You are on page 1of 152

Ahmet Taner Kışlalı

Siyasal Sistemler
Siyasal Uzlaşma ve Çatışma

İçindekiler

Birinci Baskıya Önsöz

BİRİNCİ BÖLÜM: SİYASAL ÇATIŞMA

BİRİNCİ KISIM: SİYASAL ÇATIŞMADA ARAÇLAR


1. Şiddete Dayalı Olmayan Araçlar
a) Para
b) Sayı ve Örgüt
c) Kitle İletişim Araçları
2. Şiddete Dayalı Araçlar ve Yöntemler
a) Toplumsal Güçlerin Kullandığı Şiddet
b) Siyasal İktidarın Kullandığı Şiddet
c) Şiddetin Psikolojisi
ç) Terörizmin Sosyolojisi

İKİNCİ KISIM: İNANÇ SİSTEMLERİ VE SİYASAL ÇATIŞMA


1. Din ve Siyaset
a) Hıristiyanlık
b) Müslümanlık
c) Laiklik
2. Çağdaş İdeolojiler
a) Liberalizm
b) Sosyalizm ve Komünizm
c) Demokratik Sol - Sosyal Demokrasi
ç) Tutuculuk ve Faşizm
d) Milliyetçilik
e) Kemalizm

ÜÇÜNCÜ KISIM: SİYASAL DEĞİŞME VE DEVRİM


1. Etkenler ve Öncüler
a) Değişmede Belirleyici Etkenler
b) Toplumsal Sınıflar ve Seçkinler
c) İktidarın El Değiştirmesi
2. Devrim Sosyolojisi
a) Devrimci Düşünce ve Eylem
b) Devrim ve Karşı-Devrim
İKİNCİ BÖLÜM: SİYASAL UZLAŞMA

BİRİNCİ KISIM: KAMUOYU VE PROPAGANDA


1. Kamuoyunun Oluşumu
a) Araçlar ve Aracılar
b) Süreçler ve Propaganda
2. Farklı Toplumlarda Kamuoyu ve Propaganda
a) Çoğulcu Sistemlerde Kamuoyu
b) Tekilci Sistemlerde Kamuoyu
c) Geri Kalmış Ülkelerde Kamuoyu

İKİNCİ KISIM: SİYASAL KATILMA VE SEÇİMLER


1. Siyasal Katılma
a) Katılmanın İşlevi, Biçimi ve Düzeyi
b) Katılmayı Belirleyen Etkenler
2. Seçim Sosyolojisi
a) Oy Vermede Rol Oynayan Etkenler
b) Seçme ve Seçilme Eşitliğini Bozan Nedenler

ÜÇÜNCÜ KISIM: SİYASAL SİSTEMLER


1. Çoğulcu Sistemler
a) Demokrasi Kuramı
b) Siyasal Demokrasi
c) Sosyal Demokrasi
2. Tekilci Sistemler
a) Diktatörlük Kuramı
b) Marksist Rejimler
c) Faşist Rejimler
3. Geri Kalmış Ülke Sistemleri
a) Geri Kalmışlığın Nedenleri ve Özellikleri
b) Azgelişmiş Demokrasiler
c) Tek Partili Rejimler
ç) Askeri Diktatörlükler

Seçilmiş Kaynakça

Birinci Baskıya Önsöz

Bu kitap, giriş niteliğindeki Siyaset Bilimi kitabımın bir anlamda devamını oluşturuyor.
Birinci kitapta, siyasal yaşamı oluşturan öğeler ele alınmıştı. Burada ise söz konusu olan,
doğrudan siyasal yaşamın kendisi.
Her siyasal sistem, aynı zamanda çatışmayı ve uzlaşmayı içerir. Açık ya da kapalı,
yumuşak ya da sert, çatışmanın olmadığı yerde uzlaşmadan söz edilemez. Her uzlaşma
mutlaka bir çatışmanın ürünü olduğu gibi; her çatışma da, çok katı ve acımasız bir
görünüm altında olsa bile, mutlaka gelecekteki uzlaşmanın tohumlarını taşır. En katı baskı
rejimleri bile, belirli bir "enaz" (asgari) düzeyde uzlaşmaya dayanırlar. Toplumsal güçler
arasında hiçbir uzlaşmanın olmadığı yerde, siyasal sistem de olmaz.
Kitabın, "siyasal çatışma"nın çözümlemesine ayrılan birinci bölümünde, sırasıyla,
siyasal çatışmada araçlar, çalışmada rol oynayan inanç sistemleri, siyasal değişme ve
devrim olgusu ele alınıyor. "Siyaset Bilimi" kitabımın ilk baskısında da bu başlıklar vardı.
Ama bu kez birçok konu -Türk siyasal yaşamındaki gereksinmeler nedeniyle-
genişletilirken, yeni alt başlıklar da eklendi: Laiklik, sosyal demokrasi, Kemalizm gibi...
Hıristiyanlık, Müslümanlık, liberalizm, sosyalizm ve milliyetçilikle ilgili bölümlere -geniş
sayılabilecek- ekler yapıldı. Bu arada "Türk milliyetçiliğinin kökenleri" ne de özellikle
eğilmek gereği doğdu, "iktidarın el değiştirme" süreci, "Siyasal Değişme ve Devrim"
kısmına, ayrı bir alt başlıkla eklendi. Bu arada, "ihtilal, reform ve devrim" kavramlarına
netlik getirilmeye çalışıldı.
"Siyasal Uzlaşma" başlığını taşıyan ikinci bölüm; kamuoyu ve propaganda, siyasal
katılma ve seçimler gibi konulara eğildikten sonra, kitabın da amacı olan bir sentezle
sonuçlanıyor: "Siyasal Sistemler." Daha önce ele alınan konuların hepsi, bir anlamda bu
sentezin hazırlığı da sayılabilir. Doğu Avrupa'da Marksist rejimlerin geçirmekte oldukları
köklü değişimler başta olmak üzere, dış ve iç siyasetin ortaya çıkardığı yeni
gereksinmelerle, bu bölümü de, neredeyse yeni baştan ele almak gereği doğdu. "Geri
Kalmış Ülke Sistemleri" genel başlığı altında, bu kez "Askeri Diktatörlükler" de ayrıca yer
aldı.
Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime, beni özendiren
meslektaşlarımdan, çalışmalarımın tanıtılmasına ve duyurulmasına yardımcı olan basın
mensubu dostlarıma kadar, bu oluşuma katkıda bulunan herkese, yürekten teşekkür
ederim. Kitaptaki eksikliklerin giderilmesine katkıda bulunacağına inandığım eleştiriler ise,
kuşkusuz ki beni çok sevindirecektir.

Ahmet Taner KIŞLALI


Ankara, 10 Şubat 1991

BİRİNCİ BÖLÜM
Siyasal Çatışma

Siyasal uzlaşma, ancak belirli bir savaşımın, çatışmanın sonunda ortaya çıkar.
Uzlaşmayı belirleyen öğe, güçler arasındaki dengedir. O dengenin oluşumuna olanak
veren siyasal çatışma ise, tarafların ellerindeki savaşım araçlarını incelemeden
anlaşılamaz. Ama kullanılan araçlar ve yöntemler ne olursa olsun, her siyasal çatışma,
aynı zamanda inanç sistemleri arasındaki bir çatışmayı da içerir. Siyasal değişme ise,
siyasal çatışmayı izleyen bir süreçtir. Değişmenin belirli bir aşamasında da, devrim
olgusuyla karşılaşılır.

BİRİNCİ KISIM
Siyasal Çatışmada Araçlar

Siyasal çatışmada kullanılan araçları, şiddete dayalı olanlar ve şiddete dayalı olmayanlar
biçiminde ikiye ayırarak inceleyebiliriz. Para, sayı ve örgüt, kitle iletişim araçları ikinci
gruba girerler. Siyasal çatışmada amacına ulaşmak için yumruktan, sopadan başlayarak
en gelişmiş silahları ve en gelişmiş şiddet yöntemlerini kullanmaya insanların niçin
başvurduklarını incelemek ne kadar ilginçse, şiddet yolunun sonuçlarına eğilmek de o
ölçüde önemlidir. Bu vesileyle, siyasal yaşamdaki araç-amaç ilişkisine de değinmiş
olacağız.

1. ŞİDDETE DAYALI OLMAYAN ARAÇLAR

Çoğulcu demokrasinin, sermaye ile emek arasındaki dengeyi hedeflediğini, iki tarafa
eşit katılma olanakları sağladığı ölçüde sağlıklı işleyebileceğini öne sürenler vardır. Bu
savaşımda para işverenin, sayı ve örgüt ise işçinin gücünü oluşturur. Kitle iletişim
araçlarına ise, işçi ve işveren dahil, tüm toplum kesimlerinin gereksinmesi bulunur.
Özellikle demokratik rejimlerde, farklı çıkar ve görüşlerin ağırlık kazanmasında, siyasal
kararları etkilemesinde, kitle iletişim araçlarının önemi büyüktür.

a) Para

1848'lerin Fransasında Lamennais şöyle haykırıyordu: "Konuşabilmek hakkını


kullanabilmek için altın gerekiyor, hem de çok altın. Biz ise yeterince varlıklı değiliz.
Yoksullara susmak düşüyor.!" O dönemde, düşünceleri yaymanın hemen tek yolu yazılı
basındı. Gazete çıkarmak ve çıkan gazeteyi yaşatabilmek için gerekli parasal kaynaklara
sahip olmayanlar açısından, düşüncelerini savunabilmenin zorluğu bu cümlelere
yansımıştı.
Paranın siyasal çatışmadaki önemi yadsınamaz. Para, kitle iletişim araçlarını
etkilemenin ya da onları doğrudan ele geçirmenin yolu olduğu gibi, ülkeyi yönetenleri ve
o yönetenleri seçenleri doğrudan etkilemenin de olanaklarını sağlar.
Paranın sadece, ticaretin ve sanayinin egemen olduğu çağdaş toplumlarda siyasal
yaşamı etkilediğini sanmak aldatıcıdır. Kapitalizmden önceki dönemlere gidildiğinde de,
servet sahiplerinin siyasal ağırlıklarının fazlalığı açıktır. Ama derebeylik döneminde,
topraksoylular servetin önemini açıktan vurgulamaktan, onu ön plana çıkarmaktan
hoşlanmıyorlardı. Silahı, iyi dövüşmeyi, silahlı güçlere sahip olmayı, siyasal güç kazanma
açısından daha önemli sayıyorlardı. Oysa yeterli serveti bulunmayanların kaleleri,
şövalyeleri, dolayısıyla da siyasal etkileri olamazdı.
Ticaret ve sanayinin ekonomiye egemen olmasıyla birlikte, servete açıktan verilen
önem de arttı. Para ön plana çıkmaya başladı. Zamanla, parası olanlar kendi görüş ve
çıkarlarını savunanların adaylığını destekleyip, onların seçim masraflarını karşıladılar.
Seçilmiş olanları, servetin sağladığı olanaklarla etkilemeye çalıştılar. Kamu
bürokrasisindeki işlerini gördürmek için benzer yollar kullandılar. Kitle iletişim araçlarını
kullanarak halka da etki yapmayı istediler. Hatta kendi görüşlerine uymayan hükümetler
işbaşına geldiğinde, hükümetleri ekonomik açıdan güç duruma düşürecek, başarısız gibi
gösterecek yolları denediler.
Türkiye'nin en geri kalmış bölgelerinde, eski toplumsal yapının henüz tamamen
çözülmediği ortamlarda, büyük toprak sahiplerinin siyasal etkileri çarpıcıdır. Servete ek
olarak, kuşaklar boyu süren servetin sağladığı saygınlık, onlara büyük bir siyasal ağırlık
kazandırmıştır. Çağdaş toplumlarda seçmen davranışları genellikle istikrarlı olduğu halde,
"ağa"nın parti değiştirmesiyle birlikte oyların yönünün büyük ölçüde değiştiği bölgeler,
giderek azalmakla birlikte vardır.
Para, etkisini, basit seçmenden başlayarak en yüksek karar sahiplerine kadar
gösterebilir. Servet sahipleri, gazetelere yalnızca ürünlerini satmak için reklam vermezler.
Gün olur, kendi düşüncelerini satmak için de reklam verirler. Hatta gazete sayfalarını
kiralayarak, paralı ilanlar yoluyla hükümete bile savaş açabilirler. Amerikan geleneği olan
bu yöntemin örnekleri, 1979 yılı ilkbaharında kendi toplumumuzda bile görülmüştür.
Para silahı, belirli partilere veya belirli siyaset adamlarına destek sağlamak için de
kullanılabilir. Parti kurmak, tüm yurda yayılan bir örgüt oluşturmak, pahalı seçim
kampanyalarını yürütmek için ciddi parasal kaynaklara gerek vardır. Kişiler ya da çıkar
grupları, para yardımı yaparken elbette ki kendi çıkarlarına göre hareket ederler. Bu
nedenle de, servet ve sermaye sahibi kişilerin görüşlerine yakın olan partiler kolaylıkla
parasal destek sağlayabilirken, sol eğilimli partiler üyelerinin ödentileri sayesinde bu
eksikliklerini gidermeye çalışırlar.
Para yardımını yapanın, sonunda bunun karşılığını istememesi beklenemez. Bunun bir
adım ötesi ise, kişisel rüşvete girer, isteğe uygun bir kararın çıkması için verilecek rüşvet
herhangi bir kamu görevlisine olabildiği gibi, bir milletvekili ya da bakana da olabilir.
Bakanlara kadar uzanan skandallara yalnız geri kalmış ülkelerde değil, köklü demokratik
geleneklere sahip, gelişmiş ülkelerde de rastlanabilmektedir. Kapalı baskı rejimlerinde ise,
bu tür rüşvet olaylarının gizli kalması daha kolay olduğu için, daha sıklıkla başvurulması
olasılığı yüksektir.
Yasama organındaki çok önemli bir oylamayı etkilemek, bir hükümeti düşürmek, ya da
başka eğilimlerde bir hükümet oluşumunu kolaylaştırmak için de para doğrudan bir silah
olarak kullanılabilir. Oylamaya katılmayacak veya partisinden istifa ederek başka bir
partiye geçecek milletvekilinin çok şeyi değiştirebileceği ortamlar vardır.
Marksistlerin önemli bir kısmı, para kimde ise siyasal iktidarın da onda olacağı
görüşündedir. Bu nedenle de, kapitalist bir sistem içinde gerçek bir demokrasinin var
olamayacağı inancını savunurlar. Kapitalist kuramcılar ise, paranın siyasal etkisini doğal
ve hatta sağlıklı saymak eğilimindedirler. Çalışkan ve yetenekli olan herkes para
kazanabilir ve siyasal yaşamda etkili olabilir. En akıllı, en çalışkan, en yeteneklilerin bu
yoldan etkisinin artması ise toplumun yararınadır. Serbest rekabete dayalı düzenin
erdemleri elbette ki siyasete de yansıyacaktır.
Para silahını dengeleyecek diğer araçları hemen sonra göreceğiz. Ama servet sahibi
olmanın akıl, bilgi, yetenek ve çalışkanlığa bağlı bulunduğu görüşünün gerçekleri her
zaman yansıtmadığını vurgulamak gerekir. Kapitalizmin oluşum dönemi için geçerli
olabilecek bu sav, giderek koşullara ters düşmüştür. Babalarından servet devralanlarla,
işe sıfırdan başlayanlar arasında da bir serbest rekabetin var olamayacağı anlaşılmıştır.

b) Sayı ve Örgüt

Nasıl ki para; servet sahiplerinin, işveren kesimlerinin siyasal mücadeledeki en önemli


silahı ise, sayı ve örgüt de işçilerin ve onun da ötesinde geniş halk kitlelerinin gücünü
oluşturur. Serveti olan her kişi, tek başına bile siyasal yaşamda etkili olabilir. Ama ücretli
ya da dar gelirli toplum kesimlerinin siyasal yaşamda ağırlık taşıyabilmeleri, sayılarına ve
örgütlenme düzeylerine bağlıdır. Teker teker hiçbir ağırlık taşımayan bu kişiler, kalabalık
örgütler oluşturduklarında siyasal kararları etkileyebilirler. Hatta kendilerinden yana
siyasal iktidarların ortaya çıkmasını sağlayabilirler.
Çoğulcu bir demokraside para işveren için ne ise, örgüt de işçi için odur. Sağlıklı bir güç
dengesinin oluşabilmesi, iki tarafın da elindeki mücadele aracını eşit koşullarda
kullanmasına bağlıdır. Paranın siyasal amaçla kullanılmasına kapıları açarken,
örgütlenmeye sınırlar getirirseniz, denge bozulur. Servet sahipleri siyasal yaşamda ağır
basmaya başlarlar. Çıkarlarını ve görüşlerini yeterince savunamayan toplum kesimleri ise
bunalıma itilmiş olur. Toplum çalkantılara gebe hale gelir.
Varlıklı toplum kesimlerinin oluşturdukları kadro partileri, az sayıda üyeden oluşan
komitelere dayanıyordu. Çünkü birkaç topraksoylu ya da kentsoylunun bir araya
gelmesiyle, partinin masraflarını karşılamak olanaklıydı. Oysa benzeri bir olanağı
kendilerinden yana partilere sağlayabilmeleri için, onbinlerce dar gelirlinin küçük
ödentilerinin üst üste konması gerekiyordu.
Sendikalar ve kitle partileri, emekçi ve dar gelirli kitlelerin siyasal yaşamdaki
ağırlıklarının artmasında iki önemli aşamayı oluşturmuştur. Grev ve toplu sözleşme hakkı
sendikaların, oy hakkının genişlemesi ise, kitle partilerinin gücünü arttırmıştır.
Sendikaların ve benzeri meslek örgütlerinin partilerle doğrudan ilişki kurmalarıyla da, para
gücünün karşısına bir sayı ve örgüt gücü çıkmıştır. Çoğulcu demokrasiler işte bu dengenin
üzerinde durabilmektedirler. Özgürlükler bu denge ölçüsünde gerçeklik
kazanabilmektedir.
Sayı ve örgüt gücü, savaş teknolojisinin çok geri olduğu, teke tek çarpışmanın
savaşların sonucunun belirlenmesinde baş rolü oynadığı dönemlerde, uluslararası siyaset
alanında çok önemliydi. Ama kitlelerin asker olarak önem taşıdığı o dönemlerde, sayısal
çokluk iç siyasette fazla bir ağırlığa sahip değildi. Siyasal çatışma, hemen yalnızca
seçkinler arasında oynanan bir oyun gibiydi. Zamanla savaş teknolojisi geliştikçe sayının
dış siyasetteki önemi azalırken, tersine iç siyasetteki önemi arttı. Tüm yurttaşlara eşit oy
hakkının tanınmasıyla da, bu önem doruk noktasına vardı.
Bir görüşe göre; her bireyin tek oya sahip olduğunu bir siyasal rejimde, sayı gücü para
gücünden daha büyük ağırlığa sahip olmaktadır. Sağcı hükümetler bile, iktidarlarını
koruyabilmek için geniş halk kitlelerinin istem ve eğilimlerine öncelik tanımak zorundadır.
Karşıt görüş ise, halkı etkileyecek kitle iletişim araçlarının para sahiplerinin denetiminde
olduğunu, bu nedenle de oyların onların çıkarları doğrultusunda yönlendirileceğini
savunmaktadır.
Geniş halk kitlelerinin yeterince bilinçli ve örgütlü olmadıkları ortamlarda, para
gücünün siyasal çatışmada belirleyici olması beklenebilir. Ancak, sendika, kooperatif,
dernek ve nihayet siyasal partiler aracılığıyla örgütlenmiş, küçük ödentilerin biraraya
gelmesiyle belirli bir parasal güç oluşturmuş kitleler söz konusu olduğunda durum
farklıdır. Sayısal çokluk, ancak bilinçli ve örgütlü olduğunda toplumsal ve siyasal bir güce
dönüşür. Yoksa, örneğin tek işveren karşısında tek işçinin, tek tüccar karşısında tek küçük
çiftçinin hiçbir ağırlığı olamaz. Siyasal çatışmanın yalnızca seçkinler arasında geçtiği
dönemlerde, bilinçsiz kalabalıkların zaman zaman kendiliğinden oluşan ayaklanmaları
bile, onlar lehine hemen hiçbir şeyi değiştirmemiştir.
Sayı mı yoksa örgüt mü daha önemlidir? Bu soruyu, örgütsüz çokluğa karşı örgütlü
azlığın daha etkili olacağı biçiminde yanıtlayabiliriz. Bunda birincinin bilinçsiz, ikincinin
bilinçli olmasının da rolü büyüktür.
Günümüz toplumlarında, kitleler örgütlendikçe varlıklı toplum kesimleri de örgütlenmek
gereğini duymaktadır. Örgütlenenin siyasal yaşamda daha etkili olduğunun görünmesi,
örgütlenmemiş toplum kesimlerini de örgütlenmeye zorlamaktadır. Siyasal çatışma, artık
örgütlerarası bir çatışmadır.

c) Kitle iletişim Araçları

Demokratik olsun olmasın, bir rejimde etkili olmak isteyen siyasal güçler açısından,
kitle iletişim araçları her zaman büyük önem taşır. Çoğulcu bir demokraside, halkın genel
çıkarlarının ekonomik gücü elinde bulunduran azınlığın özel çıkarlarına feda edilmemesi,
kitle iletişim araçları üzerinde ikincilerin doğrudan ya da dolaylı bir denetim tekeline sahip
bulunmamasına bağlıdır. Paranın sayıya, ya da başka bir deyişle sermayenin emeğe
egemen olmaması, kitle iletişim araçlarının konumuna bağlıdır.
Düşünce özgürlüğü, düşüncelerini yayabilme olanakları bulunmadığı zaman fazla bir
anlam taşımaz. Siyasal güçlerin, kitlelere ulaşabilmek, kendilerine yandaş bulabilmek için
kullanabilecekleri araçların sayısı, günümüzde üçtür: Yazılı, sözlü ve görüntülü basın; yani
gazeteler, radyo ve televizyon. Örneğin büyük açıkhava toplantıları, daha önceden bunlar
aracılığıyla ortam hazırlanmadıkça ve daha sonra gene bunlar aracılığıyla
değerlendirilmedikçe fazla bir anlam taşımayabilir. Yapsalar bile, etkileri geçici olur.
Kapalı baskı rejimlerini bir kenara bırakırsak; çoğulcu bir demokrasi, yalnız birbirinden
farklı partilerin bulunmasını değil, kitle iletişim araçlarının da birbirinden farklı ellerde
olmasını gerektirir. Çoğulculuk, kamuoyunu oluşturacak araçların da çoğulcu olmasını
gerekli kılar. Bunlar üzerinde devletin tekeli olduğunda açık bir baskı rejimi söz konusu
iken, özel kişilerin tekeli oluştuğunda örtülü, dolaylı bir baskı rejimi akla gelebilir.
Demokrasi sadece görünüşte kalır. Yeni düşüncelerin yayılması, yeni toplumsal güçlerin
siyasal yaşamda ağırlığını duyurması zorlaşır.
Demokratik bir toplumda her isteyen gazete çıkarabilir. Ama gelişen teknolojinin
gerekleri başta olmak üzere, birçok koşul, böyle bir girişimi her geçen gün daha pahalı
kılmaktadır. Georges Burdeau'nun da dediği gibi; "Sermayesi olanlar düşünceleri
seçebilirler, ama düşünceler sermaye bulamazlar." Dar gelirli toplum kesimleri, biraraya
gelerek belirli bir sermaye oluştursalar bile sorun çözülmüş sayılmaz. Çünkü günümüzde
bir gazetenin satış fiyatı, onun maliyet fiyatının çok altındadır. Demokratik ülkelerde
gazeteler özellikle özel ilanlar ve reklamlar sayesinde yaşar ve kazanç sağlarlar. O
reklamları verenler çoğunlukla özel girişimlerdir. Onlar da, kendi çıkarlarına ters
düşünceleri savunan yayın organlarını desteklemek istemezler.
Serbest rekabete dayalı böyle bir iletişim ve haber alma sisteminin ne sonuç verdiğini
Duverger şöyle özetliyor: "Çoğulcu bir rejimde kitle iletişim araçları devlet karşısında
özgürdür, ama para karşısında özgür değildir. Kapitalist iletişim, normal zamanda
yurttaşları uyutmak, galeyan halinde olduklarında da onları kışkırtmak eğilimindedir. Oysa
normal zamanda yurttaşları uyanık tutmak, kızgınlığa kapıldığında da yatıştırmak
gerekir."
Sermaye sahipleri, ya doğrudan kendileri gazete çıkarabilir, ya da özel ilanlar yoluyla
gazeteleri etkilemeye çalışabilirler. Kendileri gazete çıkardıklarında, bu siyasal amaçlı
olabileceği gibi, ticari amaçlı da olabilir. Bazı örnekleri Türkiye'de, de görüldüğü gibi,
yüksek tirajlı gazeteleri satın alarak, onları kamu yönetimi üzerinde bir baskı aracı gibi
kullanıp kendi ekonomik girişimlerini daha rahatlıkla yürütmeyi de deneyebilirler.
Birçok batılı ülkede ve bu arada Türkiye'de de, basında belirli bir tekelleşme eğiliminin
göze çarptığını söyleyebiliriz. Tekelleşme olmadan da yazılı basın sermaye çevrelerinin
etkisine bu ölçüde açıkken, bir tekelleşmenin durumu daha da ağırlaştırdığı, çoğulcu
demokrasi açısından tehlike yarattığı savunulabilir. Ama bu gelişmeyi dengeleyebilecek
başka süreçler gözden uzak tutulmamalıdır.
Bütün yüksek tirajlı yayın organları tek elde toplanmadıkça, aralarında belirli bir
rekabet olacak ve büyük kitle örgütlerinin etkinliklerine ve düşüncelerine ister istemez
belirli bir önem verilecektir. Örneğin milyonlarca yandaşı bulunan bir sol partinin
düzenlediği büyük bir açıkhava toplantısına gereken ilgiyi göstermeyen büyük bir yayın
organının, o eğilimdeki okuyucusunu uzun süre koruyabilmesine olanak yoktur.
Sol eğilimli, yüksek tirajlı bir gazeteye işveren çevrelerinin ilan vermeyecekleri iddiası
da tartışmalıdır. O gazete tirajı oranında ilan atamayabilir, ama onun okuyucu kitlesine
malını satmak isteyen sermaye çevrelerinin onu tümden yok sayması da olanaksızdır. Öte
yandan, parasal baskılarla bir gazetenin yayın siyasetini değiştirmenin beklenen sonucu
vermediğini kanıtlayan birçok örnek gösterebiliriz. Yayın organının yönünde yapılan hızlı
ve köklü değişiklikler, okuyucunun bilinci ölçüsünde tiraj kaybına neden olur. (12 Mart
döneminde Cumhuriyet Gazetesi ve 12 Eylül döneminde de YANKI Dergisi bu tür yönetim
ve doğrultu değişikliği geçirdiğinde, tirajlarmdaki hızlı farklılaşma çarpıcı olmuştur.)
Demokrasilerde yurttaşların doğru seçim yapabilmeleri, doğru bilgi edinmelerine
bağlıdır. Yazılı basının yüksek tiraj ve çok kazanç peşinde koşarken bu işlevi yeterince
yerine getirememesi beklenebilir. Önemsiz bir cinayet, bir film ya da sahne sanatçısının
özel yaşamı, falanca ülke prensesinin çocuk yapması, geniş kitlelerin ilgisini çekmek için
şişirilerek, büyük fotoğraflar ve başlıklarla verilebilir. Halkın sevinç ya da kızgınlıkları,
gene aynı amaçla kışkırtılabilir. Hiç yoktan siyasal kahramanlar yaratılabilir. Verilen
bilgilerle halka bir tür çocuk muamelesi yapılabilir. Bu, bazılarının öne sürdükleri gibi,
bilinçli ve kasıtlı bir uyutma taktiğinin değil, daha çok okuyucu ve kazanç sağlama
arayışlarının sonucudur. Bunu dengeleme görevini de, genellikle radyo ve televizyon
yayınları üzerinde güçlü bir etkiye sahip bulunan devlet yüklenir.
ABD dışında, radyo ve televizyon yayınlarının da tümden özel kesimin elinde bulunduğu
bir ülke yoktur. Kamunun elindeki radyo ve TV ile özel kişi ve kuruluşların elindeki yazılı
basın çok zaman bir denge oluşturur. Böyle bir denge içerisinde, yanıltıcı bir haber
siyaseti izleyen yayın organının etkisi azalacaktır. Örneğin Demokratik Parti iktidarı 1954-
60 yılları arasında radyoyu fazla tek yanlı kullandığında, bu güçlü silahın zamanla işlemez
hale geldiği görülmüştür. Buna karşılık, siyasal iktidarın etkisine büyük ölçüde kapalı,
özerk bir kamu kuruluşu konumundaki İngiliz BBC radyo ve televizyonu çok büyük bir
etkiye ve saygınlığa sahiptir. Sezer Akarcalı'nın da vurguladığı gibi; 2. Dünya Savaşı
sırasında, "Almanya, savaşın başlarındaki ilerlemesi yenilgiye dönmeye başlayınca, moral
yükseltmek için abartılı haberleri ön plana çıkarınca, Alman halkının savaş hakkında
doğru haberler alabilmek için BBC'yi dinlediği bilinmektedir."
Kitle iletişim araçları üzerindeki sıkı denetim çağdaş baskı rejimlerinin en büyük
özelliklerinden birisini oluşturur. Ama güdümlü bir basının ilginçliği ve dolayısıyla da etkisi
kendiliğinden azalır. Almanya'da Nazilerin iktidarının ilk yıllarında gazete satışlarındaki
büyük düşüşler dikkati çekmişti. Türkiye'de de, yarı askeri yönetimlerden demokrasiye
geçişlerde hep tirajlarda yükselişler oldu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama hemen her
iktidar, elindeki olanakları kullanarak basını denetlemek, yönlendirmek ister. Yandaş
basına yardım, muhalif basına baskı eğilimleri gene 1954-60 döneminde Türkiye'de çok
belirgindi. Kâğıt ve matbaa mürekkebi tahsislerinde, resmi ilanların denetiminde yanlı
davranılması yetmeyince, hukuksal baskı yollarına başvurulmuş, ama beklenen sonuç
elde edilememişti. Hapse giren gazeteci sayısı arttıkça, halkın resmi bilgilere güveni de
azalmıştı.
Nazi rejiminin propaganda sorumlusu Göbbels, "Hıristiyanlık etkili, çünkü iki bin yıldır
aynı şeyi tekrarlıyor" demişti. Kapalı rejimlerin tek merkezden yönetilen yayınları tatsızdır,
ama belirli bir ölçüde etkilidir. Hep aynı şeyi duyan insanlar, giderek onun dışında bir
doğrunun bulunabileceğini bile unuturlar. Böylece, düşünen kafaların oluşturduğu çok
küçük bir azınlık dışında, büyük çoğunluğun beyni yıkanabilir. Bu nasıl ki o sistemin
mantığı gereğiyse, çoğulcu bir kitle iletişimi de özgürlükçü demokrasinin mantığı
gereğidir.
Demokratik toplumlar, içte haber kaynaklarının çoğulculuğunu sağlıklı bir kamuoyu
oluşumunun vazgeçilmez koşulu sayıyorlar. Oysa uluslararası kamuoyunun oluşumunda
birkaç dev haber ajansının tekelinin söz konusu olmaya başladığı, özellikle bir kısım geri
kalmış ülke tarafından öne sürülüyor. Uluslararası haber akışının bazı büyük devletlerin
yararına olarak zaman zaman yanlı bir biçimde yürümesine karşı çözümler aranıyor.
"Dördüncü güç" sayılan kitle iletişim araçlarının, önemini günümüzde de koruduğunu
ve hatta arttırdığını söyleyebiliriz. Çünkü çağdaş toplumda insan birbirinden kopuk
parçalar gibidir. Bu nedenle de çok daha kolay etkilenebilir bir konumdadır; dolayısıyla da
kitle iletişim araçlarının etkisine karşı çok daha korumasızdır.
Konuyu noktalamadan önce, bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Kendi yayın
organında kendi çıkarlarını doğrudan savunmak yerine, bağımsız görünen bir yayın
organını aynı amaçla kullanmak genellikle daha etkilidir. Basını para ile denetlemek,
çağdaş tarih boyunca hep denenmiştir. (Örneğin Abdülhamit II'nin Paris'te yayınlanan 17
gazeteye el altından para dağıttığını biliyoruz. Amaç, hakkında olumsuz yazı yazılmasını
engellemekti, içerde devlet zoru ile sağladığını, dışarda para gücü ile sağlamıştı.)
2. ŞİDDETE DAYALI ARAÇLAR VE YÖNTEMLER

Tarih boyunca şiddet, siyasal çatışmanın yaygın bir aracı olmasaydı, şatolara, kalelere
gerek kalmaz, sarayların etrafı yüksek duvarlar ve surlarla çevrilmezdi. Devletin amacı
şiddeti yok etmek değil, şiddetin yurttaşlarca birbirlerine ve devlete karşı kullanılmasını
önlemektir. Devlet, gerektiğinde şiddete başvurmak tekelini elinde tutmak ister. Ama
şiddet olanaklarını yitirirse, otoritesini ve etkisini de yitireceğini bilir.
Toplumsal güçlerin birbirlerine, halka ve siyasal iktidara karşı kullandığı şiddetle,
siyasal iktidarın onlara ve halka karşı başvurduğu şiddeti birbirinden ayırarak
inceleyeceğiz. İnsanları "şiddet" kullanmaya iten nedenler sadece toplumsal değil, aynı
zamanda ruhsaldır. Aynı koşullar içinde bulunan bazı bireyler şiddete başvururken,
bazıları tepkilerini başka yollardan göstermeyi seçerler. "Şiddetin Psikolojisi" bu nedenle
konumuz açısından önem kazanıyor.
"Siyasal şiddet" denince hemen akla "terörizm" gelir. Terörizmin anlamını, amacını,
türlerini, nedenlerini ve "terörizme karşı" savaşımı da son bölüm olarak ele alacağız-

a) Toplumsal Güçlerin Kullandığı Şiddet

Tüm siyasal rejimlerin istikrarı, siyasal iktidarın toplumdaki güç dengesini iyi
yansıtmasına bağlıdır. En büyük toplumsal güçlerin temsilcileri iktidarda olduğu zaman,
devlet otoritesinde bir boşluk ve rejimde de ciddi bir zayıflık söz konusu olmaz. Tersi bir
durumda ise, iktidarın dışında kendisinden daha büyük bir güç bulunacağı için, iktidar
otoritesini tüm topluma kabul ettirmekte güçlük çeker. Bir bunalım başlar.
Toplumdaki güç dengesi durağan değil, değişken olduğu için, değişen güç dengesine
bağlı olarak iktidarın el değiştirebilmesi, ya da yükselen toplumsal güçlerin güçleri
oranında iktidarı etkileyebilmeleri gerekir. Rejimin iktidara ulaşmak ve siyasal kararları
etkilemek için koyduğu kurallar buna elveriyorsa, güç dengesinin değişmesinin yarattığı
bunalım rejim içinde kalır. Siyasal iktidar, yeni dengeleri yansıtacak biçimde el değiştirir.
Ama rejim bu yolu tıkamışsa, siyasal iktidarın dışında daha büyük bir güç ya da güçler
birliğinin oluşmasına karşın, rejimin çerçevesi bu yeni durumun siyasal iktidara
yansımasını engelliyorsa, bunalım rejim üzerine kayar. Barışçı yollardan elde edilemeyen
çözüm, şiddete dayalı yöntemleri gündeme gelirir. Yükselen yeni güçlerin iktidarını
sağlayacak yeni bir rejim kurulur.
Değişen toplumsal güç dengesine bağlı olarak siyasal iktidarın el değiştirmesine olanak
veren rejim, sağlam ve istikrarlı bir rejimdir. Toplumsal barış, güçler dengesinin siyasal
iktidara yansımasına bağlıdır. Güçler dengesindeki değişme, siyasal iktidarın el
değiştirmesini gerektirecek ölçüde olmayabilir. Ama gelişen her toplumsal güce, gücü
oranında siyasal iktidarı etkileme olanağı tanımayan bir rejim, toplumsal barışı ve giderek
siyasal istikrarı bozacak tohumları içinde taşıyor demektir.
Seçim, güçler dengesinin belirlenmesinde başvurulan barışçı bir yoldur. Seçimler bu
amaca hizmet etmekten uzaklaştıkça, barışçı olmayan araç ve yöntemler de devreye
girer Barışçı araçlar etkisini yitirdikçe, şiddete dayalı araçlar, güçler dengesinin siyasal
iktidara yansıtılmasında daha çok kullanılmaya başlanır.
Gelişmiş silahları büyük ölçüde devlet tekelinde bulunduğu çağdaş toplumlara
gelinceye kadar, toplumsal güçlerin birbirlerine veya devlete karşı şiddet kullanmaları
daha kolay ve dolayısıyla da daha çok başvurulan bir yoldu. Günümüzde bile bazı geri
kalmış ülkelerde ya da geri kalmış bölgelerde, aşiretler siyasal ve toplumsal yaşamdaki
ağırlıklarını silahlı güçleri sayesinde koruyabiliyorlar.
Çağdaş toplumlarda, devletin elindeki şiddet olanaklarının büyüklüğü, siyasal
çatışmalarda toplumsal güçlerin şiddete başvurmalarını çok zorlaştırıyor. Şiddet, ancak
tüm barışçı yolların tıkandığı, hak ve düşüncelerini savunmak ya da iktidara ulaşmak için
başka bir aracın kalmadığı inancının yaygınlaştığı ortamlarda etkili ve geçerli olabiliyor.
Eğer ordunun bir kesimi de, bu silahlı harekete destek veriyorsa, siyasal iktidarın kısa
sayılabilecek bir darbe ile el değiştirdiğine tanık olunabiliyor. Tersi durumlarda ise uzun
bir iç savaş başlıyor. Muhalefetteki güçler, düzenli orduya karşı savaşımlarını kır ya da
kent çeteleriyle yürütüyorlar.
Çağdaş toplumlarda, siyasal iktidarlara karşı kullanılan şiddetin başarıya
ulaşabilmesinin, büyük ölçüde ordunun durumuna bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Sovyet
Devrimi, Birinci Dünya Savası koşullarının maddi ve manevi açıdan çökerttiği bir orduya
karşı başarıldı. Çin ve Vietnam'da devrim, tıpkı Kemalist devrimde de olduğu gibi, ulusal
bağımsızlık savaşma koşut olarak, onunla birlikte oluştu. Bağımsızlık için savaşan güçler,
doğal olarak orduyla bütünleşmişlerdi, İkinci Dünya Savası sonunda Doğu Avrupa'da
komünist rejimlerin kurulması, bu kez -bazı durumlarda kurtarıcı rolünü de oynayan-
Sovyet ordusunun etkisiyle gerçekleşti. Dış gücün doğrudan karışmasıyla, içteki dengeler
de değişti. Castro'nun silahlı mücadelesinin Küba devrimine kadar uzanması ise,
Batista'nın amansız diktatörlüğünün, şiddet dışındaki bütün çözüm yollarını tıkaması
sayesinde oldu. Silahlı mücadele, o ortam içinde yasallık kazandı.
Toplumsal güçler arasındaki mücadelede şiddete başvurulmasında, bazı durumlarda
doğrudan siyasal iktidarın bilinçli tutumu da rol oynayabilir. 1930'lu yıllarda, Almanya'da
Nazilerin askeri yapıda örgüt kurmasına ve şiddete dayalı yöntemler kullanmasına
hükümetin göz yumması, sol partilerin de kendilerini korumak için benzeri bir yola
girmesine neden olmuştu. 1960'dan sonra Türkiye'deki bazı gelişmeler de aynı çerçevede
değerlendirilebilir.
Şiddete dayalı araç ve yöntemler, kuşkusuz ki silahlı savaşımdan ibaret değildir. Yasal
olmayan her zorlama ve yöntemi bu sınıfa sokabiliriz. 1968'lerde çeşitli ülkelerde
öğrencilerin başvurdukları "boykot ve işgaller" de bazı durumlarda şiddete dayalı araçlar
olarak nitelendirilebilir, istemeyen öğrenciler de boykota zorlandıklarında, ders
yapılmasına zorla engel olunduğunda, artık barışçı araçlardan söz edilemez. Çiftçilerin bir
karayolunu kesip trafiği engellemeleri, göstericilerin bazı arabaları yakmaları, patlayıcı
madde taşıyan yazılar asmaları da barışçı yöntemler değildir.
Barışçı yollardan dile getirilen istek ve düşüncelere kamuoyunun ve siyasal iktidarların
ilgi göstermemesi, bu tür silahsız şiddet eylemlerine neden olabilmektedir. Barışçı
eylemlere önem vermeyen kitle iletişim araçları, şiddete dayalı araçlar kullanıldığında
tutum değiştirebilmektedir. Şiddete dayalı yöntemler böylece özendirici olmaktadır.
Filistin davasına kapalı olan gazete sayfaları ve televizyon ekranları, ancak bir dizi uçak
kaçırmalar nedeniyle tutum değiştirmiştir.

b) Siyasal Iktidann Kullandığı Şiddet

Şiddet şiddeti doğurur. Siyasal iktidara karşı şiddet kullananlar, siyasal iktidarı da
kendilerine karşı şiddet kullanmaya zorlamış olurlar. Hele bu şiddet, iktidarın da ötesinde
rejimin kendisine yönelmişse, tehdidin büyüklüğü ölçüsünde rejim de şiddete başvurur,
iktidarı ele geçirecek güce sahip olmadan şiddet kullananlar, sonunda bir baskı rejiminin
gerekçelerini ve ortamını hazırlamış durumuna düşebilirler.
Tüm baskı rejimlerinin mantığı, Cromwell'in şu cümlelerinde gizlidir: "On yurttaştan
dokuzu benden nefret mi ediyor? Eğer yalnızca onuncusu silahlı ise, bunun hiçbir önemi
yoktur..."
Siyasal iktidarın yurttaşlara karşı şiddet kullanmasını yasallaştıran baskı rejimleri,
genellikle toplumsal bunalımlar sonucunda ortaya çıkar. Bu bunalımların bazıları yapısal,
bazıları ise geçici iç ya da dış koşulların yarattığı bunalımlardır. Yapısal bunalımlar,
özellikle toplumsal-ekonomik yapıdaki gelişmelere siyasal kurumların ayak
uyduramadıkları durumlarda oluşurlar. Ekonomik ve toplumsal güçlerin el değiştirmesine
karşılık, siyasal iktidar gücünü yitirmiş toplum kesimlerinin uzantısı olmayı
sürdürebiliyorsa, buna olanak veren siyasal kurumlar varlıklarını sürdürmekte direniyorsa,
bu bir yapısal bunalımdır. Ya eski düzeni korumak için bir baskı rejimi kurmak gerekir, ya
da eski rejimi şiddet kullanarak devirenler, yeni düzen yerleşinceye kadar bir baskı rejimi
kurmak zorunda kalırlar.
Yapısal olmayan bunalımların en iyi örneğini geçici ekonomik bunalımlar oluşturur.
Kitlelerin yaşam düzeyindeki gerileme, bunalımın yükünün daha çok hangi toplum
kesimlerince çekileceği gibi sorunlar, baskıcı bir yönetimi gündeme getirebilir. Toplumda
ortaya çıkan kargaşalıklar, ancak siyasal iktidarın şiddet kullanmasıyla dizginlenebilecek
bir noktaya varabilir. Düzene karşı olanlar, bunalımın yarattığı hoşnutsuzluğu bu amaçla
kullanmaya çalışırken, ayrıcalıklı toplum kesimleri de bu ayrıcalıklarını korumak için
siyasal iktidarı baskı ve şiddet kullanmaya itebilirler.
Kendi çıkarlarına yardımcı olacak baskıcı bir yönetimin oluşmasına yardımcı olmak
amacıyla, bazı iç ve dış güçlerin bunalımı kışkırtmak için çaba gösterdikleri durumlar da
vardır. Hazırlanan ortamdan yararlanarak ya sivil yönetimin sertleşmesi, ya da askeri bir
yönetimin kurulması sağlanabilir. Demokratik kurallar içinde gerçekleştirilemeyen bazı
önlemler, atılamayan bazı adımlar böylece gündeme getirilebilir. Bunalımın sorumluluğu
bazı toplumsal güçlere yüklenerek, bu güçlere karşı şiddet kullanılması da bir ölçüde
meşrulaştırılabilir. Siyasal iktidarların geçici ya da sürekli biçimde şiddet kullanmalarını
çeşitli ideolojiler açısından da değerlendirebiliriz. Faşizme kadar uzanan sağcı ideolojiler,
insanın doğuştan kötü olduğunu savunurlar. Ancak doğuştan iyi ve üstün yaratılmış olan
küçük bir azınlık bu çerçevenin dışındadır. Doğuştan bencil ve vahşi olan insanın kendi
başına serbest bırakılması, toplumların ve tüm olarak insanlığın aleyhine sonuçlar verir.
Uygarlığın ilerlemesi, o küçük seçkin azınlığın, geniş halk kitlelerini baskı ile eğitmelerine
ve gerektiğinde şiddet kullanarak iyiye ve doğruya doğru yönlendirmelerine bağlıdır. Tıpkı
bir çobanın ve çoban köpeklerinin koyunları yönlendirmesi gibi.
Böyle bir düşünce sistemi içinde elbette ki demokrasiye yer olamaz ve siyasal iktidarın
meşrulaştırılan şiddetinin geçici olması düşünülemez. Çünkü eşit olarak yaratılmamış olan
insanların büyük çoğunluğu kötüdür, iyi olan azınlığın onlara karşı geldiklerinde şiddet
kullanması ise, bizzat onların da yararınadır.
Solcu ideolojilerin hareket noktası ise tam tersinedir. Hobbes, "insan insanın kurdudur"
derken, Rousseau, "insan iyi doğar, toplum onu bozar" düşüncesindedir. Öyleyse şiddeti
insana karşı değil, onu bozan toplumsal düzene, yani toplumsal kurumlara ve
alışkanlıklara karşı kullanmak gerekecektir. Bu nedenle de devletin kullanacağı şiddetin
sürekli değil, geçici olması söz konusudur. Marksistlerin deyimiyle, "insanın insanı
sömürdüğü, insanı yabancılaştıran" koşulların değişmesinden sonra tüm baskı ve şiddet
son bulacaktır.
Devletin kullandığı baskı ve şiddet, faşist rejimin vazgeçilmez bir parçasıdır. Oysa
"proleterya diktatörlüğü"nü Marksistler, zorunlu, ama geçici bir aşama saymaktadırlar.
Faşistler, toplumu insandan gelebilecek kötülüklere karşı korudukları düşüncesindedirler.
Solcu bakış açısında ise, insanın toplumsal kötülüklere karşı korunması öncelik taşır.
Marksistlere göre; o kötülükleri yaratan kurumların temizlenmesinden sonra, artık devlete
bile gerek kalmayacaktır. Daha doğrusu devletin polisine, jandarmasına, askerine, yani
baskı ve şiddet olanaklarına gerek kalmayacaktır.
Çıkış noktasında solcu görüşe yakın olmakla birlikte, çağdaş liberal düşüncenin bu iki
uç arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Çağdaş liberaller de insanın doğuştan iyi olduğu
kanısındadır ve bu nedenle de genel ve sürekli bir baskı ve şiddet kullanılmasına
karşıdırlar. Ama devletin şiddet kullanmaktan tümden vazgeçmesi de düşünülemez.
Çünkü her toplumda, topluma uyamayan, toplumun diğer bireylerine zarar verebilen
kişiler bulunabilir. Onların varlığından hareketle bir baskı rejimi kurmak ne kadar yanlışsa,
toplumu onlara karşı korumamak da o ölçüde yanlıştır.
Konuyu kapamadan önce, araç-amaç bağlantısına da eğilmek gerekir. Şiddetin bir araç
olarak kullanılması, seçilen amacı da etkiler mi? Amaç mı aracı belirler, yoksa araç mı
amacı? Örneğin barışçı bir amaca, şiddete dayalı araçlardan hareketle ulaşmak olanaklı
mıdır?
Hemen tüm incelemeler, araçla amaç arasında bir uyumun bulunması gerektiğini
gösteriyor. Devletin tüm baskı ve şiddet olanaklarının yok olacağı ölçüde barışçı ve
demokratik bir amacı hedefleyen Lenin ve yoldaşları, o amaca ulaşmak için "geçici" bir
baskı rejimini (proleterya difeititorlüğü) araç olarak seçmişlerdi. 1917'den bu yana toplum
bireyi yabancılaştıran, bozan kurumlarından temizlendi, ama geçici olması gereken baskı
rejimi, bir ölçüde yumuşayarak da olsa süreklilik kazandı. Daha demokratik bir aşamaya
ulaşmanın belki de en büyük engelini, o amaca ulaşmak için seçilen araç oluşturdu.
Tersi bir örneği de Batılı komünist partilerinde görüyoruz. Çıkışta Marksizm-Leninizme
sıkı sıkıya bağlı olan bu partiler, her zaman açıkça söylemeseler bile ilk amaç olarak
proleterya diktatörlüğüne benzer bir kurumlaşmayı öngörüyorlardı. Barışçı olmayan bu
amaca ulaşmak için seçtikleri ya da kabul ettikleri araçlar ise barışçıydı, iktidara silahla
değil, parlamenter demokrasi çerçevesinde, serbest genel seçimlerden yararlanarak
geleceklerdi. Ama giderek araç amacı kendisine uydurdu. Proleterya diktatörlüğü
hedefinden vazgeçtiklerini, sosyalizmi liberal demokrasinin kurumlarını koruyarak
gerçekleştireceklerini açıktan söyleyecek bir noktaya vardılar. Seçilen barışçı araçlar, bu
partilerin yapılarının ve ideolojilerinin de daha barışçı yönde değişmesine katkıda
bulundu.
Faşist ideoloji barışçı araçları baştan reddetmekte, devleti ele geçirirken de, onu
korurken de şiddete dayanmayı öngörmektedir. Bir şiddet ve baskı rejimini gene şiddete
dayanarak kurmak söz konusu olduğu için, kendi içinde araç, amaç uyumunu sağlamıştır.
Kurduğu rejimle ideolojisi arasında bir tutarlılık vardır. Oysa aynı şeyi Marksist rejimler için
söyleyemeyiz. Baskıya dayanmayan bir rejime henüz ulaşamamış olmayı, onların
ideolojileriyle tutarlı olarak savunmaları zordur.

c) Şiddetin Psikolojisi

İnsan niçin şiddete başvurur? insanı, tanımadığı insanları bile acımasızca öldürmeye
iten etkenler neler olabilir?
Tüm siyasal düşünce tarihi, aynı zamanda, iki düşünür kesimi arasındaki bir karşıtlığın
tarihidir: insanların doğuştan "kötü" olduklarına inananlarla, insanların "iyi" ya da "kötü"
olmalarının koşullara bağlı olduğuna inananlar arasındaki bir karşıtlıktır bu. Ama
insanların doğuştan özellikleri ne olursa olsun; içinde bulundukları koşulların, "kötü"
davranışların ortaya çıkıp çıkmamasında etkili olduğu da bir gerçektir.
Erich Fromm, ruhsal kaynaklarını araştırırken, bizi ilgilendiren şiddet türlerini üçe
ayırarak inceliyor: Tepkisel şiddet, ödünleyici şiddet ve "kana susamıştık."
1. "Tepkisel şiddet", insanın -kendisinin ya da başkasının- "yaşamını, özgürlüğünü,
onurunu ve malını korumak" için başvurduğu bir şiddet türü. Tehdit edilme duygusundan,
yani "korku"dan kaynaklanıyor.
Tepkisel şiddetin de kendi içinde dört ayrı türü var.
İnsanların -gerçek ya da görüntüde- bir "saldırı" karşısında bulundukları izlenimini
almaları, onları "korunma amaçlı şiddet"e itebiliyor. Çağdaş savaşların çoğunda da,
"savaş" halkın gözünde bu gerçek ile "yasallık" kazanıyor.
Tepkisel şiddetin bir başka türü de, "engellemelerden kaynaklanan şiddet."
Gereksinmelerinin karşılanması engellendiğinde, hayvanların, çocukların ve hatta ergin
kişilerin saldırganlaştığını görüyoruz. Bu "yok etmek" amacına değil, "yaşamak" amacına
yönelik bir saldırganlıktır. (Sevilen, gereksinme duyulan şeye bir başkasının sahip
olmasının yarattığı "kıskançlık"tan kaynaklanan saldırganlık da, bu türe girer.)
"Öç alıcı şiddet" de, tepkisel şiddet içerisinde yer alır. Fromm, bu şiddet türünü şöyle
tanımlıyor: "Güçsüzlerin, sakatların, zarar görerek yıkılmışlarsa, kendilerine saygılarını
onarmak için başvurabilecekleri bir tek yol vardır; 'göze göz, dişe diş' kuralına göre öç
almak. Yaratıcı biçimde yaşayan bir insan hiç de böyle bir gereksinme duymaz.
Aşağılanmış, incinmiş olsa bile üretici yaşama süreci ona geçmişte gördüğü zararları
unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır basar... En geri topluluklarda öç alma
duygusunun çok güçlü olduğunu görebiliriz. Bu yüzden, sanayileşmiş ulusların en çok
ezilen alt-orta sınıfları, ırksal ve ulusal duyguların odaklandığı sınıflar oldukları gibi, öç
alma duygularının da toplandığı sınıflardır..."
Tepkisel şiddet grubu içinde, bizi belki de en çok ilgilendiren şiddet türü, "inancın -ve
umudun- yıkılmasından doğan" şiddettir. "Büyük ölçüde aldatılmış ve düş kırıklığına
uğramış bir kişi yaşamdan nefret de edebilir. Yaşamın kötülük dolu, insanların kötü,
kendisinin de kötü olduğunu kanıtlamak ister. Yaşama inanan, yaşamı seven, ama düş
kırıklığına uğramış olan kişi böylece sinik, yıkıcı biri olup cikar. Yıkıcılık umutsuzluktan
doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yol açmıştır."
2. Erich Fromm, "ödünleyici şiddet'i, "ölüm sevgisi"nden daha hastalıklı bir şiddet türü
olarak nitelendiriyor. Ödünleyici şiddet, "güçsüzlüğü" gizlemeye ya da güçsüzlüğü "telafi"
etmeye yönelik bir şiddet türü olarak ortaya çıkıyor.
İnsan "zayıflık, kaygı, yetersizlik" gibi nedenlerle eyleme geçemiyorsa "güçsüz "dür.
Güçsüzlüğünü hissetmenin verdiği acı, ruhsal dengesini bozar. Güçsüzlüğünü
kabullenememesi nedeniyle başvurabileceği iki yol vardır: Ya güçlü bir kişi veya topluluğa
boyun eğip onunla özdeşleşmeye çalışmak, ya da başkalarını öldürerek yok ederek
kendini kanıtlamak. Fromm bu durumu şöyle anlatıyor:
"Yaşam yaratabilmek, güçsüz insanda bulunmayan birtakım nitelikler gerektirir. Yaşamı
yok etmek içinse, yalnızca bir tek nitelik -şiddete başvurmak- yeter. Böylece kendisini
yadsıyan yaşamdan öç almış olur. Ödünleyici şiddet, güçsüzlükten doğan, güçsüzlüğü
ödünleyen bir şiddet türüdür. Yaratamayan insan yok etmek ister... Ödünleyici şiddet,
yaşanmamış, sakat bir yaşamın sonunda doğan bir şiddet türüdür. Bu şiddet,
cezalandırılma korkusuyla bastırılabilir (...), ancak insanı yaşama bağlayan koşullarla
ortadan kaldırılabilir. Ödünleyici şiddet, tepkisel şiddet gibi yaşamın hizmetinde değildir;
yaşamın yerini alan hastalıklı birşeydir; onun sakatlığının, boşluğunun kanıtıdır."
3. Erich Fromm'a göre, "kana susamışlık" da bir şiddet türü. Kişi "kan akıtarak
kendisini canlı, güçlü, eşsiz ve başkalarından üstün" duyuyor. Gerçi bu daha çok ilkel
topluluklarda görülen bir durum ise de, çağdaş dünyada tümden yok olduğunu da
söyleyemiyoruz.
"Öldürmek, en ilkel düzeyde en büyük sarhoşluk, en büyük kendini doğrulama yolu
olur. ilkel anlamda yaşamın dengesi şöyle kurulur: öldürebildiğince öldürmek, yeterince
kana doyduktan sonra da öldürülmeye hazır olmak..."
Şiddet türlerini böylece sınıflandıran Fromm; "şiddet ya da "barış"a yatkın ruhsal
yapıları da ikiye ayırıyor: "Ölüm severlik" ve "yaşam severlik."
Ölümseverler için, gelecek değil geçmiş önemlidir. Hiç bir zaman gelecekte yaşamaz,
hep geçmişte yaşarlar. Onlara göre, yalnızca iki "cins" insan vardır: Güçlülerle güçsüzler,
öldürenlerle öldürülenler. "Katıksız bir ölümsever" tipinin en açık örneği ise Hitler'dir.
"Ölümsever önderlerin etkili olmaları, sınırsız öldürme yetilerinden ve isteklerinden
gelir. Onların ölümsever kişiler tarafından tutulmaları bundandır, ölümseverlerin dışında
kalanlara gelince; onlar, bu kişilerden korkar, korkularının bilincine varmaktansa onlara
hayranlık duymayı yeğlerler...Ölümsever kişi denetime tutkundur; denetlerken yaşamı
öldürür Yaşama karşı derin bir korku duyar; çünkü yaşam, yapısı gereği düzensiz ve
denetimsizdir..."
Bir toplumda "ölümsever" kişilik yapısının yaygınlaşması ölçüsünde şiddet ve baskıyı
önlemenin, hoşgörülü ve barışçı bir ortam yaratmanın zorlaşacağını söyleyebiliriz. Sağlıklı
bir kişilik, "yaşam sevgisi"nin ağır bastığı kişiliktir. Kişiliğin oluşumunda çocukluk yılları
belirleyici olduğuna göre; çocukta yaşam sevgisinin gelişebilmesi için en önemli koşul,
onun "yaşamı seven insanlarla birlikte" bulunmasıdır, "insan enerjisinin çoğu, saldırılara
karşı yaşamı savunmak, açlıktan kurtulmak için harcanırsa, yaşama sevgisi engelenir ve
ölüm sevgisi güçlenir."
Fromm, bir toplumu oluşturan bireylerde yaşam sevgisinin gelişebilmesini, en çok şu üç
koşulun varlığına bağlıyor: Güvenlik, adalet ve özgürlük... Yani, toplumu oluşturan
bireylerin canları ve onurlu bir yaşama elverecek "maddesel koşulları" tehlike içinde
olmamalıdır. Hiçbir birey, başkalarının amaçları için "araç" olarak kullanılamamalıdır.
Herkese toplumun "etkin ve sorumlu bir üyesi" olma olanağı sağlanmalıdır. Yaşama karşı
ilgisini yitirmiş bir insanın "iyiliği seçebilmesinin umulamayacağı unutulmamalıdır...

***
Son yıllarda dünyada -giderek artan ölçülerde- tanık olduğumuz "milliyetçi şiddet" ve
"etnik terör" olgularının gerisinde acaba ne gibi ruhsal etkenler var?
Her canlı kendi varlığını koruyabilmek için "çevre"ye karşı bir savaşım verir. "Dost" ve
"düşman" kavramları da, bu süreç içinde ortaya çıkar, insan, varlığını koruyabilmesi
açısından "engel" olarak algıladığı öğeleri "düşman", kendini "destekleyici" gördüğü
öğeleri de "dost" olarak algılar.
Yurtseverlik, üzerinde yaşanan toprakları ve o topraklarda geçerli "belirli bir yaşam
biçimi"ni benimseme ve koruma eğilimidir. Oysa milliyetçilik, parçası olunan "ulus" ve
"etnik grup" adına "güç ve saygınlık" kazanma amacını da içerir.
George Orwell'e göre kendi kesiminin "aşağılanması, küçümsenmesi ya da rakiplerin
övülmesi", milliyetçi kişide huzursuzluk yaratır. Bu durumdaki kişinin rahatlayabilmesi,
"sert bir tepki"nin verilmesine bağlıdır. Milliyetçi kişi, kendi tarafına yapılan "zulüm" ve
haksızlığa sert tepki gösterirken; karşı tarafa yapılan "zulüm" ve haksızlığı algılamakta ve
kabul etmekte zorlanır.
Etnik gruplar ise, "farklı bir kimlik" duygusunun ve bu duygunun gelecek kuşaklara
aktarılmasının ürünüdür. Bu durum, bir yandan grup üyelerinin kaynaşmasını ve
dolayısıyla grubun devamlılığını sağlarken, öte yandan, diğer gruplardan ayırarak
geleceğini tehlikeye sokar. Çünkü bir grubun varlığını sürdürebilmesi için, aynı zamanda
"düşman"a gereksinmesi vardır. Gerçek ya da "varsayılan" düşman, grup içi dayanışmayı
ve birliği kolaylaştırır. Birey, genellikle grup içinde "kendi özelliklerini yitirir" ve "grubu
grup yapan özelliklere göre" davranır.
Birey, içinde bulunduğu grubun değerini abartmak, kendi yeteneklerini ve gücünü
"askıya almak" eğilimi içine girer. Freud'a göre, "insan güçlü bir önder tarafından
yönetilen güçlü bir grup içinde olmak isteyen düzensiz bir hayvandır". Birey, önderi
"yüceltirken" kendisini "yetersiz" olarak algılar.
Unutmamak gerekir ki; etnik grup içindeki "ortak kimlik" duygusu, bireyin "zedelenen
benliği"ni koruyan duygusal bir işlevi de yerine getirir. Düşman grup "psikolojik olarak bir
uzaklıkta tutuldukça" etnik grubun kaynaşmasını sağlar. Ama "düşmanın bize
benzediğini" düşünmek bunalım yaratır. Varlığını sürdürmek isteyen grup, aradaki
"küçük" farklılıkları büyütmek, hatta yeni farklılıklar yaratmak arayışı içine girer.
"Etnik şiddet"e katılma eğiliminin en çok gençler arasımla bulunmasının bir nedeninin
de ruhsal olduğunu söyleyebiliriz. Ergenlik çağındaki en önemli sorunlardan birisi, "ben
kimim" sorusundan kaynaklanıyor. Yanıtı bulamamak ya da "net" bir yanıt verememek,
bunalım yaratıyor. Örneğin Almanya'da yaşayan Türk ailelerin çocukları, bu bunalımı
aşabilmek ve dolayısıyla "açıkça farklı" bir kimliğe sahip olabilmek için, "dinci" ya da "aşırı
milliyetçi" gruplar içinde daha kolaylıkla yer alabiliyorlar.
Güneydoğu'daki "etnik terör" olgusunun gerisinde de, bu ruhsal etkenden söz edilebilir.
Özellikle askeri yönetim dönemlerinde artan "Kürt kültürel kimliği" üzerindeki baskıların,
öncelikle gençler üzerinde "olumsuz" etki yaptığı acıktır. Buradaki "direnme", bir tür
"kişiliğini savunma" doğal mekanizmasının ürünüdür. Ancak "bireysel kimlik" karşısındaki
tehdidin kalkmasından sonra da "savunma mekanizmaları"nın sürmesi durumunda,
sağlıksız bir ruhsal durumdan söz etme olanağı vardır.
"Siyasal psikoloji" alanında uzman olan Prof. Vamık D. Volkan, "etnik duygu" oluşup
yerleştikten sonra, onu değiştirmenin çok güç, hatta bazen olanaksız olduğunu öne
sürüyor. Etnik kimliğin değiştirilmesi yönünde baskıların artmasnın, etnik grubun kendi
kimliğine daha sıkı bağlanması sonucunu yarattığını ve gerekirse "ölmeyi göze alabilecek"
noktaya gelinebildiğini anlatıyor. "Farklılığı koruma "nın önemini vurgulayan şu örneği
veriyor:
"Kıbrıs Türk ve Rum çiftçileri, siyah pantolon ve siyah gömlek giyerlerdi. Bellerine biri
kırmızı, biri mavi kemer takardı. Gerginlik durumunda, her iki toplum da, renklerini
değiştireceklerine ölmeyi göze alırlardı. Bu mantıksız görünen şey yaşamın gerçeğidir.
Burada psikolojik durumun insan davranışlarını nasıl yönlendirdiğini açıkça görmekteyiz."

