Professional Documents
Culture Documents
Özet / Abstract:
Geleneksel felsefe, varlığın bütünü hakkında düşünme ve bilgi etkinliği olarak bilimi de
kapsamaktaydı. Zamanla bağımsız bilim disiplinleri ortaya çıkarak tüm varlık türlerini kapsayan
çok sayıda bilim teşekkül etmiştir. Bu gelişmeler sonrasında artık bağımsız bir felsefe etkinliği-
nin gereksiz olduğu düşüncesi ileri sürülerek, felsefenin sadece farklı bilim dallarının alt versi-
yonu olarak (Bilim Felsefesi, Tarih Felsefesi, Toplum Felsefesi… gibi) devem edeceği ileri
sürülmüştür. Ancak varlık nedir?, bilgi nedir? dahası insan nedir? gibi varlığın bütün olarak
kavranmasını amaçlayan sorular halen felsefenin ciddiye aldığı ve cevaplamaya değer gördüğü
sorular olarak durmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sosyal bilimler, felsefe, varlık, bilgi
Giriş
Feslefe, ilk çağlarda bilimi de kapsayan bir düşünce etkinliği olarak kabul
edilmekteydi. Zamanla bilimlerin bağımsız disiplinler halinde ortaya çıkmasıyla
birlikte felsefenin alanının daralmaya başladığı, hatta gereksiz olduğu fikirleri
ileri sürülmeye başlanmıştır. Bu gelişmeye paralel olarak da felsefenin ne oldu-
ğu ya da olmadığı konusunda değişik değerlendirmeler yapılmıştır.
Felsefenin söz konusu tarihsel serüveni ile ilgili olarak yaptığımız incele-
me ve değerlendirme genel olarak dört eksen üzerine oturtulmaktadır:
∗
Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
Felsefe nedir?
Hemen belirtmeliyim ki felsefe nedir sorusunun tek bir yanıtı yoktur; hatta
“felsefe nedir?” sorusu, felsefeden anladığımız şeye göre yanıtlanabildiğinden,
bu yanıtın kendisi de bir felsefe konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yaklaşık 2500 yıllık bir zaman diliminde felsefenin nelerle ilgilendiğinden
yola çıkarak felsefe nedir? sorusu ancak betimleme yoluyla yanıtlanabilir. Antik
Çağdan günümüze felsefe, başta doğa olmak üzere, insan, ahlâk, toplum, dil,
bilgi, sanat, din, bilim, politika, hukuk, devlet ve benzeri konularda ge-
nel/evrensel açıklamalar getirme yönünde bir düşünce çabası olabildiği gibi,
getirilen açıklamalar karşısında şüpheci ve eleştirel bir düşünce etkinliği olarak
da kendisini göstermektedir. Başka bir anlatımla felsefe, bir yandan varlık ve
evren üzerinde en geniş kapsamda sistematize edilmiş düşünce yapılarının alanı
26
Kenan YAKUBOĞLU
1
Karl, Jaspers, Felsefe Nedir? (çev: İsmat Zeki Eyüboğlu) İstanbul-1986 s. 43. vd. ; Alwin
Deimer, Felsefe; Doğan Özlem (Günümüzde Felsefe Disiplinleri, İstanbul-1997) s.11-13;
A.Denkel, Düşünceler ve Görüşler I, s.11-23
2
Alwin Deimer, a.g.e, s.19
3
Alwin Deimer, a.g.e.,a.y.
4
Alwin Deimer, a.g.e, s.11-31.
27
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
5
A. Weber, Felsefe Tarihi, (çev: H. Vehbi Eralp), İstanbul-1949, s.30; M.Gökberk, Felsefe
Tarihi,İstanbul-1980, s.74; B.Russel, Batı Felsefesi Tarihi,İstanbul-1983, s.105 vd.
6
Galileo’nun ifadesi şöyledir: ‘Bilim evren denilen ve sürekli olarak incelememize açık duran
yüce kitapta yazılıdır. Ne var ki bu kitabı, yazıldığı dili ve alfabeyi bilmedikçe anlamaya ola-
nak yoktur. Evren matematiğin dili ile yazılmıştır; harfleri üçgen, çember ve diğer geometrik
nesnelerdir. Bunları bilmedikçe onunbir sözcüğünü bile anlayamayız. Matematiğin dilini bil-
meyen için evren içinden çıkılmaz karanlık bir labirent gibidir.’ Cemal Yıldırım Bilim Felsefe-
si, İstanbul-1979 s. 46
28
Kenan YAKUBOĞLU
gıcında metafiziğe sırtını dönmüş ve matematiği sadece fiziğin dili olarak kabul
etmiştir. Bunun sonucu olarak da nicelik fiziğin merkezine, fizik de bütün bi-
limlerin merkezine yerleşerek ve eski bilimler hiyerarşisi altüst edilmiştir.7
Modern düşüncenin bilimde ve felsefede öncüsü olarak kabul edilen
Descartes’in(1596-1650) ruh-madde ayrımına dayanan felsefi düalizmi, Plâton-
culukta bulunan ve denge esasına dayanan düalizmin aksine, ruh ile madde ara-
sına su geçirmez duvarlar koymuştur. Öte yandan çağındaki mekanik icatlardan
fazlasıyla etkilenerek insan ve hayvan bedenlerini mekanik bir yapı gibi düşü-
nen Descartes’ın, fiziksel var oluşun incelenmesinde mekanizmi esas kılanların
başında geldiği de bilinmektedir. Bu girişimin ardından La Mettrie’nin (1709-
1751) Makine İnsan8 adlı bir eser yazması beklenebilen bir gelişme olarak gö-
rülmelidir.
