve hem de aşağıdaki maddelerde anlatılacak hususlar
açısından değerlendirilmelidir. Câhilliye toplumunda yaşadığı için bazı
problemlere sahip olan, ama İslâm’ı tek din, Şeriat’ı en doğru dünya
düzeni kabul eden, ama hatalı te’vili veya yanlış anladığı nasslar netice-
si, savunduğu ve gittiği yolun “Nebevî bir metod” olmadığını bilemeyen-
ler İslâm’ın dışına çıkarılmamalıdır.
Dikkat ederseniz, biz bu kimselere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlı-
ğından bahsediyoruz. Yoksa, bu eylemleri hiçbir şekilde savunmuyoruz.
İçinde zehir olma ihtimali olan bir suyu ölmek istemeyen kimse nasıl iç-
mezse, Allah’ın azâbından korkan kimsenin de özellikle akaid açısından
şüpheli şeylerden sakınması, % 1 ihtimalle şirk olan husustan kaçın-
ması gerektiğini, bunun imanı ispat anlamına geldiğini belirtiyoruz. Bu
eylemlerden bazılarının küfür olduğu görüşüne de katılıyoruz; ama her
küfrün kişiyi kâfir etmediğini ve ihtilâflı konularda kişilere “kâfir” dam-
gası vurmanın yanlışlığını belirtiyoruz. Bu insanları tekfir edip dışlamak
değil; tevhidi, tüm boyutlarla anlatmaya çalışmanın bizim görevimiz
olduğunu söylüyoruz.
Bununla birlikte; halk ile aydınlar (dini iyi bilen ya da bilecek imkânı
olanlar), oy verenle oy verilenler, hükmedilenlerle hükmedenler, iste-
meden mecbur olanlarla isteyerek ve adâlet bekleyerek mahkemeye
müracaat edenler, gücü ve imkânı olmayan mustaz’aflarla her imkânı
elinde olanlar, câhillerle İslâmî hükümleri ve akaid esaslarını bilenler,
te’vil ederek bir yoruma katılmayanlarla açıkça İslâmî bir hükmü kabul
etmeyenler aynı kategoride değerlendirilemez; aynı şekilde hüküm ve-
rilemez.
4- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suçlama da şüphe ile

REFERANDUM TARTIŞMALARI 263


düşmelidir. Bir kişi, imandan, ancak imana girdiği şeyi inkâr ettiği za-
man çıkar. İhtimaller göz önünde bulundurularak tekfir hükmü vermek-
te acele edilmez. Çünkü tekfir suçlamada nihâî noktadır. Nihâî nokta da
İlâhî cezanın son haddini gerektirir. İhtimallerin olduğu bir hususta ise
böyle kesin ve ağır hüküm verilmez.
5- Berâet-i zimmet asıldır. İslâm hukukunun genel prensiplerinden
biri de budur. Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide
olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu
sayılamaz. Bu kural, en büyük suç olan şirk ve küfür suçunda elbette
öncelikli olarak değerlendirilir. Küfrü ve şirki hükmen ve kesin şekilde
ispatlanıncaya kadar bir mü’min tekfir edilerek suçlanamaz.  
6- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar.
İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı
diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
Zarûrât-ı dîniyye, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyler, ilim
sahibi veya halktan câhil olsun herkesin bildiği hususlardır. Dinden ol-
duğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi kişi bilerek inkâr ederse inkârı se-
bebiyle o kimse tekfir edilir.
Örneğin haram olduğunu bildiği hâlde içki içmenin helal olduğunu söy-
lemesi gibi.
Zârûrât-ı Dîniyyeden olduğu bilineni inkâr eden kâfir olur, ancak şu du-
rumlardan birinde olması müstesnâdır:
a-İslâm’a yeni girmiş olması,
b-Gerçek âlimlerden uzak bir beldede yetişmiş olması,
c-Müslümanlar arasında yetişip meselenin hükmü kulağına çok tekrar-
lanmadığı için İslâm’a yeni girene benzer bir durumda olması. Bu du-
rumlardan biri veya birkaçı bulunduğu için; inkâr etmiş olduğu hükmün,
Allah’ın Dini İslâmda bulunduğunu bilmemiş olması şartıyla müstesna
tutulur ve tekfir edilmez. Aynı şekilde, dinî veya akîdevî bir konuda bir
te’vilde bulunup, farklı yorumlayarak yorum ve te’vilinde yanılan bir kişi
de müstesna tutulur, tekfir edilmez. Yaşadığımız ülkede ilmî çalışmala-
rın yeterli şekilde yapıldığını iddia etmek zordur. İstisnâlar dışında tev-
hid ve şirk insanlara anlatılmadığı gibi, Cumhuriyet’ten sonra özellikle
iman konusu bulandırılmaya çalışılmıştır. Hocalardan çoğunun, insanlara
hakla bâtılı karıştırarak ve onlara şirki süslü göstererek din anlattığını
hesaba katmak gerekiyor.
7- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir say-
makla yapılacak hatadan çok daha hafiftir. Çünkü Kur’an’da ve sahih
hadislerde haksız tekfir yasaklanmış, ama açıkça küfürleri belli olmayan
ve ben müslümanım diyen kâfir olma ihtimali olan kimselere Müslüman
muâmelesi yapılması yasaklanmamış, tam tersine; ashâbdan ve diğer
Müslümanlardan (küfrünü kısmen gizleyen) münâfıklara Müslüman

264 REFERANDUM TARTIŞMALARI


muâmelesi yapması istenmiştir.
8- Kâfir zannedilene kâfir demeyeni kâfir kabul etmemek gerekir. İki
Müslüman, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı birbirlerini
tekfir etmemelidir.
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsunuz: Bir insan, toplumda
başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu ya-
parken de te’vile/yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman oldu-
ğuna inanıyorsunuz. Yani karşınız­daki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yo-
rumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir
saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de
-ona göre- “kâfire, kâfir” dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla
bir kişiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte
bugün. Biz, bir kimsenin yanlış kabul ettiğimiz hükmüne değil; Allah’ın
hükmüne teslim olmak zorundayız; O’nun kesin bir ifadeyle kâfir dedi-
ğini mü’min kabul edemeyiz. Başkalarının kâfir dediği onu bağlar, bizi
değil. 
9- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ
ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ…
(Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek,
‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” (4/Nisâ, 94)
10- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu hal-
de onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner. Sahih hadis olarak
Peygamberimiz’den bu konuda şöyle rivayet edilmiştir: “Bir kimse diğe-
rine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse
kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona
söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”; “Hiç kimse,
bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan
kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.”
11- Şüpheli durumlardan sakınmak, her iki hususta ihtiyatlı davranmak
gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan
tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir. 
Muhâtabı tekfir edince “ya kâfir değilse?!” deyip ihtiyatlı olmak ve hak-
sız tekfirde bulununca “kâfir” hükmünün kendine döneceğini değerlen-
dirip bu riske girmemek ihtiyatın bir yönünü gösterir. Bu tavır, bir kim-
senin yaptığı veya söylediği şeyin % 99 ihtimalle küfür, % 1 ihtimalle
küfür olmama durumunda bile kendini göstermeli, en küçük ihtimali
değerlendirip tekfirden kaçınmalıdır. İhtiyatın diğer kısmı da şudur: Kü-
für ve şirk ihtimali olan hususlardan şiddetle sakınmak gerekir. “Ya şirk-
se ve bunu yaparsam ebedî olarak cehenneme atılırsam” diye düşünüp
milyonda bir ihtimalle bile şirk ve küfür olan şeyi yapmamak lâzımdır.
Şüpheli şeylerden kaçınmak, imanın ve takvânın gereğidir. 
12- Tekfir hükmü, şahıslara bırakılmış değildir. Zina konusunda gözüy-
le bilfiil çirkin işi gören kimse, (bu durum tekfir suçlamasından daha

REFERANDUM TARTIŞMALARI 265


hafif olduğu halde,) şahit olduğu o konuyla ilgili (üç şahid daha yok-
sa) hüküm veremiyor. Nasıl olur da buna benzer bir durumda birinin
kâfirliğine hükmedebilir?
13- “Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir.” Bir kimse-
nin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, “bunu
ancak kâfir olan yapar, söyler” kanaatini veriyorsa buna “küfr-i lüzûmî”
denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmi-
yor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs,
yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın
dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr dav-
ranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte
buna da “küfr-i iltizâmî” denir.  
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müs-
lümanlarla tartışmak, kardeşçe uygun üslupla karşı fikir ileri sürmek,
uyarmak mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek doğru değildir.
Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesi-
dir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir
te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması için, küfrü
bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden
ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı,
bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz,
böyle bir kimse tekfir edilemez. Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun ola-
rak yapılmamış olmasından önemli hatalar doğabilir; böyle yorumlar
kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü’nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolun-
dan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil
sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken,
sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif,
ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor,
açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla aklın ürettiklerini esas alan, he-
vaya, zanna ve ilhâma dayanan bir dinî kural ve benzeri şey getiriyorsa
bu te’vil sahipleri akaidî bir sapma içindedir.
14- Müslümanlığıyla övünen, namaz kılan, Allah ve Rasûlünü sevdiği
belli olan, bunlarla birlikte günümüz câhiliyesinin etkisinde kalan bazı
insanların hükmü hakkında susmak en doğru yoldur. İctihad ve yorumla
tekfir etmenin sakıncasından ötürü, âlimlerin ve Müslümanların icmâya
varamayıp ittifak edemedikleri ihtilâflı hususlarda muhâtaplarımızın
bizim açımızdan delili çok zayıf olduğundan geçersiz kabul etsek de
te’villerini dikkate alıp inkâr etmediklerini hesaba katmak zorunda ola-
rak bazı insanlar hakkında susmanın en ihtiyatlı tavır olduğunu düşünü-
yoruz. Günümüzde her şey o kadar karışmış, “ak”la “kara”nın dışında
ve bu renklere az-çok benzeyen o kadar “ara ton”lar çıkmıştır ki, insa-
nın ak da diyemeyeceği, kara da diyemeyeceği hususlar çokça oluyor.
Ve ad koymada en doğrusu susmak diyorsunuz. Bazı insanların adını

266 REFERANDUM TARTIŞMALARI


koyamıyor; “mü’min desen tam benzemiyor; kâfir desen diyemiyorsun”
şeklinde sükût etmek zorunda kaldığımız kimseler oluyor. Değişik te-
villerle felsefi ve ideolojik boyutuyla demokrasiyi savunan, tâğutlara oy
verip meyleden, heykelin karşısında tören denilen âyinlere katılan, Ata-
türk ilkelerine bağlı kalacağına dair yemin eden tâğutî kurumları veya
tâğutları savunan… nice insan var. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki hakla
bâtıl karışmış, müslümanla kâfir ayırt edilemez olmuştur. Bu haksız
tekfir ve muvahhid Müslümanlar arasındaki soğukluğa sebep olan grup
taassubu kırılıp ümmet gücüne erişince Allah’ın yardımına muhâtap
olacak bu topluluk, ilim sahibi muvahhidlerin öncülüğüyle Peygamberî
usûlle tevhidi tüm topluma tebliğ edecek, şirk ve putperestlik net
şekilde insanlara anlatılacak. Tüm tartışmalar bitecek. Hak ve bâtıl,
tevhid ve şirk şeklinde saflar netleşince bu insanlar bir tercih yapmak
zorunda kalacaklardır. Ve o zaman onların tercihlerine göre onlara isim
vermek kolay ve şart olacaktır. O günlerin bir an önce gelmesi dilek ve
duâsıyla…
Bütün yukarıdaki maddeler, (cehâlet, ikrâh ve te’vil sözkonusu olmak-
sızın) Kur’an ve Sünnetin kesin nasslarında açıkça belirtilen herhangi
bir küfür inancına sahip olan veya Kur’an ve sahih sünnette açıkça be-
lirtilen insanı kâfir eden davranışlardan birini yapan kimse için geçerli
değildir.
Yazının daha fazla uzamaması için bu maddelerin içeriği delilleriyle
geniş çapta ele alınamadığı için yanlış anlaşılmalara müsaittir. Dikkat
edilmeli.
Selam ve dualarımla…
 
Dipnotlar:
1- Şirk ve müşrikler pisliktir. Bk. 9/Tevbe, 28
2- Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
3- Buhârî, Edeb 44
04 Eylül 2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

REFERANDUM TARTIŞMALARI 267


Cürmünden Fazlasını
Yakan Bir Tartışma:
Referandum
SERDAR BÜLENT YILMAZ

12 Eylül’de yapılacak referandum Türkiye’deki ideolojik pozisyonları


yerinden oynatmaya başladı. Solcular, sağcılar, liberaller, milliyetçiler,
Kürtler, aleviler, siyasi partiler, İslamcılar… Bir yandan pozisyonlar belir-
lenirken bir yandan da bu kamplaşma zemininde çok ciddi tartışmalar
yürütülüyor.
Öyle ki aynı ideolojik kesimlerde farklı tutumlar takınılıyor ve ayrılıklar
giderek keskinleşiyor. Abartılı tepkiler kutuplaşmalara malzeme kılını-
yor. Adeta referandumun pozitif ya da negatif yönde her şeyi değişti-
receği inancıyla hareket ediliyor. Canhıraş bir sahipleniş veya reddediş
almış başını gidiyor.

Referandum kampları
Sürüp giden kavganın üç tarafı bulunmakta. Bunlardan biri CHP+MHP
ittifakının merkezinde yer aldığı statüko taraftarı olan HAYIRcılar, diğeri
bu sisteme karşı iktidar mücadelesi veren AK Parti ve çevresi, bir diğeri
de BDP’nin etrafında şekillenen BOYKOTcular.
HAYIRcılar müesses nizamın devamından yana. Çünkü sistemin omur-
gası hayırcıların iktidarı merkezinde çatılmıştır. Halka izah edebilecekleri
bir gerekçeleri yoktur. Bu nedenle her durumda “cumhuriyet elden gidi-
yor” teranesini mırıldanırlar.
CHP ve MHP’nin aynı cephede yer alması sistemin ikiz çocukları olmala-
rından kaynaklanır. Biri laik Kemalizmin milliyetçi, diğeri ise laik Kema-
lizmin cumhuriyetçi çocuğudur. Türk egemenlik sisteminin iki veçhesini
oluşturan bu ikiz kardeşin, sistemin krize girdiği ortamlarda güçlerini
birleştirmeleri, ittifak etmeleri anlaşılır bir durumdur.
Peki, EVET cephesi çok mu matah? AK Parti ve çevresinde kümelenen,
liberal tezlerle hareket eden ve cahiliyenin bir başka türevini oluşturan
EVET cephesi sadece iktidarını tahkim etmeye, korumaya çalışıyor. Asla
bizi temsil etmeyen EVET cephesi liberalleri, muhafazakârları, kapita-
listleri, Türkiyecileri temsil ederken özgürlükleri genişletmeye karşılık
muhafazakârlığı, liberalliği, Türkiyeciliği dayatıyor.
HAYIRcı cephenin yukarıda bahsettiğimiz sefaleti EVET’in psikolojik

268 REFERANDUM TARTIŞMALARI


nedenlerinin başında geliyor kuşkusuz. İslami kesimin referanduma bu
denli ilgisinin bir nedeni de bu.
EVET cephesi, kabaca “Ya EVETçisin ya Ergenekoncu” şeklinde özetle-
nebilecek baskıcı, mahkum edici aşırı bir dile sahip. Çeşitli gerekçelerle
sandığa gitmeyecek olanları dahi HAYIRcı cepheden sayan bu anlayış
her gün sokaklarda rastladığımız “sıradan faşizm”in boyutlarını aşan bir
baskı ortamı yaratıyor. Maalesef İslami kesimin EVETçilerinde de benzer
bir tavır öne çıkıyor. Bu nedenle bugüne dek bu konulara ilgisiz kalan
birçok İslami grup, dışlanmak, çemberin dışında kalmak istemediğinden
EVET cephesine yöneliyor. Nitekim böyle bir baskının olmadığı önceki
referandumda bu tablo oluşmamıştı.
Üçüncü bir kesim olarak BOYKOT kararı alan BDP ve dolayımındaki bazı
sol örgütlerden bahsetmek gerekir. Bu kesimin temel argümanı anaya-
sa değişikliğinde taleplerinin yer almayışı. Siyasi grupların pazarlığının
kimi durumlarda boykotla sonuçlanması garipsenecek bir durum değil-
dir. Ancak BDP’nin bu anayasa değişikliğinin Kürtlere bir faydasının ol-
madığı iddiası su götürür bir iddiadır. Diğer yandan BDP üst yönetiminin
ve PKK’nin HAYIRcı cepheyle ideolojik akrabalığı, BOYKOT’un HAYIRcı
cepheye yarayışı BOYKOT’la ilgili tavrın samimiyetinin sorgulanmasına
yol açmaktadır.
Ayrıca BDP çevresi dışında çeşitli nedenlerle sandığa gitmeyecek olan
bir kitlenin varlığı da biliniyor. Başta bazı İslami gruplar olmak üzere bu
kesimlerin tavrını, BOYKOT’tan ayırmak gerekir.

Referandum Nedir, Ne Değildir?


Referandum çeşitli alanlarda bazı görece ve kısmi özgürlükleri sağla-
yacak bir değişikliğin oylanmasıdır. İçeriği itibariyle ve kazandıracakları
yönünden değerlendirdiğimizde aslında referandum oylaması sıradan
bir oylamadır ancak şu halde değişikliklere yüklenen anlamlar onu oldu-
ğundan daha önemli bir hale getirmiştir.
Referandum hadisesi kimilerince fazlasıyla abartılırken kimilerince de
aynı oranda tahfif edilmektedir.  EVET, cephesi için referandum adeta
“hayat memat meselesi” meseledir. “Bu referandum geçerse Kemalist
düzen yıkılacak, aksi durumda hak ve özgürlükler adına yapılagelen ve
kazanılan her şey elden gidecek” veya “Türkiye bu oylamayla kendi ka-
derini oyluyor” gibi yaklaşımlarla referanduma olduğundan fazla önem
atfedilmiş olmaktadır.
Yapılacak değişiklik hiç kuşkusuz cunta sisteminde gerilemeye neden
olacaktır. Ancak bununla Kemalizm sarsılmamakta, olduğu gibi özüyle
kabuğuyla korunmaktadır. Ayrıca anayasa mahkemesi, HSYK ve AYM ile
ilgili maddelerdeki bazı düzenlemeleri kısmen iptal ederek değişikliğin
sağlayacağı avantajı da azaltmıştır. Ayrıca iktidarın ya da meclis denge-
sinin değişmesiyle yargı bürokrasisindeki dengeler de değişebilecektir.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 269


Kısaca bu değişikliğin işe yaraması için cumhurbaşkanı ve meclis profili-
nin bugünkünden daha Kemalist olmaması gerekmekte. Bu yönüyle “12
Eylül’le hesaplaşma”, işkencecilerden hesap sorma”, “cunta rejiminden
rövanş alma” gibi abartılı vurgular vakayı tanımlamaktan öte, bir he-
saplaşma algısı oluşturmaya yaramakta ve sadece propaganda değeri
taşımaktadır.
Referanduma katılmamayı öneren kesimler ise genellikle değişikliklerin
getireceği kısmi iyileştirmeleri dahi görmemekte ve vakayı tahfif etmek-
tedirler. Evet, sistem, değişikliklere rağmen özünü korumaktadır ancak
derin devletin gösterdiği dirençten de anlaşılmaktadır ki yapılacak dü-
zenlemeler, sisteme endişe verici boyutlarda “mevzi kaybı” yaşatacaktır.
Sonuçta Ergenekon sisteminin dayandığı iki kurumun, AYM ve HSYK’nin
kadro yapısı hükümet lehine değişecektir. Hâsılı sistemin vaveylası da
boşuna değildir.

İtikad – İctihad Tartışmaları


İslami kesimde referandum dolayısıyla itikad-ictihad tartışması çerçe-
vesinde derinleşen bir yarılma yaşanıyor. Oysa EVET ve HAYIR cepheleri
bir İslam küfür savaşının cepheleri değil. Dolayısıyla referandumda alı-
nan pozisyonla bu savaştaki yerimizi belirlemiş olmuyoruz. Genel görüş
de (bu arada referanduma katılmayı yanlış bulanların da önemli bir
kısmının görüşü) referanduma destek vermenin itikadî olmadığı yönün-
dedir.
Oy vermeyi tamamıyla akidevi görenlere göre referanduma EVET de-
mek (veya katılmak) küfürdür. Bu görüşe göre oylamayla şirk anayasası
kabul edilmiş, onaylanmış olmaktadır. Bir diğer kesime göre ise konu
hiçbir şekilde itikadi değildir hatta oy vermek dinen gereklidir. Tevhidi
kesim arasında konunun bu denli iki uçta değerlendirilmesi bile mevzu-
nun yoruma açık oluşunun göstergesidir.
Vergi vermekten askere gitmeye, ticaret yapmaktan oy kullanmaya ka-
dar yaşamın birçok yerinde cahiliye ile ister istemez karşılaşıyoruz. Bu
tarz ilişkilerde çoğunlukla görece bir itikadî boyut vardır. Bu durumda
cahili sistemle girilen ilişkinin sınırları ne olacağı ve bu sınırı belirleye-
cek fıkhın neye göre belirleneceği soruları önem kazanmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in itikada taalluk eden uyarıları, imana karşı şirki tercih
etmek bağlamındadır. Cahiliye hükmünü istemek, Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmemek gibi ayetler bu kabildendir. Bunun dışında kalan kısım-
lar itikadın dışında tutulan ama son derece önemli olan “müdahane” ve
benzeri kavramlar bağlamında ele alınmaktadır.
Tağuti sistemle mücadele temelinde girilen ilişkilerin akideden çok yön-
temle ilgisi vardır ki bu da ictihadidir. Ancak bu konunun hiçbir şekilde
akide alanına girmeyeceği anlamına gelmemektedir. İşte konunun bu
karmaşıklığı ve müphemliği ictihadı zorunlu kılmaktadır.

270 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Cahiliyeyle ilişkiler değerlendirilirken ikrah, tercih, kasıt/niyet, tedric
gibi hususlar dikkate alınmalıdır. Mesela gönülden askerlik yapanla ker-
hen askere giden kişinin eylemi aynı ama durumları farklıdır.
Diğer yandan nüzul ortamı dikkate alınmadan Kur’an’ın uyarılarının
şablonik biçimde ve akide bağlamında bu güne taşınması, sorunu daha
da içinden çıkılmaz bir noktaya taşımaktadır.
Eğer ortada Allah’tan başkasına kurban kesmek gibi açık bir şirk hali
yoksa, aktüel bir durumu Kur’an’a arz ettiğimizde, bir yandan aktüel
durumu bir yandan da vahyi yorumlamış oluruz. Varılan sonuç bu çift
yönlü bir yorumlamanın sonucu olmuş olur.
Mesela aktüel bir durum olarak referandum olayını değerlendirirken
“EVET demek Allah’tan başkasının hükmünü kabul anlamına gelir”
şeklindeki çıkarım bir yorumdur. “Hüküm ancak Allah’ındır” ayetini bu
koynuyla irtibatlandırırken de yine yorum yaparız. Sonuçta referandu-
mu itikadi görmek iki zannî yaklaşımın mutlaklaştırılmasıyla gerçekleşir.
Denilebilir ki aynı durum konuyu ictihadi gören için de geçerlidir ancak
zaten konu bu şekilde yoruma açıksa doğal olarak ictihadi kabul edilir.
Önemli olan tağutî sistemi reddetme, mücadeleyi bağımsız tutma ve
ona karşı savaşımı sürdürmedir. Bu tavırla birlikte hadiseyi, cezaevi
koşullarını rahatlatacak bir düzenlemeden ibaret görerek oy kullananlar
açısından itikadi bir sapma söz konusu değildir. Nitekim bu tercih ile
İslam’a alternatif bir teşri tercihinde bulunulmamakta, sadece mevcut
verili durumla ilgili bir tavır geliştirilmektedir. Kısaca bir takım faydalar
umarak oy kullanan bir Müslüman’ın (ya da çevrenin/kesimlerin) duru-
mu, anayasayı meşru gören, demokratik mücadeleyi benimseyenlerin
durumu gibi değildir. Önemli bir ayrıntı olarak; oy verilen metin zahiren
Müslümanların lehinedir ve şirki unsurlar barındırmamaktadır.
Ancak; konunun ictihadi olması konuyu ve varılan sonucu önemsiz kıl-
maz. İctihad çok ağır sonuçlar da doğurabilir. Bu olasılık da ictihadi de-
nilerek gözden ırak tutulamaz. Kaldı ki bu olası sonuçlar ileride sapma-
lara da yol açabilir. (Hz. Yunus’un kentten ayrılma ictihadı, müşriklerin
Müslüman olmaları karşılığında daha elit bir meclis taleplerine Resul’ün
@ eğilim göstermesi, savaş esirleri gibi örnekler kimi zaman ictihadın
olumsuz sonuçlar doğurabilme ihtimaline yönelik güçlü örnekler olarak
zikredilebilir.)
Varılan sonuç kadar bu sonuca hangi usulle varıldığı da önemlidir. (Eğer
bir usul takip edilmiyorsa kaygı duyulması gereken esas durum bu de-
mektir.)
Referandum ve benzeri konular değerlendirilirken bir takım kıstaslar
dikkate alınmalıdır. Referandum öncelikle meşruiyet açısından incelen-
melidir. Eğer meşru değilse zaten ondan uzak durmak gerekecektir ama
meşru ise katılıp katılmama konusunda çeşitli kıstaslardan hareketle
karar verilebilecektir.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 271


İslami hareketin geleceğini ilgilendiren siyasal/sosyal konularda ya-
pılan ictihadlar her zaman kritiktir. Bu nedenle ictihad ederken dikkat
edilecek hususlardan birisi de söz konusu mevzunun aşamamıza (ve
gücümüze) uygun olup olmadığıdır. Aşamamıza (ve gücümüze) uygun
olmayan hiçbir işe girişilmemelidir. Aşama meselesi cemaatten cemaa-
te, kentten kente değişebilir. Rum suresinin ilk ayetleri bizce aşamayla
da ilgilidir. Mü’minlerin aşaması elverseydi, kendileri için hayati olan
bu konuda (ki mesele sadece ehli kitap ile Mecusi meselesi değildir)
kazanmasını çokça arzuladıkları Rumlara belki de fiili destek verirlerdi.
Aynı şekilde Mekke’de müminlerin aşaması elverdiğinde müşriklerle
görüşmeler yapılmış, riski göze alınarak Hudeybiye gibi bir anlaşma
imzalanmıştır.
Çoğu zaman salt biçimde aşamanın uygun olması da yetmez, fayda ve
zarar değerlendirmesi de gerekir. Maslahat önemlidir ancak maslahat
sadece celb-i menfaat değildir, def-i mefsedet de maslahatın bir parça-
sıdır. Mefsedet varsa menfaat tercih edilmez. Hz. Peygamber @, müşrik
sistemle bazı anlaşmalar yoluyla kendine alan açabilir, hatta bugün-
künden daha fazla avantajlar elde edebilirdi. Bu tür teklifler zaten mu-
arızlarından gelmişti. Hatta o da insani olarak bir miktar meyletmişti1
ancak Rabbimizin müdahalesiyle bu yanlış yöntemden dönülmüş oldu.
Çünkü doğuracağı zarar kazandıracağı menfaatten daha fazlaydı.
O halde sistem içi ilişkilerde belirlenecek ictihadî yaklaşımların sınırı
nedir? Nereden sonra tehlike çanları çalmaktadır? Bu hususlarda mü-
minlerin uyarılara ihtiyacı vardır. Uyarılar, konunun ictihadî oluşundan
hareketle göz ardı edilmemelidir.
Referandum vesilesiyle hatırlatılması gereken önemli husus da fıkıh
eksikliğidir. Referandum sistem içi bir olgudur. Ancak Müslümanlar
sistemiçi mücadeleye ve bunun araçlarına dair bir fıkha sahip değiller.
Sosyal/siyasal gelişmelere hangi ölçüler içinde, nereye kadar müdahil
olunabilir? Bunu Kur’anî ölçülerin ışığında belirlemeden, konjonktürel
mülahazalarla her siyasi/sosyal gelişmenin içine dalmak Müslümanla-
ra ve İslami harekete zarar verecektir. Bu eksikliğin farkında olarak,
önemli konularda Müslümanların dar katılımlı nitelikli istişarelere olan
ihtiyacını vurgulamak gerekir.
Sosyal/siyasal meselelerde, camiaların her biri ictihadlarını istişarelere
dayandırıyor, aşamalarını dikkate alıyor ve hareketin faydalarını hesaba
katıyorlarsa (ve tabi başkaca birçok unsuru da gözetiyorlarsa) farklı
düşünmeleri normal karşılanmalıdır. Çünkü her camianın aşamaları,
kısa-orta vadeli hesapları, konuyu okuyuş biçimleri, hesaba katmaları
gereken çevresel faktörleri farklıdır. Bu farklılıkların da farklı ictihadlara
yol açacağı gözden ırak tutulmamalıdır. Sonuçta farklı aşamaları yaşa-
yan, farklı öznel şartlara sahip camiaların vardıkları sonuçları birbirle-
rine dayatmaya kalkışmaları son derece hikmetsiz ve haksız bir tutum
olacaktır.

