You are on page 1of 25

SOSYAL BİLİM DÜŞÜNCESİ BAĞLAMINDA

FELSEFE NEDİR; NE DEĞİLDİR?

Yrd. Doç. Dr. Kenan YAKUBOĞLU∗

Özet / Abstract:

Geleneksel felsefe, varlığın bütünü hakkında düşünme ve bilgi etkinliği olarak bilimi de
kapsamaktaydı. Zamanla bağımsız bilim disiplinleri ortaya çıkarak tüm varlık türlerini kapsayan
çok sayıda bilim teşekkül etmiştir. Bu gelişmeler sonrasında artık bağımsız bir felsefe etkinliği-
nin gereksiz olduğu düşüncesi ileri sürülerek, felsefenin sadece farklı bilim dallarının alt versi-
yonu olarak (Bilim Felsefesi, Tarih Felsefesi, Toplum Felsefesi… gibi) devem edeceği ileri
sürülmüştür. Ancak varlık nedir?, bilgi nedir? dahası insan nedir? gibi varlığın bütün olarak
kavranmasını amaçlayan sorular halen felsefenin ciddiye aldığı ve cevaplamaya değer gördüğü
sorular olarak durmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sosyal bilimler, felsefe, varlık, bilgi

IN THE CONTEXT OF SOCİAL SCİENCE THOUGHT


WHAT İS AND WHAT İS NOT PHİLOSOPHY ?
Traditional philosophy as activity of thinking and knowledge on the whole of being,
was also including science. In the course of time, independent disciplines of science appeared,
and many sciences that involve all kinds of being had been formed. From now on, by puting
forward the idea that an independent activity of philosophy is unnecessary, it had been brought
forward that philosophy will continue only as a sub-version of different science branches
(philosophy of science, philosophy of history, philosophy of society, etc.).
But, questions such as what is being?, what is knowledge? even what is human? are
still continuing to be questions which philosophy takes seriously and sees worth try to answer.
Key words: Social sciences, Philosophy, being, knowledge.

Giriş
Feslefe, ilk çağlarda bilimi de kapsayan bir düşünce etkinliği olarak kabul
edilmekteydi. Zamanla bilimlerin bağımsız disiplinler halinde ortaya çıkmasıyla
birlikte felsefenin alanının daralmaya başladığı, hatta gereksiz olduğu fikirleri
ileri sürülmeye başlanmıştır. Bu gelişmeye paralel olarak da felsefenin ne oldu-
ğu ya da olmadığı konusunda değişik değerlendirmeler yapılmıştır.
Felsefenin söz konusu tarihsel serüveni ile ilgili olarak yaptığımız incele-
me ve değerlendirme genel olarak dört eksen üzerine oturtulmaktadır:


Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

İlk olarak felsefenin tanımı, kapsamı ve problemlerine ilişkin tarihsel sü-


reçte ortaya çıkan gelişmeler değerlendirilmekte, özellikle bilim disiplinlerinin
oluşmasıyla felsefe konularının metafizik alanla sınırlanması üzerinde durul-
maktadır.
İkinci olarak doğa bilimleri ve özellikle sosyal bilimlerin bağımsız disip-
linler halinde ortaya çıkmasıyla birlikte felsefenin işlevinin sona erdiği yönünde
öne sürülen fikirler değerlendirilmektedir.
Üçüncü olarak, sosyal bilimlerin felsefe ile olan ilişkisinin, bağımsız di-
siplin olarak ortaya çıktıktan sonra sona ermediği, aksine her bilim disiplininin
kendi felsefelerini oluşturduğu (Tarih Felsefesi, Toplum Felsefesi, Hukuk Felse-
fesi ve saire) belirtilmektedir. Ayrıca her bilim disiplini için felsefenin önemli
olduğu gerekçeleriyle vurgulanmaktadır.
Son olarak da felsefenin, varlığın bütüncül kavranmasında ve değerlendi-
rilmesinde her zaman bağımsız bir düşünce etkinliği olarak gerekli olduğuna
dikkat çekilmektedir. Çok sayıda bilim disiplini tarafından uzmanlık alanlarına
bölünerek incelenmek suretiyle parçalanan varlık konusunda total bir açıklama
yapma çabasının halen felsefeye özgü bir etkinlik olduğu, varlık nedir? bilgi
nedir? insan nedir? gibi soruların sadece felsefe tarafından ciddiye alındığı ifade
edilerek, günümüz insanının felsefeye yeniden yönelmesinin gerekliliğine deği-
nilmektedir.

Felsefe nedir?
Hemen belirtmeliyim ki felsefe nedir sorusunun tek bir yanıtı yoktur; hatta
“felsefe nedir?” sorusu, felsefeden anladığımız şeye göre yanıtlanabildiğinden,
bu yanıtın kendisi de bir felsefe konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yaklaşık 2500 yıllık bir zaman diliminde felsefenin nelerle ilgilendiğinden
yola çıkarak felsefe nedir? sorusu ancak betimleme yoluyla yanıtlanabilir. Antik
Çağdan günümüze felsefe, başta doğa olmak üzere, insan, ahlâk, toplum, dil,
bilgi, sanat, din, bilim, politika, hukuk, devlet ve benzeri konularda ge-
nel/evrensel açıklamalar getirme yönünde bir düşünce çabası olabildiği gibi,
getirilen açıklamalar karşısında şüpheci ve eleştirel bir düşünce etkinliği olarak
da kendisini göstermektedir. Başka bir anlatımla felsefe, bir yandan varlık ve
evren üzerinde en geniş kapsamda sistematize edilmiş düşünce yapılarının alanı

26
Kenan YAKUBOĞLU

olurken, diğer yandan da bu düşünce yapılarının tahribine ve hatta yıkılmasına


yol açan şüpheci/eleştirel bir düşünsel tutumun yerleşip serpildiği bir alandır.
Felsefenin tanımı içinde kalıcı olan tek şeyin, evrensel açıklamalar yapma
girişimi ile şüpheci/eleştirel tutum arasındaki gerilim olduğu söylenebilir. Bu
açıdan bakıldığında felsefe, tam ve kesin yanıtı olmayan sorulara yanıt getirme
girişimi, getirilen yanıtların yeni sorulara yol açtığı sürekli ve bitimsiz bir dü-
şünme çabasıdır.
Felsefe hakkında bir belirleme yapmak için aşağıdaki üç yoldan hareket
edilebilir: Önce kavramsal bir çerçeve belirlemeye çalışılabilir, daha sonra fel-
sefe sistemlerinin bir katalogu çıkarılabilir ve son olarak da özel felsefe tarzları-
nın bir tipolojisi verilebilir.
1. Kavramsal düzeyde felsefeye en geniş ve en dar anlamda tanımlar be-
lirleme tarzlarından söz etmek mümkündür.
Örneğin K. Jaspers, en geniş anlamda felsefeden şunu anlar: “Felsefe, in-
sanın kendi varoluşunun bilincine vardığı yerde düşündüğü her şeydir. Böyle
olunca en geniş anlamıyla felsefe, her türlü insani düşünce ürününü, tüm dünya
görüşlerini, şiiri, sanatı, birer form olarak kapsar.1
Buna karşılık felsefe, köktenci bir sınırlama ile en dar anlamda salt dü-
şünce olarak da anlaşılır ki, bu haliyle, Hegel’in spekülatif, modern kuramcıla-
rın salt mantıksal düşünceye indirgedikleri bir şey olur.2
Başka bir ayrıma göre felsefe, filozoflara göre değil, problemlere göre öğ-
renilebilir ve öğretilebilir. Bu işlevsel kavrayışı Wittgenstein şöyle ifade eder;
“Felsefe bir öğreti değil, tersine bir etkinliktir.3
2. İkinci olarak felsefe, ontolojik, antropolojik, dini ve filozoflara göre çe-
şitli yaklaşım biçimleri içeren sistematik düşünce etkinliğidir.
3. Özel felsefe tarzları olarak da, Dogmatik, Sanatsal, Eleştirel, Filolojik
temelli düşünce etkinliklerinden söz edilebilir.4

1
Karl, Jaspers, Felsefe Nedir? (çev: İsmat Zeki Eyüboğlu) İstanbul-1986 s. 43. vd. ; Alwin
Deimer, Felsefe; Doğan Özlem (Günümüzde Felsefe Disiplinleri, İstanbul-1997) s.11-13;
A.Denkel, Düşünceler ve Görüşler I, s.11-23
2
Alwin Deimer, a.g.e, s.19
3
Alwin Deimer, a.g.e.,a.y.
4
Alwin Deimer, a.g.e, s.11-31.

27
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

Felsefe ve Bilimin Yolları Nasıl Ayrıldı?