Modern bilimin mekanik/pratik başarılarının eski kültürlerde eşine rast-
lanmayan ölçüde tek boyutlu olarak baş döndürücü bir ilerlemeye yol açması,
metafizik düşüncenin, insanlığın geri dönemlerinde ortaya atılmış ve modern
bilime göre açıkça ilkellik gösteren fikirler olarak görülmesiyle birleşince, Pozi-
tivist düşünce hâkim bir anlayış olarak öne çıkmıştır.
Pozitivizmin giderek bilimcilik doktrinine dönüşmesi tam anlamıyla bir
dogmatizmin ifadesi olarak görülebilir.
Modern dünya görüşünün bir başka önemli sonucu da tabiata bakış açısı-
nın değişmesidir. Söz konusu bakış açısı F. Bacon’ın (1561-1626) yaklaşımıyla
sembolize edilmektedir.
Hukukçu filozof Bacon’ın unutulmaz cümlelerinden biri, doğanın sorguya
çekilmesi gerektiğidir. Bunu ifade ederken reddettiği şey, bilim adamının doğa
karşısında, onun söyleyeceklerini bekleyen ve kavramlarını onun kendisine lüt-
fettikleri üzerine kuran saygılı ve dikkatli bir dinleyici tutumu sergilemesiydi.
Bacon bunun için iki kural ileri sürüyordu:
İlki; bilim adamının neyi bilmek istediğine kendisi karar verip bunu kendi
kafasında soru haline getirerek önceliği alması gerektiği; ikincisi de, doğayı
yanıt vermeye zorlamanın, artık dilini tutmasına imkân vermeyen işkenceler
geliştirmenin yollarını bulması gerektiği.9
7
Cemal Yıldırım, a.g.e, a.y.
8
Hilmi Ziya Ülken, Genel Felsefe Dersleri, Ankara-1972, s.131
9
R.G. Collingwood, Tarih Tasarımı,(çev:Kurtuluş Dinçer), Ankara-1990, s.263
29
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
10
Karl Popper, Lakatos ve Feyerabend bilimsel yönteme önemli eleştiriler getiren bilim ada-
mı/filozof tipine örnek olarak verilebilir. (geniş bilgi için bak: Feyerabend, Özgür Bir Toplum-
da Bilim, çev.Ahmet Kardam, İstanbul-1999; Ömer Demir, Bilim Felsefesi.), Cemal Yıldırım,
a.g.e, s.141vd.
11
Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, s.140 vd.
30
Kenan YAKUBOĞLU
12
Derek Gjertsen, Bilim ve felsefe, (çev: Ferade Kurtulmuş), İstanbul-2000, s.9 vd.
13
Bilimdeki bu değişim sürecine ilişkin tipik bir örnek insandaki kromozomlarla ilgili araştır-
malarda görülmektedir. İnsan kromozomlarını sayma çalışması 1890’ların başından itibaren
başlamış ve her yeni gelişen teknikle yapılan çalışma önceki sonuçların doğru olmadığını gös-
termiştir. 1923’te T.S. Painter üç hastadan hücre örnekleri alarak 48 kromozom olduğu sonu-
cuna varmıştır. Otuz yıl boyunca bu çalışma diğer bilim adamları tarafından doğrulanmıştır.
1950’lerde hücre çekirdeğinin daha net biçimde incelenmesini sağlayacak teknikler geliştirilin-
ce; 1956’da Tijo ve Levan, insan hücrelerinde yalnızca 23 çift kromozom olduğunu açıklamış-
lardır. Gelecekte başka revizyonların olup olmayacağını, yeni tekniklerin farklı bilgiler ortaya
çıkarmayacağını şimdiden söyleme imkânımız bulunmamaktadır. (Derek Gjerston, Bilim ve
felsefe, s.269)
31
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
mekte ve her bir uzmanlık alanı, kendi konusunu derinleştirme gayretini sür-
dürmektedir. Örneğin göz ile burun arasında bir cm. uzaklık bulunmasına rağ-
men göz uzmanı burunla, kulak-burun-boğaz uzmanı da gözle ilgili sorunlarla
ilgili değildir. Böyle bir durumda insan nedir? sorusu bilim dünyasında muha-
tabı olmayan bir soru olarak görünmektedir. Dolayısıyla böyle bir soru ancak
felsefe tarafından ciddiye alınır ve açıklanmaya değer görülür.