272 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Bu bağlamda fikirlerin değişmesi de normal karşılanmalıdır. Aşamalar
ve kullanılan araçlar değiştikçe ictihadlar da değişecektir. Değişimi her
zaman, tutarsızlık veya ilkeleri terk etmek şeklinde değerlendirmemek
gerekir. Değişimle girilen yol yanlışsa bilakis uyarı bir sorumluluktur.  
Aşamalar değiştikçe fıkhı oluşturan ictihad da değişebilir. Nitekim Bedir
savaşında teslim olan düşman askerlerinin, peygamberin bir ictiha-
dı olarak öldürülmeyip esir alınması hakkında Rabbimiz, “Yeryüzünde
üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir Peygamberin esir alması yerinde
değildir.” şeklindeki Enfal suresinin 67 ve 68. ayetleri indiriyor. Ancak
müminlerin güçleri artınca yani aşamaları değişince bundan vazgeçiliyor
ve “Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salı-
verin.”  şeklindeki Muhammed Suresinin 3. ayeti iniyor.

Referanduma katılmak sisteme entegrasyon anlamına


gelir mi?
Oy kullanma tartışmaları merkezinde tartışılan bir başka mevzu da
sisteme entegrasyon meselesidir. Bu konuda da maalesef iki uç yakla-
şım tartışmayı belirlemektedir. Bir taraf oy vermeyi doğrudan sistemin
bir parçası olmakla eş tutarken, diğer taraf oy vermenin asla sisteme
entegrasyon riski taşımadığını ileri sürmekte ve bunu tartışmayı yersiz
bulmaktadır. Peki, sistemle bütünleşme tehlikesinin tartışma konusu
edilmesi gerçekten yersiz midir?
Seçimler, sistem içi bir olgudur. Daha önce belirttiğimiz gibi, bugüne
kadar bir sistem içi mücadele fıkhı oluşturulamadığından sistem içi mü-
cadelede genel/yerel seçimler, siyasi partilerin yeri gibi konularla ilgili
olarak usul geliştirilemedi. Daha çok genel ve teorik kabuller ile aktüel
pratiğin yönlendirmesine açık bir tutum ve pozisyon söz konusu.
Entegrasyon, ki bir sapmadır, sistemle kurulan ve pek sorgulanmayan
müdahaneci ilişkilerde belirginleşmektedir. Entegrasyon bir süreç işi
olduğundan “oy” da bu sürecin araçlarından ve merhalelerinden biridir.
Bu hususta belirleyici olan sistemle kurulan ilkesiz ilişki biçimidir.
Mücadeleyi demokratik çerçeve içine sıkıştırmayı kabullenme, İslami
yönetimi hakim kılma idealinden vazgeçme, demokratik devlet ya da
adalet devleti gibi İslam devleti ideali yerine ikame edilmiş cahiliyeyle
bir arada yaşama formüllerine itibar etme, sisteme yönelik “tağut ve
cahiliye” vurgusundan kaçınma demokratik sisteme entegrasyonu ifade
eder. Tağuti sisteme karşı bağımsız kimlikli muhalefet, sisteme enteg-
rasyonun önünde engeldir. Bu kesimleri, sırf oy verdiler diye, entegras-
yonla suçlamak adil bir tutum olamaz. Ancak oy vermenin entegrasyon
konusunda yaratacağı zaafların ve tehlikenin bilincinde olunmalıdır.
Bilelim ki sistem, temel cahili yapısını her daim koruyan, ancak kimi
zaman katı otoriter, kimi zaman da görece liberal partilerin işbaşına
gelmesine müsaade eden bir yapıya sahip. Sistem, bu ikili yapısı saye-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 273


sinde muarızları birbirlerine karşı korkutarak muhalif çevreleri onlar far-
kına bile varmadan merkeze çekmeyi veya orada tutmayı başarmıştır.
Müslümanlar da cahili sistemin bizzat içinden çıkan ve nisbeten daha
ılımlı olan siyasi hareketlerle bir takım kontrolsüz ilişkiler geliştirerek,
süreç içinde demokratik yönteme ve söyleme alışıp sistemiçi hareketle-
re dönüşüyorlar. İlânihaye kötünün iyisine meyleden veya razı olan bu
anlayış, başkaca unsurların da devreye girmesiyle evrimsel bir tarzda
sisteme entegrasyona yol açıyor.
Cüzi de olsa Müslümanlara da bir takım alanlar açacak olan referandum
sonuçta tıkanan sistemi liberal kapitalist ideoloji çerçevesinde rahatlat-
ma girişimidir. Yanı sıra bağımsız İslami hareketlerin ehlileştirilmesi de
referandumun tali amaçlarından biridir.

Dil ve Üslup
Cürümünden fazla yer yakan bir konu olarak referandum, taşıdığı ger-
çek anlamını ve önemini fazlasıyla aşmış bir konuya dönüştü. Partiler,
aydınlar, kanaat önderleri, sanatçılar ve de çoğunluk İslamcılar kendi-
lerine uygun bir kamp seçmiş durumdalar. Böylesine hissî bir zeminde
mantığın işlemesi mümkün değil. Öyle ki anayasa değişikliğinin içeriğini
tartışmak dahi abes görülmektedir.
Ortada bir EVET-HAYIR-BOYKOT faşizmi var dersek çok abartmış olma-
yız. Her biri kendi kampında kâh savunma kâh taarruz pozisyonu almış
durumda. Aynı ideolojik çevreye ait olup da farklı tercihlerde bulunanla-
rın birbirlerine karşı tavrı ise oldukça acımasız.
Mesela, Ali Bulaç’ın Özgün Duruş gazetesinde yazdığı ve anayasa de-
ğişikliğinin kadına pozitif ayrımcılığı içeren maddesini tartıştığı yazı
oldukça eleştirilmişti. Ali Bulaç yazısında kadına yönelik pozitif ayrım-
cılığı İslami açıdan ele alıyor ve bu konunun İslami olarak tartışılmasını
istiyor, kendisi bu değişikliği İslam’a aykırı bulduğunu ifade ediyordu.
Ancak yazıda oyunun ne olacağına dair bir işaret yoktu.
EVET cephesi bu yazıyı HAYIR’ın ilanı olarak algıladı ve Ali Bulaç’ı sert-
çe eleştirmeye başladı. Yazının Zaman gazetesinde değil de Özgün
Duruş’ta yayınlanmasının arkasındaki niyetin okunmasından, hükümet-
ten ulufe alamadığı için intikam hissiyle yazıldığı imasına kadar vardırıl-
dı ithamlar. Tam anlamıyla belden aşağı vuruluyordu. Öyle ki Ali Bulaç
sonradan oyunun EVET olacağını açıklamak zorunda kalacaktı. İçeriğe
dair İslamî bir değerlendirmenin dahi bu kadar hazımsızlığa yol açması,
içine girilen bu akıldışı kamplaşmanın bir göstergesidir.
Oy kullananları tekfir etmek ne kadar yakışıksız ise, oy kullanmayanla-
rın, “HAYIR cephesine hizmet etmek” veya “zalime eğilim göstermek”
gibi ithamlarla suçlanması aynı oranda yakışıksızdır. 
Her seçim tartışmasında “Saptı! Sapıyor! Sisteme entegre oluyor!” gibi

274 REFERANDUM TARTIŞMALARI


uyarının tadını kaçıran bir üsluptan da kaçınılmalı, uyarılar ithama dö-
nüşmemelidir. Diğer yandan iyi niyetli uyarılara sırt dönülmemelidir.
Özellikle de yaygın olarak gördüğümüz, tevhid hatırlatması yapanlara
karşı selefilik kavramının tahfif amaçlı kullanılması doğru bir tutum
değildir. “Tevhid” ve “ilke” vurgusu, bağlamı itibariyle yerinde bulun-
masa bile, İslami hareketler için her zaman sapmaya karşı “emniyet
supabı”dır.
Ayrıca toptancı bir değerlendirme ile referanduma katılmayı itikadi veya
ilkesel olarak yanlış bulan çevreleri, sosyal şahitlik sorumluğundan
kaçmakla suçlamak yanlıştır. Bu minvalde düşünenlerin sosyal şahitlik
konusundaki zaaflarının eleştirilmesi makuldür, ancak genelleme yap-
mak sosyal şahitlik sorumluluğunu gücü nispetinde yerine getirenlere
haksızlık olur. 
Bunun yanında referandumu hak ile batılı, veli edinilecekler ile edinil-
meyecekleri birbirinden ayıran “Furkan günü” şeklinde niteleyerek oy
veren kesimlerle kardeşlik köprülerini yıkan üslup yakışıksız ve tehlike-
lidir.
Nasıl ki konuyu ictihadi görenler total bir şekilde EVETçi olarak algıla-
nıyorsa oy vermeyeceğini söyleyenler de konuyu itikadi görenler kana-
dında görülüyor. Velhasıl tam bir karmaşa söz konusu. Herkes birbirine
karşı kör ve sağır. Herkes birbirinin son sözüne yani kararına bakıyor
ve gerekçeler neredeyse hiç tartışılmıyor.  Bizce tartışma üslubu ve hik-
mete riayet, zorluklarla kurulmuş ilişki ve ittifakların selameti açısından
önemlidir.
Müslümanların üst kadrolarının katıldığı bu tartışmaların tabanda, bağ-
lamını yitirerek kastı aşan bir şekilde yankı bulduğu gözden uzak tutul-
mamalıdır. Umutla Müslümanların söz ve eylemlerini takip eden insanlar
üzerinde oluşan umutsuzluk da dikkate alınmalıdır. Referandum hadise-
sinin bu denli önemsenmesinin, Müslümanlar arasında kırılması zor bir
“kutuplaşma”ya neden olduğu görülmelidir. İhtilaflarda Müslümanlara
zarar verecek ve ayrışmayı pompalayacak üslup, Müslümanların adalet,
basiret, hikmet ve merhamet özellikleriyle bağdaşmaz. Referandumun
bir bölen olmasına zemin hazırlayan bu abartılı yaklaşımlardan kaçınıl-
ması ve bu tutumun açık bir biçimde reddedilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak Cahili bir düzende, tağuti bir devlette yaşıyoruz. Nihai
amacımız bu sistemin yerine İslami kuralların uygulandığı İslami yö-
netimini tesis etmek. Tağuti düzenle girdiğimiz uzun soluklu savaşımın
şu aşamasında onun ceberutluğunu bir miktar azaltacak bir düzenleme
oylarımıza sunuluyor. Müslümanlardan oy verecek olanlar da vermeye-
cek olanlar da bununla sistemin cahili niteliğini yitirmeyeceğinin bilin-
cindeler. O nedenle savaşım 13 Eylül sabahı da sürecek.
Referandum oylamasının doğuracağı sonuçlar itibariyle basit bir mesele
olmadığı açık. Her şeyden önce EVET–HAYIR şeklindeki bir kutuplaşma-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 275


nın nesnesi olmak Müslümanlar’ın bağımsız kimliği için kötü bir imaj.
Daha önemlisi bu kutuplaşma Müslümanlara da sirayet etmekte, Müslü-
manların potansiyel gücünü dağıtmakta, birliktelik zeminini bozmakta.
Bu hususta Mehmed Durmuş’un “Bu kutuplaşma neden Müslümanları
illa, aynı temel ideolojiden doğmuş olan mevcut iki kutuptan birine
mecbur etsin?”2 sorusu önemlidir.
EVET’in gerekçelerinden biri olarak dile getirilen tutarlılık meselesi Müs-
lümanlar açısından görece önemli bir mevzudur. Ancak mesele bundan
daha karmaşıktır. Tutarlılık testinin referandumla bitmeyeceği, aksine
genel seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi ve olası bir yeni sivil anayasa oy-
lamasında da devam edeceği bilinmeli. Çünkü anayasada gerçekleşecek
değişikliklerin sürmesi ve uygulamaya konması için, ardı ardına yapı-
lacak seçimlerde AK Partinin ve Abdullah Gül profilinde bir cumhurbaş-
kanının seçilmesi gerekmekte. Bu durumda, yapılacak olan seçimlerde
AK Partinin ve onun cumhurbaşkanı adayının desteklenmesi “tutarlılık”
gereğidir. Ayrıca yine tutarlılık, yeni bir anayasa yapılması durumunda
ona oy vermeği de gerektirecektir. Bu durumda konu tek başına refe-
randumda oy vermeyi aşmakta, siyasetle ve sistemle aramıza koyduğu-
muz mesafeyi kaldırmak-daraltmak anlamına gelmektedir. Aynı durum,
özgürlük alanlarının açılması gibi lehimize olan durumlara bigâne kala-
mayacağımız şeklindeki gerekçeler için de geçerlidir.
Bizim dışımızda gerçekleşen bir iktidar savaşımının yansıması olan bu
paket bizim mücadele eksenimizin de dışında gerçekleşmektedir. Bu du-
rumda hem bizim savaşımımız olmayan hem de mücadele zeminimizin
ve hattımızın dışında yer alan bir hususta yüzeysel bir tutarlılık analoji-
siyle hareket etmek yanlış olacaktır.
Referandumda oy vermek bugüne dek sandıkla (ve siyasetle) arasına
mesafe koyanlar için bir stratejik eksen değişikliği anlamına gelmekte-
dir. Stratejik eksen değişiklikleri konjonktürel mülahazalara bağlı olarak
gerçekleştirilemeyecek kadar önemli bir mevzudur.
Referandum gibi sistemin revizyona uğratıldığı araçlar, bağımsız po-
zisyonlarını korumakta giderek daha da zorlanan Müslümanları sinsice
sistemin içine çekecek bir tuzağa dönüşebilmektedir. Sistemin tağutiliği
söyleminin giderek terk edildiği, İslam devleti idealinin yerini adalet
devleti veya demokratik devlet düşüncesine bıraktığı bu vasatta sistem-
le bir “anayasal bağ” kurmak mevcut çözülmeye katkı sunacaktır.
Müslümanların oylarıyla katıldıkları bu teşri faaliyeti, sonradan yapıla-
cak yeni anayasayı da destekleme, oradan psikolojik olarak anayasanın
sahiplenilmesine değin bir takım riskleri barındırmaktadır. Sistemle ara-
mızda oluşan “anayasal bağ” çözülmeye direnen İslami kesimin devlete
ve sisteme dönük uzlaşmaz bağımsız mücadele ruhunu zedeleme ihti-
malini taşımaktadır. Ufukta beliren bu tehlike karşısında İslamî hareket,
bu demokratik tuzağa düşmeyecek kadar bağımsız ve özgün olmalıdır.

276 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Bize göre aşamamız, sistemle (burada daha çok hükümet) Hudeybiye
tarzı riskli bir pazarlığa girmeye müsait değildir. Öte yandan sistem
de bizimle böyle bir temasa girmemekte, anlaşma masasına çağırma-
maktadır. Bizlerin sonucu değiştirecek bir oy gücüne sahip olmadığımız
bilinmektedir. Öyle ki yer yer dile getirdiğimiz taleplerimizin hiç biri
dikkate alınmamıştır.  Sistem bize danışmadığı gibi bu paket bizim sis-
temle girdiğimiz bir pazarlığın kazanımı da değildir. Sadece bir “çıkar
örtüşmesi” söz konusudur.
Kendi yöntem ve usulümüzle mücadele etmek bize güç katarken ak-
sinin gücümüzü kıracağını, eksen kaymasına yol açacağını bilmeliyiz.
Politik alan (oy sahası/sandık) bizim savaşım alanımız değil demokra-
sinin alanıdır. Kabul etmediğimiz yöntemi kullanmama, cahiliyenin bizi
çekmeye çalıştığı alanın dışında durma, ilkesel olmanın ötesinde tak-
tiksel bir tavırdır ve eğer o alan tercih edilecekse bunun riskleri dikkate
alınmalıdır.
Müslümanların kendi sahası dışında gerçekleşen bu kavgada, eşyanın
tabiatı gereği, özgün bir söylemi üretmesi mümkün olamaz. Olsa olsa
mevcut söylemler farklı İslami imajlarla yeniden üretilir. Bu söylemsel
üretim aynı zamanda kötünün iyisine razı olmanın retoriği olacaktır.
Müminler cahiliyenin iktidar kavgasında taraf olmamalıdır. Velev ki ta-
raflardan biri bizi sevindirecek hedeflere sahip olsun. Bu durum tam
olarak Rum ile Sasani’nin savaşına benzemektedir. Biz de Mekkeli mü-
minler gibi aşamamız gereği bu savaşı uzaktan seyredip sonucuna göre
ya üzülmek ya da sevinmekle yetinmeli, sevinci garanti etmek için Rum
ordusunun yardımına koşmamalıyız.
Lehimize olacağı düşünülen bu değişikliğe illa ki destek verilmesi ge-
rekiyorsa HAYIRcıları deşifre etmek, sistemin gerçek yüzünü tebarüz
ettirmek, topluma cahili düzeni daha somut anlatabilmek ve darbeciler-
le hesaplaşmak şeklinde harici olarak sürece destek vermek yeterlidir.
Böyle bir destek zaten yürünegelen çizginin doğal bir devamı olmuş
olacaktır.
Pozisyonumuzu ne HAYIRcıların şerri, ne BOYKOTçuların varlığı, ne de
EVET’in dayanılmaz cazibesi belirlemeli. Özellikle de ilkesel (ve/veya
stratejik) olarak devam ettire geldiğimiz sandığa gitmeme tavrımızın
BOYKOTçuluk olarak değerlendirilmesi haksız bir değerlendirme olur.
Nasıl ki boykotçuların tutumunun sandığa gitmeyenlerin geleneksel tu-
tumuyla (ki buna boykot demek galiba doğru olmaz) irtibatlandırılması
doğru değilse, aynı şekilde prensipleri gereği oy kullanmayanların da
BDP ile aynı kefeye konması doğru değildir. Her iki tutum da birbirinden
bağımsız ve farklı gerekçelere sahiptir.
Konuya ilkesel zeminde yaklaşılması gerekir. İslami hareketin maslahatı
ise son kertede ele alınmalıdır. Bu nedenle her çevre öncelikle ilkeler
sonra kendi yapısı, dengeleri, riskleri ve maslahatına göre karar verme-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 277


lidir.
Sonuç itibariyle anayasa değişikliğinin onaylanmasını hayırlı, sürecin
fiilen içine girilmesini, aktif propaganda yapılmasını ise hayırsız buluyo-
ruz. Ancak tüm bunların takdirî olduğunu da bilmeliyiz.
Biliyoruz ki 13 Eylül sabahı sistem tağuti özelliğini koruyor olacak ve
onunla savaşımımıza devam ediyor olacağız. 13 Eylül’e bu bilinçle uya-
nan Müslümanlarla, oy vermiş olsun ya da olmasın, kardeşlik hukuku
da sürecektir. Bu hukukun zedelenmemesi hiç kuşkusuz referandumdan
daha önemlidir.
Dipnotlar:
1- İsra 74. Fizilal’de Seyyid Kutub bu ayette geçen meyledilen şeyin
“Onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine
bir oturum ayırması” olduğunu ifade etmektedir. İçtihadi olan bir hu-
susun dine zarar verme ihtimali o kadar yüksektir ki Kur’an bu meylin
gerçekleşmesi durumunda bunun şiddetli bir azabın nedeni olacağı uya-
rısında bulunuyor. (İsra 75) Müşriklerle ilişkilerde tavizsizliğin bir nedeni
ilkesel/itikadi ise diğer bir nedeni de aşamasaldır. Kimi zaman ikisi bir
arada olabilmektedir.
2- Haksöz Dergisi. sayı:233. s:36
05.09.2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

Referandum
karşısında
Müslümanların
açmazı
ALİ ÖNER

Müslümanlar yaşadıkları ülkelerde inandıkları değerler çerçevesinde bir


yaşam ortaya koyamıyorlar. Cahili sistem, onları şu ya da bu şekilde

278 REFERANDUM TARTIŞMALARI


kuşatmış durumdadır. Müslümanların siyasi ve askeri gücü, sistemle
olan mücadelesinde yeterli değildir. Sistem karşısında bu nedenden
dolayı sesleri ne yazık ki gür çıkamıyor. Bunun temel nedenlerin en
önemlisi cahili sistemle olan ilişkilerinin fıkhını oluşturamamalarından
kaynaklanmaktadır. Bu fıkhın oluşması için zaten Müslümanlar arasında
bir birliktelikten bahsetmekte mümkün değil. Birde Türkiyeli Müslüman-
ların geçmişi sorgulandığında, tercüme faaliyetleriyle sağcı mukaddesçi
anlayışından kopmaları 1970’lerde başlamış ama temel dinamiklerinin
oluşması ancak seksen ve sonrasına dayanmaktadır. Bu dayanakların
çok sağlam olduğu da söylenemez.
Müslümanlar Emevilerle başlayan saltanat anlayışının alimler arasında
bir çıkar misyonunu sağlama bağlama pragmatizmine oturtulmasından
beri, kurulu güç odaklarıyla nasıl bir hukuk oluşturacakları konusunda
aralarında sürekli tartışmalar oluşmuştur. Kimileri mevcut konjonktür
içinde Müslümanların daha fazla zarar görmemesi için güç odakların
adaletsizliğine sığınıp vaziyeti kurtarmaya çalışmış, bazıları ise bu uğur-
da hapis ya da canını vermiştir. Ama güç odaklarını hep merkezlerine
alma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmışlardır. Allah adına yapılan ada-
letsizliklere göz yummuşlar ve mücadelenin hangi boyutta olması ge-
rektiğini ve metotlarını, sistemin ve halkın tüm sosyolojik ve psikolojik
yansımaları okunarak oluşturamamışlardır. Yapılan mücadeleler genel-
likle hayatın tümünü değil bir parçasını kapsayacak şekilde olmuştur.
Bunu Türkiyeli Müslümanlar olarak da bugün dahi yaşamaktayız.   
Günümüze geldiğimizde ise Müslümanların yaşadıkları ülkelerin hemen
hemen hiç birinde adaletli bir İslam rejiminde bahsetmek mümkün gö-
rünmemektedir. Kimilerin adı İslam olmasına rağmen Allah’ın hüküm-
lerini çıkarlarının emrine amade kılarak Allah adına halklarına zulüm
etmektedir. Emevilerle başlayan bu süreç birkaç istisna isim dışında
sürekliliğini korumuştur. Aynı şekilde bu rejimler kimi alimler! tarafın-
dan ayet ve hadislerle meşru hale getirilmişlerdir. Dün getirenlerin ço-
ğunlukta olduğu gibi bugünde getirenler çoğunluktadır.
Cahili sistemlerin oluşturmuş olduğu yasalar karşısında ne yazık ki
Müslümanlar olarak dışında olamıyoruz. Cahili sistem, bizim isteğimi-
zin hilafına tüm dayatmalarda bulunmakta ve bizi kendi çarkının içine
çekmektedir. Bizi doğumumuzla birlikte kendi vatandaşı olarak damga-
lamakta ve bize çeşitli görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Hemen
hemen hepimiz bu görev ve sorumlulukları istemeyerekte olsa yerine
getirmekteyiz. Sistemin eğitiminden geçmekte ve ona askerlik yapmak-
tayız. Ekonomik faaliyetlerimiz onların kontrolünde ve onlara bu faali-
yetlerimizi rahat yürütmek için haraç vermekteyiz.
Cahili değerleri dayatan bu sistemin çoğu ritüellerine katılmakta ya da
çocuklarımızı katmaktayız. Bütün bunlara rağmen inandığımız inancımı-
zın değerlerini günlük pratiklerini uygulama noktasına da ise engellerle
karşılanmaktayız. Bizim onay vermediğimiz ve tasvipte etmediğimiz

REFERANDUM TARTIŞMALARI 279


yasalarına da bizi uymak zorunda bırakmaktadırlar. Bu durum Müslü-
manların birçok parçaya bölünmüş olmasının yanında sistemi oluşturan
kurum ve kuruluşların güç odaklarının elinde bulunması ve bu gücü
kimi zaman Müslümanlara yönelik bir baskıya dönüştürmenin de etkisi
vardır.
Bütün bunlar ve daha fazlasının olmasının nedeni; Müslümanların kendi
aralarında oluşan metodolojik sorunları bir kenara bırakıp sistemle olan
zorunlu ilişkilerinin fıkhını tartışmaktan aciz görünmelerinden kaynak-
lanmaktadır. Müslümanların, Müslümanlarla olan ilişkilerinin nasıl olma-
sı gerektiğini adalet çerçevesinde hazırlanmış bir ahitname hazırlayarak
işe başlamaları gerekmiyor mu? İşleri meşveretle olacak olan Müslü-
manların Hz. Muhammed (sav)’i, O’nun Habeşistan’a giden sahabele-
rinin oradaki tutumları ve günümüz Müslüman coğrafyasındaki Müs-
lümanların yaşadıkları yerlerdeki cahili sistemlerle olan ilişkileri nasıl
sağladıklarının tecrübesinin okunması gerekmiyor mu? Dünya üzerinde
hemen hemen her yerde Müslüman alimlerin bu konularda yazdıkları
eserler ya da yaşamlarından tecrübelerin de iyi gözlenmesi, şartların
okunması ve ürettikleri çözümler okunmamalı mıdır? Böylece cahili sis-
temlerle olan ilişkiler ona göre belirlenebilsin. Güçlerini Allah’ın sınırları
ve akidelerini bozmadan pazarlık konusu yapabilsinler.
Türkiyeli Müslümanlar olarak; parçalanmış ve olabildiğince küçülen lo-
kal oluşumdan öte olmayan küçük yapılardan oluşmaktayız. Bunlarda
olabildiğince dar ve kapalı bir lider etrafında toplanmış oluşumlardır.
Dünyayı algılamaktan ve geniş bir perspektiften okumaktan acizdirler.
Yaşadıkları toplumun sorunlarına gözlerini kapatan, kulaklarını tıkayan
ve lokal oluşumundan adam kaybetmekten korkan yapılardır. Evet son
yıllarda toplum meselelerini önemseyen, gündemlerine alan ve çözüm
üretme gayreti içinde olan yapılarda vardır, ama yetersizdir.
Türkiye’de gündeme gelen her sorun, ister sisteme dahil olalım, ister
dahil olmayalım bizimde sorunumuzdur. Bizi ilgilendirir. Çünkü biz top-
lumu ıslah etmeye talibiz. En öncelikli dayanağımız budur. Diğer taraf-
tan ise sonunda topluma dayanan kirliliğin ucu bize de dayanacaktır.
Dayansın ya da dayanmasın bizim o konuda söyleyecek bir sözümüzün
olması gerekir. Kendimizi ondan uzak tutamayız. Kendimizi pislikten
uzak tuttuğumuzu zannettiğimiz zamanlarda dahi o pisliğin üzerimize
sıçradığını görmekteyiz. Önemli olan o pisliğin ne kadarının bize buluş-
masını istediğimizdir. Referandum bu anlamıyla bizimde üzerinde söz
söylememizi gerektiriyor. Cahili sistemin çıkardığı yasadır, Müslümanları
ilgilendirmez deyip içinden sıyrılamayız. Çünkü daha önce biz kabul
etmediğimiz ve cahili pagan kültürün bir yansıması olarak gördüğümüz
bu yasalar göz önünde bulundurarak bizim üzerimizden tanklar yürü-
tenler ve yine buna dayanarak bizi mürteci ilan edenler, bu değişiklikten
sonrada biz istemesek de yine bize uygulanacaktır.
Referandum karşısında Müslümanların iki farklı tavır sergilediğini gör-