Bilindiği gibi, başlangıçta felsefe ile doğa bilimleri arasında bir ayırım bu-
lunmamaktaydı. Hatta Aristoteles’in bilimler sınıflamasında felsefe kavramı
bilimi de kapsayan bir anlam içermekte, felsefe sözcüğünün karşılığı ise, daha
çok metafizik olarak ifade edilmekteydi. O nedenle, felsefe için bilimlerin anası
denilmesinin tarihsel bir gerçekliğe dayandığı söylenebilir.
Bilim tarihine baktığımızda modern bilimlerin ancak 16. yüzyıldan itiba-
ren felsefeden ayrışarak kurumsallaştıklarını görmekteyiz. Dolayısıyla modern
bilimler çağına kadar bilimsel etkinliği, çok büyük ölçülerde felsefeye yediril-
miş bir etkinlik olarak tanıdığımızı söyleyebiliriz.
Sözgelimi Demokritos, İlkçağın ünlü bir filozoflarından biri olmasının ya-
nında, aynı zamanda atom kuramını ortaya koyan bir bilgindir. Aristoteles, sis-
temci bir filozof olarak ün kazanmış olmasına ek olarak bir biyolog ve dikkatli
bir doğa araştırmacısı olarak da tanıtılmaktadır.5
Modern bilimin temelini oluşturan Galileo (1564-1642), Newton (1642-
1727) gibi bilginler yalnızca bilim tarihi kitaplarında değil felsefe tarihi kitapla-
rında da anılmaktadırlar. Pozitivist felsefenin kurucusu Auguste Comte (1798-
1857), aynı zamanda sosyoloji biliminin de kurucusu olarak kabul edilmektedir.
Bununla birlikte 17 ve 18. yüzyıllardan itibaren bilimlerin, felsefeden ayrı-
larak bağımsız disiplinler şeklinde çeşitli uzmanlık alanları oluşturdukları gö-
rülmektedir. Bu dönemden itibaren bilim adamları felsefeye, olgusal, test edile-
bilir bilgiler sunmayan spekülatif ve verimsiz bir düşünce etkinliği olarak bak-
maya başlamışlardır. Fakat ilginç olan şey, bilim adamlarına felsefe hakkında
bu düşünceleri telkin edenlerin başında yine filozofların başat rol oynamış ol-
malarıdır.
Kâinat kitabının matematikle yazıldığını söyleyen Galileo, gerçekte söz
konusu felsefi tercihini dile getiriyordu.6 Ancak matematiği metafizik düşünce
için önemli bir dayanak olarak gören eski Pythagorculuk, modern çağın başlan-

5
A. Weber, Felsefe Tarihi, (çev: H. Vehbi Eralp), İstanbul-1949, s.30; M.Gökberk, Felsefe
Tarihi,İstanbul-1980, s.74; B.Russel, Batı Felsefesi Tarihi,İstanbul-1983, s.105 vd.
6
Galileo’nun ifadesi şöyledir: ‘Bilim evren denilen ve sürekli olarak incelememize açık duran
yüce kitapta yazılıdır. Ne var ki bu kitabı, yazıldığı dili ve alfabeyi bilmedikçe anlamaya ola-
nak yoktur. Evren matematiğin dili ile yazılmıştır; harfleri üçgen, çember ve diğer geometrik
nesnelerdir. Bunları bilmedikçe onunbir sözcüğünü bile anlayamayız. Matematiğin dilini bil-
meyen için evren içinden çıkılmaz karanlık bir labirent gibidir.’ Cemal Yıldırım Bilim Felsefe-
si, İstanbul-1979 s. 46

28
Kenan YAKUBOĞLU

gıcında metafiziğe sırtını dönmüş ve matematiği sadece fiziğin dili olarak kabul
etmiştir. Bunun sonucu olarak da nicelik fiziğin merkezine, fizik de bütün bi-
limlerin merkezine yerleşerek ve eski bilimler hiyerarşisi altüst edilmiştir.7
Modern düşüncenin bilimde ve felsefede öncüsü olarak kabul edilen
Descartes’in(1596-1650) ruh-madde ayrımına dayanan felsefi düalizmi, Plâton-
culukta bulunan ve denge esasına dayanan düalizmin aksine, ruh ile madde ara-
sına su geçirmez duvarlar koymuştur. Öte yandan çağındaki mekanik icatlardan
fazlasıyla etkilenerek insan ve hayvan bedenlerini mekanik bir yapı gibi düşü-
nen Descartes’ın, fiziksel var oluşun incelenmesinde mekanizmi esas kılanların
başında geldiği de bilinmektedir. Bu girişimin ardından La Mettrie’nin (1709-
1751) Makine İnsan8 adlı bir eser yazması beklenebilen bir gelişme olarak gö-
rülmelidir.
Modern bilimin mekanik/pratik başarılarının eski kültürlerde eşine rast-
lanmayan ölçüde tek boyutlu olarak baş döndürücü bir ilerlemeye yol açması,
metafizik düşüncenin, insanlığın geri dönemlerinde ortaya atılmış ve modern
bilime göre açıkça ilkellik gösteren fikirler olarak görülmesiyle birleşince, Pozi-
tivist düşünce hâkim bir anlayış olarak öne çıkmıştır.
Pozitivizmin giderek bilimcilik doktrinine dönüşmesi tam anlamıyla bir
dogmatizmin ifadesi olarak görülebilir.
Modern dünya görüşünün bir başka önemli sonucu da tabiata bakış açısı-
nın değişmesidir. Söz konusu bakış açısı F. Bacon’ın (1561-1626) yaklaşımıyla
sembolize edilmektedir.
Hukukçu filozof Bacon’ın unutulmaz cümlelerinden biri, doğanın sorguya
çekilmesi gerektiğidir. Bunu ifade ederken reddettiği şey, bilim adamının doğa
karşısında, onun söyleyeceklerini bekleyen ve kavramlarını onun kendisine lüt-
fettikleri üzerine kuran saygılı ve dikkatli bir dinleyici tutumu sergilemesiydi.
Bacon bunun için iki kural ileri sürüyordu:
İlki; bilim adamının neyi bilmek istediğine kendisi karar verip bunu kendi
kafasında soru haline getirerek önceliği alması gerektiği; ikincisi de, doğayı
yanıt vermeye zorlamanın, artık dilini tutmasına imkân vermeyen işkenceler
geliştirmenin yollarını bulması gerektiği.9

7
Cemal Yıldırım, a.g.e, a.y.
8
Hilmi Ziya Ülken, Genel Felsefe Dersleri, Ankara-1972, s.131
9
R.G. Collingwood, Tarih Tasarımı,(çev:Kurtuluş Dinçer), Ankara-1990, s.263

29
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

Bu anlayışa göre tabiat, insanın hâkimiyet ve sömürüsüne sunulmuş,


yağmalanması gerekli tükenmez bir potansiyel olarak görülmekteydi.
Modern bilimin gösterdiği başarı öylesine büyük, öylesine güçlü olmuştur
ki, 20 yüzyıl başlarına kadar güvenilir ve sağlam bilginin tek kaynağı bilimsel
bilgi metodu sayılmıştır. Aslında bu dönemde felsefe de, tarihinin tanıdığı en
güçlü dönemlerinden birini yaşamıştır. Almanya, Fransa başta olmak üzere kıta
Avrupa’sında birçok ünlü sistemci filozofun bu yüzyıllarda yetiştiğini görmek-
teyiz.
20 Yüzyıl başlarında bilim alanında sağlanan yeni gelişmelerin, bizzat bi-
lim çevrelerinde bunalıma neden olduğu görülmektedir. Söz konusu gelişmeler,
mikro fizik alanında, Quvantum fiziğinde ortaya çıkan sürpriz sonuçlara dayan-
maktadır. Heisenberg (1901-1967), elektronlar dünyasında, kendisine güven
duyulan Newton yasalarının tam bir geçerliliği olmadığını kanıtlayınca; bilim
adamları, birkaç yüzyıldır güvenle kullandıkları yöntemler hakkında şüpheye
düşmüşler ve bilimin yöntemini felsefi anlamda yeniden tartışmaya başlamış-
lardır. Öyle ki, bu durum karşımıza bilim adamı/filozof diyebileceğimiz bir dü-
şünür tipini çıkarmıştır.10
Söz konusu tartışmalar klasik nedensellik anlayışı ve determinizmi ciddi
anlamda sarsmış, Planck(1858-1947, Bohr(1855-1962), Einstein(1879-1955)
gibi fizikçiler, yaptıkları işin (bilimin) niteliği üzerine düşünmeye, felsefe yap-
maya başlamışlardır. Bu dönem, atom ve elektronlar dünyasında determinizmin
değil, tam tersine belirsizliğin ve hatta keyfiliğin olduğunun ileri sürüldüğü bir
dönem olarak görülmektedir.11
1940’lara kadar varan bu bunalımlı dönem sonunda ulaşılan nokta, artık
şudur: Bilim bize olsa olsa olgu ve olaylar hakkında sınırlı kanıtlar sunabilen bir
bilgi etkinliğidir. Bilimsel bilgi kesin, evrensel ve genel-geçer bilgi değildir.
Bu gelişmeler sonunda bilim adamları kendi yöntemlerini eleştirerek fel-
sefe yapmaya başlamışlar ve bu süreç felsefenin de bilime eleştirel yönden eğil-
diği bilim felsefesi disiplinini doğurmuştur.

10
Karl Popper, Lakatos ve Feyerabend bilimsel yönteme önemli eleştiriler getiren bilim ada-
mı/filozof tipine örnek olarak verilebilir. (geniş bilgi için bak: Feyerabend, Özgür Bir Toplum-
da Bilim, çev.Ahmet Kardam, İstanbul-1999; Ömer Demir, Bilim Felsefesi.), Cemal Yıldırım,
a.g.e, s.141vd.
11
Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, s.140 vd.