Bilim insanları, fiziksel doğaya yönelerek uzak gezegenlerin jeolojik ya-
pısından sinir hücrelerinin yönetimine ve atom çekirdeğinin ayrıntılı yapısına
kadar evreni makro ve mikro düzeyde keşfederler; bunun için oluşturulan gör-
kemli laboratuarlarda milyonlarca dolar harcanır. Bu yönde yapılan harcamalar-
da hiçbir kısıtlama söz konusu değildir, çünkü bilimin ürettiği teknoloji büyük
maddi kazanımlar sağlamaktadır.
Filozoflar da bunun tam tersine, mütevazı odalarına kapanarak Platon ve
Aristoteles’in fikirlerini incelerler, onların problemi varlığı bütün olarak kavra-
maya ve yorumlamaya çalışmaktır.
Filozofların çoğunluğu bilime büyük bir saygı gösterirken, bilim adamla-
rının çoğunluğu ise felsefeye büyük bir küçümseme ile bakmaktadırlar. Burada
en ilginç nokta, modern bilimin ve felsefenin kurucuları olarak kabul edilen
şahsiyetlerin hem bilim adamları, hem de filozoflar tarafından referans alınma-
sıdır. Sözgelimi Descartes’ın modern bilimin ve modern felsefenin kurucusu
olarak tanınması bu duruma güçlü bir örnek olarak sunulabilir.14
Felsefe çoğu zaman başka disiplinlerle aynı alanlar üzerine eğilmek du-
rumundadır. Örneğin sanat ve estetik güzellik üzerine; hukuk ve ahlak doğru
davranış üzerine; fizik ve matematik nesnelerin doğası üzerine eğilirler. Buna
benzer olarak Toplum Felsefesi Toplumbilim ile, Dil Felsefesi Dilbilim ile ortak
konu ve alanlara sahiptir. O nedenle bilimsel çevrelerde felsefe, çeşitli bilim
disiplinlerinin ve sanat dallarının problemlerine yönelik değerlendirme ve yo-
rumlamalar yapan, kendine özgü konusu ve problemi olmayan bir uğraş olarak
görülmektedir.
J. Locke, İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme adlı kitabında filozofların bilgi
üretme rollerinin ikincil olduğunu, özgün olmadığını ifade ederek; bu zamanda
ortak değer olan öğrenme, bilimin geliştirilmesiyle ilgili, güçlü projeler ve uzun
14
Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, s.213 vd.
32
Kenan YAKUBOĞLU
15
Derek Gjertsen, a.g.e, s.21
16
Derek Gjertsen, a.g.e, s.21; Peter Winch, Sosyal Bilim Düşüncesi ve Felsefe,s.14
17
Karl, Jaspers, a.g.e, s.226 vd.
33
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
18
Ernst von Aster, Bilgi Teorisi ve Mantık, (çev: Macit Gökberk), İstanbul-1994, s.19 vd.
34
Kenan YAKUBOĞLU
35
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
dayalı bilgi üretmesi, bunun dışındaki her tür kavrayışı reddetmesi gerektiği
ifade edilmektedir.19
Ancak pozitivizm, sosyal bilimlerde tam egemen bir duruma gelirken do-
ğa bilimlerinde yöntem olarak tartışılmaya başlanmış ve güven kaybına uğra-
mıştır.∗ Bu tartışmaların etkisiyle, sosyal bilimlerde de yöntem sorunları gün-
deme girmiş ve son yıllarda gittikçe belirginleşen anti-pozitivist bir anlayış ge-
lişmeye başlamıştır.20
Sosyal bilimlerin henüz çocukluk çağında bulunduğu düşüncesi bu gün bi-
limsel çevrelerde yaygın olarak ifade edilmektedir. Buna gerekçe olarak da iki
neden ileri sürülmektedir:
1. Sosyal bilimlerin doğa bilimlerinin yöntemini taklit etmeleri ve kendile-
rine özgü bir yöntembilim geliştirmemeleri.
2. Sosyal bilimlerin kendilerini felsefenin ölü pençesinden (metafizik etki)
kurtarma konusunda kararlı bir tavır oluşturamamaları.21
Burada açık olarak, sosyal bilimlerin felsefeden tamamen bağımsız ve
kendine özgü bir yöntem oluşturamadığı; doğa bilimsel yöntem ile metafizik
arasında sıkışıp kaldığı vurgulanmaktadır.