280 REFERANDUM TARTIŞMALARI


mekteyiz. “Evet” denmesi gerektiğini belirten kesimin ileri sürdüğü
argümanlara baktığımızda, neden “evet” dedikleri ortaya çıkacaktır. Bu
kesim, 12 Eylül tarihinde gerçekleşecek olan referandumu “Türkiye’de
statükonun sorgulanması ve sarsılması ayrıca yüksek yargıya hakim
Kemalist despotizmin kırılması” olarak görmektedir.  Ayrıca bu kesim
“laik- Kemalist düzenin ve onun temel yapılanmasını ortaya koyan ana-
yasanın hiçbir biçimde meşru görülemeyeceğini, sistem içinde yaşanan
gelişmeleri ve olayları değerlendirirken dahi temelde bu sisteme muha-
lif olduklarını” dilendirmektedir. Bütün bunlara rağmen bu Müslümanlar
referandumu “sistem içinde gerçekleştirilecek bir takım düzenlemeler
ve değişikliklerle genelde tüm halkın, özelde ise muhalif kimlikli faaliyet
yürüten İslami camianın nispeten rahatlamalarının mümkün olabileceği
ihtimalini” de göz önüne almakta ve “mücadele sürecinde baskıların
azalması, imkanların artması, daha geniş zeminlere açılabilme ve kit-
lelere ulaşabilme noktasında gerçekleştirilecek değişiklikler”den dolayı
destek verilmesi gerektiği söylemektedir.  Fakat bu desteğin hiçbir za-
man “laik-kemalist anayasayı kabul etmek” olmadığına vurgu yapılmak-
tadır.
İkinci kesim ise; iki tarafta da bulunmanın Müslümanların Tevhid akide-
sine ters düştüğünü dilendirmektedir. Kur’an-ı Kerim’den bir çok ayeti (
68/9, 16/36, 7/3, 5/49-50) delil getirerek bunun kabul ve red edilme-
sini Müslümanlar için zillet olarak kabul etmektedir. Ve referandumdaki
yasaları “Allah’ın inzal ettiklerine dayanmayan, onu yok sayan ve hata
onu düşman gören bir anayasaya oy vermek Allah’ın indirdikleriyle hük-
metmemek değil midir?” diye sormaktadır. “İslami çalışmalar içerisinde
bilinç kazanan, yetişmiş Kur’an neslinin fertlerine çağrımız, nesli olmak-
la övündüğümüz Kur’an’ın o net beyanından başka bir şey olmamalıdır.”
“Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tar-
zıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup ayrıl.” 
denilerek referanduma karşıt ve yandaş olmaktan uzak durulması ge-
rektiği vazedilmektedirler.  
Bu anayasa oylamasıyla Müslümanların sistem içine çekileceği korku-
sunu duyulmaktadırlar. Özellikle 1994 yılında Refah Partisi’nin Belediye
Başkanlıkları kazanmaları sonrası ve Ak Parti ile Müslümanların nasıl
savrulduklarına şahit olduklarından dolayı bunu duyulması doğal gö-
rülebilir. Bu ve buna benzer birçok konunun olduğu ve bunlara nasıl
yaklaşılması gerektiği konusundaki netliğin olmaması tartışmaları bera-
berinde getirmektedir.
Tabi burada eklemeden geçmek doğru değil, Müslümanların kafası bu
konuda karışıktır. Sistemin temel yapısı ve kimliği reddetmekle mükellef
Müslümanlar bu konuda nasıl bir tavır alacaklarını tam kestirememek-
tedir. Biz sistemi kabul etmesekte, sistem tüm kurum ve kuruluşlarıyla
bizi kuşatmaya devam edecektir. Biz karşıda olsakta bu yasa bir şekilde
bizi de içine alacaktır. Burada Müslümanların üzerine düşen şey kendi
aralarında güç birliğine gidip, sistemle olan ilişkilerini kendi akidelerine

REFERANDUM TARTIŞMALARI 281


ters düşmeyecek şekilde fıkhını oluşturmak ve buna göre sistemle Müs-
lümanların lehine olacak şekilde pazarlığa oturmaktır. Bu pazarlık Allah
hükmünü belirlediği zamana kadar devam etmesi de Müslümanların
oluşturduğu fıkıh belirleyecektir..
12 Eylül’de yapılacak referanduma Müslümanlara getireceği kolaylıklar
ve zorluklar göz önünde bulundurularak bakmak gerekir. Yoksa ayet-
leri birer silah olarak kullanarak birbirimizi etiketlemekle bir şey elde
edemeyiz. Din ve ideoloji çoğu zaman bir birine karışmaktadır. Biz olay-
lara ideolojikleştirdiğimiz “din”lemi mi yoksa uyguladığımız ve tezkiye
olunduğumuz “din”le mi bakıyoruz? Bunu iyi ayırmak gerekir. Oysa bir
düşünce sisteminin doğruluğunu pratiğe geçirmeden savunmak ancak
ideolojilere has bir tekniktir. Din ile ideoloji arasındaki en ciddi ayırım
bu noktadadır. “Ey iman edenler yapmayacağınız şeyi neden söylersi-
niz.”  Sistemle hesaplaşacaksak topyekûn hayatın tüm alanlarında mü-
cadele etmemiz gerekir. Buna hazırlıklı değilsek, şartlar iyi düşünülmeli
ve ona göre hareket edilmelidir.
06.09.2010
KAYNAK: www.timeturk.com

Bir Referandum
Ayrımında Meşruiyet
Tartışmaları ve
Hz. Yusuf Örnekliği
NUREDDİN ŞİRİN

12 Eylül Tarihinde bir anayasa referandumu olması, doğal olarak


Türkiye’deki Müslüman camiada belli tartışmaları da beraberinde getir-
di.
Bazı kardeşlerimiz bu referandumun egemen faşist ve oligarşik yapının
geriletilmesi için bir fırsat olduğunu belirterek “evet” oyu verilmesi ge-

282 REFERANDUM TARTIŞMALARI


rektiğini vurgularken, bazı kardeşlerimiz de, tağuti bir sistemin temel
dayanak noktası olan “laik anayasa”nın bazı bölümlerinin iyileştirilmesi
amaçlı bir referanduma katılımın, İslami hareketin temel sabitelerinden
bir sapma olacağını belirterek, böyle bir oylamaya katılmanın tevhidi
duruşu ihlal edeceğini vurgulamakta ve “boykot” çağrısı yapmaktadır.
Bize göre, yukarıdaki iki gerekçe, sonuçta aynı noktada birleşmektedir:
sonuçta ortada faşist, oligarşik ve müşrik bir yapı var; bu yapının ku-
ruluşundan bu yana temel amacı İslam’ı hayat sahnesinden bütünüyle
tasfiye etmek, Müslümanların hak ve özgürlüklerini yok etmek ve ülkeyi
“çağdaşlık” adı altında “modern cahiliyye”nin karanlığına sürükleyerek
uluslar arası şirk yapısının bir parçası haline getirmek.
“İttihad Terakki” ile başlayıp “Kemalist oligarşi” ile devam eden bu
yapının tarih boyunca Müslümanlara karşı ne denli zalim ve acımasız
olduğunu, Merhum Eşref Edip’in “Kara Kitap”ından ya da İstiklal Mahke-
meleri cellatlarının anıları ve itiraflarından, ya da hepimizin tanık olduğu
üzere; inançlarından dolayı Müslümanların nasıl horlandığından, Allah’ın
hükümlerinin nasıl yasaklandığından, Müslümanların haklarının zorbaca
nasıl gasp edildiğinden, mukaddesatımızın nasıl da pervasızca çiğnen-
diğinden, hicabın nasıl arsızca saldırılara hedef olduğundan kolaylıkla
öğrenebiliyoruz. Merhum Mehmed Akif’in “dursun bu hayasızca akın”
dediğini Kemalist sistem hep yapagelmiştir.
Türkiye’deki Kemalist oligarşinin ne Firavun, ne Nemrud, ne de Ebu
Leheb düzeninden hiçbir farkı yok. Bu sistemlerin temel dayanak nok-
tası Allah ve Resullerinin yoluna savaş açmak. Bu sistemlerin siyaset
ve uygulaması da zulüm, baskı, işkence. Onun içindir ki “Tebbet yeda
Ebu Leheb” ayeti bizlere, tüm müşrik sistemlerine karşı tavrımızın di-
lini öğretiyor; “kırlısın elleri Ebu Leheblerin, kurusun elleri ve onların
destekçilerinin…! Bazı kardeşlerimiz, böylesi bir sistemin Müslümanlara
yönelik zulmünün, İslami değerler ve mukaddesata karşı saldırganlığı-
nın bir parça olsun geriletilmesine fırsat sağlayacağını düşünerek “evet”
derlerken, diğer kardeşlerimiz de sistemin tüm unsurlarına bütünüyle
“la” deyip bir “karşı-duruş” sergilenmesi gerektiğini vurguluyor.
Eğer burada, bazı Müslümanların içine düştüğü gaflet ve sapma örnek-
liğinde olduğu üzere; tağuti müşrik sistemi kısmen de olsa kabullenme
ve meşru görme gibi bir durum olsaydı o zaman, doğal olarak buna
hep birlikte tepki verir, tağutun hiçbir parçasının meşrulaştırılamayacağı
noktasına odaklanırdık.
Ancak takdir etmek gerekir ki; birinci tezi savunan kardeşlerimiz açı-
sından, sistemin bir kısmı “yanlış” bir kısmı “doğru” değil. Sistemin bir
kısmına “hayır” derken bir kısmına “evet” denilmiyor. Sadece zalim sis-
temin dişlilerinden bazılarının işlemez hale getirilmesi hedefleniyor. Do-
layısıyla bu kardeşlerimizi “şirk” sisteminin bir parçası haline girmekle
nitelemek, ya da referandum oylamasıyla, açıdan anayasayı varoluşsal
onaylıyor gibi görmek yanlıştır.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 283


Bu konunun “akide” zemininde değil de, “İslam Cihad hukuku” “Emr-i
Bil Maruf ve Nehy-i Anil Münker Hukuku” “İslami Siyaset Hukuku” bağ-
lamlarında ele alınması gerekliliğini düşünüyoruz. Dolayısıyla referans
sistemimiz de “Kur’an, Sünnet ve Fıkıh” olmalıdır.
Bu tartışmalar bizi doğal olarak tağut ve şirk yapılarına karşı “sistem içi
mücadele” “sistem dışı mücadele” konularına götürmektedir. Bu konu-
ların yaklaşık 40 yıldır ülkemizde tartışıldığını, telif ve tercüme eserlerin
etkisiyle bu konuda farklı yaklaşım ve tavırların ortaya çıktığını görüyo-
ruz.
İslam dünyasında İslami nizamın tesisini hedefleyerek mücadele veren
hareketler de genelde bu iki kategori içinde değerlendirilmektedir.
Hz. Resul-i Ekrem’in Mekke müşrik düzenine ve liderliğine karşı takındı-
ğı tavrı esas alan kardeşlerimiz diyorlar ki; Hz. Resulüllah hiçbir zaman
müşrik sistemin içine girmedi, onların tekliflerini kabul etmedi, en zor
şartlar altında, öldürülerek, kuşatma altına alınarak ve sürgün edilerek
de olsa da müşrik yapıyla mücadelesini uzlaşmaksızın sürdürdü. Nite-
kim Kafirun süresi de Hz. Resulüllah’ın takip ettiği stratejinin kur’anî
temelini oluşturuyordu.
Elbette Resulüllah (s.a.v) ın yaptığı buydu; bizim için yegane örnek
olan Hz. Resulüllah’ın yolundan gitmekten başka bir seçeneğimiz ola-
maz...
Ancak, şurasını gözden kaçırmamamız gerekiyor: Hz. Resulüllah (s.a.v)
Mekke cahiliye toplumuna ve dünyaya yeni bir “din” getiriyor. Bu dinin
temeli ise “tevhid”dir; bütün peygamberlerin getirdiği risaletin teme-
linin “tevhid” olduğu gibi. Bu din “ed din” olan “İslam”dır ve bu İslam
dini hem akide hem yaşayış hem de toplumsal proje olarak tamamıyla
kendine özgü, her türlü kirlilikten, her türlü bulanıklıktan, her türlü le-
ken uzak olarak inşa edilecekti.
Mekke müşrik sistemi ve liderliği Hz. Resulüllah’ı sistemin içine davet
ederken, ona makam, mevki, mal ve kadın tekliflerinde bulunurken bu
“tevhid” akidesine yol vermiyordu; aksine Hz. Resulüllah’ın tevhid da-
vasını kırmak, onun tevhid eksenli yeni bir dünya kurmasını bloke et-
mek istiyordu; yani kurulu müşrik sistem ve putların varlığının onaylan-
dığı ve kabullenildiği; “kontrol altında tutulan” “denetlenen” “edilgen”
bir İslami yapının varlığı öngörülüyordu. Hz. Resulüllah’ın bunu kabul
etmesi mümkün müydü? Böyle bir vasatta şirkten, tağuttan, cahiliye
ve putlardan tamamen arınmış bir kimlik oluşturmak nasıl mümkün
olabilirdi? Onun için Hz. Resulüllah’ın cevabı “la” idi; “lekum dinikum
veliyedin” idi.
Hz. Resulüllah (s.a.v) 23 yıllık peygamberliği boyunca kendi nebevi
stratejisi ile aziz İslam’ı tebliğ etti, “muvahhidler toplumu”nu, Şehid
Seyyid Kutub’un deyimiyle “örnek Kur’an nesli”ni inşa etti ve İslam’ı
egemen kıldı. Sonuçta hem din, hem İslami örneklik hem de İslam’ın

284 REFERANDUM TARTIŞMALARI


temel hüküm ve prensipleri kalıcı hale getirildi.
Bizim örnekliğimiz ve modelimiz budur. Bu hedef ve idealden, bu kimlik
ve davadan zerre misali sapmamız ve uzaklaşmamız, batıla düşmek,
zulme meyletmek ve Sırat-ı Mustakim’den sapmaktır.
Dolayısıyla tarihin hangi evresinde ve yeryüzünün hangi kesitinde yaşa-
mış olursa olsun, her bir müslümanın misyonu budur, değişemez.
Burada önemli olan bu hedeflerin toplumsal ve siyasal bazda vücud
bulması için takip edilecek yol, yöntemdir; diğer bir ifadeyle “strateji ve
taktikler”dir. Eğer bir Müslüman için söz konusu misyon ve hedefler asli
ise, o Müslüman bu misyonda samimi ve kararlı ise, onun takip ettiği
yolu, strateji ve taktiklerini bir “meşruiyet” ve “akide” zemininde tanım-
lamak veya mahkum etmekten kaçınmamız gerekir.
Yazıyı uzatmadan bir kaç örnek verelim:
Bazı kardeşlerimiz ısrarla “ölçümüz Kur’an olmalı” diyor. Biz de deriz ki,
“ölçüsü Kur’an olmayanın ölçüsü tağuttur” Velev ki kendi hevasını ölçü
edinmiş olsa da. Bu çok açık ve basit bir gerçektir.
Tevhid tarihinde örnek müminleri görürken, bunların önde gelenle-
rinden birinin Firavun’un hanımı olan Hz. Asiye olduğunu görürüz. Bu
hanım mümin idi ve mümin olmasıyla birlikte Firavun sarayının içinde
hayatını sürdürüyordu. Allah Subhanehu ve Teala Hz. Asiye’nin örnek-
liğini beyan ederken, onun firavun sarayı içinde bulunuşunu mahkum
etmiyordu. Acaba bu bir istisna mı idi, yoksa “bir hanım kendi başına
ne yapabilirdi?” demek mi idi?
Buradan açıkça anladığımız şudur; bir müminin asıl duruşu onun tevhid
akidesine katıksız bağlılığı ve Allah’tan gayri tüm ilahları reddedip yal-
nızca Alemlerin Rabbi olan Allah’a itaat ve kulluk etmesi idi. O kişi bunu
yaparken, bulunduğu konum ve ortamlarda farklı görünümlere girebilir,
farklı ortamlarda bulunabilir, farklı düzlemlerde yer alabilir. Eğer o kişi
buralarda bulunurken Allah ile olan ilişkilerinde bir zedelenme, kulluk
ve taatinde bir kusur oluşacaksa, o zaman o kişinin o ortamlardan
uzaklaşması gerekir.
Hz. Asiye günün birinde mümin bir hanımın işkence ile öldürülmesine
tanık olunca firavuna karşı şiddetle itiraz etmesi ve imanını izhar edip
Firavuna karşı tevhidi haykırmasından dolayı, Firavun tarafından öldü-
rülerek şehid edilmişti.
Allah tebareke ve Teala, Hz. Asiye’yi şu şekilde anlatmaktadır
Kur’an’da:
“Allah (cc) iman edenlere de Firavunun zevcesini bir misal olarak ge-
tirdi. O vakit o “Ya Rabbi bana katında cennette bir ev yap! Beni fira-
vundan ve onun kötü amellerinden kurtar! Beni o zalimler gûruhundan
selamete çıkar! demişti.” (Tahrim 11)

REFERANDUM TARTIŞMALARI 285


Bir başka örnek; Hz. Yusuf (a.s) Mısır Meliki’nin düzeni içerisinde ken-
disine görev verilmesini talip ediyor. Hz. Yusuf bu talepte bulunurken
Allah Tebareke ve Teala’nın kendisine “hüküm ve ilim” verdiği bir “mu-
vahhid” idi, şirk sistemini onaylamak ve meşrulaştırmak durumunda
değildi asla. Ancak görev talebinde bulunduğu sistem sonuçta bir tağuti
yapıydı.
Hz. Yusuf (a.s) Mısır’a melik olduğunda, dışarıdan gelip o düzenin ba-
şına geçmedi, kendisiyle birlikte bir grup muvahhidle Mısır düzenine
baş kaldırıp o düzeni yıkmadı, aksine önce o düzenin içine girdi, deyim
yerindeyse, sistemin boşluğundan yararlandı, fırsatları kullandı ve bu
düzenin bir kısmında yönetici oldu, daha sonra ise o düzenin tamamı-
na egemen oldu. Hz. Yusuf (a.s)’ın bu aşamalarının yarısı meşru yarısı
gayri meşru mu?
Biz burada Hz. Yusuf (a.s)ın hedef ve misyonunun ne olduğuna bakma
durumundayız?
Hz. Yusuf (a.s) dünyevi bir kazanç, menfaat, makam ve mevki edinmek
için mi, görev talebinde bulunmuştu? Ya da tevhidin ilke ve çizgilerini
ihlal edecek bir gaflete mi düşmüştü? Eğer böyle düşünecek olursak,
Hz. Yusuf’un örnekliğini bize sunan Allah Tebareke ve Teala’ya karşı ne
duruma düşmüş oluruz?
Aksine, Hz. Yusuf takip ettiği yol ve yöntemlerde sürekli Allah ile bağ
içerisindeydi; hatta kardeşi Bünyamin’in esenliğini gözetirken onun
heybesine tas koyma planının da Allah’ın kendisine öğrettiği bir plan ol-
duğunu öğreniyoruz. Yani Allahu Teala Bünyamin’in esenliğini sağlaması
için Hz. Yusuf’a bir taktik öğretiyor.
Acaba Hz. Yusuf diğer işlerinde kendi başına buyruk mu hareket etmiş-
ti?
Şunu anlayabiliyoruz ki, Hz. Yusuf (a.s) genelde müşrik bir yapının için-
de olsa da, kendi yetki, görev ve sorumluluğu altında halk arasında hak
ve adaleti kısmen de olsa ikame edebilirse, bunu hakkın güçlenmesi,
mahrum, mazlum ve mustasaf olan insanların esenliğinin gözetilmesi
olarak görüyordu. Böylelikle Hz Yusuf (a.s) ortaya koyacağı örneklikle,
hakkın ve adaletin kaynağını da tüm insanlara göstermiş olacak ve in-
sanların tercihinin oraya yönelmesini sağlayacaktı.
Ayetlere bir bakalım:
Allah Tebareke ve Teala Hz. Yusuf’u anlatmaya “Andolsun ki Yusuf ve
kardeşlerinde, (almak) isteyenler için ibretler vardır” (Yusuf 7) ayetiyle
başlıyor.
“Onu satın alan bir Mısırlı (aziz,) karısına: “Onun yerini üstün tut (ona
güzel bak), umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz”
dedi. Böylelikle Biz, Yusuf’u yeryüzünde (Mısır’da) yerleşik kıldık. Ona
sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galib

286 REFERANDUM TARTIŞMALARI


olandır, ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf Suresi, 21)
Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik
yapanları böyle ödüllendiririz. (Yusuf Suresi, 22) (Yusuf 21-22)
Hükümdar dedi ki: “Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım.”
Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: “Sen bugün bizim yanımızda
(artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin.”
(Yusuf) Dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yö-
netici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini
de) bilenim. İşte böylece Biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve imkan (iktidar)
verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konakladı. Biz kime diler-
sek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratma-
yız (Yusuf 54-56)
Burada Mısır Meliki’nden sistem içinde maliye bakanlığı görevinin ken-
disine verilmesini isteyen Hz. Yusuf zindandaki arkadaşlarına tevhidi
anlatırken “Atalarım İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un dinine uydum.
Allah’a hiçbir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değil. Bu, bize
ve insanlara Allah’ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanların çoğu şük-
retmezler. Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler
mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı? Sizin
Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil in-
dirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası
değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, Kendisi’nden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların
çoğu bilmezler.” (Yusuf Suresi, 38-40) demiyor muydu?
Acaba Hz. Yusuf zindanda iken muvahhid idi de, zindandan çıkıp saraya
girdiğinde/alındığında tevhidden mi uzaklaşmıştı?
Görüleceği üzere, Hz. Yusuf hakk ve adaletin ikamesi için iki aşamalı
bir strateji çizmiştir. Birinci aşamada, sistem içinde kısmen egemen bir
yapı oluşturmak ve sahip olduğu yetki ile hakk ve adaleti ikame etmek;
ikinci aşamada ise, tam bir egemenlik kurup ülkede bütünüyle hakk
nizamı tesis temek.
Ve burada özellikle göz önünde bulundurmamız gereken nokta Rabbimi-
zin “Biz Yusuf’a yeryüzünde güç ve imkan verdik” buyruğudur.
Bunun içindir ki fakihler, Hz. Yusuf’un kıssasından hüküm çıkarırlarken,
bir ülkede, kısmen de olsa zulüm ve mefsededi bertaraf etmek müm-
kün olabilecekse, mümin bir kişinin İslami bir olmayan bir sistem içinde
görev almasının meşru olacağına hükmetmektedirler.
Sözü uzatmadan, sonuca gelecek olursak;
12 Eylül’de yapılacak olan referandumun ülkedeki müşrik egemen oli-
garşik sistemi gerileteceği gerçeği, müşrik egemen sistemin asli unsur-
larının gösterdiği şiddetli tepkiden de açıkça belli olmaktadır. Onların
kullandığı argüman ve söylem laik düzenin çökertileceği iddialarıdır.

REFERANDUM TARTIŞMALARI 287


Bizler anayasa değişikliğinin kabul edilmesi ile, egemen tağuti sistemin
çökeceğini düşünmüyoruz. Bu değişikliğin sadece Müslümanlar üzerin-
deki acımasız “zulüm mekanizması”nın belli ölçüde geriletileceğine ina-
nıyoruz; nitekim yaşadığımız süreç bunu göstermektedir.
Dolayısıyla, bir ülkede, müslümanlar üzerindeki zulüm ve tuğyanın kıs-
men de olsa geriletilmesini istemek ve bunu sağlamaya çalışmak aynı
zamanda “tevhidi duruş”un bir sosyal projesi olma durumundadır. Bu-
nun ön bariz örneği de Hz. Yusuf (a.s)dır.
Bu tavır bizleri temel İslami kimliğimizden, misyon ve hedeflerimiz-
den uzaklaştıracak değildir. Adı ve sanı ne olursa olsun, meşruiyetini
Allah’tan almayan hiçbir yapıyı kısmen de olsa tanımayız ve kabullen-
meyiz. Bizim siyasal misyonumuz “ilahi velayet hattı”na bağlı olmak ve
bu minval üzere yaşamak ve mücadele etmektir…
06.09.2010
KAYNAK: www.velfecr.com

Referandum ve Bizim
Radikaller
ÖMER ŞEVKİ HOTAR

Referanduma günler kala tartışmalar, ağız dalaşları ayyuka çıktı.


Toplumun her katmanından, bütün kesimler, referandum ile ilgili görüş
ve düşüncelerini dile getirmekteler. Bu açıklamalardan kiminin ideolojik,
kiminin pragmatik, kiminin art niyetli, kiminin samimi ve iyi niyetli ol-
duğu gözden kaçmamaktadır.
Bu arada kendini “İslamcı” olarak niteleyen veya “radikal İslam” “siya-
sal İslam” tanımlamalarından yüksünmeyen kesimler de referandumla
ilgili kanaatlerini son dakikada izhar etme ihtiyacı duydular. Böyle bir
açıklama kaçınılmazdı… Fakat aynı zamanda bu kesim için izahı zor bir
çelişkiyi de ortaya çıkarıyordu. Bu açıklama kaçınılmazdı; çünkü onlar
da bu dünyada, bu ülkede ve bu toplumda yaşıyorlardı. İçinde yaşa-
dıkları toplumda olan biten her şeyden, doğrudan ya da dolaylı olarak

288 REFERANDUM TARTIŞMALARI


kendileri, aileleri, çoluk-çocukları etkileniyordu. Üstelik son dönemdeki
tartışmaların odağındaydılar ve yegâne hedef kendileriydi. Dolayısıyla
suskun kalamazlardı. Oysa yıllarca toplumda, özellikle siyasal alanda
olup bitenleri, “Müslümanları ilgilendirmeyen, sistem içi mücadeleler”
olarak nitelemiş, kayıtsız kalmışlardı. Fakat şimdi bir açıklama yapmayı
lüzumlu gördüler.
Evet, bir açıklama yaptılar… “Hayır” diyecek, sandığa gitmeyeceklerdi.
Gerekçeleri kırk yıl öncekinin aynıydı… “Bu referandumda ‘Evet’ demek
tağuti bir sistemi benimsemek ve gayri İslami bir anayasayı kabullen-
mek demekti.” “Bu ise şirk veya küfrü gerektiren bir durumdu…”
Elbette insanların kafa yorarak vardıkları kanaatleri saygıdeğerdir ancak
sadece kendilerini bağlar. Bu tercihlerinden dolayı kimsenin bir başkası-
nı zorlamaya hakkı olmamalıdır. Fakat ne garip tecellidir ki; yıllarca, bu
rejim içinde oy kullanmanın küfür olabileceğini iddia eden nice gruplar,
insanlar, bu gün bırakın oy kullanmayı, mevcut partilerden milletvekili,
belediye başkanı olmakta bir beis görmemekte, hatta bunlara destek
vermeyi İslami bir görev addetmekteler.
İşte bu sebeple, ben âcizane, öyle her meseleyi imani-akidevi bir kap-
samda değerlendirerek keskin ve kesin yargılarda bulunmanın, günün
birinde, ayağı yere basan insanı mahcup edeceğini düşünmüşümdür ve
bu tavrı “Haricilerin” tavrına benzetmişimdir.
Küfrün de, imanın da hep bir şuurla, kasıtla ortaya çıkacağını, öyle iç-
tihadı kanaatlerle, siyasi duruşlarla insanların kâfir veya müşrik olma-
yacaklarını düşünmekteyim. Çok çok, bu kardeşlerimize kanaatlerinde
yanıldıkları söylenebilir.
Doğrusunu söylemek gerekirse ben bu tarz kanaat değişikliklerini de
doğal buluyor, çok da yadırgamıyorum. Fakat yadırganması gereken
hususun; insanların kendi kanaatlerini birer vahiy gibi başkalarına da-
yatmaları olduğunu düşünüyorum.
Başa dönersek; Müslümanlar olarak içinde yaşamaya mecbur olduğu-
muz ülkemizde, olup biten her hadise bizleri de, -az ya da çok- mutlaka
etkilemektedir. Hele de bugünkü gibi bütün planların, projelerin Müslü-
manların imhasına yönelik olduğu bir ortamda, “bunlar sistem içi müca-
delelerdir” diyerek olan bitene kayıtsız kalmak ancak vurdumduymaz-
lıkla ifade edilebilir. Bu gün, bir Müslüman’ın “sistem içi bu mücadeleler
bizi ilgilendirmez” demesi için ya uzayda yaşıyor olması ya da yirmili
yaşların altında olması lazımdır.
Her türlü baskıya, zulme uğrayan, kamusal alan bahanesiyle kamudan
tard edilen, ordudan, okuldan, devlet dairelerinden ihraç edilen, her
türlü tehdide, şantaja, hakarete maruz kalan, birinci sıradaki iç tehdit
olarak görülen, üzerinde en acımasız imha planları yapılan, fişlenen,
dinlenen, her an takip ve gözetim altında tutularak canından bezdirilen
Müslümanlar iken, “bütün bunlar sistem içi mücadelelerdir ve bizi ilgi-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 289


lendirmez …” demekte bir anormallik yok mu sizce?
Hayatına kastedilen bir Müslüman, nasıl olurda böyle ayağı yere bas-
mayan, hayattan kopuk hatta biraz uçuk bu tür telkinlerde bulunabilir?
Bir şiir okuyana iki yıl, Kudüs gecesi iştirakçisine on beş yıl hapis cezası
veren, başörtüsü eylemine katılana idam cezası talep eden hukukçula-
rın bu kadar acımasız ve pervasız olduğu bir ülkede, bu kaosu kısmen
de olsa giderecek bir düzenlemeye karşı çıkmanın ya da kayıtsız kalma-
nın akılla, mantıkla izahı mümkün müdür?
Bu dehşet ortamının giderilmesine destek vermek, niçin “tağuti şirk dü-
zenine onay vermek” manasına gelsin? Tevhidi duruşu niçin zedelesin?
Kur’an davetini neden engellesin?
Bir tarafta gözünü nefret bürümüş, tırnaklarını Müslümanların gırtlakla-
rına geçirmeye çalışan statükodan yana bir kesim veya kişiler var. Diğer
tarafta zulme ve haksızlığa itiraz eden; hakkaniyetten, insani değerler-
den yana bir kesim veya kişiler var ise ikincileri tercih etmek (eğer acı
çekmekten zevk alan bir mazoşist değilseniz) niçin küfrü tercih etmek
olsun?
Resulululah’ın (a.s.) tavsiyesiyle, adil olduğu söylenen Habeş Kralı
Necaşi’ye sığınan Müslümanlar, Hıristiyanlığı mı tercih etmiş oldular? Ve
ya gayri İslami bir düzeni mi onayladılar?
Pratik hayattan bu kadar kopuk bir din anlayışının ütopya olmaktan öte
bir anlamı olur mu?
Bırakınız Türkiye’yi; faraza Almanya’da yaşıyor olun… Seçimler esna-
sında İslam’a ve Müslümanlara karşı gayz ve nefretle dolu, acımasız bir
parti liderine karşı yine Hıristiyan ama insaflı, daha insancıl ve merha-
metli bir diğer lideri tercih etmek niçin mümkün olmasın? Despotizmi
kısmen de olsa engellemeye Evet demek niçin küfür sayılsın?
Unutmayınız ki: Rumların (Bizans) putperest olan Perslere karşı mağ-
lubiyeti, Resulullah’ın da (a.s.) içinde bulunduğu Müslümanları üzmüş,
Allah’ın; Rumların üç ila dokuz yıl içinde galip geleceği müjdesi ise
sevindirmişti. E, insaf ediniz, bugünkü yöneticiler Rumlar kadar olsun
desteği hak etmiyorlar mı?
Çok bunaldıklarında müşriklerden bile eman almakta beis görmeyen
Nebi (a.s.) ve ashabını niçin görmezden gelirsiniz? “Onlar eman aldılar
ama dinlerinden taviz vermediler” deniyor. Sizden taviz isteyen kim?
İslami taleplerinizi elbet sürdürün. Fakat siz eman almanın bizatihi ken-
disini taviz sanıyorsunuz.
Her gün medyada, çetelerin korkunç planları yayınlanmıyor mu?
İstanbul’un üstüne çökecek adamların, tıpkı İsrail’in yaptığı gibi acıma-
dan tepeleyecekleri insanlar Müslümanlar değil mi? Başlıklar halinde
bile bu yazıya sığmayacak sayısız tuzak Müslümanlara kurulmuyor mu?