30
Kenan YAKUBOĞLU

Bilimin Gelişmesi ile Felsefenin İşlevi Tamamladı mı?


M.Ö. VI. yüzyılda her şeyin özünün (arkhe) su olduğunu açıklayan Grek
filozofu Thales’in ile her iki disiplinin temellerini atmasından bu yana süren
bilim felsefe etkileşimi, bilimlerin bağımsız disiplinler halinde ortaya çıkması
ve sayısız uzmanlık alanları oluşturması sonucunda çok farklı bir noktaya gel-
miş görünmektedir.12 Bilim ve felsefe artık birbirinden her yönüyle çok ayrı
görülmekte, hatta zaman zaman birbirinin karşıtı konumlara yerleştirilmektedir.
Geleneksel felsefe, varlığın bütünü hakkında düşünme etkinliği olarak bi-
limi de kapsayan bir düşünce sistemine sahip olduğundan, gerçekliğin doğasının
incelenmesini de içerdiğini iddia etmekteydi. Ancak modern düşünce ve bilgi
anlayışı, deney ve gözlem öngörmeyen araştırma yöntemiyle mümkün olmayan
bir şeyi yapmaya giriştiği için geleneksel felsefe anlayışını terk etmiştir.
Böylece modern düşünce, fizik dünya ile ilgili tüm araştırma ve bilme ça-
balarını bilimin kapsamına alırken, felsefe de sadece soyut kavramlar ve metafi-
zik alana itilmiş olmaktadır. Fakat bilimsel düşünce kendi alanında ortaya koy-
duğu kanıtlamalarla da yetinmemekte, felsefenin metafizik konularda yaptığı
değerlendirmeleri de bilimsellik adına reddetmektedir. Bilime bu gücü sağlayan
şeyin inceleme konusu olan fiziksel dünya ve deneysel verilere dayalı nesnel
bilgiler olduğu söylenebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bilimsel gelişmeler eski
kanıtların çürütülmesiyle sağlanmaktadır. Dolayısıyla bilimsel verilerinin kesin-
liği sadece yeni bilimsel kanıtlar bulununcaya kadar geçerlidir. Öyleyse bilimsel
bilginin evrenselliğinden ve genel-geçerliğinden söz etmek de mümkün görün-
memektedir.13
Bilim adamı belirli gerçek olguların doğasını, sebep ve sonuçlarını araştı-
rırken, felsefeci gerçekliğin doğasıyla, olduğu gibi ve genel olarak ilgilenir.
Sözgelimi bilim adamları insanı onlarca uzmanlık alanına parçalayarak incele-

12
Derek Gjertsen, Bilim ve felsefe, (çev: Ferade Kurtulmuş), İstanbul-2000, s.9 vd.
13
Bilimdeki bu değişim sürecine ilişkin tipik bir örnek insandaki kromozomlarla ilgili araştır-
malarda görülmektedir. İnsan kromozomlarını sayma çalışması 1890’ların başından itibaren
başlamış ve her yeni gelişen teknikle yapılan çalışma önceki sonuçların doğru olmadığını gös-
termiştir. 1923’te T.S. Painter üç hastadan hücre örnekleri alarak 48 kromozom olduğu sonu-
cuna varmıştır. Otuz yıl boyunca bu çalışma diğer bilim adamları tarafından doğrulanmıştır.
1950’lerde hücre çekirdeğinin daha net biçimde incelenmesini sağlayacak teknikler geliştirilin-
ce; 1956’da Tijo ve Levan, insan hücrelerinde yalnızca 23 çift kromozom olduğunu açıklamış-
lardır. Gelecekte başka revizyonların olup olmayacağını, yeni tekniklerin farklı bilgiler ortaya
çıkarmayacağını şimdiden söyleme imkânımız bulunmamaktadır. (Derek Gjerston, Bilim ve
felsefe, s.269)

31
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

mekte ve her bir uzmanlık alanı, kendi konusunu derinleştirme gayretini sür-
dürmektedir. Örneğin göz ile burun arasında bir cm. uzaklık bulunmasına rağ-
men göz uzmanı burunla, kulak-burun-boğaz uzmanı da gözle ilgili sorunlarla
ilgili değildir. Böyle bir durumda insan nedir? sorusu bilim dünyasında muha-
tabı olmayan bir soru olarak görünmektedir. Dolayısıyla böyle bir soru ancak
felsefe tarafından ciddiye alınır ve açıklanmaya değer görülür.
Bilim insanları, fiziksel doğaya yönelerek uzak gezegenlerin jeolojik ya-
pısından sinir hücrelerinin yönetimine ve atom çekirdeğinin ayrıntılı yapısına
kadar evreni makro ve mikro düzeyde keşfederler; bunun için oluşturulan gör-
kemli laboratuarlarda milyonlarca dolar harcanır. Bu yönde yapılan harcamalar-
da hiçbir kısıtlama söz konusu değildir, çünkü bilimin ürettiği teknoloji büyük
maddi kazanımlar sağlamaktadır.
Filozoflar da bunun tam tersine, mütevazı odalarına kapanarak Platon ve
Aristoteles’in fikirlerini incelerler, onların problemi varlığı bütün olarak kavra-
maya ve yorumlamaya çalışmaktır.
Filozofların çoğunluğu bilime büyük bir saygı gösterirken, bilim adamla-
rının çoğunluğu ise felsefeye büyük bir küçümseme ile bakmaktadırlar. Burada
en ilginç nokta, modern bilimin ve felsefenin kurucuları olarak kabul edilen
şahsiyetlerin hem bilim adamları, hem de filozoflar tarafından referans alınma-
sıdır. Sözgelimi Descartes’ın modern bilimin ve modern felsefenin kurucusu
olarak tanınması bu duruma güçlü bir örnek olarak sunulabilir.14
Felsefe çoğu zaman başka disiplinlerle aynı alanlar üzerine eğilmek du-
rumundadır. Örneğin sanat ve estetik güzellik üzerine; hukuk ve ahlak doğru
davranış üzerine; fizik ve matematik nesnelerin doğası üzerine eğilirler. Buna
benzer olarak Toplum Felsefesi Toplumbilim ile, Dil Felsefesi Dilbilim ile ortak
konu ve alanlara sahiptir. O nedenle bilimsel çevrelerde felsefe, çeşitli bilim
disiplinlerinin ve sanat dallarının problemlerine yönelik değerlendirme ve yo-
rumlamalar yapan, kendine özgü konusu ve problemi olmayan bir uğraş olarak
görülmektedir.
J. Locke, İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme adlı kitabında filozofların bilgi
üretme rollerinin ikincil olduğunu, özgün olmadığını ifade ederek; bu zamanda
ortak değer olan öğrenme, bilimin geliştirilmesiyle ilgili, güçlü projeler ve uzun

14
Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, s.213 vd.

32
Kenan YAKUBOĞLU

ömürlü eserler bırakacak usta kurucular olmaksızın mümkün değildir diyordu.15


Herkesin bir Boyle ve Sydenham olmayı ummaması gerektiğini vurgulayan
Locke, bilimsel bilme çabalarının Mr. Newton gibi üstadları ürettiği bir çağda,
zemini biraz temizleme ve bilgi yoluna uzanan bazı çöpleri uzaklaştırmada bir
temizlikçinin (felsefe) çalıştırılması için yeteri kadar isteğin mevcut olduğunu,
daha fazlasına gerek olmadığını belirtiyordu.16
Bu anlayışa göre felsefe, sadece kendi açıklamasına dayanarak dünyanın
doğru biçimde anlaşılmasına hiçbir katkıda bulunmaz. Hatta varlığı kavrayışı-
mızı geliştirme çabalarımızın önündeki engellerin aşılmasında tamamen olum-
suz rol oynar. Söz konusu gelişmenin itici gücü felsefede bulunabileceklerden
çok farklı yöntemlerde aranmalıdır; bu da ancak bilimde bulunabilir.
Bu görüşe göre felsefe, kendine özgü problemleri olmayan fakat felsefe
dışı (bilimsel) incelemeler sırasında ortaya çıkan problemlerin eleştirisini yapa-
rak çözüm önerileri ortaya koyan, dolayısıyla diğer disiplinler sayesinde var
olan bir ‘asalak’ durumundadır.17
Eğer felsefeye problemleri dışarıdan geliyorsa, bu durumda felsefe içinde
yer alan metafizik ve epistemolojinin rolüne ilişkin özel bir açıklama yapmak
zorunlu olmaktadır. Çünkü Bilim Felsefesi’nin, Din Felsefesi’nin, Hukuk Felse-
fesi’nin, Sanat Felsefesi’nin problemlerinin bilim, din, hukuk, sanat tarafından
oluşturulduğunu söylemek akla uygun gibi görünüyor olmasına rağmen, metafi-
zik ve epistemolojinin problemlerini neyin oluşturduğu yeteri kadar açık değil-
dir. Sözgelimi varlık nedir? Bilgi nedir? Gibi sorular sadece metafiziğin ve epis-
temolojinin ilgilendiği sorulardır ve her iki disiplin de salt felsefe etkinliği ola-
rak karşımıza çıkmaktadırlar.