Başka bir ifadeyle sosyal bilimler Newton’unu yetiştirememiş, böyle bir
dehayı ortaya çıkaracak şartları oluşturamamıştır. Dahası böyle bir ilerlemenin
sağlanmasının doğal bilimlerin yönteminin benimsenmesi ile olabileceği anlayı-
şı, daha işin başında sosyal bilimler açısından başka bir engel olmuştur.
Pozitivist felsefeye göre, sözcüklerin anlamları değil, sadece işlevleri var-
dır ve fizik dünyayı betimlemeyi sağlarlar. Pozitivist düşünce ilke ve yöntemle-
rini zihin, bilinç ve benlik gibi konuların anlamlandırılmasına yönelik çabalara
açmadıkça önemli bir eksikliği daima bünyesinde taşıyacaktır. Pozitivizmin
şimdiye kadar çözmeyi başaramadığı temel sorunları bir gün çözeceğini bekle-
mek de anlamsız görünmektedir.
19
David Mclellan, İdeoloji, (çev. Barış Yıldırım), İstanbul-2005, s.69
∗
Bilimin gelişmesi ile felsefenin işlevi tamamlandı mı? başlığı altında bu hususa değinilmiştir.
20
Bilimsel yöntemi eleştiren bilim adamlarının sayısı 20 yüzyılın başlarından itibaren giderek
artmaya başlamıştır. Popper (1902-1994), Lakatos (1922-1974) ve Feyerabend (1924-1994)
gibi bilim adamı filozoflar tarafından yöntemsel bazda başlatılan eleştiriler giderek daha duy-
gusal boyutta tepkilere ulaşmıştır. 19. yüzyılda bilimin, insanların beklentilerini karşılayama-
mış olması bir yana, büyük çevre felaketleri ve nükleer bombaların yarattığı kaygı söz konusu
tepkilerin yayılmasında etkili olmuştur.( David Mclellan, a.g.e, 70 vd.)
21
Peter Winch, a.g.e.,11-12
36
Kenan YAKUBOĞLU
Felsefe ve Sosyoloji
Felsefenin genel olarak tümellerle ilgilendiği düşünülür. Dolayısıyla in-
san ve toplumla ilgili sorunlar psikoloji, sosyoloji siyaset ve iktisat bilimi gibi
disiplinlerin alanına girer ve incelenir. Söz gelimi demokrasi ile mi yoksa dik-
tatörlükle mi yönetileceğimiz, ya da ekonomide özel mülkiyetin mi, devlet
mülkiyetinin mi daha iyi olduğuna siyasetçiler ve iktisatçılar karar verebilir.
Görünüşe bakılırsa bu konular tamamen felsefenin dışında yer almaktadır.
Ancak durum sanıldığı kadar basit değildir. Yönetim biçimlerinin ve ikti-
sadi yapıların geniş bir biçimde amaca uygunlukları açısından değerlendirilme-
22
Max Korkheimer, Akıl Tutulması, 8ÇEV: Orhan Koçak), İstanbul-1986, s.179
37
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
leri gerekir. Amaca uygunluk tartışması da bir amacın var sayıldığını göster-
miş olur. Amaç devletin siyasette ve ekonomide en üstün güç olması olarak mı;
yoksa zengin ve güçlü bireylerden oluşan bir toplum olarak mı belirlenmelidir?
Bu sorunun tartışılmasıyla birlikte felsefe toplumsal konuların her alanına gir-
miş olmaktadır.
Toplumsal faaliyetlerin amacının ne olduğu sorusu temel soru olmakla
birlikte, filozofun ilk sorusu değildir. Toplumsal gerçekliğin ne olduğu ve ne-
den doğduğu, niçin insanların kendi özgürlüklerini kurallarla sınırladığı, neden
bir yönetimin buyruğu altına girdiği, filozofun topluma ilişkin ilk sorusu olarak
düşünülebilir.
Sosyolojinin temel problemi olan genel anlamda sosyal yapıların doğasına
ilişkin açıklamalarda bulunmanın bizzat kendisi, felsefeyle iç içe geçmiş du-
rumdadır. Sözgelimi toplumsal yapının temelinde yer alan inançlar ve gelenek-
ler sadece aklın ürünleri değil, aynı zamanda bize sahip olabilme ve bizi yön-
lendirme gücü olan metafizik varlıklardır.
Toplumsal yaşama ilişkin tüm sorular ve sorunlar Antik Yunan’dan bu
yana filozofların kafa yorduğu ve üzerinde fikirler üreterek eserler kaleme al-
dığı konular olmuştur.