290 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Ve bir yürekli adam, ekibiyle birlikte çıkmış, bu kirli oyunu deşifre edi-
yor, engellemeye çalışıyor. Dinine bile bakmadan böyle birine destek
vermek gerekmiyor mu? Nerde kaldı ki bu insanların samimiyetleri,
cesaretleri, özel hayatlarındaki İslami hassasiyetleri, risk almaya pek
de yanaşmayan, tuzu kuru İslamcı kardeşlerimizden hiç de geri değil-
dir. Bütün bunlar, onların eksiksiz olduğu, eleştirilmeyecekleri ve İslami
taleplerimizi sürdürmeyeceğimiz anlamına kesinlikle gelmeyeceği gibi
mevcut sisteminde İslami olduğunu söylemek saflığına düşmeyi gerek-
tirmez.  
Hasbelkader gayri İslami bir sistem içinde yaşamak zorunda olan bir
Müslüman, sistemin sahiplerinden, Müslümanlar lehine birtakım düzen-
lemeler yapılmasını talep edemez mi? Bazı haklar isteyerek, Müslüman-
ların aleyhine gördüğü kimi yasaların kaldırılmasını veya değiştirilmesini
isteyemez mi? Veya bu tarz talepleri sistemi onaylamak anlamına gelir
mi? Yoksa ‘ya anayasayı toptan değiştirin ya da Müslümanlar lehine de
olsa kısmi değişiklik istemiyorum’ mu demeliyiz? Oysa aynı kardeşleri-
miz, başörtüsü ve Kürt meselesi diye takdim edilen konularda sistem içi
taleplerde bulunmakta nedense sakınca görmüyorlar. Bu da başka bir
tuhaf çelişkidir.
Nerde kaldı ki; 12 Eylül referandumunda anayasaya “Evet” denmeye-
cek, bilakis mevcut anayasanın en azından yirmi altı maddesine hayır
demiş olacağız.
Bu kesim tarafından bir başka çekince de şu sözlerle ortaya konuyor:
“anayasa değişikliği kabul edilirse ne değişecek(?)” böyle bir soruyu
sormak için insanın basiretinin bir hayli bağlanmış olması gerek.
“Ne değişecek”miş(?) On yedi bin faili meçhul cinayete yenileri ek-
lenmeyecek… Milyonlarca insan fişlenmeyecek, dinlenmeyecek, izlen-
meyecek. Canı sıkılan, üç günde bir darbe yapmaya yeltenerek yüz
binlerce insanın canını yakmayacak. Tehditler, şantajlar sona erecek.
Şiir okudu diye insanlar yıllarca hapis yatmayacak, başörtüsü eylemine
katılanlar idamla yargılanmayacak. İnönü Üniversitesinin sabık Rektö-
rü, televizyonlarda halkın gözüne bakarak; “yüzde doksanla da iktidara
gelseniz bu ülkede bizim dediğimiz olur…” deme cüretini göstereme-
yecek… Kimse halkı birbirine kırdıramayacak, heronları düşürme planı
yapamayacak, köyler yakılamayacak, kimseye pislik yedirilemeyecek,
ülkeyi ele geçirerek millete kan kusturmaya çalışan çeteler tasfiye
edilecek… Yüksek yargıyla Apo işbirliği yapmayı tasarlayamayacak…
Müslümanlar iç düşman olmaktan çıkacak, irtica bahanesiyle olmadık
zulme maruz bırakılanlar yakalarını hınç dolu bu adamların ellerinden
kurtaracak… Sadece İstanbul’da bir gecede iki yüz elli bin Müslüman
toplama kamplarına alınamayacak, acımasızca tepelenemeyecek, kimse
İstanbul’un üstüne çökemeyecek, ülke sathında adı sanı biraz duyulan
her Müslüman’ın ismi kara listelere alınamayacak vesaire, vesaire, ve-
saire… Say sayabildiğin kadar… “Ne değişecek”miş(?) el insaf…

REFERANDUM TARTIŞMALARI 291


Peki, bu değişimlerin hangisi İslam’a muhalif? Hangisi tevhidi duruşu
engeller? Ya da hangisi; “Kur’ani daveti gölgeler?”
Kimi İslamcıların(!) bu kararı herhalde en çok Ergenekoncuları sevin-
direcektir. Ne tuhaf bir ülkede yaşıyoruz! Statükocular; “bunlar şeriatı
getirecekler” diye “Hayır” diyorken… Bizim radikaller de; “bunlar şeriatı
getirmeyecekler” diye ‘sandığa hayır’ diyorlar…
Evet, ‘bir ibadet duyarlılığı içinde’ olmasa bile ben de sandığa gidecek
ve “Evet” diyeceğim. Fakat Kur’ani taleplerimden de hiçbir zaman vaz-
geçmeyeceğim.
07.09.2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

Son Olarak...
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU

Bir süredir, pirincin içindeki beyaz taşa kaşık sallayan mahalle sakinle-
rine bir şeyler anlatabilmek amacıyla içe dönük eleştiri yazılarına ağırlık
verdik.  
İyiliği emr, kötülükten nehy sorumluluğu gereği, dışlanmak, yalnızlaştı-
rılmak riskini göze alarak sözümüzü söylemeye çalıştık.  
Fakat gelinen noktada herkesin bildiğini okumaya devam ettiğini,
Kur’an’ın tabiriyle herkesin yanındakiyle sevinmekte olduğunu ve bunda
ısrarcı olduğunu üzülerek müşahade ettik.
Ne yazık ki tam anlamıyla sözün yalama olduğu noktadayız. Düne ka-
dar aynı kavramlarla konuşan, aynı ilkeleri dillendiren Müslümanlar ara-
sında bile artık ortak referansların kalmadığı, rölativizmin tüm bağları
ve bağlayıcılıkları yerle yeksan ettiği bu dönemde artık bu tür yazıları
sürdürmek boşa kürek çekmek gibi gelmeye başladı.
Düne kadar, ilk Kur’an neslinin gerektiğinde Allah Rasulü’nü (a. s.) bile
eleştirmesini konu edinen, Hz. Ömer’e Kur’an ayetiyle karşı çıkıp onu
yanlışından döndüren kadın örneğini her fırsatta anlatanlar, şimdilerde

292 REFERANDUM TARTIŞMALARI


hiçbir eleştiriye tahammül göstermiyor. İnsanlar üzerinde mahalle bas-
kısı kurarak aşılmaz bir tahakküm kuruyorlar.
Düne kadar tarikatlardaki şeyh-mürit ilişkisini haklı olarak eleştirenler,
bugün tüm İslami yapılarda bu tür bir tâbilik ilişkisini zorlayıp, bir ağa-
beyimizin yerinde tesbitiyle Müslümanları bir şekilde tağutun kazığına
bağlamanın peşinde koşuyorlar.
Herkesin bildiğini okumaya devam ettiği ve sözün maalesef yalama
olduğu bu noktada artık gidişatı çok fazla zorlamanın anlamı olmasa
gerek.
Söz yalama olduğu için artık ne söylense cedelleşmenin ötesine geçmi-
yor. Zaten muhataplar da, herkesin bildiği yolda yürümesi gerektiğini
söyleyerek kendilerinin rahat bırakılmalarını talep ediyorlar.
Bundan sonra inşaallah kimsenin tavuğuna “kış” demeden, kendi bah-
çemizde güzel ürünler yetiştirmeye ve onlardan nasıl verim elde edebi-
leceğimiz üzerinde yoğunlaşmaya çalışacağız.
Gönül isterdi ki bu kırılmalar yaşanmasın, pirincin içindeki beyaz taş,
yılların birikimine bu kadar zarar vermesin. Ne var ki yaşandı ve görü-
len o ki, bu zararların telafisi de şimdilik mümkün görünmüyor.
Bu durumda toprağa yeni tohumlar saçmak, yeni ekinlerin yeşermesi
için çalışıp çabalamak gerekiyor.
Vira bismillah!
07.09.2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

Referandum
tartışmalarıyla ortaya
çıkan şaşırtıcı tablo…
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Fikrî, itiqadî veya ideolojik bir bütünlük içinde olmak elbette güzeldir,

REFERANDUM TARTIŞMALARI 293


amma, bu bütünlük adına, ortaya bir takım fikirler ortaya atarken, gün-
lük hayatın gerçeklerinden kopuk ve hayal âleminde dolaşır duruma
düşmemek gerekir.
Dünyaya bakışımızı ortaya koymaya çalışırken, günlük hayatın gerçek-
lerine gözkapayarak ve onları yok sayarak ilerlemek, ne kadar mümkün
ve de sağlıklı olur?
Bazı okuyucular, e-mail mesajlarında, referandumda oy kullanmanın
bazılarınca, ’tevhîd’ inancına aykırı olduğu’na dair yorumlar yapıldığın-
dan hareketle tereddüdde kaldıklarını belirtiyorlar. Bu gibi kardeşlere
cevabım genel çerçevesiyle şöyle oluyor:
’İnanç sistemimize göre bir sistem kurulur da, onu bertaraf etmek ve
etkisiz kılmak niyetiyle, beşerî iradelere göre bir takım düzenlemelere
kalkışmak durumuna düşerşek, onun hesabı ayrıdır.. Ama, bütünüyle
tâgûtî bir sistem tarafından kuşatılmış bir müslüman, kendisini bağla-
yan zencirlerden bazılarının gevşetilmesi ihtimali ortaya çıkınca; nasıl,
’hayır ben zencirlerimin gevşetilmesini istemiyorum., beni ilgilendir-
mez.’  diyebilir ve bunu bir de ‘tevhîd’ inancını korumak adına yapabilir?
Bizim hayatımızı bütünüyle  kuşatmış olan bir tâgûtî sistemin yaptırım-
larına göre -istemesek de- hareket etmek zorunda olduğumuz ortaday-
ken; bu gibi yaklaşımlarda olanların mantıkî yaklaşımlarını ve izahlarını
gerçekten de anlıyamıyorum..’
*
Baştan başa, milletimizin kesin doğrularına, inanç sistemine karşı ol-
mak temelinde tesis olunup 100 yıla varan bir açık veya örtülü diktatör-
lükle sürdürülen ve emperyalist hedefler üzerine kurdurulmuş bulunan
bir laik sistemde, hiç kimse, o rejimin bütün temel düzenlemelerini
fiîlen reddedemiyecek durumda iken.. Onun kimlik cüzdanını, pasapor-
tunu, parasını taşımak zorunda kalırken.. O rejimim kanun ve kuralları-
na istemese de riayet etmek zorunda kalacak şekilde kuşatılmışken ve
de..
Bu sistemi, reddedecek bir ’qıyâm’ tavrı sergilemekten fiilî olarak uzak-
ta iken..  Zencirlerin biraz gevşetiltemesine ve o sistemin belki biraz
daha zayıflamasına vesile olabilecek ihtimaller üzerinde pratik imkanları
tartışmak yerine, sanki bütün o düzenlemeler içinde yaşamak ’tevhîd’e
uygun da, sadece referanduma katılmak aykırı imiş gibi bir itiqadî  tar-
tışmalara girilmesini, evet, nasıl izah etmeliyiz?
Bu gibi iddialarında ısrarlı olanlar, siyonist İsrail rejiminin tahakküm
ettiği Filistin topraklarında yaşasalar da, o siyonist rejimin yahudi şe-
riatine göre haram olduğuna ve siyonizmin yahudi şeriatinden temel
bir kopuşu temsil ettiğine inandıkları için;  o rejimin kimliklerini, pasa-
portlarını, parasını kullanmayan, çocuklarını onların mekteblerine gön-
dermeyen, haklarını elde etmek için o rejimin mahkemelerine müraaat

294 REFERANDUM TARTIŞMALARI


etmiyen, hastahanelerinde tedavi olmayan, oluşturdukları getto’larda
kendi kendine yeterli olmaya çalışan bir yahudi taifesine baksınlar..
Onlar bile, zâhiren nisbeten tutarlı gözüküyorlar.. Ancak, siyonist İsrail
rejimi de, onların varlığının kendi bünyesi içinde, kontrollü bir şekilde
bir çeşni olarak yaşamasına müsaade ediyor.
Bilindiği üzere,  Amerika’da da, her türlü teknolojiye kesinlikle kar-
şı olduklarını söyleyen ve otomobil, elektrik, radyo, tv., telefon vs.
gibi hiçbir şey teknoloji ürünü kullanmayan ve sayıları 200 bini bulan
’Amish’ler denilen bir bir hristiyan tarikatı var ki, Amerikan sistemi de,
kendi sistemlerini temelden tehdid etmedikleri müddetçe onların bir
çeşni olarak kalmalarına gözyumuyor..
O halde.. Temel inanç ıstılahlarını/ terimlerini öne sürerek yapılan tar-
tışmalarda tutarlılık derken, savunulan görüşlerin günlük pratiğimizdeki
yerinin ne ve nasıl olduğunu da ortaya koyabilmeliyiz.. Yoksa, bizim
inanç sistemimiz bize, kendi inancımızı hâkim olmadığı yerde, olan bi-
ten herşeye karşı seyirci kalmamızı mı telkın veya emrediyor?
Bir diğer taife de, referandumun kendi arzuladıkları gibi çıkması için
sms mesajlarıyla başkalarını duaya davet etmekte..
İstanbul’u fetheden genç Sultan Mehmed, surları aşıp, Bizans’in kalbine
doğru ilerlerken, yolun iki tarafında saf tutmuş ulemâ  taifesi, ’Duamız
berekâtiyle feth muyesser oldu Padişahım..’ derler.. Genç Sultan bu
hatırlatmalara önce sessiz kalır. Ama, bakar ki, bu hatırlatmaların sonu
gelmiyor.. O zaman, ’Belî, belî (evet) ey efendilerim benim, amma.. Şu
bizim şemşîr’in (kılıncın) hakkını da unutmayınız..’ demek zorunda ka-
lır..
Ve, o dönem dünyasının en büyük kiliselerinden olan Ayasofya’ya var-
dığında ise.. Başka bir tablo vardır.. Piskoposlar, bir meleğin kendilerini
kurtarmaya geleceğine inanmakta; ancak, bu kurtarıcı meleğin erkek
mi, dişi mi olacağı konusunu tartışmaktadırlar..  Ama, gelecek olan me-
leğin cinsiyetini tartışanlar, karşılarında genç Sultan Muhammed’i görü-
verirler..
*
Müslüman toplumun nasıl idare olunacağına dair, elimizde, çok sağlıklı
işleyen örnekler fiilen yok, maalesef.. Asr-ı Saadet’ten kısa süre sonra,
müslümanlar asırlarca sürecek saltanat yöntemlerinin altına girdiler..
Yönetimin, istişare  yoluyla olacağını hepimiz Kur’an hükmüne dayana-
rak söylesek de, o istişareyi yapacak olanın, o istişare etmek makamına
nasıl ulaşacağını, hangi yetkiyle ve kimlerle istişare yapacağını müslü-
man coğrafyalarında çok sağlıklı şekilde ortaya koyduğumuz söylene-
mez..
İran’da miladî- 1979 başında ve çetin bir ’müslüman halk qıyâmı’nın,
yüzbini bulan kurbanlar vererek gerçekleştirdiği büyük İslam

REFERANDUM TARTIŞMALARI 295


İnqılabı’nın bu konuda yeni bir pratik oluşturması bekleniyor ve temen-
ni olunuyordu, ama, onun da, bugün diğer müslüman toplumlara örnek
oluşturacak şekilde bir pratik sunup sunmadığı hususu, ayrı bir konu..
*
İktidar hırsı, parti içi ihtilaflarda, iftar basmalara kadar varırsa..
Başkalarına veya bir topluma hükmetmek arzusu, hemen her canlıda
var olan bir sevk-i tabiî, bir içgüdüdür ve en azından, başkasının tahak-
kümüne karşı reflektif bir direniş tavrı olarak ortaya çıkar.. Her insanın
içinde, başkalarına hükmetmek arzusu, şu veya bu derecede vardır..
Böyle bir arzuyu hiç taşımayanlar, dünyadan el çekmiş kimseler olarak
gözükseler bile, onlar da fırsatı ellerine geçirirlerse, neleri-nasıl sergile-
diklerine, beşeriyet tarihi boyunca sürekli örnekler üretilip durmaktadır..
Son olarak, kendilerini diğer bütün siyasî hareketlerden tamamen ayı-
ran ve -40 yıllık liderinin ağzından-  sadece kendilerini doğruda bilen bir
cereyanın mensublarının bile, sonunda, kendi aralarındaki bir iç ihtilafı,
nasıl, iftar sofralarına kadar taşıdıkları elem verici, utandırıcı sahneler
görüldü..
Çünkü, ’her insanın içinde, bir gizli Şah, bir Sultan da vardır.’
Bu bakımdan, toplumun idaresinde vazife alacak kimselerin belirlenme-
si konusunda Hz. Ömer’den ulaşan bir söz düşündürücüdür.. O, yönet-
me vazifesini, ’başınızdayken, aranızda gibi, aranızdayken de başınızda
gibi olan kimselere veriniz..’  tavsiyesinde bulunuyor..
*
Böyleyken..
Referandum tartışmalarındaki uslûb ve adâb da ibret verici..
Bu noktada, -İslamî muktesebatı dolayısiyle- en tutarlı ve ölçülü konuş-
mak durumunda olan Tayyîb Erdoğan bile bazen, sınırları zorluyor..
Gerçi, bütün diğer partilerin, cereyanların tamamının ona hücum etmesi
karşısında, onların herbirisine karşılık vermek zorunda kalması yüzün-
den, tepkilerinin bazen ölçüyü aştığı, bu düzende normal karşılanabilir,
ama, asıl yiğitlik, böyle zor zamanlarda ölçüyü yitirmemektir..
Rakiblerinin saldırıları, ona, ’sui misal /kötü örnek, misal olmaz’ anlayı-
şınca, örnek teşkil edemez..
Başbakan bunlara cevab vermeyip hırçınlaşmadan geçmelidir yanın-
dan..
Kendisine en kaba ve yakışıksız beyanlarla, kalpazan, yetim hakkı yi-
yen, talancı diyen, ’adam gibi adamsan.. Çık karşıma ekranlarda, tartı-
şalım da, boyunun ölçüsünü al!..’ diye Tophane külhanbeylerinin ağzıyla
hitab eden ve her türlü tutarsız iddiaları dile getirmekten çekinmeyen

296 REFERANDUM TARTIŞMALARI


bir Kılıçdaroğlu’na nasıl mukabelede bulunabilir ki..
27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan askerî müdahalelerin de
darbecilerle daima  işbirliği yaptığı bilinen CHP’nin yeni Genel Başka-
nı Kılıçdaroğlu’nun şimdi herkesi kör yerine koyarcasına, özellikle 28
Şubat ve 27 Nisan müdahalelerinin AK Parti’yi iktidara getirmek için
düzenlenmiş bir komplo olduğunu söyleyebilmesi karşısında, insanın
tepkisini koyarken, kendisini kontrol etmesinin zorluğu ortadadır, ama,
yiğitlik de, asıl o zor olanı yapabilmektir. Bu durumda en iyi yol, bu
nevzuhûr politikacıyı kendi haline koymaktır.
Çünkü, çirkinlikte, kara çalmakta yarışmak, müslüman hassasiyeti olan-
lara yakışmaz..
Ama, ’müslüman kadınların tesettürleriyle, rahibelere benzeten bir CHP
afişi’ni bile, tepki çekince,  AK Parti üzerine atan ve Hükûmet’in suçluyu
bulmasını isteyen Kılıçdaroğlu, sonunda, bu afişin İst.- Avcılar’ın CHP’li
olan Belediye yönetimince bastırıldığı ortaya çıkınca, özür bile dileyemi-
yecek kadar bir aykırı tip..
*
İnternet savaşları ise daha bir başka.. Bazı türkçü ve kürdçü sitelerin
tavrı ise, hattâ İslamî gözükenleri bile, dehşet verici..
Kimisi, PKK’yı kürd halkının bütünü gibi göstermeye çalışıyor..
Bazıları da, kürd kavminden olan herkesi PKK’lı sanıyor veya öyle gös-
teriyor..
Bu, türk kavminden olan herkesin türkçü ve de MHP’li sanılması gibi bir
çarpık mantık..
Sürekli hırçın bir tablo sergileyen ve bağırmadan ve saldırmadan ko-
nuşmayı bilmediği intibaını veren MHP lideri Bahçeli’nin, tıpkı Kılıçda-
roğlu gibi, Erdoğan Hükûmeti’nin PKK ve Öcalan’la görüşüp anlaştıkları
iddiasını, bütün yalanlamalara rağmen, ısrarla vurgulaması karşısında,
Erdoğan’ın, ’bu iddiaları isbatlayamazsanız..’  dedikten sonra,  cümlesini
’şerefsizziniz!’ diye bağlaması da yakışık almıyor ve kendisine yakışmı-
yor. Çünkü, onlar bunu isbatlayamıyacaklarına göre, yarın, ’şerefsizsiz-
siniz..’  dediğiniz kişilerle siyaset gereği bir araya gelmeniz gerektiğin-
de, nasıl görüşebileceksiniz..
’İslam Milleti’ni, tarih boyunca, hiç bir cereyan, kavmiyetçilik kadar de-
rinden yaralayamamıştır..
Bahçeli’nin tahriklerini, bazen en akıl almaz noktalara kadar vardırdığı
görülüyor.. Bunlardan birisi de, ’Ana arab, baba gürcü, Bilal ne?’ diye
Tayyîb Erdoğan’ın oğlu Bilal’in etnik kimliğinin ne olduğu gibi bir saçma
suali gündeme getirmesi ise, korkunç bir ilkellik ve ırkçılıktır..
Bu nasıl bir çirkin mantıktır? Kendisini ’müslüman’ olarak bilen bir kim-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 297


se, nasıl olur da, insanların kavmî köklerine göre yorumlar yapabilir?
(Aynı şekilde, Başbakan Erdoğan’ın da BDP Başkanı Demirtaş için, ’Sen
önce kürd ol, sen kürd bile değilsin..’ dediği rivayet ediliyor, medyada
ve bu henüz yalanlanmadı.. Erdoğan böyle bir şey söylediyse, bu sözü
nereye koyacaktır?)
’Kürdçü’ olmak için, illâ da  kürd;  ’türkçü’ olmak için de illâ türk olmak
da şart değildir..  Nice türkçüler vardır ki, türk kavminden bile değildir..
’Türkçülüğün Esasları’ diye bir de türkçülerin yüzyıla yakın zamandır
elkitabı olan bir kitabı yazmış olan Ziya Gökalp bunun en çarpıcı örne-
ğidir.. (Diyarbakır’da kayıdlı olduğu (ilkmekteb) olan subyan mektebin-
deki künyesinde, ’elsine-i kürdiden (kürd dillerinden) kırmanç lisanına
vâkıf Muhammed Tevfîq Ziya Efendi..’  diye yazılmıştır..)
M. Kemal de, tıpkı Mehmed Âkif gibi, arnavud kavmindendi..
Osmanlı’nın son döneminde yazılmış olan en ünlü türkçe lügat olan
’Qaamûs-i Turkî’nin yazarı Şemseddin Sâmî de bir arnavud idi..
Dahası, türkçülük cereyanının en ileri isimlerinden niceleri, Kafkaslar-
dan ve Balkanlar’dan Anadolu’ya gelmek zorunda kaldıktan sonra, bu-
rada, Osmanlı’nın son demlerinde, İttihadçı’ların geliştirdiği türkçülük
ve turancılık akımının geçerli tek değer olduğunu sanarak, ona bağlan-
mış ve vargüçleriyle destek vermiş kimselerdi. Çünkü, gidecekleri baş-
ka bir yer yok idi. Ve bu ideolojinin bu toprakları koruyup güçlendirebi-
leceğini sanıyorlardı.
Müslümanlık ise, toplumumuzun tabiî rengiydi.. Henüz, laik / sekuler
yorum ve talebler gündemde değildi. Ve türkçü olanların, sonunda,
İslam’la savaşa girecekleri hayâl bile edilmiyordu..
Kaldı ki, o zaman toplumumuzun ekseriyetini oluşturan müslüman halk,
her kavimden tek millet idi; İslâm Milleti, veya, ’Ahali-i İslam..’
(Müslüman olmayanlar da, müslüman halkla birlikte yaşamak iradesini
beyan ettikleri müddetçe, sosyal bünyenin tabiî bir unsuru olarak algıla-
nıyorlar ve onların günlük hayatın içinde heryerde iç-içe idiler ve günlük
sosyal hayattan özel hayata çekildiklerinde, bir lokomotifin ayrı kom-
partmanlarında yaşıyan kitleler durumundaydılar..)
Tekrar edelim ki, İslam Milleti’ni müslümanları tarih boyunca derinden
ve sürekli yaralayan en büyük sapma hareketi, kavmiyetçilik olmuştur..
İslam tarihi boyunca görülen en büyük yıkım sayılan Moğol İstilası bile,
gelip geçmiştir; ama, kavmiyetçilik, şu veya bu derecede her zaman
vardı, ve bugün ise, zirve yapmış durumda..
Ve bugün, bayrak veya kavmî üstünlük sözkonusu olunca, en dikkatli
sayılanlarımız arasından bile bir takım yanlışlarımızın olduğunu ve bu-
nun İslam Milleti  anlayışını derinden yaraladığını asla unutmamalıyız..
(Pakistan’a yapılan yardımlar sırasında, felaketzede insanların ellerine
Türkiye’nin bayrağını tutuşturmanın hepimizi rahatsız etmesi gerektiğini

298 REFERANDUM TARTIŞMALARI


söyleyecek olsak, nicelerimiz bunu kabullenemeyiz.)
Halbuki, Resul-i Ekrem (S)’ın arab kavminden olması hasebiyle, arab
kavmine yücelik atfetmek de kabul edilemez.. Çünkü, Ebû Cehl de aynı
kavimden idi. Dahası, Kur’an’da lanetlenen Ebû Leheb, bizzat Resul-i
Ekrem (S)’in amcası idi..
*
Kaldı ki, bir kavimden olmak ile, bir kavmin üstünlüğü iddia ve idealini
bayrak edinmek tamamen farklı.. Her insan, kendi kavmî mensubiye-
tini, dilini, soyunu sözkonusu edebilir. Ama,  kendi kavminin üstünlüğü
iddiasını veya o kendi kavmini diğerlerine hâkim kılmak idealini, türkçü-
lüğü, kürdçülüğü, arabcılığı, farsçılığı, peştunluğu, slavcılığı, anglosak-
sonluğu, beyaz veya sarı veya siyah ırktan vs. olmayı bir üstünlük bay-
rağı halinde yükseltmek, en büyük zulümlerdendir, hangi kavim veya
ırktan olursa olsun..
Herbirimiz, şu veya bu kavimdeniz.. İllâ da geçmişteki köklerimizi araş-
tıracaksak, bütün kavimlerin en fazla son bin yıllık geçmişi biraz biraz
belirlidir; ondan daha gerisi, tam bir karanlıktır..
Ama, kesin olan şu ki, hepimiz, Hz. Âdem’de birleşiyoruz..
08.09.2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