ç) Terörizmin Sosyolojisi

Latince kökenli terör sözcüğü, "büyük korku" ya da "korkudan titreme" anlamı taşır.
Terörizm ise, "siyasal şiddet" ve "yıldırıcılık" anlamında kullanılır. Toplumun -ve dolayısıyla
toplumu yönetenlerin- direncini kırmak için "ortak korku yaratmak", daha doğrusu
"dehşet salmak" amacına yöneliktir.
Terörizm, "zayıf" olanın seçtiği bir tür "siyasal şiddet" biçimidir. Terörist -zayıf olduğu
için- kendini gizler. Beklenmeyen bir anda ve beklenmeyen bir yerde "vurup kaçmaya"
çalışır. Çünkü devletin güvenlik güçleri, sayıca ve silahça kendisinden üstündür.
"Adi şiddet"te, amaç bir varlığa zarar vermek ya da onu yok etmektir. Oysa terörist
için, şiddet bir amaç değil "araç"tır. Örneğin sıradan bir katil, bir insanı "ölmesini istediği
için" öldürür. Terörist içinse, önemli olan o insan ya da insanlar değil, onları öldürdüğü
zaman toplumda yaratacağı etkidir. Bir trene bomba koyduğunda, trende kimlerin olduğu,
ölecek olanların kimliği "doğrudan" bir önem taşımaz. Bu nedenledir ki; şiddetsiz terör
olmaz, ama her şiddet de terör değildir. Atilla Yayla'nın da altını çizdiği gibi; "terör
eylemlerinde, psikolojik sonuçlar fiziksel hedeflerden çok daha önemlidir".
Terörizm "hesaplı" bir şiddettir. Amacı olabildiğince çok insan öldürmek değil, kitlelerin
"eylemlerinden etkilenmesini" sağlamaktır. Kitlelerin "dehşete" kapılmasını, bir
umutsuzluk içinde "teröristin isteklerine boyun eğilmesi" nden başka çare olmadığını
düşünmesini sağlamaktır.
Tarihteki ilk terörist grupların, MÖ 73-66 yılları arasında yaşamış "Sicarii"lere kadar
uzandığını biliyoruz. Romalılara karşı savaşım veren Sicariiler, düşmanlarını işlek yerlerde
öldürdükten sonra kalabalığa karışıp kayboluyorlardı. Manastırları ve Kudüs'ün su
kanallarını yıkıp, buğday ambarlarını yakmışlardı. Tefeci senetlerini ve devlet arşivlerini
ortadan kaldırmışlardı.
Ama çağdaş anlamı ile terörizmin kurucusunun Hasan Sabbah olduğu söylenebilir.
Selçuklu döneminde terörü "sistemli bir araç" haline getiren Hasan Sabbah (1049-1134),
Batıni tarikatının kurucusuydu. Korkunun düşünce ve mantık süreçlerini bozarak, insanları
sürüleştireceğini anlamıştı. Mustafa Coşturoğlu'nun deyimiyle, "insan öldürmeyi bir sanat"
yapmıştı.
Sabbah, örgütünün üyelerini dokuz aşamalı bir deneyim ve eğitim süzgecinden
geçirerek seçiyordu. Katı disiplin içinde, verilen buyruğa uyarak "düşünmeden" ölüme
atılmak temel ilkeydi. Hasan Sabbah, disipline uymadı diye, kendi oğlunu bile acımasızca
öldürmüştü. "Kurtarılmış bölgeler" deyimini ve "vur-kaç" taktiğini terörizme kazandıran da
oydu. Amacına ulaşmak için, Haçlı Ordusuna bile yardım etti. Kendi başlattığı terörü
sürdürebilmek ve ona taban kazandırabilmek için, devleti de halka karşı benzer yöntemler
kullanmak zorunda bırakmaya çalışıyordu. Amacı, devleti halkın gözünde "zalim"
konumuna iterek, kendi yaptıklarını yasallaştırmaktı. En değerli vezirleri öldürtüyor ve
böylece, devletin kendi kendisini bile koruyamadığını halka göstermeye çalışıyordu.
Günümüzden yaklaşık 9 yy. önceki terörizmin ilke ve yöntemleriyle çağdaş terörizm
arasındaki benzerlikler çarpıcıdır.
Devletin de "terörü bastırmak" amacıyla zaman zaman benzer yöntemler kullandığını
ve buna "devlet terörü" denildiğini biliyoruz. Özellikle demokratik olmayan siyasal
sistemlerde daha yaygın olarak bu uygulamaya rastlanmakla birlikte; "terörizm" denince
asıl akla gelen, devlet ve sivil halka karşı kullanılan "sistemli şiddet"tir. Bu açıdan terörü,
amaçlarına ya da eylem alanlarına göre sınıflandırmak olanaklıdır.
Terörün amacı, var olan toplumsal-ekonomik-siyasal düzeni yıkıp, yerine "daha ileri" bir
düzen kurmak ise, bu "solcu" ya da "devrimci terör" olarak adlandırılır. Amaç kurulu
düzeni korumak ya da "geriye dönük" bir düzen oluşturmak ise, verilen ad "sağcı
terör"dür. "Dinci terör" de genellikle bu çerçeveye girer. Terörizmi amaca göre
sınıflandırmada üçüncü grubu da "etnik terör" oluşturur. "Bölücü terör" ise "etnik terör"ün
bir türüdür. (Ermeni terörü gibi, "bölücü" olmayan etnik terör de vardır.)
Eylem alanlarına göre de, terörü "kır terörü" ve "kent terörü" olarak ikiye ayırabiliriz.
Birinci türden terör, daha çok geri kalmış ülke ve yörelerde rastlanılan bir terör türüdür.
Özellikle sarp dağlar ve ormanlarla kaplı yöreler, "kır terörü "ne elverişli bir ortam
oluştururlar. "Kent terörü" ise, daha çok gelişmiş ülkelere ve gelişmiş yörelere özgü bir
terör türüdür. Aslında terör kendisini sadece kır ya da kent ile sınırlamaz. Ama ülkenin ve
toplumun koşulları, bu iki terör türünden birisine daha uygun bir alan yaratabilir.
Kentler sadece çok küçük " hücre "lerin terörist eylemlerine uygundur. Oysa uygun
koşullarda, kırsal kesimde büyük çeteler ve kamp yerleri varlıklarını sürdürebilirler.
Hangi türden olursa olsun, terör örgütünün varlığını sürdürebilmesi, öncelikle iç ve dış
desteklere bağlıdır, içte belirli bir toplumsal destek "önkoşul"dur. O devletin zayıflamasını
isteyen dış güçlerin desteği ise, olayın boyutlarının belirlenmesinde rol oynar. Eğer dış
destek komşu devletlerden geliyorsa, ayrı bir önem taşır. Çünkü böyle bir destek, terör
örgütüne sığınma kolaylığı ve dolayısıyla daha geniş hareket serbestliği sağlar.

***
Terörizmde ideolojinin ve kültürel etkenlerin rolü nedir?
Terörizm üzerinde uzmanlaşmış birçok araştırmacı, sağ ve sol terörizm arasında
temelde bir fark olmadığı kanısında. Hangi ideolojik kesimden olursa olsunlar, teröristlerin
inançları arasında "karmaşıklık, soyutluk ve esneklik" açısından benzerlikler bulunduğuna
inanıyorlar.
Örneğin, ister sağcı ister solcu teröristin gözünde "düşman" benzer bir görünümdedir:
Kişiliği ortadan kaldırılmış bir varlıktır. Düşman, teröristin gözünde, çoğunlukla "insan" bile
değildir. Bu nedenle de, öldürürken fazla düşünmez. Ama yaptılarını haklı gösteren bir "iç
bilinç" gereksinmesi vardır.
Solcu teröristler açısından, haklılaştırma sorunu, devletin zayıf ve savunmasız
topluluklara yaptığına inandığı haksızlıklara bağlanır. Onlar açısından, terörist eylem, bu
haksızlıkların intikamını aldığı için yasaldır. Ama eylemlerin istenilen sonuçları
sağlamadığını -ve çoğunlukla, o savunulan kesimlerin bile desteğini değil tepkisini
çektiğini- görmek, teröristleri bir süreç içinde "somut gerçekler"den uzaklaştırır.
Örneğin Kızıl Tugaylar, başlangıçta Milano'daki kitle taşımacılığı benzeri toplumsal
sorunlarla ilgileniyorlardı. Giderek, emekçilere yapılan haksızlıkların intikamı için şiddete
yöneldiler. Kendilerini haklı göstermek için, soyut ideolojik gerekçeler kullanıyorlardı.
Oysa yukarıda sözünü ettiğimiz süreç, zamanla onları somut hedeflerden uzaklaştırıp "kör
terör"e iterken; hareketin yasallığını kanıtlamak için başvurulan ideolojik gerekçeler de
"entelektüel içerikten yoksun, kaba ve aptalca" hale geldi. Artık kurbanlar "belirli bir
kötülük ile ilgili değil "di. Amaçlar daha az gerçekçi, daha çok duygusal oldu.
Sağcı teröristler ise, eylemlerini "halk"la bağlantı kurarak haklı göstermek gibi bir
çabayı fazla göstermezler. Onlar "yasallaşma"yı ya tarihte ya da doğa üstü güçlerde
(dinsel inançlar dahil) ararlar.
Martha Crenshavv -hangi ideolojiden olursa olsun- terörist için dünyanın ikiye ayrıldığını
söylüyor: "iyi" ve "kötü." iyiyi terörist örgüt temsil eder. Kötü ise devlet ve onu
destekleyen toplumsal sınıflardır. Kötü, çok daha güçlüdür:
"Teröristler, kendilerini, üstün bilinç ve duygu sahibi seçkinler olarak görürler, öyle ki,
bu seçkin kitle, yalnızca gerekli ve yasal şiddete başvurmakta ve son zafer kendilerine
tarihin güçlerince garanti edilmektedir. Ahlaki hedefler, sol için halkın özgürlüğü, sağ
içinse düzenin, geleneksel ve yaşamsal değerlerin onarılması, yerine konmasıdır. Her iki
kanadın ortak ahlaki görevleri, çürümüş bir devlet ve toplumu tasfiye etmektir... Tanım
gereği, kurbanlar sistemin ajanlarıdır."
Teröristi yönlendiren asıl etkenin ideoloji olmadığını gösteren çok sayıda araştırma var.
"Teröristler önce belirli inançlar geliştirirler ve ardından uzlaştırılabilir kuramların
parçalarının seçimi yoluyla bu inançları haklı göstermenin yollarını ararlar. En çekici
düşünceler, bireysel şiddeti haklı gösteren, yeniden doğuşçu anlatım yapılarını
kapsayanlardır. ideoloji, bu inançları örgüt dışındakilere anlatmak için kullanılır."
Çağdaş teröristlerin "en ideolojik olanları" sayılan Alman teröristleri bile
"derlemeci"ydiler. Sol ideolojilerin kendilerine uyan yanlarını birleştiriyor, "en gerçekçi
öğeleri" dışarda bırakıyorlardı, ideolojinin teröriste hizmeti, "kendilerine uymazlığı giderek
artan bir gerçek"ten onu uzak tutmak oluyordu. Onun için "tarih" bir aldatmaca idi. Var
olan "gerçek" düzeltilemeyecek kadar kötü olduğu için yok edilmeliydi. "Uzlaşma" ise
"ihanet"ti.
Bazı dinlerin içeriğinin terörizmi kolaylaştırdığı savları da "çok" geçerli değil. Örneğin
Müslümanlığın ve Yahudiliğin, "yeniden doğuşçu" bir "öte dünya" inancına dayanması
nedeniyle, "ölümü göze alma"yı kolaylaştırmasına dikkati çekenler var. Ama bu konudaki
araştırmalar da; bu iki dinden teröristlerin, asıl inançtan "sapma" ve "çarpıtma"yı temsil
ettiklerini ortaya koyuyor.
İrlanda terörizmi ve Katoliklik bugün eş anlamlı sayılıyor. Oysa İngiliz yönetimine karşı
başkaldıran ilk önderleri protestandı... Petrol zengini Arap ülkeleri, İsrail'e karşı siyasal ve
askeri bir başarı kazanamadılar. Ama "batılılaşma ve laikleşme" görüntüsü ile "ahlaki
çürüme" üst üste geldi. İran'da Humeyni Devrimi ile çözümün "saf inanca dönüş"te
olduğu izlenimi doğdu...
Kültürel öğelerin en çok rol oynadığı terör türü ise, "etnik terör"dür. (Bu kitabın yazıldığı
tarihte dünyada 102 "etnik" çatışma olması, sorunun yaygınlığını ve önemini gösteriyor.)
Yunanca kökenli "etni" sözcüğü Türkçede "budun" (kavim) anlamına gelir. Dil, töre ve
kültürel nitelikleri aynı olan, boy ve soy bakımından birbirine bağlı topluluk demektir.
Etnik terörle ilgili ve onun için anlamlı konular, uzak geçmişte ya da "vaat edilen
gelecek"te bulunabilir. Geçmiş teröristi içinde yaşadığı gerçeğe bağlayan önemli bir güç
işlevi görür. Örneğin Ermeni terörünü anlayabilmek için, o geçmişin ürünü olan kültürel
değerlerin bilinmesi gerekir. Ermeniler, geçmişte yaşandığına inandıkları bir "ortak
haksızlık"ın anısını paylaşırlar. "Soykırım" ve "Vartan'ın kahramanlık efsanesi"ne yönelik
duygu ve inançları anlamadan, Ermeni teröristini anlamak olanağı bulunmadığını öne
süren araştırmacılar vardır.

***
Teröristi yönlendiren bireysel etkenler nelerdir? Terörist "gerçeği" nasıl algılar?
Bu soruların genel düzeydeki bazı yanıtlarını "Şiddetin Psikolojisi" ile ilgili alt bölümde
de bulabilirsiniz. Ama teröristin kendine özgü "bireysel nedenleri"ni ayrıca incelemekte
yarar var.
Bir kere, terörist genellikle kendisini bir "saldırgandan çok bir "kurban" olarak algılar.
Şiddetin asıl sorumlusunun "düşman" olduğunu; şiddet eyleminin bireysel bir "tercih"
değil, tarihsel bir "zorunluluk" olduğunu düşünür. Kendi özgür iradesi dışında, yüce bir
otoritenin askeri olarak hareket ettiğine inanır. Yoldaşları öldürüldüğü ya da tutuklandığı
zaman, kendisini yaşadığı ve özgür olduğu için "suçlu" hissedebilir.
Terörizm üzerinde araştırma yapanlar arasında; gençlerin terörizme kaymasında,
ergenlik çağının kaçınılmaz bir parçası olan "oğulların babalara karşı tepkisi"nin de rol
oynadığını savunanlara rastlıyoruz. Kendini "aşağı ve aciz" gören genç, "iyi"yi savunmak
için giriştiği savaşı, kendisini "yüceltme"nin bir aracı olarak görebilir. Kendi "acizliğine
duyduğu öfke", devletin temsil ettiği otoriteye yöneltilebilir. Crenshaw bu konuda şöyle
diyor:
"Olumlu, toplumsal olarak kabul edilebilir bir kimlik edinmeyi başaramamış olan
bireyler, kendilerine 'kötü' ya da 'en istenmeyen' olarak sunulan rolleri benimserler.
Esasen, olumsuz bir kimliğin benimsenmesi, ailenin ve toplumun reddi demektir."
Alman teröristleri arasında yapılmış bir araştırma; gençlerin terörizme kaymalarında,
bunalımlı dönemlerde "ailenin ve toplumun" yeterli destek vermemesi yüzünden gelişme
güçlüğü ve acı çekilmesinin rol oynadığını ortaya koydu. Önemli bir bölümü eksik ya da
dağılmış ailelerden geliyordu. Terörist örgüt, ailenin boşluğunu dolduruyordu. Kendilerine
bağımsız bir kimlik oluşturamayan bu gençler örgüt içinde "kolektif" bir kimlik buluyor ve
bir anlamda rahatlıyorlardı.
Bazı uzmanlara göre, teröristler ikiye ayrılabilir: "Babalarının dünyasını yıkmak"
isteyenler ve "ana-babaları incitenlerden intikam almak" isteyenler. Etnik teröristler ise,
daha çok kendilerini "tehdit edilen kültürel kimliğin bekçileri" olarak algılarlar.

***
Terörizme karşı ne yapmalı?
Terörizme karşı verilen savaşımda öncelikle göz önüne alınması gereken üç temel
noktadan sözedilebilir: 1) Tek başına silahlı savaşım hemen hiçbir zaman terörü sona
erdiremeyeceği gibi, terörün silahsız çözümü de yoktur. Bir uzmanın deyimiyle, "Hiçbir
ödün teröristi tatmin etmez.") 2) Gerçek dünya ile "teröristin dünyası" arasında büyük
fark vardır. Teröristin inançları ile gerçek olaylar ve olgular arasındaki "çelişkiler"
somutlaştıkça, teröristin direnci azalır. 3) Terör grubunun inançlarını değişirmeye
çalışmak yanlıştır. Ancak tek tek teröristler üzerinde etkili olunabilir. Bir bütün olarak
grubun değişebilmesi çok zordur.
Teröristin istemlerini kabul etmek, "şantaj"a boyun epmek anlamına gelir. Ve yeni
terörist eylemleri özendirmekten başka bir işe yaramaz. Ama silah ve şiddet karşısında
toplumun boyun eğdiğini göstermek ne kadar yanlış ise; terörü yaratan ortamın
değişmesi için gerekli "demokratik" adımları atmaktan kaçınmak da, o ölçüde hatalıdır.
Resmi ya da özel kitle iletişim araçlarının terörizmle ilgili tutumu da, teröre karşı
savaşımda önem taşır. Haberler doğrulara dayanmalı, ama şiddet eylemleri teröristlerin
bir "başarı"sı ya da toplum açısından bir "panik" havasında sunulmaktan kaçınılmalıdır.
Terörü en çok özendirecek anlatım biçimi ise, terörizmin bir "savaş" olarak
nitelendirilmesidir. Böyle bir nitelendirme, teröristin kendisine ve "dava"sına olan
saygısını arttıracaktır.
Teröristin direnme gücünü kıran iki temel etken vardır: Temel inançlarına yönelik
kuşkular duymaya başlaması ve silahlı savaşımın başarısızlığa "mahkûm" olduğu bilincine
varması... Terörizmle ilgili haber ve yorumlar şu üç noktayı vurguladığı ölçüde -bu amaca
yönelik olarak- etkili olurlar: 1) Terörizm "masum kurbanlar"a zarar verir; 2) Terörizmle
hedeflenen amaca varılamaz; 3) Barışçı yollar, siyasal amaçlara ulaşmada daha etkili ve
saygındır.
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Terörizm, giderek toplumdaki "demokratik iletişim
kanallan"nı tıkar ve bir kutuplaşmaya neden olur. Mantığın değil duyguların öne çıktığı
böyle bir ortamda, geniş kitleler gençlikle devletin yanında yer alır ve "en sert önlemler"in
destekçisi kesilirler. Bu koşullar -özellikle demokrasi deneyimi az olan toplumlarda- "baskı
rejimleri"nin oluşumuna çok elverişlidir.
İKİNCİ KISIM
İnanç Sistemleri ve Siyasal Çatışma

İdeolojilerin de dinler gibi bir inanç sistemleri olduklarını daha önce görmüştük, ister
doğrudan siyasal nitelikli olun, isterse dinler gibi siyasetle ancak dolaylı olarak ilgilensin,
tüm inanç sistemlerinin siyasal çatışmaya doğrudan ya da dolaylı bir biçimde yansıması
kaçınılmazdır. İnsanların davranışları her zaman inançlarının uzantısı olmasa bile,
inançlarla davranışlar arasında bir bağlantının bulunması doğaldır.
İnsanın benimsediği inanç sistemi, mutlaka kendi sorunlarına, kendi koşullarına en
uygunu olmayabilir. Sözgelimi, bir işçi, işverenin çıkarlarına daha uygun olan bir siyasal
ideolojiyi çeşitli propaganda yöntemlerinin ya da örneğin aile çevresinin etkisiyle
benimseyebilir. Bir kez benimsedikten sonra da, olayları o inanç sisteminin gözlükleriyle
değerlendirmeye başlar. Bu gibi durumlarda, benimsenen inanç sistemi, doğru bir
bilinçlenmeyi zorlaştırır.
İnanç sistemleri bir yandan insanları birleştirirken, öte yandan da farklı inanç
sistemlerini benimsemiş olanlarla onların arasındaki ayrımları arttırır. Ama farklı inanç
sistemlerini benimsemiş toplum kesimleri yan yana barış içinde yaşarlarken birden
şiddetli bir çatışmaya tutuşmuşlarsa, bunun nedenini inanç sistemlerinde değil, toplumun
maddesel koşullarının yarattığı bunalımlarda aramak gerekir.
Dinlerin ve siyasal ideolojilerin siyasal yaşamdaki yerlerini ayrı ayrı inceleyeceğiz.

1. DİN VE SİYASET

Durkheim'e göre din, toplumsal bütünleşmeyi sağlayacak temel öğelerin başında gelir.
Dinin, toplumun işleyişini bozacak, varlığını sürdürmesini zorlaştıracak nitelikteki bireysel
davranışları bastırmak ve kişiyi topluma uyumlu hale getirmek gibi önemli bir işlevi vardır.
Marksizm, diğer ideolojiler gibi, dinlerin de sınıf çatışmalarının bir ürünü olduğunu
savunur. Dini, bir bakıma, kurulu düzenin ve egemen sınıfın ideolojisi sayar. Dinin,
toplumsal sistemin işlemesini sağlayan bir öğe gibi değerlendirilmesi açısından, Karl
Marx'ın Durkheim'le uyuştuğu söylenebilir.
Max Weber ise, dinin toplumdan çok insanın birey olarak bazı ruhsal gereksinmelerini
karşıladığı inancındadır. Weber'e göre, insanın bütün davranışlarında akla yakın nedenler
yoktur, insan, ölüm gibi bilimsel yaklaşımla çözümleyemediği olgulara akıldışı yanıtlar
getirmek eğilimindedir. Bilimsel veriler ve akıl yürütme ile açıklayamadığı olguların
yanıtlarım dinden beklemektedir.
Dinlerin kökeninde, bir araya gelme, dayanışma, yaşamın ölümden sonra da -başka
biçimler altında bile olsa- sürmesi, bugün çekilen sıkıntı ve acıların geçici olduğu ve
gelecek yaşamda ödüllendirileceği umudu gibi doğal gereksinmelerin rolü yadsınamaz.
Bilimin açıklayamadığı şeyleri, doğa üstü güç ya da güçlere dayanarak açıklamak da bu
çerçevede sayılabilir.
Dinler, içlerinden çıktıkları ortam değiştikten sonra da etkilerini belirli ölçülerde
sürdürürler. Bu etkinin siyasal yaşama genellikle tutucu yönde yansıdığı söylenebilirse ile,
çok sayıda istisnanın bulunduğu da unutulmamalıdır. Çünkü dinlerin getirdiği kurallar ve
inançlardan çok, din adına konuşanların yorum ve davranışları önemlidir. Bu yorum ve
davranışları ise, toplumun o andaki koşulları belirler. Nasıl ki, aynı ideolojiden hareket
eden siyasal rejimler arasında -içinde bulundukları topluma göre- büyük farklar
oluşabiliyorsa, aynı dinin gereklerine uygun olma iddiasındaki siyasal sistemler arasında
da çok önemli farklar ortaya çıkabilir.

a) Hıristiyanlık

Musa Peygamber'in amacı, ulusal bir din kurarak, bütün İsrail kabilelerini birleştirmekti.
Bu nedenle de Musevilik, evrensel bir din olma iddiası ve amacı taşımıyordu. Yahudi ırkını
yeryüzüne egemen kılan bir Tanrı anlayışı söz konusuydu. Hıristiyanlık ise, çok daha geniş
kapsamlı dayanışma yaratmaya yönelik bir din olarak doğdu, insanlar ve uluslar
arasındaki eşitliği savunarak, çok daha geniş bir yandaş kitlesi sağladı.
İsa, yaşadığı dönemde toplumda var olan haksızlıkları eleştirmiş, ezilenlerin acılarını
azaltmaya çalışmıştı. Ama o haksızlıkların var olmadığı bir toplumsal düzen üzerinde pek
durmamıştı. Çünkü önemli olan dünyasal düzen değil, ruhun ait olduğu Tanrı'nın
düzeniydi. İsa, "Sezar'a ait olanı Sezar'a, Tanrı'ya ait olanı Tanrı'ya verin" derken,
Hıristiyanlığa gelinceye kadar var olmayan bir siyasal iktidar-dinsel iktidar ayrımı
oluşturmuş oluyordu.
İsa'ya göre, dünyasal zevklerin de acıların da fazla bir önemi yoktu. Kölelik, hastalık,
yoksulluk gibi, zenginlik ya da iktidar da, insanın bu dünyada geçirdiği sınavlardı. Bu
açıdan bakıldığında da, örneğin yoksulluk ile zenginlik arasında bir ayrım yapmak yanlıştı.
Çünkü ikisi de insan yaşamının, pek önem taşımayan bedensel koşullarıyla ilgiliydi.
Acı çekenlere İsa Peygamber şöyle umut veriyordu: "Ne mutlu size yoksullar, çünkü
göklerin krallığı sizindir. Ne mutlu size, şimdi aç olanlar, çünkü tok olacaksınız. Ne mutlu
size, şimdi ağlayanlar, çünkü güleceksiniz. Fakat vay size en zenginler, çünkü tesellinizi
almışsınız. Ey şimdi tok olanlar, vay size. Çünkü yas tutacak, ağlayacaksınız."
Dünyada, bedensel yaşam önemsiz olduğu için, İsa kötülüğe karşı iyilikle yanıt
verilmesini istiyordu. "Senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir" diyordu,
insanlara, bu dünyada değil, "gökte hazineler biriktirmeyi" öğütlüyordu.
Görüyoruz ki, İsa ezilenlere umut ve bu dünyanın acılarına dayanma gücü vermiştir.
"Tanrı gözünde her insanın, her ulusun eşit olduğunu" savunmuştur. Zamanın egemen
güçlerinin ve Roma'nın eşitliksizci yapısının bundan rahatsız olması doğaldı, İsa'nın
yapıtını bir anlamda Aziz Paul'ün ya da Paulus'un tamamladığı ve Hıristiyanlığın egemen
sınıflarca da benimsenip yayılmasını kolaylaştırdığı söylenebilir. Paulus şöyle diyordu:
"Herkes kendinin üstündeki otoriteye boyun eğmelidir; çünkü Tanrı'dan kaynaklanmayan
otorite yoktur ve var olan bütün otoriteler Tanrı tarafından kurulmusfur. Bu nedenle de,
otoriteye karşı gelen Tanrı'nın kurduğu düzene karşı gelmiş olur."
Böylece bir yandan kurulu düzen ve iktidarlar yasallaştırılırken, öte yandan siyaset de
dünyasal yaşamın basit bir öğesi olmaktan çıkmaktadır. Çünkü doğrudan Tanrı tarafından
belirlenmiş olmaktadır.
Paulus'a göre, tüm toplumlar bir beden gibidir. Nasıl ki, her bedenin birbirinden farklı
organları varsa, bir toplum içinde insanların da farklı görevler üstlenmesi doğaldır. Herkes
kendine verilmiş olan görevi, Tanrı'ya hizmet eder gibi yerine getirmelidir. Köle efendisine
hizmet ederken, aslında Tanrı'ya hizmet etmektedir.
İsa'nın, Roma'nın baskısından korktuğu için siyasal iktidar-dinsel iktidar ayrımı yaptığını
önesürenler de vardır. Şurası açık ki, kilisenin başlangıçta istediği tek şey, siyasal
iktidardan bağımsız olmaktı. Ama Batı Roma İmparatorluğu'nda siyasal iktidar
zayıflayınca, bağımsızlığını elde etmesinin arkasından üstünlük iddiasına başladı. Dinsel
iktidar ruhu, siyasal iktidar ise bedeni yönetirdi. Ruh bedenden üstün olduğuna göre,
siyasal iktidar da dinsel iktidara boyun eğmeliydi. Dokuzuncu yüzyıldan başlayarak, "Halk
kötü hükümdarlara boyun eğmemelidir." savının kilise tarafından savunulduğunu
görüyoruz.
On üçüncü yüzyılda İtalya'da yaşamış olan Aziz Thomas'a göre; siyasal iktidarın
kaynağı Tanrı'dır, ama bu iktidarı kullanacak olanları Tanrı değil toplum belirler. Yasal
yollardan iktidara gelenler, zamanla yetkilerini kötüye kullanırlarsa, toplum yararından
uzaklaşırlarsa, yasallıklarını yitirirler. Yasal olmayan bir iktidara boyun eğmek zorunluğu
ise yoktur. Yönetici iktidarını Tanrı'dan alır, ama zor ve şiddet kullanarak oluşan iktidar
yasal sayılamaz.
On altıncı yüzyılda reform hareketi içinde önemli bir rol oynamış olan Luther, dünyadaki
düzenin ya Tanrı'nın istediği ya da -en azından- izin verdiği bir düzen olduğunu
savunuyordu, insan hangi sınıftansa, Tanrı öyle uygun görüyor demekti. Öyleyse Tanrı
tarafından saptanan koşullardan yakınmamak gerekirdi. Köle efendisine boyun eğmeli, o
efendi bir "Türk bile olsa", bırakıp kaçmamalıydı.
Gene aynı dönemde yaşamış olan Hıristiyan reformcularından Calvin şöyle diyordu:
"Adaletsiz ve diktatörce yönetenler de, gene Tanrı tarafından, günahlarından dolayı
insanları cezalandırmak için görevlendirilmişlerdir." Tanrı fazla zorbalık yapanlardan öç
alırdı, ama bu görev insanlara verilmemişti.
Protestanlık, incil'in ulusal dillere çevrilmesini, ulusal dille ibadet edilmesini ve ulusal
kilise kavramını getirerek, Hıristiyanlıkta önemli bir değişim oluşturmuştur. Max Weber'e
göre, Protestanlığın içerdiği değerler, Batı Avrupa'da sermaye birikimi hızlandırılmış,
burjuvazinin ve dolayısıyla da kapitalizmin gelişmesini kolaylaştırmıştır. Çünkü
protestanlık, başarının ve çalışmanın bir ibadet olduğu inancını yaymıştır. Tanrıyı memnun
etmek için çalışmak gerekmekte ve Tanrı kendisini memnun edenleri
zenginleştirmektedir. Protestan inancına göre, çalışmayanın yemek yemeye bile hakkı
yoktur, israf ve lüks ise kötüdür.
Burada yanıtlanması gereken soru şudur: Acaba Hıristiyanlıkta değişim olduğu için mi
kapitalizm gelişmiştir, yoksa kapitalizm geliştiği ve burjuvazi güçlendiği için mi Hıristiyan
dini değişim geçirmek, yeni koşullara uygun yorumlar yapmak zorunda kalmıştır?
Örneğin, Protestanlık niçin feodal dönemin başlarında doğmamıştır da, İsa'nın
doğumundan 15 yüzyıl sonra, derebeylik düzeninin yıkıntıları üzerinde yükselmiştir?
Ahmet N. Yücekök'ün de vurguladığı gibi Protestanlık; "eskimeye ve gelişen üretim
güçlerine köstek olmaya yüz tutmuş bir feodal düzene, gelişen burjuvazinin başkaldırması
sonucu benimsenen ve kendini yeni ekonomik düzene uydurmuş bir dinsel öğreti ve
değer sistemidir."
İsa'nın öğretisinin, değişen koşullar içinde yorumlanarak, belki de başlangıçtakinden
çok farklı biçimlere büründüğünü söyleyebiliriz. Hıristiyanlığı temsil eden kilise, bir
dönemde derebeylerinin yanında yer alıp liberalizme karşı savaş açarken; daha sonra,
eski düşmanı burjuvaziyle birleşip sosyalizmle mücadele etmiştir. Genellikle kurulu
düzenden ve egemen güçlerden yana olmuştur. Belki de bu nedenle, Napolyon
Bonaparte'ın kiliseyle ilgili değerlendirmesi oldukça acımasızdır:
"Dinin olmadığı bir devlette düzen olabilir mi? Gelirler arasında eşitsizlik olmadan
toplum, din olmadan da gelirler arasında eşitsizlik olamaz. Tıka basa, patlayıncaya kadar
yiyen bir adamın yanı başında açlıktan ölen bir adam düşünün. Onun bu farkı kabul
edebilmesi için yüksek bir otoritenin şöyle demesi gerekir: Tanrı böyle istiyor; bu dünyada
yoksullar da zenginler de olmalıdır; ama sonra ve sonsuza kadar paylaşma başka türlü
yapılacaktır." Bu sözlerden sonra Karl Marx'ın dinle ilgili değerlendirmesi çok daha
yumuşak gelebilir: "Din, can çekişen bir yaralının nefes alışı, kalpsiz bir dünyanın kalbi,
ruhsuz bir dönemin ruhudur. O halkın afyonudur."
Aslında, Hıristiyan inancını temsil edenlerin her zaman kurulu düzenden yana tavır
takındıkları, güçlüleri ve onların iktidardaki temsilcilerini destekledikleri söylenemez.
Örneğin bir toplumda, azınlıkta olan bir grubun dini ya da mezhebi farklıysa, o azınlığın
dinsel inanç sistemi tutucu değil, kurulu düzene karşı bir rol oynamaktadır. Çünkü kurulu
düzene egemen olan çoğunluk, o azınlığa karşı bir tutum içindedir. Başka bir deyişle,
kurulu düzen, çoğunluktakilerin inanç sistemine daha çok uygundur. Bu yalnız Hıristiyan
dünyası için değil, örneğin islam dünyası açısından da geçerli bir gözlemdir.
Dinsel güçlerin, tek yönlü bir etki yaptıklarını, kendi içlerinde bir bütün olarak hareket
ettiklerini de söylemek zorlaşıyor. Latin Amerika ülkelerinin önemli bir kesiminde, kilisenin
üst düzeyinde yer alanlar kurulu düzeni desteklerken, genç ya da alt tabakalarla sürekli
ilişki içindeki din adamlarının, yoksul toplum kesimlerinin davalarına sahip çıktıkları bir
gerçektir. Hatta bu tutum içinde olanlara, yüksek din adamları arasında da
rastlanabilmektedir. Brezilyalı Başpiskopos Helder Camara, 1970 tarihinde şunları
söylüyordu:
"Bugün belki de bir sendika kurmak, bir kilise kurmaktan daha önemlidir. Yalnız
Hıristiyanlıkta değil, başka dinlerde de, dinin yabancılaşmış ve yabancılaştırıcı bir güç
olmasını kabul etmeyen gruplar bulunmaktadır."
Polonya'da büyük bir toplumsal güç niteliğindeki kilise, kurulu düzenin değil,
Dayanışma Sendikası etrafında birleşen büyük işçi ve aydın çoğunluğunun yanında yer
almıştır. Benzeri örnekler çoğaltılabilir. Ama tüm bunlar, örneğin bir Papa XII. Pierre'nin,
Hitler'in milyonlarca insanı fırınlarda yakması karşısındaki sessizliğini
unutturamamaktadır. Kilise, Alman Nazizmine olduğu gibi, İtalyan faşizmine de en büyük
desteklerden birisini oluşturmuştur.

b) Müslümanlık

Buda'dan İsa'ya hemen bütün dinler, bu dünya nimetlerinin önemsizliğini, hatta


kötülüğünü savunmuşlardır. Buda'ya göre, insanın ne kadar parası pulu varsa, o ölçüde
Nirvana'dan uzaklaşır, İsa'ya göre: "Bir zenginin cennete gitmesi, bir devenin iğne
deliğinden geçmesi kadar zordur." Oysa İslam bunların tam tersini söyler: "Kazanan
Tanrı'nın sevgilisidir." Böylece İslamiyet, öte dünyaya olduğu kadar bu dünyaya da önem
veren, bunun doğal sonucu olarak da bazılarına göre ruhsal iktidar-bedensel iktidar
ayrımını tanımayan bir din olmaktadır.
Şu sözler Hazreti Muhammed'e aittir: "Tanrı diyor ki, ancak emeğini toprağa sarf eden,
ancak toprakta kendisi tarım yapan o toprağın sahibidir."
İslamiyete göre, özel mülkiyet yasaldır. Ama bu yasallık bir dizi koşula bağlanmıştır.
Servet, ancak yetenek ve çalışkanlık ürünü olduğunda yasaldır. Çalışkanın tembelden
daha iyi yaşamaya hakkı vardır. Kazancın helal olabilmesi, emeğe, alın terine dayalı
olmasına bağlıdır. Ama servetin alın teriyle oluşturulmuş bulunması, onun istenildiği gibi
harcanması hakkını da vermez. Çünkü servete sahip olan kişi, aslında Tanrı'ya ait olan bir
şeyin korunması görevini, bekçiliğini yüklenmiş demektir. Servetin içinden ancak "makul"
gereksinme kadarını kendisi ve yakınları için sarf edip, gerisini, yoksulluğun ortadan
kalkmasına hizmet için kullanacaktır. Parasını har vurup harman savurmaya ya da hak
etmeyenlere hesapsızca dağıtmaya hakkı yoktur. Mal ve para sahibi olmak amaç değil,
"toplumun huzurunu sağlamak için" bir araçtır.
İslamiyet, mirası da aynı mantık içinde değerlendirir. Mirası birikmiş bir alınteri sayar.
Mirası, servetin giderek büyümesinin bir aracı olarak değil, daha sağlıklı bir toplum
yapısının bir öğesi olarak kabul eder. Miras, ancak bir işe başlamaya olanak sağlayacak
kadar küçük parçalara bölünmelidir. Hazreti Muhammed, yeterli bir düzeyde olması
durumunda, mirastan yalnız ölenin yakınlarının değil, komşularının da yararlanması
gerektiğini savunmuştur.
Haksız bir servet birikimini önlemek için, vasiyet hakkı, servetin üçte biri ile
sınırlandırılmıştır. Kişi istese bile, servetinin üçte birinden fazlasını tek bir kişiye bırakmak
hakkına sahip bulunmamaktadır. Böylece bir yandan servetin gereğinden fazla birikmesi
önlenirken, öte yandan da, fitre, zekât, sadaka gibi yollarla, servetin toplumsal adalet için
kullanılması zorunlu kılınmaktadır.
Weberci bir yaklaşımla, islam ülkelerinin geri kalmışlığını dine bağlayanlara
rastlayabiliyoruz. Bu görüşü paylaşanlara göre, Protestanlık Batı Avrupa'da kapitalizmin
gelişmesini kolaylaştırırken, islam dinini benimseyen ülkelerde kapitalizm gelişmemiştir.
Bundan, islam dininin kapitalizmin gelişmesini engellediği gibi bir sonuç çıkarmaktadırlar.
İslam dünyasının dışındaki toplumların çoğunda da, Batı Avrupa'da ortaya çıkan
gelişmeler görülmemiştir. İslamdan önce var olan "kapitalistimsi" sektör, islam dinini
benimseyen ülkelerde kapitalizmin gelişmesini sağlayamamıştır; ama benzer bir sektöre
sahip Eski Yunanistan ve Roma'da, ya da Çin'de ve Japonya'da da kapitalizm
gelişememiştir. Faiz ve tefecilik İslamiyette yasaklanmış, ama kılıfına uygun bir biçimde
ya da değil, bu yasak çok yaygın olarak delinmiştir. "Samimi ve dürüst tüccar, kıyamet
günü peygamberlerin, adillerin ve şehitlerin arasında yer alacak" diyen Hazreti
Muhammed, ticareti özendirmek için özel bir çaba sarf etmiştir. "Eğer cennette ticaret
olsaydı, kumaş ticaretini seçerdim" sözü de O'na aittir.
Maxime Rodinson, "İslam ve Kapitalizm" konulu incelemesinin sonucunu şu cümle ile
özetlemektedir: "İslam dini, kapitalist üretim biçimine hiçbir zaman itiraz etmemiştir ve bu
dinin buyrukları, bu üretim biçiminin kapitalist bir sosyoekonomik yapının oluşturulması
yönünde gelişmesini engellememiştir."
Bir başka sav da, İslamiyetin kaderciliği özendirdiği, inananları bu dünyanın işlerine
karşı umursamazlığa ittiği ve dolayısıyla geri kalmışlığa neden olduğuyla ilgilidir. Bu savı
paylaşanlar, Hıristiyanlığın ise akılcılığı (rasyonalizm) kolaylaştırdığını savunmaktadırlar.
Oysa inancı, birtakım doğa üstü güçlere ve mucizelere değil, akla dayandırma çabası
sadece İslamiyette belirgindir. Hazreti Muhammed inançsızlığı, "insan zihninin bir kusuru"
olarak görmek eğilimindedir. Kuran inançsızları, "Muhammet'in vaazını dinleyemeyenler,
düşünmeyen, akıl yormayan, aklı yatmayan insanlar" olarak değerlendirmektedir.
Museviliğin ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarının yaklaşımı ise farklıdır. Musevilik, inancı
yaratmak için akla değil Tanrı korkusuna başvurur, İsrail'in Tanrısı "Rab"in "nüfuz
edilemez" derin kararlarına inanmak ve O'nun peygamberler aracılığıyla ilettiği
buyruklarını tartışmamak gerekmektedir. Bu eğilim, azalarak da olsa Hıristiyanlıkta da
sürecektir. İsa, insanların "belirtiler ve mucizeler görmedikçe" asla iman etmemelerinden
dolayı üzülmüştür.
Kuran'ın diğer kutsal kitaplara göre çok daha akılcı oluşunu, akıl yoluyla inandırma
yolunu seçmesini, bazı batılı araştırmacılar Yunan felsefesinin etkisine ve Mekkeliler'e
özgü düşünce biçimine bağlamaktadır. Turgut Özal'ın 1988 yılında Fransızca olarak
yayınladığı "Avrupa'daki Türkiye" kitabı da, Yunan felsefesinin etkisini vurgulamaktadır:
"İslam felsefesi özgün ve farklıdır. Bununla birlikte, ilahiyat ve felsefe açısından, Yunan
felsefesinin mirasını, Musevilik ve Hıristiyanlıkla paylaşmakladır, İslam batılı anlamda
Akdenizlidir. Batı kültürünün ilk ve en önde gelen temellerinden birisini oluşturan Yunan
kültürü, aynı zamanda islam felsefesinin de temelini oluşturmuştur."
Kendisi de Müslümanlığı seçmiş olan Roger Garaudy ise, bazı çağdaş islamcı akımları
sert bir biçimde eleştirmekledir: "Ne Kuran'da, ne de peygamberin yaşamında
görülmeyen islam öncesi adetler, örneğin kadınların çarşafa bürünmeleri, bazı devletler
tarafından islam'a mal ediliyor... İslam dünyasının gelenekçileri de Batı şeytanına karşı
surlar yükseltip islam'ı hapsetmeye kalkıyorlar. Bazı ülkelerde penceresiz, kapısız,
gökyüzünün dahi görülmesini engelleyen duvarlar örüldü. Hazreti Muhammed bilimi Çin'e
kadar gidip aramak gerektiğini söylemişti, İran'da Ayetullah'ın biri çıkıp, islam islam'a
yeter dedi. Oysa islam'ın büyüklüğü, kendinden öncekileri toparlaması ve tüm büyük
kültürleri yüceltmesidir."
Yaygın anlayışa göre, Kuran bir çeşit değişmez anayasa gibidir. Ama koşullar
değiştikçe, Kuran'dan ve peygamberin sözleri ve yaptıklarından hareketle, uygulama ile
ilgili kurallar oluşturulabilir. Bir Müslüman, nasıl hareket edeceğini bilemediği bir dinsel
sorun karşısında, genel ilke ve amaçları göz önüne alarak, kendi görüşüne göre hareket
edebilir. Hazreti Muhammed; "İnananların iyi gördükleri, Allah katında da iyidir"
demektedir. Ama kuralları yeni durumlara, değişen koşullara göre yorumlamak ve
uygulamak giderek çeşitli mezhepleri doğurmuştur.
Hıristiyanlıkta hükümdar, iktidar yetkisini Tanrı'dan aldığını öne sürer. Tanrı bu yetkiyi
ya doğrudan ya da Papa aracılığıyla verir. Oysa İslamiyette iktidar Tanrı'ya aittir ve
kimsenin ona ortak olması söz konusu değildir. Bu dünyayı geliştirmek ve düzeltmek
görevini Tanrı bir kişiye değil, tüm insanlara vermiştir. Yeryüzünü "imar ve islah" etmekte
herkes Tanrı'nın halifesidir. Bu açıdan bakarsak, Hıristiyanlıkta iktidarın bireysel,
İslamiyette ise toplumsal nitelikli olduğunu görürüz.
Hıristiyanlıkta iktidarı Tanrı bir kişiye verdiği için, bu iktidar sınırsızdır ve o kişi ancak
Tanrı'ya karşı sorumludur. İslamiyette ise Tanrı ile kul arasında aracı yoktur. Tanrı adına
konuşma yetkisine sahip, kurumlanmış bir "kilise", bir Papa yoktur. Bu nedenle de,
örneğin İran'daki gibi ast-üst ilişkileri içinde tabandan tepeye örgütlenmiş bir Mollalar
sisteminin islamlığa uygunluğu tartışmalıdır.
İslamiyette yürütme görevi, Halife ya da imama aittir, iktidar "emaneten" ehline
verilmiştir. Seçimle belirlendiği için, onu seçenlere karşı sorumludur ve Tanrı'nın koyduğu
kurallarla sınırlıdır. Görev belirli bir süre için verilmediği halde, iktidarı erdemli bir biçimde
kullanmayan kişi görevden alınabilir. Halife kural koyamaz, dinsel ilke yaratamaz, Tanrı
adına affedemez. Yalnızca Tanrı'nın buyrukları yönünde işleri yürütmeye çalışır.
Müslümanlıkta tüm inananların siyasal iktidara katılma hakkına sahip bulundukları
söylenebilir. Ümmet kalabalıklaşınca, Tanrı buyruklarının yerine getirilmesi için
temsilcilerini seçebilir. Seçimin geçerli olabilmesi için, zorbalık ve hilenin bulunmaması
gerekir. Seçimin belirli bir biçim ve kuralı yoktur. Her toplum kendi koşullarına göre bir
düzenleme yapabilir. Seçilenlerin (emir sahipleri) görüşü, Tanrı'nın ve topluluğun
görüşüne uygun sayılmıştır. Halife bu görüşe (icma-ı ümmet) göre hareket etmelidir.
Kişi İslama bağlandıkça, kişiye kul olmaktan kurtulup yalnızca Tanrı'nın kulu olur.
Tanrı'nın koyduğu kurallar içinde herkes özgürdür ve herkes eşittir, insanlar,
düşüncelerinden değil, ancak eylemlerinden dolayı suçlu sayılabilirler.
Bu ilkeler üzerine kurulu olan islamlığın hızla yayılışını kılıç gücüne bağlayan batılı
düşünür ve tarihçiler yanılgı ya da saptırma içindedirler. Blasco Ibanez, bu yanılgıyı
çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor: "Araplar, kendilerinden yedi yüzyılda geri alınan
İspanya'ya iki yılda yayıldılar. Silah zoru ile kabul ettirilen bir işgal değildi bu... Her yöne
kuvvetli kökler salan yeni bir toplum doğuyordu. Ulusların gerçek büyüklüğünü ortaya
çıkaran kilit taşı 'vicdan özgürlüğü' halka sevimli görünmüştü. Arapların sahip oldukları
kentlerde Hıristiyanların kiliseleri ile Yahudilerin sinagogları yan yana yer alıyordu..."
Hz. Muhammed şöyle diyordu: "Bir Hıristiyan kızı ile evlenen Müslüman, karısının
kilisede ibadetini yapmasına izin verecektir."
Araplar sadece çokTanrıcı-putatapıcılara karşı hoşgörüsüz davranırken, Yahudi ve
Hıristiyanlara karşı son derece hoşgörülüydüler. Örneğin Saint-Jean'ın (Aziz Jean) büyük
babası İbni Sarjun, Şam'da Emevi Halifesinin baş veziri olabilmişti. Aziz Jean'ın kendisi de
Şam Imparatorluğu'nun mali işlerini yürütmek gibi önemli bir göreve gelebilmişti. Roger
Garaudy, "İslamın sinesinde Haçlı duygusu veya Engizisyon mezalimi gibi kavramları
taşımadığını" vurguluyor ve şöyle diyor: "İslam gerek ilk yıllarında ve gerekse daha sonra,
en parlak çağında, kendisinden sonra gelmiş büyük inanç sistemlerini kendi içinde
eritmesini bilmiş ve ayrıca her kültürün en iyi yönlerini yakalayarak o çağa kadar
görülmemiş bir sentez içinde onları en yüksek noktalarına ulaştırmıştır, İslamın gerileyici,
bütün bunları red edişinden sonra başlamıştır."
Türkiye'de dinin siyasal yaşamdaki etkisi çok partili düzende de sürmüştür. Farklı
siyasal çizgilerdeki bazı partiler bile, dinsel öğeleri kendi etkilerini arttırabilmek amacıyla
az ya da çok kullanmışlardır. Ama bir istisna dışında, tüm programını dinsel temele
oturtmaya çalışan bir parti görülmemiştir. Çok partili dönemdeki birçok örnek, dinin ancak
bir destek güç olarak önem taşıdığını, ama yalnızca dine dayanarak siyasal iktidar
olunamayacağını ortaya koymuştur. Bunun birçok nedeni vardır ve bu nedenlerin başında
da, yarım yüzyılı aşan bir laikleşme döneminin etkisi bulunmaktadır. Dine saygılı olan
büyük çoğunluk, din temeline dayalı bir devleti artık düşünememektedir. Cumhuriyetle
birlikte yaygınlaşan milliyetçilik akımı ise, ulusal değerlerin yerine dinsel değerlerin
benimsenmesini ve ulusun yerini "ümmet'in almasını zorlaştırmaktadır. Demokratik hak
ve özgürlükleri kullanma alışkanlıklarının artması, bir din devleti uğruna bunlardan
vazgeçmeyi de aynı ölçüde zorlaştırmıştır.
Laikliğin kurumlaşmadığı, demokratik deneyim birikimi olmayan, ulusal bağımsızlığa ya
da bir diktatörden kurtulmaya, dinsel güçlerin öncülük ettiği islam ülkelerinde durum
farklıdır. Çağdışı kalmış bazı rejimler de, bir avuç ayrıcalıklı kişinin saltanatının sürebilmesi
için, ülkenin din kurallarına göre yönetildiği inancını halka vermeye çalışmaktadır.

***
Bir toplum, 1400 yıl öncesinin koşullarına ve sorunlarına yanıt olarak oluşturulmuş
kurallarla yönetilebilir mi?
Bu soru, artık dünyada ve Türkiye'de İslam bilginleri arasında da açıktan tartışılıyor.
Yeni görüşün önde gelen temsilcilerinden, Sudanlı dinbilimci Prof. Abdullahi Ahmed An-
Naim'e göre; Müslümanlığın kurallarını ikiye ayırmak gerekir: İslam'ın doğuş döneminde
Mekke'de inen ayetlerin içerdiği kurallar ve Medine döneminde oluşan kurallar.
Mekke'de inen ayetler; ahlak, adalet gibi "genel" kavramları içerir. Düşünce özgürlüğü
ve dinde zorlama olmaması gerektiğini buyurur. Oysa Medine döneminde, artık
Müslümanlar kendi devletlerini kurmaktadırlar. Somut sorunlara çözüm getirmeye yönelik
somut hükümler söz konusudur. "Cihad" (dini yaymak için saldırı savaşı) yapılması,
kadınların tanıklığının erkeklere eşdeğer sayılmaması, kadının mirasta erkeğin yarısı
kadar pay alması, erkeğin dört kadınla evlenebilmesi ve -eskiye göre zorlaşsa bile- kolay
sayılabilecek bir biçimde boşanabilmesi gibi kurallar, hep aynı dönemin ürünüdür. Din için
"gerektiğinde" öldürmenin yasal sayılması, Müslüman olmayanlara eşit haklar
verilmemesi benzeri hükümler de aynı çerçevede yer alırlar.
Prof. An-Naim şöyle diyor: "Şeriat, ikinci dönemin kurullarına dayanılarak
oluşturulmuştur. Medine ayetleri ile çatışan Mekke ayetleri geçersiz sayılmıştır. Oysa bu
hükümler, genel ve ebedi değil, tarihsel koşulların ürünüdür... Bugün Şeriat denilen şey,
Kuran'ın bir bölümünün benimsenip, diğerinin dışlanmasıdır. Tersini yapmak gerekir..."
Çalışmalarını Mısır'da sürdüren, AÜ İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi İlhami Güler'in
"tez"i de, aynı yaklaşımı destekliyor. Güler'e göre; Kuran'daki "Ey inananlar" seslenişi,
örneğin bugün Türkiye'de yaşayan Müslümanları değil, Kuran'ın indiği dönemdeki
"mümin"leri kapsıyor. O dönemin toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik koşullanın
paylaşanların uymaları gereken kuralları koyuyor.
Söz konusu "tez"de verilmiş olan örneklerden birisi de, "Allah ve Peygambere karşı
savaşanlara" verilmesi öngörülen cezalarla ilgili. Kuran'da bu gibi durumlarda
uygulanabileceği belirtilen dört cezadan birisi, el ve ayakların çapraz olarak kesilmesi.
Oysa bu cezalandırma biçiminin, Firavunlara karşı çıkanlara uygulandığı biliniyor. Güler
bunu, toplumsal geleneklerde varolan bir ceza yaptırımının devamında, Tanrı'nın bir
sakınca görmediği biçiminde yorumluyor. Kuran'dan önce de varlığı bilinen bir ceza niçin
"ilahi, yani değişmez bir emir" olsun?
Bu yaklaşımı savunanlardan birisi de, eski Diyanet işleri Başkanı Prof. Said Yazıcıoğlu.
İslam dininin "katı ve değişmez kurallar" bütünü olmadığını söyleyen Yazıcıoğlu, görüşünü
şöyle özetliyor:
"Dinde değişmeyen, Kuran'da belirtilen, genellikle inançla ilgili temel kavramlardır...
Modern hayat karşısında insanlarımızın pek çok problem ve ihtiyaçları söz konusudur.
Bunların cevabı, asırlarca önce, o dönemlerin özelliklerine ve şartlarına göre bulunan
çözümlerde aranamaz.. İslam dininin sonsuza kadar en mükemmel din olarak kalacağına
inananlar, bunun gereğini yapmak zorundadır. Asırlarca önce yapılan yorumlarla,
günümüz insanının sorunlarına çözüm bulmak imkânı yoktur."
Muhammed Abduh da Kuran'daki hükümleri üçe ayırıyor, "inanç" ve "ibadet"le ilgili
olanların değişmeyeceğini, "muamelat"la ilgili olanların değişebileceğini savunuyor. Yani o
günün koşullarının ürünü olan sorunlara getirilen çözümlerin, zaman ve koşullar
değiştiğinde değişebileceği savı bu ünlü islam düşünüründe de var.
İslam dinine yönelik bu bakış açısına, Mustafa Kemal Atatürk'te de rastlıyoruz.
Atatürk'ün el yazısı notları arasında şu tümceler var: "Kuran'da öğrendiğimize göre,
Muhammed hiç değişmeden yaşamış bir insan değildi, o da hayat ve hadiselerin zaruri
icapları karşısında adeta her gün değişmiştir." Buradan çıkan sonuç çok açık: Peygamber
bile -bir yaşam süresince- değişmek gereğini duyduğuna göre; İslam'ın "genel" kuralları
dışındaki, "uygulama" ile ilgili kurallarının, değişen koşullara koşut olarak, "öz"e uygun
biçimde değişmesi doğal sayılmalıdır.
Bu bakış açısını paylaşanlar arasında, Pakistanlı ünlü dinbilimci Fazlur Rahman ile
-Müslümanlığı sonradan seçen- Roger Garaudy de var. Rüştü Şardağ ise, "Şeriat"in niçin
değişmez olmadığını anlatmadan önce, Kuran'daki şu "Tanrı buyrukları"nı anımsatıyor:
"Dinde zorlama yoktur... Ey Muhammed! Sen ancak uyarıcısın... Kuran, ancak aranızda
doğru yola gitmeyi dileyene, âlemlere bir öğüttür..."
"Şeriat"ın nasıl değişliği üzerine, Şardağ'da çok sayıda örneğe rastlıyoruz: Şeriat "kul
hükümleri"nden oluştuğu içindir ki, İslam dininde yetmişi aşkın mezhep oluşmuştu.
Bunların şeriat anlayışları hep birbirinden farklıydı. Peygamberimizin üç halifesi
Müslümanlar eliyle öldürülmüştü. Abbas oğulları zamanında, Hz. Muhammed'in torunları
mezardan çıkarılmış, iskeletleri yerlere çarpılmıştı. Ve bunlar "şeriat" adına yapılmıştı.
Dokuz çocuğunu öldürerek tahta geçen Osmanlı padişahlarına da, daha mührünü yeni
almış sadrazamların idamına da, hep "şeriat" izin vermişti. Farklı tarikatlardan hocalar,
17. yüzyıldan itibaren camilerde sopalarla birbirlerine "şeriat" adına saldırmışlardı.
Yapılan araştırmalar, dünya nüfusunun beşte birini oluşturan Müslümanların, bilim
dünyasına ve teknik gelişmelere katkısının hemen hemen "yok düzeyinde" olduğunu
gösteriyor. Arapların bilimsel verimi ise, ancak İsrail'in yüzde 4'ü kadar. Bu durumun
nedenlerini, "İslami uyanışın öncüsü" sayılan Seyid Cemaleddin Afgani'nin 1882 yılındaki
şu satırlarında bulabiliriz:
"Kişi sorununa değin bir biçimde bakıldığında, bilimin dünyayı yönettiği görülecektir.
Dünyada bilimden başka hükümdar olmamıştır, halen yoktur ve gelecekte de
olmayacaktır... Esasında gerçek bir mümin, dininin tüm ahlakı ve bilimleri içerdiğine
inandırılmış olduğu için, kendisini ona sımsıkı bağlar ve ötesine geçmek için hiçbir çaba
harcamaz. Tümüyle ona sahip olduğuna inandıktan sonra, gerçeği aramanın ne yararı
olacaktır? Bundan dolayı da bilimi hor görmektedir."
Peki, insanoğlu bilim ile din arasında bir seçim yapmak zorunda mı? Bu sorunun yanıtını
da, tanınmış İngiliz fizikçi ve din adamı John Polkinghorne şöyle veriyor: "Bilim ve din
arasında herhangi bir çelişki yok. Tam tersine, bilimsel buluşlar Tanrıbilimi (ilahiyat)
güçlendiriyor. Bilim olayların nasıl meydana geldiğini sorarken, Tanrıbilim olayların niçin
meydana geldiğini araştırıyor. Tanrı inancı, bilim ve din arasında bir seçim yapmayı
gerektirmiyor... Dünyayı bir bütün olarak kavramak için, ona hem bilimin hem de dinin
gözüyle bakabilmeliyiz."
Tarihçiler genellikle ortaçağı "karanlık çağ" olarak nitelendirirler. Oysa bu
değerlendirme, sadece Hıristiyan dünyası için geçerliydi. Toplum yaşamına tamamen
egemen olan kilise, dinsel dogmaların baskı altında, özgür düşünenin ve bilimin
gelişmesini önlemişti. Aynı dönemdeki İslam dünyası ise, birçok önemli bilgin yetiştirdi.
Çünkü Hıristiyan dünyasındaki bağnazlık, o dönemdeki İslam dünyasında yoktu. Örneğin
İbn-i Haldun, şu düşünceyi açıktan savunabiliyordu:
"Bitkilerin en yüksek cinsi, hayvanların aşağı olan cinsine yakındır. Bu aşağı tabakadan
türeyerek hayvanın türü ve cinsi çoğalmış, aşamalı bir biçimde düşünce sahibi olan
insanın oluşumuna kadar yükselmiştir... İşte bu hayvanlardan insanın ilk ufku, yani en
aşağı derecesi başlamıştır."
Laik Türkiye'de bile, İslamcı akımlar Darwin'in okul kitaplarından çıkarılması kavgası
veriyorlar. Aradan yaklaşık 650 yıl geçtikten sonra, yukarıdaki düşünceleri, bir bilim adamı
kaç Müslüman ülkesinde "korkmadan" savunabilir? İslam dünyasında bilimin gerileyişi, 14.
yy'dan sonra, dinsel baskıların artmasıyla gerçekleşmiştir.
Durum böyle iken, dünya 21. yy'a girmeye hazırlanırken, bazı İslam ülkelerinde
"köktendinci" akımların güçlenmesi nasıl açıklanabilir? İran ve Cezayir'deki köktendinci
tırmanışın arkasında ne gibi toplumbilimsel gerçekler var?
"Siyasal muhalefet"e izin vermeyen baskı rejimleri, halkın desteğini sağlamak için
"dinsel güçler"e ödün verince, beklemedikleri bir durumla karşılaşıyorlar. Yönetim ve
toplumsal-ekonomik koşullara doğan tepkiler, ancak cami ya da kilisede sığınak
bulabiliyor. Hoşnutsuz kitleler, genç kuşaklar ve bazı aydınlar için başka bir seçenek
kalmıyor. İran, Cezayir ve Polonya örnekleri çok açık.
Baskı yönetimleri, baskıyı biraz gevşettiklerinde genellikle yıkılırlar. Onların yerini hangi
güçlerin alacağını ise, her toplumun kendine özgü koşulları belirler. Kemalist tek parti,
dinci güçlerin siyasete katılmalarına izin vermezken, siyasal bir muhalefetin tohumlarının
kendi içinde yeşermesine hoşgörü göstermiş, hatta bunu özendirmişti. Bu nedenle de, 27
yıllık tek parti dönemi sona ererken, İran ve Cezayir'dekinin benzeri bir durumla
karşılaşılmamıştı.
Cezayir'de İslami Selamet Cephesi'nin toplumsal desteğinin hızla artması karşısında
sürgünden çağrılarak Yüksek Devlet Konseyi Başkanlığına getirilen Muhammed Budiaf
şöyle demiştir: "En büyük eksiğimiz, bizde bir Mustafa Kemal Atatürk'ün çıkmamış
olmasıdır."
İran'daki dinci yönetim biçiminin, Şah rejimine göre daha katılımcı olduğunu
yadsıyamayız. Cezayir'de köktendinci akımların yükselişi de, 30 yıllık tek parti
egemenliğinin ürünüdür. "Petrol gelirleri bütün Cezayirlilerin rahat yaşayabilmeleri için bir
güvence oluşturduğu sürece her şey yolundaydı." Petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte
durum değişti. Çağdaşlaşma görünümü altındaki "çürümüşlük ve ahlaksızlık", baskı
yönetimi ile özdeşleşmiş gibiydi.
Cezayir'de 1954'te yüzde 17 olan kentleşme oranı, giderek yüzde 55'leri buldu, işsizliğe
karşı kentlere akın eden insanlar, toplumsal değerlerini yitirdiler. Kentte yaşadıkları
"kültür şoku" onları tepkiye, yeni bir "kimlik" aramaya ve sonuçta da İslam'a sığınmaya
itti. Çünkü sığınabilecekleri başka bir toplumsal kurum da yoktu. Yaşadıkları umutsuzluk,
bir yandan "kurulu düzen"e, öte yandan da "yabancı kültürler"in ürünü olan hemen her
şeye karşı öfkeyi beraberinde getiriyordu. Gençler "daha iyi bir dünya" isterken, onlara bu
umudu sadece "dinci güçler" veriyordu.
Çok sağlıksız bir hız ve biçimde büyüyen İstanbul'da ve bazı kentlerde dinci akımların
güçlenmesini de, bir ölçüde, benzer nedenlere bağlayabiliriz.