Epistemolojinin Felsefe İçindeki Merkezi Rolü


Metafizik ve Epistemolojinin problemlerinin, salt felsefe çabası olduğu-
nu belirtmiştik. Bu doğrultuda epistemoloji ve metafiziğin felsefe içindeki öne-
mi üzerinde durmak yararlı olacaktır.
Epistemoloji sözcüğü yaygın olarak bilgi teorisi anlamında kullanılır ve
bilgi nedir?, bilgimizin kaynağı nedir? bilgimizi doğru yapan koşullar nelerdir?

15
Derek Gjertsen, a.g.e, s.21
16
Derek Gjertsen, a.g.e, s.21; Peter Winch, Sosyal Bilim Düşüncesi ve Felsefe,s.14
17
Karl, Jaspers, a.g.e, s.226 vd.

33
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

nereye kadar bilebiliriz? gibi sorulara yanıt bulmaya çalışır.


Aslında bilmek ve düşünmek zihinde gerçekleşen bir süreç olduğundan
soyut ya da zihinsel bir etkinliktir. Bilgi ve düşünmenin psikoloji biliminin ko-
nusu olduğu sanılabilir. Bu bağlamda objelere yönelmiş olan düşünme ve bil-
menin bilimi olarak epistemoloji, psikoloji ile yan yana durur gibi görünmekte-
dir.18 Ancak bu yaklaşım doğru değildir, çünkü bilgi ve düşünme zihinsel bir
etkinlik olmakla birlikte belirli bir amaç taşır. Bu amaç gerçekliğe ilişkin doğru
bilgiye ulaşmaktır. Dolayısıyla bilgi çabasında doğruluk önemli bir ölçüt olarak
karşımıza çıkar. Peki nedir doğruluk? Her insan için farklılık taşıyan bir ölçüt
müdür? Yoksa tüm insanların ortak kabulünü sağlayan genel geçer bir ölçüt
mü?
Modern felsefede bilgi, suje-obje ilişkisi sonucu ortaya çıktığına göre
doğruluk, bilginin yöneldiği objeye uygun olmasıdır diye tanımlanabilir. Ancak
obje denildiğinde sadece fiziksel varlık dünyası kastediliyorsa o zaman herkes
için ortak bir uygunluk çözümüne dayanan genel geçer doğru bilgilere ulaşmak
söz konusu olabilir. Bilimsel çabaların ortaya koyduğu bilgiler bu tür bilgilerdir
ve nesnellik taşırlar. Fakat, fiziksel objelerin dışında kalan, insanın iç dünyasın-
da duyduğu sevinç, öfke, üzüntü gibi duygularla; ya da toplumsal yaşamda in-
sanlar arası ilişkilerde belirleyici olan kültürel değerlerin obje olarak görecelili-
ği, bu alanlarda ortak kabule dayanan doğru bilgi üretme imkanını ortadan kal-
dırmaktadır.
Öte yandan felsefenin temeli, gerçekliğin (varlık) doğası ve anlaşılabilirli-
ği problemi üzerine dayandırılmaktadır. Ancak bu sorun bizi ilk etapta anlaşıla-
bilirlik sözcüğünün ne anlam ifade ettiği tartışmasına götürecektir. Bir şeyi an-
lamak, bir şeyin anlamını kavramak ne demektir? Anlaşılabilirlik sözcüğü, için-
de kullandığı bağlamlara göre sistematik olarak değişen bir anlama sahip olduğu
için kapalı bir sözcük olarak görülebilir.
Bilim adamı, dünyayı daha anlaşılabilir hale getirmeye çalışır; fakat tarih-
çi, peygamber, sanatçı ve felsefeci de kendi açılarından dünyayı anlaşılabilir
hale getirmeye çalışırlar. Söz konusu bu değişik çabaların etkinliklerini anlama
ve anlaşılabilirlik kavramlarıyla ifade edebiliriz. Ancak çok açıktır ki, hepsinin
amacı ve içeriği oldukça önemli biçimlerde birbirinden farklıdır.

18
Ernst von Aster, Bilgi Teorisi ve Mantık, (çev: Macit Gökberk), İstanbul-1994, s.19 vd.

34
Kenan YAKUBOĞLU

Bilim, sanat, din ve felsefenin evreni anlaşılabilir hale getirme çabası


içinde olduğunu ifade ederek, bu çabaların bir büyük gerçeklik teorisinde bir
araya getirilmesi gerektiğini söylemek anlamsız bir iddia olur. Bilim felsefesi,
bilim adamı tarafından araştırılan ve ifade edilen anlama türü ile; din felsefesi,
dinin dünyayı kavranabilir bir tablo haline getirme girişiminin yol yordamıyla
ilgilenecektir. Sonuçta bu etkinlikler ve amaçları birbirleriyle karşılaştırılacak,
aralarındaki benzerlik ve farklılıklar ortaya konulacaktır. Bu gibi felsefi incele-
melerin amacı, anlaşılabilirlik kavramının ne içerdiğini anlamamıza katkıda
bulunacaktır.
Bilim felsefesi (ya da her hangi bir araştırma dalının felsefesi) konu edin-
diği problemler göz önüne alındığında, bilimin üzerinde parazit değil, özerk bir
alan olarak sunulmaktadır. Çünkü bilim felsefesinin itici gücü, bilimin içinden
değil, felsefenin içinden gelmektedir. Amacı da sadece daha ileri bir düzeyde
bilimsel bilgi edinmenin önündeki engelleri kaldırmak değil; bilimsel aklın dı-
şarıda bıraktığı deney dışı kavranabilirlik düzeyimizi yükseltmektir. Başka bir
deyişle bilimsel çabalara yol gösterici ve ufuk açıcı fikirler üretmektir. Bilimsel
soru ve sorunların felsefe tarafından başlatıldığı, bilimin de bu sorunlar ekse-
ninde çözümler üretme çabasına girdiği de söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında
felsefe bilimlerin önünden giden bir düşünce etkinliğidir.
Özellikle sosyal bilimler için felsefenin çok önemli bir işlevi olduğunu
kabul etmek durumundayız. Bu bakımdan bazı sosyal bilim dallarının felsefe ile
olan ilişkisine kısaca değinmek yararlı olacaktır. Ancak ondan önce, sosyal bi-
limlerin bağımsız disiplinler haline gelme sürecinden itibaren pozitivizmin etki-
sine girmiş olmalarının doğurduğu etkilere ilişkin değerlendirme yapmak gere-
kir.

Pozitivizmin Sosyal Bilimler Üzerindeki Etkisi


Pozitivizmin sosyal bilimler üzerindeki yaygın etkisi, sosyal bilimlerinin
doğa bilimlerini örnek alması gerektiği; çünkü doğa bilimlerinin yegâne bilgi
üretim yöntemine sahip olduğu tezine dayanır. Gerçekten de pozitivizmin başlı-
ca tezi modern bilimsel yöntemin tek geçerli bilgi yöntemi olduğudur. Bunun
için geçerli bir sosyal bilimin nesnel olgulardan yola çıkarak deneysel verilere

35
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

dayalı bilgi üretmesi, bunun dışındaki her tür kavrayışı reddetmesi gerektiği
ifade edilmektedir.19
Ancak pozitivizm, sosyal bilimlerde tam egemen bir duruma gelirken do-
ğa bilimlerinde yöntem olarak tartışılmaya başlanmış ve güven kaybına uğra-
mıştır.∗ Bu tartışmaların etkisiyle, sosyal bilimlerde de yöntem sorunları gün-
deme girmiş ve son yıllarda gittikçe belirginleşen anti-pozitivist bir anlayış ge-
lişmeye başlamıştır.20
Sosyal bilimlerin henüz çocukluk çağında bulunduğu düşüncesi bu gün bi-
limsel çevrelerde yaygın olarak ifade edilmektedir. Buna gerekçe olarak da iki
neden ileri sürülmektedir:
1. Sosyal bilimlerin doğa bilimlerinin yöntemini taklit etmeleri ve kendile-
rine özgü bir yöntembilim geliştirmemeleri.
2. Sosyal bilimlerin kendilerini felsefenin ölü pençesinden (metafizik etki)
kurtarma konusunda kararlı bir tavır oluşturamamaları.21
Burada açık olarak, sosyal bilimlerin felsefeden tamamen bağımsız ve
kendine özgü bir yöntem oluşturamadığı; doğa bilimsel yöntem ile metafizik
arasında sıkışıp kaldığı vurgulanmaktadır.
Başka bir ifadeyle sosyal bilimler Newton’unu yetiştirememiş, böyle bir
dehayı ortaya çıkaracak şartları oluşturamamıştır. Dahası böyle bir ilerlemenin
sağlanmasının doğal bilimlerin yönteminin benimsenmesi ile olabileceği anlayı-
şı, daha işin başında sosyal bilimler açısından başka bir engel olmuştur.
Pozitivist felsefeye göre, sözcüklerin anlamları değil, sadece işlevleri var-
dır ve fizik dünyayı betimlemeyi sağlarlar. Pozitivist düşünce ilke ve yöntemle-
rini zihin, bilinç ve benlik gibi konuların anlamlandırılmasına yönelik çabalara
açmadıkça önemli bir eksikliği daima bünyesinde taşıyacaktır. Pozitivizmin
şimdiye kadar çözmeyi başaramadığı temel sorunları bir gün çözeceğini bekle-
mek de anlamsız görünmektedir.