Hz. Yusuf
Örnekliği’nden
Alacağımız Ders Bize
Delil Olmaz mı?
NUREDDİN ŞİRİN

Öncelikle, idrak ettiğimiz mübarek Ramazan bayramının, işgal altındaki


tüm İslam topraklarının hususen Kudüs’ümüzün özgürleşmesinin bir
müjdecisi olmasını, istikbar, tuğyan ve siyonizme karşı mücadele eden
tüm dünya mücahidlerine zafer ve fethul mübinler bahşetmesini yerle-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 299


rin ve göklerin Rabbi olan Allah’tan niyaz ederim.
12 Eylül’de yapılacak referanduma katılmanın meşruiyeti noktasında
yapılan tartışmalar bağlamında ele aldığımız ve Hz. Yusuf (a.s) örnek-
liğinden hareketle, bir müslümanın gayri meşru bir sistem içerisinde,
Müslümanların maslahat ve esenliğini gözetmeye yönelik hareket ede-
bileceğine dair kanaatimizi arz etmemiz üzerine bazı kardeşlerimizden
tepkiler geldi.
Bu tepkilerden seviyesiz ve ukalaca olanlarını geçmek istiyorum; zira
bunlardan bazıları bizi “küfür ehli” olmakla itham edecek kadar ileri
gidebildiler. Böylelerine diyecek bir sözümüz yok.
Bazı kardeşlerimiz ise, Hz. Yusuf örnekliğinin Müslümanlar açısından
“delil” alınamayacağını, geçmiş peygamberlerin şeriatları ve uygula-
malarının Müslümanlar açısından geçerli olmadığı görüşünü ileri sür-
mekteler.
Her şeyden önce, nübüvvetin anlam ve misyonu noktasında konuya
yaklaştığımızda, bütün peygamberlerin müminler için “hüccet” oldu-
ğunu belirtmek gerekir. Zira her bir peygamber tevhid ve hidayet ön-
deridir; onların misyonları noktasında birbirinden ayrı ve zıt bir nokta
yoktur.
Allah Tebareke ve Teala Peygamberlerin gönderilişini beyan ederken
“Andolsun ki, biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuta kul-
luktan kaçının’ diye bir peygamber gönderdik.”(Nahl 36) bu-
yururken, bütün peygamberlerin temel misyonunun “hayatının her
alanında tağuta kulluğun bertaraf edilerek Allah’a kulluğun ika
edilmesi” esasının olduğunu belirtmektir. Hz. Adem’den Hz. Resul-i
Ekrem’e kadar bütün peygamberler tevhid toplumu inşa etmekle görev-
li idiler.
Dolayısıyla, her hangi bir peygamberin uygulamasının “tevhid”e aykı-
rılığını düşünmek muhaldir; onlar tevhid ve hidayet önderleridirler.
İkinci olarak, Allah Tebareke ve Teala, Hz. Yusuf’un örnekliğini beyan
buyururken, bütün bunların ilahi takdir üzere gerçekleştiğini de açık-
lamaktadır; yani Hz. Yusuf’un, kardeşi Bünyemin’in yanında alıkoymak
için başvurduğu yöntem ile Mısır Meliki’nin yönetimine katılmasının
kendi takdiri üzere olduğunu bizlere öğretmektedir.
Hz. Yusuf ‘a.s) örnekliği üzerinde müfessirlerin ve fakihlerin beyanlarını
göz önüne getirdiğimizde de, bu örneklikten Müslümanlar için hangi
dersler çıkarıldığını ve Müslümanlara hangi noktalarda örneklik ve delil
teşkil ettiğini öğrenmekteyiz.
Birkaç örnek verecek olursak:
Allame Mevdudi “Tefhim’ul Kur’an” adlı tefsirinde bu hususu şöyle
açıklamaktadır:

300 REFERANDUM TARTIŞMALARI


“Mısır dönemin dünyaca tanınmış en kültürlü ve medeni ülkesiydi, bu
yüzden böyle bir ülkenin işlerini yönetmek için apayrı bir tecrübe ve
eğitimden geçmek gerekiyordu. Herşeye Kadir olan Allah bu eğitim için
gerekli düzenlemeleri yaparak onu Mısır’ın yüksek kademelerinde gö-
revli bir devlet adamının evine gönderdi ve bu devlet adamı (el-Aziz)
gerek evi gerekse mülkü konusunda kendisine tam yetki verdi. Bu
durum kendisine kaderini icra etmek için ihtiyaç duyduğu kabiliyetleri
geliştirme imkanı verdi ve Mısır krallığının işlerini yıllar boyu güçlü bir
şekilde idare edebilmesi için gerekli tecrübeyi kazandırdı.

20. “O’na hüküm ve ilim verdik” gibi sözlerle Kur’an ekseriya “Biz ona
peygamberliği ihsan ettik” demek ister. Çünkü Arapçada “Hüküm” ke-
limesi hem “yargı” hem “otorite” anlamına; “ilim” kelimesi de Allah’ın
peygamberlerine doğrudan indirdiği bilgi anlamına kullanılmıştır. Bu
durumda metin şu anlama gelir: “Biz ona, halkın işlerinde adaletle hük-
metsin diye kudret, iktidar ve bilgi verdik.” (Yusuf 21-22 Tefsiri)
Meseleyle ilgili bir diğer soru da şu: Hz. Yusuf’un (a.s) ülkedeki tüm
iktidarın kendisine teslimi için yaptığı teklifin hedefi neydi? Hizmetlerini
kafir bir devletin kanunlarına güç katmak için mi gerçekleştirdi? Yoksa
elinde bulundurduğu hükümetin güçleriyle İslam’ın kültürel, ahlaki ve
siyasi sistemlerini mi tesis etmek niyetindeydi? Bu sorulara en iyi cevap
Allame Zemahşeri’nin Keşşaf tefsirinde 55. ayete getirdiği yorumda ve-
rilmiştir. Şöyle diyor: “Yusuf Aleyhisselam ülkenin kaynaklarını benim
tasarrufuma verin şeklindeki teklifinde bulunduğu zaman niyeti Allah’ın
hükümlerini yürürlükte kılmak, hak ve adaleti tesis etmek ve tüm rasül-
ler gibi görevini icra etmek üzere iktidar fırsatı kollamaktı. Yoksa tahta
geçmeyi, saltanat sevdası için yahut dünyevi arzularını ve hırslarını
tatmin için istememişti. Böylece bir talepte bulundu; çünkü bu işi icra
edebilecek bir başkasının bulunmadığını gayet iyi biliyordu.”
İşin açıkçası yukarıdaki soru en önemli ve temel meseleye götürmek-
tedir: Yusuf Allah Rasulü müydü, değil miydi? Eğer öyle idiyse Kur’an
nasıl oluyor da tağuti prensiplerle işleyen bir küfür düzenine hizmet
edebilen (sözde Hz. Yusuf (a.s) böyle yapmıştır!) bir peygamber tipin-
den söz ediyor? Hatta daha da önemli bir soruya varıyoruz: O sadık
bir kimse miydi, değil miydi? Eğer öyleyse, nasıl oluyor da hakimiyetin
Allah’a değil de, krala ait olduğu teorisini (güya) pratikte uygulayabili-
yor, oysa zindandayken “hükmün yalnızca Allah’a ait olduğunu” (ayet,
40) söylememiş miydi? Ve eğer kimilerinin sandığı gibi o başvurusunu
krala hizmet için sunmuşsa, bu demektir ki hapisteyken şu söyledikleri-
ne ilkece aykırı bir iş yapmış demektir: “Hangisi daha hayırlı, çeşit çeşit
tanrıları mı, yoksa tek bir kadir-i mutlak Allah mı?” Madem ki Mısır kralı
halkın ittihaz ettiği “tanrılar”dan bir tanrıdır; o halde İslami bir hukukla
yönetilen gayri islami bir düzenin yönetim işini üstlenmeyi, bu konuda
hizmet vermeyi teklif etmesi Hz. Yusuf (a.s) için Rabbiyle kralı müsavi
tutmak olmuyor muydu? Böyle bir durumda söz konusu yorumcuların

REFERANDUM TARTIŞMALARI 301


Yusuf’a biçtiği yer ne olacaktır?
Doğrusu bu ayeti böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yusuf’un (a.s)
manevi şahsını olmayacak derekelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır.
Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde Yahudilerin geliştir-
dikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış olmaktadırlar. Ahlak ve ma-
neviyatları çökmeye başladığında Yahudiler kendi düşük karakterlerini
haklı göstermek ve daha da alçalmaya mazeret kotarmak için nebi ve
velilerini düşük karakterli insanlar olarak resmetmeye başlamışlardı.
Aynı şekilde gayri müslim hükumetlerin yönetimi altına giren kimi müs-
lümanlar, bu yönetime hizmet etmek istemişler fakat, İslam’ın talimatı
ve müslüman atalarının sergilediği örnekler önlerine dikilmiş ve utan-
mışlardı. Bu yüzden şuurlarını pasif hale getirmek suretiyle bu ayetin
hakiki anlamından sarf-ı nazar ettiler ve peygamberin gayri İslami ka-
nunlarla yönetilen bir ülkenin gayri müslim yöneticisine hizmet etmek
azmiyle memuriyet peşine düştüğü şeklinde saptırdılar. Oysa peygam-
berin kendi kıssası bize öyle bir hisse vermede ki, tek bir müslümanın
bile yalnız başına, İslami safvetiyle imanı, aklı ve hikmetiyle tüm bir
ülkede İslami bir inkılab oluşturabileceğini; gerçek bir müminin, ahlaki
seciyesini gerektiği gibi kullanarak, bütün bir ülkeyi ordusuz, cephane-
siz ve donanmasız fethedebileceğini öğretmektedir.” (Yusuf 55 tefsiri)
Mevdudi, Hz. Yusuf’un kardeşi Bünyamin’i kendi yanında tutabilmek baş
vurduğu yöntem konusunu da şöyle açıklamaktadır:
“Hz. Yusuf (a.s) ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır’da gayri İs-
lami bir düzen yürürlükte bulunmaktadır. Dolayısıyla bu durum bizzat
peygamberin Melik’in gayri İslami yasalarını uygulamak zorunda oldu-
ğunun bir delilidir. Şu halde Hz. Yusuf’un (a.s) kendi özel meselesinde
Hz. İbrahim’in (a.s) , şeriatı yerine, uygulamak zorunda kaldığı Melik’in
şer’i sistemine göre amel etse ne farkederdi? Kesinlikle farkederdi,
zira mesele Hz. Yusuf’un bir peygamber oluşuyla ilgi içindedir. Çünkü o
İslami hayat nizamını tesis etmeye çalışmaktaydı ve bu, tedrici olarak
başarılabilecek bir işti. Dolayısıyla bu süre içinde Melik’in yasası ka-
çınılmaz olarak yürürlükte kalacaktı. Aynı şey Hz. Peygamber’in (s.a)
Medine’de olduğu sırada Arabistan’da vuku bulmuştu. İslami sistemi
bütünüyle ikame etmek dokuz yılı almış ve bu dönemde bir takım gayri
İslami yasalar yürürlükte kalmıştı. Sözgelişi içki, faiz, gayri İslami mi-
ras ve evlilik geleneği, batıl ticaret şekilleri vs. bir süre daha yürürlükte
kalmak durumundaydı. Aynı şekilde İslam’ın medeni ve ceza hukuku-
nun bütün olarak yürürlüğe girmesi de belli bir süreyi gerektirmişti.
Dolayısıyla Hz. Yusuf’un (a.s) hükümranlığının ilk dokuz yılında Melik di-
ninin (yasal düzeninin) yürürlükte kalmasında hiçbir tuhaflık bulunma-
maktadır. Şu var ki geçiş dönemi esnasında gayri İslami melik yasasının
devam etmesi, Allah Rasulü’nün Allah’ın dinini ikame için değil, Melik’in
dinini izlemek için gönderildiğine delil teşkil etmez. Melik’in yasasına
kendi şahsi davası için başvurmasının Hz. Yusuf’a (a.s) yakışmayacağı
meselesine en iyi karşılık yine Rasulullah’ın (s.a) uygulamasında bu-
302 REFERANDUM TARTIŞMALARI
lunmaktadır. Geçiş dönemi esnasında yani cahili yasaların henüz İslami
yasalarla yer değiştirmediği dönemde, kimi müslümanlar daha önce
yaptıkları gibi şarap içmeye, faiz yemeye devam ediyorlardı. Ancak Ra-
sulullah (s.a) bu gibi fiilleri asla işlemiyordu. Yine iki kız kardeşle birden
evlenmek, muta gibi yasalar uygulanmaktaydı, fakat Rasulullah (s.a)
asla böyle bir uygulamada bulunmadı. Böylece açıklığa kavuştu ki, İs-
lami yasaların evrimi döneminde kimi gayri İslami yasaların yürürlükte
bırakılmasıyla onların bizzat uygulanması arasında fark vardır. Eğer Hz.
Yusuf (a.s) Melik’in yasasını kendi şahsi davası için uygulasaydı bu onun
yaptırım gücünü bu yasaya hamlettiği, bu yasayı tasdik ettiği anlamına
gelirdi. Oysa bütün cahili şeriatleri ortadan kaldırmak üzere gönderilmiş
bir peygamberin, başkalarına ruhsat verilmiş olsa bile bu yasaları izle-
yemeyeceği açıktır.” (Yusuf 59 tefsiri)
Bir de Şeyhulislam İbn-i Teymiye’nin “Mecmuu’l Fetava”sından konu
ile ilgili açıklamalarını (Ali Rıza Akgün hocamızın çevrisi ile) aktaralım:
1- Merhum İbn-i Teymiye, Müslümanın ancak gücünün yettiğinden so-
rumlu olduğunu ispat sadedinde Şunları söyler: “Allah (c.c) Kur’an’da
birçok yerde insanı ancak gücünün yettiği ile sorumlu tuttuğunu be-
lirtmiştir. Bakara- 286, Bakara- 233, Talak-7 ve Teğabun-7. ayetlerde
olduğu gibi. Bu ayetlerin tefsirinde Necaşi, Mu’minu Alu Fır’avn ve Hz.
Yusuf’un malum durumlarını yapılması gereken her şeyi yapmaya güç
yetirememeye ve ancak Allah’tan güç yettiği kadar sakınmanın gerekli-
liğine örnek gösterir.” (Mecmuul Fetava Arapça baskı -Cilt 19- Say-
fa 216-220 arası)
2- İbn-i Teymiye’ye; Zalimlerin, kâfirlerin sultasında Müslüman birinin
görev alıp alamayacağı ile ilgili soruya değişik yerlerde şu cevabı verir:
“Bu şartlarda görev alan kişi eğer gücü yettiği kadar adaleti ikame edip,
zulmü Müslümanlardan hafifletiyorsa ve onun o görevde bulunması
diğerlerine göre daha faydalı ise onun o görevde kalması caizdir. Gü-
cün yettiği kadar adaletin ikamesi ve zulmün giderilmesi Müslümanlar
üzerine farzı kifaye olduğu için bu işi ondan başka yapacak birisi yok
ise bu görev onun için vacip olur. Elinden geldiği kadar zulmü gider-
mekle sorumludur. Her şey elinden gelemeyebilir. Onun mevcudiyetine
rağmen Müslümanların başına sıkıntılar geliyorsa o gideremediği müd-
detçe sorumlu değildir. Hatta bazen büyük zulmü hafifletmek için bizzat
kendisi küçük zulmü Müslümanlara istemeyerek uygulamışta olabilir.
Bundan dolayı sorumlu tutulmaz. Bütün bunlar maslahatın mefsedete
galip olduğu durumlardadır. Hz. Yusuf’un Mısır kralının hazinelerinin
başına geçmesi bu kabildendir. Kral ve toplum kâfir idi. (Ğafir 34. Yusuf
39-40.) Şüphesiz kafir kralın adil olmayan uygulamaları vardı. Yusuf o
uygulamaların hepsinin önüne geçemiyordu. Ancak o, imkânı ölçüsünde
adaleti ve iyiliği ayakta tutmaya çalışıyordu. Bunların hepsi “Gücünüz
yettiği kadar Allah’tan korkun “ ayetinin mazmununa girer.” (İbn-i
Teymiye Mecmuul Fetava Cilt 20-Sayfa 55)

REFERANDUM TARTIŞMALARI 303


3- İzz İbn-i Abdusselam şöyle diyor: “Eğer kâfirler büyük bir bölgeyi
işgal eder. Sonrada oraya Müslümanlara kısmide olsa fayda sağlayacak
birisini atarlarsa o müslümanın o görevi alması caizdir. Çünkü orada
maslahatın celbi, mefsedetin ise def-i vardır.”
Şimdi de Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” tefsirinden
konu ile ilgili tefsirini aktaralım:
Bir de “Beni bütün hazinelerin başına getir” diyen Hz. Yusuf, aslında
Melik’ten tam yetki talebinde bulunmuştur. Bu söze bakarak bazı mü-
fessirlerin dediği gibi, Melik Hz. Yusuf’un emri altına girmiş ve onun
reyine tabi olmuş demektir. Bu da, bütün konularda değil, yalnızca malî
işlerde geçerlidir. Şu halde bu şekilde görev kabul etmenin sorumluluğu
doğrudan doğruya ahkamı icra etmenin sorumluluğuna dönüşür. Talep
meselesine gelince, onun da fıkhî hükmü şudur: Ehliyet ve liyakatları
olmayanlara valilik ve yöneticilik vermek haramdır. Bunun talep eden
açısından talebi de haram, görevlendiren açısından görev verilmesi de
haramdır. Ehliyeti olanlara kabul caiz, talep mekruhtur. Meğer ki, ta-
ayyün etmiş olsun, yani o işe ondan başka ehil biri bulunmasın. İşte o
vakit talep vacip bile olur. İşte bir peygamber olan Hz. Yusuf, Allah ta-
rafından görevli olduğu hak ve adaletin ahkamını icraya bir yol bulmak,
bir vesile bulmak için bu talebiyle o vecibenin ifasına çalışmıştır. (Yusuf
55 tefsiri)
“Ve işte bu suretle, böyle hıfız ve ilim ile onu temayüz ettirerek, gönül-
leri büyüleyen şanlı bir emniyet ve yetki ile hazinelerin başına geçirmek
suretiyle Yusuf’u o ülkede temkin ettik. Mısır diyarında yüksek bir nüfuz
ve iktidarla yerleştirdik.”
Burada görülüyor ki, Yusuf’un teklifine Melik’in ne dediği açık seçik
bildirilmemiş, sadece sonuç olarak “İşte böyle onu o ülkede yetkiyle
donattık ve yerleştirdik” meâlinde bir durum bildirilmiştir. Sözün gelişi,
zaten onun yaptığı teklifin reddedilmesi bahis mevzuu olamıyacağını
anlatmakta ise de kabul edildiği de kesin olarak ifade edilmemiştir. An-
cak fiilin doğrudan doğruya Allah’a isnad edilmesi şunu ifade eder ki,
Yusuf’u bu şekilde iktidara getiren Melik değildir, Allahu Azimüşşan’dır.
Allah bütün sebepleri hazırlamış, Melik’i de ona müsahhar kılmış, onu
da Yusuf için aracı kılmış ve âlet etmişti. (Yusuf 56 tefsiri)
Bu aktardığımız açıklama ve fetvalardan sonra, Hz. Yusuf örnekliğinin
Müslümanlar açısından nasıl bir örneklik teşkil ettiğini kardeşlerimizin
takdirine bırakıyorum.
Sonuç olarak; biz bu yazımızla, şirke ve tuğyana karşı tevhidi mücadele
yolunu terk edip “uzlaşmacı” bir yolu seçtiğimiz ve önerdiğimizi düşü-
nen kardeşlerimize de şunu söylemek isterim:
Önceki yazımızda da değindiğimiz gibi, varlığı şirk ve tuğyan üzere ku-
rulu tağuti Kemalist düzeni, kısmen de olsa meşru görmeyi, bu düzenle
uzlaşmayı ve bu düzenin herhangi bir uygulamasını meşru görmeyi

304 REFERANDUM TARTIŞMALARI


İslam’a ihanet olarak biliriz.
Müslümanların, Kur’an ve Sünnet-i Resulüllah’a dayanın İslami bir
nizamdan başka bir tercihleri kesinlikle olamaz. Müslümanlar Allah,
Resulü ve müminler ile velayet hattındadırlar; Allah’ın, Resulünün ve
müminlerin dışında hiçbir kimsenin ve hiçbir gücün Müslümanlar üzerin-
de siyasi, hukuki, idari vs. velayeti olamaz, bu gayri meşrudur. Her kim
Allah’ın, Resulünün ve müminlerin velayetinden başka birilerinin vela-
yetini kabul edecek olursa, bunun adı “tağuta kulluk”tur.
Şirk, zulüm, tuğyan üzerine kurulu her sistem, her yapı, her ideoloji,
her siyaset, her yasa gayri meşrudur, bunun diğer bir adı da “fitne”dir;
Rabbimiz de biz müminlere “fitne yeryüzünden bütünüyle kalkın-
caya kadar savaşın” emretmektedir.
Bizler, her ne surette olursa olsun, Müslümanlara yönelik zulümleri
bertaraf etmek, yeryüzünde hak, özgürlük ve adaleti tesis etmekle yü-
kümlüyüz. Zulmün her türlüsüne karşı mücadele etmek, mazlumların
haklarını savunmak Müslümanlar için ibadi bir görevdir.
Sonuçta, 12 Eylül referandumuyla, Müslümanlara yönelik Kemalist
zulüm ve baskılarda bir gerileme olabilecekse, oligarşik sistemin bazı
mekanizmaları geriletebilecekse, bunu zulme ve tuğyana karşı mücade-
lenin bir parçası ve bir aracı olarak görmek niçin yanlış olsun?
Bunu yaparken, kardeşlerimizin Rabbani yoldan sapmak gibi bir kaygıya
düşmemesi gerekir. Mevcut sistemin bir aracını, o sistemin çarklarından
bazılarını kırmak için kullanmak bir “fırsat” ise bu fırsatı değerlendi-
relim; bunu yapmamız bu sistemin kurumlarını ve işleyişini meşru gör-
mek anlamında değildir elbet.
Tevhid, cihad, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker, bu şirk sisteminin
bütünüyle tasfiyesini öngörmektedir; dolayısıyla, bu hedeften şaşmak
veya bazı zulüm mekanizmaları restore edilmiş şirk düzenini kabul-
lenmek asla mümkün değildir. Şirk sisteminin hiç bir renginin, hiç bir
kokusunun, hiç bir kirinin üzerimize düşmesine fırsat vermeme duru-
mundayız.
Şirke karşı tavır almak, şirkten arınmak ve kaçınmak kuşkusuz Allah’a
kulluğumuzun esası ve temelidir. Araçsal ve taktiksel bazı yöntemler
bizim bu hassasiyetimizden uzaklaştığımız anlamına gelmez. Nitekim
biz bugün en genel anlamda küfr icadı olan, küfrün kontrol ve denetimi
altında bulunan bazı araçları küfre karşı kullanmaktayız, internet de
bunlardan biridir.
ABD eski Dışişleri Bakanı Condalizza Rice bir keresinde, seçimle iş ba-
şına gelen Hamas hareketi ile Lübnan’da siyasal yapı içerisinde önemli
bir güç olan Lübnan Hizbullah hareketini eleştirirken “bölgedeki bazı
hareketler demokrasiyi bize karşı savaşta bir araç olarak kulla-
nıyorlar” demişti. Onlara göre, emperyalizme kulluk etmeyen hiç bir

REFERANDUM TARTIŞMALARI 305


hareketin bir yasallığı yoktur.
Yine küfrün denetimi altında bulunan ve yasallığını şirk düzeninin ka-
nunlarından alan bazı kurumları kendimiz işletmekteyiz; yayınladığımız
gazete ve dergiler, işlettiğimiz radyo ve televizyonlar, dernek ve vakıf-
lar, sürdürdüğümüz ticaret, hepsi yasallığını mevcut şirk sisteminin ka-
nunlarından almaktadır.
(1985 yılında “İstiklal” adlı bir dergiyi çıkarmaya başladığımızda, bir
kardeşimiz “tağuttan izin almak” noktasında bizi şiddetle eleştirmişti;
daha sonra ise bu dergi tağut mahkemeleri tarafından kapatılmıştı.)
Egemen tağut düzeninin yasaları içinde bazı araçlardan yararlanmanın
mantığı ve gerekçesi ile referandumda oy kullanmanın mantığı ve ge-
rekçesi arasında ne fark olabilir?
Bütün bunlar tevhidden sapıp şirk ve küfrün velayetini kabul ettiğimiz
anlamında değildir.

Tüm binlardan sonra, durduğumuz yerin, seçtiğimiz mücadele yöntemi-


nin, yüklendiğimiz misyonun adını tek kelimeyle ifade edecek olursak;
bunun adı “İslami direniş”tir.
Yani; “küfür ve şirk var oldukça biz de var olacağız; biz var ol-
dukça da mücadelemiz devam edecektir!”
Bizler, Rabbimizin, bütün yeryüzüne hakim olacağını buyurduğu Kur’an
nizamından başka hiçbir nizam tanımıyoruz ve bu nizam er geç bütün
dünyada egemen olacaktır…
Yolumuz, seferimiz ve menzilimizin bundan başka bir şey olması müm-
kün mü?
Kur’an’ın gölgesinde özgür dünyada buluşmak ümidiyle, Ramazan bay-
ramınız tekrardan mübarek olsun.
09.09.2010
KAYNAK: www.velfecr.com

306 REFERANDUM TARTIŞMALARI


“Evet” Vaciptir!
SALİM AYDÜZ

Son yıllarda Türkiye tarihinin belki de en mühim günü 12 Eylül referan-


dumudur.
Bu gerçek bir kırılma noktasıdır Türkiye için ve “Evet” çıkması,
Türkiye’ye dünya kapılarının açılmasıdır.
Hani 1071’de Alparslan’ın Allah’ın izniyle Bizans’ı dize getirmesiyle na-
sıl ki Anadolu ve daha sonrasında Avrupa’nın kapıları açılmışsa, bugün
çıkacak bir “Evet” kararıyla Türkiye gerçek bir dünya devleti olacaktır.
Hem de Türkiye’yi kendi sınırları içine hapsetmeye çalışanlara inat!
Kendi kabuğunu ısrarla kırmak isteyen ve “Tam Demokrasi” için çırpınıp
duran Türkiye insanı için bu fırsat kaçırılmazdır. Akl-ı selim sahibi her-
kesin dünü bilen ve yarını gören herkesin seçimde “Evet” oyu vereceği-
ne şüphe yok. Zira bu konu, aynı zamanda Türkiye’nin boyunduruktan
tam kurtulması için bir fırsattır.
Ergenekon Terör Örgütü ve onun üzerinden Türkiye’de oynamakta olan
oyunların son bulması demek, Türkiye’nin zincirlerinden kurtulup, şah-
lanması demektir.
Daha düne kadar Türkiye için “dört tarafı düşmanlarla kaplı bir ülke”
tanımı yapılıyordu. Oysa yakından baktığımızda hiç kimsenin bizimle
bir düşmanlığı olmadığını görüp etrafımızdaki bu düşmanları arıyorduk.
Gördük ki “Yunanlıların bizim jetimizi düşürmesini sağlayalım” diyen bir
kanlı zihniyet, bizi asırlardır bütün komşularımızla belalı hale getirmeye
çalışmış. Bizler maalesef bunlara inanmışız. Ama artık mızrak çuvala
sığmıyor! Kimin dost kimin düşman olduğu şimdi daha net bir şekilde
ortaya çıkıyor. En azından düşman diye bize lanse edilenlerin en azın-
dan düşman olmadığı ve kendi dertlerinin zaten kendi başlarını aştığı
net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Asıl düşmanın bizim için toplum mühen-
disliğine soyunan kökünün nerede olduğu bile belli olmayan bir güruh
olduğunu gördük. Hem de bu güruh içimizde yaşıyor ve adları bizim
adlarımız gibi, kıyafetleri bizim kıyafetleri gibi.
Her maskenin er ya da geç düştüğü gibi bunların da maskesi düştü ve
şimdi bu maskenin daha da fazla ortaya çıkmaması için “Hayır” kelime-
sine var güçleriyle tutunmaya çalışıyorlar.
Akl-ı selim sahibi Türkiye insanı, bu oyunu görmüş ve artık buna dur
deme zamanının geldiğini fark etmiştir.
Muhterem Fethullah Gülen Hoca Efendi’nin değerli kardeşi Salih Gülen
ile görüşen tecrübeli gazeteci - yazar Yavuz Donat, kendisine son du-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 307


rumlarla ilgili çeşitli sorular yöneltiyor. Son derece kısa ve öz cevaplar
veren Salih Gülen, referandum konusunda çok önemli bir cümle sarf
ediyor: “… biz “evet”i vacip biliriz…”.
Bu kısa ve net cümle son derece önemlidir. İşte bu tam da Anadolu in-
sanının bağrından gelen bir değerlendirme ve yorumdur. Buradaki “va-
cip” kelimesi, dini bir terim olmaktan ziyade bu işin önemini göstermesi
açısından ele alınmalıdır. Bu referandumu Mehmet Akif’in Çanakkale
arslanlarını Bedir arslanlarıyla bir tutması gibi, Bedir ile bir tutanlar da
işin önemini ve ciddiyetini göstermek istemektedirler.
13 Eylül Pazartesi günü Türkiye’nin bir dünya devleti olarak uyanması,
sadece ülkemiz adına değil, dünyada demokrasi için mücadele veren
tüm ülkelere ve Ergenekon terör örgütü gibi pek çok terör örgütü altın-
da zulüm gören insanlara umut kaynağı olacaktır.
Pazartesi günü Hakk’a hakkımızda hayırlısı için dua edelim ve sözümü-
zü muhterem Salih Gülen’in sözüyle bitirelim:
“… biz “evet”i vacip biliriz…”.
10.09.2010
KAYNAK: www.timeturk.com

Tercihimiz İslami
Olmalı
COŞKUN UZUN

Besmelesi olmayan, Kur’an ayeti, Peygamber sözü barındırmayan, içe-


riğinde, bir kez bile olsa, Allah(cc) ve Peygamber kelimeleri geçmeyen,
İslâmî kavram ve ifadelere asla yer verilmeyen, Kur’anî, ölçüler, esaslar
ve kelimeler asla geçmeyen, Vahdet ve birlik gibi, Cennet, Cehennem,
Ahiret gibi değerlerden, Ahlâk’tan hiç bahsetmeyen, Fakat buna karşı-
lık; imanla çelişen, İslâm’la taban tana zıt (insan imansızlaştırıp müşrik
ve kâfir yapabilecek) çok sayıda şirk unsuru ifadeler barındıran bir met-
ne, Siyasî Tevhid bilincimize ve iman iddiamıza rağmen, kendi serbest
irademizle onay vermemizi, kabul edip içeriğine katılmamız, ona evet
diyerek desteklememizi bekliyorlar bizden.