c) Laiklik

Genellikle din ile devlet işlerinin ayrılması olarak tanımlanan laiklik, elbette ki din ve
vicdan özgürlüğünü de içerir. Ama sadece din ve vicdan özgürlüğünün tanınmış olması, o
toplum düzeninin laik olduğu anlamına gelmez. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu'nda dinsel
hoşgörü vardı, laiklik yoktu. Laik toplum düzeni, bütün din ve inançtan insanların, eşit
koşullarla aynı kurallara uymak durumunda bulundukları, hiç kimseye dinsel ayrıcalık ve
üstünlük tanımayan bir toplum düzenidir. Laiklik, toplum ve devlet yaşamının akla ve
bilime dayatılmasıdır.
Laiklik tarihsel gelişim içinde Avrupa'da doğdu. Feodal düzen yıkılmış, Tanrısal iradenin
ürünü olduğuna ve dolayısıyla sonsuza kadar yaşayacağına inanılan toplumsal ve siyasal
kurumlar sona ermişti. Hıristiyan kilisesinin yüzyıllardır yaydığı dogmaların geçersizliği
-coğrafi keşiflerin de etkisiyle- yaşanarak görülmüştü. Örneğin dünyanın bir tepsi gibi
yuvarlak ve düz olmadığı anlaşılmıştı. Peşinen, sınanmadan doğru oldukları varsayılan
dogmaların yerini, bilimsel nitelikli bilgiler almaya başlamıştı. 13. yüzyılda, bir Hıristiyan
düşünürü olan Aziz Thomas, devletin insan aklına uygun biçimde düzenlenmesi
gerektiğini savunuyordu. Bir yüzyıl sonra, bu kez ünlü bir Müslüman bilim adamı olan İbn-i
Haldun laik düşüncenin gerçek bir öncüsü olarak ortaya çıktı. Devletin varoluşunu ve
toplumların evrimini, Tanrısal iradeye değil, toplumsal-ekonomik nedenlere dayandırarak
açıkladı. Hatta işi, insanın evrimini hayvanın en gelişmiş türüne, hayvanın evrimini de
bitkinin en gelişmiş türüne bağlamaya kadar götürdü. Yetkisini tanrı'dan alan siyasal
iktidar anlayışının yerini, giderek, gücünü toplumdan alan ve topluma karşı sorumlu olan
bir iktidar anlayışı aldı. (Fransız Devrimi ile bu anlayış evrenselleşti.) Zamanla Machiavelli,
Jean Bodin, Thomas Hobbes gibi düşünürler de aynı yolu izlediler.
Belirli bir süreç içinde; kapalı, kendi kendine yeterli bir tarım ekonomisine dayalı feodal
beyliklerin yerini -ticaretin gelişmesinin de etkisiyle- ulusal devletler almaya başlamıştı.
Mal alışverişi, bölgeler ve insanlar arasında düşünce alışverişini de kolaylaştırmaktaydı.
Bölgesel diller Latince ile birleşerek ulusal diller doğmuş, giderek ulusal kültürler
gelişmişti, insanların benzer biçimde duyup, düşünüp, davranmaya başlamalarıyla
birlikte, ırksal değil kültürel birliğe dayalı uluslar ortaya çıkmıştı. İşte bu ortamdadır ki;
Papa'ya bağlı, tek merkezden yönetilen, Latince ibadeti zorunlu kılan Katolik mezhebinin
yerini; yer yer, ulusal dillerle ibadeti öngören Protestanlık aldı. Katoliklerin bu yeni
mezhebi benimseyenlere hoşgörü göstermemesi üzerine, aynı dine bağlı, aynı ulustan
insanlar aracında, çok kanlı mezhep savaşlarına tanık olundu. Luther hareketi, din ile
devlet işlevini ayıran bir tutuma yöneldi. Bu ortamda laiklik, farklı inançlara sahip toplum
kesimlerinin barış içinde yaşayabilmelerinin bir önkoşulu olarak da gündeme geldi. (Bir
zamanlar Ortadoğu'nun en gelişmiş ülkesi olan Lübnan'ın bir iç savaş sonucu yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya gelmesinde laik bir devlet olmayışının rolü unutulabilir mi? Nasıl
ki, Sudan'da animistlerle Müslümanlar arasındaki iç savaş da laik bir devlet olmayışının
sonucudur.)
Hıristiyanlık ve Müslümanlık, bir noktada birbirlerinden çok farklı koşullarda ortaya
çıkmışlardır. Hazreti Muhammed'in çağında, Arabistan yarımadasında güçlü bir devlet
örgütlenmesi yoktu. Kabile egemenliğine dayalı bir siyasal yapı söz konusuydu. Oysa
Hıristiyanlık, Roma imparatorluğu gibi çok güçlü bir devletin toprakları üzerinde doğdu. Bu
nedenledir ki, Hıristiyanlık başlangıçta siyasal iktidar üzerinde hiçbir hak ileri süremezken,
Müslümanlık kısa sürede kendi devletini kurdu. İsa, "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Sezar'ın
hakkını Sezar'a veriniz" ilkesi arkasına sığınmaya çalışırken, Müslümanlık din ile devlet
işlerini bütünleştirmekte zorluk çekmedi.
Başlangıç koşullarının ürünü olan düzenlemelerin farklılığına bakarak, çözümlemeyi bu
noktada bırakmak ve buradan hareketle, Hıristiyanlıkta din-devlet ayırımının olanaklılığına
karşılık Müslümanlıkta din ile devletin ayrılamayacağı sonucuna varmak, yanlış olur.
Elbette ki, ilk Hıristiyanların derdi, öncelikle siyasal iktidarın baskılarından, arenalarda
aslanlara yem olmaktan kurtulmaktı. Hazreti İsa'nın "devlet bana karışmasın, ben de
devlete" anlamına gelen yukarıdaki formülü, böyle bir gereksinmenin ürünüydü. Ama ne
zaman ki koşullar değişti ve kilise kendini güçlü hissetmeye başladı, kullanılan mantık da
değişti. Hıristiyanlık adına konuşanlar, "ruh bedene üstündür, öyleyse ruha hükmeden
dinsel iktidar, bedene hükmeden siyasal iktidara da egemen olmalıdır" demeye başladılar.
Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, sadece "öte dünya" nın işleri değil, bu
dünyanın işleri de dinin düzenleme alanına girdi. Papa'lar krallara taç giydirir oldular.
Buna karşılık, Osmanlı Padişahlarına da Şeyhülislam kılıç kuşandırıyordu. Ama Papa'nın bir
krala taç giydirmesi, Tanrı adına ona yönetme yetkisi verme anlamına gelirken,
Şeyhülislam'ın kılıç kuşatma töreni, çoğunlukla göstermelikti. Çünkü aynı padişah,
kendisine kılıç kuşatan din adamının başını da kestirebiliyordu.
Laikliğin Hıristiyanlığa özgü bir durum olduğunu ve Müslümanlıkla bağdaşmayacağını
öne sürenlerin kullandıkları temel mantığın şu olduğunu biliyoruz: "İslam dini sadece din
işlerini değil, devlet işlerini ve özel hukuk alanını da düzenlemektedir, öyleyse bir İslam
ülkesinde laiklik olamaz." Oysa bu sav, daha çıkış noktasında, sanıldığı kadar doğru
değildir. Müslümanlık siyasal sistemle ilgili ayrıntılı kurallar getirmediği gibi, özel hukuk
alanını da ayrıntılı bir biçimde düzenlememiştir. Prof. Neşet Çağatay'ın da dediği gibi;
"Kuran'da hukuksal hüküm bildiren sadece elli kadar ayet vardır, gerisi ahlak kurallarıdır.
Bu nedenle bu kadar az hüküm, peygamber zamanında bile yetmemiş, peygamberin
kendisi de kural koymuş, görevli olarak Medine dışına yolladığı arkadaşlarına da, Kuran'da
ve sünnette örnek bulunmazsa, kendi görüşleri doğrultusunda hüküm vermelerini
önermiştir." "Şeriat" denilen din hukuku sadece evlenme, boşanma ve nafaka gibi
konuları, yani aile hukukunu içeriyordu. O konuda bile Kuran sadece ana hükümleri
koyuyuyor, ayrıntı getirmiyordu.
Üstelik Hz. Peygamber zamanında bile Kuran'daki hükümlerin aynen uygulanmadığı
oluyordu. Örneğin Peygamberin kendisi, bir borcunu öderken üstüne faiz anlamına
gelebilecek bir ek yapmıştı. Hz. Ömer, savaş ganimetlerinin bölüştürülmesiyle ilgili bir
Kuran hükmüne uymamıştı. Bu tür davranışların, özellikle Abbasi halifeleri arasında çok
sayıda örneği vardı. Bugün İslam dinini benimsemiş olan toplumlarda çok sayıda mezhep
ve çok daha fazla sayıda tarikat varlığını sürdürmektedir. Bu farklı mezhep ve tarikatlar,
farklı bir İslam yorumuna ve farklı kurallara uymayı savunmaktadırlar. Her biri kendi
doğrusunun "tek" olduğuna inanmakta ve diğerlerini kabul etmemekte, yanlış
saymaktadır. Laikliğe karşı çıkan, İslam hukukunu uygulama savında olan toplumlarda,
birbirlerinden çok farklı kural ve uygulamalara rastlanabilmektedir. Peygamberin söz ve
yaptıklarından oluşan "Sünnet"in bir hukuk kaynağı olarak yetmeyeceğini savunan
Kaddafi'nin, ünlü "Yeşil Kitap"ının üç cildinin hiçbir yerinde Kuran'dan söz edilmemektedir.
Din ve devlet ilişkileri açısından Hıristiyanlığın üç model yaşadığını biliyoruz. Papaların
kralları imparatorları aforoz edebildikleri uzun bir dönemde din devlete egemendi. Hemen
bütün önemli devlet görevleri din adamlarınca yerine getiriliyordu. Bizans'ta ise tersi bir
durum geçerliydi. Kral Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi sayıldığı için kilise kralın
emrindeydi; yani devlet dine egemendi. Hıristiyanlıkta laiklik, koşulların zorlamasıyla,
üçüncü bir model olarak tarihte yerini almıştır.
Aynı üçlü din-devlet ilişkisini Türklerin Anadolu'da yaşadıklarını söyleyebiliriz. Anadolu
Selçuklularında ve Osmanlının yükselme döneminde, devlet dine egemendi.
Şeyhülislamlar padişahın emrindeydiler ve devlet işlerine karışamazlardı. Duraklama
dönemiyle başlayan ve gerileme dönemiyle güçlenen bir süreç içinde, dinci güçler siyasal
iktidara egemen olmaya başladılar. Toplumda gerilikten kurtulmak, çağa uyum sağlamak
için atılan her adım karşısında din adına karar veren güçleri buldu. Atatürk'ün
önderliğindeki Türk devrimi ile de, laiklik ilk kez bir islam ülkesine girmiş oldu.
İran'da kendine özgü koşulların ürünü olan bir mollalar sınıfı vardır. Ama İslam dininde
-Hıristiyanlığın tersine bir din adamları sınıfının bulunmadığını biliyoruz. Müslümanlıkta her
erkek imamlık yapabilir, namaz kıldırabilir. Hiç kimsenin Tanrı ile kulu arasına girme hakkı
ve yetkisi yoktur. Bir çok ilahiyatçı, bu durumun İslam dinini laikliğe daha elverişli kıldığı
kanısındadır. Kuran'da bir devlet modelinin, bir siyasal modelin, bir yönetim modelinin
bulunmayışı da, bu savları güçlendirmektedir.
1998 yılında önce İstanbul ve arkasından da Abant'ta yapılan iki toplantıda birçok din
adamı, ilahiyatçı, tarikat ve dinsel cemaat temsilcisi, düşünür ve yazar bir araya geldi,
"İslam ve laiklik" konusu uzun uzun tartışıldı. Ve sonuçta varılan uzlaşma noktaları bir
bildiri ile açıklandı. Bu bildiride özellikle şu düşünceler dikkati çekiyordu:
"Din devleti fikri uygulanabilir, dini kaynakları olan bir kavram değildir. Din değil,
Müslümanlar siyaset yapmak durumundadır. Dünya islerini düzenleme özgürlüğü insana
verilmiştir, İslam dini halkın yönetimine katılımını öngörmektedir ki, bu durum demokrasi
ile uyumludur, İslam'da zorlama ve dayatma kabul edilemez. Ruhban sınıfı yoktur; Allah
ile kul arasına kimsenin girmesi söz konusu değildir."
Din temeline dayalı bir devlet, ister istemez "tek doğru"yu temsil ettiğini öne sürer. Bu
nedenle de, o "tek doğru"yu kendisi gibi anlayıp yorumlamayana bile hoşgörü göstermez,
gösteremez. Örneğin Osmanlı Devleti, başka dinden olanlara belirli bir hoşgörü gösterip,
kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine izin verdiği halde, Müslüman Türk halkına
aynı hoşgörüyü göstermemiştir. On beşinci yüzyıl ortalarından başlayarak, Osmanlı
İmparatorluğu'nda Türkçe Kuran "günah" sayılıp yasaklanmıştır. Oysa Türk
Müslümanlarının büyük çoğunluğunun bağlı olduğu varsayılan Hanifiliğin kurucusu İmam-ı
Azam Ebu Hanife'ye göre, Kuran'ın çevirisi de Kuran sayılmaktadır. Ve Tanrı Kuran'da
şöyle demektedir: "Sen Arap olduğun için biz bu kitabı Arapça indirdik. Biz her topluluğa
kendi diliyle seslenen bir görevli gönderdik... Biz bu kitabı size okuyasınız, anlayasınız,
buyruklarımıza, yasaklarımıza göre davranasınız diye gönderdik." Buna karşın Müslüman
Türk halkı, Kuran'ı Türkçe olarak okuyup öğrenebilme olanağına, ancak laik cumhuriyet
döneminde sahip olabilmiştir.
Batı'da Hıristiyanlık adına Engizisyon işkenceleri yapıldığı ne ölçüde doğru ise, içindeki
Tanrı aşkı yadsınamaz olan bir Hallac-ı Mansur'un derisinin İslam adına yüzüldüğü de bir
gerçektir. Laik bir devlette, orucunu tutana, namazını kılana kimse karışamaz. Ama bir din
devletinde, oruç tutmayana, namaz kılmayana, başını örtmeyene baskı yapılabilir, halta
bu nedenden dolayı öldürülebüir. Örneğin Suudi Arabistan'da, dine uyumu sağlama
amacıyla, halka baskı yapma yetkisine sahip bir "din polisi" bulunur. Oysa İslam dininin
kendisi, din adına baskı yapılmasını yasaklamakta ve şöyle demektedir: "Eğer Tanrı
isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi birden inanmış olurdu. Yine de sen, insanları inansınlar
diye zorlayıp duracak mısın?"
Laiklik dini devre dışı bırakmak anlamına gelmez; din adına baskı yapmak zor
kullanmak isteyenleri devre dışı bırakmak anlamına gelir. Bu nedenle de, özgürlük ve
demokrasinin ön koşulu olarak ortaya çıkar. Demokrasinin, ancak birbirlerini dengeleyen
güçlerin varlığı oranında gerçekleşebileceğini biliyoruz. Din ve devlet işlerinin tek elde
toplanması, başka bir deyişle, din gücü ile siyasal iktidarın birleşmesi, demokrasiyi
zorlaştıran bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Batı'da zaman içinde devletten ayrılan
kilisenin, ayrı bir güç olarak siyasal iktidarı sınırlandırmaya yönelmesi, özgürlükçü bir
siyasal sistemin oluşumunu kolaylaştırmıştır. Oysa laikliği kabul etmeyen İslam
ülkelerinde, demokrasiye bir türlü yaklaşılamamaktadır. Aslında İslam dininin katı ve
değişmez bir yapı oluşturduğu söylenemez. Hazreti Muhammed'in kendisi, Kuran'daki
hükümlerin, zamana ve yere göre değişebileceğini belirtmişti. Önce gelen bir ayetteki
hükümlerin sonraki bir ayetle değiştirildiği ve hatta tamamen ortadan kaldırıldığı
durumlara rastlanabiliyordu. Örneğin başlangıçla sadece içkili iken namaz kılınmayacağı
hükmü getirilmişken, daha sonraki bir ayet içkiyi tümden yasaklıyordu. Bu konuda olduğu
gibi kadınların, başlarının "cilbab" denilen bir tür yaşmak örtmeleriyle ilgili hüküm de, bir
anlamda Hz. Ömer'in Hz. Peygamber'e önerilerinin sonucuydu: "Tanrı'ya yalvar da, bu
konuda bir hüküm gelsin."
Kadınların başlarını örtmeleriyle ilgili geleneğin çıkış noktası, İslam dininden çok
öncelere gitmektedir. Sümerler'de "kutsal fahişe"lerin sokak kadınlarından ayrılmaları için
başlarını örtmeleri zorunluydu. Daha sonra evli ve dul kadınlar da bu sınıfa sokuldu ve bu
gelenek önce Museviliğe sonra Hıristiyanlığa girdi. Rahibeler kendilerini belli etmek için
kara bir çarşaf giyiyorlardı. Dindar kişiler de kiliseye ya da sinagoga girerken başlarını
örtüyorlardı. Müslümanlıkla bu kural, "özgür kadınlar"ın yine Müslüman olan cariyelerden
ayırt edilmesi amacıyla, İslam dininin doğuşundan on beş yıl sonra konuldu. Üçgen
biçiminde bağlanan İran kökenli türban ise, İran'da Müslümanlıktan önce var olan Zerdüşt
dininin bir uzantısıydı ve Zerdüşt rahibelerinin başlarını kapama biçimini yansıtıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu, tarihte dinsel hoşgörünün kurumsallaştığı en önemli
örneklerden birisini oluşturmuştur. Her dinsel kesim, ekonomik alanda, adalet ve eğitim
alanında önemli ölçüde bir özerkliğe sahipti. Rum ortodoks patriği, Ermeni patriği, Yahudi
hahambaşı protokolde önde yer alırlardı. Manastırlar vergi ve angarya bağışıklığına
sahiptiler. Ama Müslüman olmayan topluluklara gösterilen hoşgörü, Sünni olmayan
Müslümanlara gösterilmiyordu.
Osmanlı devlet ve toplum yaşamında da, dinsel kurallardan çok siyasal iktidar
tarafından konulan kurallar geçerliydi. Ünlü "Kanunname"nin yapımcısı Fatih Sultan
Mehmet'ten, "Kanuni" adıyla tanınan Sultan Süleyman'a kadar, birçok Osmanlı padişahı
gerçek bir yasa koyucuydu. Osmanlı padişahları Hac'ca gitmezlerdi. Devlet ve toprak
düzenini belirleyen yasalar dinsel hukukla uyum içinde değildi. Şeyhülislamlar 16. yüzyıla
gelinceye kadar devlet işlerine ve "örfi hukuk" alanına karışmazlardı. Yunanistan'dan
heykel getirildiği, Gentile Bellini gibi ressamların padişahlarca korunduğu dönemler vardı.
Osmanlı Devleti, din ve devlet işlerinde ayrımı, daha başından beri yapısal olarak
somutlaştırmıştı. Sadrazam devlet işlerine, Şeyhülislam ise din işlerine bakardı. "Şeriat"
hükümlerinden birçoğu ise, Osmanlı yönetimlerince hemen hiçbir zaman geçerli olmadı.
Hırsızın kolu kesilmedi; "zina" yapan kadın taşlanarak öldürülmedi; alkollü içki içene sopa
cezası -Dördüncü Murat dönemi dışında- uygulanmadı; faiz yasaklanmadı. Hatta bazı
Osmanlı padişahları, yayınladıkları fermanlarla, o yılki faizin yüzde kaç olacağını bizzat
hesapladılar. (Örneğin Birinci Ahmet, 1609 yılında faiz oranını yüzde 15 olarak ilan
etmişti.)
Gerilemeyi durdurmak isteyen Osmanlı devleti, çağdaşlaşma atılımlarına, askeri
okullarla birlikte hukuk alanında başladı. 1850 yılında yürürlüğe giren ticaret yasası ile,
ticaret davalarında din ve mezhep ayrımı ortadan kalkıyor ve faiz adı konularak kabul
ediliyordu. Bir yıl sonra da, yeni ceza yasası ile, mezhep ve din farkı gözetilmeksizin,
bütün Osmanlı uyruklarına uygulanacak hükümler yürürlüğe girdi. 1871 ve 1878'de
yapılan düzenlemelerle, Müslüman olmayan halk yerel yönetimlere katılma hakkı kazandı.
1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan laikliğe doğru yöneliş, 1876 Anayasası ile
belirginleşti.
19. yüzyıl başlarında görülen bir süreç de laik eğitime geçişle ilgiliydi. Dinsel temelli
eğitim kurumlarının dışında, çağdaş ve laik eğitim kurumlan da çoğalmaya başladı.
Giderek Müslüman olmayan azınlıklar da laik eğitime geçmek gereğini duydular. Bu
ikiliğin yarattığı sonucu İlber Ortaylı şöyle özetliyor: "Osmanlı imparatorluğu, eğitimin iki
tür okulda yapıldığı, bürokraside iki sınıf memurun yan yana çalıştığı (daha doğrusu
birbiriyle çekiştiği), iki tür dünya görüsünün birbiriyle çatıştığı bir toplum sistemi halinde
ömrünü tamamladı. Bunun idari ve sosyal hayatta yarattığı sancıları, son nesil Osmanlı
aydınları çektiler."
Atatürk laiklik ilkesini Anayasa'ya koymadan önce iki önemli adım atmıştı. Birinci adım,
1924'te kabul edilen "öğretim birliği" (tevhid-i tedrisat) yasasıydı. Bu yasa ile laik öğretim
genelleşiyor ve yukarıda sözü edilen büyük sakınca ortadan kaldırılıyordu. Ama o sakıncalı
durum, özellikle 1950 sonrasından başlayarak verilen ödünlerle yeniden doğmaya başladı.
Atatürk'ün laikliğe gidişte attığı ikinci önemli adım ise, 1926'da gerçekleştirilen hukuk
reformudur. Bu adımla, artık Türk hukuk sistemi tamamen laik bir temele oturtulmuştur.
***
Batı'da laiklik, yukarda da anlattığımız gibi, ekonomik-toplumsal-siyasal bir süreç
sonucunda ortaya çıktı ve kurumlaştı. Ama laikliğin günümüzde de "çağdaş toplumlar"
için vazgeçilmez kılan iki temel neden var: 1) Dine dayalı devlet, özgür düşünceyi,
bilimsel gelişmeyi, değişen koşullara uygun yeni kurum ve kuralların konulmasını
zorlaştırmakta, hatta engellemekledir; 2) Dine dayalı devlet, iktidardaki "tek inanç"ın
dışındaki inanç gruplarına aynı hakları tanımadığı için, farklı inançtan toplum kesimlerinin
"barış içinde" yaşamaları olanağını büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. (Din ve mezhep
savaşlarını kolaylaştırmaktadır.)
Bu iki neden, sadece Hıristiyanlığın egemen olduğu toplumlar için değil, belirli bir
gelişme düzeyindeki "tüm toplumlar" için geçerlidir. Çünkü her iki nedenin de, şu ya da bu
dinin içeriği ile doğrudan ilişkisi yoktur. Bu anlamda laiklik, farklı inançtan bireylerin -eşit
haklara sahip- "yurttaş"lar olabilmelerinin, bir "ulus" oluşturabilmelerinin ön koşuludur. Bir
"ulus" olmadan "çağdaş"laşabilen toplum ise yoktur.
Laikliği bir "toplumsal zorunluk" olarak gündeme getiren bu iki neden, elbetteki Türkiye
için de geçerliydi.
Osmanlı Devleti'nin "yükselme" döneminde, dinsel iktidar da siyasal iktidara -yani
padişaha- bağlıydı. Ama ne zaman ki durum tersine döndü ve siyasal iktidarın güç
yitirmesinden yararlanan dinsel güçler etkilerini arttırdılar; "din" toplumun çağa ayak
uydurmasını engelleyen bir kurum görünümü kazandı.
Örneğin, Gutenberg'den birkaç yıl sonra Türkiye'de de ilk basımevi kurulduğu halde,
bunun sadece Museviler ve Hıristiyanlar için kullanımına izin verildi. 1566 yılında,
padişahın başçevirmeni Ali Bey, Tevrat ve incil'i "halk Türkçesi"ne çevirdi ve basıldı. Ama
Müslüman halkın Kuran'ı kendi dilinden okuyup anlayabilmesi, ancak 1930'lardan sonra
-yani laik Türkiye'de- gerçekleşebildi. Müslüman Osmanlıların da basımevini
kullanabilmeleri için, Şeyhülislam ancak Gutenberg'den 270 yıl sonra fetva verdi.
İlk gözlemevi, 1580 yılında -Şeyhülislamın fetvası ile-dine aykırı olduğu gerekçesiyle
yıkıldı. Şeyhülislam Ebu Ishak İsmail Efendi, kitaplıklardaki astronomi ve felsefe
kitaplarını, aynı gerekçeyle attırdı. Felsefe Osmanlıda hep zararlı sayıldı. Astronomi ve
tıbbın "yararlı bilim" sayılabilmeleri için, 18. yüzyıla kadar beklemek gerekti.
Kopernic güneş sistemini 1543'te aydınlatmıştı. Dinsel güçlerin denetimine girmiş olan
Osmanlı devletinde ise, 1800'lerde bile "dünya merkezli güneş sistemi" okutuluyordu.
Daha önce de değindiğimiz gibi; Osmanlı yönetimi başka dinden olanlara karşı
hoşgörülü davrandığı halde, aynı yaklaşım Sünni olmayan Müslümanlara gösterilmiyordu.
Örneğin Aleviler, ancak laikliğin kabulünden sonra, belirli bir "huzur"a kavuşabildiler.
Peki, laikliğe karşı çıkan ve "şeriat"ı uyguladığını öne süren İslam ülkelerinde durum
nedir?
Dünyada, kendilerinin İslam dininin ilkelerine ve kurallarına göre yönetildiğini öne
süren dört ülke var: İran, Pakistan, Suudi Arabistan ve Sudan. Ama bunların hiçbirisinde
de "şeriat" tam anlamıyla uygulanmıyor. Uygulanamıyor.
Şeriatı en çok uygulayan Suudi Arabistan'da, kralın varisleri şeriata göre belirlenmiyor.
Ölen kralın yerine kimin geçeceğine, prensler karar veriyorlar. Suudi Bankası -uluslararası
alanda- tamamen batılı kurallara göre işliyor. İran'da karısından boşanmak isteyen
erkeğin "mahkeme kararı" alması gerekiyor. Yargıçlar şeriat hükümlerini kendi kafalarına
göre uygulayamıyor, ancak yasama organınca kabul edilmiş yasalara göre karar
verebiliyorlar.
Bu dört ülkenin dördünde de, şeriat dışı bir siyasal sistem geçerli. Şeriat, ne ekonomide
ne de siyasette uygulanıyor. Sadece o toplumların "örf ve adet"lerini etkiliyor. Alkol
yasağı ve çarşaf zorunluğu gibi, bazı göstermelik uygulamaların ötesine pek geçemiyor!
Başka bir soru da şu: Acaba laik olmayan bir toplumsal-siyasal düzende demokrasi
olabilir mi?
Köktendinciler bu soruya "hayır" yanıtını veriyor ve demokrasiyi yadsıyorlar. Cezayir
İslami Selamet Cephesi'nin bir yetkilisi, açıkça "Demokrasi dinsizliktir" diyebiliyor. Bir din
devletinde, değişmez "tek doğru" söz konusudur. Dolayısıyla düşünce özgürlüğüne ve
demokrasiye yer olmaması doğaldır. Hatta aynı din içindeki farklı "yorum"lara bile,
genellikle hoşgörü gösterilmez. Öyleyse laiklik demokrasinin ve farklı inançta olanların
barış içinde bir arada yaşayabilmesinin ön koşuludur.
Bugün Hindistan'da çok sayıda din, 24 ayrı dil ve 500'den fazla da lehçe var. Hintli
uzmanlar, bu kadar farklılığın yan yana yaşadığı bir toplumda, laik devlet yapısının bir
"çimento" işlevi gördüğünü savunuyorlar... Pakistan'da 1977 yılında bir askeri darbe oldu.
General Ziya-Ül Hak iktidara el koydu ve "Peygamber düzeni"ni ilan etti. Laikliği yadsıyan
bir yönetim kuruldu. Şiiler, sünni çoğunluğun hukukunu kabul etmeyeceklerini açıkladılar.
Şeriattan kaynaklanan vergilerini hükümete değil, kendi kurumlarına ödemek istediler. Ve
çatışmada çok sayıda insan öldü.
Şerif Mardin'in de vurguladığı gibi; demokrasi, yönetenlerle yönetilenler arasında bir
köprü anlamı da taşır. Oysa bugün, İslam dinine dayalı olmak savındaki devlet
biçimlerinden hiçbirinde bu köprü kurulabilmiş değil. Ama iletişim örgüsünün ulusal
sınırları aştığı çağımızda, "insan hakları" gibi konulan toplumların gündemlerinden
"sonsuza dek" çıkarmanın olanaksızlığı ortada.
İslam ile demokrasinin bağdaşmayacağı savının yanlışlığını Kemalist Türkiye kanıtladı.
Türker Alkan'ın şu düşüncesine katılmamak ise çok zor: "Ortaçağda tüm yaşamı denetimi
altında tutan Kilise'nin demokratikleşmeye ve laikleşmeye izin vermesi beklenebilir
miydi? O çağlar Avrupasına bakıp, 'Demokrasi ile Hıristiyanlık bağdaşmaz' demek ne
kadar abesse, şu andaki çeşitli İslam ülkelerine bakıp aynı yargıya varmak da o kadar
yanlıştır."
Petrol zengini Arap ülkeleri, parasal güce dayanarak, bir evrimi kendi içlerinde
geciktirebilirler. Bu olanağa sahip olmayan Müslüman toplumlarda ise, Mısır'dan Cezayir'e
kadar, yolsuzluklara, beceriksizliklere, haksızlıklara karşı bir "kitlesel zorlama" kaçınılmaz
görünüyor. Durumlarından memnun olmayan kitleler, daha önce de anlattığımız
nedenlerle, önce "kurtuluş"u dinsel değerlere, "Altın Çağ"ın kurallarına yeniden dönüşte
arayabilirler. Ama yaşanacak düşkırıklıkları, demokratik süreçlerin ancak laik bir düzende
işleyebileceği gerçeğini çok geçmeden göstererektir.
Demokrasi ve laiklik, insanların inançlarına göre yaşamalarına, inançlarının gereğini
yerine getirmelerine engel değil. Böyle bir toplumda, insanlara namaz kıldıkları, oruç
tuttukları, camiye gittikleri için baskı uygulanamaz. Öyleyse köktendinci akımlar niçin
laikliğe ve demokrasiye karşı çıkıyorlar? Bu sorunun da yanıtı açık: Bu akımlar kendileri
için özgürlük istemiyorlar; başkalarının da kendileri gibi davranmaya zorlanması hakkını,
yani başkalarının özgürlüklerinin ellerinden alınacağı bir düzen istiyorlar. O düzeni bir kez
kurduktan sonra da, değiştirilmesine izin vermemeyi "doğal" sayıyorlar.
Konuyu kapatmadan yanıtlamamız gereken son bir soru kaldı: Niçin yirmi birinci yüzyıla
yaklaşırken, hâlâ, Türkiye benzeri laik-demokratik bir düzeni diğer İslam ülkeleri
gerçekleştiremiyorlar? Türkiye'yi onlardan farklı kılan nedir?
Sorunun "toplumsal yapı" ile ilgili yanıtlarını "Siyasal sistemler" bölümünde göreceğiz.
Burada üzerinde durulması gereken yanı ise, dinsel ve kültürel nedenlerle ilgilidir.
Sorunun Orta Asya Türk kültürü ile, Anadolu'da bulunan kültür mirası ile ve Kemalist
devrim ile ilgili yanları var.
Eski Türkler'de, göçebe koşullarının da katkısıyla oluşan, ilkel demokratik gelenekler
geçerliydi. Savaş ya da sürek avı nedeniyle boylar bir araya gelince, geçici bir süre için
"başbuğ" seçiliyordu. Güç doğa koşulları, bir kenarda durup sadece emirler yağdıran bir
soylular sınıfının doğmasına izin vermiyordu. Kararların alınmasına herkes katılnakta,
yargılamalar topluluk önünde yapılmaktaydı.
Gene aynı dönemde Türkler arasında yaygın olan Şamanizm dini de, örneğin İslam
öncesi İranlıların dini olan Zerdüşt ile karşılaştırıldığında, çok daha hoşgörülüydü.
Şamanizm kadını "kutsal" sayarken, Zerdüştler kadını şeytanın yansıması gibi
görüyorlardı, İslam öncesi Araplar'da kadının bir deve kadar bile değeri yokken, Türk
kadını erkeğe eşitti. "Emirname"ler Hakan ve Hatun tarafından imzalanmadan yürürlüğe
giremiyordu. Kadınlar elçi, kale muhafızı ve hatta devlet başkanı olabiliyordu. (Bu konuda
geniş bilgi için, Bkz. Ahmet Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, "İslamda ve Türklerde Kadın"
bölümü.)
Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra da, bu farklılık devam etti. Örneğin
Türkistan'da Peygamber'den sonra en yüce insan sayılan Ahmet Yesevi (1093-1166),
"cemiyette ve dergâhta kadın ve erkek birlikteliği"ni savunuyordu. Timurlenk'in 1404
yılında Semerkant'ta verdiği bir ziyafete, erkeklerin yanı sıra kadınların da katıldığı,
Kastilya Elçisi Klaviya'nın anılarında yazılıdır. Türklerde kadının örtünmesi olayı ise, Fatih
döneminden sonra Bizans'ın etkisiyle başladı. Çok kadınla evlilik ve "harem" gibi
uygulamalar da, daha çok saray ve saray çevrelerinde yerleşti.
Şeriat din demek değildir. Şeriat "din hukuku" demektir ve fıkıh ile aynı anlama
gelmektedir. Bu açıdan yaklaşıldığında, Osmanlı devletinin hiçbir zaman bir şeriat devleti
olmadığını söyleyebiliriz, ilahiyatçı Prof. Neşet Çağatay, "Türk Ulusu, Büyük
Selçuklulardan 1050'li yıllardan beri, İslam hukukunun yani şeriatın onda birini bile
uygulamamıştır" diyor. Ve ekliyor: "Şeriat toplumun uyacağı yaşam kurallarının hepsidir.
Bu kuralların binde biri Kuran'da vardır. Kuran'da yer almayan öteki şeriat kuralları, Tanrı
buyruğu değil, insanların sözleridir. Bu kurallar, İmam Şafii'nin dediği gibi, zamanın
değişimi ile değişip durmuşlardır."
Az sayıdaki şeriat yasasının yürürlükten kaldırılması ile ilgili uygulamalar ise, daha
Kemalist Devrimden önce başlamıştı. Örneğin 1908 yılında padişahın çıkardığı bir yasa,
bir yandan çok eşli evliliğe son veriyor, öte yandan kadınlara da boşanma hakkı
tanıyordu. Ama işgalden sonra, Türkiye'de yaşayan Yahudi ve Katolikler işgal kuvvetlerine
başvurarak, bu yasanın kaldırılmasını istediler. Çünkü kendi dinlerinde boşanma yoktu.
Fransızların 1905 yılında Türkiye çapında yaptıkları bir araştırma ise, çokeşli evlilik
oranının İstanbul'da sadece yüzde 5, Anadolu'da ise yüzde 8 olduğunu ortaya
koymaktaydı.
İran ile Türkiye arasındaki dinsel etki farkının bir nedenini de İlber Ortaylı vurguluyor:
Çağdaşlaşma eğitime yansıdıkça, Türkiye'de "medrese çevresi ve ilmiyye sınıfı" bunun
dışında kaldı ve toplum yaşamındaki eski egemen rolünü yitirmeye başladı. Oysa İran'da
"ruhban sınıfı", çağdaş eğitimi de alarak yerini koruyabildi ve Şah'ın devrilmesinin
ardından yönetime tamamen egemen olması zor olmadı
Türkler Anadolu'ya yerleşirlerken, kendilerinden önce bu topraklarda yaşayan insanlar
ve kültürlerle yeni bir sentez oluşturdular. Eski kültürlerinde bulunan demokratik öğelerin
de yardımı ile, farklı olana hoşgörü ile bakmasını öğrendiler. Arap ve İran kökenli tarikatlar
"Allah korkusu" na dayanırken, Anadolu tarikatları "Allah sevgisi" üzerine kuruldu.
Mevlevîlik, Bektaşîlik, Babaîlik bunun somut örnekleriyle doludur. Aynı kökenden gelen
Anadolu Alevileri ile Orta Doğu Şiîleri arasındaki ayrım ise çarpıcı ve düşündürücüdür.
Mustafa Kemal, işte bu "farklı oluşum"un kaynaklarını değerlendirerek, laikliği de içeren
"aydınlanma devrimi" ni gerçekleştirdi. Bu kültürel ve toplumsal kalıt olmasaydı, İslam
ülkelerinin bugün bile gerçekleştirmeye cesaret edemedikleri bir devrim, herhalde çok
daha zor olurdu.
2. ÇAĞDAŞ İDEOLOJİLER

İdeolojiler, toplumların ya da toplumların içindeki belirli kesimlerin gereksinmelerine yanıt


veren, kendi içinde tutarlı inanç sistemleridir. Her toplum kesimi, kendi ideolojisine yani
kendi inançlarına uyan bir siyasal iktidarı yasal sayar ve ona baş eğmeyi doğal kabul
eder. Halkın çoğunluğunun inançlarına uygun olan bir yönetim biçimi yasaldır. Bu
çoğunluk ne kadar büyürse, siyasal istikrar ve toplumsal barış o ölçüde artabilir. Ama
toplumun büyük bir kesiminin inançlarına ters düşen bir yönetime ancak korku nedeniyle
baş eğilir. Bu kesimin büyümesi ölçüsünde, rejim giderek daha çok baskıya dayanmak
zorunda kalır.
Günümüzde etkisini korumayı sürdüren siyasal ideolojileri dört grup altında ele
alacağız; liberalizm, sosyalizm ve komünizm, tutuculuk ve faşizm, milliyetçilik.
a) Liberalizm

Liberalizm -tarihsel evrim içinde- Avrupa'daki topraksoylular (Aristokrasi) ile kentsoylular


(Burjuvazi) arasındaki çatışmaya koşut olarak doğdu. Onuncu yüzyıldan başlayarak
kentlerde gelişen ticaret ve sanayi, varlıklı, yeni bir toplumsal sınıfın doğmasına olanak
vermişti. Zaman bu kentsoylu sınıfı ekonomik ve toplumsal açıdan daha da
güçlendirirken, kapalı tarım ekonomisinin yıkılmaya yüz tutması toprak soyluların giderek
zayıflamalarına neden oluyordu. Uyuşmayan çıkarlar, iki sınıf arasındaki bir çatışmayı
kaçınılmaz kılmıştı. Bu çatışma on birinci ve on ikinci yüzyıllarda belirginleşti.
Gerek ticaretin gelişmesi, gerekse sanayinin gerek duyduğu iş gücünün sağlanması,
derebeylik düzeninin yıkılmasını kaçınılmaz kılmaklaydı. Bir dizi derebeyinin
topraklarından geçerek, onların koydukları keyfi kurallara uyarak yapılan ticaretin
zorlukları ortadaydı. Gene aynı feolal düzenin kuralları, topraklarında yaşayan insanların
derebeyinin izni olmadan kalkıp kente gitmelerini ve işçi olmalarım önlüyordu.
Kentsoyluların gelişmesine en büyük engel topraksoyluluların doğuştan sahip
bulundukları hukuksal ayrıcalıklardı. Önemli siyasal, askeri, yönetsel ve dinsel görevler
topraksoyluların tekeline bırakılmıştı. Örneğin İngiltere'deki Lordlar Mecîisi'nde üyelikler
babadan oğula geçmekteydi. Topraksoylu olmayanların general olmaları olanaksızdı.
Liberalizm bu koşullar içinde, kentsoyluların sorunlarına çözüm getirmek üzere, iki
büyük ilkeye dayalı olarak doğdu: Eşitlik ve Özgürlük. Kentsoyluların ekonomik sorunları
bulunmadığı için, söz konusu olan yalnızca hukuksal anlamda, yasalar önünde bir eşitlikti.
Yasal eşitsizlikler kalktığında, topraksoylular ayrıcalıklarını bildirecekler ve kentsoyluların
önü açılmış olacaktı. Özgürlük ise, kentsoyluların kendi düşüncelerini yayabilmeleri, nasıl
bir düzen kuracaklarını anlatabilmeleri ve dolayısıyla toplumda kendilerine yandaş bulup,
savaşımlarını yürütebilmeleri için gerekiyordu.
Devrimden sonra yayımlanan "Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi" bir anlamda
liberalizmin haklar ve özgürlükler listesi sayılabilir. O listede "kutsal ve dokunulmaz" ilan
edilen tek hakkın "mülkiyet hakkı" oluşu ilginçtir Kentsoylular, mülkiyet hakkının tehlikeye
düştüğünü düşündükleri durumlarda özgürlüklerden ve hatta yasalar önünde eşitlik
ilkesinden bile vazgeçebileceklerini göstermişlerdir. Tüm on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl,
Nazizme ve Faşizme sağlanan destek dahil, bunun örnekleriyle doludur. Yasalar önünde
eşitlik, herkesin eşit oy hakkına sahip olduğu seçimlerle yönetimin belirlenmesini
gerektiriyordu. Oysa 1789 Devriminin hemen arkasından ortaya atılan "Ulusal egemenlik"
kavramı ile kentsoylu olmayanlar oy hakkından yoksun bırakıldılar. Egemenliğin ulusa ait
olması, bu egemenliği o ulusun her bireyinin kullanacağı anlamına gelemezdi. Ulus adına
egemenliği kullanacak olanlar "etkin yurttaşlar"dı. Yani servet sahibi olup, yüksek
düzeyde ödedikleri vergilerle devlet çarkının dönmesini sağlayan kentsoylular!
Genel ve eşit oy ilkesinin kabulü için, 1789'dan 1848'e kadar süren büyük
mücadelelerin verilmesi ve çok kan dökülmesi gerekmiştir. Önce çok varlıklılara tanınan
oy hakkı, giderek daha az varlıklılara genişletilmiş, yoksul ve emekçilerin oy hakkını elde
etmeleri ise çok zor ve büyük kayıplar pahasına olmuştur. 1980'lerin ikinci yarısında
Güney Afrika'da zencilere eşit oy hakkı tanımamak için takınılan tutumun altında yatan
nedenler, geçen yüzyılın başında toplumun alt kesimlerine karşı öne sürülen nedenlerden
çok farklı değildir.
Liberalizm genellikle "siyasal liberalizm" ve "ekonomik liberalizm" olarak ikiye ayrılarak
değerlendirilir. Siyasal liberalizm, siyasal sistemler bölümünde göreceğimiz "liberal
demokrasi" nin temel felsefesini oluşturur. Ekonomik liberalizm ise, kapitalizmin ideolojisi
sayılabilir. Jean Touchard buna bir de "aydın liberalizmi"ni ya da "zihinsel liberalizmi"
ekliyor: "Zihinsel liberalizm, hoşgörü ve uzlaşma zihniyetini yansıtır; ama bu özgürlükçü
zihniyet, bazıları dikkati çekecek kadar hoşgörüsüz olan liberallerin vazgeçilmez bir
parçası sayılamaz."
On sekizinci yüzyılda Batı Avrupa'da kentsoylu sınıf çok hızlı bir gelişme gösterirken,
onlarla birlikte ekonomi de, toplum da ve dolayısıyla insanların dünyaya bakışları da
değişmeye başladı. Zamanla bu yeni bakış açısına "Aydınlanma Felsefesi", bu felsefenin
doğup geliştiği döneme de "Aydınlanma Çağı" dendi. Fransız düşünür Voltaire'in
deyimiyle; "İngiltere'de yurttaşları zenginleştiren ticaret, onların özgürleşmelerine katkıda
bulundu ve bu özgürlük de ticareti yaygınlaştırdı; onun sonucunda da devlet büyüdü."
Liberal ideolojinin temellerinin atıldığı bu dönemde, "özgürlük, gelişme ve insan" ön plana
çıktı. Akla, doğaya ve insan mutluluğuna aykırı önyargılar yıkılmaya başladı, insan aklının
doğruyu yanlıştan ayırt edebileceği ve en uygun yönetim biçimini bulabileceği savunuldu.
Diderot'un öncülük ettiği akım "Yasa, genel olarak yeryüzünün tüm haklarını yöneten
insan aklıdır" dedi.
İngiliz Locke'u (1632-1704), liberalizmin ilk temel taşlarını koyan düşünür olarak
gösterebiliriz. Locke'a göre; uygar topluma geçmeden önce, insanlar bir "doğa
durumu"nda yaşıyorlardı. Bu yaşamda, "başkalarına zarar vermeme" kuralına dayalı,
Tanrı tarafından konmuş bir "doğa yasası" egemendi, insanlar özgür, eşit ve barış
içindeydiler. Doğa yasasına uymayıp saldırgan davrananları herkes tek başına ya da
başkalarıyla birleşerek cezalandırma hakkına sahipti. Ama hem davacı, hem yargıç, hem
de ceza uygulayıcısı olmak toplumda karışıklıklara neden olabileceği için, insanlar kendi
iradeleriyle uygar topluma geçmeye karar verdiler.
İnsanlar bir "toplum sözleşmesi" ile uygar topluma geçerken, doğal haklarını değil,
ancak yargılama ve cezalandırma haklarını topluma devrettiler. Locke, "İnsanların
devletlerde birleşmelerini ve kendilerini yönetimlerin altına koymalarının asıl amacı,
benim mülkiyet genel adı altında topladığım, canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının
korunmasıdır" demektedir. Öyleyse, toplumu yönetenlerin iktidarı mutlak ve sınırsız
olamaz. Eğer yöneticiler doğal hakları koruyacakları yerde çiğnemek durumuna
düşerlerse, sözleşme bozulmuş demektir. Yurttaşların böyle yöneticilere boyun eğme
yükümlülükleri ortadan kalkar, "devrim hakkı" doğar.
Kadınları ve yoksulları yurttaşlık haklarının dışında bırakan, çoğunluğun zorbalığa
kayabileceğini düşünmemiş olan Locke'u, Bertrand Russell şöyle eleştiriyor: "Locke, yeter
ölçüde düşünmeksizin çoğunluk ilkesine saplanmıştır... Çoğunluğun Tanrısal hakkı, eğer
ileri noktalara kadar götürülürse, kralların Tanrısal hakkı ölçüsünde tiranca olabilir."
Kendisi de bir topraksoylu olan Montesquieu (1689-1755), "Güçler Ayrımı" kuramı ile
siyasal liberalizme katkıda bulunmuş bir düşünür. Ancak birbirlerini sınırlayan ve
dengeleyen güçlerin varlığı durumunda özgürlüklerin var olabileceğini savunuyor:
"Önünde kendisine engel olacak başka bir güç bulunmayan bir yönetici özgürlükleri
çiğneyebilir, yetkilerini aşabilir... Kuvvet kuvveti durduramazsa özgürlük olmaz." Devletin
yasa yapmak , yasaları uygulamak ve yasalara göre suçluları cezalandırmak olarak
nitelediği üç görevinin farklı toplumsal güçler tarafından yerine getirilmesi gerektiğini
söylüyor. Amacı kral, soylular ve halk arasında bir denge oluşturmak. Yasa yapmak
işlevini yerine getirecek olan temsilcilerin, kendilerini seçenler karşısında
bağımsızlığından yana.
Jean-Jacques Rousseau'ya (1712-1778) göre, en iyi çözüm halkın iktidarını doğrudan
kullanmasıdır. Ulusal egemenlik parçaların toplanmasıyla oluşur; yani her yurttaş eşit
olarak o egemenliğin bir parçasına sahiptir. Eğer halk bu egemenliğini doğrudan
kullanamazsa (doğrudan demokrasi), seçtiği temsilcilerinin ona tamamen bağımlı olması
gerekir. "Ulusun vekilleri, onun temsilcileri değil, olsa olsa memurları olabilirler." Halk
vekilini, istediği zaman görevinden alabilmelidir.
Rousseau da, özgürlüklerin güvence altına alınabilmesi için gücün gücü dengelemesi
gerektiğini bir anlamda kabul ediyor. Ama O'nun savunduğu şey, gücün tüm insanlara eşit
olarak dağıtılması. Servet eşitliği dahil, insanlar arasında eşitliğin sağlanmasını
savunduğu noktada liberal düşünürlerden ayrılıp, sosyalist (toplumcu) düşünceye
kaymaya başladığını söyleyebiliriz.
Emanuel Sieyes (1748-1836), sadece düşünce düzeyinde değil, uygulamada da Fransız
Devrimi'ne katkıda bulunmuş bir isim. Ünlü "aktif yurttaş-pasif yurttaş" formülünü bulup,
gelir düzeyi düşük olanların oy vermesini önleyen, "etkin yurttaş" olarak iktidarı soylulara
sunan da o. Şöyle diyor: "Bir ülke yurttaşlarının tümü pasif yurttaş hukukundan
yararlanmalıdır. Kendisinin, malının ve özgürlüğünün korunması herkesin hakkıdır. Ancak
kamu gücünün kurulmasına ve işlemesine katılmak herkes için hak değildir; herkes aktif
yurttaş değildir. Sadece kamu örgütüne yardımcı olanlardır ki, devlet denilen büyük
toplumsal girişimin gerçek paydaşlarıdır. Ortaklığın gerçek üyeleri, gerçek aktif
yurttaşlardır." Yurttaşların ödedikleri vergi düzeyine, yani servetlerine göre, aktif-pasif
diye sınıflandırılmasını sağlayan Sieyes, temsilcilerin de -tıpkı Montesquieu gibi-
seçmenler karşısında bağımsız olmalarını savunuyor.
Özel mülkiyetin kentsoylular (burjuvazi) ve dolayısıyla liberalizm açısından taşıdığı
önem, Fransız düşünür Benjamin Constant'ın (1767-1830) şu tümcelerinde açıklıkla
görülebilir: "Sadece mülkiyettir ki, aydın olabilmek için gerekli boş zamanı ve doğru
yargıda bulunabilme olanağını verir; dolayısıyla sadece mülkiyet insanların siyasal hakları
kullanabilmelerini sağlar." O'na göre, "kimsenin durduramayacağı" ağır ve aşamalı bir
eylemle özgürlüğü kuracak olan da ticaret ve sanayidir.
Constant'ın, çoğunluk yönetiminin her zaman demokratik ve özgürlükçü
olmayabileceğini göstermesi gibi bir önemi var. Özgürlükleri yok eden baskıların sadece
kraldan değil, kitlelerden de gelebileceğinin bilincinde. Kitlelerin "kör ve sağır"
olabileceğini, bazı hırslı kişilerin peşine rahatça takılabileceğini söylüyor. Çünkü Fransız
Devrimi'ni yaşamış, Robespierre ve benzerlerini görmüş. Çoğunluğa da dayansa, hiçbir
yönetimin, düşünce ve vicdan özgürlüğüne, mülk edinme özgürlüğüne karışmaması
gerektiğini savunuyor, insan kişiliğinin "girilemez sınırları" olması gerektiğine inanıyor.
Alexis de Tocqueville (1805-1859) de, soylu bir aileden. Siyasal liberalizme ve çağdaş
demokrasi anlayışına en büyük katkıyı yapan düşünürlerden birisi olduğuna kuşku yok.
Toplumsal sınıflara, neredeyse Marksistler kadar önem veren bir liberal düşünür.
Düşünceleri toplumsal sınıfların biçimlendirdiğini savunuyor ve şöyle diyor: "Ben
sınıflardan söz ediyorum; tarihi meşgul etmesi gereken sadece onlardır." Tocqueville
demokratik rejimin Amerika'da daha başarılı olmasını da toplumsal sınıflardan hareket
ederek açıklıyor. Amerika'da -Avrupa'daki gibi- eski ayrıcalıklı sınıfların bulunmamasının
ve denge sağlayabilecek güçte bir orta sınıfın varlığının, demokrasinin işleyişini
kolaylaştırdığını vurguluyor.
Özgürlüklerin güvence altına alınmasına büyük önem veren Tocqueville, başkanlık
sistemine karşı çıkmakta ve iki meclisli bir siyasal sistem önermektedir. Ama bu,
özgürlüklerin korunması açısından siyasal kurumlara pek de fazla önem verdiği anlamı
taşımamaktadır. Bireyciliğe karşı bir liberal olan Tocqueville'e göre, demokrasinin getirdiği
sorunların çözümü için üç önemli öğe vardır: Yerinden yönetim, kitle örgütleri ve
demokratik kültür. Yetkiler, merkezden çevreye yayılmalı ve yerel yönetimler
güçlendirilmelidir. Siyasal, mesleksel, bilimsel ya da kültürel nitelikli her türlü kitle
örgütlenmeleri özendirilmelidir. Sorumluluk duygusu ve kamu çıkarı gibi öğeler siyasal
kültürde ağır basmalıdır, ilk iki öğeyi değerlendirerek, Alexis de Tocqueville'in bir tür
"katılımcı demokrasi" anlayışına daha o zamandan sahip bulunduğunu söyleyebiliriz. En
karşı olduğu şeyleri bile anlamak için gösterdiği olağanüstü çaba ise, onu gerçek bir
"liberal" yapmaktadır.
John Stuart Mili (1806-1873), devletin "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesinin
gerisinde bir seyirci olmasına karşıydı. Devletin özgürlüğün koşullarını yaratması
gerektiğini savunuyordu. Devlet çoğunluğun karşısında bireyi korumalıydı. Ünlü İngiliz
düşünüre göre, çoğunluğun azınlıkta olanları ezmesine engel olmak devletin göreviydi.
Fransız düşünür Alain (1868-1951) oldukça çağdaş bir liberal, iktidarın, iktidara
katılanları bozduğuna, denetimsiz her iktidarın iktidardakini çıldırttığına inanıyordu.
Seçmen seçileni, seçilen de bakanı sürekli denetlemeliydi. Baskı gruplarının etkisi ise
olumlu bir şeydi. "Düzen olmadan özgürlük olmaz, düzen ise özgürlüksüz hiçbir değer
taşımaz" diyor ve ekliyordu: "Yurttaşın iki erdemi, direnç ve itaattir, itaat ederek düzeni
sağlar; direnerek de özgürlüğü güvence altına alır. itaati yıkarsanız anarşi, direnci
yıkarsanız tiranlık doğar."
Siyasal liberalizmle ilgili olarak değineceğimiz son isim Herbert Spencer (1820-1903).
İngiliz düşünürün tüm çabası liberalizmi bilimsel bir temele, daha somut olarak da biyoloji
temeline dayandırmaktı. Toplumların da canlı organizmalarla aynı yasalara uyduğunu
düşünüyordu. Çevreye uyum sağlarken yararlı organizmalar gelişiyor, yararsızlar ise
köreliyorlardı. Eğer bu doğal süreç bozulmazsa, en çok sayıda kişi için en büyük
mutluluğa erişmek gerçekleşecekti. Öyleyse bu evrime dışardan karışmamalıydı. Devlet
adaleti gerçekleştirmenin dışında hiçbir işe burnunu sokmamalıydı. Bunun dışındaki her
müdahalesi zararlıydı.
Tarım, bayındırlık, milli eğitim gibi bakanlıkların kaldırılıp, bu konuların özel girişime
bırakılmasını savunan Spencer şöyle diyordu: "Geçmişte libearlizmin işlevi, kralların
iktidarını sınırlamaktı. Gerçek liberalizmin işlevi gelecekte yasama organlarının yetkilerini
sınırlandırmak olacaktır... Genellikle para konusunda uzağı göremeyenler siyasal alanda
da uzağı göremezler; siyasette uzak görüşlü olanları daha çok parasını iyi kullanmasını
bilenler arasında bulmak olanaklıdır."
Ekonomik liberalizmde akla ilk gelen ismin, Adam Smith (1723-1790) olduğunu
söyleyebiliriz. İskoçyalı düşünür, insanın mutluluğu, zevki arayan ve acıdan kaçan bir
varlık olduğu kuramından hareket ederek, bu kuramdaki bazı çelişkileri çözüme
kavuşturdu. O'na göre, insanlar sadece kişisel çıkarlarıyla değil, aynı zamanda
başkalarının kendi eylemleri üzerindeki yargılarıyla hareket ediyorlardı. Başkalarının,
özellikle de yakınlık duyduğu kişilerin kendisiyle ilgili yargılarına önem veren birey,
çıkarları ile bunlar arasında bir denge kurmak gereğini duyuyordu.
Adam Smith, insanların zengin olmak için özgür bir biçimde çaba göstermelerini, her
türlü ilerlemenin ön koşulu olarak görüyordu. Böylece insan, kendi çıkarı için çalışırken,
toplumun gelişmesine de hizmet etmiş olmaktaydı. Ama bireysel çıkarlardan hareketle
ortaya çıkan bu gelişmenin toplumsal adaletle çeliştiğinin de farkındaydı: "Servet aşıkları,
arzu ettikleri konuma ulaşabilmek için, çok sık olarak erdem yolundan uzaklaşırlar; çünkü
ne yazık ki, servet yolu ile erdem yolu çoğunlukla birbirine karşıttır."
Özgürlüğün her türlü ilerlemenin ön koşulu olduğu kadar, toplumsal eşitsizliklerin de
kaynağını oluşturduğunu gören Smith, gene de, ekonomik özgürlüğün yarattığı
eşitsizliklerin sanıldığı kadar önemli olmadığı kanısındaydı. Üstelik toplumlarda varlıklılara
ve güçlülere hayranlık, dolayısıyla da böyle olanlara boyun eğme eğilimi vardı. Toplumsal
düzen bu gerçeğin üzerine kurulmuştu.
Adam Smith, ekonomik liberalizmin kapitalizmi hızla geliştirdiği bir dönemin
düşünürüydü. 1929'da kapitalist ekonomiler çok büyük bir bunalım içine düşünce, bu kez
Keynes (1883-1946) ortaya çıktı. Bunalımın atlatılmasının yolunu gösteren liberal kuramcı
oldu. Keynes, özel girişime dayalı ekonomik sistemi kurtarmak için, devletin seyirciliğini
savunan katı bir "bırakınız yapsınlar"cı görüşünün terk edilmesinden yana bir tutum
takındı.
Keynes'e göre, ekonomik bunalımın nedeni, yatırımların tasarrufların gerisinde kalmış
oluşuydu, insanlar yapılan yatırımdan daha fazla tasarruf ettiklerinde, üretilen mallara
istem azalacak ve zararına satışlar gündeme gelecekti. Sonuç ise iflaslar ve işsizlikti.
Bunalımın sona ermesi için, tüketim harcamalarından arta kalan "normal tasarruf" un
yatırıma dönüşmesi gerekiyordu. Yatırımın azalmasının nedeni ise istemin azalması
olduğuna göre, devlet istemi ve dolayısıyla yatırımları arttıracak önlemleri alırsa, bunalım
aşılabilirdi. Bu ise devletin seyirciliğini değil, müdahaleciliğini gerektiriyordu.
1970'li yılların sonlarına doğru, devletin ekonomiye her türlü müdahalesine karşı çıkan
yeni bir liberal akım güç kazandı. Amerikalı iktisatçı Friedman'ın temsil ettiği "Chicago
Okulu", kamu işletmelerinin özelleştirilmesini, toplumsal adaleti sağlamak amacıyla
kurulan sosyal sigortalardan vazgeçilmesini savunmaktadır. Hemen hiçbir hizmet
karşılıksız olmamalı ve ücreti yararlananlar tarafından karşılanmalıdır. Devlet ekonomiden
elini çektikçe tam rekabetçi bir piyasa düzeni oluşacak, insanlar kendi çıkarları
doğrultusunda "en iyi"yi seçecekler ve ekonomi de sağlıklı bir biçimde büyüyecektir. Bazı
karşıtlarınca "vahşi kapitalizm" olarak adlandırılan bu görüş, ekonomik liberalizmin çıkış
noktasına yeniden dönüş gibi de yorumlanabilmektedir.
Liberalizmin ekonomideki uzantısı, ünlü "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler"
formülüyle özetlenebilir. Liberallere göre, devletin ekonomiye karışması kötü bir şeydi.
Devletin karışması, doğal dengeleri, doğal olarak var olan düzenleyici süreçleri bozardı.
Devlet karışmayınca, en akıllılar, en becerikliler, en yetenekliler, en çalışkanlar, en
güçlüler başarılı olacaklardı. Onların -daha çok tüketebilmek amacıyla- yapacakları
çalışmaların sonucundaki başarıları, toplumun da yararınaydı. Böylece servet onu en iyi
kullanabileceklerin elinde birikecek ve kişisel yarar giderek toplumsal yararı da
sağlayacaktı. Bu ekonomi siyasetini, liberalizmin karşıtları "büyük balığın küçük balığı
yutması" biçiminde değerlendireceklerdir. Daha önce de gördüğümüz gibi, liberaller
açısından siyasal çatışmanın nedeni, bireysel paylaşma sorunudur. Olanaklar
gereksinmelere göre az olduğu için, yapılan paylaşma savaşımında istediğini elde
edebilmenin yolu siyasal iktidardan geçmektedir.
Benjamin Constant şöyle diyor: "Yalnızca mülkiyet, aydınlanabilmek ve sağlıklı karar
verebilmek için zorunlu olan boş zamanı sağlar; yani, yalnızca mülkiyet insanları siyasal
hakları kullanacak yeteneğe kavuşturur". Bir yandan eşitlik ve özgürlük ülkülerinden
hoşlanırken, öte yandan bunu geniş halk kitlelerine de tanımayı içine sindirememek
olgusunu, Alexis de Tocqueville'de buluyoruz: "Demokratik kurumlardan hoşlanıyorum,
ama soylu bir yaratılışım olduğu için yığınları küçümsüyor ve onlardan çekiniyorum,
özgürlük, eşitlik, insan haklarına saygıyı tutku ile seviyorum, ama demokrasiyi sevdiğim
söylenemez."
Kentsoyluların parasal bir sorunu yoktu. Devlet yan tutmadığı, topraksoyluların
arkasında yer almadığı, işlere karışmadığı zaman hem ekonomik hem de siyasal
mücadeleyi onlar kazanacaktı. Ama aynı liberaller, daha sonra siyaset sahnesine işçi sınıfı
çıktığında, bu kez devletin kendi yanlarında yer almasına çaba göstermişlerdir, işçilerin
bir araya gelerek örgütlenmesini, kendilerinin karşısında bir güç oluşturmasını önlemeye
çalışmışlardır. Bütün bu aykırı örneklere karşın, çalışan halk kesimlerinin de yeni haklar
elde etmelerinde, çoğulculuğun temellerinin atılmasında liberalizmin yadsınamayacak
katkıları olmuştur. "Çeşitlilik yaşamdır, tek biçim ise ölüm" sözü Benjamin Constant'a
aittir. John Stuart Mill ise, liberalizmin siyasal özünü şöyle ifade etmektedir: "Bütün
insanlık bir tek görüşü benimsese ve yalnızca bir birey bu görüşün tersini düşünse bile,
insanlığın bu kişiyi susturmaya hakkı yoktur, tıpkı onun da insanlığı susturma hakkının
olmadığı gibi."
b) Sosyalizm ve Komünizm