19
David Mclellan, İdeoloji, (çev. Barış Yıldırım), İstanbul-2005, s.69

Bilimin gelişmesi ile felsefenin işlevi tamamlandı mı? başlığı altında bu hususa değinilmiştir.
20
Bilimsel yöntemi eleştiren bilim adamlarının sayısı 20 yüzyılın başlarından itibaren giderek
artmaya başlamıştır. Popper (1902-1994), Lakatos (1922-1974) ve Feyerabend (1924-1994)
gibi bilim adamı filozoflar tarafından yöntemsel bazda başlatılan eleştiriler giderek daha duy-
gusal boyutta tepkilere ulaşmıştır. 19. yüzyılda bilimin, insanların beklentilerini karşılayama-
mış olması bir yana, büyük çevre felaketleri ve nükleer bombaların yarattığı kaygı söz konusu
tepkilerin yayılmasında etkili olmuştur.( David Mclellan, a.g.e, 70 vd.)
21
Peter Winch, a.g.e.,11-12

36
Kenan YAKUBOĞLU

Modern bilimsel akılcılığın hastalıklı bir yapıda olduğu, bu hastalığın da


doğaya egemen olma mücadelesinin içinde doğmuş olduğu belirtilmektedir.22
Dolayısıyla iyileşme de hastalığın bu gerçek kökeninin kavranmasına bağlıdır.
Aklın, insanın kendi içindeki ve dışındaki doğaya boyun eğdirme aracı haline
gelişinden beri doğruyu keşfetme çabaları da hep boşa çıkmıştır. Aklın bu yeter-
sizliğinin nedeni doğayı sadece bir nesne düzeyine düşürmüş olması ve incele-
melerini de deneyle sınırlamış olmasından kaynaklanmaktadır.
Dogmatik kabulleri tümüyle reddeden Pozitivist akıl kendini, doğayı çö-
zümlemeyi ve ona egemen olmayı sağlayan bir güç olarak kabul eder. Böylece
bir araç konumuna gelen akıl kendi önceliğinden vazgeçer ve doğal ayıklanma-
nın bir aracı olmayı kabullenir. Yüzeysel bir bakışla, bu yeni deneyle sınırlı akıl
doğaya karşı metafizik geleneğin aklından daha alçakgönüllü gibi görünür. Oy-
sa bilimsel akıl, ruhsal faaliyetleri yararsız gören ve ruhun insan için uyarıcıdan
daha fazla bir şey olduğu tezlerini tümüyle reddeden kibirli bir bilgi gücü ol-
muştur. Bu küçümseme tüm varlık alanında kendini gösterir. Doğa onun için
sınırsız nimetler sunan bir talan alanıdır. Dolayısıyla doğanın sırlarını en fazla
deşifre eden ve en büyük talanı elde etmeyi başaran akıl en üstün akıldır.
İnsan kendi aklını anlamadıkça, şimdi kendisini de yok etmek üzere olan
çatışmayı doğuran temel süreci anlamadıkça, doğa üzerindeki tahakküm insan
üzerindeki tahakküme, insan üzerindeki de doğa üzerindekine dönüşüp duracak-
tır. Akıl ancak kendi doğallığına, yani insanı varlığın en şereflisi kılan temel
niteliğine, kavuştuğunda bu kısır döngüden çıkmak mümkün olabilir.

Felsefe ve Sosyoloji
Felsefenin genel olarak tümellerle ilgilendiği düşünülür. Dolayısıyla in-
san ve toplumla ilgili sorunlar psikoloji, sosyoloji siyaset ve iktisat bilimi gibi
disiplinlerin alanına girer ve incelenir. Söz gelimi demokrasi ile mi yoksa dik-
tatörlükle mi yönetileceğimiz, ya da ekonomide özel mülkiyetin mi, devlet
mülkiyetinin mi daha iyi olduğuna siyasetçiler ve iktisatçılar karar verebilir.
Görünüşe bakılırsa bu konular tamamen felsefenin dışında yer almaktadır.
Ancak durum sanıldığı kadar basit değildir. Yönetim biçimlerinin ve ikti-
sadi yapıların geniş bir biçimde amaca uygunlukları açısından değerlendirilme-

22
Max Korkheimer, Akıl Tutulması, 8ÇEV: Orhan Koçak), İstanbul-1986, s.179

37
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

leri gerekir. Amaca uygunluk tartışması da bir amacın var sayıldığını göster-
miş olur. Amaç devletin siyasette ve ekonomide en üstün güç olması olarak mı;
yoksa zengin ve güçlü bireylerden oluşan bir toplum olarak mı belirlenmelidir?
Bu sorunun tartışılmasıyla birlikte felsefe toplumsal konuların her alanına gir-
miş olmaktadır.
Toplumsal faaliyetlerin amacının ne olduğu sorusu temel soru olmakla
birlikte, filozofun ilk sorusu değildir. Toplumsal gerçekliğin ne olduğu ve ne-
den doğduğu, niçin insanların kendi özgürlüklerini kurallarla sınırladığı, neden
bir yönetimin buyruğu altına girdiği, filozofun topluma ilişkin ilk sorusu olarak
düşünülebilir.
Sosyolojinin temel problemi olan genel anlamda sosyal yapıların doğasına
ilişkin açıklamalarda bulunmanın bizzat kendisi, felsefeyle iç içe geçmiş du-
rumdadır. Sözgelimi toplumsal yapının temelinde yer alan inançlar ve gelenek-
ler sadece aklın ürünleri değil, aynı zamanda bize sahip olabilme ve bizi yön-
lendirme gücü olan metafizik varlıklardır.
Toplumsal yaşama ilişkin tüm sorular ve sorunlar Antik Yunan’dan bu
yana filozofların kafa yorduğu ve üzerinde fikirler üreterek eserler kaleme al-
dığı konular olmuştur.

Felsefe ve Hukuk
Eylemin (fiilin) takdir kriteri olarak tanımlanan hukuk,23 insanı iradesi
doğrultusunda eylemde bulunan bir varlık olarak niteler.
Bağımsız bir bilim disiplini olarak hukukun, hak ve haksızlık gibi terimler-
le de ilişki kurularak ele alındığı; söz konusu terimlerin bireysel ve toplumsal
içeriklerinin de farklı yorumlamalara yol açtığı görülmektedir.
Hak ve haksızlık, fiil ve aksiyonun içinde ortaya çıkan ve ele alınan hukuk
terimleri olarak kabul edilebilir. Bir aksiyon ya da eylemin insan için iki unsuru
söz konusudur:
Birincisi dış unsur yani eylemin fiziki gerçekliğidir. İkincisi de iç unsur
yani eylemin amacını belirleyen kasıttır.
Hukuk, eylemleri dikkate aldığına göre eylemin unsurlarından her iki bo-
yutu da dikkate almak durumundadır. Bu noktadan bakıldığında eylemin amacı-

23
Giorgio Del Vecchio, Hukuk Felsefesi Dersleri, (çev: Suut Kemal Yetkin), İstanbul-1940,
s.167 vd.

38
Kenan YAKUBOĞLU

nı belirleyen inançlar, değerler ve ideolojiler de hukukun göz ardı edemeyeceği


konular olarak görülmek durumundadır.
Öte yandan hukuksal yargının işlerliğini ve toplumsal düzeni sağlamak
için oluşturulmuş olan kanun; bir toplumsal yapının ortak iradesini temsil eden,
hukuk uzmanları tarafından biçimlendirilmiş kurallar bütünü olarak tanımla-
nır.24 Buna göre kanun hukukun resmi metni olarak kabul edilebilir. Bir millet
siyasi olarak teşekkül ettiği ve bir birlik halinde organize edildiğinde kanun o
milletin iradesi olarak ortaya çıkar. Ancak hukuk normlarının kaynağı nedir?
Kanunların meşruiyeti hangi toplumsal değerlerden güç alarak sağlanır? Bu
sorulara salt hukuk bilimi çerçevesinde cevap bulmak oldukça zordur. Bu ne-
denle Hukuk Felsefesi hukuk biliminin önemli bir dalı olarak kabul edilmekte-
dir.
Hukuk felsefesi açısından önemli bir soru da, hukukun mu devleti belirle-
diği; yoksa devletin mi hukuku belirlediği sorusudur. Eğer hukuk devletten do-
ğan, devletin ürettiği kurallar bütünü ise örfe, iradeye, norma (kural koyma,
onama ve yasaklama anlamında) meşruiyet kazandıran devlettir. Böyle bir du-
rumda bireysel ve toplumsal iradenin, (gelenek, örf, âdet ve değerler) sadece
devlet tarafından kabul edildiğinde meşruiyeti olabileceğini kabul etmek gerekir
ki, gerçekte böyle olmadığı açıktır.
Başka bir açıdan devlet, insanların kendi aralarında yaptığı anlaşmaların
kanun kuvvetinde olduğunu beyan ettiğinde bu ne anlama gelmektedir? Bireyler
arasındaki anlaşmaların devlet tarafından kabulü her bireyin devletin bir uzvu
olduğu anlamına mı gelir? O halde devlet, insanlar arasındaki mukavelelerin
genel anlamda koordine, kontrol ve denetimini sağlayan bir organ olarak mı
tanımlanmalıdır?
Her toplumsal yapı ve oluşum kendi hukukunu oluşturarak teşekkül eder.
Devlet bu asli organizasyonların varlığını koruyan bir üst yapı olarak daha bü-
yük ölçekte bu organizasyonları birlik ve bütünlüğe taşıma misyonunu üstlenir.
Hukuk devlet ilişkinden, hukuk toplum ve hukuk birey ilişkisine kadar her
aşamada –örfler, inançlar, değerler, düşünce ve ideolojiler bağlamında- hukuk
disiplininin felsefeye ihtiyacı olduğu söylenebilir.