308 REFERANDUM TARTIŞMALARI


İnancımız gereğince, bütün seçim ve tercihlerimizi, tavır ve duruşumu-
zu, Allah(cc) ve Peygamber’e taraf olarak ortaya koymamız istenir biz
Müslümanlardan. Atacağımız adımlar konjonktürel gündemler, politik
manevralar ve stratejik hesaplar, konsept değişiklikleri ekseninde kotar
lan kimi tercih, yorum, tevil ve görüşlere göre değil, imanî ilkelere göre
belirlemek zorundayız. Bu biz Müslümanların kulluk şerefi, onuru ve
sorumluluğunun gereğidir.
“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükse-
lir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri
tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların
tasarladıklar boşa çıkıp bozulur.“ (35 Fatır
10)
Öncelikle belirtelim ki, bu referandum veya bundan önceki seçimlerin
hiç birisi; kesinlikle ‘Siz neye inanıyor, neyi kabul ediyor, neyi reddedi-
yorsunuz, sizleri neye göre ve nas l yönetelim’ şeklinde bir seçim, ter-
cih ve oylama değildir.
Müslümanlar olarak bizlere ‘İslâm’a ve Kur’an’a göre mi yönetilmek ve
idare edilmek istersiniz, yoksa laik, seküler,
tek dünyalı, inançsız, demokratik kanunlar m za göre mi sizi yönete-
lim nasıl istersiniz’ diye sorulacak olsa, (ki böyle bir soru sorulmaz),
vereceğimiz cevap aç kt r ve her zaman için bellidir. Bizleri yoktan var
eden, yeryüzünü ve tüm kâinat yaratan, her canl ıı yaşatan ve yöneten
Allah(cc) tek otorite ve hüküm merciidir. Rabbimizin terbiyesi ile terbiye
edilmek, sünnetullaha, adetullaha boyun eğmektir yolumuz.
“Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendi-
lerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar, temiz
akıl sahipleridir.” (39 Zümer 18)
Bizler iman iddiasında ve Tevhidî bilinçte olduğumuz sürece, asla ve
hiçbir şart alt nda, neler vaâd edilirse edilsin, dinimizden ve davam
zdan en küçük bir taviz veremez ve kulluk yolumuzdan, Nebevî yürü-
yüşümüzden asla dönmeyiz. Nasıl tehdit ederlerse etsinler, bizleri neyle
korkuturlarsa korkutsunlar, kesinlikle onlardan korkmaz, asla kaba gü-
rültüye pabuç bırakmayız. Aksi halde bu bizim imanımıza ters bir du-
rumdur. Böyle bir lüksümüz ve sorumsuzluğumuz yoktur, olamaz!
“Onlara bazı kimseler ‘insanlar size karş birleştiler onlardan korkun.”
demişlerdi de bu onların imanını artımış ve ‘Allah bize yeter O ne güzel
vekildir.’ demişlerdi.” (3 Âl-i İmran 173)
İman edenlerin, kendi sorumluluklar dışında kalan, şer güçlerin oluş-
turduklar gündem ve tart şmalarla geçirecekleri boş vakitleri yoktur.
Çünkü iman edenler, yaratılmış her şeyi ifsad eden, İslâmî ve insanî
hayat alanlarını daraltan, insanların yaln zca Allah(c.c.)’a kulluk yapa-
bilmelerinin önünde ciddi bir engel olan bütün isyan, küfür, şirk içerikli
cahiliye sistemlerinin ortadan kald r lmas için hep birlikte sorumlu ve

REFERANDUM TARTIŞMALARI 309


seferberdirler.
“Fitne kalmayıncaya ve yaşanan din(in hepsi tamamen) Allah’ n olun-
caya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah,
yapmakta olduklarını görendir.” (8 Enfal 39)
Mevcut Laik, Demokratik, Liberal, Kapitalist, Kemalist, sistemi kimler
işletiyor olursa olsun biz bununla ilgilenmiyoruz.
Cahilî, isyankâr, zulüm, küfür içeren sistemlerde, o düzenin işletmecisi
ve uygulayıcısının kim olacağının belirlenmesi seçimi, iman edenlerin
gündemi, tercihi ve tasarruflar d ş nda, onlardan bağımsız ve onlara
rağmen gelişen bir hadisedir. Bunlara taraf olmak, tercih belirtmek,
destek vermek, katılım sağlamak bizim görevimiz değildir.
“…leküm dinüküm veliyedin” “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”
diyoruz.
“Ey iman edenler, eğer imana karş küfrü sevip tercih ediyorlarsa, baba-
larınız ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinir-
se, işte zulme sapanlar bunlardır.“ (9 Tevbe 23)
İslâmî, Kur’anî, Tevhidî olmad ktan sonra, hangi taşeronun, hangi hü-
kümetin, ya da kimlerin, sofralardaki yemeği bir kap/bir çeşit daha
arttıracağı, kimin kişi başına düşen ulusal geliri bilmem kaç dolarlara
çıkaracağ , laiklik, demokrasi, liberalizm ve anayasa ilkelerine kimin
daha sadık ve sıkı sıkıya bağl kalacağının seçimi asla bizim ilgilimizi ve
dikkatimizi çekmez.
Temiz kalarak, kendimizi korumak, Tevhidi ikame edip, Şirki izale et-
mek önceliğimizdir. Yaratan, yaşatan ve yönetenin, yegâne meşruiyet
kaynağ , Âlemlerin Rabbi olan Allah(cc) olduğu gerçeğine göre kendi
gündemimizi oluşturur ve bu çerçevede bir yol ve yürüyüşe koyuluruz.
Hükmetmek de yaratmak ta O’nundur.
“……..Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk et-
memenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların
çoğu bilmezler.” (12 Yusuf 40)
Gerçekleştirdikleri seçimin izzet, onur, üstünlük ve mükafat olarak ken-
dilerine döndüğü tek topluluk sadece imanedenler, mü’minler toplulu-
ğudur. Onların en temel özelliği düşünebilme, akledebilme tercihleridir.
Mü’minler bu kadar açık delillere bakarak, körü körüne direnme ve
arzularına uyma yerine, akledebilmeyi seçmişlerdir. Bu güzel tercih ve
yetenek onlar imana ulaşt rm ş, daha dünyadayken üstünlük s fat ile
müjdelenmelerini sağlamlaştırır.
“Gevşemeyin üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün
olan sizlersiniz.” (3 Âl-i İmran 139)
“Ve (mü’minler) haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı ko-
yanlardır.” (42 Şura 39)

310 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Allah(c.c.)’ın vahyine, onu insanlara ulaşt ran ve aç klayan Resullerin
öğretilerine yüz çeviren, sırtını dönen, kendi yanından helâl ve haramlar
ilân eden, yasalar belirleyen isyankâr güruh, bu batıl ve yanlış seçimleri
ile kaybetmiş ve hüsranı hak etmiştir. Onlar, Allah(c.c.)’tan başka ken-
disine ne zarar dokunan, ne de yarar olan şeylere yalvarıp yakararak,
önlerinde sayg yla eğilerek veya zarar yararından daha yakın olan, put-
laştırılanların peşinden giderek sonuçta yanlışa ve sapıklığa düşmüşler,
bu sapıklıklar ile de hem dünyayı hem de Ahireti kaybetmişlerdir.(22
Hac 11-12-13)
“Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: ‘Gerçekten ben müslüman-
lardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (41
Fussilet 33)
Allah(cc) ve Rasülünü, Kur’an’ ve Sünnet’i kendimize Dayanak, Sığı-
nak, Yasa, İlke, Rehber, Önder, Mercî Kabul ettiğimiz için, İmanımızla
ve Kendimizle Çelişmemek adına, ‘La ilahe’ Kulluk sözleşmesine ihanet
etmemek için, Allah(cc)’a olan söz ve duruşumuzu bozmayalım diye,
Küfre ve Şirke Karş Tuttuğumuz Kulluk Oruçlarımızı Bozmayalım, Kefa-
retimiz Cehennem Olmasın diye; Hiçbir beşerî ideoloji ve sistemi asla
‘Evet’ ya da ‘Hayır’ diyerek kabullenmeyip, toptan Reddeden’lerden ol-
maktır tercihimiz!
Tevhidî bir Reddediş (Lâ) yoksa, Tevhid’de Reddedilmiş demektir!
Kısaca, Tevhid Birlemek, Vahdet Birleşmek olduğuna göre; Sosyal
Tevhid, Siyasî Tevhid, İbadî Tevhid, mü’mince bir kimlik mücadelesi
verilerek, müslümanların inancında ve toplumun bütün katmanlarında
sağlanmadıkça, iman hayata hâkim kılınnmadıkça, müslümanca bir tes-
limiyet ve duruş sergilenerek imanın imkânlarına yaslanılmadıkça, ‘Lâ
ilâhe’ kulluk sözleşmesine ihanet edilmiştir.
“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi) dir. Onlar karanl klar-
dan nura ç kar r; küfredenlerin velileri ise tağut’tur. Onlar da nurdan
karanl klara ç kar rlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda sürekli olarak
kalacaklardır.” (2 Bakara 257)
Bizler hiç kimseyi Allah(cc)’a, Kitabına, Ahiret’e iman edip inanmaya
zorlamıyor, insanlara kesinlikle din dayatmıyoruz! Kimsenin de bize
devlet tanrısı, resmî ideoloji, din ve yaşam tarzı dayatmasını asla kabul
etmiyoruz!
İnkârcı, Zalim, Fasık, Kafir, İsyankâr, Tuğyankar Şirk sisteminiz, Seçim
ve Referandumunuz Size, İnancımız veTevhidî Tercihlerimiz Bize Diyo-
ruz!
“vesselâmü alâ menittebeal hüdâ” (20 Ta-Ha 47)
Selâm, Hidayete Tabi Olanların Üzerine Olsun!
11/09/2010
KAYNAK: www.islamvehayat.com

REFERANDUM TARTIŞMALARI 311


Adım Adım
Özgürlüğe…
BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

“Devrimci Bir Hamle: Evet” başlıklı yazımız kimi kardeşlerimizin tepki-


lerine neden oldu. Makalenin hedefi söz konusu referandum vesilesiyle
camiamızın sorgulanamazlarını sorgulamak, farkında olmadan üretilen
kimi taassub noktalarına dokunmaktı. Muhafazakar kimi cemaatlerin
kendi fikirlerini, öncü şahsiyetlerini mutlaklaştırdıklarında onlara söy-
lenen sözlerin onda biri dahi makalemizde ifade edilmemişken kimi
kardeşlerimizden bir hayli öfkeli mesajlar aldık. Oysa bizler Tevhid ve
Adalet yolunda Allah’ın varlığını bile gönül rahatlığıyla tartışabilmiş, bin-
lerce yıllık geleneksel birikimleri özgür düşünce adına sorgulayabilmiş
bir ıslah geleneğinden geliyorduk. Kendi aramızda da bu özgür düşünce
standartlarını herhalde uygulayabilirdik. Öze dönüşü, özeleştiri bilincini,
fikirlerin donuklaştırılmamasını, kişilerin putlaştırılmamasını, bir gruba
karşı olan kinin bizleri adaletten uzaklaştırmayacağını en fazla vurgula-
yan da yine bizim camiamız değil miydi?
O halde söz konusu makale de rahatlıkla bir fikir zenginliği olarak görü-
lebilirdi. Ama bu satırların yazarı da biliyordu ki özgür düşünceyi, sor-
gulamayı, akletmeyi en fazla vurgulayanlar bile eleştirdikleri muhafaza-
kar tepkiyi farkında olmadan kendileri de bir süre içselleştirebilirler…
Söz konusu makalemiz aslında biraz da referandum meselesini vesile
edinerek işte bu fikirsel benzeşmeyi/eleştirilen donukluğun içselleşti-
rilmesi vakıasına dikkat çekmek için Evet adımını, “Devrimci Hamle”
olarak tanımladı. Devrimin bir heyûlâ, bir Süpermen projesi olmadığını,
Devrimin ya da kendimize ait daha sıcak tanımlamasıyla “İnqılab”’ın
asla ve kat’a “İhtilâl” olmadığını unutmamak için Evet ile Devrim ara-
sında bir bağ kurdum. İnqılab yani “dönüşüm” bir anda gerçekleşen bir
sıçrama değil ıslah yoluyla gerçekleşen adım adım oluşan bir evrimin
sonucudur. Bu sebeple İnqılabı hedefleyenler doğal olarak ıslahı öncele-
melidirler. Sosyal/Siyasal ve Bireysel Islah ta bu küçük adımların bütü-
nünden ibarettir. İşte bu sebepledir ki politik düzlemde atılan küçük bir
adım aynı zamanda devrimci bir hamledir de. Ama devrimi çok ötelerde
gerçekleşecek bir sürpriz olarak görüyorsanız önünüzdeki küçük adım-

312 REFERANDUM TARTIŞMALARI


ları küçümseyecek, bu adımları devrimci hamle olarak tanımlanmasını
“abartılı” bulacaksınız doğal olarak…
Şayet bu açıdan bakarsanız işte o zaman Şah sisteminin başbakanı
Musaddık’ı sırf halk destekledi ve şah sistemini zayıflatıyor diye Şe-
riati gibi destekleyebilirsiniz. Aynı tavır ve fıkıhlara Malik b. Nebi’de,
Mevdudi’de, Fadlullah’ta ve pek çok İslam düşünüründe bulabilirsiniz.
Bir önceki makalemizde Batı tarzı demokrasi olumlanmamasına rağmen
bizi demokrat olmakla itham edenler bile çıktı. Kimileri ise korkularını
dile getirerek bugün bunu tartışırsan yarın da laikliği tartışırsın dedi. Bir
başkası ise Allah’ın Hükmü’ne karşı Tağut’u tercih ettiğimizi(!) bile ileri
sürebildi. Oysa makalede okuyucuyu tahrik eden/harekete geçiren un-
sur demokrat olma değil, kendi İslam yorumunu mutlaklaştırarak diğer
kardeşini mahkum etmenin yanlışlığının vurgulanmasıydı.
Söz konusu tartışmanın ikinci ayağını ise “Demokrasi” konusundaki
sorgulanmamış mutlakiyetçi/toptancı katı tutum oluşturuyor. Oysa bu
da tartışılması, olgunlaştırılması gereken dogması olmayan bir alan-
dır. Sonuçta “Halkın/İnsanın egemenliği” mefhumu, insanın Allah’ın mı
yeryüzünün mü Halifesi olduğu sorusuyla yakından irtibatlıdır. Halkın
egemenliğini/özgür iradesini Allah’ın egemenliği/iradesine rakip görme
algısı bilindiği üzere Batı Düşüncesinde varolan bir öncüldür. Bu sebeple
Batı zorunlu olarak dünyevi olanla uhrevi/dinsel olanı ayırmıştır. Lakin
İslam Düşüncesinde özellikle ilk dönem Kur’an Nesli’nde böyle bir algı
yoktur. Çünkü Kur’an’ın inşa ettiği “Tevhid” yani bütüncül bakış ilk nesle
hakim olduğundan Muhammed (as) döneminde ve ilk iki halife döne-
minde İnsanın egemenliği Allah’ın egemenliğinin/rızasının gerçekleş-
mesinin sonucu olarak görülmüştür. Üçüncü ve Dördüncü halife döne-
mindeki bozulmalar yönetimi bir kaosa sürüklemiş, daha sonra iktidarı
darbe yoluyla ele geçiren Muaviye saltanatı halkın egemenliğini iptal
ederek despotun Allah adına egemenliğini yürürlüğe sokmuştur. İşte bu
tarihsel kırılma sonrası yaşananlar Batı’nın yaşadığı tecrübenin aynısı
olmasa da paralelinde yürüye gelmiştir…
Diğer yandan Daha sonra Safevî İktidarıyla ortaya çıkan “kurumsallaş-
mış Şiilik” te “Kutsal/İlâhi Devlet”i teorize etmiştir. Sonuç olarak gerek
Sünni gerekse de Şii devlet algısı hem din ve dünyayı ayıran hem de
paradoksal olarak dünyada hükmeden devleti/sultanı kutsal kılan anla-
yışı teorize ve pratize etmiştir. Bu olgu Adaletinden çok başına buyruk-
luğu vurgulanan bir Allah tasavvuruna, O Allah tasavvurunun ürettiği
bir kaderciliğe ve insanın özgür iradesinin silikleştirilmesine kadar her
alana etki etmiştir. (Konuyla ilgili ayrıntılı tartışmaları Üstad Muhammed
Abduh’un yaklaşımlarında bulabiliriz: bkz. “Al-Amâl’ul-Kâmilah lil-İmam
Muhammed Abduh, Tahkik: Muhammed Ammâra, Daruş Şuruk, Cilt-1,
ve Muhammed Ammara’nın “İslam Devleti” (Endülüs Yay.)
Bu sebeple İnsanın özgür iradesinin Allah’ın hükmüne rakip ya da ona
alternatif olduğunu düşünmek için önce bu iki iradeyi birbirinden ayır-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 313


mak ve prometheci bir insan ve ahlaki/adil olmayan bir Zeus Tanrı ta-
savvuruna sahip olmak gerekiyor. Bu sebepledir ki Tevhid ehli bir Müs-
lüman asla Batılı anlamda bir demokrat olamaz, buna da ihtiyacı yoktur.
Gerek Abduh, gerek Ammara gerekse de Şeriati buradan kalkarak Batı
tarzı Demokrasiyi eleştiriyorlar. Ancak Selefi/Sünni ya da Klasik Şii oku-
maların Demokrasi düşmanlığı böylesi bir analizden çok sultancı/imama
mutlak itaatçi tasavvurlarından kaynaklanıyor. Bu sebeple bu algı sa-
hipleri halkın iradesinin yeryüzünde egemen olmasını “tuğyan” olarak
görebiliyorlar. Oysa Tuğyan fiilinin Kur’an’da sadece despotlar ve isti-
şareye kulak asmayanlar için kullanıldığını göz ardı ederek. Kur’an çok
açık biçimde kafir olma iradesine bile açık özgürlük tanımışken bu algı
sahipleri “İslam Devleti” tasavvurlarında yukarıdan aşağıya doğru tüm
toplum kesimlerini ilzam etmeyi düşünüyorlar. Muhalefet etme hakkının
günahkarlıkla eşdeğer duruma düşürüldüğü Kutsal/İlâhi bir devlet anla-
yışının Afganistan’ı ve İran’ı şuan ne duruma getirdiğini ise hep beraber
izliyoruz…
Bu sebepledir ki gerek ilk dönemde ümmetin Resul’ün vefatının ardın-
dan neden kutsal/ilahi bir devlet kurmadığını aksine olabildiğince tar-
tışma ve istişareye açık bir toplum düzenini işlettiğini anlayabiliyoruz.
Ardından Tevhid ve Adalet Mektebi Mutezile’nin ve genel olarak Sünni
Düşünce içerisinde Ehl-i Rey Mektebinin dillendirdiği İnsanın özgür ira-
desine yapılan vurgu da buradan kaynaklanıyor. Bunun günümüze yan-
sıyan hattı ise Üstad Abduh’un sistematize ettiği Islah hattıdır.  
Şimdi gündeme geri dönecek olursak, Bugün referandumda Tevhid
merkezli Müslümanların nasıl bir tavır alması gerektiği ve bu konuda
dönüşüm/inqılab yolunda bir hamle olduğu konusu geçen ayki Hak-
söz dergisinde ayrıntılı biçimde işlenmişti. Söz konusu destek tavrını
itikadi alana taşıyarak tavırsızlığı sahih bir tavırmış gibi algılayan kimi
kesimlere ise Haksöz’ün son sayısında (Eylül 2010) sayısında özellikle
Rıdvan Kaya, Yılmaz Çakır ve Musa Üzer’in kaleme aldıkları makaleler
ile cevaplar verilmiş. Bu açıdan benim burada uzun uzadıya ayrıntıya
girmeme gerek yok. Merak eden kardeşlerim bu yazarların makaleleri-
ne başvurabilirler. Ben bu güncelliğin arkasına yatan teorik arka plana
ve tasavvurlardaki donukluklara, algı yanılsamalarına dikkat çekmek
istemiştim. Taşlayanlar kadar açtığımız özgür düşünce kapısından girip
korkularından sıyrılarak dogmaları sorgulayan kardeşlerim de oldu. Üs-
tad Şeriati’nin bir ayetullahın medreselerimizdeki öğrencilerin kafalarını
karıştırıyorsun! İtirazına verdiği cevabı burada anımsamak yerinde olur
herhalde…
Şeriati diyor ki; Fıkıh’ta akarsu temiz durgun su pis kabul edilir bu se-
beple yanlışlar da barındırsa sorgulayan tartışan beyinler doğru da olsa
durağanlaşmış donuk beyinlere nazaran daha iyidirler!
12.09.2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

314 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Özgür-Der’den
Referandum
Sonuçlarına İlişkin
Açıklama
ÖZGÜR-DER GENEL MERKEZİ

Referandum; Resmi İdeoloji ve Militarizme Karşı Ada-


let, Hukuk ve Özgürlük Talebiyle Sonuçlanmıştır!
12 Eylül 1980 Darbesinin en korkunç ürünü olan 1982 Anayasasının 26
maddesini esas alan değişim bütün engelleme çabalarına rağmen ihti-
lalın 30. yıl dönümünde halkoylamasına sunulabildi. Devleti, resmi ide-
olojiyi, askerî mantığı bir deli gömleği misali her tür yöntemi kullanarak
bütün bir topluma giydiren askerî cunta ile sınırlı ama sembolik bir
hesaplaşma dün itibariyle başlatılmış oldu. İnsana karşı devleti, inanca
karşı resmi ideolojiyi, fıtri/doğal kimliğe karşı laik-ulusal aidiyeti, toplu-
ma karşı yasaları, hukuka karşı zorbalığı üstün tutup dayatan Kemalist
oligarşi 12 Eylül referandumunda halktan esaslı bir şamar yemiştir.
Dün gerçekleşen referandum ile TSK, yüksek yargı, TÜSİAD, Kemalist
akademi ve aydın sınıfının bir asra yaklaşan tahakkümü ve vesayetini
tamamen ortadan kaldıramasa bile zayıflatan, gerileten ve en önemlisi
gayri meşru ilan eden bir sonuç ortaya çıkmıştır. 
Kemalist Cumhuriyet ideolojisi ve sınıflarının halka, halkın tercihine
karşı her zaman şüphe, korku ve düşmanlık ile yaklaşmasının ne kadar
doğru bir tutum olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Çünkü Kemalizm;
darbe, muhtıra, andıç, psikolojik harekat, provokasyon, sabotaj vs. gibi
klasik askerî cunta araçlarının dışında toplumu ikna edecek düşünce,
söylem ve siyasetten yoksundur. Son referandum vesilesiyle görüldü-
ğü üzere klasik askerî cunta siyaseti halkın kahir ekseriyeti tarafından
geçersiz kılınmıştır. Referandum sonucu topluma dinî, siyasi, iktisadi
vd tüm alanlarda baskı yapan TSK’nın icraatları halk tarafından kınanıp
reddedilmiş ve gayri meşru ilan edilmiştir. Aynı zamanda bu referan-
dumla Kemalist ideoloji ve devlet sınıfları adına adalete, hukuka ve hal-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 315


ka karşı cephe açan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSYK
gibi yüksek yargı bürokrasisinin militarist duruşunun halk nezdinde ka-
bul edilemez olduğu beyan edilmiştir. Ortaya saçılan belge ve ses ka-
yıtlarıyla Ergenekon cuntası adına iş gören yüksek yargı bürokrasisinin
çürüme sürecini hızla tamamlayıp kokuşmaya başlaması referandum
vesilesi ile bir kez daha değerlendirilmiş, düzenin hukukunun da hukuk-
çusunun da hiçbir itibara sahip olmadığı geniş toplum kesimleri tarafın-
dan da tespit edilmiştir.
Referandum sonucunda 12 Eylül ile birlikte, 28 Şubat’a, 27 Nisan’a
karşı da toplum itiraz etmiştir. Ergenekon’a, Balyoz ve Kafes eylem
planlarına, Genelkurmay’dan yönetilmek istenen bir topluma boyun
eğilmeyeceği deklare edilmiştir. Yeni bir milat değilse bile son derece
kritik bir eşik olarak 12 Eylül referandumu darbe atmosferinden uzak-
laşma yönünde önemli bir adımdır. TSK’nın darbe politikalarıyla, yüksek
yargının kararlarıyla, TÜSİAD’ın iktisadi duruşuyla tahkim etmeye çalış-
tığı zorbalık düzeni referandumda kaybetmiştir. İslam düşmanı Kemalist
laikliğin, Kürt düşmanı Kemalist ulusalcığın iflası bu kez halkoylaması ile
tescillenmiştir.
‘Evet’ veya ‘hayır’ tercihi kadar üzerinde durulması gereken bir konu da
BDP’nin ‘boykot’ tavrıdır. İnsanların hür iradeleriyle sandığa gitmemek,
verili çerçevede hareket etmemek vb gerekçelerle seçimleri veya refe-
randumu ‘boykot’ etmesi gayet doğaldır. Ancak Kürt illerinde PKK’nin
silahlı tehditleri, BDP’nin siyasi baskıları sonucu toplumun büyük bir
kısmı tercihini kamuoyuna yansıtamamıştır. Uzun yıllar boyunca seçim
sandıkları başında JİTEM, korucu, özel harekât vs baskısına maruz kal-
mış Kürtlerin şimdi de PKK ve BDP tarafından boykota mecbur hatta
mahkûm tutulması çirkin ve ahlaksız bir siyasettir. Kürt sorununun
çözümü noktasında devletin/askerin tutumuna benzer gerekçelerle ha-
reket eden Hükümet’in BDP’yi görmezden gelen tavrı işin bu noktaya
gelmesinde etkili olmuştur. Kürt sorununun çözümünde taraflardan biri
de BDP’dir ve muhatap alınmaması sadece sorunları kangrene dönüştü-
recektir.
Kesin olan bir şey varsa o da halkın, geçmiş yüz yılına ipotek koyan
halk düşmanı iradeyi başından def etmek istediğidir. Darbecilerle he-
saplaşmak, yeni darbe planlarının önüne geçmek, yargıdaki çarpıklığı
tesis eden kast sistemini dağıtmak yönünde tercihte bulunan toplumun
talepleri görmezden gelinemez. Meclis ve Hükümet bugünden itiba-
ren daha güçlü ve kararlı bir biçimde adalet, hukuk ve özgürlüğe ait
toplumsal taleplerin sözcüsü ve müdafii olmak zorundadır. Toplumsal
talepler askere, yüksek yargıya, CHP ve MHP’nin temsil ettiği statükoya
teslim olma yönünde değil onlarla hesaplaşma ve mücadele etme yö-
nünde belirginleşmiştir.
12 Eylül referandumu askerî dayatmalarla, Kemalist tek-tipleştirme zor-
balığıyla, İslami kimliğe ve Kürt kimliğine karşı sürdürülen ahlaksız ve

316 REFERANDUM TARTIŞMALARI


akılsız yasaklarla daha güçlü bir biçimde mücadele edileceğinin geniş
toplum kesimleri tarafından ikrar edildiği önemli bir göstergedir. Adale-
tin tesisi, hukukun üstünlüğü ve özgürlüklerin genişletilip teminat altına
alınması sürecinin sağlıklı ve istikrarlı yürütülmesi için Meclis ve Hükü-
met halk tarafından birinci elden sorumlu kılınmıştır.
13.09.2010