Topraksoylular-kentsoylular çatışmasında ilginç bir görünüm vardı. Topraksoylulann ezdiği


köylüler kilisenin de yardımı ile kendilerini ezenlerin, sömürenlerin yanında yer aldılar.
Aydınlar ve bir çıkar çatışması içinde oldukları halde işçiler ise kentsoyluları desteklediler.
Burada köylülerin davranışı bilinçsiz ve kendi çıkarlarına ters, işçilerinki ise bilinçliydi.
Çünkü liberalizmin ilkeleri olan eşitlik ve özgürlük, işçiler de dahil tüm halk yığınlarının
yararınaydı. Ama yalnızca yasalar önündeki eşitlik ve siyasal hak ve özgürlükler onların
sorunlarını karşılamaya yetmediği içindir ki, sosyalizm yeni bir ideoloji olarak siyasal
çatışmalardaki yerini aldı.
Sosyalizmin dilimizdeki tam karşılığı "toplumculuk". Başka bir deyişle, sosyalizm, toplum
yararını özel bireysel yararların üzerinde tutmak ve toplumu bu amaçla örgütlenir k
anlamına geliyor. Sosyalist düşünceler, genellikle sanıldığı gibi kapitalizme tepki olarak
doğmadı. Kapitalizmin doğuşundan çok daha önce, insanlar arasındaki eşitsizliğin
nedenleri üzerine eğilinmesi ile ortaya çıkmaya başladı. Daha hakça, daha kusursuz bir
toplumsal düzen arayışı biçiminde kendisini ortaya koydu.
Çağdaş toplumcu düşünce Fransız Devrimi öncesine kadar uzanır ve kaynağını geniş halk
kesimlerinin ekonomik sıkıntılarından alır. Kentsoyluların parasal sorunları yoklu, tüm
gereksinmeleri yasal eşitlik ve özgürlüktü. Oysa emekçi toplum kesimlerinin temel
sorunları ekonomikti. Liberalizmin sağladığı hak ve özgürlükler, ancak sahip olunan
ekonomik olanaklar ölçüsünde bir anlam taşıyordu. Cebinde parası olmayan birisi için gezi
özgürlüğünün ya da seçilme hakkının somut bir yararı olmaması gibi.
Düzeni değiştirmek amacıyla ortaya atılan her ideoloji, kendisinden önce var olanlardan
daha ayrıntılı, daha tutarlı, daha doktriner olmak zorundadır. Çünkü bir yandan kurulu
düzeni eleştirmek, bozuklukları sergilemek, öte yandan da onun yerine koymayı önerdiği
düzeni çok ayrıntılı bir biçimde anlatmak durumundadır. Toplumdan sağlayacağı destek,
önemli ölçüde buna bağlıdır. Bu nedenle de, sosyalizm liberalizmden de daha ayrıntılı ve
kapsamlıdır. Bilimsel verilere daha çok dayanma çabasındadır.
Çağdaş sosyalist düşüncenin Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) ile başladığını
söylemek yanlış olmaz. Düşünürün "İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli
Üzerine Söylevler" adlı kitabı, sosyalizmle ilgili temel yapıtlardan birisi sayılır. Rousseau,
siyasal iktidarın ekonomik alandaki rolünü araştırmaya başlayınca, çağdaş toplumcu
düşüncenin öncülerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Rousseau'ya göre, insanlar arasında iki tür eşitsizlik vardı. Birinci türden eşitsizlikler,
fiziksel güç, enerji, akıl gibi, büyük ölçüde doğuştan var olan eşitliksizlerdi. ikinci türden
eşitsizlikler yapaydı ve toplumsal koşulların farklılığından kaynaklanıyordu. Toplumun
yarattığı bu eşitsizliklerin kaynağı ise özel mülkiyetti. Özel mülkiyetin başlangıcı da tarıma
dayanıyordu.
Rousseau, "servet eşitliği"nin mutlak olamayacağını düşünüyordu. Ama "hiçbir yurttaş
başka bir yurttaşı satın alabilecek kadar varlıklı ve kendi kendini satmak zorunda kalacak
kadar da yoksul olmamalı" idi. Büyük servet farklılıklarını yok etmek için, varlıklıların
mallarının zorla alınmasını öngörmüyordu. Ama zenginleşme yolları tıkanmalıydı Amaç
"yoksullar için hastaneler kurmak değil, yurttaştım yoksul düşmemelerini sağlamak"tı.
Rousseau'ya göre, eşitliği sağlayacak en önemli araç vergi idi. Vergilendirmenin amacı,
devlete para sağlamaktan çok, "servet eşitsizliğinin sürekli biçimde artmasını önlemek"
olmalıydı. Kendisinden Korsika için bir anayasa taslağı hazırlanması istendiğinde ise,
özellikle iki nokta üzerinde durmuştu: 1. Her ailenin sahip olduğu toprak tutarını eşit hale
getirmek; 2. Bu toprakların da hiçbir şekilde satılamamalarını, devredilememelerini
sağlamak.
Almanya'da doğan Fichte (1762-1814), herkesin kendi emeği ile yaşayabilmesini
sağlamanın, bütün hükümetlerin görevi olduğuna inanıyordu. Herkesin çalışarak
yaşayabileceği bir toplumun nasıl kurulabileceğini ayrıntıları ile anlatan ilk düşünürdü.
Ekonomik yaşamın sosyalist bir düzen içinde nasıl işler hale getirilebileceği sorusuna yanıt
aramıştı. Ekonomik-toplumsal planlamacılıkla ilgili ilk düşünceler de ona aitti.
Fichte'ye göre, toprağın üstü de altı da özel mülkiyet konusu olmamalıydı. Her çiftçinin,
geçimini sağlamasına yetecek kadar toprağı bulunmalı; yer altında çalışanlar ise, devletin
işçileri konumuna girmeliydiler. Tarımda ve çeşitli işletmelerde çalışacak işçi sayısı devlet
tarafından belirleneceği gibi, fiyatlar da devlet tarafından saptanmalıydı.
Fichte'nin geri kalmış ülkelerle ilgili şu değerlendirmesinin, neredeyse iki yüzyıl önce
yapılmış olduğuna inanabilmek çok zordur: "İnsanlar kendi ulusal topraklarında
kurtulalamayacakları bu yoksulluğa karşı, başka göklerin altında kendilerine yer arıyorlar,
göz ediyorlar. Hükümet, yabancı ülkelerden para gelmesi için, onlardan bir mal gibi
yararlanıyor... Devlet bizzat kendini, bağımsızlığını da satıyor. Bu başka ülkenin eyaleti ve
her türlü amaç için kullanacağı bir aleti olma pahasına, ona sürekli olarak borçlanıyor.
Burada, bir hastalığın daha ağır bir hastalık ile tedavi edildiği, önüne geçilmez bir süreç
söz konusudur."
Fichte'de, devletin kişi etkinlikleri üzerindeki sıkı denetiminin geçici olacağı ve
toplumun belirli bir aşama yapmasını hazırlayarak, günün birinde tamamen ortadan
kalkacağı görüşüyle de karşılaşıyoruz. Yani bir an gelecek ve tüm toplumsal baskılar,
varlık nedenleri ortadan kalktığı için yok olacaktır. Birey, devletin denetim ve baskısından
uzak, daha özgür ve mutlu olacağı bir aşamaya ulaşacaktır. Böylece Fichte, "devletin
tamamen ortadan kalkacağı aşama" konusunda da, Karl Marx ve arkadaşlarına kaynaklık
etmektedir.
Charles Fourier (1772-1837), Fichte ile yaklaşık aynı dönemde yaşamış bir Fransız
sosyalisti. Önerdiği düzenin temelinde "phalanstere" adını verdiği küçük topluluklar
bulunuyor. Buna "çalışanlar toplumu"da diyebiliriz. Büyük sanayi kentlerine düşman olan
Fourier'nin ideal toplumu belli sayıda kadın ve erkekten oluşacak ve özellikle tarım ve
bahçecilikle uğraşılacaktır. Bu toplumu, tüm üyelerinin ortağı bulunduğu bir tür ticari
ortaklık saymak olanaklı. Kârın 12'de 4'ü sermayeyi koyanlara, 12'de 5'i çalışanlara,
geriye kalan 12'de 3'ü de yeteneklileri ödüllendirmeye ayrılacaktır.
Fourier, toplumu oluşturanlar arasında tam bir eşitlik kurulmasına karşı çıkıyor. Çünkü
toplumsal uyumun biraz da farklılıklara bağlı bulunduğunu düşünüyor. Bu farklılıklar gelir
düzeyinden kaynaklanabileceği gibi, yaşam biçiminden de kaynaklanabilecektir. Ama
geliştirdiği sistem sayesinde, varlıklılar ile yoksullar arasında büyük farklılıklar ve çıkar
karşıtlığı bulunmayacağına inanmaktadır.
Fourier, Fransız Devrimi'nin getirdiği karışıklıkları ve düzensizlikleri yaşamış olan bir
düşünür. Bu nedenle, ülküsündeki toplumun gerçekleşmesini devrimci yöntemlerden
beklemiyor. Tarihin doğal akışı içinde gerekli koşulların oluşacağını ve önerdiği toplum
modelinin kendiliğinden ortaya çıkacağını söylüyor.
İngiltere'deki işçi hareketleri ve toplumcu düşüncelerin gelişmesinde ve
yönlendirilmesinde büyük etkisi olan Robert Owen(1771-1858), şu ana kadar sözünü
ettiğimiz düşünürlerden önemli bir noktada ayrılmıştır. Onlar gibi "düş" kurmamış, "ideal"
bir toplum düzeni araştırmamıştır Önerileri, o günün toplumunda gerçekleştirilebilecek,
yoksulların yaşam koşullarını düzeltmeye yönelmiş reformlardır.
Owen, 1817'den başlayarak, kapitalist düzendeki üretim tüketim dengesizliklerini
ortadan kaldırmak için harekete geçti. Bunun için, üretim araçları üzerinde -ortak
mülkiyete dayalı- kooperatifler kurulması gerektiğini düşünüyordu. Amacı, insanları
bencilliğe sürüklediğine inandığı, özel mülkiyeti kaldırmaktı. Ama kişilerin, toplumcu bir
kafa yapısı kazanmak için zamana gereksinimleri olduğunu görüyordu. Yaklaşık 1200
kişilik kooperatif köyleri kurarak işe başlanmasını ve buralarda aynı zamanda tarım ve
sanayi ile uğraşılmasını önerdi.
Owen, 1924 yılında, Amerika'da "New Harmony" (Yeni Uyum) adı verilen bir kooperatif
kurmayı kabul ettiyse de, dönüşünden sonra bu girişim uzun ömürlü olamadı. Bu kez
İngiltere'deki fabrika işçilerini, tüketim kooperatifleri kurmaya özendirmeye başladı. Kâr
bölüşülmeyip, tam anlamıyla ortak bir yaşam kurma amacıyla kullanılacaktı. Ama kurulan
700 kadar kooperatif, çok geçmeden dağıldı, Sonuçsuz başka girişimlerinin arkasından,
1844'te 28 işçinin bir araya gelmesiyle bir tüketim kooperatifi mağazası oluştu ve
kapitalist düzenlerdeki kooperatifçiliğin temeli atılmış oldu. Hareket hızla gelişip, İngiltere
ve İskoçya'da yayıldı, işçi sendikalarının da benimsediği ve önemsediği bir model ortaya
çıkmış oldu.
Fourier ve Owen'in, sosyalist düşüncede yeni bir yöneliş oluşturdukları söylenebilir, ikisi
de -kendilerinden önceki toplumcu düşünürlerin tersine- yeni bir devlet yaratıp, onun
sayesinde toplumsal adaleti gerçekleştirmek düşüne kapılmamışlardı. Düşünce
sistemlerinde devlet; önemli bir yer tutmamıştır. Amaç, "phalanstere" ya da
kooperatiflerin yan yana gelmesinden oluşacak bir toplum düzeni olarak kalmıştır.
Toplumcu düşüncede önemli bir yeri olan Fransız soylusu Saint-Simon'un (1760-1825)
sosyalistliği, kapitalizme olan düşmanlığı ile başlıyordu. Toplumsal düzenin geleceğinin,
sadece kişilerin bencilliklerine bağlanmasını kabul edemiyordu. Mülk sahiplerine karşı
değildi, ama çalışma zorunluğunu ve çalışma yaşamının düzenlenmesini her şeyin
üzerinde tutuyordu. Çalışma yaşamını düzenlemek isterken de, amacı "en zayıf sınıfın
maddi ve manevi yaşantısının düzeltilmesi, iyileştirilmesi" idi.
Saint-Simon'a göre; toplum sanayi temeli üzerine oturtulmalı ve her birey, bir ya da
birçok sanayi kuruluşunun üyesi olmalıydı. "Sanayi anayasası", "sanayi meclisleri",
"sanayi ve ticaret mahkemeleri", kısaca tam anlamıyla bir sanayi toplumu düşlüyordu.
Günün birinde "kişilerin hükümeti"nin yerini "eşyanın yönetimi" alacak, tamamen teknik
adamların egemen olduğu bir düzen doğacaktı. "Kişilerin hükümetinin yerini eşyanın
yönetiminin alması", bir anlamda devletin ortadan kalkması demektir. Bu, daha önce
Fichte'de gördüğümüz ve daha sonra da Marx'da rastlayacağımız bir düşüncenin değişik
anlatımından başka bir şey değildir.
Saint-Simon'a göre, çalışan sınıf-toplumu besleyen sınıf olduğuna göre- ana sınıftı.
Toplumu da, tüm üretici sınıflar birlikte yönetmeliydiler. Zaten toplumdaki temel çelişki,
üretime katılanlarla katılmayanlar arasındaydı. Herkes gücü ve yeteneğine göre servet ve
mülk sahibi olmalıydı. Özgürlüklerin kâğıt üzerinde var olabilmesi önemli değildi; ancak o
özgürlükleri kullanabilecek olanaklardır ki, biçimsel özgürlükleri gerçek özgürlüklere
çevirebilirlerdi.
Saint-Simon'un ölümünden sonra, onun düşünce sistemini sürdüren bazı isimler,
hocalarının tersine kapitalist düzenin temeline saldırmaya başladılar. Serbest rekabetin,
işçi sınıfının ezilmesi sonucunu doğurduğunu savundular. Çünkü sermaye işçiden
vazgeçip yerine başkasını bulabilirken, işçi için durum farklıydı. Öte yandan, işletmeler
arasındaki rekabet de işçinin sırtına yükleniyordu. Her iki durumda da işçi ücretlerinin
düşmesi kaçınılmazdı. Bunun sonucu ise, toplumun hiçbir şey yapmadan yaşayan aylaklar
ile çalışanlar olmak üzere iki sınıfa bölünmesiydi. Hiç bir şey yapmadan, çalışmadan
yaşamak ancak miras sayesinde olanaklı olduğundan, miras hakkının da devlete
devredilmesinden yanaydılar.
Sismondi (1773-1842), Cenevre'de doğmuş, uzun süre İngiltere'de yaşamış bir
düşünür. Önceleri Adam Smith'in etkisinde liberal bir çizgideyken, 1817'de fazla üretimin
yarattığı ekonomik bunalımı görünce, kapitalist düzeni sert bir biçimde eleştirmeye
başladı. Bütün ekonomi siyasetini "sınır tanımayan bir rekabet ilkesi" üzerine oturtmanın,
insanlığın yararını bireylerin zenginlik hırsına feda etmek demek olduğunu savundu.
Sismondi'ye göre, işadamı ürettiği malın topluma yararlı olup olmadığıyla
ilgilenmiyordu. Onun için önemli olan malını kârla satmaktı. Bu malların alıcısı
durumundaki geniş kitleler ise, onların zenginleşmesi pahasına giderek yoksullaşıyordu.
Alım güçlerinin düşmesi sonucu, üretilen mallar alıcı bulamayınca da, ekonomik
bunalımlar patlak vermekteydi.
Daha sonra Marx'ın kuramında önemli bir yer tutacak olan "artı-değer" kavramına da ilk
kez Sismondi'de rastlıyoruz. Çalışanların ücreti, hiçbir zaman, kendilerini ancak
yaşatmaya yetecek bir düzeyin üzerine çıkmamaktadır. O halde, işçinin ürettiği malın
değeri ile ona ödenen ücret arasında bir fark vardır, işte bu fark "artı-değer" olarak kabul
edilebilir. Bu artı-değerden yalnız işverenler yararlandığı içindir ki, servet farkları
büyümekte, çalışanlarla çalıştıranlar arasında bir uçurum doğmaktadır.
Sismondi, toplumdaki sınıflar arasında düşmanlığa son vermek için, işçinin de kârdan
pay almasını öneriyor. Hatta devletin, işçi lehine daha öteye giden müdahalelerini
savunuyor. Hastalık sigortasına benzer bir sistem geliştirmeye çalışıyor. Ama sonunda,
bütün bunların yetersiz kalacağını, çaresizlik içinde itiraf ediyor: "Emeğin ürünlerinin,
bunları yaratmaya katılanlar arasında pay ediliş biçimi çok kötü gözükmektedir. Ne var ki,
deneyimin bize tanıttığı bu mülkiyet biçiminden tamamen farklı bir durumu kabul etmek
de, bana neredeyse kişisel güçlerin üzerindeymiş gibi gelmektedir."
Marksizmle noktalanan düşünce zinciri içinde değineceğimiz son isimlerden birisi
Pierre-Josephe Proudhon (1809-1865). Döneminde Fransa'daki işçi hareketlerini en çok
etkileyen kişi olan Proudhon, Karl Marx ile de sosyalist hareket içinde zaman zaman karşı
karşıya kalmıştır.
Proudhon'un düşüncesinin hareket noktası olarak şu tümcelerini alabiliriz: "Devleti
zorunlu bir biçimde istikrarsız yapan, koşulların ve zenginliklerin eşitsizliğidir. Devrimlerin
genel nedeni budur. Siyasal istikrarsızlığın çaresi, eşitsizliğin zorunlu olduğuna dair
önyargıyı terk etmek ve devlete temel olarak, ekonomik dengeyi almaktır."
Proudhon'a göre, özgürlük ve eşitlik "kutsal" değerlerdi. Eğer mülkiyet hakkı
sınırlandırılmayacak olursa, zenginliklerin birkaç kişinin elinde toplanması sonucu,
özgürlük ve eşitliğin ortadan kalkması kaçınılmazdı. Mülkiyetin "hırsızlık" olduğunu
söylüyordu. Ama bu "hırsızlığı" ortadan kaldırmaya gelince, kesinlikle karşı çıkıyordu.
Çünkü bireyin özgürlüğünü de ancak mülkiyet hakkı koruyabilirdi. Mülkiyet hem baskıların
kaynağı, hem de özgürlüğün güvencesiydi. Bütün malların topluma ait olmasının, ailenin
er ya da geç ortadan kalkmasına ve ekonomik yaşamın baskıcı bir yapı kazanmasına
neden olacağına inanıyordu.
Öyleyse mülkiyet ne kalkmalı, ne de sınırsız olarak var olmalıydı. Toplumda kimsenin
ayrıcalığı bulunmamalı, işverenin kârı da, emeğinin, hak ettiğinin ötesine geçmemeliydi.
Örneğin bankalar da, sadece yaptıkları hizmetin karşılığını almalı, kâr düşünmemeliydiler.
Proudhon' un düşüncesinde "ekonomik denge"nin siyasal alandaki karşıtı ise "yerinden
yönetim"di. Merkezdeki hükümetin yetkilerinin illere ve belediyelere dağıtılması bir
yandan, ekonomik gücün belirli ellerde birikmesinin önlenmesi öte yandan, istikrarlı ve
sağlıklı bir düzen için ön koşullardı. Ama O'nun bu dengeci düşünceleri, Marx tarafından,
burjuvazi ile proletaryayı uzlaştırmak çabası olarak suçlanacaktı.
Karl Marx'ın "bilimsel sosyalizmin habercisi" saydığı Babeuf(1760-1797), yaşamını genç
yaşta giyotinde noktalayan bir Fransız devrimci. Sosyalizmin, toplumsal çıkarı bireysel
çıkarların üzerinde tutan ve toplumsal düzeni bu amaçla örgütlemeyi öngören bir ideoloji
olarak tanımlamıştık. Eğer komünizmi de, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son
verip yerine toplumun mülkiyetini koymayı hedefleyen bir öğreti olarak tanımlarsak,
Babeuf'ün ilk gerçek komünist devrimci olduğunu da söyleyebiliriz.
Babeuf'e göre, kutsal olan temel kavram "eşitlik"ti. Ama Fransız Devrimi'nin öngördüğü
yasalar önünde eşitliği "güzel ve kısır" bir düş sayıyor, "ya gerçek eşitlik, ya ölüm" diye
haykırıyordu: "Fransız Devrimi, çok daha büyük, çok daha görkemli bir sonuncu devrimin
ön habercisinden başka bir şey değildir." Bu sonuncu devrim, toprağın kimseye ait
olmayacağı, meyvelerin herkes tarafından paylaşılacağı bir toplum yaratacaktı.
"Toplumun ereği herkesin mutluluğudur; onun için de nimetlerden yararlanmakta eşitlik
sağlanmalıdır" diyordu. Böyle bir bakış açısı içinde, kuşkusuz ki "miras hakkı"na da yer
yoktu.
İlerde Lenin tarafından ayrıntılı bir biçimde kuramlaştırılacak olan "proletarya
diktatörlüğü" kavramına da ilk kez Babeuf'de rastladığımızı söyleyebiliriz. Babeuf, bir
ayaklanma sonucu iktidarın ele geçirilmesinden sonra, yetkilerin oyla belirlenecek bir
meclise bırakılmasına karşıydı. Ekonomik anlamda eşitliği sağlayacak yeni bir toplumsal
düzenin kurulup yerleşmesi tamamlanıncaya kadar, devrimci bir azınlığın diktatörlüğünü
zorunlu sayıyordu.
Komünizmin kuramı olarak Marksizıne geçmeden önce, günümüzün sosyalizminin
anlaşılması açısından, 1838 yılında İngiltere'de ortaya çıkan "çartizm" akımına da
değinmekte yarar var. Bu hareket içinde yer alan işçiler özellikle iki şey istiyorlardı: Genel
ve gizli oy, milletvekillerine ücret. O dönemde yalnızca mülk sahipleri oy hakkına sahipti.
işçi sınıfına ve dolayısıyla tüm topluma tanınacak bir seçme hakkının çok şeyi
değiştirebileceği inancı yaygındı. Ama bu da yetmezdi. Çünkü milletvekillerine belirli bir
ücret verilmezse, yalnızca serveti ve yeterli geliri olanlar milletvekili olabilirlerdi.
(Milletvekili ödeneklerinin yüksek olmasını, Avrupa'da hemen her zaman sol partiler
savunmuşlardır.) Çartist hareketin toplumsal-ekonomik modeli ise, kooperatiflere
dayanıyordu.
Çartizme kadar uzanan -burada hepsinin üzerinde duramadığımız- çok sayıda toplumcu
düşünürü Marksistler "ütopyacı" yani hayalci sosyalistler olarak nitelendirirler. Çünkü
somut gerçekler yerine, olması gerektiğini düşündükleri ideal düzenler, ideal modeller
üzerinde durmuşlardır. Buna karşılık, Marksizm kendi kendisini "bilimsel sosyalizm" olarak
adlandırmıştır. Marksizmin oluşumuna en büyük katkılardan birisini yapmış olan Engels,
Feuerbach'ın düşüncesini paylaşarak "İnsan sarayda başka, kulübede başka düşünür"
diyor. Yani tüm düşünceler ve inanç sistemleri, hep doğdukları koşulların ürünüdür.
Maddesel koşullar ve fizik çevre, toplumsal gelişmelerde belirleyicidir.
Marx'a göre; teknolojideki gelişmelerin yarattığı işbölümü, üretimi kolektif bir
çalışmanın ürünü yapmıştır. Oysa üretim kolektif iken, üretim araçlarının mülkiyetinin özel
oluşu bir çelişkidir. Özel mülkiyete dayalı üstyapı kurumları ile altyapı arasında bir
uyumsuzluk söz konusudur. İşçi yarattığı değerden az pay aldığı için, yarattığı ürünü satın
alamayacak demektir. Yarattığı ürün ona yabancılaşacak, yarattığı artı-değer işverenin
elinde giderek onu ezen bir güce dönüşecektir.
Kapitalist toplumun yaratacağı bunalımlar bu kadarla bitmemektedir. Servetin giderek
belirli ellerde toplanması, üretim araçları üzerinde bir tekelin oluşması kaçınılmazdır.
Çünkü rekabete dayalı bir ekonomik yaşamda güçlü güçsüzü ezer ve küçük sermayeye
dayalı işletmeler, büyüklerin karşısında giderek yok olurlar. Sermayenin ve üretim
araçlarının belirli ellerde toplanması hızlanırken, "ara tabakalar" erir ve toplumun büyük
çoğunluğu proleterleşir, yaşamını sürdürmek için kol gücünden başka bir şeyi
kalmayanlar kesimine kayar.
Bu kutuplaşma süreci içinde, emekçi toplum kesimlerinin giderek yoksullaşması da
kaçınılmazdır. Çünkü çığ gibi büyüyen işsizler ordusu, aynı işi daha ucuza yapmaya hazır
kitleler demektir. Böylece ücretler de boğaz tokluğu düzeyine kadar inecektir. Bir yanda
küçük, ama çok varlıklı bir azınlık, öte yanda çok büyük, ama çok yoksul bir çoğunluk
oluşacaktır. Üretim araçlarına sahip bulunan küçük azınlık, büyük çoğunluğu sömüren
"egemen sınıfı oluşturur.
Marksizme göre, devlet bu egemen sınıfın elindeki basit bir araçtan başka bir şey
değildir. Toplumun ve siyasal rejimin tüm kurumları, bu egemenliğin devamını sağlamaya,
yani egemen sınıfın ayrıcalıklarım korumaya yöneliktir. Aile, din, ahlak, hukuk, egemen
ideoloji vb. hep bu egemenliğin sürmesini güvence altına alan üst yapı kurumlarıdır.
Siyasal iktidar, ekonomik iktidarın yansımasından başka bir şey olamaz. Devletin
hakemliği -yani yansızlığı- ancak geçiş dönemlerinde, eski egemen sınıf gücünü yitirirken,
yeni üretim biçiminin güçlendirdiği sınıfın da henüz egemenliğini kabul ettirecek düzeye
ulaşmadığı ortamlarda söz konusudur.
Marksizme göre, kapitalist sınıfın egemenliğinden en çok zarar gören toplum kesimini
işçi sınıfı oluşturur. Çünkü kapitalist sınıf işçi sınıfının emeği ile oluşan ekonomik
olanakları, bizzat işçi sınıfını ezmek ve kendi egemenliğini sürdürmek için kullanır. Bu
nedenle de, kapitalist toplum düzenini yıkacak olan temel güç "proleterya", yani işçi
sınıfıdır.
Marx ve Engels, "Manifesto"da şöyle diyorlar: "Proleterya değişik gelişme
aşamalarından geçer. Doğuşuyla birlikte burjuvaziyle savaşımı başlar. Başlangıçta
savaşımı bireysel olarak işçiler, sonra bir fabrikanın işçileri, sonra da bir mesleğin bir
yerdeki mensupları, kendilerini doğrudan doğruya sömüren bireysel olarak burjuvalara
karşı yürütürler. Saldırılarını burjuva üretim koşullarına değil, bizzat üretim araçlarına
yöneltirler; kendi emekleriyle rekabet eden dışalım mallarını tahrip edip, makineleri
parçalar, fabrikaları yakar, ortaçağların artık yok olmuş işçi konumunu güç yoluyla
yeniden kurmak isterler."
Bu, işçi sınıfının savaşımının bilinçsiz olan, kendiliğinden ortaya çıkan aşamasıdır.
Başka bir deyişle, bu aşamada işçi sınıfı, ancak "kendiliğinden" bir sınıftır. Bilinçlendikçe
"kendisi için" sınıfa dönüşecektir. Eskiyen ve yeni koşullara yanıt vermeyen bir üretim
biçiminin değişmesi kendiliğinden olmaz. Eğer var olan "nesnel" koşullara, "öznel" koşul
demek olan bilinç öğesi eklenmezse, ortaya çıkan toplumsal patlama, düzenin sonunu
değil, ancak biçim değiştirmesini sağlar.
Marksizm açısından, bilinçlenmenin önemli bir öğesini "ideoloji" oluşturur. Marx,
egemen sınıfın ideolojisinin tüm toplumu etkilediğini ve diğer toplum kesimlerinde bir sınıf
bilincinin oluşumunu zorlaştırdığını öne sürüyordu. Bu noktadan hareket eden Lenin de,
işçi sınıfının -kendi başına bırakılması durumunda- gerçek bir sınıf bilincine
ulaşamayacağını, bu bilincin ona dışarıdan götürülmesi gerektiğini savundu. "Ne
Yapmalı?" adlı kitabında şöyle diyordu:
"Bütün ülkelerin tarihinin bize gösterdiği bir gerçek var. İşçi sınıfı yalnız kendi gücüne
dayanırsa, ancak tradeunionist bir bilince, yani sendikalar halinde örgütlenmek,
işverenlere karşı savaşım vermek, işçilerin yararına bazı yasaların çıkmasını hükümetten
istemek gerektiği inancına varabilir... İşçi hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onu ancak
burjuva ideolojisine yamanmaya götürür... İşçiye sınıf bilinci ancak dışarıdan, yani
ekonomik savaşımın dışından, işçi-işveren ilişkilerinin oluşturduğu ortamın dışından
götürülebilir."
Lenin'e göre; bu görevi yerine getirebilecek olan güç, işçi sınıfının öncülerinden ve
sosyalist ideolojiyi iyi bilen aydınlardan oluşacak bir partiydi. Onların kitlelere yayacakları
düşüncelerle sınıf bilinci gelişecekti. Bu nokta üzerinde Lenin ile Rosa Lüksemburg
arasındaki çatışma ünlüdür. Rosa Lüksemburg, kitlelerin kendiliğinden oluşan eylemlerini,
bilinçlenmenin en sağlıklı yolu olarak görmekteydi. Kitleler sınıf bilincini eylem içinde ve
sınamayanılma yoluyla öğrenmeliydiler. Şöyle diyordu: "Gerçekten de, devrimci bir işçi
hareketinin hataları, en iyi Merkez Komitesi'nin hata yapmazlığından, sonsuz ölçüde daha
verimli ve değerlidir."
Altyapı ile üstyapı arasındaki uyumsuzluğun ortadan kalkması için, öncelikle üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyetin kalkması gerekmektedir. Ama tam bir eşitlikçi düzenin
kurulabilmesi ve egemen sınıfların baskı aracı olan devletin kalkıp, onun yerini "eşyaların
yönetimi"nin alabilmesi için bir geçiş aşaması zorunludur. "Proleterya diktatörlüğü" olarak
adlandırılan bu aşamada, herkes yeteneği ve çalışması ölçüsünde üretimden pay
alacaktır. Ancak kapitalizmin üstyapı kurumları tamamen ortadan kalktıktan, herkese
yetecek kadar üretim yapılacak bir düzeye ulaştıktan, kentle köy, düşünce ve kol
emekçisi arasındaki farklar yok olduktan sonra "sosyalizmin üst aşaması"na ulaşılacaktır.
Bu komünizm aşamasıdır.
Engels, "burjuva siyasal demokrasisi"nin bazı ülkelerde, şiddete başvurmadan
sosyalizme geçmeye olanak tanıyabileceğini vurgulamıştır. Ancak bunun Marksist akımlar
içinde genel bir kanıyı yansıtmadığı söylenebilir. Bu düşünceyi belirginleştirenler,
Marksistler tarafından "revizyoncu sosyalistler" olarak adlandırılan Bernstein, Jean Jaures
gibi isimlerdir. Jaures, silahlı bir ayaklanmayı gereksiz, hatta işçi sınıfı açısından zararlı
görüyordu. Umutsuzluktan doğan şiddeti, bir devrim yöntemi haline getirmek yanlıştı.
Yasal yollardan çoğunluğu sağlamaya çalışmak çok daha sağlıklı ve olanaklıydı.
Demokrasi her iki sınıfa da güvenceler veriyor ve yeni bir düzen kurmak için işçi sınıfına
olanaklar sağlıyordu. Demokratik süreçler, bir yandan kentsoyluları ödünler vermeye, öte
yandan da işçileri şiddetten uzaklaşmaya zorlayacaktı.
1917 Rus Devrimi'nden sonraki gelişmeler bir yol ayrımı oluşturdu: Sosyalizmi barışçı
yollardan, özgürlüklere saygı göstererek gerçekleştirmek gerektiğine inananlarla, Sovyet
modelini benimseyenlerin yolları ayrıldı. Demokratik sosyalistler, demokratik solcular,
sosyal demokratlar birinci grupta yer aldılar, ikinci gruptakilere ise, "komünist" denilmesi
yaygınlaştı. Aradaki bir amaç değil araç farkıymış gibi görünürken, giderek amaçta da
farklılıklar ortaya çıktı. Tüm üretim araçlarının devletleştirilmesinin sosyalizmi yaratacağı
yerde, işçi sınıfı adına toplumu yönetme iddiasında olan küçük bir azınlık doğurduğu öne
sürüldü. O azınlığın ayrıcalıkları ise, özgürlüklerin ve demokrasinin gelişmesini önlüyordu.
Marx'ın ve Lenin'in öngördüğü gibi; ayrıcalık olan her yerde, o ayrıcalığın korunması için
baskıya da gerek vardı.
Günümüzde komünizmin üretimde, demokratik sosyalizmin ise tüketimde
toplumsallaştırma anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Liberalizm, siyasal hak ve
özgürlüklerin ve bu arada özellikle genel oy hakkının, giderek toplumsal adaleti
sağlayacağını öne sürüyordu. Çünkü bütün hükümetler, toplumda çoğunlukta olan emekçi
ve dargelirlilerin durumlarını gözetmek zorundaydılar. Yoksa iktidarda kalamazlardı. Oysa,
ekonomik güce sahip sınıfların kamuoyunu etkileyecek araçlara da sahip olması, bu
iddianın doğrulanmasını zorlaştırmaktadır.
Marksizmin de bunun nerdeyse tersini öne sürdüğünü görüyoruz: Liberalizmin
öngördüğü hak ve özgürlükler işçi sınıfı ve toplumun büyük çoğunluğu için biçimseldir,
göstermeliktir. Sınıf farkları ortadan kalkınca, olanaklar eşitleşecek ve o biçimsel hak ve
özgürlükler de gerçek anlamda var olmaya başlayacaktır. Oysa gelişmeler bunu
doğrulamamış, üretim araçlarının özel mülkiyeti kalktığı halde eşitsizlikler son
bulmamıştır. Seçme-seçilme hakkından seyahat özgürlüğüne kadar bir dizi liberal hak ve
özgürlük, komünist rejimlerde gerçek anlamıyla var olamamıştır.
Günümüzde demokratik sol ideolojiler, sosyalizm ile liberalizmin bir sentezi
görünümünü kazanmışlardır. Hem toplumsal adaleti, hem de liberal hak ve özgürlükleri
aynı anda gerçekleştirmek istemektedirler. Biri uğruna ötekisini ertelemeyi kabul
etmemektedirler.
c) Demokratik Sol-Sosyal Demokrasi

Demokratik sol ya da sosyal demokrat ideoloji, Marksizmden sonra tarihsel bir sentez
olarak oluştu. Bir yandan, liberalizmin getirdiği siyasal demokrasinin kazanımlarını hiçbir
zaman yadsımadı; öte yandan, emeğin savunuculuğunu ve toplum yararının özel
çıkarların üzerinde olmasını gözetti. Böylece liberalizm ile sosyalizmin sentezi bir ideoloji
doğmuş oldu. Fransa'nın sosyalist başbakanı Michel Rocard'ın deyimi ile; "Sosyal
demokrasi, Marksizme kuramsal ve devrime siyasal bir ihanet, sınıfların işbirliği ve
enternasyonalizmden kopma" demektir. Bunları eleştirerek değil, kendisi de bir sosyal
demokrat olarak beğeni ile söyleyen Rocard, bir anlamda sosyal demokrasinin
Marksizmden ayrıldığı noktaları da özetlemiş oluyor.

Liberallere göre, siyasal iktidarın genel ve özgür seçimlerle belirlendiği bir siyasal
sistem, kaçınılmaz olarak, çoğunluğu oluşturan emekçi sınıfların ve orta sınıfların yararına
işler. Çünkü burjuvazinin oy ağırlığı, diğer sınıflarınkine oranla çok sınırlıdır. Bu nedenle,
iktidara gelebilmek ve orada kalabilmek için, geniş halk kitlelerini ekonomik bakımdan
memnun edebilmek zorunluluğu vardır.

Buna karşılık, Marksistler "özgür genel seçimler"in bir aldatmaca olduğunu savunurlar.
Çünkü kamuoyunu oluşturan kitle haberleşme araçları, varlıklı sınıfların denetimi
altındadır. Geniş kitleler, farkında bile olmadan, aslında kendi çıkarlarının karşısında olan
tutucu partilerin, sermayedar sınıfların çıkarlarını savunan partilerin destekçisi durumuna
sokulabilirler. Öyleyse emekçilerin iktidarı, ancak devrimci bir hareketin ürünü olabilir.
Burjuvazi kendi egemen olduğu düzenin değişmesini gönül rızası ile kabullenmeyeceği
için, iktidar ele geçirildikten sonra -burjuvazinin gücü tamamen kırılıncaya kadar- bir
emekçi diktatörlüğü kaçınılmazdır. Sosyalist düzende "insanın insanı sömürmesi" ortadan
kalkınca, toplumsal kinler de yokolacaktır. Toplum sınıfsız olunca, bir sınıfın çıkarlarının
bekçisi olan devlete de gerek kalmayacaktır. Kişiler üzerinde her türlü baskı kalkacak,
gerçek özgür ve mutlu toplum doğmuş olacaktır.

Oysa, Marksistlerin liberal demokrasiye yönelttikleri eleştirilerde büyük bir gerçek payı
bulunmakla birlikte, "proletarya diktatörlüğü"nün vaat edilen özgür ve demokratik
aşamayı gerçekleştiremeyeceğini de zaman ve deneyimler göstermiştir. İşte sosyal
demokrasi, ne özgürlükler uğruna hakça paylaşımı, ne de hakça paylaşım uğruna
özgürlükleri ertelemeyi kabul eden bir ideolojidir. "Liberal devlet" ile "sosyal devleti",
"hukuksal adalet" ile "toplumsal adaleti" bir arada gerçekleştirmeyi önerir.

Tarihsel sırayı izlersek, çağdaş sosyal demokrat ideolojinin oluşumunda sözünü


etmemiz gereken ilk isim Ferdinand Lassalle (1825-1864). Alman düşünür, insanlık tarihini
üç gelişme evresine ayırıyordu. Feodal düzen, emekçinin tam anlamıyla boyun eğdiği bir
"özgürlüksüz dayanışma" ortamıydı. 1789 Fransız Devrimi'nden sonra, özgürlük uğruna
toplumsal dayanışmadan vazgeçildiği, sermayenin egemen olduğu bir "dayanışmasız
özgürlük" arayışı yaşandı. Oysa 1848 ayaklanmalarından sonra girilen dönem, "özgürlük"
ile "dayanışma"nın uzlaştırıldığı bir donem olacaktı. Devletin yol göstericiliği altında üretici
birlikleri örgütlenecek ve sosyalist ülküye ulaşılacaktı.

Lassalle, amaç ile ona varılmak için seçilen yol arasında bir uyum sağlamak gerektiğine
inanıyordu. Burjuvaziye göre, devletin amacı yalnız bireyin kişisel özgürlüğünü ve
mülkiyetini korumaktı. Bu bir "gece bekçisi" anlayışıydı. İşçi sınıfı ise bu anlayışı yeterli
bulmuyordu. Buna "çıkarların dayanışması, gelişmede ortaklık ve karşılıklılık" gibi ilkeler
de eklenmeliydi. Tarih, doğa ile "her çeşit özgürsüzlüğe karşı" yürütülen bir savaştı. Eğer
bu savaşı herkes kendi başına yürütmüş olsaydı, bir adım bile ilerlenemezdi. Toplumcu bir
düzen kurmak için "proleterya diktatörlüğü" nün gerekliliği konusunda Marksizmden açık
bir biçimde ayrılan Lassalle şöyle diyordu:

"Devletin asıl amacı, bu birlik sayesinde, bireyleri, tek tek hiçbir zaman
erişemeyecekleri amaçlara, yaşam düzeyine ulaşabilecek bir duruma getirmek, birey
olarak tırmanamayacakları bir öğrenim kudret ve özgürlük düzeyine ulaşmaları için
gerekli yeterliği onlara kazandırmaktır. Devletin amacı, insanlığın özgürlük için eğitilmesi
ve geliştirilmesidir."

Açıkça görüldüğü gibi, Lassalle devleti Marx gibi egemen sınıfların bir baskı aracı gibi
görmüyordu. Devletin bu olumlu amacının, tarihin bütün dönemlerinde, "hatta
yöneticilerin iradesine karşı" az ya da çok gerçekleştirildiği kanısındaydı. Ama işçi sınıfı
devlete yön verecek duruma gelince, her şey çok daha iyi ve hızlı gelişecekti: "isçi sınıfı "
ve toplumun alt sınıfları, üyelerinin içinde bulundukları çaresizliğin eseri olarak derin bir
içgüdüye sahiptirler, îşte bu içgüdü onlara, bireyin tek başına başaramayacağı bir
gelişimin, ancak bir bütün halinde birleşerek sağlanabileceğini ve devleti belirleyen şeyin
de bundan ibaret olduğunu göstermektedir. O halde, işçi sınıfının egemenliği altına
sokulan bir devlet, artık o zamana kadar görüldüğü gibi, eşyanın niteliği ve koşulların
zorlaması ile bilinçsiz olarak, hatta çoğu kez isteksizce yol almayacak, büyük bir açıklıkla
ve tam bir bilinçle devletin bu ahlaki niteliğini kendisine bir ödev sayacaktır. O zamana
kadar, direnen bir iradenin son derece yetersiz parçalar halinde koparılan şeyleri, bu kez
büyük bir tutarlılık içinde ve zevkle yerine getirecek ve böylece zorunlu olarak düşünsel
bir atılıma, mutluluk, rahatlık ve özgürlüğün bir arada gelişmesine, tarihte görülmemiş bir
biçimde yol açmış olacaktır."

Lassalle'e göre, işçi sınıfının kurtuluşu "genel oy" hakkı ile gerçekleşecekti. Devletin
çıkaracağı toplumsal içerikli yasalar ve vergi düzenlemeleri yoluyla, toplumsal
dengesizlikler giderilebilirdi. Ama Lassalle'ın devletten beklediği görevler arasında
"ekonominin planlanması" yoktu.

Çağdaş sosyal demokrasinin, Marksizmin, sosyalizmin şiddete dayalı bir devrimle ve


proleterya diktatörlüğü aşamasından geçerek gerçekleşeceği savına bir tepki olarak
durduğunu söylemek yanlış olmaz, iktidara gelmek ve düzeni değiştirmek için demokratik
araçlar seçilince ve özgürlükler hiçbir zaman ertelenmeyince, giderek içerikte de önemli
farklılıklar oluşmuştur. Ama Engels'in bile, belirli bir aşamada bu düşünceye yaklaştığını
görüyoruz. 1895'te "Fransa'da Sınıf Çatışmaları" adlı kitaba yazdığı önsözde Friedrich
Engels, oy hakkının işçilerin elinde bir özgürleşme silahına dönüşebildiğini savunuyordu.
Burjuvazi işçi partilerinin yasal eylemlerinden, yasadışı eylemlerden daha fazla çekinmeye
başlamıştı. Seçim başarıları onlar için ayaklanmadan çok daha korkutucuydu. Şöyle
diyordu:

"Hatta klasik sokak savaşımı döneminde bile, yapılan yığınakların gerçekte maddesel
olmaktan çok moral bir etkisi vardı. Üstelik o günden bu yana, hepsi askerlerin lehine
olmak üzere, koşullar daha da değişti. Buna karşılık, isyancılar açısından işler bir kat daha
zorlaştı. Bilinçsiz kitlelerin başında bilinçli küçük azınlıkların devrim yaptığı dönemler
geride kaldı. Biz 'devrimciler', 'altüst ediciler', artık yasal yollardan, yasadışı ve altüst
edici yöntemlerle olduğundan çok daha iyi gelişebiliriz... Ve eğer biz, onların hoşuna
gitmek için kendimizin sokak kavgalarına itilmesine izin verecek kadar anlamsız
davranmazsak, artık kendileri için öldürücü hale gelmiş olan yasallıgı bizzat çiğnemek
zorunda kalacakladır."

Edward Bernstein (1850-1923), Marksizmi hareket noktası alarak sosyal demokratik


düşünceye katkıda bulunmuş bir isim. Alman düşünür, oldukça etkili olduğu için, ortodoks
Marksistler tarafından "revizyonculuk" ile suçlanıp, şiddetli bir biçimde eleştirilmiştir.
Aslında "revizyon", değişen koşullar içinde düzeltmeler yapmak anlamına geldiği halde,
Marksistlerin dilinde "revizyonizm" hainlik ile eşdeğer bir anlam kazanmıştır. Oysa
Bernstein'in düşüncelerini değiştiren şey, toplumdaki gelişmelerle Marx' in öngörülerinin
birbiri ile çakışmamasıdır. Düşünür önce bu gelişmelerdeki farklılığı saptamış, sonra da
bundan gerçekçi sonuçlar çıkarmaya çalışmıştır.

Marx kapitalistleşme sürecine koşut olarak tekelleşmenin ortaya çıkacağını, küçük


işletmelerin yok olacağını, kapitalistlerin sayısı azalırken sayıları hızla artan emekçilerin
yoksullaşacaklarını öngörmüştü. Bernstein ise, yaptığı incelemenin sonunda şöyle
diyordu: "Sanayi ve ticarette küçük işletmeler yok olmamış, bir üst asamaya geçerek,
nitelik ve iktisadi yerleri bakımından değişikliğe uğramıştır. Küçük işletmelerin
süregelmesi olayı, tarım alanında daha da belirgindir." Birçok küçük işletmenin büyükler
tarafından yutulduğu açıktı. Ama bunların yerine, başka tür küçük işletmeler ortaya
çıkmıştı. Örneğin tenekeci ustaları kaybolmuş, ancak aynı yerde elektrik tesisatı alanında
çalışan işletmeler doğmuştu. Bernstein'in anlatımı ile; "Kapitalistlerin sayısı azalmak şöyle
dursun çoğalmaktadır. Toplumun temelleri değişmekte, ancak, toplumdaki sınıflaşma
daha basit bir duruma gelmemektedir."

Alman düşünür, varlıklılarla yoksullar arasındaki uçurumun büyümesi ve yoksullaşma


sürecinin hızlanmasıyla kapitalist üretim biçiminin çökeceği beklentisinin
gerçekleşeceğine de inanmıyordu. Toplumun üstü ile altı arasındaki fark büyümekle
birlikte, işçi sınıfı eskiye oranla daha kötü bir duruma gelmiş değildi. En çok üsttekiler pay
almakla birlikte, gelişmeden herkes yararlanıyordu. Büyük çapta pazar genişlemesi olmuş
ve kapitalizm, devresel bunalımları aşmasına yardımcı olacak, "daha önce aynı ölçüde
bulunmayan" olanaklar elde etmişti. Öyleyse bütün umudu kapitalizmin çöküşüne
bağlamamak, "felaket düşüncesi"nden vazgeçerek, "günlük sosyalist çalışmalar"a daha
önem vermek gerekecekti. Yani Bernstein'in düşüncesinde, artık "devrim" yerini "evrim"e
bırakıyordu.

Batı Avrupa'da koşullar, köylünün mahvolduğu, orta sınıfların yok olduğu, bunalımların
büyüdüğü, yoksulluğun arttığı bir ortama doğru gelişmemişti. Ama toplumsal farklar
büyüyor, işçinin yarın endişesi ortadan kalkacağına artıyor, bağımlılık sürüyordu. Sosyal
demokrasinin görevi, buna çözüm aramak olmalıydı. İşçi sınıfı tek başına iktidara gelme
olanağına sahip bulunmadığına göre, başka toplum kesimleriyle siyasal güç birliğine
gidilmeliydi. Liberal ve radikal partilerle ortak hükümete razı olmalıydı. Böylece
Bernstein'in "evrimci" düşüncesi, "uzlaşmacı" bir boyut da kazanıyordu. Sosyalizm,
kapitalizm içinde verilecek bir savaşım ile, uzlaşmaya dayalı barışçı yollardan
gerçekleştirecekti. Ufukta görülmeyen evrensel bir patlamaya bel bağlamaktansa,
"parlamenter demokrasi çerçevesi içinde yavaş yavaş ilerlemek" daha akıllıca ve daha
gerçekçi olacaktı.

"Sınıf diktatörlüğü düşüncesi, değerden düşmüş bir kültüre aittir" diyen Bernstein için
demokrasi, sosyalizmin ayrılmaz bir parçası olmak zorundaydı: "Demokrasi, aynı anda
hem bir araç hem de bir amaçtır. Hem sosyalizmin kuruluş yöntemidir hem de
sosyalizmin gerçekleşme biçimidir. Demokrasi, bir uzlaşma okuludur. Demokrasi, sınıf
egemenliğinin yokluğudur, yani, hiçbir sınıfın siyasal ayrıcalığa tek başına sahip olmadığı
bir toplumsal durumdur."

Marksizmin odak noktasını, bir anlamda "üretim biçimi"nin oluşturduğunu söylemek


yanlış olmaz. Marksizmden yola çıkan Bernstein'in düşüncesinde ise, odak noktasında
tüketimde adalet, yani "tüketim biçimi" bulunmaktadır. Üretim biçiminin değiştirilmesi
hedefini yadsımamakta, ama öncelikli olmaktan çıkarmakta, ertelemektedir Düşünür,
normal koşullarda işçi sınıfının tek başına iktidara ulaşıp üretim biçimini değiştirmesindeki
büyük zorlukları görmüştür. Öyleyse gerçekçi davranıp, yerel yönetimlerde,
kooperatiflerde iktidara gelinmeye, siyasal iktidara ortak olunmaya ve "tüketim adaleti"
adım adım gerçekleştirilmeye çalışılmalıdır. Edward Bernstein, "Sosyal Demokraside
Revizyonizm" başlıklı konuşmasında, sosyal demokrasi anlayışının çerçevesini şöyle
çizmektedir:

"Sosyal demokrasi, demokrasinin, devlet, eyalet ve belediyelerde, siyasal eşitliği


gerçekleştirme, toprağı ve kapitalist işletmeleri topluma mal etme aracı olarak
yürütülmesi yolunda savaşır. Sosyal demokrasi, saflarında yalnız işçilerin yer alacağı
anlamında bir işçi sınıfı partisi değildir, ilkelerini kim benimser ve savunursa, yani kim
iktisadi yaşamın sorunları önünde sömürücü mülkiyete karşı, yaratıcı emeğin mücadelesi
anlamında tavır alırsa, bu parti saflarında yer bulur. Ancak, parti, asıl olarak işçilere
yöneliktir. Çünkü işçilerin kurtuluşu, birinci derecede, işçilerin kendi eseri olmalıdır, işçileri
bu düşünceyle doldurmak ve onları iktisadi ve siyasal alanda örgütlemek, sosyal
demokrasinin başta gelen ödevidir."
Prag'da doğup Amsterdam'da ölen Karl Kautsky (1854-1938), Bernstein'in eleştiriler
yönelttiği ve özde Marksizme daha sadık gibi göründüğü halde, sosyal demokrat düşünce
çizgisinde önemli yeri olan bir düşünür. Bu yeri, özellikle demokrasiye olan inancı ve
şiddet yöntemlerine karşı takındığı kesin tavırla sağlamıştır.
Kautsky'e göre, kapitalizmin kendi iç çelişkileri sonucu çökmesi kaçınılmazdı. Toplumsal
adaletin sağlanması yönünde işçi sınıfının koparacağı ödünler, üretim biçiminin değişmesi
hedefinin yanında önemsiz kalırdı. Bunun savaşımını verecek olan sosyal demokrat parti
ise, hiçbir zaman işçi sınıfının damgasından sıyrılmamalıydı. işçi sınıfı, koalisyonlarla değil,
partisi aracılığıyla tek başına iktidara gelmeliydi. Ama O'nun işçi sınıfı tanımına,
teknisyenler, kamu görevlileri ve aydınlar da giriyordu. Kapitalizmin geliştiği ülkelerde,
işçi sınıfının maddesel koşullarında iyileşme olduğunu görüyor ve bu durumun, işçilerin
bilinçlenmelerini kolaylaştıracağını düşünüyordu. "Üretim araçlarına sahip bulunmayan"
herkesi işçi saymak gerekirdi Bu tanıma giren aydınlar, iktidar savaşımında da, iktidara
ulaştıktan sonra da çok önemli bir işlevi yerine getireceklerdi.
Kautsky, "Demokrasisiz sosyalizm olamaz. Çağdaş sosyalizmden, sadece üretimin
örgütlenmesini değil, toplumun demokratik örgütlenmesini de anlıyoruz" diyordu:
"Demokrasi ile sosyalizm arasındaki ayrım, bazen, sosyalizmin amacımız, demokrasinin
ise, bu amaca ulaşmak için, bazı hallerde elverişsiz, hatta engel olabilen bir araçtan
ibaret olduğu şeklinde yapılmaktadır. Ancak, kesin konuşmak gerekirse, bu tanımıyla
sosyalizm amacımız değildir. Amacımız, bir sınıfa, bir partiye, bir cinsiyete ya da ırka,
neye karşı yönelmiş olursa olsun, her türlü sömürüye ve baskıya son vermektir."
Kautsky, diktatörlüğün sosyalizmi gerçekleştirmede bir araç olarak kullanılmasına
karşıydı. Marx'ın "proleterya diktatörlüğü" konusundaki görüşlerinin yanlış anlaşıldığını
savunuyordu. Marksizmin kurucusuna göre; "proleterya diktatörlüğü, proleteryanın ezici
bir çoğunlukta olması nedeniyle, gerçek demokraside ister istemez ortaya çıkan bir
durum"du. Komünistler, Avrupa'da demokrasileri yıpratmış, kışkırtmalarıyla faşizmin
iktidara gelmesine yardımcı olmuşlardı. Kautsky şöyle diyordu:
... üzüntü ile, Bolşeviklerin içinde bulundukları durumu tamamen yanlış anladıklarını,
düşüncesizlik ederek, çözümü için gerekli koşulların hiçbirinin var olmadığı sorunlarla
uğrastıklarını, gittikçe daha açık bir şekilde gördüm. Olanaksız olanı kaba kuvvetle
başarma girişimlerinde, çalışan yığınların iktisadi, zihinsel ve manevi bakımlardan
yükselmelerine değil, tersine Çarlık ve Dünya Savaşı tarafından ezildiklerinden de çok
ezilmelerine neden olan yollar seçtiler... Rusya'da bir yönetim biçimi olarak diktatörlük,
anlaşılır bir şeydir. Fakat bunu anlamamız, kabul etmemiz demek değildir; kesinlikle
reddetmeliyiz. Diktatörlük, sosyalist partinin halk çoğunluğunun muhalefetine karşın elde
edilmiş bir egemenlik sağlamak için bir aracı değildir. Ancak gücünün ötesinde, çözümleri
yorucu ve yıpratıcı olan bir takım görevlerle başa çıkabilmesi için bir araçtır. Diktatörlük,
sosyalizmin düşüncelerini kolaylıkla uzlaştırır ve gelişmesine yardım edeceğine, onu
engeller. Diktatörlüğün yerine demokrasi geçerse, devrimin temel kazançları
kurtarılabilir."

Sosyal demokrat ideolojinin oluşumuna katkıları açısından buraya kadar değindiğimiz


isimler, Lassalle'den Kautsky'e genellikle Almanya'daki bir gelişim çizgisini yansıtıyordu.
Oysa bu oluşumdaki Fransız, İngiliz ve İskandinav katkıları da önemlidir.

Fransız Jean Jaures (1859-1914), bir düşünür olduğu kadar aynı zamanda bir eylem
adamı, iki kez milletvekili seçilmiş, sosyalist partiye önderlik etmiş, emperyalizmin baskısı
altında haksızlığa uğradığına inandığı Osmanlı Devleti'ne ve Türklere yakınlık gösterip
savunmuş, barışçı olduğu için savaştan yana olanlarca öldürülmüş. O da sosyalizm ile
demokrasiyi ayrı ayrı düşünemiyor. Hatta kendisinin, demokratik bir sosyalizmden çok
"sosyalist bir demokrasi"den yana olduğunu söylemek daha doğru. Bireyci bir sosyalizm
anlayışı var. Sosyalizmi, "bireysel hak"ların en üst düzeyde vurgulanması olarak
değerlendiriyor. Fransız Devrimi'nin ürünü olan İnsan Hakları Bildirgesi'ndeki hak ve
özgürlükleri ancak sosyalizmin gerçekleştirebileceğine inanıyor.

Marksizmin tersine, Jaures, sosyalist devletin yakın bir gelecekte "tarihsel bir
zorunluluk" olarak
ortaya çıkacağını düşünmüyor. O'na göre, sosyalist devlet, ancak aydınlanmış bir
çoğunluğun, bilinçli çabaları ile kurulabilecektir. Üstelik var olan devlet yıkılmamalı,
içeriden ele geçirilmelidir. Çünkü devlet, Marx'ın iddia ettiği gibi egemen sınıfın bir aracı
değil, sınıflar üstünde olası bir hakemdir. Devlet bir sınıfı yansıtmamakta, "sınıf ilişkilerini,
yani sınıflar arası güç dengesini" yansıtmaktadır.

Jaures, sosyalizmin bir "sınıf öğretisi" (doktrini) olarak yorumlanmasına karşıydı.


Sosyalizmin, "bütün sınıfları içinde eritecek, herkes için bugünkünden daha iyi" bir düzen
olacağını savunuyordu. Böyle bir düzeni gerçekleştirmek için bir halk ayaklanması gerekli
olmadığı gibi, zararlı sonuçlar bile verebilirdi. Çünkü, Murat Sarıca'nın anlatımı ile, "bir
umutsuzluk taktiğini bir devrim yöntemi haline getirmiş" olurdu. Yasal yollardan
çoğunluğu sağlamak, çok daha sağlıklıydı. Batı ve Orta Avrupa ülkelerinin anayasaları,
şiddet yoluna gerek kalmadan sosyalist demokrasiye geçmeye olanak verecek öğelere
sahipti. Demokrasi her iki sınıfa da güvenceler sağlıyordu. Demokrasi işledikçe burjuvazi
ödün vermek zorundaydı. Bu ise, işçi sınıfını giderek şiddetten uzaklaştıracaktı. Şöyle
diyordu: "Bernstein'in zıddına, ne yapılırsa yapılsın proletarya sınıfı ile burjuva sınıfının
kökten ayrı, kökten karşıt olduklarını düşünüyorum; ama Kautsky'nin aksine, bilincinin ve
eyleminin efendisi olan proletarya sınıfı ile diğer sınıflar arasında işbirliğini ve temasların
arttırmaktan korkmamak gerektiğini de düşünüyorum."

Denebilir ki; Jaures sınıflar arası çatışmadan çok uzlaşmaya inanıyordu: "... ya
proleterya hareketsiz, kalacak ya da durmadan başka sınıfların eylemine karışacaktır;
önemli olan, daima sınıf bilinciyle, kendi ayrı ve örgütlü gücüyle hareket etmesidir. Biz
devrimi istiyoruz, ama ebedi bir kini istemiyoruz... Ve eğer biz, ister sendika, ister
kooperatif, ister sanat, ister adalet, ne alanda olursa olsun, hatta burjuvaziye ait bir
büyük dava uğruna, birtakım burjuvaları bizimle yürümeye zorlamayı başarırsak, şöyle
demekle ne kadar güçlü oluruz: Birbirine kin besleyen, birbirinden nefret eden insanlar
için, bu anlık birleşmelerde, bu bir günlük işbirliklerinde buluşmak ne büyük zevktir... Ve
dolayısıyla, insanların artık kesin olarak buluşacakları gün, ne ulvi, ne evrensel, ne sonsuz
bir zevk olacaktır!.. Bu buluşma, ancak barışın işareti olan ortak mülkiyet ile olanaklıdır."

Leon Blum (1872-1950), Fransa'nın ilk sosyalist başbakanı. Faşizm tehlikesine karşı
komünistlerle işbirliğine yanaşmakla birlikte, sağcı burjuvaziye olduğu kadar komünizme
de karşıydı. Hangi amaçla olursa olsun, şiddeti yadsıyor, toplumsal dönüşümün oy ile
gerçekleşebileceğine inanıyordu. Devrimi hazırlamanın en iyi yolunun silahlanmaktan
değil, çalışanlar lehine yasal düzenlemeleri desteklemekten geçtiğini savunuyordu.
Devrim, özel mülkiyet üzerine kurulu bir ekonomik düzenin yerine, ortak mülkiyete dayalı
bir ekonomik düzenin kurulması demekti. Bu ise, ancak sosyalistlerin iktidara ulaşmasıyla
gerçekleşebilirdi.

Blum görünüşte ne özünde Marksist devrim anlayışını, hatta ne de "proleterya


diktatörlüğü" kavramını yadsıyordu. Ama yerel ve özel nitelikli Rus devrim deneyiminden
"zorunlu ve evrensel" sonuçlar çıkarılmasına karşıydı. Şöyle diyordu: "Bir partinin
diktatörlüğü, o partinin sizinki gibi değil bizimki gibi olması koşuluyla kabul edilebilir.
Halkın iradesine, halkın özgürlüğüne, kitlelerin iradesine dayalı bir partinin uyguladığı
diktatörlük, işçi sınıfının kişilere dayanmayan diktatörlüğüdür. Ama bütün yetkinin kat kat
çıkarak, sonunda, açık ya da gizli bir komitenin ellerinde toplandığı, merkezci bir partinin
uyguladığı diktatörlük proleteryanın diktatörlüğü değildir. Bir partinin diktatörlüğü, evet,
bir sınıfın diktatörlüğü, evet, bilinen ya da bilinmeyen bazı kişilerin diktatörlüğü, hayır!
Aynı şekilde diktatörlük geçici olmalıdır. Kendi başına bir amaç olmadığı ölçüde
diktatörlüğü kabul edebiliriz."

Eylemde tamamen demokratik çizgide olan bir Blum'un, söylemdeki göreceli katılığı
yanıltmamalıdır. Güçlü bir komünist partisinin seçmen tabanına ortak olmak isteyen bir
siyaset adamının -bu sınırlar içinde- Marksist görünümünü korumaya çalışmasının fazla
yadırganacak bir yanı yoktur. Üstelik Blum, burada Fransız toplumu üzerinde bir
değerlendirme yapmamakta, Lenin'in Sovyet modelini ihraç etme çabalarına karşılık, o
modeli eleştirmektedir.
Almanya ve Fransa'da demokratik sosyalist akımların Marksizm ile iç içe oluşmalarına,
güçlü komünist hareketlerle rekabet etme zorunda kalmalarına karşılık, İngiltere'de
durum farklıydı. Bu farklılığın, İngiltere'deki demokratik solun görüntüsünü etkilemesi ise
kaçınılmazdı.

İngiltere'de demokratik sol ideolojinin doğum noktasında Fabian adlı bir derneğin
bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. 1884 yılında, aralarında Sidney Webb ve Bernard
Shaw gibi isimlerin de bulunduğu bir grup aydın tarafından kurulan dernek, anti-Marksist
bir sosyalizm anlayışının öncülüğünü yaptı. Amaç var olan rejimi devirmek değil,
sosyalizmi toplumun kurumlarına sızdırmaktı. Kapitalizmden sosyalizme geçiş, devrimle
değil evrimle olacaktı. (Feodaliteden kapitalizme geçişi de, kıta Avrupasına göre oldukça
yumuşak bir biçimde gerçekleştirmiş olan bir ülkede, evrimci yaklaşımın ağırlık
kazanmasına hayret etmemek gerekir: İngiltere kapitalistleşirken, feodal dönemin birçok
kurumu yok olmamış, ama içerikleri ve ağırlıkları değişmiştir...)

Marksizmden şu ya da bu ölçüde etkilenmemiş tek çağdaş sosyalizm akımı olarak


nitelendirilen Fabiancılık, sosyalizmde işçi sınıfından çok aydınlara ağırlık tanıyordu.
Bernard Shaw işi, sosyalizm önündeki en büyük engelin "işçi sınıfının aptallığı" olduğunu
söylemeye kadar götürmekteydi. Fabiancılar, belediye hizmetlerini genişleterek, devletin
yetkilerini arttırarak, bir "sanayi demokrasisi"ne ulaşmayı umuyorlardı. Somut önerileri
arasında şunlar vardı: Daha çok kazanandan daha çok vergi alacak biçimde gelir
vergisinin yükseltilmesi; miras vergilerinin arttırılması; günde sekiz saatten fazla
çalışılmamasının sağlanması; en yoksullar dahil, bütün çocukların yeteneklerine göre
eğitim görmeleri; ilkokulların ücretsiz olması; bir eğitim bakanlığının kurulması; bol sayıda
kamu bursu verilmesi; yaşlılık sigortası ve kamu bakımevlerinin kurulması; işsizlere geçici
iş bulunması; belediye etkinliklerinin genişletilmesi; her yetişkinin oy vermesinin
sağlanması; seçim masraflarının ödenmesi; parlamento ve belediye meclislerindeki bütün
temsilcilere aylık ödenmesi...

Sidney James Webb (1859-1947), İngiliz sosyalizminin kökenindeki en önemli isim.


Demokratik sol ideolojiye katkılarının yanı sıra, milletvekili ve bakan olarak uygulamaya
da katıldı. Toplumun yani bir anlamda devletin akılcı bir biçimde örgütlenmesiyle "Toplum
Refahı"nın gerçekleşebileceğine inanıyordu. Ama bu, bireycilikten kurtulmadan
gerçekleştirilemezdi. Uygar Atinalılar ve Müslümanların, tarihte kendilerinden bireysel
olarak daha aşağı durumda olan rakiplerine yenilmelerini, rakiplerinin "daha değerli bir
toplumsal örgütlenmeye" sahip bulunmalarıyla açıklıyordu. Önemli olan bireyin kişiliğinin
en üst noktaya ulaşması değil, toplumsal örgütlenme içindeki "küçücük işlevini" en iyi
biçimde yerine getirmesiydi. "Bireysel gelişmemizi kusursuzlaştırmak yerine, bir parçası
olduğumuz toplumsal organizmayı düzeltmek için daha büyük bir dikkat göstermeliyiz"
diyordu.

Webb'e göre, sosyalizm demokrasinin ekonomik yüzü olacaktı, işçi sınıfının siyasal
gücü arttıkça, ekonomik ve toplumsal bakımdan daha iyi korunacaktı. Kapitalist düzene
yönelttiği en ağır eleştiri ise şu tümcede özetleniyordu: "Eğer toprak ve sermaye
üzerindeki özel mülkiyet, zorunlu olarak birkaç tembeli (kendi yetenekleri ile hak
etmedikleri halde) zengin etmek için, pek çok işçiyi (kendi kusurları olmaksızın) sürekli
olarak yoksul tutuyorsa, bu mülkiyet sistemi de -yerine geçmiş olduğu feodalizm gibi-
kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktır."

Genel eğilime uygun olarak, İskandinav ülkelerinde sosyal demokrat düşüncenin


gelişmesinde de şu koşullar rol oynadı: Marksizmin, kapitalist gelişme süreci içinde, orta
sınıfların yok olacağı yolundaki öngörüsü gerçekleşmemişti. Emekçiler giderek
yoksullaşmıyor, tersine durumları iyileşiyordu. Giderek boğaz tokluğuna çalışma zorunda
kalacak olan işçilerin, kendi yarattıkları ürünleri satın alamamaları sonucunda doğacak
ekonomik bunalımlın kapitalizmin aşamayacağı varsayımı da doğrulanmamıştı (Çöküş
Kuramı). Genel oy hakkının elde edilmesiyle (İsveç'te 1918'de), barışçı yollardan iktidara
gelebilme inancı artmaya ve demokratik kurumlara olan saygı yerleşmeye başlamıştı. Bu
ortamda, İsveç sosyal demokratlarının bakış açısını Haluk Özdalga şöyle özetliyor:

"Çoklarına ters geldiği anda, egemen sınıfların demokrasiyi ezmeleri olasılığı, çalışan
kitlelerin daha işin başında demokrasiyi yadsımalarını değil, ona dört elle sarılmalarını
gerektirir. Kaldı ki, çalışanların siyasal örgütünün iktidara geleceği her yerde, egemen
sınıfların zora başvuracağını varsayma da yersizdir. Böyle bir iktidar değişikliğinin olduğu
toplumlarda egemen sınıfların şiddete başvurup vurmayacağı, pek çok başka etkenle
birlikte, özellikle o toplumda demokratik ülkülerin ne denli köklü yerleştiğine bağlıdır,
öyleyse, iktidar mücadelesi sırasında demokrasiyi kenara itmek değil, demokrasinin
toplumun her katına kök salmasına, onun sarsılmaz biçimde yerleşmesine çalışmak
gerekir. Emekçilerin siyasal iktidarı ellerine geçirmesi ile beraber çalışanların toplumsal
iktidarı bir gecede gerçekleştirilemeyecektir... insanların bilinçlenme, örgütlenme,
toplumsal yönetime katılma olanakları ise, en iyi biçimde ancak demokratik koşullar
içinde yaratılabilir."

İsveç'te 1932 yılında maliye bakanı olan sosyal demokrat Ernst Wigforss, sosyalizme
işçi sınıfının yoksullaşmasıyla değil, tersine maddi koşullarının ve kültür düzeyinin giderek
daha iyileşmesiyle ulaşılacağını savunuyordu. Çalışma yaşamına bir matbaa işçisi olarak
başlayan ve 1926 yılında veremden ölen Nils Karleby ise, kapitalist düzen içinde yapılan
reformların sosyalizm için önem taşıdığına inanıyordu. "Sosyal politika, kapitalist düzenin
çerçevesinin fiilen aşılması, tipik anlamdaki kapitalist düzenin bir ölçüde son bulması,
işçilerin toplum ve üretim içindeki yerinin fiilen değişmesi demektir. Tüm toplumsal
reformlar, gelecek için düşünülenle de tamamen aynı türde bir sosyalist düzen
değişmesini ifade etmektedir. Arada derece farkından başka bir şey olamaz." demekteydi.
Kapitalist düzen içinde kastettiği reformların başında; genel oy hakkı, sekiz saatlik iş
günü, çalışma koşullarının düzeltilmesi, dağıtım ve tüketim koşullarının denetlenmesi
geliyordu.

Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin Kasım 1959'da Bad-Godesberg'de kabul ettiği


programın, çağdaş sosyal demokrat ideolojiyi yansıttığını söyleyebiliriz. Bu programın ana
çizgileri şöyle özetlenebilir:
- Özgür bir ekonomi politikasının ana görevi, büyük ekonomik işletmelerin gücünü
denetlemektir. Devlet ve toplum, güçlü çıkar gruplarının yemi haline gelmemelidir.
- Etkili küçük ve orta boy işletmeler, büyük işletmeler karşısında varlıklarını
koruyabilmek için güçlendirilmelidir. Özel grupların piyasaya egemen olmalarını
engellemek açısından, kamu işletmelerinin rekabeti mutlak sonuç verecek bir araçtır.
- Kamu mülkiyeti, kamu denetiminin, hiçbir çağdaş devletin vazgeçemeyeceği meşru
bir biçimidir. Ekonomik güçler arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir örgütlenmesi başka
araçlarla güvence altına alınamadığı zaman, kamusal mülkiyet yararlı ve zorunlu olabilir.
- Devletin elinde de olsa, ekonomik gücün her türlü yoğunlaşması tehlike yaratır. Bu
nedenle de, kamu mülkiyeti, yönetsel özerklik ve yerinden yönetim ilkelerine göre
kullanılmalıdır.
- Sosyalizmin özü, dün olduğu gibi bugün de, yönetici sınıfların ayrıcalıklarının yok
edilmesinde ve bütün insanlara özgürlük, adalet ve refah götürülmesindedir. Sosyal
Demokrat Parti, işçi sınıfının partisi iken, giderek tüm halkın partisi olmuştur.
- İşlerin bizzat yurttaşlar tarafından yönlendirilmesi dahil, yerel özerklik ilkeleri sosyal
demokrasi için önemlidir. Dernekler de çağdaş toplumun yararlı kurumlarıdır.