24
Giorgio Del Vecchio, a.g.e, s.205 vd.

39
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

Hukukun ve yasaların varlığının temel amacı insanlar arasında adaletin te-


sis edilmesidir. O nedenle adalet kavramı ilk çağlardan itibaren filozofların üze-
rinde durduğu en önemli kavramlardan biri olmuştur. Nedir adalet?
Adalet sözcüğü genel olarak iki anlamda kullanılır: Hukuka uygunluk ola-
rak adalet; eşitlik ya da orantı anlamında adalet. Aristoteles bu iki unsuru da
açıkça belirtir: ‘Yasaya uyan ve eşitliğe saygı duyan adildir; yasaya uymayan ve
eşitliğe saygı duymayan adaletsizdir’25
Herkesin ihtiyaçları ya da yetenekleri farklıyken, eşitlik adına herkese ay-
nı şeyleri vermek adil olur mu? Herkesin kapasitesi ve yükümlülükleri farklıy-
ken herkesten aynı şeyi istemek adaletli olur mu? Peki o halde eşit olmayan
insanlar arasında eşitlik nasıl sağlanır? Ya da eşitler arasında özgürlük nasıl
sağlanır?
En güçlü olanın baskın çıktığı, siyaset sisteminin ve yönetimin güce da-
yandığı bilinmektedir. Bu bazen mutlak otorite ile, bazen sayısal üstünlükle,
bazen da ekonomik üstünlükle sağlanır. Güç tartışmasız ve üstünlüğü açık seçik
bilinen bir olgudur.
Pascal’a göre adalete güç verilmemiştir, çünkü güç adaleti yalanlar ve
onun haksız olduğuna hükmederek kendi haklılığını savunur. Böylece, haklı
olan güçlü kılınmadığından, güçlü olan haklı kılınmış olur. Bu öyle bir uçurum-
dur ki demokrasi bile kapatamaz.26
Yasa yasadır, haklı olsun ya da olmasın şeklindeki bir yaklaşım bizi adale-
tin ikinci anlamına yöneltmektedir. Olgu olarak adalet yasallık değil, değer ola-
rak adalet (eşitlik ve hakkaniyet), erdem olarak adalet anlamında bu ikinci nokta
bizi hukuktan çok ahlaka yaklaştırır. Bu bağlamda yasa adaletsiz olduğunda
onunla mücadele etmek haklıdır; hatta kimi zaman yasayı ihlal etmek haklı ola-
bilir.
Arzu edilen şey, elbette yasanın ve adaletin aynı yönde ilerlemesidir ve
yurttaş olarak herkesin ahlaki bakımdan gerçekleştirmek için çabalaması gere-
ken şey budur. Çünkü adalet kimseye, hiçbir kampa, hiçbir partiye ait değildir.
Ahlaki olarak herkes onu savunmak zorundadır.

25
Aristıteles, Nikomakhos’a Etik, s.93 vd.
26
Andre Comte Sponville, Büyük Erdemler Risalesi (çev: Işık Ergüden), İstanbul-2004, s.80
vd.

40
Kenan YAKUBOĞLU

Adalet onu savunacak adil kişiler olduğu sürece bir değer olarak varlık ka-
zanabilir. Ama kime adil denir? Yasallığa saygı gösterene mi? Buna evet diye-
meyiz, çünkü yasa adaletsiz olabilir. Ahlak yasasına saygı gösterene mi? Kant,
bunu söylemektedir.27 O zaman da başka bir sorun karşımıza çıkar: Ahlak yasa-
sı nedir?
Aristoteles, ‘adilleri adil yapan adalet değildir; adiller adaleti yapar’ de-
mektedir.28 Peki, eğer adaletin ne olduğu bilinmiyorsa nasıl yapılabilir? Yasallı-
ğa saygıyla olacağını söylersek yasallığın adalet olmadığını belirttik, eşitlik il-
kesi üzerine adaleti nasıl inşa edebiliriz?
Tüm sanıkları aynı cezaya çarptıran yargıç adil olur mu? Tüm öğrencileri-
ne aynı notu veren öğretmen adil olur mu? Burada cezaların ve notların eşit ol-
maktan çok, suçla ya da başarıyla orantılı olması gerektiği söylenecektir. Kuş-
kusuz öyledir ancak buna kim karar verecek? Ve hangi ölçüye göre? Bir hırsız-
lığın cezası ne kadardır? Tecavüzün cezası ne kadar? Cinayetinki ne kadar? Ya-
sa bunlara yaklaşık bir cevap vermektedir; fakat bu adaletin cevabı değildir?
Eğitimde de durum bundan farklı değildir. Çalışkan öğrenciyi mi daha faz-
la ödüllendirmeli yoksa üstün yetenekliyi mi? Ya da her ikisini de mi? Giriş
sınavları bunlardan birini tercih ederek diğerini elediğine göre sonuç adil olabi-
lir mi?
Adalet, medeni hukuka göre, herkese kendi payını verme yönünde değiş-
mez bir ilke olarak da tanımlanmaktadır.29 Buna göre benim olan nedir? Doğa-
ya göre hiçbir şey benim değildir. Kendi varlığımız ve hayatımız dışında bir
şeyin birine ya da bir başkasına ait olduğunu söyleyebilecek hiçbir şey bulama-
yız doğada. Her şey herkese aittir. O nedenle adalet doğal bir olgu da olamaz.
Çünkü doğada adalet ya da adaletsizlikten söz etmek mümkün değildir. Adalet
insanidir ve tarihseldir. Hukuksal anlamda yasa olmadan adalet olamayacağı
gibi, ahlaki anlamda kültür olmadan da adalet olamaz. Dolayısıyla adaletten söz
etmek için bir toplumun ve düzenin var olması gerekir.
Sonuç olarak bir toplumsal yapının temelinde yer alan inanç, gelenek ve
değerlerin tümü, hukuk sisteminin meşruiyetini sağlamada belirleyici olduğun-
dan felsefe vazgeçilmez bir gereklilik olarak kabul edilmelidir. Çünkü insanlı-

27
Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, (çev: İoanna Kuçuradi), s.17 vd.
28
Andre Comte Sponville, a.g.e, s.82
29
Andre Comte Sponville, a.g.e, s.90

41
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

ğın inanç ve geleneklerinin teorik temeli, bir düşünce birikimi olarak ancak fel-
sefe içinde bulunabilir.

Felsefe ve Tarih
Tikel olayların bilimi, bu günde yaşayan geçmişin bilimi, geçmişin kanıta
dayalı bilimi,30 olarak tanımlanan tarih asla belirsizlikten kurtulamadığı için
bilim olarak tatmin edici görülmemekte, hatta tarihsel bilgilerin bilim değeri
taşımadığı ileri sürülmektedir.31
Tarih insan yaşamının öncesine ilişkin açıklama yapma çabasındadır. Do-
layısıyla tarihsel bilgi içeriği tamamlanmış tekrarlanamaz ve değiştirilemez bir
sürece aittir. Ayrıca bu güne intikal ettiği kadarıyla bize kendini açıklayabilir.
Tarihçi için geçmişte gerçekte ne olduğu kesin olarak bilinemez bir durumdur.
O nedenle tarih bu günde yaşayan geçmiş olarak da tanımlanmaktadır.
Tarihin şüpheli olduğu iddiası bir güvensizliğin ifadesi olarak mı anlaşıl-
malıdır? Yoksa bu durum tarihin kesinliğe ulaşma konusundaki yetersizliğinin
ifadesi olarak mı kabul edilmelidir? Tarihçinin işini ‘pek çok varsayım içinden
gerçeğe en yakın olanı seçme sanatı’ olarak betimleyen alaycı yaklaşım da tari-
hin bilim değeri taşımadığı anlayışına dayanır.
Bütüncül bir tanımlama olarak tarih, ‘mevcut delillerin eleştirel ve bilim-
sel olarak yorumlanmasının ürünüdür’ şeklinde tanımlanabilir. Burada da tarih-
sel şüphecilik konusunda iki açıdan eleştiri söz konusu olabilir.
İlk olarak denilebilir ki, yorumlama asla gerçek anlamıyla objektif, eleşti-
rel ve bilimsel değildir. En bilgili ve dikkatli tarihçiler bile eldeki delilleri de-
ğerlendirirken şaşırtıcı bir şekilde hata yapabilirler ve bundan dolayı delillerin
doğru olarak yorumlanmış olduğundan asla emin olamayız.
Ancak ne var ki bu bakış açısından şüphecilik esasen sadece tarih için de-
ğil bütün düşünce biçimleri için söz konusu edilebilir. Bu türden bir hatanın,
herhangi bir araştırmanın hesaplama, gözlemleme ve sonuç çıkarma evrelerin-
den birinde olma olasılığı her zaman mevcuttur.