Felsefe ve Hukuk
Eylemin (fiilin) takdir kriteri olarak tanımlanan hukuk,23 insanı iradesi
doğrultusunda eylemde bulunan bir varlık olarak niteler.
Bağımsız bir bilim disiplini olarak hukukun, hak ve haksızlık gibi terimler-
le de ilişki kurularak ele alındığı; söz konusu terimlerin bireysel ve toplumsal
içeriklerinin de farklı yorumlamalara yol açtığı görülmektedir.
Hak ve haksızlık, fiil ve aksiyonun içinde ortaya çıkan ve ele alınan hukuk
terimleri olarak kabul edilebilir. Bir aksiyon ya da eylemin insan için iki unsuru
söz konusudur:
Birincisi dış unsur yani eylemin fiziki gerçekliğidir. İkincisi de iç unsur
yani eylemin amacını belirleyen kasıttır.
Hukuk, eylemleri dikkate aldığına göre eylemin unsurlarından her iki bo-
yutu da dikkate almak durumundadır. Bu noktadan bakıldığında eylemin amacı-
23
Giorgio Del Vecchio, Hukuk Felsefesi Dersleri, (çev: Suut Kemal Yetkin), İstanbul-1940,
s.167 vd.
38
Kenan YAKUBOĞLU
24
Giorgio Del Vecchio, a.g.e, s.205 vd.
39
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
25
Aristıteles, Nikomakhos’a Etik, s.93 vd.
26
Andre Comte Sponville, Büyük Erdemler Risalesi (çev: Işık Ergüden), İstanbul-2004, s.80
vd.
40
Kenan YAKUBOĞLU
Adalet onu savunacak adil kişiler olduğu sürece bir değer olarak varlık ka-
zanabilir. Ama kime adil denir? Yasallığa saygı gösterene mi? Buna evet diye-
meyiz, çünkü yasa adaletsiz olabilir. Ahlak yasasına saygı gösterene mi? Kant,
bunu söylemektedir.27 O zaman da başka bir sorun karşımıza çıkar: Ahlak yasa-
sı nedir?
Aristoteles, ‘adilleri adil yapan adalet değildir; adiller adaleti yapar’ de-
mektedir.28 Peki, eğer adaletin ne olduğu bilinmiyorsa nasıl yapılabilir? Yasallı-
ğa saygıyla olacağını söylersek yasallığın adalet olmadığını belirttik, eşitlik il-
kesi üzerine adaleti nasıl inşa edebiliriz?
Tüm sanıkları aynı cezaya çarptıran yargıç adil olur mu? Tüm öğrencileri-
ne aynı notu veren öğretmen adil olur mu? Burada cezaların ve notların eşit ol-
maktan çok, suçla ya da başarıyla orantılı olması gerektiği söylenecektir. Kuş-
kusuz öyledir ancak buna kim karar verecek? Ve hangi ölçüye göre? Bir hırsız-
lığın cezası ne kadardır? Tecavüzün cezası ne kadar? Cinayetinki ne kadar? Ya-
sa bunlara yaklaşık bir cevap vermektedir; fakat bu adaletin cevabı değildir?
Eğitimde de durum bundan farklı değildir. Çalışkan öğrenciyi mi daha faz-
la ödüllendirmeli yoksa üstün yetenekliyi mi? Ya da her ikisini de mi? Giriş
sınavları bunlardan birini tercih ederek diğerini elediğine göre sonuç adil olabi-
lir mi?
Adalet, medeni hukuka göre, herkese kendi payını verme yönünde değiş-
mez bir ilke olarak da tanımlanmaktadır.29 Buna göre benim olan nedir? Doğa-
ya göre hiçbir şey benim değildir. Kendi varlığımız ve hayatımız dışında bir
şeyin birine ya da bir başkasına ait olduğunu söyleyebilecek hiçbir şey bulama-
yız doğada. Her şey herkese aittir. O nedenle adalet doğal bir olgu da olamaz.
Çünkü doğada adalet ya da adaletsizlikten söz etmek mümkün değildir. Adalet
insanidir ve tarihseldir. Hukuksal anlamda yasa olmadan adalet olamayacağı
gibi, ahlaki anlamda kültür olmadan da adalet olamaz. Dolayısıyla adaletten söz
etmek için bir toplumun ve düzenin var olması gerekir.
Sonuç olarak bir toplumsal yapının temelinde yer alan inanç, gelenek ve
değerlerin tümü, hukuk sisteminin meşruiyetini sağlamada belirleyici olduğun-
dan felsefe vazgeçilmez bir gereklilik olarak kabul edilmelidir. Çünkü insanlı-
27
Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, (çev: İoanna Kuçuradi), s.17 vd.