Fransa Başbakanı Michel Rocard'ın şu sözleri, çağdaş demokratik solun ulaştığı noktayı
vurgulamak açısından anlamlıdır. "Bir sosyalist olarak, işverenleri hiçbir zaman fazla kâr
için eleştirmedim. Ama yeterince kâr etmedikleri için eleştirdiğim oldu. Ve daha da sık
olarak, kısa vadeli hedefleri toplumun ortak geleceği için yararlı yatırımlara tercih
ettikleri, bu nedenle de kârlarını uygun biçimde kullanmadıkları için eleştirdim."

Rocard, çağdaş demokratik solun devletin işlevine nasıl baktığını da büyük bir açıklıkla
sergiliyor: "Sol korumacı eğilimlerden de kendisini kurtarmalıdır... Devlet ancak yapmayı
bildiği şeyleri iyi yapabilir. Yani yönetebilir, paylaştırabilir. Buna karşılık devlet üretmek
için yaratılmamıştır. Birinci durumda, kamu hizmetine girmede her yurttaşın kesinlikle
eşit koşullar altında bulunması istenmektedir. Diğerlerinde ise, düş gücü, uygulamada
çabukluk, risk duygusu gerekir. Bu devletin ne rolü ne de mesleğidir."

Türkiye'de sosyal demokrat ideolojinin, Kemalizm ile birlikte girmeye başladığını


söylemek yanlış olmaz. Genel ve eşit oy hakkı, sekiz saatlik işgünü, çeşitli sosyal
sigortalar, gelir düzeyine göre değişen vergi sistemi, parasız eğitim hep sosyal demokrat
dünya görüşünün yansımaları olarak gerçekleşmiştir. Halkevleri, köy enstitüleri, Türk Dil
ve Tarih Kurumları'nın bağımsız birer dernek niteliği ile kurulmuş olmaları, hep aynı
çerçeve içinde değerlendirilebilir. "Yurtta Barış, Dünyada Barış" ülküsü bile, sosyal
demokrasinin çok bilinen barışçı ilkeleri ile çakışmaktadır. Çağdaş sosyal demokrasinin
hedeflediği sınıflar arası barışçı denge, Kemalizmin de açık hedeflerindendir. Kemalizmin
-özel girişimi de yadsımayan- devletçilik anlayışı, sosyal demokrasinin, devletin toplum
yararına gerektiğinde ekonomiye karışma anlayışından farklı değildir. Batı'da sosyal
demokrat ya da demokratik sol nitelikli hareketlerin uzun çabalar, acılar ve kayıplar
sonucu gerçekleştirebildiği bu kazanımlar, Türkiye'de -Kemalist devrimcilik anlayışı içinde-
çok daha kısa sürede ve acısız, kayıpsız sağlanmıştır. Kemalizmin bir "liberal demokrasi"yi
değil, "sosyal demokrasiyi hedeflediği açıktır. 1960'ların başında Türk işçisine tanınan
"grev ve toplu sözleşme" hakları da, gene aynı çizginin bir ürünüdür.

Çağdaş sosyal demokrat ideolojinin Türkiye'ye girişinde ve yayılmasında önem taşıyan


bir isim de Bülent Ecevit'tir. Ecevit'in düşünce sisteminde, sosyal demokrasi, bir paylaşım
ideolojisi olmanın, çalışanlar ve genel olarak ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimleri
lehine düzenden ödünler koparma amacının ötesine geçmektedir. Geleneksel kamu
sektörü-özel sektör ikileminin yanına, "halk sektörü" adıyla üçüncü bir sektörü oturtmaya
çalışmaktadır. Bu, halkın küçük tasarruflarının bir araya gelmesi ve sosyal güvenlik
kurumlarının, kooperatif birliklerinin, sendikaların öncülüğünde büyük yatırımlara
dönüştürülmesi ile oluşacak bir sektördür, işçiler ise, gerek kamu iktisadi kuruluşlarında,
gerekse halk sektörü kuruluşlarında yönelime etkin bir biçimde katılacak, yetki ve
sorumluluğu paylaşacaklardır. Ecevit, "Halk iktidarını gerçekleştirebilmek için, halkın
ekonomik alanda örgütlenmesini hızlandırmamız gerekir" demektedir.
ç) Tutuculuk ve Faşizm

Tutuculuk, liberalizmin karşısında topraksoyluların bir savunma ideolojisi olarak doğdu.


Oluşurken, kendisinden önce varolan, Eflatun'dan bu yana uzanan tutucu düşünce
birikiminden de yararlandı. Liberalizmin üzerinde yükseldiği eşitlik ve özgürlük ilkelerinin
çürütülmesine öncelik verdi.

Gerek liberalizm gerekse sosyalizm çıkış noktasında iyimserdir, insanın iyi doğduğunu,
ama koşulların onu bazı durumlarda kötü yaptığını, örneğin suça ittiğini savunur. İnsan
akıllıdır ve kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu seçebilecek yetenektedir. Oysa
tutucu düşünce, sıradan insanın kötü, bencil olduğu, kendi çıkarını göremeyeceği
inancından hareket eder. insanlar eşit yaratılmamışlardır ve ilke olarak, büyük çoğunlukla,
kendi çıkarını ikinci plana atabilen, yetenekli, akıllı ve en önemlisi de iyi olarak doğmuş
küçük azınlık arasında büyük bir fark vardır. Kendi çıkarlarını görmekten aciz kitleleri, bu
seçkin azınlığın yönetmesi, yönlendirmesi toplumun da yararınadır. Uygarlık ancak böyle
gelişebilir. Topraksoyluların aile çevresi ve eğitim olanakları, seçkinlerin en iyi biçimde
yetişmesini sağlamaktadır.

Eşitlik ve özgürlük istenebilir şeylerdir, ama doğaya, yani Tanrı'nın iradesine uygun
değildir. Doğal olan krallıktır ve topraksoyluların yönetimidir. Bütün ülkelerde bu tür
yönetimin bulunması, Tanrı'nın böyle istediğini kanıtlamaktadır. Buna karşı gelmek, Tanrı
iradesine karşı gelmek anlamı taşır. Eşit yaratılmayan, kendi çıkarını bilemeyen insanın
özgür olması, kendisine ve topluma yarar değil, zarar getirir.

Liberalizme göre çok daha akılcı ve tutarlı olan tutucu ideolojinin Avrupa'da etkisinin
sürmesinde, kilisenin desteği büyük rol oynamıştı. Ama zamanla olaylar tutuculuğu
zayıflatmaya başladı. Cumhuriyet rejimleri kurulup çoğaldıkça, eski rejimin, eşitsizlik ve
özgürsüzlüğün Tanrı'nın iradesi olduğu görüşü kendiliğinden çürüdü. Kilise ise yavaş
yavaş etkisinin bir bölümünü yitirdi ve yeni toplumsal güçlerle, yani kentsoylularla
uzlaşma yoluna girdi.

Faşizmi, tutucu ideolojinin çağdaş kalıplar içindeki bir uzantısı sayabiliriz. Çıkış
noktasında her iki ideoloji de eşitliksizci, özgürlük karşıtı, seçkinci, maddeci değil ülkücü,
akıl değil duygular üzerine kuruludur.

Faşizm, ikinci Dünya Savaşı öncesinde, bu ad altında Mussolini İtalyasında somutlaştı.


Hitler Almanyasında ise Nazizm adını aldı. İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde, Franco ve
Salazar yönetiminde uzun ömürlü faşist eğilimli rejimler görüldü. Şili'deki Pinochet
yönetimi ve benzerleri de aynı sınıflandırmada yer alabilir.

Marksizmin tersine, faşizm, bilimsel verilerden hareket eden, tutarlı ve kapsamlı bir
inanç sistemi
oluşturmaz. Çünkü, daha çıkış noktasında, kendisine esin kaynağı olmuş düşünürlerden
başlayarak, insan aklının gücünü yadsır. Dış dünyanın ve özellikle de insan tarihinin
anlaşılmaz olduğunu savunur. Schelling'in deyimiyle, "insanın bizzat kendisi en
anlaşılmaz şeylerden biri iken, onun ve eyleminin dünyayı anlaşılır kılması" düşünülemez.

Faşist düşüncenin temel kaynaklarından biri olan Schopenhauer'e (1788-1860) göre,


insanoğlu sonsuza kadar sefil kalacaktır, insanlığın acılarını hafifletmek için hiçbir şey
yapmak olanağı yoktur, insan bencil yaratılmıştır ve siyasal eylemle de bir sonuç elde
edilemez. Aynı "umutsuzluk felsefesi"ni paylaşanlardan Kierkegaard'ın buna karşı önerdiği
çözüm ise, "Hıristiyan inancı"na yeniden dönmek, kendi mantığına değil, dinsel inancına
güvenmektir.

Görüldüğü gibi, faşist düşüncenin temelinde; Descartes'dan Kant'a, Hegel'e kadar


uzanan, insan aklına ve insanın bilinçli eyleminin koşulları değiştirebileceğine inanan bir
felsefe çizgisine karşı tepki yatmaktadır. Bu tepkide yer alıp faşizmi belki de en çok
etkileyen düşünür ise Nietzsche'dir (1844-1900). O'na göre, insanlık bir çöküş
dönemindedir. Ancak en yetenekli insanlar gerçekten insancıl bir yaşama yükselebilirler.
Öyleyse büyük çoğunluğun bu küçük seçkin kesim için çalışması ve ona boyun eğmesi
zorunludur: "Yüksek bir kültür, ancak toplumda iki farklı kast'ın bulunduğu bir ortamda
doğabilir: çalışanlar ve yetenekli oldukları için boş zamanları olanlar. Daha açık söylemek
gerekirse: zorunlu çalışma kastı ve özgür çalışma kastı." Doğa olarak aşağı yaratılmış
olanlar bundan zaten rahatsız olmazlar, çünkü yeterli duyarlılıkları yoktur. Halklar da, tıpkı
bireylerde olduğu gibi, iki ayrı doğada yaratılmışlardır: Üstün olanlar ve aşağı olanlar.
Onlar arasında da, üstün olanların hükmetmesi gerekir.

Nietzsche, "çağdaş dünyanın en büyük hatası"nın, Avrupalı işçinin "insanlık gururunun


bilincine varması"na izin vermesi olduğu kanısındaydı. Şöyle diyordu: "Azla yetinecek,
Çinli benzeri, alçak gönüllü bir tür insanın oluştuğunu görmek umudundan tamamen
vazgeçmek gerekiyor. Oysa aklın gereği, zorunluk bu yöndeydi... Amacı isteyen, aracı da
ister. Eğer köleler istiyorsak, onlara efendi eğitimi vermek anlamsız bir şeydir."

Faşizmi dolaylı olarak etkileyen düşünürlerden birisi de Georges Sorel'dir. (1847-1922).


Sorel'in öğretisinde faşizmi etkileyen öğe; şiddetin topluma canlılık kazandıracak bir araç
olarak övülmesi ve egemen sınıflara, işçilerin istekleri karşısında örgütlü bir direnç
göstermeleri için yapılan çağrıdır.

Faşist düşüncenin önemli bir basamağını da Pareto (1848-1923) oluşturur, İtalyan


düşünüre göre, insanların mantık dışı eylemleri, mantıklı eylemlerine göre çok daha fazla
ve çok daha önemlidir. Sermaye sahipleri ile emekçiler arasındaki kavgayı durdurup
topluma barış getirebilecek güçlü rejim ise, teknik adamların diktatörlüğüdür. "Seçkinlerin
Dolaşımı" ile en önemli seçkinci kuramlardan birisini oluşturmuş olan Pareto, 1789 Fransız
Devrimi'ni kastederek şöyle demektedir: "Eğer Fransız yönetici sınıfı güç kullanmanın
yararına inansaydı ve güç kullanabilecek iradesi olsaydı, elindeki iktidarı yitirmezdi ve
kendi çıkarına çalışırken, aynı zamanda ülkesinin de çıkarına hizmet etmiş olurdu. Bütün
tarihsel olaylar gösteriyor ki, eğer korumak için yeterli gücü ve enerjisi yoksa, hiçbir
toplumsal sınıf varlığını ve iktidarını uzun vadede koruyamaz." Sınıf çatışmaları devrim
yaratabilir. Ama devrim, kitleleri eskisi kadar ezen yeni bir seçkin tabakayı iktidara
ulaştırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Pareto'nun yaşamı, demokratik ve insancıl düşüncelerle savaşmakla geçti. Sadece


demokrasi karşıtı değildi, aynı zamanda çok katı bir ırkçılık ve emperyalizm yanlısıydı.
1922'de İtalya'da faşistler iktidara gelince, Mussolini kendisini senatör olarak atadı.

İktidara geldiği ülkelerde zamanla büyük sermaye ile bütünleşen faşizm, aslında orta
sınıfların ideolojisidir. Faşist düşünürler, isçi sınıfından olduğu kadar büyük sermayeden
de hoşlanmazlar. Tıpkı, proleterleşmek korkusu ile komünizme karşı oldukları kadar, gene
aynı korku içinde kapitalizmin gelişmesine de karşı olan orta sınıfların geniş bir kesimi
gibi. Faşist düşüncenin önemli isimlerinden biri olan Werner Sombart (1863-1941)
kapitalizm ile sosyalizm arasında gerçekten büyük farklar olmadığını savunmaktadır.
Üstelik gelecekte "ne kapitalist ne sosyalist" olan, bireysel üretimin, el sanatlarının, küçük
girişimlerin, "köylü ekonomisi"nin varlığını koruyacağı sistemler de yaşayacaktır. Hitler,
iktidara gelmesinden bir yıl sonra yayınladığı "Alman Sosyalizmi" kitabında, sisteminin
merkezine "orta sınıflar"ı yerleştirmiştir. Kapitalizmin yıkılmaması, ama "şefin emrine
girmesi ve iktidarın seçkinlere verilmesi gerektiğini yazmıştır. Halkın doğasını "kan ve
tarih"in belirlediğini vurgulaması ise, faşizmin ırkçı yanının ilginç bir belirtisidir.

Liberalizm ve sosyalizmde ana hedef bireyin mutluluğu iken, faşizmde önemli olan
devlet ya da ulustur. Birey, devleti ya da ulusu için feda edilebilir. Birey amaç değil bir
araçtır. Devlet her şeyin üstündedir ve her şeye karışır. Hiç bir şey devletin dışında ya da
karşısında olamaz. Birey, bir hücre olarak ailenin, grubun, toplumun bir parçasıdır.

İnsanlar doğuştan eşit değildir. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için
yaratılmıştır. Kötü ve yetersiz olan kitleler, seçkinlerin ya da çok üstün yaratılmış tek bir
seçkinin buyruklarına boyun eğmelidir. Eşit olmayan inanlara eşit oy hakkı tanıyan seçim
bir saçmalıktır. Aptalla akıllı, bilgisizle bilgili, kadınla erkek eşit olamazlar. Yığınlar basit ve
değersiz, kısa vadeli isteklerinin üzerine çıkamazlar.

Gerek "Duçe" (Mussolini) gerekse "Führer" (Hitler) zaman zaman halkoylaması yaparak
kendilerini onaylatmak gereğini duymuşlardır. Ama ikisi de iktidarlarını halktan değil,
Tanrı'dan almaktadırlar. Hitler halk onayladığı için değil, "Führer" olduğu için, doğal olarak
iktidara sahiptir. Bu nedenle de iktidarı sınırsız ve denetimsizdir. Liberalizm "ahlak dışı" bir
ideolojidir. Parlamenter demokrasi "sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Hitler'e göre;
"Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez".

İnsanlar eşit yaratılmadıklarına ve aralarında büyük farklar bulunduğuna göre,


tartışmaya ve demokrasiye yer yoktur. Büyüğe ve en üstte de "şef"e boyun eğme esastır,
insanlar eşit yaratılmadıkları gibi, ırklar da eşit yaratılmamışlardır. Üstün ırkların aşağı
ırkları yönetmeleri, onların ve tüm insanlığın yararınadır. Üstün öndere boyun eğmeyen
bireye, üstün ırka boyun eğmeyen aşağı ırka karşı şiddet kullanılması doğaldır. Barışçılık
korkaklıktır ve insanların ve ulusların içindeki yaratıcı ateşi söndürür, İtalya'da genç
faşistlere şu ilke aşılanmıştır: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi
yaşamak daha iyidir."

Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı öngörür. "Tek şef, tek parti, tek
devlet" anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler
orada dile getirilecek ve devlet de bunları gerçekleştirecektir. İşçi de işveren de, sermaye
sahibi de emekçi de "Üretimciler Birliği" içinde bir aradadırlar, işçilerin ayrıca örgütlenip
ağırlığını duyurması yolu tıkalı bulunduğundan, bu sistem içinde işçilerin susması ve
büyük sermayenin isteklerine göre ekonomiye yön verilmesi sağlanmış olmaktadır.
Sınıflar arası çatışmanın yerini ulusal birliğin alması amacına böylece ulaşılmaktadır.

Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur" diyordu.
Büyük sermaye çevreleri, kilise ve ordu, rejimin üzerine oturduğu sacayağını
oluşturmaktaydı.

Faşizmin geliştiği İtalya, Birinci Dünya Savaşı sonrasında "Büyük İtalya" düşlerinin
yıkıldığı bir ülkeydi. Ağır toplumsal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya bulunuyordu, işçi
ve köylü işgalleri yaygınlaşıyor, komünizm ideolojisinin sağladığı toplumsal destek
büyüyordu. Orta sınıflar, bir yandan komünizmden, öte yandan da büyük sermayenin
rekabetine dayanamayıp proleterleşmekten korkuyorlardı. Zamanı durdurmak, tekrar eski
günlere dönmek düşü içindeydiler. Hem komünizme hem de kapitalizme karşı, çelişkili
duygular içindeydiler.

Faşizm başlangıçta bu toplumsal tabanın gereksinmelerine yönelik gibi iken, iktidar


olduktan sonra tamamen büyük burjuvazinin çıkarları doğrultusunda gelişti.

Nazizmin geliştiği Almanya'da, Birinci Dünya Savaşı'ından yenik ve ulusal gururu


kırılmış olarak çıkmıştı, İleri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlar ve hammadde
kaynakları İngiltere ve Fransa'nın elindeydi. Sömürgeleri olmadığı için, dıştan içe
artıdeğer aktarıp toplumsal yumuşama sağlama olanaklarına sahip değildi. Kamu ve
sanayide tekeller egemendi. Bankalar ise sanayi tekelleriyle iç içeydiler. Tekelleşmeler
ekonomik güçler arasında denge oluşumunu ve dolayısıyla demokrasiyi zorlaştırıyordu.
Dünyadaki 1929 ekonomik bunalımı iflasları ve işsizliği arttırmıştı. Orta sınıfların özellikle
küçük esnaf ve küçük çiftçi kesimi, sınıfsal temellerini yitirme korkusu içindeydi.
Toplumsal karışıklıklar artmış, komünistler güç kazanmaya başlamıştı.

Naziler işte bu ortamdan yararlanarak iktidar oldular. Alman ırkının üstünlüğünü, eski
sömürgelerin geri verilmesi gerektiğini, kötülüklerin kaynağının yahudiler olduğunu, tüm
Almanların aynı bayrak altında toplanmaları gerektiğini, parlamenter sistemin
değersizliğini savundular. Eğitim sistemi devlete saygı temeli üzerine kurulmalı, orta
sınıflar yeniden güçlendirilmeliydi. Tekellerin kamulaştırılacağını, toptancı ticaretin kârının
paylaştırılacağını, büyük mağazaların küçük esnafa kiralanacağını, toprak reformu
yapılacağını, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "mali kapitalizme" karşı önlem
alınacağını vaat ettiler. Ama iktidara geldikten sonra, büyük sermayenin çıkarları ile
çatışan hiçbir adım atmadılar.
d) Milliyetçilik

Milliyetçilik ideolojisinin doğması, millet yani ulus olgusunun ortaya çıkmasından sonradır.
Değişen koşullar, derebeyliğin oluşturduğu kendi kendine yeterli kapalı tarım
ekonomilerini çatlatmıştı. Ticaret ve sanayi geliştikçe, bu gelişmeye engel oluşturan
derebeylik kurumları da yıkılmaya başladı. Ticaretin gelişmesi için yollar, seyahat
güvenliği ve bir derebeylikten ötekine değişmeyecek yasalar gerekiyordu. Serf,
derebeyinin izni olmadan kente gidip serbest işçi olabilmeliydi.

Kapalı tarım ekonomisinden ulusal pazar ekonomisine geçilirken, insanlar ülke


düzeyinde birbirleriyle ilişki içine girdiler. Aynı topluma ait olmanın bilinci gelişti. "Biz"
duygusu, derebeyliğin bölgesel sınırlarından ulusal sınırlara kadar genişledi. Ortak dil
oluştu, aynı yurdu paylaşmanın bilinci gelişti. Papalığa bağlı evrensel kiliseden, krala bağlı
ulusal kiliseye geçildi. Ulusal özellikler bu etkileşim içinde ortaya çıktı. "Ulus" doğmuş
oldu. Ulusal devlet, aynı zamanda yüz yüze ilişkilerin, birbirini tanıyanlar arasında ki
ilişkilerin önemini yitirdiği bir çerçeveydi. Kurumsal ilişkiler içinde kişi kendisini çok daha
güçsüz ve yalnız hissediyordu. Dayanışma duygusuna, manevi dayanağa olan gereksinme
artmıştı, işte, böyle bir ortam içindedir ki, yurtseverlik milliyetçiliğe dönüştü. Siyasal
iktidarın kaynağı da, "egemenlik ulusundur" ilkesine bağlı olarak açıklanmaya başlandı.

On sekizinci yüzyılda Batı Avrupa'da milliyetçilik ideolojisi belirginleşirken, bu ideolojiyi


öncelikle kentsoyluların benimsedikleri ve kullandıkları doğrudur. Milliyetçilik, iktidarın
kaynağını ulusa kaydırarak, kentsoyluların iktidarına meşruluk kazandırmıştır. Feodal
düzenin yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni toplumsal-ekonomik düzenin güçlenmesini,
yerleşmesini kolaylaştırmıştır. Ama tüm bunlar, milliyetçiliğin kentsoyluların
gereksinmelerini karşılayan, onlara ait bir ideoloji olduğu anlamına gelmez. Milliyetçilik
bayrağı, zamanla, farklı dönemlerde ve farklı toplumlarda, farklı toplumsal sınıfların eline
geçebilmiştir. Örneğin Asya ve Afrika milliyetçiliğinde, ideolojiyi sırtlayacak bir
kentsoylular sınıfından -bir toplumsal güç olarak- söz edebilmek olanaksızdır.

Milliyetçiliğin ereği, ilk kez ortaya çıktığı Batı Avrupa'da ulusal devleti yaratmaya,
güçlendirmeye yönelikti, daha sonra birçok ülkede önce bağımsızlık, sonra da bir
kalkınma ideolojisi olarak kullanıldı. Baskın Oran'ın da vurguladığı gibi; milliyetçilik, ulusal
devletin bulunmadığı İtalya ve Almanya örneklerinde bir "birleşme hareketi" olarak
görülürken, Polonyalılar, Ukraynalılar, Çekler, Slovaklar, Finler, Yunanlılar, Bulgarlar için
bir "ayrılma hareketi" anlamını taşıdı. Gelişmiş ülkeleri sömürgeciliğe iterken, geri kalmış
ülkeleri onlara karşı bağımsızlık savaşı vermeye itebiliyordu.

Osmanlı Imparatorluğu'nun çokuluslu yapısı içinde Türk milliyetçiliği çok geç gelişti.
Çünkü ne derebeylikten ulusal devlete geçme durumu, ne de bir bağımsızlık savaşımı
gereksinmesi vardı. Üstelik imparatorluğun dağılmasını önlemek için etnik kökenlere
önem vermemeye, özellikle de Türk öğesini vurgulamamaya özen gösterilmekteydi.
"Millet" yerine, inananların birliğini vurgulayan "ümmet" ülküsü ön plandaydı ve halifenin
varlığı da bu yöndeki bir tercihi güçlendiriyordu. Zamanla imparatorluk çözülmeye yüz
tutunca, imparatorluğun içinde yer alan başka uluslar kendi bağımsızlıklarını kazanmaya
başlayınca, Türk milliyetçiliği de filizlendi. Halifeliğin ve sultanlığın sona erip, eski
imparatorluğun yıkıntıları üzerinde çağdaş bir ulusal devlet kurmak için, Atatürk
milliyetçilik ideolojisini kullandı, "egemenlik ulusundur" ilkesinden hareketle yeni rejimi
kurdu.

Batı Avrupa'da milliyetçilik ideolojisi, Papa'ya bağlı uluslararası nitelikteki dinsel


ideolojiyle çatışmış ve laik bir yönde gelişerek egemen ideoloji olmuştu. Türkiye'de de, en
azından Atatürk döneminde durum aynıydı. Daha sonraları ırkçı-milliyetçilerin bir bölümü,
kendilerine toplumsal destek bulabilmek için, "Hedefimiz Turan, Rehberimiz Kuran"
sloganını benimsediler. Ama dinci çevreler, ulus ayrımı yapmaksızın tüm Müslümanları bir
araya getirmeyi amaçlayan "ümmet" görüşüne bağlı olduklarından, genellikle milliyetçi
akımlardan uzak durdular.

Batı Avrupa'da toplumsal-ekonomik gelişmeler sonucu önce ulus olgusu doğmuş, sonra
o ulusa uygun bir ulusal devletin yaratılması açısından milliyetçilik ideolojisi bir işlev
görmüştü. Geri kalmış ülkelerin çoğunda ve hatta Türkiye'de ise durum tersineydi. Önce
geleneksel kurumların yıkıntıları üzerinde yeni bir devlet kuruldu, sonra bu devlet ilk
hedef olarak "ulus"u yaratmaya çalıştı. Atatürk'ün Türk Dil ve Tarih Kurumlarına bunca
önem vermesinin nedeni, Türklere bir "ulus bilinci" aşılamaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun
çokuluslu yapısı içinde yitmiş ve bazen de horlanmış olan ulusal benliği yeniden
kazandırmaktı.

Eski Türklerde gelişmiş bir "ulusal bilinç" bulunduğu ile ilgili en önemli kanıl, Orhun
Anıtları'dır. Sekizinci yüzyıldan kalmış olan bu anıtların üzeri arı bir Türkçe ile yazılmıştı ve
bütün Türkleri birleştirmek gibi bir ülküyü de yansıtıyordu. Oysa aynı tarihlerde Avrupa'da
yaşayan toplumlarda ne böyle gelişmiş bir arı dil, ne de bu düzeyde bir "ulus bilinci" vardı.

Aynı bilincin izlerini, Selçuk şehzadesi Siyavuş'un Karaman Türklerine yaptığı vaatlerde
de görüyoruz. Konya'yı ele geçirmek ve Anadolu Türk halkını kendine bağlamak isteyen
Siyavuş, Türkçeyi resmi dil yapacağı ve Moğolları Anadolu'dan kovacağı sözünü vermişti.
Ali Engin Oba'nın da vurguladığı gibi, bu bir yandan yabancı kültüre, öte yandan da Moğol
istilasına olan tepkiyi yansıtıyordu.

Türklerde "ulus bilinci"nin gerilemesinin 1453'lerden, yani İstanbul'un fethinden


başladığını söylemek yanlış olmaz. Artık çok-uluslu bir yapı içinde "devşirme sistemi"
egemen olacak, Türk öğesi, bilinçli bir çaba ile geri plana itilecekti. Fatih Sultan Mehmet'in
Çandarlı Halil Paşa'nın boynunu vurdurup, yerine devşirme Zağanos Paşa'yı sadrazam
yapması bir dönüm noktasıydı. Bu olaydan sonra, iki yüzyılı aşkın bir süre, doğuştan Türk
olan hemen hiçbir kimse Osmanlı İmparatorluğu'nda sadrazam konumuna yükselemedi.

Bülent Ecevit'e göre; "Türk kökenlileri yönetimden olabildiğine uzak tutma politikası,
sınırsız iktidar isteğinden doğuyordu. Çokuluslu Osmanlı imparatorluğunu oluşturan pek
çok unsur içinde sadece doğuştan Müslüman Türkler iktidarı denetleyip sınırlayabilecek
durumdaydılar. O yüzdendir ki, Fatih Sultan Mehmet, bu yetkiye sahip olan ulusu devlet
yönetiminin tamamen dışına itmek istemiş ve bunu başarmıştır."

Öte yandan, Osmanlılar ele geçirilen topraklarda yönetimi kolaylaştırmak ve


imparatorluğun devamını sağlamak amacıyla, ulus ayrımını ortadan kaldırmaya çalıştılar
ve din ayrımını ön plana çıkardılar. Çeşitli din ve mezheplerin önde gelenlerine önem
verdiler, yetkiler tanıdılar. Ama bu hoşgörü ve dokunulmazlık, kilisenin güçlenmesi ve
ulusal kültürleri canlı tutması gibi bir sonuç verdi. Avrupa'da milliyetçiliğin gelişmesini
kilise engellemeye çalışırken, Osmanlı İmparatorluğu'nda tersi oldu; kilise, milliyetçilik
akımının önemli bir kaynağını oluşturdu. Türkler ise, Ali Engin Oba'nın anlatımıyla;
"İslamiyet içinde eriyerek kendi benliklerini kaybettikleri gibi, kendi kültürel değerlerini
canlı tutabilecek ne kilise gibi örgütlere ne de liderlere sahip olmuşlardır". Balkanlar'da
milliyetçilik akımının gelişiminde yabancı egemenliğine duyulan tepkiyle, genellikle
azınlıklarda görülen bir tür "savunma, korunma içgüdüsü" de rol oynamıştı. Oysa Türkler
açısından bu etkiler de söz konusu değildi.

Bazı tarihçilere göre, Türk öğesinin geri plana itilmesinde, milliyetçi tepkilerin oluşması
ve dolayısıyla imparatorluğun parçalanmasının önlenmesi amacı rol oynamıştı. Neden ne
olursa olsun, Osmanlılarda Türk dil, tarih ve kültürünün ihmal edildiği açıktır. On
dokuzuncu yüzyıl başlarına gelinceye kadar, Türklerin Müslümanlığı kabul etmeleri
öncesindeki tarihlerine hiçbir ilgi gösterilmemiştir. Sultan ikinci Abdülhamit, işi, Türkçe
(yani Arapça ve Farsçadan arınmış bir dille) makale yayınlamasını yasaklamaya kadar
götürmüştür.

15. yüzyıl ortalarına gelinceye değin, bazıları Orta Asya'da yapılmış birçok Türkçe
Kuran çevirisi vardı. Bu tarihten sonra Türkçe Kuran yasaklandı ve günah sayıldı. Bu
tutumun, Fatih'in Türk öğesini devlet yönetiminden dışlamasına koşutluğu dikkat
çekicidir. Türklerde milliyetçilik akımının gecikmesinin bir nedeni olarak, kentsoylu
(burjuva) sınıfın yokluğunu gösterenlere de rastlıyoruz. Batı Avrupa'da olduğu gibi,
Balkanlar'da da milliyetçilik hareketlerinin öncülüğünü tüccarlar üstlenmişlerdi. Oysa
Osmanlı İmparatorluğu'nda, 17. yüzyıldan başlayarak ticaret Müslüman olmayan
azınlıkların eline geçti. Elle üretime dayalı Osmanlı sanayisi de, hızla gelişen Avrupa
sanayiinin 19. yüzyıl ortalarından başlayarak Osmanlı pazarına girmesiyle gerilemeye yüz
tuttu. Padişahların "el koyma" yoluyla özel servetleri yok etmesi de Batı'daki benzeri bir
kentsoylu girişimci sınıfın ortaya çıkmasına izin vermemişti. Bu durumdan kaçmak
isteyenler servetlerini vakıf haline getirmişlerdi. Ama vakıf kaynakları yatırıma
dönüştürülmeye ve bir kentsoylu sınıf yaratmaya elverişli değildi. Batı'dakinin ve
Balkanlar'dakinin tersine, gecikmeyle doğan Türk milliyetçiliğine öncülük etme görevini
aydınların üstlenmesi gerekti.

Yusuf Akçora, 1911 yılında şu satırları yazmıştı: "Vatan ve milliyet idealini biz
mekteplerimizden değil, tesadüfen elimize geçen ecnebi kitaplardan, yahut etrafımızda,
içimizde yasayan yabancı milletlerin faaliyetlerinden öğrendik." Gerçekten de, Türk
milliyetçiliği bir iç gelişmeden çok dış etkilerin sonucu filizlendi. Bu dış etkileri, Rusya'dan,
Balkanlar'dan, Batı Avrupa'dan ve Macaristan'dan kaynaklananlar olarak dörde
ayırabiliriz.

Kırım ve Kazan Türkleri başta olmak üzere, Çarlık Rusyasında yaşayan Türk
topluluklarında "ulus bilinci" Osmanlı Türkleri'nden önce gelişti. Bunda, özellikle Çar 3.
Aleksander ile başlayan milliyetçi baskıların önemli rolü vardı. Ruslar ve Ortodokslar
dışındaki ulus ve dinlere hoşgörü gösterilmemesi, bu ülkede yaşayan Türkleri milliyetçi
tepkilere itmekte gecikmedi. Kendi benliklerini koruma çabası ilkin Kazan ve idil Boyu
Türkleri'nde başladı. Din adamı, öğretmen ve esnaf kesiminin öncülüğünde gelişen
hareket, giderek Sibirya, Kazakistan ve Türkistan'daki Türkleri de etkilemeye çalıştı.
Rusya'dan İstanbul'a gelen Türk aydınları, Osmanlı Imparatorluğu'nda Türk
milliyetçiliğinin doğuşuna katkıda bulundular. Ali Engin Oba'nın deyimiyle, "Türk
milliyetçiliği Panislavizme bir tepki olarak" doğdu. Rusya ile yapılan savaşların çoğunlukla
yenilgi ile sonuçlanmaya başlamasıyla da, bu milliyetçilik akımı, bir "öç alma" duygusu
içinde giderek "Turancılılık"a dönüştü.

Zengin Kazan Türkleri'nin masraflarını karşıladığı "Rusya Müslümanlar"ının


kongrelerinin, Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli katkıları olmuştur. 1906 yılında
toplanan Üçüncü Kongre'de alınan kararlar arasında, bütün Rusya Müslümanlarının
benzer bir okul sistemine sahip olmaları ve bu okullarda "edebi Türk dili"nin okutulmasına
başlanması isteği de vardı. Kırımlı İsmail Gaspıralı'nın 1883'te çıkardığı "Tercüman"
gazetesinin savunduğu düşüncelerin bu oluşumdaki rolü ise yadsınamazdı. Gaspıralı, Türk
ulusunun kendi dilini koruyarak batılılaşması gerektiğine inanıyordu. Türk dili, Arapça,
Farsça ve diğer yabancı dillerden geçmiş sözcüklerden giderek arındırılmalıydı. Rusya
Türkleri arasında ilk aşamada dilde ve düşüncede birlik sağlandıktan sonra, sıra eylemde
birliğe, yani bağımsızlık hareketine gelecekti. Türk kadınına özgürlük ve erkeklerle eşit
haklar vermek de Gaspıralı'nın hedefleri arasında yer alıyordu.

Bir Azeri Türkü olan Hüseyinzade Ali Bey de, Türk milliyetçiliğinin doğuşunda önemli
yeri olan isimlerdendir. 1908'den sonra İstanbul'a gelen Ali Bey, Ziya Gökalp ve
arkadaşlarına Turancı düşünceler aşılamayı başarmıştır. Türkçülük akımını bir düşünce
sistemi haline getiren kişi, daha sonraları Ziya Gökalp olacaktır.

Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde ikinci etkiyi Rumeli'nin kaybının yaptığını


söyleyebiliriz. Evlerini, topraklarını terk ederek anayurda gelmek zorunda kalan Rumelili
Türkler, kendilerine yapılan eziyeti dile getirerek, milliyetçi duyguların doğmasında rol
oynamışlardır. Büyük devletlerin baskısıyla, çoğunluğu Balkanlar'da yaşayan Hıristiyan
halklara tanınan haklar da, milliyetçi tepkinin gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Uzaktaki yurtlarına "Turan" adını vererek, bir bakıma Turancılık akımının başlatıcısı
olanlar Macarlar'dır. Germenler'le Slavlar arasında sıkışmış oldukları halde, ne Germen ne
de Slav olduklarının farkına varan Macarlar, kendi geçmişlerini araştırdıklarında, Atilla
Hunları ile aynı soydan geldiklerine inanıyorlardı. Turan Derneği, Kont Teleki Pal'ın
başkanlığında 1910 yılında kurulduğunda, üyeleri arasında ünlü tarihçi ve ozanlar da
vardı. Dernek, 1913'te Turan adını taşıyan bir dergi çıkarmaya başladı. Derginin ön kapağı
Macarca, arka kapağı eski yazı Türkçe basılıyordu. Turan kavramı ise, ilk sayıda Fransızca
olarak yer alan bir makalede açıklanmıştı: "Turan sözcüğü ile biz, eski ortak yurdumuzu,
büyük geçmişimizin anılarını, daha büyük hir geleceğin umutlarını anlıyoruz.
Üstlendiğimiz görev çok büyük ve zordur; ama onu yerine getirmek biz Macarlar'a
düştüğü için de mutluyuz." (Turancılık giderek Türk milliyetçileri arasında da yayılacak ve
Cumhuriyet Türkiyesi'nde de, "aşırı milliyetçilik" olarak nitelendirilen bir akım olarak
sürecektir. "Hedefimiz Turan, rehberimiz Kuran" sloganı, 12 Eylül öncesinde bir grup
tarafından kullanılmıştır.)

Macar Turan Derneği Üyelerinden Zempleni Arpad bir şiirinde şöyle diyordu: "Doğuya
Macar, doğuya bak; şerefli büyük akrabanı sen orada bulacaksın - Kahraman ulusum,
dostunu doğudaki kardeşlerinin arasında ara..."

Sırp, Yunan, Romen, Bulgar ve Arnavut milliyetçilik akımlarının ortaya çıkışında, bu


toplumlarda "ulus bilinci"nin doğmasında, tarihleriyle, yazınlarıyla, kısacası kültürleriyle
ilgili araştırma ve yayınların önemli rolü olmuştu. İşte Türk milliyetçiliğine Avrupa'nın
katkısı da bu noktada görüldü. Bir yanda Türkoloji bir bilim dalı olarak doğmaya, 19. yüzyıl
ikinci yarısında Eski Türklere yönelik araştırmalar yapılmaya, Türklerin kurduğu büyük
devletler ve uygarlıklar gün ışığına çıkarılmaya başlandı. Öte yanda Türk elişi ve sanat
ürünleri Avrupa'da değerlenmeye yüz tuttu. Bazı zengin evlerinde Türk odası, Türk köşesi
oluşturulur oldu. Lamartine'den Auguste Comte'a, Pierre Lafayette'den Pierre Loti ve
Claude Farrere'e kadar bazı ünlü isimler Türkler hakkında övgü dolu yazılar yazdılar.
Yabancı dil öğrenen, Avrupa'ya giden Türk aydınları bunlardan etkilendiler. Kendilerinde
bir "Türklük bilinci" doğmaya başladı.

Gecikmiş Türk milliyetçiliği, kuşkusuz ki sadece dış etkenlerin dolaylı bir ürünü, bir tür
tepki ideolojisi değildir. Ali Engin Oba'nın da değindiği gibi, aynı zamanda, "Osmanlı
İmparatorluğumun yıkılmak üzere olduğunun Türk aydınlarınca hissedilmeye başlandığı
bir dönemde, bu çöküşü engellemek için aranan çarelerden biri olarak ortaya çıkmış"tır.
Kemalizmle ilgili sayfalarda da göreceğimiz gibi, Türk milliyetçiliği, Atatürk ile birlikte ırkçı
düşlerden arınmış ve çağdaş bir bağımsızlık ve kalkınma ideolojisine dönüşmüştür.

Doğu Ergil, milliyetçiliğin amaçlarını ulusal ekonomiyi yaratmak, bağımsız bir ulusal
devlet yaratmak ve ulusal bir kültür (ortak değer sistemi ve beklentiler) yaratmak
biçiminde sıraladıktan sonra şöyle diyor: "Ulus ve ulusçuluk, ne Batı'nın dağınık feodal
siyasal ve ekonomik örgütlenişi içinde, ne de Doğu'nun çokuluslu ve çoğu teokratik
imparatorlukları bünyesinde gelişebilirdi. Pazar ekonomisinin bu iki yapıyı dağıtıp,
bireyleri ve yöresel toplulukları ortak bir ulusal pazar içinde örgütlemesi, ulusal
topluluğun oluşumunun temelinde yatan en önemli etmendir."

Milliyetçilik, öncelikle her ulusun kendi yazgısına egemen olma, kendi devletini kurma
hakkını içerir. Kurulan devletin daha çağdaş olmasını istemek de bunun doğal uzantısıdır.
Ama çok güçlenen bir devletin başka ulusları egemenliği altına almak için harekete
geçmesini istemek, artık başka bir milliyetçilik anlayışıyla ilgilidir (Saldırgan milliyetçilik).
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları
paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir
ideolojidir. Toplum içinde çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu, toplumun dışa karşı
ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bir
kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak ve kolaylaştırmak amacıyla
kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların
içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.
e) Kemalizm

Kemalizm, tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi, bir devrim ideolojisi olarak doğmuştur. Ama,
liberalizm ve sosyalizmden farklı olarak, geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının
gereksinimlerini yansıtmaktadır. Bu nedenle de, Kemalizmi iyi değerlendirebilmek için,
geri kalmış ülke devrimlerinin gelişmiş ülke devrimlerinden farkını anlamak gerekir.

Fransız Devrimi, evrim sürecinde önlerde yer alan bir toplumda rastlanabilen
devrimlerin en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama
eski koşullara göre oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal
kurumlar değişmemekte direnmiş, toplumsal-ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya
başlamıştır. Kentsoylular (burjuvazi) yeni bir toplumsal sınıf olarak doğmuş, güçlenmiş,
ama güçleri ölçüsünde siyasal rejimde etkili olamamışlardır. Bir anlamda toplumun
altyapısı değişmiş, ama üstyapı bu değişikliğe uymamıştır. Burada söz konusu olan, eski
kurumları yeni koşullara, yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır; değişen koşullarla,
koşulların yarattığı gereksinmeleri karşılaması gereken kurumlar arasındaki çelişkileri
gidermektir.

Evrim sürecinde geride kalmış toplumlarda görülen devrimler ise, belirli tarihsel
koşullardan yararlanarak, bu toplumların evrimini hızlandırmak, bazı evreleri atlamak
amacını taşır. Birinci grup ülkelerdeki devrimciler, koşulların gereğini yerine getirmek ve
gereksinimlerin doğurduğu devrimci ideolojiyi izlemekle yetinmek durumundadırlar.
Toplumun henüz ulaşamadığı bir aşamaya göre kurumlar oluşturmak, böylece gelişmiş
ülkelerle aralarındaki açığı bir ölçüde olsun kapatmak zorundadırlar. Kendilerinden çok
önce o aşamaya ulaşmış olan toplumların deneyimlerinden ders alabilmek olanağına
sahiptirler. Ama o devrimin doğal taşıyıcısı, itici gücü olan toplumsal sınıfın bulunmaması
ya da çok güçsüz olması nedeniyle de işleri çok daha zordur. Ancak, eski düzenin
savunucusu güçlerin -tarihsel nedenlerle- zayıflamış oldukları bir andan yararlanarak
iktidara gelebilirler. Temel devrimci gücün yokluğunu ya da zayıflığını ise, ideolojiye
büyük ağırlık vererek ve o ideoloji etrafında iyi örgütlenmiş "bilinçli" bir çekirdek güç
oluşturarak telafi etmeye çalışırlar.

Toplumlardaki güçler dengesinin değişmemesine karşın, eski güçler dengesinde ağır


basan güçlerin çıkarlarına ve dünya görüşlerine göre biçimlenmiş olan kurumların
değişmemekte direnmesi, devrimin nesnel (objektif) koşullarını oluşturur. Var olan bu
düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini içeren ideoloji ise, devrimin öznel (sübjektif)
koşulu sayılabilir. Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlık birikimlerinin kırıp-
dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan "devrimci bilinç", yani "bilinç"
öğesidir.

Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar, devrimci eylem
içinde gelişir. Böyle bir devrimde ideolojinin ağırlığı, nesnel koşulların çok gerisinde kalır.
Oysa geri kalmış ülkelerde nesnel koşullar yeterince oluşmamış olduğu için, ideolojinin
önemi artar. İdeoloji, devrimi olanaklı kılan ortamdaki, somut koşullardaki eksikliği
giderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji, gene devrimci eylem içinde
bazı değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır olarak vardır ve çoğunlukla
da, ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyine
daha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, bunu doğal karşılamak gerekir. Devrimci
ideoloji, devrimin öncüsü güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler geçirmekle
birlikte, ana doğrultuda aynı kalır.
Her devrim belirli toplumsal güçlere dayanarak gercekleşir. O güçlerin yeterince
gelişmediği ortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi, yarattığı bilinç ve kitleler
üzerindeki etkisiyle devrimci bir güç oluşturabilir. Bir ayaklanmanın, bir hükümet
darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihi hızlandırmak amacındaki bir devrime
dönüşmesinde, devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdeki ağırlığının
artması ölçüsünde, dogmatikleşmesi olasılığı da artar. Çünkü söz konusu ideoloji, bir
anlamda, var olması istenilen, ama henüz var olmayan koşulların ürünüdür.

Mustafa Kemal, tıpkı Lenin gibi, Birinci Dünya Savaşı'nın ülkesindeki eski düzenin
temsilcilerini maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz
zorunlu kılmadığı yeni bir toplumsal-siyasal düzeni yaratarak süreçleri harekete
geçirmiştir. Lenin, Rus ordusunun perişan olması sayesinde, küçük, ama iyi örgütlü ve
bilinçli bir güce dayanarak siyasal iktidarı ele geçirirken; Mustafa Kemal, ülkesini düşman
işgalinden kurtarmanın kendine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi
gerçekleştirmiştir. Lenin'in Rusya'nın koşullarına uydurmağa çalıştığı Marksist ideoloji
-yukarıda değindiğimiz nedenden dolayı- dogmalaşırken; Mustafa Kemal, liberalizm ve
sosyalizmden yararlanarak Türkiye'nin koşullarına göre oluşturmaya çalıştığı devrimci
ideolojinin dogmalaşma olasılığını önlemeye çalışmıştır, ideolojik kalıplaşmanın hızlı bir
değişim süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak, bir anlamda "sürekli devrimcilik"
anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün tersine, Kemalizmin
ideolojisi vardır, ama "öğreti"si (doktrini) yoktur.

Kemalizmin önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Bu


ereklere ulaşmak için, ideolojinin çerçevesini oluşturan milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve
laiklik ilkeleri Fransız Devrimi ve dolayısıyla liberalizmden, devletçilik, halkçılık ve
devrimcilik ilkeleri de sosyalizmden esinlendi.

Kemalizm içinde "milliyetçilik", bir yandan ulusal bağımsızlığın sağlanması, öte yandan
da çağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öğe oluşturuyordu.
Çağdaş bir toplum olmak için önce ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmiş olmak
gerekiyordu. Uluslaşma aşaması, çağdaş toplumun temel özelliklerinden olan
demokratikliği sağlayabilmek için de (ileride göreceğiz) bir ön koşuldu.

Türk milliyetçiliğinin kökenlerini, genel olarak milliyetçilik ideolojisini incelerken


görmüştük. Çeşitli kaynaklardan beslenen bu gecikmiş milliyetçilik akımını bir düşünce
sistemi içine oturtan kişi Ziya Gökalp olmuştu. Bu yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak,
öte yandan çağdaş anlamda bir ulus yaratmak ereğine yönelen Mustafa Kemal elbette ki
bu birikimden yararlanmıştır. Ama, aynı zaman da, eylem içinde onu aşmış, kendi
damgasını taşıyan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlar ötesi hedefler
gözetmeyen, ırkçı olmayan, çoğulcu bir milliyetçiliktir.

Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle "mazlum milletler"in


birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden söylemiş, ulusal kurtuluş savaşının
başarısı ile de onlara cesaret vermiştir. Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk
kurtuluş savaşı, giderek evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik
anlayışının dışa yönelik hedefi, "çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi
olmak"tır. Sadece siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da içeren bir
"tam bağımsızlık", bu hedefin ayrılmaz bir parçasıdır.

Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise, çağdaş bir ulus yaratmaktır. Bu ulus, ne
"ırkçı" ne de "ümmetçi" bir anlayışı yansıtmaktadır. Atatürk'e göre ulus, ne din ne de ırk
temeline dayanır; ulusu yaratan temel öğe, ortak tarih o ortak tarihin ürünü ortak dil ve
sonuç olarak ortak kültürdür. Atatürk ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir
konuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkez birlikte bir bütün oluşturduğunu vurgulamış, Kurtuluş
Savaşı sırasında hep "Türkiye Milleti" deyimini kullanmıştır. Daha sonraları karmaşık bir
etnik yapıdan kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba gösterdiğinde de,
örneğin "Ne mutlu Türk olana" dememiş, "Ne mutlu Türk'üm diyene" demiştir. O'nun
için "Türk" Anadolu toprakları üzerinde "kederde, kıvançta" dayanışma içinde olan
insanların "ortak" adıdır. Orta Asya'daki Türk, o milliyetçilik çerçevesinde yer almazken,
Anadolu'nun tüm insanları, etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır.
Atatürk "Medeni Bilgiler" kitabında şöyle demiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye
halkına Türk milleti denir." 1935 yılındaki resmi tanımlamaya göre de, "ulus, dil, kültür ve
ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür."

1924 Anayasası'nın 88. maddesi şu tanımı yapmaktaki "Türkiye halkına, din ve ırk ayırt
edilmeksizin, vatandaşlık bakımından Türk denir."

Atatürk, ulus kavramından din öğesinin dışlanmasını, dini ulus dışında ayrı bir olgu
olarak değerlendirilmesini ise şöyle savunmuştur: "Türkler İslam dinini kabul etmeden de
büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde
bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesin
etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek
tabii idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin amacı, bütün milliyetlerin üzerinde, hepsini
kapsayan bir ümmet siyaseti idi."

Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı
korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki çıkar
çatışmalarına alet edildiğinde tutucu, toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için
kullanıldığında ilericidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi
sömürmesini gözden saklamak amacıyla kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka
toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı
başvurulduğunda ilericidir.

İlerici milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların acılarını dindirmeye
yöneliktir, ilerici milliyetçilikte, insafları egemenlik altına almak değil, onları egemenlikten
kurtarmak amacı vardır, ilerici milliyetçilik, bütün insanların özgürlüğünü ve tüm
toplumların eşitliğini savunur, ilerici milliyetçilik, bölücü değil, birleştiricidir. İlerici
milliyetçilik, savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde, yukarıdaki amaçlar
uğruna kabul eder. İşte ilerici milliyetçilik, Kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle de,
çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.

Kemalizmin ilkelerinden "cumhuriyetçilik", bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi


görülebilir. Eğer egemenlik ulusa ait ise, ülkenin kimler tarafından hangi kurallara göre
yönetileceği de ulus tarafından belirlenecek demektir. Kemalist ideoloji içinde
cumhuriyetçilik, giderek "demokrasi" ile bütünleşmekte, eşanlamlı hale gelmektedir.
Cumhuriyetçilik aynı zamanda, siyasal iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkması,
laikleşmesi, siyasal rejimin çağdaşlaşması demektir. Bu ilke, iktidarın dinsel kökenli
olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle, meşruluğun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla
da, halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.

Mustafa Kemal'e göre, "Yeni Türkiye Devleti" bir halk devleti idi, halkın devleti idi. Oysa
geçmişteki devlet, bir "kişi devleti" idi, kişilerin devleti idi. Cumhuriyet rejiminden ne
anladığını ise şöyle açıklıyordu: "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet
şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün
gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. ... Milli egemenlik esasına dayanan
memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyetinde de birbirini
denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur." Suna Kili'nin de altını çizdiği gibi,
Kemalist cumhuriyetçilik anlayışı ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu.
Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atamız, 1930'lar Avrupasında neredeyse
yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da
mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını
vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi, özellikle faşist-nazist modelden
etkilenmişlerdi.

Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile, oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman
zaman sert biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve
anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihi yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir
meşruluk kazandırmak umacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında
izlediği yol da, demokrasinin O'nun açısından bir temel tercih sorunu olduğunu ortaya
koyuyordu. Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle, zaman zaman sert önlemlere
başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu doğal saymıyor, "Onlar ancak başka önlemlerle
önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarak
onaylanır" diyordu.

"Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla
kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun" görüşünü savunan Ergun Özbudun'a katılmamak
olanaksız. Serbest Fırka'nın kurulması aşamasında Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı
mektuplarda şu satırlar vardı: "Büyük Millet Meclisi'nde ve millet önünde millet işlerinin
serbest olarak münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya
koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar
olduğum bir sistemdir." Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösteren
Atatürk, özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti. Özgürlük anlayışı ise,
sadece başkasına zarar vermemek anlamında bir "negatif özgürlük" anlayışıyla da sınırlı
değildi, insanın kendi yeteneklerini geliştirmesi anlamındaki bir çağdaş özgürlük anlayışını
daha 1930'larda savunmaktaydı.

Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler var ki, günümüzün
"katılmacı" demokrasi anlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle benimsediğini
düşündürmektedir. (Bu açıdan, örneğin 12 Eylül Anayasası'nın demokrasi anlayışından
çok daha ilerdedir): Dünya'da ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve o vesile ile
onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 23 Nisan
günleri çocukların, kentlerindeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına oturmalarının,
onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasının
ötesinde anlamı olduğu açıktır. Belki gene ilk kez, bir önder, devrimini gençlere emanet
etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını
istemiş, 1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir
gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini -demokrasinin anayurdu
sayılan bazı batı ülkelerinden önce- veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına
çaba gösteren de Atatürk'tür.

Atatürk bununla da yetinmemiş, gerçekleştirdiği büyük "kültür devrimi" açısından


önem taşıyan kurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına özen
göstermiştir. Her şeyin devlet içinde ve devlet için olduğu faşizmin yükselme döneminde
bile, Türk Dil ve Tarih Kurumları siyasal iktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş
ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Atatürk onların parasal bağımsızlığını sağlayabilmek için,
kendi mal varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Yurdu bir kültür
ağı gibi saran 404 "Halkevi" ile dört bin kadar "Halkodası" da, kâğıt üzerinde tek partiye
bağlı olmakla birlikte, büyük ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip
kılınmışlardır. Bunlar, "kitle örgütleri"nin kötü gözle görüldükleri 1980'lerin Türkiye'sinde
yarım yüzyıl önceki Kemalist ideolojiyi yansıtan somut örneklerdir.

Mustafa Kemal, demokrasinin her şeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna inanıyor
ve şöyle diyordu: "İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi
sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de
değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar.
Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki
muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi Fransa ihtilalinin
açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelişmiştir. Zira her millet devrimini
toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre (...) yapar. Demokrasi prensibi, ulusal
egemenlik pekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit
özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven
altında bulunmalıdır."

Mustafa Kemal'in demokrasi anlayışı, Kemalizmin en önemli ilkelerinden olan


"halkçılık"tan da soyutlanamaz. Atatürk başlangıçta halkçılığı şu şekilde tanımlıyordu:
"Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da
halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir." Ama zamanla bu
ilkenin de içeriği gelişti ve Halk Partisi'nin programlarında üç öğeyi içermeye başladı:
Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi ve
toplumun dayanışma içerisinde gelişmesi.

Osmanlı imparatorluğu'nun çöküş döneminde girişilen reformlar, hep devleti


kurtarmak amacına dönüktü. Oysa Mustafa Kemal, halka güç kazandırmadan,
halka dayanıp onun yaratıcı gücünden yararlanmadan çağdaş bir topluma
ulaşılamayacağının bilincindeydi. 1922'de Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu:
"Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendini, gerçek üretici olan köylüdür... Diyebilirim ki,
bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır.
Gerçekten, yedi yüz yıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını
akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini
ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile
karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık,
zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç
ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım."

Mustafa Kemal, gene Kurtuluş Savaşı yıllarında Meclis önünde yaptığı bir konuşmada,
halkçılığın toplumsal-ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu: "Toplumsal uğraş yönünden
düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan kimseleriz,
zavallı bir halkız! Kendimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya zorunlu
olan bir halkız! Bundan ötürü her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir
hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamını çalışmaktan uzak geçirmek
isteyen kişilerin bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur. O halde söyleyiniz baylar!
Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir toplumsal
uğraştır."

Kemalizm, seçkinciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan birçok
reform, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin-halk ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu
amaçla girişilen en önemli atılımlardan birisi, "Türk dilini yabancı dillerin
boyunduruğundan kurtarmak" amacıyla gerçekleştirilen "dil devrimi", yani dilde
arılaştırma çabalarıdır. Sadece seçkinlerin anladığı Arapça-Farsça yüklü Osmanlıca terk
edilmiş, türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe, yazı ve bilim dili olmaya başlamıştır. Aslında
öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine Latin alfabesinin kabulü, halkın eğitimini
kolaylaştırmak amacını da taşımıştır.

Kemalist halkçılık, "ayrıcalıksız, sınıfsız" bir toplum öngörüyordu. Fakat bu, toplumsal
sınıflan kaldırmayı amaçlayan Marksist anlayışı yansıtmıyordu. Kurtuluş Savaşı
Türkiyesinde Marksist anlamda bir "egemen sınıf" ve işçi sınıfı bulunmadığı varsayımından
hareket etmekteydi. Öyleyse var olmayan bir sınıf çatışması ve ayrıcalıklı toplum
kesimleri yaratılmamalıydı. Ekonomik gelişmeyi sağlamak için toplumdaki tüm olanaklar
değerlendirilmeye çalışılırken bu beklentiye ters düşen bir durumun doğması,
Kemalizmin, Suna Kili'nin vurgulamaya özen gösterdiği bir temel özelliğinin gözden
kaçmasına neden olmamalıdır: "Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden,
ılımlı toplumculuğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü
halkçılık, yönetimde, siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus
olanaklarının kullanılmasında halk yararının gözetilmesini amaçlar."

"Peki halk nedir?" sorusunun yanıtını ise biz verelim: Halk, ayrıcalıklara sahip
bulunmayan toplum kesimlerinin toplamıdır!

Kemalist "devrimcilik" ilkesi, halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam
taşır. Mustafa Kemal'in I923'te Konya'daki bir konuşmasında yer alan şu cümleler, O'nun
nasıl bir devrimcilik anlayışından hareket ettiğini, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek
kadar açık bir biçimde sergilemektedir: "Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk
başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle,
aydınlatma ile büyük çoğunluğu kendi amacına göre ikna etmeyi
başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar. Başarıya
ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum
olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve
vicdanından alınmış olmalı. Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle
kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her türlü hareketi derhal kabule
hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesi
gereklidir."

Bu, seçkinciliği açıklıkla yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik


yöntemlere büyük önem veren bir devrimcilik anlayışıdır.

Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci yanı, eski
düzenin geçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinmelerini
karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm bununla yetinmemekte,
devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere, değişmelere açıklık biçiminde
anlamakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.

Atatürk, devrimcilik ilkesinin birinci öğesini şöyle tanımlıyordu: "Devrim, Türk milletini
son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek medeni
gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır." Atatürk,
yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını elbette ki devrimcilik ilkesinin bir
gereği sayıyordu. Ama O'nun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların
değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin
bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin
dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de
değişmesinin gerekliliğini biliyordu, işte bu nedenledir ki, Kemalizmin devrimcilik ilkesi,
aynı zamanda hır "sürekli devrimcilik" anlayışını da yansıtmaktadır.

En ileri kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin "bekçiliği" ile yetinenler,
günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar.
Kemalizmin bu sürekli devrimcilik anlayışını benimsemeden, sadece Mustafa Kemal'in
sağlığında gerçekleştirdiklerinin bekçiliği ile yetinenleri "Kemalist" ya da Atatürkçü
saymak olanaksızdır. Suna Kili, "Devrimcilik kalıplaşmayı, durağanlığı, köhneleşmeyi,
işlevini kaybetmeyi, çağın, toplumun gerisinde kalmayı önlemek, dinamik bir devrim
anlayışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur." derken haklıdır. Emre Kongar da, aynı
gerçeği şöyle ifade etmektedir: "İkinci anlamda devrimcilik, Türk Devrimini, temel ilkeleri
yönünde ileri götürme görevini içeriyordu. Yalnız mevcudun ve gerçekleştirilenin
korunması ile yetinilmeyerek, Türk Devrimi, zamanın gereklerine ve çağdaş gelişmelerine
göre, temelinde yatan ilkeler doğrultusunda daha da ileriye götürülecekti."
Kemalizmin "devletçilik" ilkesini de, halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmek
gerekir. Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halk nasıl kalkınacak ve hak ettiği çağdaş
yaşam düzeyine ulaşacaktır? Batı'nın gelişmiş toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o
noktaya geldikleri biliniyordu. Bir yandan kendi halklarını, öte yandan geri kalmış ülke
halklarını sömürerek bir sermaye birikimi oluşturmuşlardı. Türkiye'nin kendisi geri kalmış
bir ülkeydi. Halkın sırtından br sermaye birikimi oluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha
yoksul tutulması pahasına bir kalkınmaya ise "halkçılık" anlayışı karşıydı.

1923-1930 arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel


girişimlerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin ne yeterli
parası, ne yeterli deneyimi, ne de yeterli teknik bilgisi vardı. Dünyayı sarsan
1929 ekonomik bunalımı ise, liberal ekonomi politikalarının tam bir
başarısızlığını vurguluyordu. Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş
uygarlık düzeyine ulaştırmak için "devletçilik" ilkesini benimsedi. Böylece hem
üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir dağıtım
yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak
verilmemiş olacaktı.

Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan son düzeltmelerden sonra,
devletçilik ilkesi şöyle tanımlanıyordu: "Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber,
mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe
eriştirmek için, milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi
alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi
fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları düzenleme ve
denetlemektir".

Kemalist devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplamayı


öngören Marksizm ile kuşkusuz ki hiçbir ilgisi yoktu. Hızlı bir ekonomik büyümeyi
sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi anlamına geliyordu. Devlet
ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımını planlayacaktı. Devlet özel
girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğü alanlarda
yatırım ve işletmecilik yapacaktı.

Türkiye başlangıç aşamasında devletçiliğin iki büyük yararını gördü: Bir yanda, özellikle
altyapı ve sanayi yatırımları sayesinde oldukça hızlı bir ekonomik büyüme
gerçekleştirilirken; öte yanda, sanayileşmenin devlet eliyle oluşumu sayesinde, Türk işçisi
Batı'daki örnekleri gibi, insancıl olmayan koşullar içinde birkaç kuşağının feda edildiğini
görmedi. 1929-1939 arasındaki on yılda dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken,
Türkiye'de sanayi üretimi artışı yüzde 96'yı buldu. Sovyetler Birliği ve Japonya
dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye'den daha hızlı bir büyüme sağlayamadı.
Giderek oluşmaya ve büyümeye başlayan sanayi işçisi sınıfı, nasıl hiçbir mücadele
vermeden seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse; gene kan dökülmesine, kuşaklar boyu
süren büyük acılar çekilmesine gerek kalmadan, insancıl çalışma koşullarına kavuştu.
Kemalist "sürekli" devrimcilik anlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve
toplu sözleşme gibi hakları vermek için de işçi sınıfının rejimi zorlamasını beklemediler.
(Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen hakların yeterince bilincinde olunamadığını
daha sonraki deneyimler göstermiştir, işçi sınıfı, ancak elinden alındığı ya da kısıtlandığı
zaman, sahip olduğu hakların ve özgürlüklerin önemini yeterince kavrayabilmiştir.
Demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde bile, işçilerin seçme hakkını elde etmek için nasıl
uzun ve kanlı savaşımlar verdiği unutulmamalıdır!)

Altı ok ile simgeleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde, Atatürk'ün en önem verdiği ilkelerin
başında belki de "laiklik" geliyordu. Mustafa Kemal, ülkenin koşullarının daha hiç hazır
olmadığı bir aşamada bile çok partili düzene geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul
ileri sürmüştü: laiklikten ödün vermemek! Serbest Fırka'nın önderliğini üstlenecek olan
Fethi Okyar'a yazdığı ve daha önce de sözünü ettiğimiz mektubunda şu satırlar dikkati
çekiyordu: "Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik esasında beraberiz. Zaten benim
siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur."

Bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından laiklik, demokrasi anlamındaki


cumhuriyetçiliğin de, milliyetçiliğin de, devrimciliğin de, ve hatta halkçılığın da ön koşulu
olduğu için bu ölçüde önem taşımaktadır. Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik
olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü, gerçek bir özgür seçim olamaz. (Bütün
dünyada özgürlük ve demokrasi rüzgârları eserken, baskı rejimleri birbiri peşi sıra
yıkılırken, bundan en az etkilenenin -laikliği kabul edememiş- Müslüman ülkeleri oluşu
raslantı mıdır?) Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem
taşıyan öğe ulus değil, inananların oluşturduğu "ümmet"tir. (Bu anlayış içinde
örneğin Arap ve İranlı, Müslüman Türk ile aynı toplumun bir parçası sayılırken, Hıristiyan
Türk olan Gagauzlar [Gökoğuzlar], Türkçe konuştukları ve çok daha ortak kültürel
özellikler taşıdıkları halde "yabancı" sayılacaklardır.) Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü
laikliği kabul etmemiş bir toplumda bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış
kurumları değiştirmenin tartışılması bile genellikle olanaksızdır. Halkçılığın ön koşuludur;
çünkü din temeline dayalı bir devlette ağırlığı ve önceliği olan halk değil, dinsel
seçkinlerdir.

Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir kısım din adamları ile karşı
karşıya gelmişlerdir. Çünkü "eski düzen"le çıkarları bütünleşmiş olan bir din adamları
kesimi, köklü değişimlere hep karşı çıkmış, dini bir siyasal amaç için kullanarak kitleleri
etkilemeye çalışmışlardır. Kendilerinin etkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi de
"dinsizlik" olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir. Sultanın ve düşmanın çıkarları ile
bütünleşerek, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal'in idam fermanını çıkaranlar gene
bu tür din adamları olmuştur.

Fransa'daki Müslümanların manevi önderi Şeyh Abbas, Türk toplumunun dışından bir
gözlemci olarak, bu konuda şöyle diyor: "Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünde din
adamları çok olumsuz roller oynadılar. Mustafa Kemal din adamlarının hatalarını ve
yarattıkları tehlikeyi anladığı için devrimine önce onlardan başladı. O, din adamlarının
cehaletinden korkmakta, onların ülke için tehlike yarattıklarını düşünmekte haklıydı. Onun
savaş açtığı din adamlarının tanıttıkları, savundukları İslam ile gerçek İslam arasında
dağlar kadar fark vardı. Türklerin babası, dünyaya hakim bir Osmanlı İmparatorluğumu
çökmüş, parçalanmış haliyle buldu. Bu koca imparatorluğun çöküşüne de İslam'ın yanlış
tanınması, yanlış yorumlanması neden olmuştu. Atatürk cehalete karşı savaştı, İslam'a
karşı değil..."

Bir konuşmasında "Biz milliyetçiyiz ve dinimize saygılıyız" diyen Atatürk din ile ilgili
görüşlerini aslında açık bir biçimde ortaya koymuştu: "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz
milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki. din Allah ile kul arasındaki
bağlılıktır. Softa sınıfın din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat
temin edenler iğrenç kimselerdir, işte biz bu vaziyete karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu
gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl
mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın
menfaatine uygundur; biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz aklın
mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olamazdı."

Mustafa Kemal, İslam dininin zamanla özünden uzaklaştığını, birçok yabancı


öğenin -yorumlar ve boş inançlar olarak- işin içine girdiğini düşünüyordu.
Çağdaş olmanın inançsızlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı kanısındaydı, ama
bilerek, mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöyle diyordu: "Türkler dinlerinin ne
olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran Türkçe olmalıdır. Türk Kuran'ın arkasından
koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta
ne olduğunu Türk anlasın."
"Laiklik" ile ilgili bölümde anlattığımız gibi, Müslüman Türk halkı, Kuran'ı kendi dilinden
okuyup anlama olanağına ancak laik cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu. Türkçe Ezan
gene aynı ortamda gerçekleşti; ama çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra, tutucu,
Kemalizme karşı güçlere verilen bir ödün olarak ortadan kalktı.

Kemalizm, sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü


laikleştirdi. Bir İslam ülkesindeki ilk laik devlet böylece doğdu. Çok sayıdaki Müslüman
ülke içinde tek çağdaş demokratik bir hukuk devletine sahip ülke Türkiye ise, bunun
laiklikle bağlantısı olmadığını öne sürmek elbette ki olanaksızdır. Petrol gibi büyük ve
kolay gelir kaynaklarına sahip olmadığı halde, Türkiye'nin Müslüman ülkeler içinde en
sanayileşmişi, en ileri teknolojiye ve çağdaş ekonomiye sahip bulunanı oluşu da ayrıca
düşündürücüdür!

Geri kalmış ülkelerin genellikle kıt olan kaynakları içinde en bol malzeme insandır.
Üstelik diğer kaynakları harekete geçirebilecek güç de gene o insan öğesidir. Bu nedenle,
geri kalmış ülke devrimleri, her şeyden önce insanı değiştirmeye, daha etkili daha bilinçli
bir "yeni insan" yaratmaya yönelik, insanın düşünüş ve davranış biçimlerini değiştirmeye
yönelik bir "kültür devrimi" olmak zorundadır. Geri kalmış ülke devrimcileri, bu yeni insanı
yaratabildikleri ölçüde başarıya ulaşırlar.

Hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve kapsamlı kültür
devriminin baş mimarıdır. Dilde, dinde, hukukta, yazıda, giyside, eğitimde, tarihte yaptığı
reformlar; bazıları bugün biçimsel görünse bile, inanılmaz boyuttaki bir kültür devriminin,
bir bütün içinde çok anlamlı olan parçalarıdır. Osmanlı imparatorluğu içinde dili ve tarihi
unutturulmuş, kendine güvenini yitirmiş bir halktan, çağdaş, başı dik, kendisiyle gurur
duyan bir ulus yaratabilmiş olmanın ne büyük ve zor bir sonuç olduğunu bugün takdir
edebilmek zordur.

Napolyon, "Süngülerle her şey yapılabilir, ama üzerine oturulamaz." diyor. Bunun
sosyolojik anlamı açıktır. Hiçbir toplumsal hareket, dayandığı toplum kesimlerinin
olanaklarını aşamaz. Her önder, ne kadar büyük olursa olsun belirli bir toplusal tabana
dayanmak zorundadır ve dayandığı, dayanmak zorunda kaldığı o toplumsal tabanın
gücünü ne ölçüde harekete geçirebilirse, o ölçüde başarılı sayılır

Mustafa Kemal'in, birinci hedef olarak ulusal bağımsızlığı sağlayabilmek için


dayanabileceği güçler belliydi: Asker-sivil bürokratlar, ulusal nitelikli, ama oldukça zayıf
hu kentsoylu kesimi ve büyük toprak sahipleri. Bunun dışında güç alabileceği, örneğin bir
işçi sınıfı yoktu, Ulusal bağımsızlık hareketini örgütleyip sonu gelmeyen savaşlardan
yorgun düşmüş Anadolu köylüsünü harekete geçirirken bu sacayağına dayanmak
zorundaydı. Topluma, yirminci yüzyılın sonlarında bile hiçbir İslam ülkesinin ele almaya
cesaret edemediği dönüşümleri kabul ettirebildi. Ama örneğin sıra "toprak reformu"na
geldiğinde, başaramadı. Çünkü geçmişte dayanmak zorunda kaldığı, hareketinin
tabanında yer alan güçlerden biri de "toprak ağaları" idi. Kemalizmin başardıklarını ve
başaramadıklarını, 1920'lerin Türkiyesinin toplumsal-ekonomik koşullarını ve içinde
bulunduğu dünyanın özelliklerini göz önüne almadan yapılan bir değerlendirme bilimsel
olamaz.

Fransız araştırmacı François Georgeon şunları yazıyor: "Kemalizm, Avrupa dışında


güçlü yankılar uyandırdı. Bugün Üçüncü Dünya adını verdiğimiz, Latin Amerika'dan
Uzakdoğu'ya kadar uzanan alanda, Türkiye'nin 1919'dan sonraki atılımı ve uygulanan
reformlar çoğunlukla tutku dolu hir dikkatle izlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik-
sosyal kalkınmayı sağlamak için uygulanacak reçetelerle ilgili olarak Kemalizmden
alınacak dersler araştırıldı."
İranlı muhaliflerden, Halkın Mücahitleri örgütünün önderi Mesut Racavi ise bir Türk
gazetecisine şöyle diyor. "Ben istemez miyim İran da Türkiye gibi laik bir Müslümanlar
ülkesi olsun? Ama benim ülkem sizinkinden yüzyıllarca geri kaldı. Bize Atatürk gibi bir
önder lazımdı, Şah geldi. Siz çok şanslı bir ülkenin çocuğusunuz..."

***

Kemalizmin bir ideoloji olarak çerçevesini çizdik" ve Kemalist Devrim'in temel


özelliklerine değindikten sonra, bazı soruları teker teker yanıtlamakta yarar var.

İlk soru, kavram ve o kavramların anlatılmasında kullanılan sözcüklerle ilgili:


"Atatürkçülük" demek mi daha doğru, yoksa "Kemalizm" demek mi?

İdeolojiler, toplumsal gereksinmeleri karşılayan, o gereksinmeleri duyan kesimlerce


benimsenmiş, kendi içlerinde tutarlı inanç sistemleridir. Sağcı ideolojiler daha çok
duygulara, solcu ideolojiler ise akla seslenirler. Kemalizm de, akla ve insancıl değerlere
dayalı, "çağdaş" bir toplum özlemine yanıt veren, geri kalmışlıktan kurtulma istencini
yansıtan bir ideolojidir.

Oysa, Atatürkçülük dendiğinde -böyle bir ideolojik kavramdan çok- bir kişiye yönelik
hayranlık çağrışımı öne çıkıyor. Adeta bir "putlaştırma" eğilimi yansıyor. Hele
"Atatürkçülük" adına, Atatürk'ün isminin arkasına saklanılarak yapılanlar düşünülünce,
"yıpratılmış" olan bu sözcükten vazgeçmek daha doğru gözüküyor.

Atatürkçülüğü, Atatürk'ün sağlığında -o günün koşularının gereği olarak- yaptıklarının


"bekçiliği" biçiminde anlayanlar var. Bu Kemalizmin "tutucu" yorumudur ve "sürekli
devrimci" özüne aykırıdır... Bir de -özellikle çok partili döneme geçtikten sonra- ülke
yönetimine gelen ve Atatürk'e saygı duydukları halde Kemalizme "kısmen" karşı olanlar
söz konusudur, işte "Atatürkçülük" sözcüğünün, bu iki kesimle ilgili olarak kullanılmasının
daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Kemalizm ise "ilerici" bir ideolojidir. Ne geçmişin bekçiliği ne de kalıplaşmış bir inanç
sistemidir. Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin
ilkelerini içerir.

Yanıtlanması gereken ikinci soru da şu: Kemalizm için amaç "insan" mıdır, yoksa
"devlet" mi? Kemalist devlet anlayışı "sivil toplum" özlemi ile çatışır mı, çatışmaz mı?

Faşizmin ve hatta komünizmin tersine, Kemalizm için "devlet" sadece bir "araç"tı.
Kemalist devletçilik, bir ideolojik tercihin değil, toplumsal bir zorunluluğun ürünü idi. Ne
burjuva sınıfı ne de sömürgeleri olan bir toplumda, altyapıyı da temel sanayii de devlet
kurdu. Bunu yaparken de, birkaç kuşağın emekçilerini, -Batı'daki gibi- ezmedi. Tersine,
Batı'da "kan"la elde edilen hakları, kitlelere "ciddi bir istem" bile olmadan verdi.

Anadolu Ajansı bir "devlet dairesi" olarak değil de bir anonim ortaklık olarak
kurulduğunda, yıl 1925'ti. Anaparanın tümünü devlet koyduğu halde, payların yarısı
çalışanlara verilmişti. Daha sonra Türkiye'de ilk radyoyu da kuracak olan Telgraf Telefon
Anonim Şirketi 1927 yılında oluşturulduğunda, tüm payları özel kişilerindi, İş Bankası bir
"özel girişim" örneği olarak kuruldu ve Atatürk de paydaşları arasında yer aldı.

Mustafa Kemal, çok önem verdiği Türk Dil ve Tarih Kurumları için önerilen devletçi
modelleri geri çevirmişti. Hatta Fransız Akademisi modelini bile uygun bulmamıştı. Birer
dernek olarak yapılanmalarını sağlamakla yetinmedi; parasal açıdan da, devletten ve
geleceğin siyasal iktidarlarından bağımsız kılmak için, onları kendi "mirasçıları" olarak
belirledi.

Bütün dünyada katılımcı demokrasinin, özerk kurumların moda olduğu bir dönemde mi
yapıldı bunlar?

Tam tersine... Her şeyin devletin içinde olduğu, aile dahil hiçbir kurumun devlet
denetimi dışında kalamadığı, faşizmin ve komünizmin yükselme döneminde ve bu
yöndeki telkinlere karşın yapıldı! Atatürk'ten 27 Mayıs Anayasasına, Türkiye'ye bağımsız
ve demokratik kurum anlayışını Kemalistler getirdiler. Daha dünyada "sivil toplum"
anlayışının bulunmadığı bir dönemde, son derece yoksul ve eğitimsiz bir toplumda,
baskıcı geleneklere karşın, geleceğin "sivil toplum"unun tohumları birer birer atıldı.

Oysa aynı dönemde, Max Weber bile demokrasiyi şöyle tanımlıyordu: "Demokraside,
halk güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder 'Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin' der.
Artık halk ve parti onun işine karışamazlar."

Tüm yurdu bir ağ gibi saran halkevleri ve halkodaları, oldukça bağımsız ve demokratik
bir yapıya sahiptiler. Köy Enstitüleri, bugünün yükseköğretim kurumlarında bile olmayan
"katılımcı" ve demokratik bir ortam yaratmıştı. TRT'den üniversiteye kadar özerkliğin
savunuculuğunu, hep Kemalizm geleneğini sürdürenler yaptılar. Eli sopalı devlet özlemi
ile askersel yönetim dönemlerini değerlendirmeye çalışanlar ise hep Kemalizm
karşıtlarıydı.

Bir başka önemli soru da, Kemalizm ve demokrasi ile ilgili: Bazılarının öne sürdüğü gibi,
gerçekten de Kemalizmin içinde "demokrasi" yok mu? Atatürk gerçek bir diktatör müydü?

Ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger'nin Kemalist "tek parti" yönetimini özenle
incelediğini biliyoruz. Duverger, bu yönetim biçiminin, mutlak baskı rejiminden ulus
egemenliğine geçişi sağlamak, demokratik rejimin gerektirdiği ortam ve koşulları
hazırlamak ve sonunda tam bir demokrasiyi gerçekleştirmek amacına yöneldiği
görüşündedir. Kemalizmin, demokrasi geleneği bulunmayan gelişmekte olan ülkeler için,
demokrasiye hazırlanma ve geçiş yolunda "en uygun ideoloji" olduğunu savunmaktadır.

Aslında, tarihsel olgular ve olaylar, ancak dönemlerinin koşulları içinde


değerlendirildiğinde bir anlam taşırlar. Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi
de ancak iki türlü değerlendirilebilir: Ya aynı toplumda daha önce var olan yönetim biçimi
ile karşılaştırarak, ya da aynı dönemde benzer koşullara sahip olan başka toplumların
yönetim biçimleriyle karşılaştırarak... Her iki yaklaşımda da, Kemalist Türkiye'nin "oldukça
demokratik" sayılması gerektiği açıktır. Atatürk yönetiminin, kendisinden önceki Osmanlı
rejiminden de, aynı dönemde ya da daha sonraları var olan -benzer koşullardaki- geri
kalmış ülke rejimlerinden de "çok daha demokratik" olduğu tartışma bile götürmez.

Tarihçi Sina Akşin -alışılmışın dışına çıkarak- bir başka yaklaşım deniyor. Kemalist "tek
parti" yönetimini, aynı dönemin Avrupa ülkelerinin yönetimleriyle karşılaştırıyor. Vardığı
sonuç şudur:

"Bugün demokrasimiz, Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam


temeller sayesinde, Atatürk döneminden çok daha ilerdedir. Atatürk dönemine göre
bugün daha demokratız; ama Atatürk döneminde Avrupa ortalamasından daha ileriyken,
1945'ten beri o ortalamanın gerisindeyiz. Mutlak olarak ilerledik, ama Avrupa'ya göre
geriledik." (1945'lerden sonra Türkiye'de siyasal iktidara gelenler, çoğunlukla
Atatürk'e saygılı, ama Kemalizme "kısmen" karşı olanlardı!)

Mustafa Kemal, halk tarafından seçilmeyi ve "başkanlık sistemi"ni niçin istemedi?


TBMM Genel Kurulu, cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasını, Mustafa Kemal'in Meclisi
dağıtma yetkisine sahip kılınmasını ve başkomutanlık yetkisi taşımasını acaba nasıl
reddetti?

Hitler döneminin Almanya ve Avusturyasını terk eden 142 bilim adamı, niçin Batı'nın
gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken, Türkiye'ye gelmeyi tercih etti? Birçoğu dünya
çapında olan bu solcu ya da Yahudi bilim adamlarını, güç koşullar içindeki bir geri kalmış
ülkede on yılı aşkın süre hizmet etmeye iten gerekçe acaba neydi?

Atatürk -resmi ya da özel- hiçbir dış geziye çıkmadığı halde, dünyanın birçok önde
gelen devlet adamları, yoksul bir ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için sanki sıraya
girmişlerdi, İngiliz kralından İsveç veliahtına, Fransız başbakanına kadar, Atatürk'e ve
Kemalist Türkiye'ye gösterilen bu ilgi anlamlıydı.

1920'lerde "eski dünya"da Avrupalı olmayan ve bağımsız kalabilmiş dört ülke


bulunuyordu. Ama Türkiye dışında kalan Çin, Habeşistan ve İran zaman içinde istilaya
uğradılar. Mussolini'nin bir demeci, bu ortamda Türkiye'de tedirginlik yaratmıştı. Bunun
üzerine Mussolini, Türk büyükelçisine hemen şu mesajı verdi: "Türkiye bu kapsamın
dışındadır. Zira bir Avrupa ülkesidir."

60 yıl öncesinin Türkiyesi, İtalyan diktatörünün bu düzeltmeyi yapmak gereğini


duyduğu koşullarda, acaba niçin bugünkünden daha Avrupalı sayılıyordu?

Atatürk'ün sağlığında yaptıkları, yapabildikleriydi. Yani o günkü Türkiye ve dünya


koşullarının elvermesi ölçüsünde, düşündüklerini gerçekleştirme olanağı bulabilmişti.
Kemalizmi tüm boyutlarıyla kavrayabilmek için, sadece Atatürk'ün yapmış olduklarını
değerlendirmekle yetinemeyiz; neler yapmak istediğini, toplumu nereye götürmeyi
amaçladığını da incelememiz gerekir.

Mustafa Kemal'in demokrasi konusundaki düşünceleri açısından en zengin kaynak,


kendi yazdığı ve 1930'lardan başlayarak yeni kuşaklara da okutulan "Yurttaşlık Bilgileri"
kitabıdır. Bu kitapta, nasıl bir demokrasi hedeflendiği açıkça belirtiliyor: "Türkiye
Cumhuriyeti, demokrasi temeline dayalı bir devlettir. Demokrasi ise, temelde siyasal
içeriklidir, düşünseldir, bireycidir, eşitlikçidir."

Atatürk bu kitapta, bütün yurttaşların "eşit siyasal haklar"a sahip olmaları gerektiğini
ve "katılma hakkı"nı özellikle vurguluyor. Bunları sağlamayı devletin görevi sayıyor.
İnsanların düşüncelerini serbestçe söyleyebilmek ve yayınlamak haklarını savunuyor.
"Toplantı yapma" ve "basın özgürlüğü" üzerinde özellikle duruyor. Ve şöyle diyor:

"Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar.
Basın yayın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir
eleştiri ortamı bırakılmadan kamuoyu görevini yerine getiremez. Bu ortam sürekli açık
tutulmalı ve sürekli, çeşitli ve değişik düşüncelerle beslenmelidir. Bu ise basın yayının
çalışması ve kamu yararının her gün yeniden yeniye tartışılmasıyla olur... Basın yayının
tam ve geniş bir özgürlüğe sahip olması ve bunun doğru yolda kullanılması konusunun ne
denli ince ve hassas bir konu olduğu açıktır... Basın yayın özgürlüğünden ortaya
çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi
basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden doğacak olan
sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan doğruya basın yayınn
özgürlüğüdür."

Atatürk, "vicdan özgürlüğü"nü de, "düşünce özgürlüğü"nün bir parçası olarak görüyor
ve sınırlarını şöyle çiziyordu: "Her bir birey, istediğini düşünme, istediğine inanma,
kendine göre bir siyasal düşünceye sahip olma, inandığı dinin gereklerini yerine getirme
ya da getirmeme hak ve özgürlüğüne sahiptir. Hiç kimsenin düşünce ve vicdanına baskı
yapılamaz. Vicdan özgürlüğü, kişinin mutlak ve karışılmaz haklarının en önemlilerinden
biri olarak tanınmalıdır."

Tarih boyunca bütün devrimler "kanlı" olmuştur. Ama insanlık tarihinin rastladığı en
"köklü" en "cüretli" devrimlerden birisi olan Kemalist Devrim, inanılmayacak ölçüde az
kan dökülerek gerçekleştirilmiştir. Bunun iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz: Birinci neden,
Mustafa Kemal'in -hemen tüm umutların tükenmiş olduğu bir noktada- ulusal bağımsızlığı
sağlarken kazandığı "büyük" saygınlıktır. İkinci neden ise; demokratik, iyimser,
doğruların anlatılarak insanların kazanılabileceğine inanan bir düşünce yapısına
sahip olmasıdır.

"Saltanat" kaldırılırken, bazı dirençleri kırabilmek için "tehdit" edici konuşmalar


yapmıştır. Devrime yönelik bazı hareketleri "şiddet"e başvurarak bastırmıştır. Ama bu
yöntemleri hiçbir zaman "doğal" ve "geçerli" sayma kolaycılığına kapılmamıştır. Ancak
"çok zorunluluk" olduğunda başvurmuş ve bunu da açıktan söylemek gereğini duymuştur.
Doğruluğuna inandığı yöntemin ne olduğu ise, şu tümcelerde dile gelmiştir:

"Düşünce akımlarına karşı düşünceye dayanmayan güçle karşılık vermek, o akımı yok
etmedikten başka; herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman, onun
herhangi bir düşüncesini güç zoruyla reddederseniz o direnir. Direndihçe kendi kendini
aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bu nedenle düşünce akımları, baskıyla, şiddetle,
kuvvetle reddedilemez. Tam tersine güçlendirilir. Buna karşı en etkin çözüm, gelen
düşünce akımına, karşı bir düşünce akımı vermektir."

"Atatürk diktatör müydü?" sorusunun yanıtını, kendisi ölümünden üç yıl önce vermişti:
"Ben diktatör değilim! Benim gücüm olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim
isteyip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca davranmak
bilmem. Bence diktatör ötekilerin iradesini ezen kimsedir. Ben, gönülleri kırarak değil,
gönülleri kazanarak hükmetmek isterim."

Kemalizmi gereği gibi değerlendirebilmek için, oluştuğu ortamı iyi bilmek ve gözden
uzak tutmamak gerekir. O ortamı Şevket Süreyya Aydemir güzel özetliyor:

"Toplum hayatı, bir ilkçağ ilkelliği içindeydi. Türk milleti perişanlığın, fakirliğin,
çaresizliğin en ilkel düzeylerinde yaşıyordu. Halk cahildi, bakımsızdı, sefildi. Memleket
yolsuz, işsiz, asayişsiz bir düzensizlik içinde bunalıyordu. Sonu gelmez savaşlar, İstiklal
Savaşı'nda olduğu gibi millet için, millet yararına da yapılmamıştı. Yüzyıllarca Anadolu ve
Rumeli halkı, bizden olmayan, bizim olmayan yabancı ve uzak ülkelerde boş yere
eritilmiş, gitmişti. Tarım en ilkel bir sürünüş gibiydi. Sanayi yoktu. Derebeylik, ayan, eşraf,
mütegallibe nizamı alabildiğine köklüydü. Şeyhlik, müritlik, hacılık, hocalık, efsunculuk
yaygındı. Tekkeler, zaviyeler çöküntü halinde, fakat ayaktaydı. Dağları eşkıya sarmıştı. Bu
bel vermiş yapının ve ilkel hayatın yeni bir düzene yönelişi için, Gazi Mustafa Kemalin
şahsiyetinden başka bir ümit yoktu."

Toplum, Batı'da çağdaşlaşmanın itici gücünü oluşturan iki temel sınıftan da yoksundu:
Ne gerçek anlamıyla bir kentsoylu (burjuvazi) sınıfı vardı, ne de örgütlü bir işçi sınıfı.
Dışarı ile ilişki içerisinde ticaret yaşamında etkili olan kesim ise, daha çok Müslüman
olmayan azınlıklardandı. Ve işgalci güçlerle işbirliği yaptıkları için, Kurtuluş Savaşı'nın
sonunda çoğunluğu ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Mustafa Kemal'in önce bağımsızlığı sağlamak, sonra da
çağdaş bir toplum yaratmak için dayanabileceği güçler belliydi: Öncelikle sivil ve asker
bürokrasi (yani subaylar ve memurlar), bir ölçüde de, ulusal nitelikli küçük tüccar ile
büyük toprak sahipleri. Ordu'nun zaten varoluş nedeni bağımsızlıktır. Osmanlı'nın "çöküş"
döneminde çağa ilk açılan kurum olmak zorunda kaldığı ve neredeyse "örgütlü" tek gücü
oluşturduğu için, "başlangıçta" Kemalist Devrim'in en büyük desteği olması kaçınılmazdı.
Ama Atatürk "askeri" bir sistem kurmak niyetinde değildi. Daha gencecik bir subay iken,
İttihat ve Terakki'nin ünlü Selanik Kongresi'nde, "ya üniformamzı bırakın ya da siyaseti"
diye haykırmıştı. Kurduğu devlette orduyu siyaset dışında tutmak için bilinçli bir tutum
izledi. Kralların ve sivil cumhurbaşkanlarının bile törenlerde üniforma giydikleri bir
dönemde, iki istisna dışında, savaş meydanlarında kazanmış olduğu mareşal üniformasını
bile taşımadı. Halkın karşısına hep Sivil çıkmaya özen gösterdi.

Bir toplumsal hareketin ya da o hareketi yönlendirenin başarısını, hareketin "toplumsal


tabanı"nın özelliklerine bakarak ölçmek gerektiğini daha önce de vurgulamıştık.
Kemalizmin, dayanmak zorunda kaldığı toplumsal tabanın olanaklarını çok aşan noktalara
kadar ulaşabildiğini kabul etmek, tarihsel gerçeklere saygının bir gereğidir. Ama
1990'larda Kemalist olabilmek, 1920'lerde var olmayan, ama Kemalist Devrim sayesinde
ortaya çıkan yeni "ilerici" güçleri harekete geçirebilmekle olanaklıdır. Kemalizmin "sürekli
devrimcilik" özü budur.

Kemalist Devrim'in karşısına, tutucu güçlerin çıkması kaçınılmazdı. Birinci TBMM'de


bile, sayıları 120'ye varan bir "muhalefet" grubu vardı. Örneğin, sıtma ve frengi ile savaş
yasası çıkarılırken, "hastalığın mikroplar yüzünden değil Allah'ın takdiriyle oluştuğu"nu
savunuyorlardı. Genç Cumhuriyet daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve
Serbest Fırka deneyimlerini yaşadı. Çoğulcu demokrasi için koşulların "en alt" düzeyde
bile hazır olmadığı açıktı.

Gerçi "tek parti"nin içinde ideolojik bir çoğulculuğa izin veriliyordu. (Bu diğer tek parti
örneklerinde "düşünülmesi" bile olanaksız bir durumdu.) Altı Ok'un bir ilkesi de
"devletçilik" olduğu halde, Celal Bayar ve arkadaşları parti içinde açıktan "liberalizm"
yanlısı tutum takınıyor ve önemli görevlere gelebiliyorlardı. Ama Atatürk bunu da yeterli
görmeyerek, TBMM'ye "bağımsız" milletvekillerinin de girebilmesini ve grup oluşturmasını
sağladı. Yasal "muhalefet" in yararına ve hatta zorunluğuna kesinlikle inanıyordu.

Atatürk'ün başlattığı, toplumu ve siyasal yaşamı demokratikleştirme sürecinin önemli


bir aşamasını tamamlayarak "tek parti"li döneme son veren İsmet İnönü, daha ileriki
yıllarda şöyle diyecekti: "Atatürk'ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve
demokratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır... Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de
İkinci Dünya Savası'ndan önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı."

Sonsöz olarak şunu söyleyebiliriz: Kemalizm, akla ve bilime, gerçekçiliğe, insancıllığa,


özgürlüğe ve sürekli devrimciliğe dayalı bir "çağdaşlaşma ideolojisi"dir.
ÜÇÜNCÜ KISIM
Siyasal Değişme ve Devrim

Siyasal değişmenin etkenlerini gün ışığına çıkarmak ve varsa kurallarını saptamak, siyaset
bilimi açısından elbette ki çok önemlidir. Siyasal değişmeyi genel olarak toplumsal
değişmeden bağımsız olarak ele almak ne kadar yanlışsa, onu sadece toplumsal-
ekonomik değişme tarafından belirlenen bir uzantı saymak da o ölçüde hatalıdır. Bu başlık
alımda önce siyasal değişmedeki temel etkenler ve öncüler, sonra da devrim sosyolojisi
üzerinde duracağız.

1. ETKENLER VE ÖNCÜLER

Doğal, demografik, ekonomik, kuramsal ve kültürel etkenlerin siyasal değişmeye ayrı ayrı
katkı yaptıklarını söylemek yeni birşey olmaz. Burada asıl tartışılması gereken konu, hangi
etkenin belirleyici olduğu, ya da en azından öncelik taşıdığıdır. Ama siyasal değişimi ve
giderek devrimi hazırlayan koşullar kadar, o ortam içinde öncülük işlevini yüklenen
toplumsal güç ya da güçler de önemlidir. Öncülüğün toplumsal sınıflarda mı, yoksa siyasal
seçkinlerde mi olduğu konusunda farklı görüşler vardır.
a) Değişmede Belirleyici Etken

Toplumsal değişme konusunda iki temel görüş bulunduğunu biliyoruz. Toplumsal


değişmede belirleyici etkenin ekonomik olduğunu savunanlarla, siyasal kurumların öncelik
ve bağımsızlığını öne sürenler, ayrı kuramsal çerçeveler oluşturuyorlar. Birinci grupta
Marksistler hareket noktası olarak üretim biçimini alırken, Marksist olmayanlar üretim
düzeyine önem veriyorlar, ikinci gruba geçmeden, özellikle Marksist kuramı kısaca
anımsatmakta yarar var.

Marx'a göre, toplumsal evrimde itici güç ya da belirleyici öğe, üretim teknikleridir.
Üretim teknikleri üretim biçimini, yani üretimle ilgili kurumları ve özellikle de mülkiyeti
belirler. Üretim biçimi ise, siyasetin de içinde bulunduğu bir dizi kurumu kendi gereklerine
uygun olarak biçimlendirir. Belirli üretici güçler belirli bir üretim biçimini, üretim biçimi
belirli bir sınıfsal yapıyı, toplumsal sınıflar arasındaki güç, denge ya da dengesizliği de
belirli siyasal kurumları yaratıyor demektir. Siyasal kurumlar da, bir kez oluştuktan sonra
altyapı üzerinde etki yaparlarsa da, bu durum, siyasal kurumların altyapı tarafından
belirlendiği gerçeğini değiştirmez.

Marksizmde, siyasal kurumların sınıf çatışmaları sonucunda, ekonomik gücü elinde


bulunduran "egemen sınıf"ın gereksinmelerine göre, o sınıfın ayrıcalıklarını koruyacak
biçimde oluştuğu görüşü bulunur. Ekonomik etkenler içinde üretim düzeyine, yani
"ekonomik gelişmişlik düzeyi"ne öncelik verenler içinse, siyasal kurumlar bu ekonomik
düzeyin gereklerine göre biçimlenirler.

Walt W. Rostow, ekonomik güçlerle siyasal güçler arasındaki bağlantıyı, dolayısıyla


ekonomik yapı-siyasal yapı ilişkisini Karl Marx'tan farklı bir biçimde kuruyor. Ekonomik
gelişme derecelerine göre toplumları beş gruba ayırdıktan sonra, bütün toplumların bu
aşamalardan geçtiğini öne sürüyor. Rostow'a göre, her aşamaya uyan siyasal model farklı
olmak zorundadır. Ekonomik güçler değiştikçe, toplumsal ve siyasal güçler de değişeceği
için, eski siyasal model yeni ekonomik model karşısında yetersiz kalacaktır.

Siyasal Kurumların toplumsal-ekonomik yapı tarafından belirlendiği görüşünü


paylaşanlar, özellikle Batılı toplumların evrimlerinden esinlenmişlerdir. Bu, toplumların
daha çok kendi iç dinamikleriyle değişime uğradıkları dönemler için geçerli bir gözlemdir.
Oysa toplumlar arası ilişkiler arttıkça, toplumsal-ekonomik gelişmede geri kalmış olanlar,
gelişmiş olanlardan giderek daha fazla etkilenmeye başlamışlardır. Geri kalmışlık kısır
döngüsünün kırılmasında, ya da gelişmişlere yetişme çabalarının hız kazanabilmesinde,
siyasal kurum ve süreçlerin bir hareket noktası oluşturabileceği inancı doğmuştur. Üstelik,
altyapı değiştiği halde siyasal kurumların değişmemekte direnmeleri ve toplumsal-
ekonomik değişme üzerinde etkili olmayı sürdürmelerine de rastlanabilmektedir. Sovyet
modeli geçmişte bunun en belirgin örneğini oluşturmuştur.

Ekonomiye karşı siyasetin önceliğini savunan, siyasetin ekonomiye yön verdiğini öne
süren kuramların en önemlisinin Raymond Aron'a ait olduğunu söyleyebiliriz. Aron,
Marksistlerin kapitalizme özgü saydıkları birçok niteliğin aslında sanayi toplumlarının
ortak özellikleri olduğunu vurgulayarak işe başlıyor: "Marx, kapitalizmin temel
özelliklerinden birisinin sermaye birikimi olduğunu vurguluyordu. Oysa biz bugün
kesinlikle biliyoruz ki, bu bütün sanayi toplumlarının ortak bir özelliğidir. Daha çok
üretmek isteyenler, giderek artan ölçülerde sermayeyi makineye yatırmak zorundadırlar."

Aron'a göre; kapitalizm ile sosyalizm arasındaki temel fark, büyüme modellerinin
farklılığından kaynaklanmaktadır. Büyüme modellerinin farklılığı ise, siyasal kararların
farklılığından doğmuştur. Sovyet Devriminin oluşumunda ekonomik koşulların rolü
olmakla birlikte, asıl rolü siyasal koşullar oynamıştır. Marx'ın öngördüğü ekonomik
koşullar olgunlaşmadığı halde, devrim gerçekleşmiştir. Sovyet ekonomisinin birçok özelliği
ise, Parti'nin ve onun ideolojisinin bir ürünüdür: "Sovyet ekonomisinin planlanması, parti
yöneticilerinin aldığı kararların doğrudan sonucudur. Bu kararlar, siyasal olarak
adlandırılan özel toplumsal sistem içinde alınmaktadır."

Aron sadece ekonomiler arasındaki farkın değil, aynı zamanda toplumsal birçok farkın
da siyasal yapıdan kaynaklandığını savunuyor: Tüm toplumlar bireyler ve gruplar
açısından karmaşık bir yapıya sahiptir. Tüm toplumlarda gelirler ve yetkiler açısından
farklılıklar vardır. Gelirleri, yaşam biçimleri ve düşünceleri az çok birbirine benzeyen
gruplar bütün toplumlarda bulunur. Ama Batı'da bu gruplar örgütlenme hakkına sahipken,
Sovyetler Birliği'nde bu haktan yoksundurlar. Bu temel ayırım ise, tamamen siyasal
niteliklidir.

Raymond Aron, siyasetin ekonomiye önceliğinin çok açık olduğu kanısındadır:


"Çağımızda, sanayi toplumlarının farklı türlerini karşılaştıran herkes, her sanayi toplumu
türünün özelliğinin siyasetten geldiğini görür (...). Birçok ortak özelliği olan çağdaş sanayi
toplumları, öncelikle kamusal iktidarların düzenlenmesiyle birbirlerinden ayrılırlar. Bu
düzenleme de daha sonra ekonomik sistemin ve gruplar arası ilişkilerin birçok özelliklerini
peşinden sürükler, insan açısından siyaset ekonomiden daha önemlidir, otoritenin
düzenlenmesi, yaşam biçimini toplumun diğer yanlarından daha fazla ilgilendirir."
b) Toplumsal Sınıflar ve Seçkinler

Değişmede belirleyici etkenin ekonomik ya da siyasal oluşu kadar, öncülük işlevini hangi
toplumsal gücün yerine getirdiği de önem taşır. Toplumsal sınıflarla, siyasal seçkinlere
önem veren görüşler bir kez daha gündeme gelir.

Marksist kurama göre, toplumsal ve siyasal değişmenin itici gücü, toplumsal sınıflar
arasındaki çatışmadır. Bu çatışmayı ise, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyet
doğurur. Üretim araçlarının özel mülkiyeti rekabeti, rekabet büyük balığın küçük balığı
yutmasını ve sonuçta tüm üretim araçlarının küçük bir varlıklı azınlığın elinde
toplanmasını kaçınılmaz kılar. Küçük varlıklı azınlık, bu yoldan varlıksız bir çoğunluğun
üretici gücünü sömürmüş olur. Böylece de, üretim ilişkileri giderek sınıf ilişkilerine
dönüşür. Bu ilişkinin bir yanında sermayeye ve üretim araçlarına sahip bir sınıf, öteki
yanında ise emeğinden başka satacak şeyi bulunmayan bir başka sınıf yer alır. Sömürülen
sınıfların varlıklı sınıfları devirmek için verdikleri uğraş, tarihin itici gücüdür. Toplumsal
değişme ve devrim bu itici gücün ürünüdür. Marksist kuramcılar, özellikle sanayi toplumu
aşamasında, iki temel sınıf arasındaki çelişkilerin büyük bir açıklık kazandığını savunurlar.
Sanayileşme, büyük ölçüde sermaye, makine ve insan gücünün bir araya gelmesini
gerektirmiştir. Varlıklı sınıfın elinde biriken olanaklar ne kadar büyükse, fabrikalarda bir
araya gelen işçilerin sayısı da o ölçüde büyüktür, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz çatışma,
kapitalist toplumda, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar belirgin duruma gelmiştir.

Marksist kuram, işçi sınıfına tarihsel bir işlev yükler. Kapitalist toplum düzenindeki
rekabet, daha çok kâr edebilmek amacıyla işçileri sürekli yoksullaştırır. Aynı işi daha
ucuza yapmaya hazır işsiz kitleler bulunduğu sürece, ücretlerin boğaz tokluğuna kadar
düşmesi kaçınılmazdır. Fabrikalar çok sayıda işçinin bir arada yaşamasına neden olduğu
için, işçi sınıfının durumun bilincine varması kolaylaşır. Sonunda egemen kapitalist sınıfa
başkaldıran işçi sınıfı, devrimi gerçekleştirecektir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti
kalkınca sömürü kalkacak, o sömürüyü sürdürebilmek için var olan devlet baskısına gerek
kalmayacak, uzlaşmaz çelişkilerin bulunmadığı yeni bir toplumsal düzen doğacaktır.

Marx, egemen sınıfların ideolojisinin işçi sınıfını uyuttuğunu, onun gerçeği görmesini
engellediğini savunur. Bu nedenle de, işçi sınıfının bilinçsiz ayaklanmaları bir devrim
yaratamaz. Öyleyse işçi sınıfına sosyalistlerin yardım etmesi gerekir: "Sermaye ve toprak
işverenlerin mülkiyetindedir, işçinin ise, bir mal gibi satmak zorunda bulunduğu
emeğinden başka bir şeyi yoktur. Biz, bu sistemin sadece tarihin belirli bir evresini
oluşturduğunu, yok olacağını ve yerini daha üstün bir toplumsal düzene bırakacağını
vurguluyoruz... işçi sınıfı, nereye varacağını bilmeden kendiliğinden harekete geçer.
Sosyalistler bu hareketi yaratmadılar, sadece işçilere hareketin özelliği ve amaçlarım
anlattılar."

Karl Marx'ın çok açık olan sözlerinde de görüyoruz ki; Marksizme göre toplumsal
değişmenin ve devrimin ana gücü işçi sınıfı, yardımcı gücü ise devrimci sosyalist
harekettir. Başka bir deyişle; toplumsal sınıfların oynadığı rol, siyasal seçkinlerin rolünden
daha önemlidir. Gene Marksist kuramcılardan olan Nicos Poulantzas özellikle "egemen
sınıf" kavramını ön plana çıkarıyor. Egemen sınıf, kendisine yardımcı olan toplum
kesimleriyle birlikte bir "iktidar bloğu" oluşturur. Bu blok içinde, ekonomik güce sahip
bulunan egemen sınıfın yanı sıra, devlet aygıtını işleten kadrolardan oluşan bir de
"yönetici kesim" vardır. Yönetici kesim, egemen sınıfın çıkarlarını savunabildiği gibi, bazı
durumlarda geçiş dönemlerinde, yönetici kesimin göreli bir bağımsızlığa sahip olduğu
söylenebilir. (Eski egemen sınıf gücünü yitirirken, yeni egemen sınıfın henüz ipleri
tamamen eline geçirememiş oluşunun yarattığı denge, bu duruma olanak sağlar.)

Marksist kuramın boşluklarından hareket eden Ralp Dahrendorf ise, toplumsal


değişmeyi çatışan gruplar arasındaki güç dengesinin değişmesine bağlar. Toplumsal
yaşamın olduğu her yerde mutlaka çatışma ve çatışmanın olduğu her yerde de kaçınılmaz
olarak değişme olacaktır. Dahrendorf'a göre değişme, yönetici kadrolardaki değişmeyle
başlar. Yönetici kadrolardaki değişme, çıkarlarda ve değerlerde değişmeyi kaçınılmaz
kılar.

Dahrendorf'a göre, bu temel değişme modelinin yanı sıra iki farklı değişme biçimi daha
olanaklıdır. Yönetilen sınıftaki bazı öğelerin yönetici sınıfa sızması ya da çatışan kesimler
arasındaki işbirliğine gidilmesi durumunda, değişme evrim biçiminde ortaya çıkar.
Yönetici sınıfın zamanla karşıt sınıf ya da sınıfların düşüncelerini uygulamaya başlaması
da üçüncü bir değişme biçimidir. Bu son iki durumda çatışma yumuşar. Çatışmayı
sertleştiren ortamlar şiddet kullanımını, yapısal değişmenin hızlı ve köklü olmasını
gündeme getirir. Toplumdaki temel çelişkinin sınıflar arasında olmaktan çok, seçkin
azınlıkla seçkin olmayan çoğunluk arasında olduğu görüşünün, Pareto'dan beri çeşitli
kuramların temelini oluşturduğunu biliyoruz. Pareto'ya göre, seçkinlerin giderek nitelikçe
zayıflamaları ya da sayıca azalmaları, onların yerini başkalarının almasına uygun bir
ortam hazırlar. Eğer seçkinler, toplumun alt tabakalarında ortaya çıkan en başarılıları
aralarına alabilirlerse "seçkinlerin dolaşımı" sürer. Özellikle yönetici seçkinlerin, kendi
aralarında katılmaya elverişli niteliklere sahip bulunanlara bu olanağı tanımamaları
durumunda ise, iktidar kavgası sertleşir ve seçkinlerin toptan değişimi olayıyla karşılaşılır.
Devrim budur.

Gerek Pareto ve gerekse Mosca toplumsal sınıfların sadece seçkinler arasındaki


kavganın destek gücünü oluşturduğu görüşünü savunurlar. Yönetenler değişebilir, ama
yönetilenler hep aynı kalacaklardır.

Çağdaş siyaset biliminin, hem toplumsal sınıflar hem de seçkinler gerçeğine yer
verdiğini söylemek yanlış olmaz. Toplumsal sınıfların siyasal değişimdeki rolü ne kadar
yadsınamazsa, seçkinlerin aynı değişimde oynadıkları rol de göz ardı edilemez.
Seçkinlerin toplumsal-siyasal değişime etkilerinin üç yoldan gerçekleştiğini söyleyebiliriz:

(1) Seçkinler, içinde bulundukları toplumlardaki karar alma süreçlerinde önemli bir
ağırlığa sahiptir. Siyasal-toplumsal düzeydeki kararlardaki ağırlıklarıyla, ya değişmeyi
hızlandırır ya da yavaşlatıcı yönde etki yaparlar. Guy Rocher bu durumu şöyle tanımlıyor:
"Toplumsal değişmeyi veya o değişmeye direnci, özellikle etkili olan ya da stratejik
konumlarda bulunan çeşitli kişilerin aldıkları kararların bir sonucu saymak olanaklıdır".
Önemli kararlar sınırlı sayıdaki kişi tarafından alınırlar. O sınırlı sayıdaki kişinin aldığı karar
ise, kısa ya da uzun sürede tarihsel gelişimi etkiler. Seçkinler üzerindeki sınıfsal etkiler,
aldıkları tüm kararların tamamen bağımlı olduğu anlamına gelmez.

(2) Toplumsal kuramları ve yaşam koşullarını doğrudan etkileyen kararların yanı sıra,
o kararları etkileyen kültürel ve toplumsal psikolojik ortamın yaratılmasına da seçkinler
katkıda bulunurlar. Durumların bilincine varılmasında, sorunlara yaklaşımda hep bu tür
katkıların etkisi hissedilir. Toplumu ilgilendiren kararlar, kültürel ve toplumsal-psikolojik
ortamla az çok uyum içinde olmak zorundadır. Kararların etkisi kendisini çabucak
duyurabildiği halde, seçkinlerin bu türden katkılarının sonuçları hemen görülmeyebilir. Bir
ideolojinin hazırlanması, yayılması ve etkisini göstermesi uzun zaman ister. Ama bu etki
genellikle uzun ömürlüdür. Gelecekteki birçok karar, bu çok önceleri yapılmış
çalışmalardan etkilenecektir.

(3) Seçkinler düşünce ve davranışlarıyla toplumun belirli kesimlerine ve bazen de


tümüne çekici gelirler. Belirli ölçülerde de olsa, onlara benzemek eğilimi doğar. Onlara
benzemeden seçkinlerin arasına katılmak olanağı yoktur. İktidar seçkinleri, taklit edilecek
modeller oluştururlar, iktidara yaklaşmak isteyenleri, geleceğin seçkinlerini etkileyerek,
siyasal değişime bu yoldan da katkıda bulunmuş olurlar.

Çağdaş toplumlardaki farklılaşma, değişik toplum kesimlerinin sözcülüğünü yüklenen


yeni seçkinlerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Yönetici seçkinlere koşut olarak
ortaya çıkan işçi seçkinler, çiftçi seçkinler, kadın seçkinler, öğrenci seçkinler, asker
seçkinler ve benzerlerinin, temsil ettikleri toplum kesimlerinin gereksinmelerine uygun
ideolojiler geliştirmeleri doğaldır. Böylece seçkinlerin çokluğu ideolojilerin çokluğunu,
ideolojilerin çokluğu da çatışmaların artması sonucunu yaratır. Toplumsal ve siyasal
değişme hızı artar.
c) İktidarın El Değiştirmesi

İktidarın el değiştirmesi, siyasal değişmenin önemli bir aşamasını oluşturur. Bu nedenledir ki, bu el
değiştirmenin hangi süreçlerin etkisiyle gerçekleştiği, siyaset biliminin ana ilgi alanlarındandır.

Daha önce de vurguladığımız gibi; bir rejimin kararlılığı (istikrarı), toplumdaki güçler dengesini iyi
yansıtması ile doğru orantılıdır. İktidarın en güçlülere verilmesiyle, iktidarın dışında kendinden daha
büyük bir güç kalmayacağı için, devletin otoritesi ve rejimin sürekliliği güvence altına alınmış olur.
Demokrasilerde en çok oyu alanların iktidara getirilmeleri altında yatan varsayım, en çok oyu alanın
toplumdaki en güçlü desteğe sahip bulunduğu var sayımıdır. Eğer -şu ya da bu nedenle- en çok oyu
en büyük güçler toplayamamışlarsa, demokratik rejim tehlikede demektir. İktidarın dışında kalan güç
ya da güçler, devletin otoritesinin ve toplumsal barışın sürekliliğini tehlikeye sokarlar.

Bir siyasal iktidarın toplumsal güçler dengesine uygun biçimde oluşması da sorunu sürekli olarak
çözmez. Çünkü toplumsal koşullar değiştikçe, toplumdaki güç dengeleri de değişir. Sağlıklı bir siyasal
sistem, güç dengelerindeki değişikliğe koşut olarak siyasal iktidarın el değiştirmesine olanak veren
kuralları ve süreçleri içeren bir sistemdir Toplumda, iktidarda bulunanlardan daha büyük bir güç ya da
güçler oluşmuşsa, "rejim içinde" bir bunalım gündemde demektir. Ama rejimin kurallarına göre iktidar
-bu yeni güçler dengesini yansıtacak biçimde- el değiştiremiyorsa, yani rejimin kuralları bu yeni güçlere
iktidar yolunu tıkamış ise, bunalım rejim içinde olmaktan çıkar "rejim üzerine" kayar. Bu yeni güçlerin
iktidara gelebilmeleri için, rejimin değişmesi kaçınılmaz olur. O yeni güçler, önünde sonunda rejimi
değiştirirler, kendilerini iktidara getirecek ve orada tutabilecek bir çerçeveyi kurumlaştırırlar.

Genel olarak kabul edilen modele göre, rejim demokratik olsun olmasın, siyasal iktidarın
belirlenmesinde ekonomik iktidar, yani ekonomik gücü ellerinde bulunduranlar büyük önem taşır. Ama
toplumsal güçler dengesini sadece ekonomik etkenin belirlediğini sanmak -özellikle çağdaş
toplumlarda- yanlıştır. Çağdaş sanayi toplumlarında, "ekonomik iktidar" kavramının yanına bir de
"toplumsal iktidar" kavramını eklemek gerekmektedir. Siyasal iktidarın belirlenmesinde ekonomik gücü
tek etken saymak, bizi, ekonomik iktidarın dışında kalan bir toplumsal sınıf ya da sınıflar birliğinin,
hiçbir zaman iktidara ulaşamayacaklarını öne sürmeye götürür. Oysa ekonomik gücün çok daha
belirleyici olduğu ortamlarda bile, yapısal ya da dönemsel ekonomik bunalımlarda, ekonomik iktidarın
siyasal iktidarı denetimden kaçırması olasılığı ortaya çıkar. Çünkü, ekonomik bunalım dönemlerinde,
toplumsal düzenin çarkları, karşılaşılan sorunları ve kitlelerin beklentilerini karşılayamaz duruma gelir.
Ekonomik güce dayananlar zayıflarlar ve toplumdaki destekleri azalır. O güçsüzlük, çıkarlarını koruma
endişesi içinde, onları baskı ve şiddet yoluna iter. Toplumsal patlamaları önlemenin, siyasal iktidarda
kalabilmenin başka çaresini bulamazlar.

Toplumsal düzenin şu ya da bu ölçüde değişmesini isleyen güçler için, siyasal iktidara ulaşma
yolunun genellikle ekonomik bunalım dönemlerinde açılması bundandır. Çünkü düzendeki çarkların
doğal işlevlerini yerine getirebildikleri koşullarda, düzen, sorunları çözebilecek, gereksinmeleri "kabul
edilebilir" bir düzeyde karşılayabilecek olanaklara sahiptir ve dolayısıyla da "egemen sınıf" güçlüdür.

Bu çözümleme bizi, düzen değişikliği önerenlerin hiçbir zaman rahat koşullarda siyasal iktidar
olamayacakları gerçeğini kabule götürür. Ama bir kez oraya ulaştıktan sonra, sınıfsal tabanlarını
güçlendirecek adımları atmak, "egemen sınıfın gücünü kırarak egemenliğini sona erdirecek bir süreci
harekete geçirmek ya da hızlandırmak olanağına sahip olabilirler. Başka bir deyişle, sınıfsal
tabanlarının toplumsal ve ekonomik iktidarı ele geçirmesini kolaylaştırmak açısından, siyasal iktidarlar
bazı önemli olanaklar sağlarlar. Ekonomik iktidara sahip olmadığı halde, bir toplumsal güç birliğine
siyasal iktidar olanağını sağlayan güç "toplumsal iktidar "dır. Bazı kuramsal çözümlemelerde bir ölçüde
unutulmasına karşın, "toplumsal iktidar" kavramı, çağdaş çoğulcu toplumlarda büyük bir önem
kazanmıştır. Marksizmin ana kuramcıları da, kapitalist bir toplumda bile, işçi sınıfının gücünün,
toplum içindeki siyasal oranından kat kat daha büyük olduğunu vurgulamak gereğini duymuşlardı. Bu
bir yandan, işçilerin üretim sürecinde oynadıkları rolün öneminden, öte yandan da, bilinç düzeylerinden
ve örgütlü oluşlarından kaynaklanmaktadır. Öyleyse, bilinçli ve örgütlü bir işçi sınıfının oyu ile, bilinçsiz
ve örgütsüz, üretim sürecinde aynı derece önemli rol oynamayan dağınık sınıfsal kökenli kişilerin
oylarının aynı ağırlıkta olamayacağı açıktır. Tıpkı ekonomik iktidarın sahipleri gibi...
Eğer "toplumsal iktidar" kavramı söz konusu olmasaydı, "ekonomik iktidar"ı temsilen sayısal
çoğunluğu sağlayan ve "siyasal iktidarı" ele geçirenlerin egemenliklerinin hiçbir biçimde kesintiye
uğramaması gerekirdi. Oysa bu biçimde oluşan siyasal iktidarların, toplumsal iktidarın ortaklarını göz
önüne almadıklarında yıkılabildiklerinin örnekleri çoktur. Bu gibi durumlarda, ekonomik iktidara sahip
olanların, yani "egemen sınıflar"a yaptıkları şey, siyasal iktidarın yeni sahiplerini kendi doğrultularına
girmeye zorlamaktan ibarettir.

Demek ki siyasal iktidar, ya ekonomik ya da toplumsal iktidara dayanmak zorundadır. "Egemen"


olarak adlandırılan sınıfların dışında kalan toplum kesimlerinin, özellikle işçi sınıfının, nicelik ve
nitelikçe yeterli bir örgütlenme düzeyine ulaşmadığı durumlarda, toplumsal iktidar da ekonomik
iktidarın yörüngesinde demektir. Bu gibi durumlarda, ekonomik iktidarı elinde bulunduran sınıfları,
demokratik hak ve özgürlüklere saygılı olmaya zorlayacak hiçbir güç yoktur. Toplumsal barış -bir avuç
aydının huzursuzluğuna karşın- o dönem için sürekli ve sağlamdır.

Tersine, ekonomik bunalım dönemlerinde toplumsal iktidarın siyasal iktidar üzerindeki etkisi artar ve
ekonomik gücün temsilcisi olarak siyasal iktidara ulaşanlar bile, toplumsal iktidara sahip olanlara
büyük ödünler vermek ?orunda kalırlar, iktidarlarını "barışçı" yoldan korumanın başka bir çaresi yoktur.
Toplumsal iktidar dengesine ters düşen, ama ekonomik iktidara dayanarak sayısal çoğunluğu
sağlayan ve siyasal iktidar olanlar, toplumsal patlamaları önleyemezler.

Kuşkusuz ki, toplumsal iktidarın tek sahibi, örgüt ve bilinç düzeyi ne olursa olsun, işçi sınıfı değildir.
Diğer baskı gruplarının ve bu arada özerk anayasal kuruluşların da belirli bir ağırlıkları vardır. Bu
ağırlık, onların kurulu toplumsal düzenin işlemesi bakımından taşıdıkları öneme bağlı olarak artar veya
azalır.

Ekonomik iktidarın, yeterli bir kalkınma hızını sağlayabildiği ve bu grupların beklentilerine yanıt
verebildiği oranda, toplumsal iktidar içinde de kendine uygun bir denge sağlaması olanaklıdır. Bunlar,
düzenin güçlü olduğu, ekonomik iktidar-toplumsal iktidar-siyasal iktidar üçlüsünün aynı güçler
tarafından denetlenebilmesi sonucu, toplumsal barış ve siyasal kararlılığın süreklilik kazandığı
dönemlerdir. Ama ne zaman ki ekonomik iktidar bunalım içine düşer; "egemen sınıflar" toplumsal
iktidar içindeki desteklerini işçi sınıfına ve onun siyasal örgütüne kaptırabilirler. Siyasal iktidar sayısal
çoğunluğunu korusa bile, toplumsal barışı koruyamaz.

Sanayileşmenin ileri bir düzeye vardığı ülkelerde, toplumsal iktidar içinde sürekli olarak etkisini
koruyan güç işçi sınıfıdır. Ama işçi sınıfının mesleksel örgütleri kendi aralarında birleşememiş ve
kendilerinden yana olan siyasal örgütle bütünleşememişlerse, bu durumdan ekonomik iktidarın
temsilcilerinin yararlanması kaçınılmazdır. Ekonomik iktidar kendi siyasal örgütü ile bütünleştiği için,
siyasal iktidara da egemen olacaktır. Oysa örneğin, toplumsal iktidar ile sol partilerin bütünleştikleri
İskandinav ülkelerinde, siyasal iktidar genellikle ters yönde belirlenmektedir. Bilinçli ve örgütlü bir işçi
sınıfının tam desteğini sağlamış olan sol partiler ise, karşı güçler zorlamadıkça, "demokratik sol"
yelpazeden kolay kolay sapmamakta ve barışçı yöntemlerden uzaklaşmamaktadırlar. Sosyalistlerin
barışçı yolları yadsıdıkları ülkeler, genellikle işçi sınıfının mesleksel örgütleri ile güçlü bir sol partinin
bütünleşmesinin gerçekleşemediği ya da barışçı yolların tıkanmış olduğu ülkelerdir.

Türkiye gibi sanayileşmenin belirli bir aşamasına varmış ülkelerde de, işçi sınıfının gücü farklı bir
düzeyde olduğu halde, benzeri bir durumun var olduğunu görüyoruz. Toplumsal iktidar içindeki güç
dengesinde işçi örgütlerinin ağırlığının göreli azlığına karşılık, orta sınıfı temsil eden baskı gruplarının
önemli bir kesimi, ekonomik iktidarın sanayileşmiş ülkelerdeki kadar güçlü olmamasının sonucu,
zaman zaman işçi sınıfının yanına itilmektedir. Gelişme sürecindeki ülkelerde ekonomik iktidarın
yapısal güçsüzlüğü, gücünü ondan alan sınıfların özgürlükçü olmalarını, orta sınıfların beklentilerini
karşılamalarını zorlaştırmaktadır. Böylece, ılımlı toplumsal adalet istekleri karşısında bile dehşete
kapılabilen bir cepheyi temsil eden iktidarların, orta sınıfların önemli bir kesimine de ters düşmesi
kaçınılmaz olabilmektedir.

Demek ki, siyasal iktidarın, ya ekonomik iktidara ya da toplumsal iktidara dayanarak oluşması söz
konusudur. Toplumsal iktidara karşı oluşan siyasal iktidarların, belirli bir gelişme düzeyine ulaşmış
olan ülkelerde, toplumsal barışı sağlamaları, kitle hareketlerini önlemekte aciz göstermemeleri,
otoritelerini toplumun tümüne kabul ettirmede sıkıntı ile karşılaşmamaları zordur. Toplumsal iktidarın
desteğine dayanarak, toplumsal düzende köklü bazı değişiklikler yapmak amacı ile oluşan siyasal
iktidarları bekleyen en önemli tehlike ise, ekonomik iktidarı ellerinde bulunduran sınıfların direncidir.
Bu, en azından başlangıç dönemi için, ekonomik sorunların artması anlamına gelir.
2. DEVRİM SOSYOLOJİSİ

Çok farklı tanımları yapılsa da, devrim toplumsal düzendeki köklü değişimler anlamına gelir. Ekonomik
yapıdaki ve siyasal durumlardaki değişmeler de bu genel değişimin parçalarıdır. Bu nedenle devrim
sosyolojisi, siyaset biliminin en ilgi çekici bölümlerinden birisini oluşturur. Devrimci düşüncenin
devrimci eyleme dönüşme sürecini ve devrim-karşı devrim olgularının bilimsel değerlendirmesini bu
başlık altında yapacağız.
a) Devrimci Düşünce ve Eylem

Devrimci düşüncenin tarihin her döneminde var olmasına karşılık devrim, ancak belirli koşulların bir
araya gelmesiyle gerçekleşir. Ama buna bakarak, devrimci düşüncenin devrimin gerçekleşmesinde
rolü bulunmadığını söyleyemeyiz. Devrimci düşünce de, devrimi yaratan koşulların bir parçasıdır.
Devrimci ortamın nesnel (objektif) koşulları ne kadar var olsa da, o koşulların bilincine varılmasında ve
kurulacak yeni düzenin temellerinin belirlenmesinde devrimci düşünce, yani devrimci ideoloji önemli
yer tutar. Bilinç öğesinden yoksun toplumsal patlamalar, devrim sürecine, ancak dolaylı olarak katkıda
bulunabilen ayaklanmalar olarak kalırlar.

Devrimci düşünce, tarihteki her devrimden esinlenen bir birikimdir. Her yeni devrimci ideoloji de, o
birikimden yararlanır, ondan bazı öğeleri taşır. Fransız Devriminden Amerikan Devrimine, Rus
Devriminden, Kemalist Devrime, Küba Devriminden Çin Devrimine kadar, devrimcilerin söylev ve
yazılarında birçok ortak nokta bulunabilir.

Devrimci düşünce, içinde yer aldığı ideolojiye göre belirlense de, her şeyden önce, tamamen farklı
mutlu bir gelecek için, bugünkü toplumsal düzeni tümüyle yadsır, insanın özgürlüğünü, eşitliğini,
toplumun mutluluğunu ve hakça bir düzeni savunur. Bunlar bütün dönemlerde, bütün toplumlar ve
bütün insanlar için önem taşıyan evrensel ilkelerdir, insanı, toplumsal düzenin ürünü olan
kötülüklerden korumak için, o düzeni yeni temeller üzerine yeni baştan kurmak gerektiği öne sürülür.
Şimdiki düzen kötü, gelecekte kurulacak olan iyidir. Öyleyse devrime karşı çıkan herkes kötülüğe
destek olmakta, toplumun mutlu geleceğini geciktirmektedir. Bu nedenle de, o kişi toplumun
düşmanıdır ve geleceğin toplumunda yeri yoktur.

Devrimci düşünce, yepyeni bir gelecekten söz ederken, onu bir düş olmaktan çıkarmak ve
somutlaştırmak için, geçmişin yitirilmiş mutlu bir döneminden de destek alır. Bu, tarihin derinliklerinde
kalmakla birlikte, geleceğin ideal toplumuna yakın gibi görünen bir dönemdir. Oysa bazen o sözü
edilen dönemin var olduğu, ya da öne sürülen biçimde var olduğu bile kuşkuludur. Yakın geçmiş
yadsınırken, uzak bir geçmişi daha iyi koşullarda gelecekte yakalamak vaat edilir.

Büyük dinler de çevrelerinde devrim yarattıkları için çağdaş devrimci düşünce ile geçmişte
peygamberlerin söyledikleri arasında bazı benzerlikler bulunması şaşırtıcı olmamalıdır. Peygamberler
de, içinde bulundukları toplumun düzenini en ağır biçimde suçluyorlardı. Çağdaş devrimciler ise,
insanın bugünkü dramını "şeytan"lara dayandırırken gelecekteki "kurtuluş"unun da elinde olduğunu
söylüyorlar. Peygamber gibi, devrimci de, "cennet"e ulaşmak için insandan özveri ve çaba istiyor.

Hangi koşullarda devrimci düşünce devrimci eyleme ve giderek devrime dönüşür? Bu sorunun çok
kolay ve kestirme bir yanıtının olmadığını söyleyebiliriz. Ama bu, devrimci bir ortam için gerekli
ipuçlarına sahip bulunmadığımız anlamına da gelmez. Bu konuda ilk vurgulayabileceğimiz nokta,
sanılanın tersine, devrimle yoksulluk arasında mutlak bir bağlantının bulunmadığıdır. Yoksulluk
içindeki bir toplumda devrim görülmezken, çok daha varlıklı bir toplumda devrim patlak verebilir.
Örneğin geri kalmış ülkelerin yoksul köylüleri arasında, devrime yardımcı olabilecek bir başkaldırma
eğilimine rastlanmadığı gibi, gelişmiş batılı ülkelerin kenar mahallelerinde sefalet içinde yaşayan işsiz
ve yarı-işsiz kesimlerde de benzer bir eğilime çoğunlukla rastlanmaz. Oysa varlıklı gelişmiş
toplumlardaki yoksulluk, diğerlerinden daha büyük ve rahatsız edici bir çelişki oluşturur.

Alışılmış ve bir anlamda kabul edilmiş yoksulluk, devrimci bir ortam doğurmaz. Çünkü benzeri
ortamlarda yaşayan toplum kesimleri için, kendi güncel yoksulluklarının dışında daha iyi bir dünya
umudu yoktur. Oysa umudun olmadığı yerde devrim de olmaz; insanlar bu dünyaya yöneltemedikleri
umutlarını "öte dünya"ya yöneltirler. Hiç değilse öte dünyadaki mutluluğu tehlikeye atmak istemezler.
Böyle bir ortamda, ancak ani ve önemli olumsuz değişmelerdir ki, patlayıcı bir gerilim yaratabilir.

Karl Marx, kapitalist toplumda sanayi işçisinin durumunun giderek kötüleşeceğini ve bu


kötüleşmenin bir noktadan sonra devrimci patlamaya dönüşeceğini öngörüyordu. Alexis de Tocqueville
ise konunun bir başka yanını vurgulamaya çalıştı:

"Devrim her zaman durumun daha da kötüleşmesiyle patlak vermez. Daha sık rastlananı, ağır
yasalara yakınmadan rıza gösteren bir halkın, o yasaların yükü biraz hafifleyince şiddetli bir biçimde
tepki göstermesidir. Devrimin yıktığı rejim, yıkılmanın hemen arkasında ortaya çıkandan neredeyse
her zaman daha iyidir. Deneyimler bize gösteriyor ki, kötü bir hükümet için en tehlikeli an, o hükümetin
kendi kendisini düzeltmeye başladığı andır. Uzun bir baskı döneminden sonra halkını biraz,
rahatlatmak isteyen bir prensi kurtarabilmek için, dahi olmak gerekir. Çaresiz olduğu düşünülerek
sabırla boyun eğilen bir kötülük, kurtulabilme düşüncesi doğunca tahammül edilmez olur."