30
R.G. Collingwood, Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler, (çev:Erol Özvar),İstanbul-2000, s.14
31
İlk çağlardan itibaren tartışılan bu konuyla ilgili olarak örneğin Aristoteles tarihsel bilgiyi
akıl bilgisinden ayırmış, tarih yazıcılığını ise edebiyat içinde bir edebi tür olarak şiir sanatının
altına koymuştur. (Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İzmir-1998, s.20)

42
Kenan YAKUBOĞLU

Şu halde tarihsel şüpheciliğin kökeni herhangi bir tarihsel olay hakkında


kesin olarak sınırlı bir miktarda delile sahip olduğumuz gerçeğine dayanır. El-
deki deliller çoğu kez ciddi noksanlıklar taşır. Genelde yanlı ve bölük pörçük-
tür. Bazen açıklayıcı olması gerektiğinde yetersiz ve kapalı, kapalı kalacağı yer-
de de açık ve ayrıntılıdır. Bundan dolayı en açık görünen delil en kötü, en yanıl-
tıcı delil olabilir.
Tekil olayların bilimi olarak tarihsel verilerin toplamından felsefi genel-
lemelere ulaşmak mümkün müdür? Bu, tarih filozoflarının hemen hepsi tarafın-
dan denenmiş, geçmişten şimdiye ve geleceğe genel bir ilke bilgisine ulaşılma-
ya çalışılmıştır. Bu gün gelinen noktada, insanlığın yaşam serüvenini belirleyen
genel planın ne olduğu halen tam olarak belirlenmiş görünmemektedir. Belli
dönemler için doğru olan ilkenin bütün dönemler için geçerli olmadığı görül-
müştür.32
O halde tarihin rastlantılardan ve kaostan ibaret bir süreç olduğunu mu ka-
bul etmeliyiz? Böyle bir kabulün öncelikle akıl varlığı olarak insana yapılacak
en büyük haksızlık olduğunu belirtmek gerekir. Tarihin irticalen oynanan bir
dram olduğu, bu oyunda akıl varlığı olarak insana önemli bir yükümlülük veril-
diği ifade edilmektedir.33
Doğanın nedensellik yasasına tabi mekanik bir düzen içinde olduğunu bi-
liyoruz. Canlı organizmaların yapısındaki kendini onarma ve yenileme özelliği,
onları salt bir mekanik oluşum olarak görmemizi engellemektedir. Canlı orga-
nizmalar bu yaklaşımla incelendiğinde, tüm canlıların kendi içinde bir amaç
taşıdığı söylenebilir.34
İnsanlık tarihsel serüveni içinde genel amacın ne olabileceği konusunda
doğal mutluluktan ahlaki erdeme kadar çeşitli yaklaşımlar söz konusu edilmiş-
tir. Kant’a göre doğal mutluluğun insanlığın amacı olduğunu kabul etmemiz
mümkün değildir. Çünkü doğal mutluluk, güdülerden, mekanik bir evrenin yön-
lendirdiği duygulanımlardan çıkan şeydir. Oysa insan başka canlılarda bulun-

32
Bu konuda, örneğin Kant için insanlığın en büyük amacı özgürlük olarak ifade edilirken,
Hegel kolektif bilince ve Mutlak Tin’e (Tanrısal akıl) ulaşmak, Marks için de sınıfsız toplumu
oluşturmak olarak belirtilmektedir. (Geniş bilgi için bak: Doğan Özlem, Tarih Felsefesi)
33
R.G. Collingwood, Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler, s.61 vd.
34
Doğada tam bir amaçlılık bulunduğu tezini yadsıyan Kant, canlılar dünyasında bir iç amacın
gizli olduğunu belirtmekten kendini alamamıştır. (H. Ziya Ülken, Genel Felsefe Dersleri,
s.132)

43
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

mayan bir şeye, akıl denen bir yetiye sahip bulunmaktadır. İnsanın ve toplumsal
yaşamın, ancak aklın koyduğu kurallar ve hedefler doğrultusunda sürdürüldü-
ğünde anlamlı olabileceği; bunun da insanı bir ahlak varlığı olarak kabul etmeyi
gerektirdiği vurgulanmıştır.35
Akıl ve irade sahibi bir ahlaki varlık olarak amacının, özgürlük, adalet ve
eşitliğin sağlandığı erdemli bir toplum yaşamı oluşturma hedefine yönelmesi
durumunda, insanlığın tarih serüveninin aydınlığa doğru ilerlediğini söylemek
mümkün olabilir. Çağımızda bu arayışların genelde filozof olarak niteleyeceği-
miz bilge insanlar tarafından sürdürüldüğü dikkatten kaçırılmamalıdır.

Felsefe ve Psikoloji
İnsanın canlılar dünyasındaki ayırt edici özellikleri, kendine özgü var ol-
ma koşulları hem felsefenin hem de insan bilimlerinin inceleme konusudur. Her
bilim ya da bilim grubu ve her felsefe dalı, kendi ilgi alanı bakımından bir insan
tanımını öne çıkarabilir. Tanımların çokluğu insan doğasındaki karmaşık özel-
liklerden kaynaklanmaktadır.
İnsan hem fiziksel, hem biyolojik, hem psişik, hem kültürel, hem de tarih-
sel bir varlıktır. Bilimsel gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan disiplinler
yoluyla bütünüyle parçalanan aslında insan doğasının bu karmaşık birliğidir.
Doğadaki canlıların pek çoğunu ortak özellikler altında kategorik olarak
sınıflandırmak mümkün olduğu halde insanın bütünüyle kendine özgü bir dizi
özelliği bulunmaktadır. Bunların en dikkate değer olanları, geleneğe sahip ol-
maları, teknik kabiliyetleri, dış dünyaya ve içe dönük düşünme yetisine sahip
olmaları ve zekâ gibi özelliklerdir. Ayrıca bu özelliklerin bütün insanlarda farklı
boyutlarda olması da insanın özel ve öznel varlığını daha da karmaşık hale ge-
tirmektedir.
Batı dünyasında düşüncenin gelişim sürecine bakıldığında 20 yüzyılda in-
san ile ilgili olarak ilginç bir durum gözlenebilir. Her dönemde kendine özgü
temellendirme ile bir insan anlayışından söz etmek mümkün iken 20. yüzyılda
genel kabul gören bir insan anlayışından söz etmek pek mümkün görünmemek-
tedir. Üstelik bilginin, bilimin ve buna bağlı olarak teknolojik birikimin en yük-
sek noktasına ulaşılmasına rağmen.

35
Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, s.68 vd.

44
Kenan YAKUBOĞLU

İnsanın kendisi hakkında sağlam bir fikre sahip olmaması, daha doğrusu
insan hakkında tüm insanların birleştiği bir görüşün bulunmaması, başta psiko-
loji olmak üzere, tüm insan bilimleri ve felsefenin önemli bir sorunu olarak ka-
bul edilmiştir.36 Böyle bir ortak kabulün olmayışında farklı nedenler ileri sürü-
lebilir.
20. yüzyılda insan muammasının devam etmesinin en önemli nedeni ka-
naatimizce insana ilişkin bulgulardan kaynaklanmaktadır. İnsanın birçok farklı
uzmanlık alanına ayrıştırılarak incelenmesi ve her uzmanlık alanının kendi araş-
tırmalarında farklı mesafeler alması, insana ilişkin bulguları ortak bir tanıma
imkân vermeyecek ölçüde karmaşık hale getirmektedir. Üstelik insanın biyolo-
jik organizması konusunda en ince hücrelere ve genlere kadar bilgi edinme im-
kânı sağlanmasına karşın ruhsal ve psişik yanına ilişkin bilinmezliğin büyük
ölçüde devam etmesi de ayrı bir problemdir.
20 yüzyılda insan sorusunu ve sorununu ciddi olarak ele alan düşünür Max
Scheler bu durumu şöyle ifade etmektedir: ‘İnsan kendi kendisine hiçbir zaman
bu denli sorun olmamıştı. İnsan artık ne olduğunu bilmemekte ve bunu bilmedi-
ğini bilmektedir.’37
Tüm bu tartışma ve çözümsüzlükler arasında insanı bir bütün olarak tek
bir bilimin nesnesi haline getirme yönünde bir çabanın ortaya çıktığı görülmek-
tedir. Felsefi Antropoloji (İnsan felsefesi) olarak isimlendirilen bu disiplinin
Önemli temsilcileri arasında Nicolai Hartmann (1882-1950) ve Takiyyettin
Mengüşoğlu’nu (1905-1984) belirtmek gerekir.
İnsan felsefesi, çeşitli bilimlerinin farklı uzmanlık alanlarına ayrıştırarak
inceleme konusu yaptığı insanı bütün olarak kavrama etkinliği olarak ortaya
çıkmış, bu alanda özgün çalışmalar ve eserler kaleme alınmıştır.38
Psikoloji ve fizyoloji alanında yapılan çalışmaların insanın psişik yapısı
hakkında ikna edici çözümlemelere ulaşamadığı tarihsel bir gerçeklik olarak
karşımızda durmaktadır. İşte bu noktada din ve metafizik kabuller önemli bir
olgu olarak insanın bilinmezliği içinde egemenlik kurar. Burada akıl ve bilim