Kulluktan
vazgeçmeden zihni
sürekli diri tutmak
gerek
BÜNYAMİN ZERAN

Sermayesi insan olan bir hareket eğer insanlarını kaybederse yeni pro-
jeler üretmekte bir hayli etkisiz kalır. Her ideoloji veya din muhakkak ki
insan eliyle yürüyüşünü devam ettirir. Örneğin İslam kafirlere karşı bir
zafer kazanacaksa bu ancak müminlerin eliyle olur. Müminler oturduğu
yerden başarı bekleyecek olursa bu tamamen hayalcilik olur. Libera-
lizmin estirdiği rüzgar ne yazık ki Protestan düşünceyi kökleştirerek
laik bir din olgusunu pekiştirmiştir. Laik din olgusu da bireysel kalmayı
ön plana çıkardığından inkılapçı anlayış kaybolmuş ve risksiz bir İslam
tercih edilmiştir. Kendi sorumluluklarını başkalarına havale eden hatta
yıllardır reddettiği sistem ve onun koruyucularından medet umacak ka-
dar zihni karışıklık içine giren bir ruh halini yaşamaya başlayan insanlar
süreçle beraber maalesef çoğalmıştır.
Sürekli reddetmek yerine kabul ederek, uzlaşarak yola devam edilmesi
gerektiğini vazedenler bu tavırlarını harekette yeni bir yöntem olarak
belirlerken kendisi gibi düşünmeyenlere “sizin öneriniz, çözümünüz
nedir?” sorusunu sormaktadırlar. Oysa soru baştan cenini sakıttır. Çün-
kü bu sorun yalnız bizim sorunumuz olmamakta aynı zamanda kendi
sorunları da olmaktadır. Öyleyse bir yere teslim olarak ve tağuti bir

REFERANDUM TARTIŞMALARI 317


düzen ve onun koruyucularının himayesinde bir çözüm üretmektense
inananların kendine özgü, metodunu vahiyden alan bir yöntem üzerine
kafa yormaları gerekirdi. Ama bireysellik daha risksiz gözüküyor olmalı
ki mevziler birbir terkedilerek siperlerde insan açığı oluşturulmaktadır.
Elbette bu Allah için sorun teşkil etmez. Zira bu gelinen nokta Allah’ın
azametinden bir şey kaybettirmez ve O’nun yüceliğinden bir şeyi eksilt-
mez. Bu yalnızca inanan kulların imtihanını daha da bir derinleştirir ve
zorlaştırır.
Muhakkak ki her düşünce kendine has kavramların üzerine inşa edilir.
İslam, tevhid üzerine inşa edilir. Tevhid tek bir ilaha kulluğu esas alır ve
bu yol üzerine tüm düşüncesini, hukuk anlayışını, aile anlayışını, ticaret
anlayışını, eğitim anlayışını ve siyaset anlayışını inşa eder. Bütün pey-
gamberlere gelen vahiy bu minval üzeredir. Tevhid, kendisinin karşıtı
olarak şirk, tağut ve onların yanında yer alanlar için; münafık, kafir,
zalim, fasık, müşrik, mel’e, mütref gibi kavramları kullanır. Kendi yolu-
na tabi olanlar için yalnızca müslüman ve mümin ifadesini kullanırken
tevhidi inşa edici her türlü eylemi de salih amel olarak tanımlamıştır.
Öyleyse müslümanlar bu kavramlar üzerine tefekkür edip, yol harita-
larını da bu kavramlar üzerinden oluşturmalıdırlar. Eğer biz kendimize
ait olduğunu düşündüğümüz bu kavramlar yerine Batı’nın ve ABD’nin
belirlemiş olduğu seküler kavramları yol haritası olarak benimsersek
(demokrasi, özgürlük, muhafazakarlık, liberalizm, fütürizm, rasyona-
lizm, hümanizm, pozitivizm gibi) muhakkak ki ulaşacağımız menziller
de Batı’nın ve ABD’nin bizi götürmeye çalışacağı menziller olacaktır. Her
ne kadar bu kavramları yol haritası olarak alanlar kavramları İslamileş-
tirmek için kendilerini zorlasalar da durum değişmeyecektir. Çünkü bu
kavramlar başta da belirttiğimiz gibi sekülerliği içinde barındırmayı zo-
runlu görmektedir. Örneğin tağuti sistemin kendini yenilemesi anlamına
gelen referandumda evet oyu vermeyi “salih amel” olarak değerlendi-
ren bir kafa kesin ve kesin İslami olmaktan uzak hastalıklı bir kafadır.
Kişinin, kavramları ve temsil ettiği değerleri kasıtlı olarak karıştırma-
sından başka bir şey değildir. Samirinin azıcık vahiyden alması azıcıkta
kendi düşüncesinden katması gibi bir duruma düşmekten başkaca bir
şey değildir.
Evet, yeni bir sürece girilmektedir ve bu yeni süreçte müminlerin so-
rumlulukları, omuzlarındaki yük daha ağırlaşmaktadır. Bu yeni süreçte
bizlerin varlığını anlamlı kılan; tevhid, adalet, kulluk, hududullah vs.
kavramlar yeniden tefekkür edilmeli ve oluşturulacak yöntemlerde bu
esaslar üzerine inşa edilmelidir. Bir aile olarak kalabilmek ve mümin-
lerin birbirine karşı sorumluluk hissettiği bir yapı olmayı becerebilmek
gerekiyor. Birey kimliği gelişirken bireysel olarak kalmaktan da uzak-
laşmak gerekiyor. Çünkü birey olmak donanımlı olmayı, kendi başına
iş becerebilmeyi, düşünmeyi, hareket edebilmeyi gerektirirken bütün
bu güzellikleri sunacağı bir ailenin oluşmasını da ona gerekli kılmalıdır.
Tevhid insana yalnızca bilgi değil edeb de kazandırmalıdır ki bu şahit

318 REFERANDUM TARTIŞMALARI


olmanın olmazsa olmaz şartıdır. Çünkü Muhammed (as)’ın ilettiği vah-
yin kabul edilmesindeki en önemli sebep O’nun dürüstlüğü, ahlakı ve
faziletidir. Kısacası şahitliğidir. Etrafımızdaki herşeyi yaratan Rab adına
okuyabilmek ve herşeyi O’nun rızasına kanalize edebilmek birliktelikle
daha mümkündür. İnananlar mevzilerini terkedip birbirlerine tavır al-
mak yerine kulluğun gereği olarak tevhid ekseni içerisinde birbirlerine
sahip çıkarak bir saf olabilmeyi ve bir topluluk olarak kalabilmeyi bece-
rebilmelidirler.
Liberal düşünce “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” parolasıyla her
türlü rezilliği, sömürüyü, işgali ve üniform kalıplar içinde tek tipliliği
meşrulaştırırken bu düşüncenin ardına takılıp gitmek elbette fesadın
yaygınlaşmasına hizmet etmek olacaktır. Liberalizm, kendini besleyen
kanalları; demokrasi, muhafazakarlık, hümanizm, fütirizm, rasyona-
lizm, laiklik, milliyetçilik ve modernizmi diri tutmak zorundadır. Bunun
için her dine girer ve her şeyi meşru görür. Kah Hitler olarak görür-
sünüz onu, kah Muaviye, yerine göre jakoben takılır, kimi zaman da
müthiş bir demokrat ama aynanın diğer yüzünde hep Ebu Cehil mantığı
vardır. Eski Roma’da işçiler Roma vatandaşı olarak kabul görmezler ve
köle gibi çalışırlardı. Ücretlerin azlığından dolayı ne zaman ayaklanacak
olsalar efendileri ücretlerini artırır, yaşam şartlarında kısmi iyileştir-
melere gider, işçiler de ayaklanmayı bırakır köleliğe devam ederlerdi.
Tağut kısmi iyileştirmelere gidiyor diye müminlerde Allah’a kulluktan
vazgeçmemelidirler ve İslam dışında hiçbir talepleri olmamalıdır. Çünkü
müslüman olmak demek otoritelerin Allah’a boyun eğinceye kadar tev-
hid ilkesince mücadele etmek demektir. Allah’ı ilah olarak kabul etmek
demek O’nun dışındaki hiçbir ideolojiyi ve hiçbir düşünceyi yaşam şekli
olarak kabul etmemek ve onlara tenezzül etmemek demektir. Allah’ı
ilah olarak kabul etmek demek karşıt düşünce ne kadar askeri, eko-
nomik ve sayısal olarak güçlü olursa olsun onlara asla teslim olmamak
ve onlara imrenmemek demektir. Her gün kılınan namazlar sorumluluk
bilincini artıran, direnişi canlı tutan bir ibadet olmalıdır. İnsana yatırım
yapılmalı ve tevhidin tohumlarından filizlenen ekinler ekilmelidir ki bu
hem çiftçiyi sevindirsin hem de kafirleri öfkelendirsin.
Bugün herzamankinden daha fazla ayakta kalmak ve başımızı dik tut-
mak zorundayız. Kulluk son nefese kadar geçerli olan bir olgudur. An-
cak ölümle nihayetlenir. Her yaşanan müsibette hücrelerin yenilenmesi
gibi kulluğun yeniden gözden geçirilerek sırati müstakiym  üzere sabit-
lenmek gereklidir. Etrafımızda ola ki dağılmalar, çözülmeler, bireyselleş-
meler artsa da yönümüzü kıbleye çevirerek yüzümüz hep Allah’a dönük
olmalı ve o beytin sahibine kulluktan usanmamalıyız. Çünkü mümin
olmak Allah’ı herşeyin üstünde bir sevgiyle sevmeyi ve yalnızca ondan
korkmayı gerekli kılar. İnananlar Allah için yaşar, yaşatır ve öldürür.
İnanmayalar ise ancak azgınlaşan, tuğyan içinde olan tağut için ya-
şar, yaşatır ve öldürür. Birisi, Rabbi ondan razı o Rabbinden razı olarak
menzile varırken diğeri ne olaydı da toprak olaydım, hiç yaratılmamış

REFERANDUM TARTIŞMALARI 319


olaydım diyerek menzile varır. İnsan neyi seçerse onu yaşar ve yaşadığı
din üzerede ölür.
14.09.2010
KAYNAK: www.iktibasdergisi.com

‘Nasılsanız öyle
yönetilirsiniz…’ ve,
‘Bir halk kendi halini
değiştirmedikçe...’
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

İnsan’ın temel mes’elelerinden birisi, kim tarafından, hangi hak ve yet-


kiye dayanılarak ve nasıl yönetileceği hususudur.. Bu, beşeriyyet tari-
hiyle yaşıt bir mes’eledir..
İnsan dışındaki öteki canlılar âleminde de, bir üstünlük ve hâkimiyet
mücadelesi daima vardır.. Ama, onlar bunu, dişleriyle, boynuzlarıyla,
tekmeleriyle, kas güçleriyle belirlerler..
İnsan ise, aklıyla verir bu mücadelesini.. Akıl da,  kullanacağı vasıtala-
rı, sahibinin imkanları ve ölçüleri içinde ortaya koyar.. Bu imkanlar hile
ve entrikadan, servet ve kuvvet’e ve de adâlet ve vicdanî gerekliliklere
kadar çeşitlidir..
Cemiyet halinde yaşamak zornunda olan insanoğlu, ilk andan itibaren,
vahy-i ilahî ile yönlendirilmiş ve Yaratan’ın proğramlamasına göre, Pey-
gamberler eliyle yönetilmiş ve amma, bunlara karşı zorbalığın, zulmün,
nefsanî tahakküm arzularının sembolü olan krallar, sultanlar, şahlar,
melikler, şefler, başkanlar ortaya çıkmıştır..
1400 yıl öncelerden, Resul-i Ekrem (S)’den ulaşan rivayetlere göre, O,
‘Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz..’  diyerek, aslında yönetimin manive-
lasının bizim elimizde, halk kitlelerinin elinde olduğunu zımnen beyan
etmiştir..

320 REFERANDUM TARTIŞMALARI


Aynı şekilde, Kitabullah’da, Ra’d  Sûresi, 11. âyette de, ‘Bir halk kendi
halini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez..’   buyrularak,
sosyal değişimin ezelî ve ebedî  kanunu gösterilmektedir..
*
Geçen hafta bir referandum yapıldı ülkemizde..
Bu gibi mekanizmalar, halk kitlelerinin görüşlerinin sorulması mekaniz-
malarının geçmişi çok eski değildir..
Gerçi, İslam bize işlerin şûrâ  / istişare/ meşveret yoluyla yapılmasını
emretmektedir ve 14 asır önce bu konuda ilginç uygulamalar ortaya
konulmuştur, ama, Asr-ı Saadet ve Hulefâ’y-ı Râşidîyn döneminden
hemen sonra başlayan saltanat, o sistemin sürekli bir şekilde sistem-
leşmesini ve gelenekleşmesini önlemiş, zer ve zor / altın ve kılıç/ servet
ve kuvvet sahiblerinin kendi etraflardındaki dar kadrolarla yaptıkları
istişarelerle bu emrin yerine getirildiği sanılmıştır..
Öteki dünyalarda ise, zâten, asırlarca, kralların, sultanların kendilerini
devlet ve hattâ tanrı yerine koyma eğilimleri, halkları asırlarca, zorba-
lıkların, zulüm mekanizmalarının dişlileri arasında ezilmeye sevketmiş-
tir..
Krallara , zâlim hüküm sahiblerine, yöneticilere karşı halk kitlelerinin
başkaldırısının önemli belgelerinden birisini oluşturan ‘Magna Carta’
(Büyük Sözleşme) İslam’ın Son Peygamber (S) eliyle dünyaya sunul-
masının 600 sene sonralarında, 1215’lerde düzenlenebilmiş, Kral’ın
gücü meşrut hale getirilmiş/ şartlara bağlanabilmiş, yani bir meşrutî
krallık merhalesine geçilebilmiş, sınırlandırılabilmiştir..
Ama, bu durumun, başka ülkelerde de örnek alınması, 1775’lerden
sonra, Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız İhtilali ile ortaya çıkmış-
tır..
Bizde ise, sultanlar kısmî bir şekilde de olsa; ya inançlarının veya sal-
tanatlarını / iktidarlarını korumak hesabının gereği olarak, kendilerini
Kur’an’la yine de sınırlı hissetmişler veya kapıkulu taifesinden olma-
yan ulemâ, onlara, en azından bazı sınır tanımaz güç kullanımı ve açık
adâletsizlik durumlarında  Kur’an hükümlerini hatırlatarak geri adım
atmalarını sağlamışlardır..
Bu bakımdan, bizdeki çoğu sultanların çoğunu, başka dünyalardaki
yöneticilerden biraz daha yumuşak ve kendilerinin bir üst otorite ta-
rafından sırınlandırılmalarına rıza gösteren kimseler olarak nitelemek
mümkündür.. (Nitekim, ünlü alman generali Moltke, 1830’larda henüz
yüzbaşı rütbesinde iken gelip dolaştığı Osmanlı ülkesindeki durumu
anlattığı ‘Türkiye Mektubları’  isimli eserinde, ‘bu ülkedeki Sultan’ların
Avrupa’daki gibi sınırsız ve sınırlanamaz yetkilere sahib olmadıklarını,
onlar gibi despot olamıyacaklarını, çünkü bunların kendilerini Kur’an’la
sınırlı hissettiklerini’  ifade eder..)

REFERANDUM TARTIŞMALARI 321


Ama, bizde, yine de, bugün anlaşılan mânâda bir anayasa ile Padişah’ın
iktidarının sınırlandırılması/ şarta bağlanması (Meşrutiyet) 1876’da baş-
lar..
Ne var ki, o anayasa (o zamanki ismiyle Qaanûn-i Esâsî)  1908’e kadar
fiilen uygulanamadı, hukuken geçerliliği sık sık vurgulansa bile..
Ve 1908’de (İkinci Meşrutiyet) dinye anılan dönemden sonra Kaanûn-i
Esasî, gûyâ uygulamaya konulmuştu, ama, bu temel kanunun ve diğer
hukuk metinlerinin yorumlanması, iktidar gücünü eline geçirmiş olanla-
rın ve İttihad- Terakkî kadrolarının anlaşıyına göre şekilleniyordu..
Yine de, o temel kanûn, Osmanlı’nın sonuna kadar ve de Ankara’daki
yeni rejimin ilk zamanlarında da, yapılan birkaç değişiklikle, ama uygu-
lamada, meşrûiyyet / hukukîlik temeli halinde vurgu yapılan bir metin
olarak duruyor ve kısmen de uygulanıyordu.. Cumhûriyet rejimi de, o
‘Qaanûn-i Esâsî’ye, anayasaya göre ilan edilebilmişti.. Ve yeni rejiminin
kendine özgü ilk anayasası ise, Teşkilat-ı Esâsiye Kanûnu adıyla 1924
tarihinde kabulleniliyordu.. Ama, o kanun da yine 1950’ye kadar uygu-
lanamıyacaktı.. Çünkü, ülke, 1. ve 2. Şef’lerin tam despotluğu altında
ezilmişti, 27 yıl boyunca..
Ve o anayasa ilk olarak 1950-60 arasında uygulanacak ve 27 Mayıs
1960 İhtilali ise, o uygulayıcıların başı olan Adnan Menderes ve arka-
daşlarını, anayasa’yı çiğnemekle suçlayıp idâm edeceklerdi... İronik
olan ise, çiğnenmesinden şikayet ettikleri o anayasayı ihtilalcilerin, ta-
mamiyle kaldırmalarıydı.. 
Sonraki 1961 ve 1982 Anayasaları ise, millete tamamiyle ve daha bir
süngüucu dürtüklemeleriyle, zorla kabul ettirilmiş, kemalist/ jakoben/
tepeden inmeci anayasalardı..
*
Kemalist-laik oligarşik diktanın ve statükonun, yerleşik -egemen dü-
zenin derin ve örgütlü kadrolarının güç ve baskı odaklarının kemalist
-jakoben rejimin temellerinin sarsılacağından duydukları korkuyla bütün
direnmelerine rağmen; halkımızın büyük bir kısmı, geçen hafta, gerçek-
leştirilen referandumla, anayasada bazı değişiklikleri, Tayyîb Erdoğan’ın
istediği bazı değişiklikleri kabul etti..
Erdoğan referandum öncesinde, her ne kadar ‘Bu bir güvenoylaması
değildir..’ dese de, gerçekte, Tayyîb Erdoğan’a halkın duyduğu güvenin
sonucu idi.. Kollektif irade onun için onun lehine bir sonuç verdi ve bu
durumun, 9 ay sonra yapılacak olan genel seçimlerde de, semeresi gö-
rülecektir, büyük ihtimalle.. 
Bu o kadar açık bir güvenoylamasıdır ki, eğer referandumda Erdoğan’ın
‘anayasa değişikliği’ teklifi reddedilseydi, muhalefet partileri, hemen er-
tesi günü, AK Parti’nin derhal istifasını isteyecekler ve onu Hükûmet’ten
al-aşağı etmek için en akıl almaz baskıları uygulacaklardı.. Ve, onların

322 REFERANDUM TARTIŞMALARI


bu talebleri, halkın artık AK Parti’ye güven duymadığı mânâsına dayan-
dıracaklardı..
*
Bu gibi halkoylamaları ve seçimler, müslüman coğrafyasının büyük bir
kesiminde maalesef, hemen hiç sahnelenmemekte ve müslüman halk-
lar, meliklerin, kralların, sultanların, şeflerin, başkanların zorbalığı altın-
da, milyonlardan oluşan sürüler gibi gibi güdülmektedir..
Müslüman halkların, kendi gelecekleri üzerinde, görüşlerini açıklama-
larını, en olumsuz durumlarda bile olsa tercihlerini, iradelerini ortaya
koymalarını; bazı müslüman kişi veya grupların, ‘Allah’ın kanununu red-
detmek ve beşerî kanun koymak kasdıyla hareket edildiği’  mânasında
anlayıp, kendileri gibi düşünmeyen müslümanlara karşı ağır itiqadî
suçlamalarla reddetmeleri ise, bir ayrı durumdur.. (Ki, bu satırların sa-
hibi de, bu konuda yazdığı bir-iki makaleye rağmen, o gibilerden tuhaf
suçlamalara maruz kalmıştır..)  Halbuki, müslüman bir kişi veya halk,
bu gibi irade beyanlarını, asla -ve hâşâ- ilahî iradeyi redd veya ibtal
kasdıyla yapmaz/ yapamaz ve sadece kendisini sosyal planda kuşatan
baskıların, zulümlerin içinde, zencirlerini biraz gevşetmeye vesile olabi-
leceği umuduyla, bir zulüm düzenlerinin biraz zayıflamasına vesile ola-
bileceği umuduyla yapar..
Esasen, bu da, yazının başlığında aktardığımız ‘Nasılsanız öyle yönetilir-
siniz..’ mânasındaki  hadis rivayetine de, değişimin ilahî kanununu yan-
sıtan âyet mealine de uygun olmalıdır.. Esasen, Allah’u Tealâ, bir halkın
değişimini, onun iradesine bıraktıktan sonra..
Nasıl olur da, bir kimsenin veya toplumun kendisini kuşatan zencirleri
gevşetmesine bile acaib itiqadî yorumlarla ilgisiz kalınmasını düşünüp,
bir insanın veya toplumun zencirlerini gevşetmesine bile izin olmadığı
gibi bir mantık sergilenebilir?
Sultacı, kemalist/ laik jakoben, dayatmacı, zorbacı, darbeci güçlerin
uzun tarih dönemlerimizi dolduran sosyal örgütlenmelerine karşı, halkın
içinden bir direniş kıpırdamasının filizlenmekte olduğu söylenebilir..
Bu sonuç, zencirlerini gevşetmek için çırpınanlara hayırlı olsun.. Zencir-
lerinden kurtulmak ,  için, kendi iradeleriyle hiç bir şey yapamıyacakla-
rını sananlar da, yollarına devam edebilirler..
‘Bir testiyi bir pınara koysalar, kırk yıl orda dursa, kendi dolası değil…’
16.09.2010
KAYNAK: www.haksozhaber.net

REFERANDUM TARTIŞMALARI 323


Sizi gidi
Radikaller sizi!
MUSTAFA ATAV

“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolun-


dan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan
ve tahminle yalan söylerler.’” (En’am Suresi, 116)
***
“Şunu bilin ki basiret ve feraseti unutan ve bu yitik ilmi aramayan ra-
dikal müslümanım diyenler, asla inkılabi olamayacaklar.. Sosyallikten
nasibini almamış bedevi zihniyetli düşünceler sahih İslami mücadeleye
yön veremezler..
Siz her şeye karşı çıkma sendromuna tutulmuşsunuz, lafzın egemen-
liğini selef dağına taşımayı özgünlük filan zannediyorsunuz, her şeyin
rengini selef dağının yeşilinden görmenin nesi özgünlük?
Kanaatlerinizi dayatmaya devam edin  insanlara ve kırk yıllık ezbere de-
vam ededurun hiç usanmadan, hem de İslam düşüncesi, hem de vahiy
adına..
Her türlü baskıya, zulme uğrayan, kamusal alan bahanesiyle kamudan
tard edilen, ordudan, okuldan, devlet dairelerinden ihraç edilen, her
türlü tehdide, şantaja, hakarete maruz kalan, birinci sıradaki iç tehdit
olarak görülen, üzerinde en acımasız imha planları yapılan, fişlenen,
dinlenen, her an takip ve gözetim altında tutularak canından bezdirilen
Müslümanlar iken, bütün bunlar sistem içi mücadelelerdir ve bizi ilgilen-
dirmez demeyi erdemden sayın siz.
Ki bu tür yaklaşımlarınız Ergenekoncuları, darbecileri, statükocuları,
derin devletçileri sevindirmekten başka ne işe yarayacaktır? Umarız bu
eleştirileri (....) taifesi dikkate alırlar.”
***
Bütün bu yazdıklarım; “Referandum sürecine müdahil olmayalım ve
‘Lütfen Müslüman gençliğin istikbaliyle oynamayın; Bulaç, Metiner, Özel
vs. sendromundan sonra bunları çekemeyiz..’ ifadesinde saklı, sahih
İslam düşüncesini statükonun oyunlarına, kendisini restore etme gay-
retine; güncelleme, format atma çabasına, muhkem kılmaya çalıştıkları
ideolojilerine, demokrasiye, laikliğe, liberalizme kurban etmeyelim..”
diyenlere karşı yazılmış makale ve yorumlarda dile getirilen tepkilerin
en hafiflerinden derlenmiş ama bu kadarın da bile gerçekten insafsız,
acımasız hak ve adaletten nasibini almamış yakıştırmalar olan bir me-

324 REFERANDUM TARTIŞMALARI


tindir.
Hangi müslümanın işidir ki aklın ve düşünmenin hakkını vermeden dur-
duk yerde her şeye karşı çıkmak, zulme maruz kalanların, mağdurların
ve benzeri zorluklar çekenlerin durumları bizi ilgilendirmez demek?
***
Anlaşılacağı üzre referandum süreci Müslümanları, özelde akil adam po-
zisyonunda olanları ve tabii ki onların sözlerine itibar edenleri birbirine
durdurmuş, yazılan ve söylenenlere düşülen yorumlara bakılırsa, sanki
bir daha selam vermeyecekmişçesine dün kardeş, dost olduklarına yani
birbirlerine bir dolu hakaretamiz ifadeler, incitici sözler kullanmaktan
çekinmemişlerdir..
 