Bir kurama göre; devrimin gerçekleşebilmesi için önce toplumda umutların doğması, sonra da o
umutların yerini düş kırıklığına bırakması gerekir. Yaşam koşullarının sürekli düzeldiği bir toplumda, o
koşullarda hızlı ve beklenmeyen bir gerileme olursa, devrimci bir ortamla karşı karşıya bulunulduğu
söylenebilir. Yeni umutların doğduğu ve yeni gereksinmelerin karşılanması şansının herkese açık
olduğu bir toplumda devrim olmaz. Nasıl ki, umutların doğmasına elverecek dönemlerden geçmemiş
olan toplumlarda da devrimin patlak vermesi söz konusu değildir.

Crane Brinton, İngiliz (1640-49), Fransız, Amerikan ve Sovyet devrimlerini karşılaştırmalı olarak
inceledikten sonra, şu ortak noktaları saptıyor:
(1) Dört devrim de belirli bir gelişme düzeyine varan toplumlarda ortaya çıktı. Bir umutsuzluktan
değil, tersine, beklentilerin gerçekleşmemesinden ve devrimin daha iyi koşullar yaratacağı umudundan
doğdu.
(2) Dört örnekte de, devrim öncesinde şiddetli sınıf çatışmaları vardı. Ama ayrıcalıklı sınıfa karşı
asıl mücadeleyi veren en yoksul sınıf değil, ayrıcalıklı sınıfa en yakın olanaklara sahip bulunan sınıftı.
Aristokrasiyi burjuvazi, yani gelişen toplumsal-ekonomik koşullar içinde giderek güçlenen sınıf yıktı.
(3) Devrim öncesinde görülen en dikkati çekici özelliklerden birisi de, aydınların rejimi tam
anlamıyla terketmiş oluşlarıydı. Aydınlar bir yandan rejimi ve yöneticileri çok sert bir biçimde
eleştirirken, öte yandan da devrimci ideolojinin oluşumuna ve yayılmasına katkıda bulunuyorlardı.
(4) Hükümet organları, yetersizlikten ya da ihmalden dolayı işlemez duruma gelmişlerdi. Yeni
koşulların yarattığı sorunları karşılayamıyorlardı.
(5) Yönetici sınıf, bir zamanlar gücünü oluşturan niteliklere, kendine olan güvenini yitirmişti.
Yönetici sınıfın bir bölümü devrimci harekete katılmıştı.
(6) Hükümet karşı karşıya bulunduğu parasal sorunları kesinlikle çözemeyeceği izlenimini
veriyordu. Devletin kaynakları yetmiyor, başvurulan çözüm yolları birbiri peşisıra sonuçsuz kalıyordu.
(7) Dört örnekte de, halkın hoşnutsuzluğunu gösteren ilk hareketleri hükümet güvenlik güçlerini
kullanarak bastırmak istemişti. Ama güvenlik güçlerinin kötü kullanılması sonucunda karışıklıklar
azalacağına artmış, yayılmıştı. Zamanla polisten ve askerlerden devrimcilere katılanlar olmuştu.
Kalanlar ise rejimi savunmakta eskisi kadar hevesli davranmıyordu.

Devrimci düşünce eyleme dönüştüğü zaman, düşünce ile eylem arasında mutlak bir uyuşma
olamaz, ideolojinin öngördükleriyle, toplumun var olan koşulları arasında, istenilenle yapılabilenler
arasında her zaman bir farklılık bulunur. Aynı şekilde, kitlelerin beklentileri ve istekleriyle, devrimin
öncülerinin gösterdiği hedefler arasında da bir fark vardır. Bu fark açıldıkça, devrimcilerin şiddet
kullanmalarındaki zorunluluk artar. Önder bu farkın olabilirlik sınırını iyi çizdiği ölçüde hareket alanını
genişletir, kitleleri yönlendirme olanağı artar. Örneğin Mustafa Kemal'in büyüklüğü, devrimi, hareketin
toplumsal tabanının beklenti ve isteklerinin çok daha ilerisine götürebilmiş oluşundadır.

Andre Decoufle'nin de vurguladığı gibi; "Devrim kendine özgü bir zihinsel evren yaratır. Yalnız bu
evrenin incelenmesidir ki, devrimin niçin kendi yandaşları tarafından canlı bir gerçek olarak
hissedilmesi ve yaşanmasına karşılık, karşıtları (ve daha genel olarak da onun dışında kalanlar)
tarafından sapmış bir olay gibi kabul edildiğini açıklar. Bu basit bir çıkar karşıtlığı gibi görülürse, hiçbir
şey anlaşılmamış demektir."
b) Devrim ve Karşı-Devrim

Biraz basite indirerek, devrimi "düzen değişikliği" olarak tanımlayabiliriz. Toplumsal düzenlerin
belirlenmesinde ise, en büyük etken teknolojik düzey ve ona bağımlı olarak ekonomik yapıdır.
Ekonomik gücü ellerinde bulunduranlar ya da denetleyenler, toplumsal ve bu arada siyasal kurumların,
o ekonomik yapının işlemesi ve gelişmesini kolaylaştıracak biçimde oluşmasını sağlamaya çalışırlar.
Bunu sadece kendi çıkarlarının değil, aynı zamanda toplumsal gelişmenin de gereği olarak görürler.
Çünkü toplumsal gelişmede itici güç olan ekonomiyi kendileri temsil etmektedirler. Eğer ekonomik
iktidarı temsil eden bu kesimlere -alışılmışa uyarak- "egemen sınıf" dersek, bir toplumsal düzeni
belirleyen temel ölçütün "egemen sınıf" olduğunu söyleyebiliriz. Bu sınıfın nitel ve nicel özellikleri,
toplumsal bir düzenin yapısının ve işleyişinin biçimlenmesinde tek değil, ama "ana" etkendir. Her
düzen değişikliği isteği, şu ya da bu ölçüde ekonomik iktidarın el değiştirmesinin, dolayısıyla da
düzendeki temel gücün değişmesinin istenmesi anlamını taşır.

"Pazar Ekonomisi"nin büyük burjuvazinin egemenliğine götürdüğü, kolektivist ekonomilerde ise


üretim araçlarının mülkiyeti devletin elinde olduğu için, egemen sınıfın bulunmadığı iddiası her zaman
doğru değildir. Örneğin, üretim araçlarının yüzde 90'ının özel sektörün elinde bulunduğu İsveç'te
büyük burjuvaziyi egemen sınıf olarak kabul etmek çok zor iken; üretim araçlarının kamu mülkiyetinde
bulunduğu Sovyetler Birliği'nde, yüksek bürokrasi ve teknokrasi, gerçek bir egemen tabaka
görünümündeydi.

Öyleyse, ekonomik güce sahip olmanın, başka bir deyişle üretim araçlarının mülkiyetini elinde
bulundurmanın, egemen sınıfı belirleyen kesin bir ölçüt olmadığını kabul etmek zorundayız. "Egemen
sınıf", üretim araçlarının mülkiyetine değil, üretim ve paylaşım sürecinde karar verme, denetleme,
yönlendirme yetkisine sahip bulunanlardan oluşmaktadır. Bu nedenledir ki, herkese yetecek kadar
üretilmedikçe, ekonominin yapısı ne olursa olsun, ayrıcalıklı sınıf olgusunu ortadan kaldırmak
olanaksızdır. Ancak üretim ve paylaşım sürecindeki karar verme süreçlerine katılan kitlelerin genişliği
oranında, düzenin demokratik olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle, demokrasi, düzenin
olanaklarından yararlananların çokluğu ve yararları paylaşmanın hakçalığı ölçüsünde "ileri"dir.

Eski dildeki "inkılap", "ihtilal" ve "ıslahat" sözcüklerinin karşılığında yeni dilde sadece "devrim"
sözcüğünün kullanılmasının, çok ciddi bir kavram karışıklığına yol açtığını söyleyebiliriz, ihtilal, siyasal
iktidarın sınıfsal yapısının değişmesidir; yani, farklı toplum kesimlerinin temsilcilerinin iktidara gelmesi
bir anlamda ihtilaldir. Böyle bir değişikliğin mutlaka şiddet yöntemleriyle gerçekleşmesinde bir zorunluk
olmadığı ise, en azından kâğıt üzerinde geçerlidir.

Siyasal iktidarın yeni sahipleri için, izlenebilecek iki yol söz konusu olabilir: Ya ekonomik iktidarın
olanaklarını, yeni siyasal iktidarın toplumsal tabanının çıkarları doğrultusunda sınırlandırmak, ya da
-bir süreç içinde- doğrudan ekonomik iktidarın sınıfsal yapısını değiştirmek, yani ekonomik gücün el
değiştirmesini sağlamak.

Ekonomik iktidarın sınıfsal yapısı, siyasal iktidarın yapısına uygun olarak değiştiği ve ikisi arasında
özdeşleşme sağlandığı zaman, devrim gerçekleşmiş demektir. Devrim, anlık bir değişme değil, uzunca
bir sürecin ürünüdür. Bu süreci oluşturan birikimlerin birimi ise, eski dilde "ıslahat", şimdi alışılmış
karşılığı ile "reform"dur. Reformlar düzendeki parçasal köklü değişimler anlamına gelir. (Dilde reform,
dinde reform, eğitim düzeninde reform, vergi sisteminde reform, bankacılık düzeninde reform, dış
ticarette reform, yerel yönetimlerde reform, devlet yönetimlerinde reform gibi...) "Yeniden
biçimlendirme" ya da "yeniden düzenleme" demek olan reformların bir araya gelmesiyle oluşan nicel
birikim, bir noktadan sonra düzenin niteliğini değiştirir.

Kemalizmi anlatırken de vurguladığımız gibi; nasıl bir devrim tanımından hareket edersek edelim,
devrimleri ikiye ayırarak inceleyebiliriz: Birinci grupta, bir evrim sonucu oluşan devrimler vardır. Fransız
Devrimi, bunların en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama eski
koşullara göre oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlar
değişmemekte direnmiş, toplumsal-ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamışlardır. Burada söz
konusu olan, eski kurumları yeni koşullara uydurmaktır. Yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır.
İkinci grupta yer alan devrimler ise, belirli tarihsel koşullardan yararlanarak, toplumların evrimini
hızlandırmak, bazı evreleri atlamak amacını taşır. Bu tür devrimlerin en iyi örneğini de, Sovyet ve Türk
devrimleri oluşturur. Gerek Lenin, gerekse Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı'nın ülkelerindeki eski
düzeni koruyan güçleri, maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu
kılmadığı yeni bir toplumsal düzeni yaratacak süreçleri harekete geçirmişlerdir. Amaç altyapı
değişikliğini hızlandırmaktır. Bunun için de, ulaşılmak istenen altyapıya uygun üstyapı kurumları araç
olarak kullanılır. Siyasal kurumlar, birinci gruba giren ülkelerde sonuç iken, ikinci grupta bir başlangıç
noktası oluştururlar.

Birinci türden devrime, daha çok gelişmiş ülkelerde, ikinci türden devrime ise, evrimleşme sürecinde
geride kalmış olanlarda rastlanır.

Toplumdaki güçler dengesinin değişmesine karşın, eski güçler dengesinde ağır basan güçlerin
çıkarlarına göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte direnmesi, devrimin nesnel (objektif)
koşullarını oluşturur. Var olan bu düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini içeren ideoloji ise,
devrimin öznel (sübjektif) koşulu sayılabilir. Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlık birikimlerinin
kırıp dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan "devrimci bilinç "tir.

Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar, devrimci eylem içinde gelişir.
Böyle bir devrimde, öznel koşulların (ideolojinin) ağırlığı, nesnel koşulların çok gerisinde kalır. Oysa
-geri kalmış ülkelerdeki- ikinci türden devrimlerde, nesnel koşullar yeterince oluşmadığı için, öznel
koşulların önemi artar. Öznel koşullar, bir anlamda, devrimi olanaklı kılan nesnel koşullardaki eksikliği
giderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji, gene devrimci eylem içinde bazı
değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır olarak vardır ve çoğunlukla da, ana
çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Böyle bir durumu, giderek zaten o ülkelerin düzeyine daha
hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji, devrimin öncüsü
güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler getirmekle birlikte, ana doğrultuda aynı kalır.

Her devrim, belirli toplumsal güçlere dayanarak gerçekleşir. O güçlerin yeterince gelişmediği
ortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi, yarattığı bilinç ve kitlesel etkiyle devrimci bir güç
oluşturabilir. Bir ayaklanmanın, bir hükümet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihi hızlandırmak
amacındaki bir devrime dönüşmesinde, devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdeki
ağırlığının artması ölçüsünde, o ideolojinin dogmatikleşmesi olasılığı da artar. Çünkü ideoloji, bir
anlamda var olması istenilen, ama henüz var olmayan koşulların ürünüdür.

Marx, evrim sonucu ortaya çıkan devrimlerde ideolojinin oynadığı rolü şöyle anlatıyor: "Bilinç
reformu, dünyanın kendi bilincine varmasını, kendisini yanıltan düş durumundan çıkmasını,
eylemlerini, kendisine anlatmaktan ibarettir. O zaman görülecektir ki, maksat geçmiş ile gelecek
arasına büyük bir çizgi çizmek değil, ama geçmişin düşüncelerini gerçekleştirmektir. Gene görülecektir
ki, insanlık yeni bir göreve başlamıyor, ama işin aslını öğrenmiş olarak eski işini gerçekleştiriyor."

Toplumsal evrimi hızlandırmaya yönelik devrimler açısından "bilinç" öğesi, dolayısıyla ideoloji daha
büyük önem taşır. Geri kalmış bir ülkede -kaynakların kıtlığından dolayı- ekonomik büyümeyi
sağlamak, halkı eğitmekten, kültürel alanda değişim yapmaktan daha zor olduğu için, devrimciler
önceliği ideolojiye verirler. Devrimin itici gücünü oluşturacak "yeni insanı" yaratmaya çalışırlar,
ideolojinin öncülüğündeki "kültür devrimi"nin Kemalist devrimde olduğu kadar, Maoist ve Castrist
devrimlerde de, birçok Afrika devriminde de ön plana çıkmasını doğal karşılamak gerekir. Devrimin
resmi ideolojisi yaygınlaştıkça, iktidarın karşıtları üzerinde bir baskı oluşturarak onların silahlarının
önemli bir bölümünü de ellerinden alır.

Marx'ın gelişmiş ülkelerdeki devrimler açısından yaptığı ideoloji değerlendirmesinden çok farklısını
Che Guevara geri kalmış ülkeler için yapıyor. O'na göre, bu gibi toplumlarda temel itici güç, ideolojinin
yaratacağı devrimci bilinç ve heyecandır: "Belirli bir ülkenin öncü insanlarının, üretici güçlerin genel
gelişmesi üzerine kurulu bilinci, o ülkenin gelişme düzeyinde üretici güçlerle üretim ilişkileri gerekli
nesnel çelişkiler henüz bulunmasa bile, sosyalist bir devrimi başarıya ulaştıracak yolları bulabilir." Bu
düşüncedeki gerçek payı tartışmalı olsa da, geri kalmış ülkelerdeki devrimlerde, ekonomik ve
toplumsal gelişmeyi hızlandırmak için, insanların bilinçli etkinliklerine öncelik tanındığı açıktır.
Her devrim, iktidarın sınıfsal yapısının değişmesiyle başlar. Eğer bir iktidara toplumda giderek daha
az saygı gösteriliyorsa, bu başka bir iktidarın yolda olduğunu gösterir. Belirli toplum kesimlerinin
temsilcileri gidip, gelişmekte olan toplum kesimlerinin temsilcileri, onların yerini siyasal iktidarı ele
geçirdiğinde bu bir devrim başlangıcıdır. Böyle bir değişmenin, mutlaka silah zoruyla olması da
gerekmez. Değişmenin barışçı yoldan gerçekleşmesi, devrimin sonraki aşamalarının da olabildiğince
az sarsıntılı geçmesine olanak verir. Ama siyasal iktidar, ancak zor kullanılarak değişiyorsa, yeni
siyasal iktidarı toplumun önemli bir kesimi yasal saymıyorsa, devrim süreci şiddete dayanarak yürür.
Devrimin getirdiği yeni rejim, toplumun büyük çoğunluğunun gözünde yasallık kazanıncaya kadar,
baskı ve şiddet yöntemleri giderek azalan ölçülerde sürer. Toplumda meşruluk kazanan bir rejimin,
kendini saydırmak için güç kullanmasına gerek kalmaz.

Eski düzenin egemen güçleri, kendi ayrıcalıklarını sona erdiren yeni düzeni gönül rızasıyla kabul
edemeyeceği için, tarihte rastlanan devrimlerin çoğu, ilk aşamalarında, ölçüsü değişen bir şiddet ve
baskı dönemi yaşamışlardır. Fransız devriminde, "devrimin kendi çocuklarını yediği" terör dönemi,
Sovyet devriminde Stalin yönetimini de kapsayan yıllar, Humeyni devriminde -dış savaşa karşın- rejim
karşıtlarına uygulanan acımasız şiddet ve benzer örnekler çoğaltılabilir. Devrime karşı olan direncin
düzeyi, devrimin başvuracağı baskı ve şiddetin düzeyini belirler.

Gaston Bouthoul, devrimlerin şiddet yöntemlerine başvurup vurmamalarını şöyle açıklıyor:


"Devrimler, kurumlarla zihniyetler arasında uyum sağlamaya yöneliktirler. Yöntemleri şiddetten uzak
olabilir (Hıristiyan ve Gandi'ci devrimler). Şiddete dayalı yöntemler, genellikle uzun bir hareketsiz
barışçı dönemin sonunda ortaya çıkan son aşamadır; tıpkı Fransız devriminde olduğu gibi."

Nasıl devrimci ideolojiler varsa, devrime karşı, yani karşı-devrimci ideolojiler de vardır. Yaklaşımları
açısından bunlar iki kümede toplanabilir: Birinci kümede olanlar, devrimleri önlenemez, kaçınılmaz,
ama kötü, zararlı olgular olarak görürler. Onlara göre; devrimler toplumun yaşamasının değil,
ölümünün tohumlarını taşırlar; bundan dolayı da, umutsuz da olsa, devrimlere karşı sürekli bir savaşım
vermek gerekir. Andre Decoufle, bu ideolojiyi paylaşanların görüşünü şu cümlede özetliyor: "Uygarlık
ölüme mahkûmdur, ama insanın görevi bu ölüm anını geciktirmektir. " Görüyoruz ki, bu tür karşı-
devrimci ideolojiler, kökü çok daha eskilere giden, karamsar tutucu ideolojinin bir uzantısından başka
birşey değildir.

Joseph de Mastre, karşı-devrimci düşüncenin ünlü isimlerinden birisi olarak şöyle diyor: "Karşı-
devrim, yıkmanın kendisinden başka bir şeyi yıkmaz... Hiçlik yolundan hareket edenler hiçbir şey
yaratamazlar... Karşı devrim olarak adlandırılan krallığın yeniden kurulması, karşıtın devrimi değil,
devrimin karşıtı olacaktır."

İkinci kümede yer alan karşı-devrimci ideolojiler için devrim, toplumsal çılgınlıklar ve cinayetlerden
oluşur. Onlar için devrimler geçici ve yöresel olaylardır. Bu tür ideolojilere, özellikle devrimci hareket
ezilmesinden sonraki ortamlarda, karşı-devrimcilerin kendilerini güçlü hissettikleri dönemlerde
rastlanır. Onlara göre; devrimciler insan değil, geri kalmış insanlar ya da hayvanlardır. Böyle bir inanç,
devrimci hareketlerin acımasızca ezilmesini meşrulaştıracak niteliktedir. Devrim toplumsal bir çılgınlık
anının ürünü iken, karşı-devrim akla ve doğal düzene yeniden dönüş demektir.

Karşı-devrim, ideolojik açıdan devrimin tersi iken, eylem açısından devrime çok yaklaşır. Devrimle
mücadelede ideolojinin inandırma gücünün yeterli olmadığını, devrimci süreci başka yollardan
durduramadığını görünce, o da silaha ve şiddete başvurur. Devrimin yarattığı korku büyüdükçe, karşı-
devrim giderek bir kitlesel öldürme eylemine dönüşebilir.
İKİNCİ BÖLÜM
Siyasal Uzlaşma

Her çatışma, görünüşte ne kadar katı ve sert olursa olsun, belirli düzeyde bir uzlaşma ile sonuçlanır.
Her siyasal sistem, aynı zamanda bir uzlaşma modeli demektir. Uzlaşma yoksa, sistem de yoktur.
Çatışma güçler dengesini ortaya koyar; ödünler ve ayrıcalıklar o dengeye göre paylaşılır. Ve siyasal
sistem oluşur.

Siyasal çatışmanın ereği, siyasal iktidarı ele geçirmek, olmazsa ortak olmak, en azından kendi
eğilimleri doğrultusunda etkilemektir, inanç sistemleri ve onlara koşut olan çıkar ve görüşler kitlelere
çeşitli propaganda araç ve yöntemleriyle iletilirler. Kamuoyunu "oluşturmak", etkilemek için çaba sarf
edilir. Siyasal çatışma ile ortaya çıkan güçler dengesi, siyasal katılmanın koşullarını belirler. Gerek
propaganda, gerekse siyasal katılma, uzlaşmaya giden yollardır.

Bölümün ve dolayısıyla kitabın sonunda, çatışma-uzlaşma sürecinin ürünü ve aynı zamanda


çerçevesi olan siyasal sistemleri göreceğiz.
BİRİNCİ KISIM
Kamuoyu ve Propaganda

Kamuoyu, belirli bir tartışmalı konuda toplumun tümünün ortak görüşü, ortak kanısı değildir. Toplumun
tümü için geçerli, oybirliği ile paylaşılan bir kanı söz konusu olamaz. Bu kanı, bireysel kanıların
toplamından ibaret olmadığı gibi, bazen çoğunluğun bireysel kanılarının ürünü bile olmayabilir. Münci
Kapani'nin şu tanımı oldukça aydınlatıcıdır: "Kamuoyu, belli bir zamanda, belli bir tartışmalı sorun
karşısında, bu sorunla ilgilenen kişiler grubuna veya gruplarına egemen olan kanaattir."

Kamuoyu çoğunluğun kanısını yansıtabileceği gibi, bazı durumlarda yansıtmayabilir de. Azınlığın
kararlı bir biçimde benimsediği bir görüş, çoğunluğun gevşek olarak benimsediği bir görüşe ağır
basabilir. Bu gibi durumlarda, kamuoyu azınlığın etkisi altında oluşabilir. Ama ne olursa olsun,
kamuoyu siyasal yaşamda kendisini siyasal bir güç gibi duyurur. Ulusal düzeyde olsun uluslararası
düzeyde olsun, demokratik bir rejimde olsun baskı rejiminde olsun hükümetleri etkiler, siyasal
kararların yönlendirilmesinde rol oynar. Kamuoyunun oluşumunda ise, çeşitli propaganda tekniklerinin
önemi giderek artmaktadır.
1. KAMUOYUNUN OLUŞUMU

Kamuoyunun oluşumunda çeşitli araçlar ve aracılar görev üstlenirler. Oluşumun kendisi ise, birçok
süreçlerin ve bu süreçlerde kullanılan tekniklerin bir ürünüdür.

a) Araçlar ve Aracılar

Birey düzeyinde siyasal kanı ve tutumların nasıl oluştuğunu ve nasıl değiştiğini, siyasal boyutlarını
incelemiştik ("Siyaset Bilimi" kitabında). Kamuoyuna temel oluşturan siyasal kanıların
biçimlenmesinde, elbette ki önce kişinin bireysel özellikleri rol oynar. Dünyaya gelinirken sahip olunan
ve çoğu kalıtım yoluyla kazanılmış bulunan fiziksel ve ruhsal özellikler bir hareket noktasıdır. Sonra
buna, aileden başlayarak bir dizi küçük grubun etkisi katılır. Çocuklukta kazanılan temel tutumlara
giderek başkaları eklenir. Kanı, kişisel tutumun belirli bir soruya verdiği yanıttır Ama kişi o konuyla
yakından ilgili değilse, ya bir kanı belirmez ya da beliren kanı çok gevşek olur. Bu gibi durumlarda kişi
etkileşime daha fazla açıktır.

Nasıl ki, temel tutumların yani kişiliklerin belirlenmesinde, aileden başlayarak toplumsal çevrenin
belirli bir etkisi varsa, o temel tutumlara bağımlı olmakla beraber, kanıların oluşum ve değişiminde de
gene aynı çevrenin etkisi bulunur. Aile, iş ve arkadaş grupları, üyesi olduğu sendika, dernek ya da
siyasal parti gibi kuruluşlar, bu süreçte derece derece rol oynarlar. Bireysel eğilimleri giderek grup
kanılarıyla bütünleşir.

Belirli bir kamuoyu oluşturmak, kamuoyunu etkilemek isteyenler çeşitli yollara başvururlar. Yüz
yüze, kulaktan kulağa kişisel etkileşimden, yazılı, sözlü ve görüntülü kitle iletişim araçlarına kadar
çeşitli araçlar bu amaçla kullanılabilir. Çıkar grupları, siyasal partiler ve iktidarlar ve bu işi kendileri
yapabilecekleri gibi uzmanlaşmış kuruluşlardan da yararlanabilirler. Amerika Birleşik Devletleri'nde
başlayan bu uygulama giderek yaygınlaşmış, bir malı satmak için reklam kampanyası düzenlemekte
ustalaşmış firmalar, bir düşünceyi ya da bir önderi kitlelere benimsetmek için de benzeri yöntemleri
kullanır olmuşlardır. Türkiye'de de büyük partiler, profesyonel reklamcılarla işbirliği yapmaktadır.

Acaba kamuoyunun oluşumunda kitle iletişim araçlarının etkisi nedir? Kişiler onlardan mı daha çok
etkileniyor, yoksa yakın çevrelerindeki bazı kişilerden mi? Paul Lazarsfeld'in ABD'de yaptığı
araştırmalar, TV dahil en gelişmiş kitle iletişim araçlarının bile, yüz yüze ilişkilerdeki kadar etkili
olamadığını ortaya koyuyordu. Başka ülkelerde yapılan benzer araştırmalar da benzer sonuçlar verdi.
Yazılı basın, radyo, televizyon, sinema gibi kitle iletişim araçları, kişilerin ancak var olan görüş ve
kanılarını güçlendirebiliyor, ama değişmelerinde fazla etkili olamıyordu. Kişiler kendi eğilimlerine uygun
gazeteleri alıyor, eğilimlerine uygun yazarları okuyordu. Radyo ve televizyonda da, eğilimlerine uygun
haber ve yorumlardan daha çok etkileniyordu.

1930 yılında, ABD'de, New Jersey senato seçimlerini kazanan aday, reklam masrafları için on bin
dolar öderken, yerel destekçilerine yirmi beş bin dolar ödemişti. Gene aynı ülkede, Roosevelt'in
yeniden cumhurbaşkanı seçilmemesi için açılan kampanyayı, basının çok büyük çoğunluğu
desteklediği halde Roosevelt yeniden seçilmişti. Rahatlıkla çoğaltılabilecek olan bu örnekler, kitle
iletişim araçlarının kamuoyu oluşumundaki etkisinin abartılmaması gerektiğini göstermektedir. Nasıl ki,
Türkiye'de de din adamlarının desteklediği bir parti, büyük basının tüm karşı propagandasına karşın,
1970'li yıllarda beklenilenin üzerinde oy toplayabilmiştir.

Buna karşın, devlet ve siyaset adamları, hangi siyasal sistem içinde olurlarsa olsunlar, kamuoyunu
etkilemek amacıyla kitle iletişim araçlarına büyük önem vermişlerdir. Hıfzı Topuz'un araştırması, II.
Abdülhamit gibi bir diktatörün, sadece yerli basını değil yabancı basını bile denetlemeye çalıştığını
ortaya koyuyor. Abdülhamit yerli basına sıkı bir sansür uygulamakla yetinmemiş, hakkında olumsuz
yazılar yazılmasını önlemek için, Paris'te yayınlanan 17 gazeteye de para dağıtmıştı.
Dar çevrelerde asıl etkili olanlar "kamuoyu önderleri"dir. Kitle iletişim araçlarının yaymak istedikleri
düşünce ve bilgileri alıp yorumlayan ve başkalarına aktaranlar onlardır. Gelişmiş ülkelerde bile var
olan bu durum, özellikle geri kalmış ülkelerde çok daha fazla geçerlidir. Öğretmen, muhtar, imam, ağa,
şeyh ve benzeri kişilerin aldıkları bilgileri kendi eğilimlerine göre süzgeçten geçirdikten sonra kırsal
kesim insanına aktardıklarını biliyoruz. Kişilerin, kitle iletişim araçlarının yaymak istedikleri mesajları
almaları ve yorumlamaları zorlaştıkça, bu gibi kanı ya da kamuoyu önderlerinin etkisi artmaktadır.

Kamuoyu önderlerinin ya da genel olarak bilgi aktaran kişilerin özgürce davrandıklarını sanmak
yanlıştır. Bilgiyi aktaran, karşısındaki kişinin hoşuna gidecek şeyler söylemek zorunluluğunu
çoğunlukla duyar. Böylece karşısındakini etkilediği kadar ondan da etkilenir. Bir konuda oluşmakta
olan kamuoyu, karşılıklı etkileşim içinde, giderek kendi kendini güçlendirmiş olur.

Artun Ünsal, bu ayıklama işleminden de önce daha genel bir "ön ayıklama" yapıldığına dikkati
çekiyor. Bu asıl ön ayıklamayı, sırayla haber ajansları ve kitle iletişim araçları yapıyorlar. Özellikle
uluslararası düzeydeki haber toplama işlevi, birkaç büyük haber ajansının tekelindedir. Büyük ülkelerin
çıkarları, bu büyük ajanslar aracılığıyla ilk ön ayıklamaya yansıyabilmektedir.

b) Süreçler ve Propaganda

Kamuoyu, ancak bazı bilgilere dayanarak oluşabilir. Kamuoyunun oluşumunda ilk aşama bu
bilgilerin iletilmesi olduğu için, önce bu iletme işlevini yerine getiren araçlar ve aracılar üzerinde
durduk. Oluşumdaki ikinci aşama ise, iletilen bilgilerin alınmasını, algılanmasını kapsar. Bu aşamada
belirli süreçler ve propaganda teknikleri rol oynar. Verilen bilgileri alıp-ayıklama süreçlerini bilmek,
kamuoyunu yönlendirmek isteyenler için çok önemlidir.

Kamuoyunu, duygularıyla değil, aklıyla değerlendirme yapabilen, bilinçli insan topluluğunun kanısı
saymak kuşkusuz ki yanlış olur. Kitlelerin "bilinçli bir sağduyusu" olduğu görüşü bilimsel değil,
ideolojiktir. Kamuoyunun öne sürüldüğü gibi sağlıklı oluşabilmesi üç koşula bağlıdır: Bireylerin yeterli
ve doğru haber almaları; aldıkları bilgileri duygularından uzak, akıllarıyla değerlendirmeleri; ve
"çıkarlarını sağlama umuduyla", kamu işlerine yakın bir ilgi göstermeleri. Oysa bu üç koşulun bir araya
gelmesi ve özellikle de, kamuoyunu oluşturanların çoğunluğunun bu durumda bulunması son derece
zordur.

Alfred Sauvy, kamuoyunun oluşumu sırasında alınan bilgilerin bazı durumlarda biçim değiştirerek,
sapmalara uğrayarak algılanmasında, belirli kuralların egemen olduğuna dikkati çekiyor:

(1) Maddesel çıkarlar söz konusu olduğunda, bilgiler bu çıkarları koruyacak biçimde sapmaya
uğrayarak algılanıyor. Örneğin tüketiciler, fiyat artışlarını hep gerçekte olduğundan daha yüksek
değerlendiriyorlar. Vergi mükellefleri, genellikle gelirlerinin tahminlerinden çok daha yüksek olduğunu
görerek hayrete düşüyorlar. Tarımsal ürünlerle ilgili iyimser haberler kulaktan kulağa daha da
iyimserleşerek, sayılar daha da artarak dolaşırken, karamsar haberler kısa ömürlü oluyor. Umut verici
bilgiler abartılarak yayılırken, umut kırıcı olanlar çabucak unutuluyor.

(2) Duyguların ve tutkuların söz konusu olduğu durumlarda, bilgilerdeki sapma bu duygu ve
tutkuları güçlendirici yönde gerçekleşiyor. Dindar kişi mucizeler görmeye ya da duymaya, inançsız
kişiye oranla çok daha yatkın oluyor. Aynı şekilde, örneğin uçan daireleri inanmayanlar değil,
çoğunlukla inanma eğilimindekiler görüyorlar. Savaş sırasında düşmanın yaptığı vahşetle ilgili bilgiler
çabucak yayılıp inanılırken, kendinden olanların benzer davranışlarıyla ilgili bilgiler kuşkuyla karşılanıp
çabucak unutulabiliyor. Bir bilim adamı bile, kendi kuramını güçlendirecek deneyleri ve olayları hemen
görürken, tersi durumları algılamakta zorluk çekebiliyor.

(3) Toplumsal ortak bir davayla ilgili olaylar söz konusu olduğunda, sapma, gruptaki dayanışma ve
tutarlılığı güçlendirecek ve desteklenen mücadeleyi haklı gösterecek biçimde ortaya çıkıyor. Savaşta
ordunun gücü, durumu, başarılarıyla ilgili olarak hep güven duyucu bir kamuoyunun oluşması olasılığı
yüksek oluyor. Çünkü gereksinme bu yöndedir. Nasıl ki, barışta da siyasal partilerin üyeleri aynı
olaylara farklı gözlüklerle bakıyorlar. Olayları ve koşulları, bir kuşku bunalımına yer vermeyecek,
yapılan özverileri haklı gösterecek biçimde görüyor ve değerlendiriyorlar.

(4) İçtenlikle, bilinçsiz olarak, istenmeden yapılan sapmalarla, kişinin kendi tutumunu haklı
göstermek için bilerek ve isteyerek başvurduğu sapmalar hep aynı yönde oluyor. Söz konusu tutumun
maddesel, zihinsel ya da duygusal oluşu sonucu değiştirmiyor.

(5) Bireyin bir soruya yanıt vermesi sırasında ortaya çıkan sapma, böyle bir düşünme fırsatı
olmadan kendiliğinden ve hızlı biçimde oluşan tepkilere göre çok daha az oluyor. Soru sorulurken
"Emin misiniz? Doğrulayıcı bilgiler aldınız mı?" gibisinden açıklayıcı zorlamalara gidildikçe ve yanıt için
yeterli bir düşünme süresi bırakıldıkça sapma daha da azalıyor.

Çok önemli olaylar dışında, kamuoyunda hızlı değişmelerin olmadığını söyleyebiliriz. Kendi
kanısının tersini gösteren olaylar ya da kanıtlarla karşılaşan her birey, görüşünü ve tutumunu
değiştirmeye hazır değildir. Kimisi bu yeni verileri değerlendirmeye bir ölçüde olsun açıkken, kimisi
savunmaya geçerek tutumunu daha da katılaştırabilir. Kamuoyundaki değişme, en ılımlılardan
başlayarak, zamanla, ağır ağır gerçekleşir.
Kamuoyu unutkandır ve geçmişten çok bugünkü verilerden etkilenir. Belleği geçmişle ilgili bir olayı
bir kez saptırmışsa, onu düzeltmek çok zordur. Buna örnek olarak, bazı batılı ülkelerin kamuoyunda
var olan "Türk-Ermeni sorunu" ile ilgili önyargıları gösterebiliriz.
Nasıl ki, kamuoyunun oluşumuna yardım eden bilgilerin algılanması belirli kurallara göre
gerçekleşiyorsa o oluşumu etkilemek amacıyla yapılan propagandanın da belirli kuralları vardır. Jean-
Marie Domenach bu kuralları şöyle sıralıyor:

(1) Basitleştirme ve tek düşman kuralı- Propaganda her şeyden önce konuyu basitleştirip, herkes
tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek hale sokmaya çalışır. "Yaşasın A", "Umudumuz B", "Kahrolsun C",
"Katil D" gibi sloganlar, etkili bir siyasal propagandanın vazgeçilmez öğelerindendir. Dost ve düşman,
iyi ve kötü bellidir.

(2) Kabaca, genel ifadelerle anlatma kuralı- Bu kuralda, kitlelere verilmek istenen mesajların
basitleştirilmesinin doğal bir soncudur. Hitler ünlü Kavgam kitabında şöyle diyor: "Her propaganda,
anlatım düzeyini, yöneldiği kitleler içindeki en düşük anlama yeteneğine göre düzenlemek zorundadır".
Partiler iktidara ulaştıklarında çeşitli toplum kesimleri için neler yapacaklarını programlarında ayrıntılı
bir biçimde yazabilirler. Ama sıra kitlelere yönelik propagandaya gelince, ayrıntılara yer olamaz.
"Kalkınma köylüden başlayacak", "işçi hakkını alacak", "Ekonomide öncü özel sektör olacak" gibi
genel anlatımlar ön plana geçer.

(3) Tekrar kuralı- Hitler'e göre, propaganda az sayı da düşünce ile sınırlandırılıp, o az sayıdaki
düşünce bıkmaz usanmaz bir biçimde tekrarlanmalıdır. Nazizmin propaganda işleri sorumlusu
Göbbels'in şu sözü ünlüdür "Aynı şeyi iki bin yıldır tekrarladığı içindir ki Katolik kilisesi etkisini
sürdürüyor". Aslında ticari reklamlarda da aynı kuralı geçerli olduğu söylenebilir. Sürekli duyulan şey,
doğruymuş gibi bilinç altına yerleşebilir.

(4) Sevileni kullanma kuralı- Sıfırdan başlayarak bir topluma herhangi bir düşünceyi ya da
herhangi bir ürünü istenildiği anda kabul ettirme olanağı yoktur. Ancak toplumun daha önce
benimsemiş olduğu şeylerden hareketle ona yeni bazı şeyler de verilebilir. Örneğin bir dini ya da
ideolojiyi benimsemiş olanlara, "Sizin inancınız yanlıştır" diye propaganda yapmak, davayı daha
peşinen kaybetmek anlamına gelir. Oysa, "Esasta ben de sizinle aynı inancı paylaşıyorum, ama..."
diye başlamak, en azından söyleyeceklerinizin daha dikkatli dinlenmesini sağlayabilir.

(5) Oybirliği ve bulaşma kuralı- İnsan toplumda yalnız başına yaşamadığı için, grubun ya da üyesi
olduğu birden çok grubun etkisi altında kalır. O gruplardaki egemen düşünceye ters düşmemeye
çalışır. Kararsız olan kişi ise, çoğunlukla bir görüşü olmadığından dolayı değil, ama farklı çevrelerin
etkisi altında kaldığından dolayı bu durumdadır. Propagandanın amacı, belirli yöndeki etkileri
güçlendirmek ve toplumda önemli bir kesimin de o görüşü benimsediği inancını yaratmaktır.
Çoğunluğa uymak, ondan etkilenmek genel ve güçlü bir eğilimdir.

Özellikle siyasette, her propagandanın bir karşı-propagandası bulunur. Kendi görüşlerini yaymak
isteyenler, bir yandan da karşılarındakilerin görüşlerini çürütmeye çalışırlar. Karşı tarafın
propagandasını oluşturan öğeler birbirinden ayrılarak teker teker ele alınıp zayıflatılır. Hatta bu öğeler
bazı durumlarda birbirlerine karşı kullanılır. Rakip propagandanın zayıf tarafları ön plana çıkarılarak,
öncelikle o noktalar çürütülür.

Karşı-propaganda taktiklerinden birisi de, karşı görüşten çok, o görüşü savunan kişi ya da kişileri
yıpratmaya yöneliktir. Örneğin bir siyasal partinin ya da hükümetin önde gelen üyelerinin özel
yaşamlarındaki hoş olmayan yanlar, geçmişte başka düşünceleri savunmuş olmaları, ya da karanlık
ilişkiler içindeymiş gibi görünmeleri, karşı propagandaya malzeme sağlar. Savunan kişi yıpratılarak,
savunduğu düşüncenin önemi azaltılmış olur.

Karşı-propagandanın bulunması durumunda, en iyi düzenlenmiş propagandalar bile başarısızlığa


uğrayabilir. Otoriter rejimlerdeki resmi propagandanın etkisinin yüksekliği, karşı-propaganda
olanaklarının büyük ölçüde kısılmış oluşundandır.

Propaganda, kamuoyunun oluşumu sırasında özellikle kararsız kesimler üzerinde etkili olur. Büyük
bunalım dönemlerinde ortaya çıkan kararsız ortamlarda, propagandanın etkisi ile kamuoyunun bir
uçtan öteki uca kısa aralıklarla kayması olasılığı artar. Ama koşulların altüst olmadığı dönemlerde,
propaganda bir yandan kararsızları etkilemeye çalışırken, öte yandan da aynı görüşü paylaşanlar
arasındaki dayanışmayı arttırır, safların sıklaştırılmasını kolaylaştırır.
2. FARKLI TOPLUMLARDA KAMUOYU VE PROPAGANDA

Gerek kamuoyu, gerekse o kamuoyunun oluşumunda rol oynayan propaganda, siyasal çatışma ve
uzlaşma süreçlerinde büyük önem taşır. Ama bu önem, bir yandan toplumun gelişme düzeyine ve
kültürel özelliklerine, öte yandan da rejimin niteliklerine göre değişir.

a) Çoğulcu Sistemlerde Kamuoyu

Çoğulcu sistemler, toplumda koşulları, çıkarları ve dolayısıyla görüşleri birbirinden farklı kesimlerin
varlığını kabul ederler. Farklı koşulların ürünü olan çıkar ve görüşlerin yasal yollardan dile getirilmesini,
savunulmasını sağlamaya çalışırlar. Toplumda belirli bir uzlaşmanın, ancak bu barışçı çatışmanın
konusunda ortaya çıkabileceğine inanırlar. Çoğulcu demokrasi ya da özgürlükçü demokrasi olarak
adlandırılan siyasal sistem işte bu temel üzerinde oluşmuştur.

Bütün çağdaş siyasal sistemlerde yönetenler kamuoyuna önem verirler. Ama tekilci yanı baskıcı
sistemlerde yönetenler kamuoyunu tek yönde oluşturmak için tüm olanakları kullanırlarken, çoğulcu
toplumlarda -çok yönlü etkiler altında- oluşan kamuoyunun, yönetenlerin kararlarında ağırlık taşıması
söz konusudur. Birinde kamuoyunun özgürce oluşumu, ötekisinde ise siyasal iktidar tarafından
oluşturulan ilkedir. Ama tüm temel hak ve özgürlüklerin sağlandığı hukuk düzeninde bile, kamuoyunun
tam anlamıyla özgür ve sağlıklı bir biçimde oluştuğu söylenemez. Çünkü kamuoyunu etkilemeye
çalışan çıkar ve baskı gruplarının ellerindeki olanaklar eşit değildir. Para gücüne daha çok sahip olan
toplum kesimleri, kamuoyunu etkilemek açısından daha şanslıdır. Kamuoyunun oluşumunda önemli
yeri olan basın özgürlüğünden, toplanma ve gösteri yapma özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden
yararlanabilme düzeyi, parasal olanaklara bağımlıdır.

Bir siyasal sistemin, kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunmak açısından tüm toplum kesimlerine
eşit olanaklar sağlayabildiği ölçüde, sağlıklı bir toplumsal uzlaşmaya ulaşılabileceğini söyleyebiliriz.
Kamuoyunun tek yanlı etkiler altında oluştuğu durumlarda dengeden uzaklaşılır, siyasal kararlar da tek
yanlı olmaya başlar. Bu kararlarla çıkarları ya da dünya görüşleri bağdaşmayan toplum kesimleri
patlamaya, rejime karşı çıkmaya itilirler.

Sartori'nin de vurguladığı gibi, bir kanının halk arasında yayılmasını sağlamakla, bir kanının halk
tarafından oluşturulmasını sağlamak arasındaki ayrım temeldedir. Birinci durum baskı rejimlerinde,
ikinci durum ise demokratik rejimlerde söz konusu olabilir. Baskı rejimlerinde, kamuoyunu oluşturan
araçların hemen tümü devletin tekelindedir. Demokratik rejimlerde, böyle bir devlet tekeli daha
başlangıçta reddedilmiş olmakla birlikte, kamuoyunun serbestçe oluşumunu zorlaştıran, hatta bazı
durumlarda önleyen engeller vardır. Kimi toplum kesimlerinin sesi daha fazla çıktığı gibi, kimi konuların
da serbestçe tartışılmasını engelleyen tabular bulunur. Bazı dinsel ya da ulusal konular bu çerçevede
sayılabilir.

Demek ki, çoğulcu toplumlarda oluşan kamuoyu ile tekilci toplumlarda güdülen kamuoyu arasındaki
temel fark, bu konuda bir devlet tekelinin bulunup bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Ondan ötesi,
bir nitelikten çok derece farklı olmaktadır.

Çoğulcu demokrasiler iktidarın bölünmesine dayanır. Çünkü denetlenemeyen, dengelenemeyen bir


iktidar, demokrasinin ve dolayısıyla da özgürlüklerin sonu olabilir. Demokratik bir sistemde kamuoyu
siyasal kararlar üzerinde etkili olacağına göre, kamuoyunun oluşumuna malzeme sağlayacak olan
haber ve bilgi verme olanaklarının da tek elde toplanmamış bulunması gerekir. Toplumun haber alma
kaynakları çoğalıp çeşitlendikçe, doğru bilgiye ulaşma olasılığı da artar. Kitle iletişim araçlarına sahip
olmak pahalılandıkça, kamuoyu oluşumunda varlıklı toplum kesimlerinin etkisinin artması doğaldır.
Basım ve yayım teknolojisinin pahalılaşması ile birlikte, ABD'den Türkiye'ye kadar, hemen tüm çoğulcu
toplumlarda gazete sayısının azaldığını ve belirli bir tekelleşmeye gidildiğini biliyoruz. Belirli toplum
kesimleri belirli yayın organlarının tekeli altına girdikçe, o toplum kesimleri arasındaki karşıtlıkların
daha sertleşmesi ve kısırlaşması olasılığı yükselmektedir.

Bazı çoğulcu sistemlerde radyo ve televizyonun devlet tekelinde olduğunu biliyoruz. Bunun amacı,
iktidarda bulunanlara, kamuoyunun oluşturulması açısından bir avantaj sağlamak değildir. Böyle bir
olanağı, haberleri saptırma ve halka yanlış bilgi verme için değerlendiren bir siyasal iktidar, görevini
kötüye kullanıyor demektir. Radyo ve televizyon kadar yaygın ve etkili iletişim araçlarını devlet
tekelinde bulundurmanın çoğulcu bir sistemdeki nedeni, onların herhangi bir toplum kesimince tek
yanlı kullanılmasını önlemektir. Oysa iktidarın onları tek yanlı kullanması da çoğulcu sistemin
mantığına ters düşer.

Kamuoyunu etkilemek amacıyla sadece baskıcı rejimlerin propagandaya başvurduğunu sanmak


yanlıştır. Varlıklarını sürdürmek için tekilci-baskıcı rejimlerin nasıl propagandaya gereksinimleri varsa,
çoğulcu-demokratik rejimlerin de propagandaya gereksinimleri vardır. Ama birisi otoriter-totaliter bir
propaganda yaparken, ötekisi demokratik bir propaganda yapar. Günün birinde baskıcı bir rejimle
karşılaşmak istemeyen toplumsal, robotlaşmış, her söyleneni itirazsız, düşünmeden benimseyen
bireyler değil, sorumluluk duygusuna sahip, düşünen ve tartışan yurttaşlar yetiştirmek zorundadırlar.
Demokrasilerde egemenlik topluma ait olduğuna göre, toplum tüm olup bitenlerden ve özellikle de
kamuyu ilgilendiren tüm gelişme ve kararlardan doğru bir biçimde haberdar edilmelidir. Diktatörlük
hastalığını önlemenin yolu, demokratik düşünüp davranmaya alışmış yurttaşlara sahip bulunmaktan
geçer.

b) Tekilci Sistemlerde Kamuoyu

Baskıcı rejimler çok sesliliğe ve dolayısıyla da, kamuoyunun farklı etkilerin sonucunda oluşmasına
izin vermezler. Tüm iktidar tek elde toplanmıştır ve devlet eliyle sistemli bir biçimde yürütülen
propagandanın amacı da, iktidarın görüşünün tüm toplum tarafından benimsenmesini sağlamaktır.
Rejimin temel felsefesine, resmi ideolojisine ters olan görüşlerin söylenmesi ve savunulması yasaktır.
Çoğulcu sistemlerin karşıtı olarak, bu sistemlerin tümünü de "tekilci" olarak nitelendirebiliriz. Artık
serbestçe oluşan bir kamuoyu değil, güdümlü bir kamuoyu söz konusudur.

Komünist ve faşist baskı rejimlerinde, resmi ideolojinin zihinlere "tek doğru" olarak yerleştirilmesi
çabası okullardan, işyerlerinden başlatılarak sürdürülür. Kulüp, dernek ve benzeri kuruluşlar hep aynı
amaca hizmet eder. Radyo, televizyon ve yazılı basın hep tek seslidir. Ama bu tür tekilci toplumlarda
bile, "fısıltı gazetesi", gizli yayınlar, gizli toplantılar ve örgütlenmeler tam anlamıyla önlenemez. Var
olan resmi kamuoyunun yanında, daha az etkili olmakla birlikte bir karşıt kamuoyunun varlığı da
zaman zaman kendisini duyurur. 1956'da Macaristan'da, 1968'de Çekoslovakya'da ortaya çıkan ufak
bir kıvılcım, bu iki kamuoyunun birincisinden bile daha etkili ve yaygın olabileceğini göstermiştir.
Polonya'da Walesa önderliğindeki Dayanışma Sendikasının şaşırtıcı gücü, rejime karşı olan
kamuoyunun gücünü yansıtmaktadır.

En büyük baskılar ve ileri teknikler, mutlak "güdümlü" bir kamuoyu yaratamamaktadır. Ama çağdaş
rejimler içinde bu konudaki en büyük başarıyı Lenin ve Hitler sağlamıştır.

Marx şöyle diyordu: "Gerçek baskıyı, ona bir baskı bilinci katarak daha da sertleştirmeli ve onun
utancını ilan ederek daha da utandırıcı kılmalı". Lenin bu noktadan hareket ederek, her alanda siyasal
ifşaatlar ve suçlamalar yapılmasını istemişti. Leninci propagandacı, günlük sorunlardan hareket ederek
hep onu sistemin temeldeki bozukluğuna bağlıyordu, işsizlikten savaşa, bir grevden piyasadaki
durgunluğa kadar her sorun kapitalist sistemin bozukluğuna ve onun gerisindeki sınıf çatışmasına
bağlanabilirdi.

Bu birinci aşama ile kitlelerin hazırlanmasından sonra, sıra sloganlara geliyordu: "Toprak ve Barış",
"Ekmek, Barış, Özgürlük" ya da "Tüm iktidar Sovyetlere" gibi. Önemli olan, bu sloganlara takılıp
kalınmamasıydı. Çünkü zaman içinde o sloganın anlamı kalmayabilir, hatta tersi savunulabilirdi.
Örneğin 1917 Devrimini hazırlayan ortam içinde ve belirli bir aşamada iktidarın Sovyet olarak
adlandırılan halk kurullarında olması istenmişti. Ama Sovyetlerde egemen olan partiler, karşı-devrimci
burjuvazi ile işbirliği yapmaya başlayınca, artık o sloganın unutulması gerekiyordu.

Troçki, Leninci propagandayı şu sözlerle savunmaktaydı: "Bizi, kamuoyunu yaratmakla suçluyorlar.


Bu doğru değil. Biz yalnızca kamuoyunu formüle etmeyi deniyoruz."

Leninci propaganda, sadece yetiştirilmiş propagandacıları değil, aynı zamanda yetiştirilmiş


kışkırtıcıları da kullanıyordu. Propagandacının görevi, bir kişiye ya da küçük bir gruba birçok
düşünceyi, bir ideolojinin temellerim iletmekti. Kışkırtıcı ise, tek bir düşünceyi ya da küçük bir düşünce
grubunu büyük bir kitleye götürmekle yükümlüydü. Kapitalist sistemin çelişkilerinin yarattığı somut bir
haksızlıktan hareket eden kışkırtıcı, hoşnutsuzluk yaratmaya, bu açık haksızlığa karşı kitleyi harekete
geçirmeye çalışacaktı. O haksız durumun ideolojik açıklamasını yapma görevi ise propagandacıya
aitti. Propaganda ve kışkırtmanın arkasından da örgütlenme gelmeliydi.

Komünist Enternasyonalin ikinci kongresinde, partili milletvekillerine şu hatırlatma yapılmıştı: "Partili


her milletvekili diğer milletvekilleriyle ortak bir dil bulmaya çalışmakla değil, partinin kararlarını
uygulamak için düşman içine yollanmış bir kışkırtıcı olmakla görevlidir." Komünist milletvekilleri yasa
tasarıları kabul edilsin diye değil, propaganda ve kışkırtma aracı olmak için hazırlanmalıydı.

Leninci propaganda, kamuoyunu komünist partisinin üst düzey yöneticilerinin görüşleri


doğrultusunda oluşturmaya çalışır. Doğrunun ne olduğuna orada karar verilir ve kamuoyu da o
çerçevede oluşturulur. Ama bu çerçeve daraldıkça hoşnutsuzlukların artması, sonunda da parti içinde
büyük temizliklerin yapılması kaçınılmaz olur. Parti yönetiminin ya da o yönetime egemen olan tek bir
kişinin izlediği siyaset gereği, bazı durumlarda tarihsel gerçekler bile saptırılmıştır.

Çağdaş siyasal propaganda tekniklerinin gelişmesine en büyük katkıyı Hitler ve Göbbels'in yaptığını
söyleyebiliriz, ikisi de tekilci bir toplum yaratmak amacıyla kullanılsa da, Leninci ve Hitlerci
propagandalar arasında büyük farklar vardır. Kullandıkları araçları bile farklı amaçlar için
kullanmaktadırlar. Lenin "Toprak ve Barış" sloganını kullanırken, gerçekten de toprağın
paylaştırılmasını ve savaşın sona erdirilmesini öneriyordu. Oysa Göbbels, Alman halkının "Hıristiyan
uygarlığını savunmak için" savaştığını söylerken, bunun gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktu. Leninci
sloganlar akılcı ve somut bir temele dayanırken, Hitlerci sloganların tek amacı duygulara ve
heyecanlara hitap etmekti, halkta kin ve kudret arzusu yaratmaktı.

Göbbels propagandaya kitlesel bir boyut kazandırmıştı. Onun öğütlerine uyan Hitler, Alman halkına
şöyle diyordu: "Radyolarınızın düğmelerini sonuna dek çevirin, pencerelerinizi ardına kadar açın!"

Mussolini, çağdaş insanın hayret verecek kadar inanmaya hazır bir yaratık olduğunu söylüyordu.
Hitler ise bu konuda daha da ilginç görüşlere sahipti: "Halk büyük çoğunluğuyla kadınsı bir ruh haline
sahiptir. Düşünceleri ve davranışları, akıl yürütmenin ürünü olmaktan çok duygularının yarattığı
izlenimlerin ürünüdür. (...) İktidara geldiğimiz zaman, her Alman kadının bir kocası olacaktır."

Hitler için propaganda amacıyla kullanılan temalar önemli değildi ve sık sık değişebilirdi. Önemli
olan halkı harekete geçirmekti. Bu amaçla bilinçlerden çok bilinç altlarına sesleniliyordu. Bütün
gösteriler inceden inceye düzenleniyor, hiçbir şey rastlantıya bırakılmıyordu. Hitler, "garip bir irade"nin
kitlelere egemen olması için en uygun zamanın akşam saatleri olduğuna bile dikkat etmiş ve bunu
kullanmıştı.
Hitlerci propaganda kesintisizdi. Hitler ve partisi her yerde hazır ve nazırdı. Sokakta, işyerinde,
evlerde ve hatta yatak odalarının duvarlarında. Gazeteler, radyo ve televizyon sürekli biçimde aynı
şeyleri yineliyordu. Rus yazarı Çakotin'in de dediği gibi, bireylerin bilinç altlarına şu mantık
yerleştiriliyordu: "Hitler tek ve gerçek güç demektir. Madem ki herkes Hitler'le beraber, sokaktaki insan
olarak ben de, eğer ezilmek istemiyorsam onunla birlikte olmalıyım." Gene Çakotin'e göre; Pavlov'un
zil sesini duyunca ağzı sulanan köpek deneyinde olduğu gibi, kitlelerde koşullu refleksler
geliştiriliyordu.

Hitlerci propagandanın temel ilkelerinden birisi, halka düşünme fırsatı bırakmamaktı. Halk
düşünmemeli, kendisi yerine düşünülenleri duygularıyla benimsemeliydi. Bir gün Yahudi sorunu, bir
gün komünist barbarlığı, başka bir gün dış sorunlar gündeme geliyordu. Bu konulardan birisiyle ilgili
propaganda aniden durabilir ve beklenmedik bir anda yeniden başlayabilirdi.
Hitlerci propaganda halkın Hitler'i sevmesini değil, ondan büyülenmesini, onun elinde bir araç, bir
robot olmasını sağlıyordu.

c) Geri Kalmış Ülkelerde Kamuoyu

Geri kalmış ülkelerin yapısal özelliklerinin, etkin ve yaygın bir kamuoyunun varlığını olanaksız
kıldığını söyleyebiliriz. Nüfus çoğunluğunun kırsal bölgede ve birbirinden kopuk birimler halinde
yaşaması; kitle iletişim araçlarının yetersizliği; okuma-yazma oranının ve genel olarak eğitim düzeyinin
çok düşük oluşu; birçoğunda daha bir dil birliğinin bile bulunmayışı; toplumsal gruplaşma ve
örgütlenmelerin zayıflığı gibi özellikler, bu sonucun doğmasında büyük rol oynamaktadır.

Bağımsızlığını yeni kazanmış olan birçok Asya ve Afrika ülkesinde henüz bir ulusal bütüne ait olma
bilinci doğmamıştır. Geleneksel toplumdaki kabile türü içe dönük yaşam biçimini sürdürmektedir.
Bireyin ilgisi ve bilgisi kabilesinin sınırlarını çok nadiren aşabilmektedir. Kentlerde oturan azınlık bile,
çoğunlukla etnik ve dinsel gruplara bölünmüş olarak birbirlerinden kopuktur. Çoğunlukla bir dil ve inanç
birliğinin bile bulunmayışı, kültür birliğini ve ulusal düzeyde kamuoyu oluşturulmasını
olanaksızlaştırmaktadır.

Böyle bir yapıda, radyo ve televizyon benzeri kitle iletişim araçları yaygınlaşsa bile, kamuoyunun
oluşumunda ilk adım demek olan bilgilerin kitlelerce alınıp değerlendirilmesi çok zordur. Eğitim
düzeyinin düşüklüğü, kitle iletişim araçlarıyla iletilmeye çalışılan bilgilerin yorumlanarak kitlelere
aktarılması görevini gene de çok küçük bir okumuş azınlığa bırakacaktır. Birbirinden kopuk etnik
gruplaşmaların egemen olduğu bir yapıda, kamuoyunun oluşumundan çok, geleneksel önderler
tarafından güdümlü kılınması söz konusu olabilir. Örneğin parti tercihleri kişiden kişiye değil, köyden
köye, kabileden kabileye, mezhepten mezhebe değişir. Geleneksel yapının bozulmadığı, işbölümünün
ve farklılaşmanın yeterince gelişmediği bu gibi toplumlarda, çağdaş anlamda çıkar ve baskı gruplarıyla
siyasal partiler de olamaz. Oysa kamuoyunun oluşumu açısından bu tür gruplaşma ve örgütlenmelerin
rolü büyüktür. Geri kalmış ülkelerin çoğunda tek partili sistemlerin ve askeri diktatörlüklerin ağır
bastığını görüyoruz. Geri kalmış ülkelerin yapısal özelliklerinin sonucu olan bu durum da, etkin bir
kamuoyunun oluşumunu engelleyici bir rol oynamaktadır.

Ülke geliştikçe kentleşme oranı artmakta, eğitim düzeyi yükselmekte, etnik bölünmelerin yerini
toplumsal işbölümünün yarattığı bölünme ve örgütlenmeler almakta, kitle iletişim araçları gelişmekte,
kamuoyunun etkinliği artmakta ve rejim demokratikleşmektedir. Geleneksel yapı tekilci ve baskıcı
rejimleri kolaylaştırırken, yapının çoğulcu yönde değişmesi ile birlikte daha uyanık ve hareketli bir
kamuoyu doğabilmektedir.
İKİNCİ KISIM
Siyasal Katılma ve Seçimler

Yurttaşların, devletin çeşitli düzeylerdeki karar ve uygulamalarını etkileme eylemlerine siyasal katılma
diyoruz. Mahalle ya da köy yöneticisinden devleti yönetenlere kadar, çeşitli düzeylerde yapılan
seçimler, siyasal katılma olgusunun yalnızca bir bölümünü oluştururlar. Çağdaş demokrasilerin
gelişmişliği, siyasal katılmanın yaygınlığı ve etkinliğiyle ölçülür olmuştur.

1. SİYASAL KATILMA

Yurttaşların siyasal yaşama nasıl ve ne ölçüde katıldıkları ile neden katıldıkları sorularını ayrı ayrı
incelemekte yarar var. Eski Yunanın doğrudan demokrasisinden günümüzün sanayi demokrasisine
gelinceye değin, siyasal katılmanın sadece biçimi ve düzeyi değil, aynı zamanda itici nedenlerinde de
önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır.

a) Katılmanın işlevi, Biçimi ve Düzeyi

Halkın siyasete katılması, "Halk Egemenliği" kavramının yaygınlaşması ve meşruluğun ölçütü


olmasıyla gelişti. Günümüzde bir rejimin demokratikliği, halka tanıdığı siyasal katılma olanakları ile
ölçülür hale geldi.

Siyasal katılmanın amacı ve işlevinin ne olduğu sorusunun tek yanıtı yoktur. Siyasal katılmanın
-rejimden rejime önem sıralaması değişen- birçok işlevi bulunduğu gibi, siyasal katılmanın kendisi de,
araç olmanın yanı sıra aynı zamanda bir amaçtır. Hiçbir sonuç vermese bile, katılma yollarının açık
bulunması, toplumsal gerilimi azaltıcı, yurttaşlık duygularını güçlendirici bir etki yapar.

Siyasal katılmanın işlevlerinin başında, siyasal yöneticilerin ve toplumsal istemlerin belirlenmesi


gelir. Birçok kez bu iki işlev iç içe girmiş olmakla beraber, sınırlı bir demokrasinin tercih edildiği
durumlarda, siyasal katılma ile seçimleri eşdeğerli tutma eğilimi vardır. Seçim yolunu açık tutmakla
birlikte, halkın sorunlarını ve eleştirilerini dile getirme olanaklarını kısan rejimler, bir tür seçkinler
yönetimini istiyorlar demektir. Halkın kendisini yönetecekleri seçmesi, ama gerisine karışmaması
gerektiğine dayalı bir mantık, çağdaş demokrasiye ters düşer.

Çağdaş demokrasiler, katılma olanaklarını sanayi kuruluşlarına ve özerk kurumlara kadar


uzatmaktadırlar, işçilerin işletmelerin, öğretim üyelerinin ve hatta öğrencilerin üniversitelerin
yönetimine katılmaları uygulamaları çoğalmaktadır. Ekonomik demokrasi olarak da adlandırılan birinci
uygulamanın amacı, verimliliği arttırmak ve yabancılaşmayı gidermektir. Siyasal katılma, çeşitli toplum
kesimlerine temsil olanağı sağlayarak, toplumda belirli bir dengenin ve uzlaşmanın oluşumunu
kolaylaştırır. Katılım olanakları değişik bir biçimde arttıkça, toplumdaki güçler dengesinin siyasete
barışçı yollardan yansıması ve siyasal istikrarın artması doğaldır. Eğer toplumdaki bazı kesimler yeterli
katılma olanaklarına sahip değilseler bir "katılma bunalımı" doğar. O toplum kesimleri, kendilerine
güçleri oranında etkin olma fırsatı tanımayan sisteme karşı çıkarlar. Batı Avrupa'da 1848 işçi
ayaklanmaları bu tür bir katılma bunalımının ürünüydü. Oy hakkının genişletilmesi, sendikal hak ve
özgürlüklerin sağlanmasıyla bunalım atlatıldı. Rejime karşı olan toplum kesimleri, rejimin temel
güvencelerinden birisi durumuna geldiler.

Siyasal katılma, sistemin barışçı yollardan zaman içinde değişmesine olanak tanırken, aynı
zamanda karşı güçleri sistemle bütünleştirmiş ve bir anlamda sistemi de güçlendirmiş olur. Siyasal
sistemin ve toplumsal düzenin, değişen koşullara göre kendilerini yenilemelerine olanak verir.
Faşist ve komünist rejimlerdeki siyasal katılmanın işlevi ve amacı ise farklıdır. Bu gibi rejimlerde,
temsil ve dile getirmeden çok, resmi ideolojinin ve yöneticilerin onaylanmasıyla, halkı belirli yönde
harekete geçirme, "seferber etme" söz konusudur. Rejimin başarısı, bu işlevin yerine getirilmesine
bağlıdır.

Kuşkusuz ki, tüm yurttaşlar siyasal yaşama aynı ölçüde katılmazlar. Amerikalı siyasal bilimci R. A.
Dahl, katılmanın dört boyutta incelenebileceğini savunuyor: İlgi, önemseme, bilgi ve eylem. Siyasal
olayları izleme derecesi "ilgi"yi, onlara verilen önem derecesi "önemseme"yi, onlarla ilgili olarak sahip
olunan veriler de "bilgi"yi gösterir. Siyasal kararları etkilemek için gösterilen çabalar "eylem" dir. Deniz
Baykal'ın önerdiği üçlü sınıflandırma ise daha sade ve açıktır. Siyasal olayları izleme, onlar hakkında
tutum takınma ve onların içine karışma. Böylece siyasal olayları izlemeden başlayıp, onları etkilemeye
yönelik eylemlere kadar uzanan bir siyasal katılma yelpazesi oluşmaktadır. Yurttaşların ne kadarının
hangi boyutta katıldığını saptamak, gerek siyaset bilimi açısından, gerekse ülkeyi yönetenler ve
yönetmek iddiasında olanlar için önemlidir.