28
Andre Comte Sponville, a.g.e, s.82
29
Andre Comte Sponville, a.g.e, s.90
41
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
ğın inanç ve geleneklerinin teorik temeli, bir düşünce birikimi olarak ancak fel-
sefe içinde bulunabilir.
Felsefe ve Tarih
Tikel olayların bilimi, bu günde yaşayan geçmişin bilimi, geçmişin kanıta
dayalı bilimi,30 olarak tanımlanan tarih asla belirsizlikten kurtulamadığı için
bilim olarak tatmin edici görülmemekte, hatta tarihsel bilgilerin bilim değeri
taşımadığı ileri sürülmektedir.31
Tarih insan yaşamının öncesine ilişkin açıklama yapma çabasındadır. Do-
layısıyla tarihsel bilgi içeriği tamamlanmış tekrarlanamaz ve değiştirilemez bir
sürece aittir. Ayrıca bu güne intikal ettiği kadarıyla bize kendini açıklayabilir.
Tarihçi için geçmişte gerçekte ne olduğu kesin olarak bilinemez bir durumdur.
O nedenle tarih bu günde yaşayan geçmiş olarak da tanımlanmaktadır.
Tarihin şüpheli olduğu iddiası bir güvensizliğin ifadesi olarak mı anlaşıl-
malıdır? Yoksa bu durum tarihin kesinliğe ulaşma konusundaki yetersizliğinin
ifadesi olarak mı kabul edilmelidir? Tarihçinin işini ‘pek çok varsayım içinden
gerçeğe en yakın olanı seçme sanatı’ olarak betimleyen alaycı yaklaşım da tari-
hin bilim değeri taşımadığı anlayışına dayanır.
Bütüncül bir tanımlama olarak tarih, ‘mevcut delillerin eleştirel ve bilim-
sel olarak yorumlanmasının ürünüdür’ şeklinde tanımlanabilir. Burada da tarih-
sel şüphecilik konusunda iki açıdan eleştiri söz konusu olabilir.
İlk olarak denilebilir ki, yorumlama asla gerçek anlamıyla objektif, eleşti-
rel ve bilimsel değildir. En bilgili ve dikkatli tarihçiler bile eldeki delilleri de-
ğerlendirirken şaşırtıcı bir şekilde hata yapabilirler ve bundan dolayı delillerin
doğru olarak yorumlanmış olduğundan asla emin olamayız.
Ancak ne var ki bu bakış açısından şüphecilik esasen sadece tarih için de-
ğil bütün düşünce biçimleri için söz konusu edilebilir. Bu türden bir hatanın,
herhangi bir araştırmanın hesaplama, gözlemleme ve sonuç çıkarma evrelerin-
den birinde olma olasılığı her zaman mevcuttur.
30
R.G. Collingwood, Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler, (çev:Erol Özvar),İstanbul-2000, s.14
31
İlk çağlardan itibaren tartışılan bu konuyla ilgili olarak örneğin Aristoteles tarihsel bilgiyi
akıl bilgisinden ayırmış, tarih yazıcılığını ise edebiyat içinde bir edebi tür olarak şiir sanatının
altına koymuştur. (Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İzmir-1998, s.20)
42
Kenan YAKUBOĞLU
32
Bu konuda, örneğin Kant için insanlığın en büyük amacı özgürlük olarak ifade edilirken,
Hegel kolektif bilince ve Mutlak Tin’e (Tanrısal akıl) ulaşmak, Marks için de sınıfsız toplumu
oluşturmak olarak belirtilmektedir. (Geniş bilgi için bak: Doğan Özlem, Tarih Felsefesi)
33
R.G. Collingwood, Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler, s.61 vd.
34
Doğada tam bir amaçlılık bulunduğu tezini yadsıyan Kant, canlılar dünyasında bir iç amacın
gizli olduğunu belirtmekten kendini alamamıştır. (H. Ziya Ülken, Genel Felsefe Dersleri,
s.132)
43
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
mayan bir şeye, akıl denen bir yetiye sahip bulunmaktadır. İnsanın ve toplumsal
yaşamın, ancak aklın koyduğu kurallar ve hedefler doğrultusunda sürdürüldü-
ğünde anlamlı olabileceği; bunun da insanı bir ahlak varlığı olarak kabul etmeyi
gerektirdiği vurgulanmıştır.35
Akıl ve irade sahibi bir ahlaki varlık olarak amacının, özgürlük, adalet ve
eşitliğin sağlandığı erdemli bir toplum yaşamı oluşturma hedefine yönelmesi
durumunda, insanlığın tarih serüveninin aydınlığa doğru ilerlediğini söylemek
mümkün olabilir. Çağımızda bu arayışların genelde filozof olarak niteleyeceği-
miz bilge insanlar tarafından sürdürüldüğü dikkatten kaçırılmamalıdır.