Şahsım adına ben de süreci destekleme çağrısı yapanlara geçmiş söy-
lemlerinden kinaye, kavramların hakkını vermek adına eleştirilerde
bulundum ama şahıs merkezli olmadan ve özellikle insafsız ve hakaret
içeren sözler sarf etmeden ki olması gereken de zaten budur..
Fakat bazı ifadeler, gerçeklere işaret etmek niyetiyle eleştiri üslubunun
temel dinamikliklerinden olan ironik bazda dile getirilmiş olmasına rağ-
men yazı, yazarın kastettiği gibi anlaşılmadığından ve gayr-i tabiidir ki
önyargılardan hareketle olsa gerek, ne yazık ki istihzaya yorumlanmış,
mesaj alınmak istenmemiş, işaret edilen noktalar es geçilmiştir...
Oysa ki amaç bir çok yazıda yapmaya çalıştığımız gibi İslami referans-
larla şekillenmiş geçmiş söylemlerimizi ve ideolojiler zemininde kav-
ramlara yüklediğimiz anlamları hatırlatmak; varsa hata, varsa yanlış
konsensüs zemininde bunları tespit etmenin akabinde düzeltip deklare
etmek, ümmeti, en azından gelecek nesli geçmişte ve şimdi olduğu gibi
kavram anarşizmine mahkum etmemektir..
***
Malum süreci takip edenler farkındadır, çoktandır unuttuğumuz ama
kadim İslam düşünce geleneğinde karşılığı ve taraftarı olan Selefilik,
Haricilik, Radikalizm, Tekfircilik vb. gibi ekstrem kavramlar “Tartışmaya
biz dahil olmayalım, bırakın İslam düşüncesi özgün haliyle kalsın, süre-
ce ilişkin eklemleyeceğimiz ideolojik yargılarla onu kirletmeyelim; Müs-
lümanlar nerede ve ne zaman nasıl davranacaklarını bilirler; bilmeleri
de gerekir, bu özgüven ve feraset onlarda zaten vardır ve dolayısıyla
referandum sonrasında İslam düşüncesi tartışmalarında maça bir sıfır
mağlup başlamayalım vs.” diyenlerin üzerine Anayasanın yüzü suyu
hürmetine, demokrasi ve görece özgürlükler uğruna, “adım adım öz-
gürlüğe” söyleminde mündemiç liberalizm uğruna boca edilmiştir..
“Bizim radikaller, bedeviler, her şeyi selef dağının renginden görenler”
gibi daha bir dolu ajite edici benzer vurgulara bakılırsa, davetçi Müslü-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 325


man nev’inden ortaya çıkanların söylemleri karşılık bulmamış, aksine
üzülerek ilave edelim ki kendilerinden olan birileri tarafından da argo
tabirle ti’ye alınmıştır..
Ve ne yazık ki tevhidi duruş, sahih İslam düşüncesi, Hz. Muhammed
ve ilk nesil örnekliğine dair kavram ve söylemler hayattan, toplumdan
kopuk, yaşamla bağdaşmayan, siyasi basiretten yoksun sloganlar züm-
resinden sayılmaya başlanmıştır.
Kaldı ki “Bizim radikaller” ve “Adım adım özgürlüğe” başlığı altında bu-
lundukları yerin ve temsil ettikleri siyasetin mahkûmu olarak geçmiş
söylemlerini unutmuşçasına zafer ve mutluluk çığlıkları atan bu kardeş-
lerimiz, bir başka âlim, aydın namzetinin AKP siyasetine ve onun iktida-
rında oluşan mutlu azınlıklara (bana göre tepkisinde yerden göğe kadar
haklı..) kapitalizm bağlamında ama İslam ve Sosyalizmi kaynaştırırca-
sına yaptığı eleştirilere karşı hemen gard alıp, “Kur’an’ın beşeri ideoloji-
lerle, hele hele solculukla işi olamaz” diyerek karşı eleştiri getirmiş, peşi
sıra makalelerle yerden yere vurmuşlardır. Kendilerinin rağmında İslam
düşüncesine beşeri algıların karıştırılmasından rahatsız olanların, ucu
açık olmayan, muğlak vaatlerle bir takım bedellere teşne, görece reha-
vet ve özgürlükler bağlamında bir başka beşeri algılara göz yummaları
anlaşılır bir tavır değildir..
Bu söylemlerimizden darbe severliği, Ergenekoncuları savunmayı, asker
ve yargı vesayetine razı oluşumuzu çıkarmak da işin bir başka insafsız
boyutudur.
***
Bu hengame içerisinde artık olan olmuş, demokrasinin ritüellerinden
biri olan Referandum gerçekleşmiş, Müslüman kamuoyu da ya evet ya
hayır diyerek yada boykot ederek yaygın ve artık meşru kabule göre
demokratik hakkını kullanmıştır. Böylelikle Anayasa, ne kadar aksi iddia
edilse de bize göre Cumhuriyetin kurucu iradesinin gölgesi altında ger-
çekleşen bir takım değişikliklerle halkın, özelde Müslüman kamuoyunun
da desteği alınarak daha bir muhkem kılınmış ve daha bir meşru zemi-
ne çekilmiştir; ki üç vakte kadar gündeme gelip yeniden bizi içine çeke-
cek bir başka  Anayasa değişikliği tartışmalarına gebe olarak..
Tartışmaların satır aralarında evet diyenler tarafından hayırcıların veya
boykot edenlerin darbeci, Ergenekoncu olarak lanse edilmesi savunula
gelen demokrasi kavramının içeriğinde bile samimi olunmadığının bir
göstergesidir ki demokrasi halkın önüne, onların iradesi dışında konulan
alternatiflerinden birini tercih etmek olduğuna göre bu garabet niye?
***
Öyle ya da böyle hazır tartışmalar bitmişken diyeceklerimizden biri şu-
dur ki; buralarda yazıp çizmemize bakılmasın, biz sözü referans alınan,
ileri sürdüğü fikir ve düşünceleri fetva mesabesinde görülen akil insan-

326 REFERANDUM TARTIŞMALARI


lar pozisyonunda değiliz, öyle bir iddiamız da yok.
Sadece dertleşiyor, sadece paylaşıyoruz hepsi bu, elbette ki zımnında
eleştiri olmak koşuluyla.
O kadar da hakkımız olsun, biz de bir şeyler diyelim bu alemde..
Eksikliğimizi tamam etmek, bilgimizi artırmak için olacak, yıllardır âlim,
aydın olduklarına inandıklarımızın yazılarını okuduk, söylemlerine kulak
kabarttık, gönül verdik ve o istikamette insanlarla paylaştık ve hala da
yaptığımız bundan başka bir şey değildir..
Ama görünen o ki onlardan bazıları bugün, geçmişte söylediklerinin
hilafına tavır içindedirler ve sürece ilişkin tartışmalardan da anlaşılacağı
üzre kavramların altını üstüne getirip anlam kirliliğine yol açmaktadırlar
ve kaçınılmaz olarak insanların kafalarını karıştırmaktadırlar.
Bizi endişelendiren, üzen de budur..
Bundan sonrası için istediğimizi dile getirirsek; eğer İslam düşünce
geleneğine olumsuz bir katkı yapmaktan kaçınarak Kur’an’dan mül-
hem kavramlar disiplini inşa etmek istiyorlarsa ve eğer biraz insafları
varsa bugünden tezi yok âlim, aydın, akil adam pozisyonunda olanlar
“ben”lerinden, “ene”lerinden, koltuklarından vs. nerelerinden olacaksa
artık fedakârlıkta bulunmalılar ve bu başıbozukluğun üstesinden gelme-
ye çalışmalıdırlar.
Mademki sözü dinlenilenlerden sayılıyor, mademki sözleri fetva kabul
ediliyorlar, tefrik edici, çatışmacı sözlerden ziyade barıştırıcı ve bağdaş-
tırıcı, muhabbete teşvik eden, dostlukları pekiştiren laflar etsinler.
Yoksa tahminen genç olduğunu sandığım bir kardeşin “Lütfen Müslü-
man gençliğin istikbaliyle oynamayın; Bulaç, Metiner, Özel vs. sendro-
mundan sonra bunları çekemeyiz.” şeklindeki feryadında içkin kavram
karmaşasına ve tabiidir ki ideolojilere gelecek nesli de kurban edeceği-
miz aşikârdır.
Ve apaçık görülmüştür ki meğer kesrette vahdet filan yokmuş!
Oysa ne güzel inanmaya başlamıştım, bu hikmetli sandığım söze..
***
Bütün bunlardan sonra bir dostumuzun sitem ederek artık sözün bittiği
yere işaret etmesine katkı babında ben de derim ki: “Söz” zaten önce-
den vardı ve insanlık var olduğu sürece “Söz” onu aydınlatmaya, uyar-
maya devam edecektir; yani hakiki “Söz” hiçbir zaman bitmeyecektir.
“Söz”ün bittiği yerde ise zaten gerçek “Söz” sahibi son “Söz”ünü söy-
leyecektir ve o gün hiçbirimize O “Söz” sahibinin şefkati ve merhameti
dışında hiçbir söz fayda vermeyecektir.
Ve biz kelam-ı kadimden mülhem hakikati söylemeye gücümüz yetti-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 327


ğince devam etmek zorundayız, her gün yeni bir “Söz”ün inşasının baş-
langıcıdır çünkü..
Evet her sabah uyandığımızda söz söylemeye yeniden başlıyoruz biz
ama önce kendi benliğimize, onu özümseyerek sonra başkalarına,
başkalarıyla paylaşma adına ki rahmet yağsın üzerimize Rahmet-i
Rahman’dan..
Keşke Kelamullah’a ittiba ederek“Söz”ün hakkını verebilsek..
Ama beraberce, birlikte, ümmetçe ve birbirimiz üzerine boca ettiğimiz
insafsız yakıştırmalardan derhal tövbe ederek..
Paylaşmanın, birlikte müslümanca, kardeşçe, dostça yaşamanın bir an-
lamı da bu değil mi zaten, sayın dostlar, sayın kardeşler ne dersiniz?
16.09.2010
KAYNAK: www.iktibasdergisi.com

Referandum Süreci ve
Sonucuna Yönelik Bir
Değerlendirme
UFUK ARAŞLI

12 Eylül’de yapılan Anayasa değişikliği referandumu son aylarda


Türkiye’de siyasi tansiyonu yükselttiği, toplumsal ayrışmaları derinleş-
tirdiği gibi İslamcılar arasında da tansiyonu yükseltti. Referandumda
alınacak tavır konusunda ortaya çıkan farklı görüşler çerçevesinde ha-
raretli tartışmalar yaşandı. ‘Evet’ oyu vermenin akidevi açıdan ne an-
lama geleceğine dair yaklaşımlardan, yine ‘evet’ oyu vermenin sistem
içine kayma sonucunu doğuracağı yorumlarına ya da Kemalizm’in geri-
letilmesine destek çıkmak, hareket alanımızı genişletmek gibi argüman-
lara kadar farklı fikirler dile getirildi.
İslamcıların bugüne kadar hemen hiçbir seçimde veya halk oylamasında

328 REFERANDUM TARTIŞMALARI


yaşamadıkları bu ayrışmanın temel nedeni, Kemalizm’i geriletmek adı-
na başta liberaller olmak üzere muhafazakâr cemaatler ve AK Parti ile
yapılan zımni ittifakın nerede biteceği, hangi noktada sonlandırılacağı
konusunda önceden yapılmış bir istişarenin ve bağlı olarak alınmış bir
kararın olmamasıdır. İslamcıların hem liberallerle hem de AK Parti’yle
ayrışma noktalarının örtüşen çıkarlarından daha fazla olduğu bu süreçte
göz ardı edilmiş gözükmektedir. Bundan sonraki süreçte de İslamcıların
sistem tarafından dışlanmış diğer toplumsal kesimlerle olan ilişkilerini
daha gerçekçi temele oturtması gerektiği anlaşılmaktadır.
Ayrışmanın bir diğer nedeni de İslamcıların ülke siyasetine yön verme-
deki tecrübesizliğidir. Sosyolojik bir tespit olarak söylenebilir ki, Türkiye
ANAP ve Turgut Özal iktidarıyla birlikte siyasi ve ekonomik yönüyle li-
beral, kültürel yönüyle ise muhafazakâr bir değişim sürecinin içine gir-
miştir. Bu değişim aslında Demokrat Parti iktidarıyla başlayan bir süreç
olmasına rağmen 27 Mayıs darbesi bu süreci engellemişti. Fakat 1980
sonrası darbe anayasası, PKK’yla girilen çatışma ortamı ve 28 Şubat
post modern darbesi bile bu değişimi engelleyememiş; ancak yavaşla-
tabilmiştir. Kemalist egemenlerin iktidarı ellerine vermeyi asla
düşünmediği Anadolu halkı bu dönemde hızla şehirlere akarak kentli-
leşmiş, eğitim düzeyini yükseltmiş, kendi fabrikasını, kendi okulunu,
kendi medyasını ve AK Parti’yle birlikte kendi partisini kurmuş ve mer-
keze meydan okumuştur. Bu anlamda AK Parti’nin aslında bu sürecin
nedeni değil sonucu olduğu söylenebilir. İslamcılar ise ne yazık ki bu
değişim sürecine yön vermeyi başaramamışlardır. 90’lı yılların başında
böyle bir imkânı buldukları söylenebilir belki ama 28 Şubat darbesi bu
imkânı İslamcıların elinden almıştır. Hatta 28 Şubat sonrası dönemde
muhafazakârlaşan İslamcılar yön veremedikleri değişim sürecinin bir
parçası haline gelmişlerdir. 2000’li yıllarla birlikte değişimin direksiyo-
nunu liberaller ele almış ve 70’li yıllarda solcuların entelektüel piyasayı
eline geçirmesi gibi entelektüel üstünlüğü ele geçirmişlerdir. AK Parti’yi
bile düşünsel anlamda en fazla besleyenler liberallerdir. Muhafazakâr
kesim ise ekonomik ve siyasal liberalleşmeden rahatsızlık duymaksızın
yaşam tarzlarına dönük kimi kazanımlarla yetinmiştir.
İslamcıların sistemin dışında kalma adına gündelik siyasette pasif bir rol
izlemesi sürece yön veremeyişin önemli bir nedenidir. Hatta kimi İs-
lamcılar -örneğin seçimlerde- seçimlere katılan tüm tarafları eleştirerek
sistem dışı kalmayı bir konformizm haline getirmişlerdir. Bu nedenle de
siyasal arenada rol almaya dönük bir tecrübe, bir pratik oluşturulama-
mıştır. Bu boşluk 12 Eylül referandumu öncesinde ortaya konan ve “ne
eklemlenmek ne de soyutlanmak” şeklinde ifade edilen yaklaşımı da
netlikten uzak ve içi doldurulamamış bir pozisyon durumuna düşürmek-
tedir. Türkiye’de tüm toplumsal kesimlerin taleplerini açıkça dillendirdi-
ği, seçmen profili araştırmalarında kimlik taleplerinin ekonomik talep-
lerin önüne geçtiği bir dönemde sistem dışı kalmak adına siyaset dışı
kalmaya çalışmak çok gerçekçi bir tercih gibi gözükmemektedir. Ancak

REFERANDUM TARTIŞMALARI 329


siyasal alandaki varoluşumuzun şeklinin ne olması gerektiği konusu
da uzun istişarelere muhtaçtır. Taleplerimizin birer demokratik talep,
çabalarımızın demokratik bir mücadele olarak algılanabileceği, tanım-
lanabileceği bir duruma düşülmemelidir. Talepleri dillendirmeye dönük
söylemlerin itinayla oluşturulması gerekmektedir.
Referandumdan çıkan sonuç kanaatimizce memnuniyetle karşılanmalı-
dır. Çünkü İttihat Terakki’den bu yana gelen bir sistem olduğu düşünül-
düğünde 100 yıllık bir düzenin böylesi bir darbeyi almış olması önemli-
dir. Halkı sürekli egemenlik alanının dışında tutan, otoriter ve totaliter;
tüm halkı tek bir ulusal kültür potasında eritmeye çalışan, bu uğurda
bu toprakların gayrimüslim halkları tasfiye eden, farklı etnik kimlikleri
yok sayan, halkın dinine düşman, kendi diktiği elbiseyi halka zorla giy-
dirmeye çalışan, ülkeyi sürekli bir gerilim ve şiddet sarmalı içinde bıra-
kan bir sistemin gerilemesi önemli bir gelişmedir. Referandumdan evet
çıkmasına dönük bir kayıtsızlık İslamcıları Kemalizm’den besleniyormuş
pozisyonuna düşürebilir. Darbelerden, yasaklardan, parti kapatmalar-
dan besleniyormuş eleştirisine zemin teşkil edebilir.
Ancak referandumun galibinin Müslümanlar olmadığı da bir gerçektir.
Referandumun sonucunda kazanan liberal ve muhafazakâr anlayış ol-
muştur. Dolayısıyla Türkiye’de Kemalizm egemenliğini kaybederken,
liberalizmin yeni bir egemenlik kültürü olarak ipleri eline aldığı görül-
mektedir. Liberal sistem ne İslam’ın öngördüğü ne de Müslümanların
hedeflediği bir sistem olamaz. O da modern cahiliyenin türevlerinden
biridir. Hem Kemalizm hem de liberalizm ifsat edici düzenlerdir. Ancak
liberalizmin şiddet içermeyen ve adalete daha yakın olan bir ideoloji ol-
duğu da söylenebilir. Türkiye’de iktidarın şeklinin değiştiği bir dönemde
Müslümanların da söylem ve stratejilerini değiştirmeleri, yeni duruma
uygun muhalefet yöntemlerini oluşturmaları gerekmektedir.
Liberalizme karşı yürütülecek muhalefette yeni strateji her şeyden önce
onun ekonomik yönüne dönük olmalıdır. Çünkü liberalizmin siyasal ve
toplumsal eşitliği sağladığı iddialarına karşın ekonomik alanda büyük
eşitsizliklere yol açtığı bir gerçektir. Ekonomik alanı soyut bir piyasa
düzenine terk eden ve o düzenin de aslında sermayenin elinde oldu-
ğu, her bireyin kendi ekonomik refahını sağlamakta serbest olduğu
bir anlayış olarak liberalizm yoksulluğu bir tür şanssızlık ya da bireyin
ekonomik özgürlüğünü kullanmadaki bir yanlışlığı olarak kabul eder.
Dolayısıyla liberalizmin yoksulluk üzerine söyleyeceği çok da bir sözü
yoktur. Bu durumun Türkiye’deki somut karşılığı İstanbul sermayesine
karşı ortaya çıkan muhafazakâr sermayedir. Kayseri tipi Müslümanlık
olarak adlandırılmaya başlanan bu yeni muhafazakâr burjuva, kapitalist
hayat tarzı bakımından İstanbul burjuvazisinden çok da bir farklılık arz
etmemektedir. Aksine Müslümanları küresel kapitalizme eklemleme gibi
son derece tehlikeli bir hareket içindedir.
Küresel egemenler ılımlı İslam projesini siyasal yollarla gerçekleştirme-

330 REFERANDUM TARTIŞMALARI


nin çok da kolay olmadığını gördüler. Yani İslam dünyasına demokrasi
bilincini yerleştirerek, Müslümanları sözde özgürleştirerek dünya sis-
temine eklemlenmesinin uzun ve maliyetli bir durum olduğu görüldü.
Dolayısıyla demokratikleştiremediklerini önce kapitalistleştirmek yolunu
seçtiler. Ilımlı İslam, ekonomi yoluyla oluşturulmaya çalışılıyor. Küresel
kapitalizmin Dubai sermayesiyle yaptığı ittifak bu amacı gerçekleştir-
meye dönüktür. Küresel sermeyenin Kayseri tipi Müslümanlarla böyle
bir ittifaka girdiğini söylemek şu an için erken olabilir. Ancak son za-
manlarda gerek AB’den, gerek ABD’den Türkiye ekonomisine dönük
olarak gelen ve muhafazakâr medyanın gururla verdiği övgü haberleri
bu ittifakın çok da uzak olmadığını göstermektedir. Hem AK Parti hem
de Kayseri tipi Müslümanlar buna çoktan razılar. Dünyayla ekonomik
bütünleşme iddialarının arkasında da bu yatmaktadır.
Türkiye’de halkın ılımlı İslam projesinin ne olduğunu anladığını söyle-
mek zordur. Çünkü Sünni İslam bu anlayıştan çok da uzak değil. Ancak
yeni dönemde bunu halka somut olarak anlatmak daha kolay olabilir.
Çünkü muhafazakâr burjuvazi aslında adil bir toplum kuracak değil. Yal-
nızca Türkiye’nin sömürgeci zenginleri değişecek ya da ideolojik olarak
çeşitlenecek. Yani servetin elinde dönüp durduğu kesimde bazı deği-
şiklikler olacak. Fakat sömürü, yoksulluk tüm dünyada devam edecek.
Ülkede emekli maaşıyla geçinmeye çalışan, memur maaşıyla çocuklarını
yetiştirmeye çalışan, asgari ücretle köle gibi çalışan, o da olmadığında
işsiz kalan insanların varlığı devam edecek. Öte yandan hayatın merke-
zine maddi üretimi, zenginleşmeyi, sanayileşmeyi koyan; lüks villalarda
yaşayıp, lüks ciplere binen ama bu arada namaz kılan bir kesimin varlı-
ğı yeni sistemin çelişkilerini gösterecektir.
Yeni döneme dair yeni bir strateji de sağ-muhafazakâr söylemi iflas
ettirmeye dönük bir eleştiri olabilir. Bilindiği gibi Türkiye’nin Müslüman
halkı DP’den bu yana İslami beklentilerini sağ-muhafazakâr partiler
üzerinden gerçekleştirmeye çalıştı. Hatta bu partilerin İslami bir düzen
kuracağı beklentisi içinde oldu. Adnan Menderes, Süleyman Demirel,
Turgut Özal hatta Kenan Evren bile bu düşüncelerle desteklendi. Sağ
partiler ise bu beklentiyi her zaman kullandı ve “asker engelliyor”, “yar-
gı engelliyor”, “solcular engelliyor”, “masonlar engelliyor” gibi bahane-
lerle zaman kazandı. Bugün sisteme eklemlenmiş, demokratik düzeni
benimsemiş, kendi yaşam tarzına karışılmadığı müddetçe sorun çıkar-
mayacak Müslüman bir halkın yanı sıra, hala İslami düzen beklentisi
içinde olan çok sayıda insan var. Bu kişiler AK Parti’yi de tıpkı önceki
sağ partilerde olduğu gibi –hatta onlardan daha fazla- İslami bir dü-
zeni tesis edeceği beklentisiyle desteklemektedir. AK Parti’nin takiyye
yaptığı, düzenin kalelerini bir bir eline geçirdiği en sonunda da İslam’ı
egemen kılacağı düşüncesi içinde olan kişilerin sayısı hatırı sayılır bir
durumdadır. Önümüzdeki 5-10 yıllık dönem sağ-muhafazakâr parti-
lerden İslami beklentilere dönük bir siyasal tavrın sona ereceği ve bu
tavrı destekleyenlerin bir nevi ortada kalacağı bir dönem olabilir. Bu da

REFERANDUM TARTIŞMALARI 331


muhafazakâr tavrın silinerek ya tamamen liberalizme eklemlenmesi ya
da muhafazakârların İslamcılaşarak ülkedeki temel çatışmanın İslam’la
liberalizm arasındaki bir mücadeleye dönüşmesi gibi bir durumu yara-
tabilir. Burada yapılması gereken sözü edilen muhafazakâr kesimin libe-
ralleşmesini engellemek, onların beklentisini sağlıklı zemine çekmektir.
Yeni dönemde zihinsel ve entelektüel çabalar da çok önemli olacaktır.
Müslümanların öngördüğü bir dünyanın artık sistematik bir biçimde
oluşturulması gerekmektedir. Müslümanların demokrasiye, kapitalizme,
ulus-devlet ve ulusçuluğa, modern bilim ve tekniğe karşı cevaplarının
ne olması gerektiği açıkça ortaya konması gerekir. Batı düşüncesi de-
diğimiz olgu tüm dünyayı kendisine benzeten ve belki de hiçbir pey-
gamberin tecrübe etmediği kadar sistematik ve bütüncül bir cahiliye
düzenidir. Aslında hepimiz Batı düşüncesi dediğimiz bir paradigma-
nın içinde düşünüyoruz. Bizleri bu paradigmanın dışına çıkarabilecek
yegâne imkân Kur’an’dır. Öyleyse ilkeleri vahiy tarafından belirlenmiş,
modern sistemlerin bir türevi durumuna düşmeyecek kendi modelimizi
geliştirmemiz gerekmektedir. Bu çabanın zorluk derecesi elbette ki çok
yüksektir.
17.09.2010
www.haksozhaber.net

Keloğlan ve
Referandum
HİKMET ERTÜRK

“Evvel zaman içinde bir fakir keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan’ın babası,


bir gün hastalanmış; oğlunu yanına çağırmış:
- Oğlum sana nasihatim olsun. Adı Musa, boyu kısa, sakalı köse alan
adamla aksata etme. Hatta değirmenin de bile buğday öğütme, demiş.
Gel zaman, git zaman bu adam ölmüş. Bir gün Keloğlan’ın anası:

332 REFERANDUM TARTIŞMALARI


- Oğlum, unumuz kalmadı. Değirmende bir yük buğday öğüt de gel,
demiş.
Keloğlan, değirmenin yolunu tutmuş. Bir değirmene varmış ki,
kısa boylu bir adam orada oturmakta. Bu adam üstelik köseymiş.
Keloğlan’ın aklına hemen babasının öğütleri gelmiş.
- Amca senin adın ne? diye sormuş.
Adam ‘Benim adım Musa’ deyince, bu değirmende buğday öğütmekten
vazgeçmiş. Başka bir değirmene gitmiş. Meğer Musa Dayı, işin farkına
vardığından, kestirme yoldan değirmene gitmiş. Keloğlan gelmiş, bunu
orada görünce geri dönüp gitmek istemiş ama Musa Dayı seslenmiş:
- Oğlum beyhude yorulma. Buralarda üç değirmen var, üçü de benim,
demiş.”
 Evet tüm değirmenler onların ve her kapı aynı yere çıkıyor. İşte böy-
le bir çıkmazın içerisindeyiz. Eğer ki sistem kendi içerisinde bir takım
değişikliklere gidiyorsa bu asla kendi rejiminden vazgeçtiği anlamına
gelmiyor. Sadece değirmeninin dönmesi için sizden ekmeklik buğday
istiyordur. O buğdayı eğer o değirmende öğütürseniz o değirmen her
daim çalışır durumda olacaktır. Peki, siz ısrarla öğütmek istemezseniz
ne olur? O zaman yeni tekliflerle karşılaşabilirsiniz?
 O halde hikâyemize devam edelim;             
 “Demiş ama Keloğlan’ın inadı inat.
- Mademki değirmenler senin; ben de un öğütmekten vazgeçtim, de-
miş.
Musa Dayı bakmış ki ne yapsa çare yok, Keloğlan buğdayı öğütmeye-
cek.
- Gel, sen gene öğütme. Gel seninle birer okkalı yalan söyleyelim. Ben
kazanırsam hayvanı üzerindeki yüküyle beraber alırım. Sen kazanırsan
değirmenlerimden birini sana veririm, demiş.
Bu fikre Keloğlan sevinmiş. Önce Musa Dayı bir yalan söylemiş.
(İşte keloğlan burada hata yapıyor sonuç ne olursa olsun değirmen yine
dönecek kazananı belli bir tartışmaya girişiyorlar.)
- Keloğlan, benim babam çiftçi idi. Bizim harman yerinde kendi kendine
bir karpuz göğerdi. Biz buna güzelce baktık. Bu da büyüdükçe büyüdü,
dağ gibi bir karpuz oldu. Olduğu zaman babam bir baltacı tuttu. Bunlar
kesmeye başladılar. Bunlardan birisinin elinden baltası karpuzun içine
düştü. Adam baltasını almak için karpuzun içine girdi. Baltayı ararken
içeride bir adamla karşılaştı. Baltacı sordu ki ‘hemşerim sen bu karpu-
zun içerisinde balta gördün mü?’ dedi. Adam da ‘Yavu sen ne söylersin?
Ben bir bezirgânım. Develerimi ve adamlarımı yitirdim. Bir hafta oldu
arayıp bulamadım. Sen baltanı mı bulacaksın?’ dedi. İşte, bizim bu kar-

REFERANDUM TARTIŞMALARI 333


puzun suyundan Van Gölü meydana geldi, demiş. Adam sözünü burada
kesmiş. Sonra da Keloğlan’a dönüp ‘haydi, bir yalan da sen söyle baka-
lım’ demiş.
Keloğlan da başlamış:
- Musa Dayı, benim babam arıcı idi. Petekten sabah kaç arı gitti, akşam
kaç arı döndü hepsini sayardı. Günlerden bir gün bizim bir topal arı var-
dı, bu peteğe dönmedi. Babam da ‘bu arı ne oldu’ diye sabaha kadar
uyumadı. Sabahleyin bizden bir çuvaldız istedi. Çuvaldızı yere dikip,
yalın ayak üzerine çıktı. Dört tarafa bakarken, çift süren bir öküzün
üzerine konmuş olan arıyı gördü. Hemen bana seslendi, ‘horozu eğerle
getir’ diye. Ben de hemen horozu eğerledim. Babam da üzerine binerek
gidip bizim topal arıyı kurtardı. Ama bizim horozun sırtını eğer vurduğu
için yara olmuştu. İşte o yaraya ceviz yağı çaldık. Derken oradan bir
ceviz çıktı. Bu büyüdü de büyüdü, kocaman bir ceviz oldu. Yapraklarını
döktüğü zaman, kocaman bir tarla oldu. Biz bu tarlayı ekip biçmeye
başladık. Ekinler olduğu zaman ele tırpanları aldık. Tam biçmeye başla-
dık ki bir tilki çıktı. Babam tırpanı fırlattı. Tırpanın ipi, tilkinin kuyruğuna
geçti. Tilki de tarlada bir o tarafa bir bu tarafa gittikçe bizim ekinler
biçildi. Toplayıp harman ettik. Harmanı savurduk. Buğdayları ölçmeye
başladık. Ölçerken gıratın içinden bir kâğıt çıktı. Alıp okuduk ki ‘yalanı
Keloğlan kazandı, Musa Dayı hapı yuttu’ yazıyor.”
 Önce Kur’an’dan nasihat dinleyen sonra yalan yarışına tutuşan sonra
da kendi yalanlarına inanan Müslümanlara! çok benzemiş. Yani bu yalan
atılacaksa biz bu konuda da onlardan daha iyi yalan söyleyebiliriz değil
mi? Keloğlan da böyle yapmış. Aslında Keloğlan’ın babasının bildiği ya
da yaşadığı bir şeyler olmalı. Çünkü bu değirmenci Musa Dayı’ya gü-
venmiyor. Mutlaka aralarında bir şeyler geçmiş olmalı. Maalesef kimse
sözü dinlemiyor işte. Güvenmemeleri gereken yerlerde gezinip duruyor-
lar.
 Bu yalana ağzı açık kalan Musa Dayı ne yapmıştır sizce?
 “Bunun üzerine Musa Dayı ‘Keloğlan, baban daha çuvaldızın üzerine
çıktığı zaman ben hapı yutmuştum. Ondan sonra nefesini boşa harca-
dın. Ben de tam senin gibi bir adam arıyordum. Bir değil üç değirmeni-
mi de sana bırakayım, sen çekip çevir gayri’ demiş.”
Evet aynen böyle oldu işte. Baktı ki sistem kendini idare edemiyor
halkı kandıramıyor. Onlar da öyle yaptılar. Alın size yönetim bu halkı
ancak siz kandırırsınız dediler. Nasılsa tüm değirmenler de onların ya,
değişen bir şey yok. Siz sadece bekçisiniz orada ama değirmen bozu-
lursa da tamir etmek zorundasınız. Bakın Musa Dayı bile öyle herkese
değirmenini teslim etmiyor. Önce halkı kandırabiliyor mu ona bakıyor.
Eğer o kabiliyeti görmüşse teslim ediyor. Demek ki bu sistemin sahipleri
muhafazakâr kesimde bu beceriyi görmüş ki sistemlerini yönetme hak-
kını onlara vermişler. Şimdi de uzun zamandır değirmenlerinde buğday

334 REFERANDUM TARTIŞMALARI


öğütmek istemeyen bir kesim aniden buğdaylarını öğütmeye karar ver-
miş. Neden acaba?
17.09.2010
KAYNAK: www.iktibasdergisi.com

REFERANDUM TARTIŞMALARI 335

You might also like