36
Yüzyılımızda İnsan Felsefesi (Takiyyettin Mengüşoğlu Anısına), Hazırlayan: İoann Kçuradi,
Ankara-1997, s.67
37
Max Scheler, İnsanın Kosmostaki Yeri, (çev: Tomris Mengüşoğlu), İst-1968, s.20 vd.
38
Türkiye’de İnsan felsefesi alanında öncü düşünür olarak Takiyyettin Mengüşoğlu’nun çalış-
malarını zikredebiliriz. (Geniş bilgi için bak: Takiyyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi
Kitabevi, İstanbul-1988)

45
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

gibi nesnel bilgi yöntemleri geçerliliğini yitirir. Hatta aynı dinin inananları ara-
sına bile büyük farklılaşmalar ortaya çıkar.
Felsefenin bu noktada da insanların düşünce ve inanç farklılığını anlamayı
sağlayacak, temel ortak ilkeler oluşturmaya yardımcı olacak bir etkinlik olabile-
ceği unutulmamalıdır.

Sonuç
Düşünce tarihi bütün olarak dikkate alındığında hemen hemen her mede-
niyetin içinde felsefe etkinliğinin önemli bir yere sahip olduğu dikkatten kaç-
mayacaktır. Başka bir anlatımla, yeryüzünde kurulmuş en parlak medeniyetlerin
felsefe ile bütünleşen bilgi atmosferinde gerçekleştiğini ifade etmek abartı de-
ğildir. Bu değerlendirmenin kanıtını günümüz dünyasına bakarak da görmemiz
mümkündür.
Bilgi çağı olarak da tanımlanan yaşadığımız zaman dilimi, insanlığın
geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde bilgi ve birikim kazandığını gös-
termektedir.
Bilimin gücü insanlar arasındaki fizik mesafeyi ortadan kaldırarak büyük
yakınlaşmalar sağlamış, fakat bu gelişmeler insanlar arasında çatışmaların art-
masına engel olamamıştır.
Gerçekten de dünyamızda paradoksal bir durum gözlenmektedir. Karşılık-
lı bağımlılıklar çoğalmakta, iletişim zafer kazanmaya devem etmektedir. Dün-
yanın her yerinde doğumlar ve ölümler anında izlenebilmekte, böyle durumlar-
da gerekli olan dayanışma bilincinin insanlar arasında daha güçlü olması bek-
lenmektedir. Fakat durum bunun tam tersi yönde gelişmektedir. Kuşkusuz in-
sanlar anlama yönünde önemli kazanımlar elde etmekte; ancak dünyanın her
yerinde artarak devam eden çatışmalara bakıldığında, anlayışsızlık daha hızlı bir
artış izlemektedir.
Fizik bakımdan insanların yakınlaşması metafizik uzaklaşmaları adeta te-
tiklemekte, etnik, kültürel, dini kökenli çatışmalar yaygınlaşmaktadır. İnsanlar
arasında sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü gibi insani değerler yok olmuştur.
Yoğun bilimsel çabalara konu olan doğa ve insanın binlerce uzmanlık
alanına parçalandığı günümüz bilgi dünyasında; insan nedir? insan-doğa denge-
si nasıl kurulabilir? gibi sorulara sağlıklı çözümler üretilememesi de felsefeye
duyulan ilgisizliğin doğurduğu eksikliğinin açık göstergesi olarak düşünülebilir.

46
Kenan YAKUBOĞLU

Bilimin, içinde yaşadığımız çağın en başta gelen meşalelerinden biri ol-


ması, felsefecinin popüler kimliğine önemli bir sınırlama getirmektedir. Bunun-
la beraber, felsefenin popüler bir özne olarak insanların ilgi odağı haline gelme-
si ile insan-evren ilişkisi sağlıklı bir zeminde yeniden kurulmaya başlanacak ve
geleceğe daha umutla bakmamız mümkün olacaktır.
Dünyada genel olarak felsefe teknikleşmiş bir meslek konumuna dönüş-
müştür... Hayatımızı anlatacak, yorumlayacak, farklı açılardan anlaşılmasını
olanaklı kılıp, dönüştürecek, gönlümüzdeki bir felsefenin ardındayız. Hayatımız
böyle bir felsefeye, böyle felsefelere aç… Felsefeden kopuk, günübirlik bir ya-
şam sürdürüyoruz. Geleceğimize ilişkin fikirler ya teknik donanımlı mühendis
kafalardan, ya da medyum(!) denilen şarlatanların saçmalıklarından çıkmakta.
Düşüncelerimizdeki sığlık, darlık, yılgınlık, fanatik saplantılarımız, bir anlamıy-
la bu yüzden...

KAYNAKÇA

ASTER, Ernst Von. Bilgi Teprisi ve Mantık, (çev: Macit Gökberk), İstanbul-
1994
AYER, Alfred Jules. Dil Doğruluk ve Mantık, (çev: Vehbi Hacıkadiroğlu),
İstanbul-1998
ARISTOTELES, Nikhomakosa Etik, (çev: Saffet Babur), Ankara-1988
BAUMANN, Waltraud. ‘Dil Felsefesi’, (çev: Doğan Özlem), Günümüzde Fel-
sefe Disiplinleri, İstanbul-1997
COLLINGWOOD, R.G. Tarih Tasarımı, (çev. Kurtuluş Dinçer), Ankara-1990
COLLINGWOOD, R.G. Tarih Felsefesi Üzerine Düşünceler, (çev: Erol
Özvar), İstanbul-2000
DEIMER, Alwin. ‘Bilgi Kuramı’, (çev:Doğan Özlem), Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, İstanbul-1997
DEIMER, Alwin. ‘Felsefe’, (çev: Doğan Özlem), Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, İstanbul-1997
DEIMER, Alwin. ‘Ontoloji’, (çev: Doğan Özlem), Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, İstanbul-1997
DENKEL, Arda. Düşünceler ve Görüşler I, İstanbul-1997

47
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 25 – 49

DEMİR, Ömer. Bilim Felsefesi, Ankara-2000


GÖKBERK, Macit. Felsefe Tarihi, İstanbul-1980
GJERSTEN, Derek. Bilim ve Felsefe, (çev: Feride Kurtulmuş), İstanbul-2000
HEINEMANN, Fritz. ‘Metafizik’, (çev: Doğan Özlem), Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, İstanbul-1997
HARMAN, Willis. Küresel Zihniyet Değişimi, (çev: Muhammed Şeviker),
İstanbul-2000
HORKHEİMER, Maks. Akıl Tutulması, (çev:Orhan Koçak), İstanbul-1986
JASPERS, Karl. Felsefe Nedir, (çev: İsmet Zeki Eyüboğlu), İstanbul-1986
KANT, I., Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, (çev: İoanna Kuçuradi),
Ankara-1982
MAGEE, Bryan. Büyük Filozoflar,(çev: Ahmat Cevizci), Paradigma, İstanbul-
2000
MCLELLAN, David. İdeoloji, (çev. Barış Yıldırım), İstanbul-2005
MENGÜŞOĞLU; Takiyyettin, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul-1988
ÖZLEM, Doğan. Günümüzde Felsefe Disiplinleri, İstanbul-1997
ÖZLEM, Doğan. Bilim Tarih ve Yorum, İstanbul-1998
POYRAZ, Hakan. Dil ve Ahlak, Konya-1995
RUSSEL, Bertrand. Batı Felsefesi Tarihi,(çev: Muammer Sencer), İstanbul-
1983
SCHELER, Max. İnsanın Kosmostaki Yeri, (çev: Tomris Mengüşoğlu), İst-
1968
SUNAR, İlkay. Düşün ve Toplum, Ankara-1999
STROKER, Elisabeth. Bilim Kuramına Giriş, (çev: Doğan Özlem) Ankara-
1995
ÜLKEN, Hilmi Ziya. Genel Felsefe Dersleri, Ankara-1972
VECCHIO, Giorgio Del. Hukuk Felsefesi Dersleri,(çev: Suut Kemal Yetkin),
İstanbul-1940
WEBER, Alfred. Felsefe Tarihi, (çev: H. Vehbi Eralp), İstanbul-1949
WINCH, Peter. Sosyal Bilim Düşüncesi ve Felsefe, (çev. Ömer Demir),
Ankara-1994

48
Kenan YAKUBOĞLU

YILDIRIM, Cemal. Bilim Felsefesi, İstanbul-1979 Hacıkadiroğlu) İstanbul-


1998
Yüzyılımızda İnsan Felsefesi (Takiyyettin Mengüşoğlu Anısına), Hazırlayan:
İoanna Kçuradi, Ankara-1997

49

You might also like