Felsefe ve Psikoloji
İnsanın canlılar dünyasındaki ayırt edici özellikleri, kendine özgü var ol-
ma koşulları hem felsefenin hem de insan bilimlerinin inceleme konusudur. Her
bilim ya da bilim grubu ve her felsefe dalı, kendi ilgi alanı bakımından bir insan
tanımını öne çıkarabilir. Tanımların çokluğu insan doğasındaki karmaşık özel-
liklerden kaynaklanmaktadır.
İnsan hem fiziksel, hem biyolojik, hem psişik, hem kültürel, hem de tarih-
sel bir varlıktır. Bilimsel gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan disiplinler
yoluyla bütünüyle parçalanan aslında insan doğasının bu karmaşık birliğidir.
Doğadaki canlıların pek çoğunu ortak özellikler altında kategorik olarak
sınıflandırmak mümkün olduğu halde insanın bütünüyle kendine özgü bir dizi
özelliği bulunmaktadır. Bunların en dikkate değer olanları, geleneğe sahip ol-
maları, teknik kabiliyetleri, dış dünyaya ve içe dönük düşünme yetisine sahip
olmaları ve zekâ gibi özelliklerdir. Ayrıca bu özelliklerin bütün insanlarda farklı
boyutlarda olması da insanın özel ve öznel varlığını daha da karmaşık hale ge-
tirmektedir.
Batı dünyasında düşüncenin gelişim sürecine bakıldığında 20 yüzyılda in-
san ile ilgili olarak ilginç bir durum gözlenebilir. Her dönemde kendine özgü
temellendirme ile bir insan anlayışından söz etmek mümkün iken 20. yüzyılda
genel kabul gören bir insan anlayışından söz etmek pek mümkün görünmemek-
tedir. Üstelik bilginin, bilimin ve buna bağlı olarak teknolojik birikimin en yük-
sek noktasına ulaşılmasına rağmen.
35
Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, s.68 vd.
44
Kenan YAKUBOĞLU
İnsanın kendisi hakkında sağlam bir fikre sahip olmaması, daha doğrusu
insan hakkında tüm insanların birleştiği bir görüşün bulunmaması, başta psiko-
loji olmak üzere, tüm insan bilimleri ve felsefenin önemli bir sorunu olarak ka-
bul edilmiştir.36 Böyle bir ortak kabulün olmayışında farklı nedenler ileri sürü-
lebilir.
20. yüzyılda insan muammasının devam etmesinin en önemli nedeni ka-
naatimizce insana ilişkin bulgulardan kaynaklanmaktadır. İnsanın birçok farklı
uzmanlık alanına ayrıştırılarak incelenmesi ve her uzmanlık alanının kendi araş-
tırmalarında farklı mesafeler alması, insana ilişkin bulguları ortak bir tanıma
imkân vermeyecek ölçüde karmaşık hale getirmektedir. Üstelik insanın biyolo-
jik organizması konusunda en ince hücrelere ve genlere kadar bilgi edinme im-
kânı sağlanmasına karşın ruhsal ve psişik yanına ilişkin bilinmezliğin büyük
ölçüde devam etmesi de ayrı bir problemdir.
20 yüzyılda insan sorusunu ve sorununu ciddi olarak ele alan düşünür Max
Scheler bu durumu şöyle ifade etmektedir: ‘İnsan kendi kendisine hiçbir zaman
bu denli sorun olmamıştı. İnsan artık ne olduğunu bilmemekte ve bunu bilmedi-
ğini bilmektedir.’37
Tüm bu tartışma ve çözümsüzlükler arasında insanı bir bütün olarak tek
bir bilimin nesnesi haline getirme yönünde bir çabanın ortaya çıktığı görülmek-
tedir. Felsefi Antropoloji (İnsan felsefesi) olarak isimlendirilen bu disiplinin
Önemli temsilcileri arasında Nicolai Hartmann (1882-1950) ve Takiyyettin
Mengüşoğlu’nu (1905-1984) belirtmek gerekir.
İnsan felsefesi, çeşitli bilimlerinin farklı uzmanlık alanlarına ayrıştırarak
inceleme konusu yaptığı insanı bütün olarak kavrama etkinliği olarak ortaya
çıkmış, bu alanda özgün çalışmalar ve eserler kaleme alınmıştır.38
Psikoloji ve fizyoloji alanında yapılan çalışmaların insanın psişik yapısı
hakkında ikna edici çözümlemelere ulaşamadığı tarihsel bir gerçeklik olarak
karşımızda durmaktadır. İşte bu noktada din ve metafizik kabuller önemli bir
olgu olarak insanın bilinmezliği içinde egemenlik kurar. Burada akıl ve bilim
36
Yüzyılımızda İnsan Felsefesi (Takiyyettin Mengüşoğlu Anısına), Hazırlayan: İoann Kçuradi,
Ankara-1997, s.67
37
Max Scheler, İnsanın Kosmostaki Yeri, (çev: Tomris Mengüşoğlu), İst-1968, s.20 vd.
38
Türkiye’de İnsan felsefesi alanında öncü düşünür olarak Takiyyettin Mengüşoğlu’nun çalış-
malarını zikredebiliriz. (Geniş bilgi için bak: Takiyyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi
Kitabevi, İstanbul-1988)
45
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
gibi nesnel bilgi yöntemleri geçerliliğini yitirir. Hatta aynı dinin inananları ara-
sına bile büyük farklılaşmalar ortaya çıkar.
Felsefenin bu noktada da insanların düşünce ve inanç farklılığını anlamayı
sağlayacak, temel ortak ilkeler oluşturmaya yardımcı olacak bir etkinlik olabile-
ceği unutulmamalıdır.
Sonuç
Düşünce tarihi bütün olarak dikkate alındığında hemen hemen her mede-
niyetin içinde felsefe etkinliğinin önemli bir yere sahip olduğu dikkatten kaç-
mayacaktır. Başka bir anlatımla, yeryüzünde kurulmuş en parlak medeniyetlerin
felsefe ile bütünleşen bilgi atmosferinde gerçekleştiğini ifade etmek abartı de-
ğildir. Bu değerlendirmenin kanıtını günümüz dünyasına bakarak da görmemiz
mümkündür.
Bilgi çağı olarak da tanımlanan yaşadığımız zaman dilimi, insanlığın
geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde bilgi ve birikim kazandığını gös-
termektedir.
Bilimin gücü insanlar arasındaki fizik mesafeyi ortadan kaldırarak büyük
yakınlaşmalar sağlamış, fakat bu gelişmeler insanlar arasında çatışmaların art-
masına engel olamamıştır.
Gerçekten de dünyamızda paradoksal bir durum gözlenmektedir. Karşılık-
lı bağımlılıklar çoğalmakta, iletişim zafer kazanmaya devem etmektedir. Dün-
yanın her yerinde doğumlar ve ölümler anında izlenebilmekte, böyle durumlar-
da gerekli olan dayanışma bilincinin insanlar arasında daha güçlü olması bek-
lenmektedir. Fakat durum bunun tam tersi yönde gelişmektedir. Kuşkusuz in-
sanlar anlama yönünde önemli kazanımlar elde etmekte; ancak dünyanın her
yerinde artarak devam eden çatışmalara bakıldığında, anlayışsızlık daha hızlı bir
artış izlemektedir.
Fizik bakımdan insanların yakınlaşması metafizik uzaklaşmaları adeta te-
tiklemekte, etnik, kültürel, dini kökenli çatışmalar yaygınlaşmaktadır. İnsanlar
arasında sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü gibi insani değerler yok olmuştur.
Yoğun bilimsel çabalara konu olan doğa ve insanın binlerce uzmanlık
alanına parçalandığı günümüz bilgi dünyasında; insan nedir? insan-doğa denge-
si nasıl kurulabilir? gibi sorulara sağlıklı çözümler üretilememesi de felsefeye
duyulan ilgisizliğin doğurduğu eksikliğinin açık göstergesi olarak düşünülebilir.
46
Kenan YAKUBOĞLU
KAYNAKÇA
ASTER, Ernst Von. Bilgi Teprisi ve Mantık, (çev: Macit Gökberk), İstanbul-
1994
AYER, Alfred Jules. Dil Doğruluk ve Mantık, (çev: Vehbi Hacıkadiroğlu),
İstanbul-1998
ARISTOTELES, Nikhomakosa Etik, (çev: Saffet Babur), Ankara-1988
BAUMANN, Waltraud. ‘Dil Felsefesi’, (çev: Doğan Özlem), Günümüzde Fel-
sefe Disiplinleri, İstanbul-1997
COLLINGWOOD, R.G. Tarih Tasarımı, (çev. Kurtuluş Dinçer), Ankara-1990
COLLINGWOOD, R.G. Tarih Felsefesi Üzerine Düşünceler, (çev: Erol
Özvar), İstanbul-2000
DEIMER, Alwin. ‘Bilgi Kuramı’, (çev:Doğan Özlem), Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, İstanbul-1997
DEIMER, Alwin. ‘Felsefe’, (çev: Doğan Özlem), Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, İstanbul-1997
DEIMER, Alwin. ‘Ontoloji’, (çev: Doğan Özlem), Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, İstanbul-1997
DENKEL, Arda. Düşünceler ve Görüşler I, İstanbul-1997
47
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49
48
Kenan YAKUBOĞLU
49