Katılma düzeyleriyle ilgili farklı ve daha ayrıntılı sınıflandırmalar da yapılabilir. Ama hangi
sınıflandırma söz konusu olursa olsun, ilk ve en önemli kesimi, siyasal sürece hiçbir biçimde
katılmayanlar oluştururlar. Bunlar alınan ve alınacak siyasal kararlara hiçbir biçimde ilgi duymadıkları
için, onları önemsemeleri, o konularda bilgi edinmeleri ve eyleme geçmeleri de söz konusu değildir. Bu
kesimin toplum içindeki oranının büyüklüğü çeşitli biçimlerde yorumlanabilir. Siyasal ilgisizlik, koyu bir
cehaletten ya da umutsuzluktan kaynaklanabileceği gibi, özellikle ABD gibi yaşam düzeyinin çok
yüksek olduğu toplumlarda, toplumsal-ekonomik ciddi sorunları bulunmayan orta sınıflardan da
kaynaklanabilir. Siyasete ilgisizliğin nedenini oluşturan olumsuz etkenleri değiştirmek için çaba
göstermek yararlıdır. Ancak, siyasal yaşama tamamen ilgisiz kitleleri zor kullanarak sandık başına
götürmeye çalışmak konusunda aynı şey söylenemez. Oy kullanmanın yasal zorunluluk haline
getirildiği yerlerde, bazı kitleler, ilgisiz ve bilgisiz olduğu konularda ve tamamen güdümlü biçimde
kullanılmış olmaktadır. Böyle bir durum sağlıksızdır ve çoğunlukla da, tutucu bir yönde etkisi olacağı
düşünülerek planlanmaktadır.

Katılma düzeylerini değerlendirirken, onların da kendi içlerinde derecelendirildiklerini unutmamalıyız.


Örneğin siyasal ilgi, olayları radyo ve televizyondan izlemekle sınırlı olabileceği gibi, yazılı basını
izlemeye, bu konudaki ayrıntılı haber ve yorumları okuyarak bir sonuç çıkarmaya, belirli çevrelerde
onları tartışmaya kadar da uzayabilir. Siyasal eylem, sadece oy vermekle sınırlı kalabileceği gibi,
partilerin toplantılarına katılmaya, onlara üye olmaya, orada etkin görevler almaya, partinin adayı
olmaya kadar da gidebilir.

Siyasal katılmanın yasal olmayan biçimleri de vardır. Yasadışı örgütlere ilgi duymak, onların üyesi
veya yöneticisi olmak, gizli toplantılara katılmak, yasaklanmış afiş asıp bildiri dağıtmaktan başlayıp
silahlı mücadeleye kadar uzanan eylemlere girişmek, hep bu çerçevede değerlendirilebilir. Yasadışı
siyasal katılma biçimleri, rejimin katılığından ve baskılardan kaynaklanabileceği gibi, belirli düşünce ve
çıkar gruplarının toplumdan destek görmemelerinden, yasal yollardan etkili olamamalarından da
kaynaklanabilir. Barışçı yollardan sağlanamayan etkinin yasadışı yollardan sağlanmasına çalışılması,
aynı zamanda bir umutsuzluğun ifadesi olabilir.

b) Katılmayı Belirleyen Etkenler

Siyasal katılma da, birçok çapraz etkenin ürünü olarak ortaya çıkan bir tutumdur. Bireysel
olanlardan başlayarak bu etkenleri şöylece sıralayabiliriz: Yaş ve cinsiyet, aile, eğitim, meslek, gelir,
yerleşme biçimi.
Yaş etkenini "Siyaset Bilimi" kitabında uzun uzun incelemiştik. Çeşitli araştırmalar, siyasal katılma
eğiliminin orta yaş gruplarında diğerlerine oranla daha yüksek olduğunu gösteriyor. Gençler bunalımlı
dönemlerde, iç ve dış önemli sorunların gündemde olduğu ortamlarda yüksek oranda siyasal katılma
eğilimi içine girdikleri halde, bunu izleyen dönemlerde ilgilerinde azalma olabiliyor. Bu durum, özellikle
yüksek öğrenim yapan gençlerde belirgindir. Gençlere umut verebilen yönetimler, onlardaki enerjiyi
çok yapıcı bir katılımla değerlendirebilmektedir.
Kadınların siyasete duydukları ilginin erkeklerden daha az olduğunu da daha önce görmüştük.
Özellikle çocuk doğurma işlevinin kadında oluşu, onu ev işlerine yönlendirmektedir. Böylece de,
siyasal olayların onun ilgi alanı dışına taşması doğallaşmaktadır. Bu durumun doğal sonucu, kadının
siyasal katılımının erkeğine bağımlı hale gelmesidir. İlgisinin az olduğu ya da hiç bulunmadığı bir
alanda, kadın erkeğinin yaptığı tercihi fazla düşünmeden ve önemsemeden kabul edebilmektedir.
Ailenin çocuğun eğitiminde ve dolayısıyla da temel tutumlarının oluşumundaki önemli rolünü
biliyoruz. Özellikle siyasal ilgi düzeyinin yüksek olduğu ailelerde, çocuğun da ailesinin eğilimlerinden
etkilenmesi doğaldır. Anne ve babanın eğitim düzeylerinin yüksek olduğu ailelerde bu etkinin daha
belirgin olması beklenebilir. Ama tersi durumlarda ve özellikle de çocuğun yüksek öğrenim yapması
halinde, çocuk üzerindeki aile etkisi azalacaktır.
Gözlemler, gelir düzeyi ile siyasal katılma eğiliminin doğru orantılı olduğunu ortaya koyuyor. Gelir
düzeyi yükseldikçe siyasal olaylara ilgi artarken, en düşük gelir gruplarına gidildikçe bu ilgi tamamen
yok olabiliyor. Yoksul sınıfların temsiline yönelik siyasal partilerin bulunmadığı durumlarda, bütün
partilerin yöneticileri, yasama ve yürütme organının üyeleri, üst ve orta gelir düzeyindekilerle sınırlı
kalabiliyor.
Siyasal katılma eğiliminin doğru orantılı artıp ya da eksildiği bir başka değişken de eğitim düzeyidir.
Eğitimin, kişilerin siyasal olaylarla ilgili bilgi edinmelerini, o bilgileri yorumlamalarını, kendi toplumsal
durumları ve sorunlarıyla bağlantısını kurmalarını kolaylaştırdığı ölçüde siyasal katılma eğilimlerini
arttırması doğaldır. Ama eğitim düzeyinin büyük ölçüde gelir düzeyine bağımlı olduğu da
unutulmamalıdır. Alt gelir grupları aynı zamanda düşük bir eğitim düzeyinde bulunduklarından, onların
siyasete ilgisizliklerinin bu iki etkenin ortak ürünü olduğu söylenebilir.
Meslek, bir anlamda parayı kazanma biçimidir. Ne var ki, aynı gelir düzeyinde olanlar arasında bile,
siyasal katılma eğilimi mesleklere göre farklılıklar gösterebilmektedir. En etkin siyasal katılmanın
genellikle serbest meslek gruplarında görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu arada iş çevresi de siyasal
katılma açısından önem taşıyabilmektedir. Eğitim düzeyinin düşük olduğu, aile etkisinin azaldığı
durumlarda, iş çevresinin etkisi artmaktadır.
Büyük kentte, kasabada ya da köyde oturan insanların siyasal yaşama aynı biçimde ve özellikle de
aynı düzeyde katılmadıklarını biliyoruz. Büyük kentteki katılma daha bağımsız ve daha bilinçli iken,
kırsal kesimdeki katılma çoğunlukla bağımlıdır. Bunda eğitim düzeyinin de rolü olmakla birlikte,
toplumsal ilişkilerin ve genel olarak toplumsal ortamın etkisi daha fazladır. Küçük yerleşme
birimlerindeki aile ilişkileri ve dayanışma bir yandan, bazı durumlardaki ağa ve benzeri toplumsal
güçlerin etkisi öte yandan, kişinin bağımsız katılımını zorlaştırmaktadır. Türkiye'de her zaman kırsal
kesimdeki seçime katılma oranının kentsel kesimlere göre yüksek oluşu da bu nedenden
kaynaklanmaktadır. Kırsal kesimdeki kitle, kamuoyu önderlerinin gösterdiği yönde, güdümlü olarak
harekete geçirilebilmektedir. Ama bu durumun, köydeki toplumsal-ekonomik yapıya bağlı olarak
değişebileceği unutulmamalıdır.
Siyasal katılma açısından özel bir durum, etnik ya da dinsel "azınlık grupları"yla ilgilidir. Dayanışma,
kendini ve benzerlerini çoğunluğa karşı savunma duygusu, bu gibi grupların siyasal yaşama daha çok
katılmalarında rol oynamaktadır. Üstelik siyasal yaşama yalnız daha çok katılmakla kalmamakta, aynı
zamanda aynı yönde katılma eğilimi taşımaktadırlar. Bu nedenle de, siyasal yaşamda toplumdaki
oranlarının üstünde bir ağırlık kazanabilmektedirler. Fransa'daki Ermeni, ABD'deki Yahudi azınlığım
örnek olarak verebiliriz. Azınlık grubunun ekonomik gücü ve eğitim düzeyi yükseldikçe, söz konusu
etki de doğal olarak artar.
Katılmada rol oynayan saydığımız bu değişkenler, birey üzerinde aynı yönde etki yapıyorsa, güçlü
bir siyasal katılım beklenebilir. Ama ters yönde etkilerin birbirlerine yakın düzeyde olduğu durumlarda,
hangi yönde davranacağını bilemeyen birey, kararsızlığa sürüklenip katılmamayı yeğleyebilir. Örneğin
sandık başına gitmeyen seçmenlerin bir bölümü ilgisizlikten böyle davrandığı gibi, bir bölümü de karar
vermekte zorluk çektiği için oy vermemeyi tercih etmektedir.
Konuyu kapamadan önce, bireyi siyasal katılmaya iten ya da ondan alıkoyan ruhsal ve kişisel
nedenlere değinmekte yarar var: Siyasal katılma, bireye toplumda daha etkili olabilme olanağı sağlar.
Bu etki, örneğin iktidar partisinin bir üyesi olmanın sağladığı olanaktan, ülkenin bir üst düzey yöneticisi
olmanın sağladığı olanaklara kadar uzanır. Siyasal katılma, bireye bazı ekonomik olanaklar da
sağlayabilir. Bu, belirli görevlere gelmek biçiminde olabileceği gibi, temsilcisi olduğu kesimlerin
çıkarlarını kollamak biçiminde de olabilir. Hatta iktidar olanaklarını kişisel çıkar amacıyla kullanmak
biçiminde de ortaya çıkabilir. Siyasal katılma, aynı zamanda inandığı, doğru bildiği bir davaya ya da
toplumuna hizmet fırsatıdır. Tüm bu etkenler, katılmayı özendirirler.
Siyasal katılmanın bireye somut bir doyum sağlayamaması; yeterince etkili olduğu izlenimini
verememesi; katılıp katılmamanın bir şeyi değiştirmeyeceğine inanılması durumlarında ise, katılma
eğilimleri körelir.
2. SEÇİM SOSYOLOJİSİ

Seçim, ülkeyi yönetecekleri, kitleleri temsil edecekleri belirlemede başvurulan bir yoldur. Nasıl ki,
yöneticilerin kalıtımla ya da zor kullanarak belirlenmesi de başka bir yoldur. Halkın alanlarda toplanıp,
ülkeyi ilgilendiren kararları doğrudan aldığı eski kent demokrasilerinde bile, yöneticilerin kurayla ve
sırayla belirlenmesinin yanı sıra, bazı durumlarda seçime başvuruluyordu. Nüfus artışı, sorunların
karmaşıklaşıp uzmanlık gerektirmesi ve yurttaşların siyasal konulara ayıracak zamanlarının azalması
sonucu doğrudan demokrasi olanaksızlaştı. Halkı temsil edecek, halk adına ülkeyi yönetecek
aracıların seçimi zorunlu hale geldi. Böylece ülkeyi, çoğunluk adına bir azınlığın yönettiği doğrudur.
Ama yönetime gelme yolunun tüm toplum kesimlerine açık olması koşuluyla, bu durumun
demokrasiyle bağdaşmadığı öne sürülemez.

a) Oy Vermede Rol Oynayan Etkenler

Genel olarak siyasal katılımı etkileyen koşullar, katılımın bir biçimi demek olan seçimleri de
etkilerler. Gene de, seçimlere katılmanın ve verilen oyun yönünün belirlenmelinde rol oynayan
etkenleri ayrıca incelemekte yarar var. Seçimlerin özellikle çoğulcu rejimler açısından taşıdığı önem,
seçim sosyolojisinin, siyaset biliminin hızla gelişen ve üzerinde çok araştırma yapılan bir dalı olması
sonucunu doğurmuştur.
Lipset ve Lazarsfeld, sandık başına gidip gitmemekle ilgili olarak dört genel eğilimden söz ediyorlar:
(1) Hükümetin izlediği siyaset, bir toplumsal grubun çıkarlarını ne kadar yakından etkiliyorsa, o toplum
kesimindeki oy verme eğilimi o kadar çok artar. Kamu görevlileri bu konuda örnek gösterilebilir. Çünkü
iktidara gelenler, bir bakıma kamu görevlilerinin işvereni olmaktadırlar. (2) Hükümet kararlarının
kendisiyle ilgili sonuçları konusunda bir toplum kesimi ne kadar çok bilgi sahibiyse, o toplum
kesimindeki oy verme eğilimi o kadar artar. Hükümet kararlarının yaratacağı sonuçların açık olup
olmaması; toplum kesimlerinin onları kavrayabilmeleri için gerekli eğitim ve deneyim düzeyleri; o
toplum kesimindeki bireylerin birlikte değerlendirme yapma olanağına sahip bulunup bulunmamaları
(sanayi işçisi ile ev hizmetçisinin farkı) gibi koşullar bu konuda belirleyici olurlar. (3) Bir toplum kesimi
üzerinde, siyasal katılım yönündeki baskılar ne kadar fazlaysa, o toplum kesimindeki oy verme eğilimi
o kadar artar. Ama bu baskıların birey üzerindeki etkisi, bireyin üyesi olduğu toplum kesimiyle olan
ilişkilerinin yoğunluğuna bağlıdır. Yani gecekondulu, yeni göçmen sandık başına gitmek için fazla bir
istek duymayabileceği gibi, henüz toplumsal ilişkileri yoğunlaşmamış bir genç ya da toplumsal ilişkileri
giderek çok azalmış bir yaşlı da genellikle aynı durumdadır. (4) Daha önce de belirttiğimiz gibi, grup
üzerindeki baskılar aynı yönde olduğunda katılma eğilimi artarken, zıt yönlerde olduğu zaman katılma
eğilimi azalır.
Elbette ki oy verme kadar, verilen oyun yönü de önemlidir. Kimler siyasal-toplunsal-ekonomik
düzende değişiklik yanlısıdırlar, daha eşitlikçi bir düzen için sol partilere oy verirler. Kimler kurulu
düzenin korunmasını isterler, sağ partilere ve adaylara yönelirler. Eğer bütün seçmenlerin oylarını
tamamen çıkarlarını hesaplayarak, bilinçli olarak kullanmaları söz konusu olsaydı, gelir düzeyleri
düşük olan toplum kesimlerinin sola, gelir düzeyleri yüksek olanların ise sağa oy vermeleri gerekirdi.
Oysa seçmen davranışları her zaman akılcı ve tutarlı değildir.
Seçmen davranışlarını ekonomik çıkar dışında etkileyen koşullara değinmeden önce, oy ve gelir
düzeyi arasındaki bağlantının sanıldığından daha karmaşık olduğunu belirtmek zorundayız. Önemli
olan gelir düzeyi değil, kişinin beklentileri ile gelir düzeyi arasındaki farktır. Umduğu ya da hak ettiğini
düşündüğü ile bulduğu arasındaki bu farktır ki, kişiyi durumundan memnun olmaya veya olmamaya
iter. Dağdaki çoban sahip olduğundan daha fazlasını beklemiyor ve tüm umudunu öte dünyaya
saklıyorsa sağcı olabilir. O çobanın yüz katı geliri olduğu halde, daha fazlasını hak ettiğini, hak
etmeyenlerin daha fazlasına sahip bulunduğunu düşünen bir mühendis de solcu olabilir.
Oy verirken seçmeni çıkarı dışında etkileyen dört nedenden söz edebiliriz: Güvenlik isteği, saygınlık
isteği, duygusal bağlılık, dinsel ve siyasal inançlar.
Güvenlik isteği, kişileri istikrar arayışına ve dolayısıyla tutuculuğa iter. Düşük, ama düzenli geliri olan
bazı toplum kesimlerinin sağcı partileri desteklemesi bundandır. toplumda yeterince saygı görmeyen,
ayrım uygulanan, bazı durumlarda ikinci sınıf yurttaş olduğu izlenimine kapılan etnik ya da dinsel
kökenli azınlık grupları genellikle ilerici, değişimden yana tutum takınırlar. Gelir düzeylerinin göreli
yüksekliği bile bu eğilimi çoğunlukla değiştirmez.
Duygusal bağlılık bir partiye veya bir öndere yönelik olabilir. Zamanla ya kendisinin ekonomik
koşulları ya da partinin doğrultusu değiştiği halde bu duygusal bağlılık etkisini sürdürebilir. Önderin
veya o partinin başarısı, o kişiye, tuttuğu takımın kazanmasına benzeyen ruhsal bir doyum sağlar.
Dinsel ve siyasal inançlara bağlılığın da benzer bir durum yarattığını söyleyebiliriz. Bazı kişiler
maddesel çıkarlarından çok inançlarına, ülkülerine önem verebilirler. Bu durum, maddesel çıkar
konusundaki bir umutsuzluktan, umudu öte dünyaya ya da yeni bir düzene bağlamaktan doğabileceği
gibi, maddesel koşullar açısından bir sıkıntı olmamasından da kaynaklanabilir. Kişi doyumu, kendisiyle
aynı inancı paylaşanlarla bir arada olmaktan, onlarla dayanışmaktan ve inançlarının başarısından
sağlar.
Bu genel açıklamalardan sonra, "oy "un yönünün belirlenmesinde rol oynayan daha somut
değişkenlere ve seçim sosyolojisi çalışmalarının bunlarla ilgili verilerine geçebiliriz

(1) Tarıma dayalı yarı-kapalı geleneksel toplumdan, endüstriye dayalı açık çağdaş topluma
geçildikçe, oy vermedeki yöresel ve bölgesel etkiler azalmakta, toplumsal sınıfların etkisi artmaktadır.
Bu yeni toplumsal ilişkiler için de kişinin yükselme olanakları ne kadar çoksa, tutucu eğilimler o ölçüde
güçlenmektedir. Kişinin içinde bulunduğu koşulları iyileştirme umutlarının azlığı ölçüsünde ise, düzen
değişikliği istekleri gündeme gelmektedir. Aynı şekilde, toplumdaki eşitsizlikler arttıkça sınıf bilinci
güçlenmekte, genel olarak siyasal katılma ve özel olarak da yapılan siyasal tercihin sola kayması
olasılığı yükselmektedir.
(2) Sanayileşmenin ilk aşamalarında kitleler yaşam koşullarının iyileşmesinden etkilenip
tutuculaşabilmektedirler. Ama zamanla kendi koşulları ile diğer toplum kesimlerinin koşullarının
karşılaştırılması önem kazanmaktadır. Kendi koşulları iyileşirken başkalarının koşulları çok daha hızla
iyileşiyorsa, bu durum hoşnutsuzluk yaratabilmektedir. Türkiye'de, gecekonduya, ilk gelenlerin, şimdiki
durumlarını köydeki koşullarla karşılaştırarak sağ partilere oy vermeleri, zaman geçtikçe
hoşnutsuzlaşıp sola kayma eğilimi göstermeleri bu açıdan yorumlanabilir. Nasıl ki, 1950'yi izleyen
yıllarda, kamu görevlilerin gelirlerinin diğer toplum kesimlerine göre daha az artması, onların oylarının
sola kaymasında rol oynamıştır.
(3) Gelir dağılımındaki payı azalan esnaf-zanaatkâr kesiminde faşist ve gerici eğilimler gelişmeye
başlamaktadır. Türkiye'de yapılan araştırmalar, dine dayalı akımların da başlıca desteğinin bu toplum
kesiminden kaynaklandığını göstermektedir.
(4) Sanayileşmenin ve kentleşmenin arttığı yörelerde sol oylar artarken, geleneksel toplum
yapısının değişmediği ya da çok az değiştiği yörelerde durum tersine olmaktadır. Geleneksel yapı
içinde egemen olan toprak ağaları, şeyhler ve benzeri güçler, kendilerine bağımlı kitlelerin oylarını
istedikleri yönde harekete geçirebilmektedirler.
(5) Güncel önemli olaylar, özellikle kararsız seçmenlerin oyları üzerinde etkili olabilmektedir.
Örneğin şiddet olaylarının artışının yarattığı korku, genellikle tutucu eğilimleri güçlendirmekte, arayış
içinde olanları istikrara, güçlü görünene itmektedir.

b) Seçme ve Seçilme Eşitliğini Bozan Nedenler

Bir siyasal rejim, ülkedeki toplumsal güçler dengesinin siyasal iktidara doğru yansıyabilmesi
ölçüsünde sağlıklıdır. Bazı toplum kesimleri siyasal iktidara güçlerinden fazla, bazıları ise güçlerinden
az etki yapabiliyorlarsa, siyasal bunalım kaçınılmazdır. Seçim, toplumsal güçler dengesinin siyasal
iktidara yansımasının barışçı bir yoludur. Güç ve çıkar dengesinin yansımasındaki çarpıklıklar arttıkça
bunalımlar da büyür. Seçmen iradesinin doğru yansımasını, seçme eşitliğini bozan engelleri bu açıdan
değerlendirmek gerekir.
Seçme eşitliğini bozan engelleri, birbirleriyle bağlantılı olmakla birlikte, hukuksal, toplumsal ve
ekonomik olarak üçe ayırarak inceleyebiliriz.
Seçme eşitliğini bozan engellerin başında, herkesin oy hakkına sahip olamaması ya da herkesin
eşit oy hakkına sahip olamaması gelir. Özellikle geçen yüzyılın ilk yarısında en çok başvurulan
kısıtlama servet ve cinsiyetle ilgiliydi. Ancak varlıklı olan ve devlete belirli düzeyde vergi veren
yurttaşlara oy hakkı tanınıyordu. Bazı durumlarda özel bir "seçmen vergisi" söz konusuydu. Ama
görünüm ne olursa olsun, amaç dar gelirli ve yoksul kitleleri siyasal katılımın dışında tutmaktı. Örneğin,
Osmanlı Imparatorluğu'nda yapılan 1877 seçimlerinde de, seçebilmek için devlete "bir miktar vergi"
vermiş olmak, seçilebilmek içinse "az çok emlak sahibi olmak" gerekiyordu.
Çoğu kanlı mücadelelerle Batı Avrupa'da oy üzerinde ki servet kısıtlamasının sınırları daralırken,
okumuşlara da seçme ve seçilme hakları tanınmaya başlandı. Servet kısıtlaması giderek tümden
kalkarken, eğitimle ilgili kısıtlamalar biçim değiştirerek de olsa, uzun süre varlığını korudu. Eğitim de
ekonomik olanaklara bağlı olduğuna göre, aslında bu, servetle ilgili kısıtlamanın başka bir görünüm
altında ve yumuşayarak sürmesi demekti.
Nazi Almanyasmda Yahudiler oy hakkından yoksundular. Yakın bir döneme gelinceye kadar,
ABD'de zencilerin seçme ve seçilme hakları önceleri yoktu, sonraları da kısıtlıydı. Bazı eyaletler, oy
kullanma hakkını, örneğin Anayasayı okuyup yorumlayabilme koşuluna bağlamışlardı. Görünüşte
hiçbir ırkı hedef almıyormuş izlenimini veren bu koşul, uygulamada eğitim düzeyleri düşük olan
zencileri siyasal katılımın dışında tutabiliyordu. Siyasal katılımda ırk ayrımı uygulamasının en çağdışı
örneğini Güney Afrika Cumhuriyeti vermektedir. Küçük bir beyaz azınlık, giderek yumuşamak zorunda
kalmakla birlikte, ülkeyi çoğunluktaki zencilere karşın yönetmekte direnmektedir.
Oy hakkına cinsiyetle ilgili olarak getirilen kısıtlama, hiçbir toplumsal gücü hedef almadığı için,
varlığını çağdaş demokrasilerde de en uzun sürdürebilen kısıtlama oldu. Atatürk'ün Türk kadınına
seçme ve seçilme hakkını tanımasından uzun yıllar sonra bile, Batı'nın birçok demokrasisinde
kadınların oy hakkı yoktu, İsviçre'nin bazı küçük kantonlarında, bu uygulama günümüze kadar
sürebildi.
Hiçbir toplumsal sınıfı doğrudan hedef almadığı için varlığını uzun süre koruyabilen bir katılma
kısıtlaması da yaşla ilgilidir. 1968 gençlik hareketlerinden sonra oy hakkıyla ilgili yaş sınırı hemen tüm
ülkelerde 18'e inerken, Türkiye bu genel eğilimin dışında kaldı. 12 Eylül döneminde getirilen
düzenlemelerle, gençleri siyasal katılımın dışında tutan hukuksal engeller daha da ağırlaştırıldı.
Partilerin gençlik kolları oluşturmaları bile yasaklandı.
Belirli suçlardan mahkûm olmuş kişilerin yurttaşlık haklarının kısıtlanması ve bu arada seçilme
hakkından yoksun bırakılması da çağdaş uygulamalar arasındadır. Adi suçlarla ilgili konulan
kısıtlamalar doğal karşılanırken, siyasal suçlarla ilgili kısıtlamalar genellikle tartışma yaratmaktadır.
Özellikle ideolojik suçlar ya da düşünce suçları söz konusu olduğunda, konulan kısıtlamaların
demokrasiye uygunluğunu savunmak zordur.
Seçme eşitliğini bozan bir başka uygulama ise, bazı kişilere ya da toplum kesimlerine birden fazla
oy kullanma hakkının tanınmasıdır. Oy hakkının genelleşmesinden sonra, bazı toplum kesimlerinin
ayrıcalıkları bu yoldan korunmaya çalışılmıştır. Servet sahiplerine, yüksek okul mezunlarına, bazen de
aile reislerine birden fazla oy kullanma olanağı tanınabiliyordu. Bu uygulama, Cumhuriyetten önceki
dönemde Türkiye'de de yapılmıştı.
"Gizli oy, açık sayım" ilkesi artık tüm çağdaş demokrasilerde geçerlidir. "Açık oy, gizli sayım" ilkesini
uygulayan bir rejimin demokratik sayılması söz konusu değildir. Bu nedenledir ki, Türkiye'de 1950
yılına gelinceye kadar yapılan seçimler demokratik sayılmamıştır. Eğer bir seçimde ya da
halkoylamasında yalnız tek görüşün propagandasının yapılması serbest ise, oyların gizli verilip,
sayımın açık yapılması birşeyi değiştirmez. Öyle bir ortamda seçmen iradesinin özgürce oluştuğu öne
sürülemez.
Seçme eşitliğini bozan ilginç bir uygulama, daha önce de değindiğimiz gibi, 1917 Devrimi
sonrasında Rusya'da görülmüştü. Kentlerde her 25 bin kişiye karşılık kırsal kesimde her 125 bin kişi
için bir milletvekili seçilmesi kura1ı, ancak yeni rejimin yerleşmesinden sonra kaldırıldı.
Seçim bölgelerinin sınırlarını keyfi olarak çizmek veya eşit olmayan bölgelerde eşit sayıda temsilci
seçtirmek de seçme eşitliğini bozan bir uygulamadır. Bu tür eşitsizliklere çağdaş demokrasilerde
özellikle ikinci meclisler için yapılan seçimlerde rastlanabilmektedir. ABD'de 17 milyon nüfuslu New
York eyaletinin de 250 bin nüfuslu Alaska'nın da ikişer senatörle temsil edilmesi çarpıcı bir eşitsizlik
örneğidir. Fransa'da senato seçimlerinde yalnızca milletvekilleri, belediye ve il genel meclislerinin
üyeleri gibi sınırlı sayıda kişi oy kullanınca, çok nüfuslu kentlerin ağırlığı azalırken kırsal kesimin
ağırlığı artmış ve ikinci meclisin tutucu bir yapıya sahip olması kolaylaşmıştır. Belli bir siyasal eğilimin
şansını arttırmak için seçim bölgelerini yapay olarak bölmek de, giderek azalmakla birlikte
rastlanılabilen ve 1960 öncesinde Türkiye'de, de görülen uygulamalardandır.
Seçme eşitliğini bozan hukuksal engellerin sonuncusu olarak "tek turlu çoğunluk sistemi"nden söz
edebiliriz. O seçim çevresinde en çok oy alan partinin tüm milletvekillerine sahip olması temeline
dayalı bu sistem, 1960 yılına kadar ülkemizde de uygulanıyordu. Örneğin Demokrat Parti, 1954
seçimlerinde oyların % 56,6'sını aldığı halde, yasama meclisindeki sandalyelerin % 93,2'sini ele
geçirmişti. Oysa oyların % 34,8'ini toplayan Cumhuriyet Halk Partisi'nin aynı meclisteki sandalye oranı
% 5,8 idi. Seçme eşitliğini sağlamaya en yatkın sistem "orantılı temsil"dir. Bu sistemde, ilke olarak her
parti aldığı oy oranında milletvekili çıkarır.
Buraya kadar hukuksal engellerden söz ettik. Seçmen iradesinin özgürce yansımasını, bazı
durumlarda yasalar değil toplumsal ilişki ve baskılar da önleyebilir. Geleneksel yapının sürdüğü,
derebeylik düzeni kalıntılarının varlığını koruduğu, eğitim düzeyinin düşük olduğu durumlarda, birey
kendi özgür iradesinden çok, egemen güçlerin isteği doğrultusunda oy kullanmak durumunda kalabilir.
Oyun gizli hücrelerde zarfa konması, böyle bir durumda seçme özgürlüğünü sağlamaya yetmez.
Seçme ve seçilme eşitliğini bozan ekonomik engellere kitabımızın başka bölümlerinde de değinmiştik.
Parti kurmak, tüm ülkeye yayılan bir örgüt için binalar kiralamak, o binaların masraflarını karşılamak,
seçim kampanyaları için ilanlar ve broşürler bastırtırmak, büyük açıkhava toplantılarını ve gösteri
yürüyüşlerini düzenlemek önemli parasal kaynakları gerektirir. Ekonomik bakımdan güçlü toplum
kesimlerinin çıkarlarını savunan partilerle, dar gelirli ve yoksul toplum kesimlerine dayalı partilerin
olanakları arasındaki eşitsizlik, ister istemez seçimlere de yansır. Hukuksal ve toplumsal görünümlü
eşitsizliklerin de, büyük ölçüde bu ekonomik kökenli eşitsizliklerden kaynaklandığını söylemek yanlış
olmaz.
Demokrasiler, seçme eşitliğini sağlayacak önlemleri alabildikleri ölçüde gerçeklik kazanır ve sağlıklı
işlerler.
ÜÇÜNCÜ KISIM
Siyasal Sistemler

Siyasal sistemlerin, siyaset bilimiyle ilgili olarak, şu ana kadar incelediğimiz konuların bir bireşimi
(sentezi) olduğu söylenebilir. Burada yalnız siyasal kurumların oluşturduğu siyasal rejimler değil, o
kurumların gerisindeki siyasal güç dengeleri, o dengelerin gerisindeki etkenler ve siyasal yaşamla ilgili
tüm süreçler söz konusudur. Siyasal sistemler, siyasal çatışmanın hem ürünü hem de çerçevesidir. Bu
başlık altında, demokratik sistemleri, baskıcı sistemleri ve geri kalmış ülkelerin kendilerine özgü
koşullarının ürünü olan siyasal sistemleri ayrı ayrı ele alacağız. Çağdaş olmayan siyasal sistemleri ise,
inceleme alanımızın dışında bırakmaktayız.

1. ÇOĞULCU SİSTEMLER

Tarihte ilk demokrasi, Eski Yunan'da, kent devleti çerçevesinde var oldu. Bu, köleler, yabancılar ve
kadınlar dışında kalanların ülke yönetimini doğrudan üstlendiği, aracısız bir azınlık demokrasisiydi.
Nüfusun fazla olduğu, sorunların karmaşıklaştığı ve ülke yönetiminin birçok uzmanlık dalının katkısına
bağlı olduğu çağımızda, artık doğrudan demokrasi, bazı küçük yerel yönetimler dışında olanaksızlaştı.
Yurttaşlar ülke yönetimine, büyük ölçüde temsilcileri aracılığıyla katılır oldular. Yönetimin seçimle
belirlenmesine, yasalar önünde eşitliğe, özgürlüklere ve yargı bağımsızlığına dayalı bir demokrasi
modeli doğdu. Çağdaş demokrasiler, liberal demokrasi ve sosyal demokrasi olmak üzere, iki aşamada
incelenebilir.
Demokratik siyasal sistemler, çoğulcu sistemler olarak da nitelendirilebilir. Çoğulcu sistemlerde "tek
doğru" yoktur ve dolayısıyla, yasal bir muhalefet ya da muhalefetler vardır. Çağdaş çoğulcu sistemler,
toplumda çıkarları ve dolayısıyla dünya görüşleri farklı kesimlerin bulunmasını doğal sayarlar; bu farklı
çıkar ve dünya görüşlerinin barışçı yollardan savunulmasına, siyasal iktidarın da bu barışçı savaşım
sonunda oluşmasına olanak verirler.
a) Demokrasi Kuramı

Demokrasi günümüzde, azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğa
dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi biçiminde tanımlanabilir.
Demokrasi tarihi, insanlar arasında toplumsal kökenli eşitsizlikleri gidermek için verilen savaşımın
tarihidir. Demokratik düşüncenin tarihi de, eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncenin evrimini yansıtır.
Demokratik düşüncenin evrimi, insanın "akıllı" bir yaratık olduğu, kendisi için iyi olanla kötü olanı ayırt
edebileceği inancından kaynaklanan, insana saygıya dayalı, iyimser bir dünya görüşünün evrimidir.
Demokrasi üzerindeki ilk yazılı değerlendirmeye, Herodot Tarihi'nin üçüncü cildinde rastlanır. MÖ 5.
yüzyılda kaleme alınmış olan bu yapıtta, demokrasi "halkın yönetimi, yasalar önünde eşitlik, bütün
sorunların açık tartışmaya sunulması, yöneticilerin makamlarından hareketle sorumlu tutulmaları"
olarak nitelendiriliyordu.
Gene aynı yüzyılda Atina'da doğan Sofizm de, demokratik kültürün temellerini oluşturmaya çalışan
bir akımdı. Solistler, öncelikle, değişmez ve tek bir "doğru" olduğu inancını yıkmak için çaba
gösterdiler. Çünkü doğrunun ve gerçeğin tek olduğunun kabulü, aristokratik düşüncenin uzun yıllar
boyu işleyerek topluma kabul ettirdiği değer yargılarının tek doğru sayılması demek olacaktı.
Ünlü sofist Protagoras'ın koyduğu ilkeye göre, "insan her şeyin ölçütü"dür. "Gerçek" de, "doğru" da
insandan insana değişir. Devlet bilgisi yalnız belirli bir sınıfta değil, tüm yurttaşlarda bulunmalıdır. Her
şeyin ölçütü insan olduğuna göre, adalet ve hatta devlet değişmez kurumlar oluşturmazlar.
Sofistlere göre, devlet güçlünün güçsüze zorla kabul ettirdiği düzenin adıdır. Eğer insanın haksızlık
etmeye her zaman gücü yetseydi, "haksızlığa uğramayı ortadan kaldırmak için kimseyle anlaşmaya
yanaşmazdı".
Tukidides Tarihi'nde yer alan, Perikles'in ünlü söylevi de, demokratik düşünceye önemli katkıları
olan bir belge sayılır. Perikles bu söylevinde, demokrasinin, birkaç seçkin yurttaşın değil, tüm
yurttaşların katkılarıyla var olan bir rejim olduğunu vurgular. Herkesin eşit hak ve yükümlülüklere sahip
bulunduğunu, soylu oluşuna göre değil, yeteneklerine ve "kazandığı üne" göre devletteki yerini
alabileceğini söyler.
Perikles konuşmasında, demokrasinin özgürlük, hoşgörü ve sorumluluk ilkelerine değindikten sonra,
şöyle dîyor: "Devlet işlerine karışmayanlara, kendi işi gücü ile uğraşan sessiz bir yurttaş değil, hiçbir
işe yaramayan biri gözüyle bakıyoruz. Bir politikayı, ancak birkaç kişi ortaya koyabilir, ama hepimiz
onu yargılayacak yetenekteyiz. Biz tartışmaya, siyasal eylemin önüne dikilen bir engel diye değil,
bilgece davranmanın vazgeçilmez bir ön hazırlığı diye bakarız."
Perikles'in söylevinde, çağdaş demokratik düşüncede önem taşıyan bir öğe daha var:
Demokrasinin, insanın kişiligini ve yeteneklerini geliştirmeye en elverişli bir rejim oluşu! Sokrates de,
toplumun soylular tarafından değil, bilgili ve erdemli kişilerce yönetilmesi gerektiğini savunarak,
demokratik düşüncenin evrimine katkıda bulunmuştur. Erdemin kalıtımsal olduğunu ve ancak soylu
kişilerde bulunduğunu kabul etmemektedir. Bazı insanlar doğuştan daha akıllı ve yetenekli olabilirler.
Ama bilgi ve erdem, öğrenebilen ve öğretilebilen bir şeydir.
Aristo ise, çıkış noktasında eşitsizlikçi bir düşünceye sahip olduğu halde, çoğunluk yönetiminin
azınlık bir seçkinler grubunun yönetiminden daha iyi olacağı sonucuna varmıştır. Aristo, halktan
kişilerin teker teker "yüksek adamlar"dan daha az niteliklere sahip bulunduklarına inanıyordu. Ama
hepsi bir araya geldiklerinde, azınlık olan bu seçkinlerden "daha iyi" olmaları olanaklıydı. Üstelik,
"çokluk bozulmaya azlıktan daha az elverişli"idi. "Az miktardaki su, çok miktardaki sudan daha çabuk
bozulur"du. Ama Aristo, halkın yönetici olmasından değil, yasaların yapılmasında ve çok sayıda
üyeden oluşan yargı organlarında ağırlık taşımasından yanaydı. Çünkü halkı oluşturan bireyler, teker
teker değil, ancak bir araya geldiklerinde seçkinlere üstündüler.
Aristo, servet ile siyasal iktidar arasında yakın bir ilişki kuruyordu, "insanların servetlerinden dolayı
egemen sınıf oldukları yerde, ister azlık ister çokluk olsunlar, hükümet biçimi oligarşidir" görüşündeydi.
Demokrasi için, kalabalık bir orta sınıfın varlığını şart görüyordu. Şiddetli toplumsal patlamaları, varlıklı
küçük bir sınıfın yanında, çok kalabalık bir yoksul sınıfın bulunmasıyla açıklıyordu. Orta sınıfın zayıf
olması, toplumun efendi ve kölelerden oluşması demekti.
Aristo'nun şu sözlerinde, geleceğin çoğulcu demokrasisinin kuramsal temellerini de bulabiliriz: "Eğer
bir devlet yasıyorsa, bunun hikmeti, birliğe doğru gitmekte bir noktadan daha ileri varmamasıdır; devlet
bu noktayı aştı mı, ya ortadan kalkar, ya da kötü bir devlet haline gelir. Adeta müzikte uyumun tek ses
haline gelmesi veya ritmin tek vuruş haline gelmesi gibi..."
Aristo'nun ilginç bir görüşü de, yöneticinin elindeki silahlı güçle ilgiydi. Yöneticinin elinde belirli bir
asker gücünün bulunması, ama bu gücün hiçbir zaman halkın gücünü aşacak düzeye varmaması
gerektiğine inanıyordu.
Demokratik düşüncenin ilk kaynaklarının Eski Yunan'da doğması bir rastlantı sayılamaz.
Mezopotamya'da kısa ömürlü olan kent devleti, dağlarla bölünmüş, deniz ticaretine açık Mora
yarımadasının koşullarında uzun ömürlü olurken, doğrudan demokrasiye elverişli bir ortam da
yaratmıştı. Ama kent demokrasisinin yıkılmasından sonra, demokrasinin ve özgürlükçü düşüncenin
yeniden doğması için yüzyıllar ve hatta çağlar boyu beklemek gerekti. Kaderci düşünceden başkasına
ortam hazırlamayan, kapalı tarım ekonomilerine dayalı derebeylik düzeninin (feodalite) yıkılmaya
başlamasıyla birlikte, özgürlükçü düşünce de başka bir çerçevede yeniden canlandı.
Aristo'dan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşamış olan İngiliz John Locke'a göre, insanlar eşit ve özgür
oldukları "doğa durumu"ndan toplumsal yaşama, güvenliklerini sağlamak için geçtiler. Özgürlüklerini
koruyabilmek için sadece "güvenlik ve cezalandırma" hakkını, toplumu yönetecek olanlara devrettiler.
Eğer siyasal iktidar, koruyacağı yerde halkın doğal haklarını çiğnerse, devrim hakkı doğar. Yasama
gücü ile yürütme gücünün ayrı ellerde oluşunun, yurttaşlar açısından bir güvence oluşturduğu
görüşüne daha Locke'da da rastlıyoruz.
Montesquieu, kuvvetler ayırımı düşüncesini geliştirdi ve O'nun etkisiyle, 1789 Fransız insan ve
Yurttaş Hakları Bildirisi'nde şu ifade yer aldı: "Kuvvetlerin ayrılmadığı ve özgürlüklerin güvence altına
alınmadığı yerde anayasa yoktur." Ünlü Fransız düşünürüne göre, önünde kendisine engel olabilecek
başka bir güç bulunmayan her yönetici, özgürlükleri çiğneyebilir, yetkilerini aşabilir. "Kuvvet kuvveti
durduramazsa, özgürlük olmaz." Montesquieu, demokratik cumhuriyetin varlığının, yasa yapma,
yasayı uygulama ve yasaya göre ceza verme yetkilerinin (yani üç kuvvetin), ayrı toplumsal güçlere
(kral, soylular, halk) paylaştırılmasına bağlı bulunduğunu öne sürmüştür.
Locke ve Mostesquieu gibi, 18. yüzyılda yaşamış olan Jean-Jacques Rousseau ise, her alanda
eşitliği ve tam bir demokrasiyi savundu. O'na göre, en iyi çözüm, halkın iktidarını doğrudan
kullanmasıydı. Ama mutlaka temsilci kullanmak gerekirse, halk bu temsilcilerini, dilediği zaman
görevinden alabilmeliydi. Oysa Montesquieu ve Sieyes gibi, aristokrasi ve burjuvazinin içinden gelen
düşünürler, temsilcilerin kendilerini seçenler karşısında bağımsız olmalarını savunmuşlardır. Böyle
olunca, halk seçecek, ama gerçekte bu iki ayrıcalıklı sınıfın seçkinleri yönetecektir. Bu nedenle,
Rousseau, "Ulusun vekilleri, onun temsilcileri değil, olsa olsa memurları olabilirler" demektedir.
Rousseau'ya göre, özgürlüklerin güvence altında olabilmesi, servet eşitliği dahil, insanlar arasında
eşitliğin sağlanabilmesine bağlıydı. Böylece güç eşit dağıtılmış olacağı ve kimseye devredilmeyeceği
için, bazılarının, diğerlerinin özgürlüklerini ellerinden alma olanağı ortadan kalkacaktı. Ama halk
egemenliği, yasaların halk tarafından yapılması anlamına değil, halkın onaylaması anlamına
gelmektedir. Çünkü, "Tek tek bireyler iyinin farkındadırlar, ama onu tepeler. Halk ise iyiyi ister, ancak
onu görmez. Hepsinin aynı şekilde yol gösterenlere gereksinmesi vardır." Bu, iktidarın, toplumu
oluşturan bireylere paylaştırılmış olduğu gerçeğine ters düşmez. Ulusal egemenlik, parçaların
toplanmasıyla oluşur!
Fransız Devrimi'ni izleyen Yakın Çağ'la birlikte, özgürlükçü düşüncenin gelişimi de hızlandı.
Benjamin Constant, özgürlükleri kaldıran baskının bir kişiden gelebileceği gibi, kitlelerden de
gelebileceğini gördü. Çoğunluğun, azınlıkta olanları köleleştirebileceğini vurguladı. Siyasal iktidarın,
vicdan ve düşünce özgürlüğüne, mülk sahibi olabilme özgürlüğüne, kesinlikle karışmaması gerektiğini
savundu. Constant'a göre Kent Demokrasisinde siyasal iktidara doğrudan katılan yurttaş, bunun
verdiği mutluluk ve güven uğruna, özgürlüklerine getirilen sınırlandırmalara katlanıyordu. Ama
günümüzün temsili demokrasisinde, söz konusu olan çok soyut bir katılma olduğu için, özgürlüklerinin
korunması, yurttaş açısından daha büyük önem taşıyordu.
Soylu bir ailenin çocuğu olan Fransız Alexis de Tocqueville, görevli olarak gittiği Amerika Birleşik
Devletleri'ndeki gözlemlerine dayanarak yazdığı "Amerika'da Demokrasi" kitabıyla, demokrasi
kuramına önemli katkılar yaptı. Tocqueville'e göre, Amerika'da demokrasinin gelişmesini kolaylaştıran
en önemli öğelerden birisi, Avrupa'daki gibi, eski ayrıcalıklı bir sınıfın (aristokrasi) varolmayışıdır.
Güçlü bir orta sınıf bu sayede oluşabilmiştir.
Tocqueville, özgürlüklerin korunabilmesi için iki yol öneriyordu: Yerinden yönetim ve kitle örgütleri.
Yönetim yetkilerinin tek merkezde toplanmasının önlenmesi ve özerk bölgelere dağıtılmasıyla, yalnız
siyasal özgürlükler güvence altına alınmakla kalmayacak, aynı zamanda yurttaşların, kendi yörelerinin
ortak sorunlarıyla daha yakından ilgilenmeleri sağlanmış olacaktır. Dernekler, birlikler gibi kitle örgütleri
aracılığıyla da, yurttaşların sorumluluk duygularının geliştirilmesinin yanı sıra, farklı çıkarların
savunulması sayesinde, toplumun baskıcı bir yönetime kalması önlenecektir.
John Stuart Mill, çoğunluğun azınlıkta olanları ezmesine engel olacak çözümler arayan bir
düşünürdü. Tüm insanlığın bile, bir aykırı düşünceyi susturmaya hakkı olmadığını savunacak kadar
özgürlükçüydü. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" biçimindeki bir devlet seyirciliğinin yanlış
olduğunu, devletin "özgürlüğün koşullarını yaratmak" gibi bir görevi bulunduğunu savundu.
Demokrasi kuramının oluşumuna sosyalistlerin yaptıkları katkıları "Sosyal Demokrasi"yle ilgili
sayfalara bırakarak, demokrasinin evrensel nitelikli üç temel öğesi olduğunu söyleyebiliriz: Seçim,
özgürlük ve bağımsız yargı. Demokrasi, azınlıkta olanların da güvence altında olduğu, özgürlüklere
saygılı bir çoğunluk yönetimidir, iktidar her siyasal sistemde vardır; ama "muhalefet"in yasal olarak
tanındığı ve güvence altına alındığı tek sistem demokrasidir.
Özgürlük ve yargı güvencesi olmazsa, sadece seçim, demokrasiyi değil, olsa olsa "çoğunluk
diktası"nı yaratır Özgürlüklerin içinde de, demokrasinin işlenmesi açısından, haber alma, düşünce ve
örgütlenme özgürlükleri ön sırada gelir. Özgür bir haber alma ortamı yoksa, insan özgür bir biçimde
düşünemez. Düşünme özgürlüğü, öncelikle yönetenlerden farklı düşünebilme özgürlüğüdür. Yoksa
yönetenler gibi düşünme özgürlüğü, Hitler ve Stalin yönetimlerinde bile vardı. Kendisine yöneltilen
yanlı bir bilgilendirme, düşüncenin çerçevesini çizer ve düşünce özgürlüğünü ortadan kaldırır. Ama tek
başına özgür düşünebilmek, anlatım ve örgütlenme özgürlüğü ile birlikte olmadığı zaman, fazla bir
ağırlık taşımaz. Bu durumda "özgür muhalefet" in varlığından söz edilemez.
İktidarın sınırlandırılmasının ve bu sınırın bağımsız yargının denetimi ve güvencesi altında
olmasının önemi ise açık. Thomas Paine, bu önemi tek cümle ile anlatmak becerisini gösteriyor:
"Hükümet organlarının seçimle işbaşına gelmeleri, seçilen kimseler sonradan sınırsız bir yetkiye sahip
olacak iseler, keyfi baskıyı ortadan kaldırmaz..."
Spinoza'dan beri vurgulanan bir gerçek var: Bir karar organının yapısının demokratik olması kadar,
hatta ondan da çok, yaptıklarının demokratik olması önemlidir. Çoğunluğun oylarına dayalı bir sistem,
eğer bugün için azınlıkta kalan ve yarın çoğunluk haline dönüşebilecek olanların haklarına saygı
göstermiyorsa, bu demokratik bir sistem olmaktan çok, bir çoğunluk diktası'dır. Bir demokraside,
adaletin ve özgürlüğün gereklerinin yerine getirilmesi, yöneticilerin keyfine ya da sağduyularına
bırakılamaz. Adaletin ve özgürlüğün gerekleri, kurumsal güvencelere bağlanmak zorundadır.
Seçimin, demokrasi demek olmadığını, çağdaş diktatörlüklerin hemen tümünde seçimlere
rastlandığını biliyoruz. Ama seçimin varlığının, o rejimin demokratikliğinin kanıtı olmadığı ne ölçüde
gerçekse, seçimsiz bir demokrasinin düşünülemeyeceği de o ölçüde açıktır. Seçim, halkın ülke
yönetimine katılmasının ilk ve vazgeçilmez koşuludur. Demokratik seçimin ilk iki önemli koşulu ise,
farklı şeyler arasında seçim yapabilme hakkı ile genel ve eşit oy hakkıdır. Sadece benzerler arasında
seçim yapabilmeye olanak tanıyan bir rejim, demokratik olmadığı gibi; bazılarının oylarına daha çok,
bazılarının oylarına daha az temsil hakkı tanıyan, toplumun bazı kesimlerinin çıkar ve düşüncelerinin
temsiline olanak bırakmayan bir rejimin demokratikliği de tartışmalıdır.
Demokrasinin işleyebilmesi için, toplumda farklı çıkarlara ve dolayısıyla farklı görüşlere sahip
bulunanların örgütlenebilmeleri ve görüşlerini barışçı yollardan rahatlıkla savunabilmeleri gerekir.
Farklı çıkarlar arasında barışçı bir denge, ancak bu çerçeve içinde kurulabilir. Toplumsal barış da,
rejimin istikrarı da, bu dengenin kurulabilmesine bağlıdır. Eğer toplumdaki bazı kesimlerin
örgütlenebilme ve çıkarlarını barışçı yollardan savunma olanakları kısılırsa, çarpıtılmış, hakça olmayan
bir denge ortaya çıkar. Sonuç, toplumsal huzursuzluklar ve patlamalar olur.
Örgütlenme olanaklarının kısılması, işverenleri değil işçileri, sermaye sahiplerini değil iktisaden
güçsüz toplum kesimlerini etkiler. Sendikaların, siyasal partileri desteklemelerini önlemek de, ancak
dar gelirli toplum kesimlerinin çıkarlarını savunan partilere olumsuz etki yapar. Birkaç varlıklı kişi bir
partiyi finanse edebilir, ama birkaç işçi bir partinin masraflarını karşılayamaz.
Bir işveren -tek başına da olsa- belirli bir ekonomik güce ve bu güçten hareketle, önemli bir
toplumsal ağırlığa sahiptir. Kendi görüş ve çıkarlarına uyan bir siyasal partiyi desteklemesi
durumunda, bu desteğin tek başına bile bir anlam ifade edeceği açıktır. Oysa bir işçinin tek başına, ne
ekonomik, ne toplumsal, ve ne de siyasal bir ağırlığı vardır, işçi, ancak örgütlendiği ölçüde, kendi
görüş ve çıkarlarını savunmada etkili olabilir.
Demokrasi, farklılıkların birlikte yaşama biçimidir. Çoğulculuk, sayıdan çok farklılıktan kaynaklanır.
Bu nedenle de, çok partinin varlığı, gerçek bir demokrasi anlamına gelmeyebilir. Demokrasinin amacı,
farklılıkları yok etmek değil, uzlaştırmaktır. Pascal, yanlışın, gerçeğin tersi değil, zıt bir gerçeğin
unutulması olduğunu söylemişti. Demokrasi, zıtların bir arada bulunması zorunluğundan kaynaklanır.
Karşıtların birbirlerini yok etmeleri değil, tamamlamaları gerekir. Demokrasi bu nedenden dolayı
uzlaşmayı zorunlu kılar. Uzlaşmasız yaşayamaz! Demokrasi, bir denge ve uzlaşma rejimidir. Denge
olmadan uzlaşma zaten olmaz. Ancak birbirlerini dengeleyebilecek güçler, uzlaşmayı zorunlu kılar.
Dengelerin en önemlisi ise, para gücüne karşı, sayı ve örgüt gücünün oluşmasıyla kurulabilir. Tarihsel
evrim içinde, sendikaların ve kitle partilerinin ortaya çıkışı bu gereksinmeden kaynaklanmıştır. Beş
işadamının karşısında parasal bir denge sağlayabilmek için, belki de beş yüz bin işçi ya da kamu
görevlisinin bir araya gelmesi gerekir. Böyle bir şey ise, örgütlenme olmadan gerçekleşemez.
Örgütlenmeyi zorlaştırmak, toplumda sağlıklı bir dengenin oluşumunu zorlaştırmak anlamına gelir.
Toplumsal patlamaları ise, dengeler değil, dengesizlikler yaratır.
Hak ve özgürlükler, toplumda çatışma çıkmasını kolaylaştırmazlar, var olan çatışmaların yumuşayıp
"meşru" bir düzeye aktarılmasına yardımcı olurlar. Örneğin Batı'da işçi sınıfı, kendi çıkarlarının
savunulmasını kolaylaştıracak yasal olanaklara kavuştukça, şiddete dayalı yöntem ve amaçlardan
uzaklaşmış, barışçı bir güç olmuştur. Oy hakkını, örgütlenme özgürlüğünü, grev ve toplu sözleşme
haklarını aldıkça, demokratik rejimin güvencesini oluşturan temel güçler arasına katılmıştır. Hak ve
özgürlükler, patlamaların nedeni değil, büyük patlamaları önleyecek "güvenlik kapakçıkları"dır.
Demokrasilerdeki küçük boşalmalar, baskı rejimlerinde rastlanan büyük patlamaların seçeneğidir.
(1980'lerin sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde yaşananlar, bu açıdan çok aydınlatıcı örnekler
oluşturuyor.)
"İktidarın El Değiştirmesi" başlığını izleyen sayfalarda, iktidarın üç boyutuna değinmiştik. Nasıl ki
iktidar, siyasal, toplumsal ve ekonomik olmak üzere üç boyutlu ise, demokrasinin de onlara koşut üç
boyutu vardır. Siyasal, loplumsal ve ekonomik iktidarlara halkın ne kadar geniş bir bölümü
katılabiliyorsa; siyasal, toplumsal ve ekonomik demokrasiler de o ölçüde ileri bir nitelik taşır.
Siyasal Demokrasinin ölçütü, seçme ve seçilme hakkından gerçek anlamı ile yararlananların toplum
içindeki oranıdır. Bu haklara tarihte getirilen en önemli kısıtlamanın, ekonomik kökenli olduğunu
biliyoruz. Ancak belirli bir düzeyde vergi verenlerin siyasal karar mekanizmalarını etkileyebilmeleri,
siyasal demokrasinin oldukça ilkel bir dönemini simgeler. Daha sonraki aşamalarda kullanılan belli bir
eğitim düzeyine sahip olma koşulu da, aslında sınıfsal kökenli bir sınırlamadır. Son olarak cinsiyet ve
yaş ile ilgili kısıtlamalar, yakın döneme kadar uygulanmıştır; bazı ülkelerde azalan ölçülerde
uygulanması sürmektedir.
Toplumsal demokrasinin ölçütü, toplumun çeşitli düzeylerindeki -siyasal ve ekonomik nitelikte
olmayan- karar süreçlerine katılabilme ya da etkileyebilme olanaklarıdır. Bu olanaklardan
yararlananların toplum içindeki oranı, toplumsal demokrasinin düzeyini belirler. Eğitim kurumlarından
başlayıp tüm toplumsal nitelikli kurum ve kuruluşlarda sürecek bir yönetime katılma, demokrasinin
toplumsal boyutunun temelini oluşturur. Toplumdaki farklı görüş ve çıkarların serbestçe
örgütlenebilmeleri, siyasal iktidarı barışçı yollardan etkileyebilmeleri ise, bu temelin doğal sonucu
olması gerekir. "Dört ya da beş yılda bir oyunu ver ve gerisine karışma" mantığı, demokrasiyi sadece
siyasal boyuttan ibaret sayan, "ilkel" ve "seçkinci" bir demokrasi anlayışının ürünüdür.
Ekonomik demokrasi, üretim ve paylaşımla ilgili kararları alanların toplumsal kökenleri ve toplum
içindeki oranları ile bağlantılı olarak değerlendirilir. Toplumsal adaletin sağlanması, sadece siyasal
düzeydeki kararlarla gerçekleştirilemez. Çalışanların "birlikte yönetim" biçiminde ekonomik iktidarı
denetleyebilmeleri ölçüsünde, ekonomik demokrasi vardır. Ekonomik demokrasinin bir mülkiyet sorunu
olmadığını hemen belirtmeliyiz. Nasıl ki büyük burjuvazinin tüm ekonomik gücü denetleyebildiği bir
ülkede, devlet mülkiyetindeki üretim araçlarının da, son değerlendirmede bu sınıfı desteklemek için
kullanılması kaçınılmaz ise; üretimde devlet mülkiyetinin egemen olduğu komünist modellerde de, artı-
değerin, devlet adına karar verme yetkisine sahip bir azınlığın yararı göz önünde tutularak kullanıldığı
da bir gerçektir. Öyleyse önemli olan, üretim araçlarının mülkiyetine kimin sahip olduğu değil, üretim
ve paylaşmaya kimin karar verdiğidir. Zaten "egemen" toplumsal katmanı belirleyen de işte bu ölçüttür.
Üretim sürecinde özel mülkiyetin egemen olması, ekonomik demokrasinin varlığı halinde, büyük
burjuvazinin egemen sınıf olduğu anlamına gelmez. (Başta İsveç olmak üzere, İskandinav ülkeleri bu
açıdan iyi bir örnek oluştururlar.) Siyasal, toplumsal ve ekonomik demokrasinin güçlülüğü oranında,
"egemen sınıf"ların mülkleri ellerinden alınmadığı halde, egemenlikleri, yani kendi çıkar ve görüşlerini
topluma dayatma güçleri, ellerinden alınmış olacaktır.
Demokrasinin temel niteliklerini -Erhan Köksal'ın sınıflandırmasından da yararlanarak- şöyle
sıralayabiliriz: (1) Siyasal iktidarın özgür genel seçimlerle oluşması; (2) Gerektiğinde siyasal iktidarın
karar ve uygulamalarını da denetleyebilen bağımsız yargı; (3) Farklı toplumsal çıkar ve görüşleri temsil
eden siyasal partiler; (4) Farklı toplum kesimlerini temsil eden ve siyasal katılımı kolaylaştıran,
dernekler ve sendikalar gibi, kitle örgütleri; (5) Yurttaşların gelişmelerden doğru bilgi edinme haklarını
sağlayacak; özgür kitle iletişim araçları.
Demokrasinin var olabilmesi için gerekli ekonomik koşullar incelendiğinde, özellikle şu üç nokta
dikkati çekiyor: (1) En azından, bireylerin yaşamsal gereksinmelerinin (yeme ve barınma gibi)
karşılanabildiği bir üretim düzeyi; (2) Ekonomik yaşamdaki etkililikte, belirli bir sermaye-emek (işçi-
işveren) dengesi; (3) Toplumsal sınıflar arasında çok büyük gelir farklarının bulunmaması.
Demokrasinin var olabilmesi için gerekli toplumsal koşulların başında ise şunlar geliyor: (1) Ulusal
bütünlüğün sağlanmış olması; (2) Hiçbir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde kesin bir üstünlüğünün
bulunmaması; (3) Toplumsal sınıflar arasındaki geçiş akışkanlığının yüksek olması; (4) Toplumda
çoğunluğun, kitle iletişim araçlarını izleyebilecek bir eğitim düzeyinde bulunması; (5) insanların eşitlik
ve özgürlüğüne, hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı bir değerler sisteminin, ulusal kültürde egemen olması.
Bu ekonomik ve toplumsal koşulların gerçekleşmesi ölçüsünde, demokratik bir rejime sahip olma
olasılığı artar. Demokrasi, yaşamsal gereksinmelerini yeterince karşılayamamış ve yeterli bir eğitim
düzeyine ulaşamamış toplum kesimleri için bir araçtır. Bu kesimlerin, sorunlarının çözümünü
kolaylaştırdığı, beklentilerini karşılayabildiği ölçüde demokrasiye sahip çıkmaları doğaldır. Ancak bu
sınırın üzerindekiler ve özellikle de aydınlar için, demokrasi sadece bir araç değil, aynı zamanda,
insanca yaşamanın vazgeçilmez bir koşulu olarak, amaçtır. Demokrasi, onu amaç olarak
benimseyenlerin artması ölçüsünde kökleşir, güçlenir.
b) Siyasal Demokrasi

Siyasal demokrasi, belirli tarihsel koşulların ürünü olarak ortaya çıktı ve liberalizmin ilkelerine uygun bir
gelişme gösterdi. Derebeylik düzeninin (feodalizm) yıkılmasına neden olan gelişmeler, aynı zamanda
siyasal (liberal) demokrasinin oluşumunu da hazırladılar.
Demokrasi, ancak birbirini dengeleyen güçlerin varlığı oranında, gücün tek elde toplanmadığı,
paylaşıldığı durumlarda olanaklıdır. Yoksa, egemen olan bir güç, bu egemenliğini paylaşmayı gönül
rızası ile kabul edemez. Siyasal demokrasi, tarihsel evrim içinde, büyük ölçüde, topraksoylular
(aristokrasi) ile kentsoylular (burjuvazi) arasındaki savaşımın ürünüdür. Bu iki güç arasındaki göreceli
denge, ilk kez İngiltere'de ortaya çıktığı için, siyasal demokrasiyle sonuçlanan evrim de ilk kez bu
ülkede, 13. yüzyılda belirginleşmiştir, İngiltere'nin bir ada ülkesi olması dolayısıyla savunmasının
kolaylığı, kralın emrinde güçlü ve sürekli bir ordunun bulunması zorunluğunu yaratmamıştır. Bu durum,
kralla derebeyleri arasında belirli bir dengenin oluşumunu kolaylaştırmıştır. Kralın, vergi koyabilmek
için topraksoyluların rızasını alması zorunluğunu getiren 1215 tarihli "Büyük Ferman" (Magna Carta),
işte böyle bir dengenin ürünüdür.
Fransızca "parler" (konuşmak) sözcüğünden kaynaklanan parlamento, çıkış noktasında, krala
danışmanlık yapan soylular ve yaşlılardan oluşan bir kuruldu. Magna Carta ile birlikte bu kurul
süreklilik ve temsil niteliği kazanarak, danışmanlığın ötesine geçti. Bir yandan topraksoyluların, öte
yandan da tüccar ve esnafın temsilcilerini barındırmaya başladı. Zamanla da, tamamen sınıfsal nitelikli
iki meclise ayrıldı: Topraksoyluları temsil eden "Lordlar Meclisi" ile, kentsoyluları temsil eden "Avam
Meclisi."
Derebeylik düzeninin oluşmasında, iki etken ana rolü oynamıştı: Doğu ticaret yollarının kapanması
ve kentlerin güvenliğinin azalması. Doğu ticaret yollarının kapanmasının nedeni, geçiş bölgelerinin
İslam toplumlarının egemenliğine geçmesiydi. Kentlerde güvenliğin azalmasının nedeni ise, Barbar
istilaları olarak adlandırılan Norman ve Macar istilalarıydı. 5. yüzyıldan 9. yüzyıla kadar uzanan bir
süreç içinde, bu iki etkenin bir araya gelmesiyle, kentler önemini yitirdi, ticaret yaşamı söndü, kentsel
ekonomi geriledi, yoksullaşma başladı, iş ve güvence arayan insanlar, kentten köye akın ettiler.
Derebeyler onlara bir yandan şatoları ve askerleriyle güvenlik sağlarken, öte yandan işlemek için
toprak verdiler. Serf adıyla, derebeyine ekonomik açıdan olduğu kadar hukuksal açıdan da tam
bağımlı bir sınıf doğdu. Tarımda ağır sabanın, savaş teknolojisinde ise zırhlı atlının devreye girmesi,
bu gelişmeleri kolaylaştırdı.
Derebeylik düzeninin 11. yüzyıldan başlayarak çözülmesinde ise süreç tersine işledi: Bir yandan
Haçlı Seferleri, öte yandan İskandinav halklarının Rusya üzerinden geliştirdikleri ilişkiler, doğu ticaret
yollarının yeniden açılmasını sağladı ve kentlerde ticaret yaşamı canlandı. (Bu canlanma ilkin liman
kentlerinde olduğundan, ilk cumhuriyetler de oralarda kuruldu.) Doğu'nun ipeği ve baharatı Avrupa'ya
gelirken, Avrupa'nın yünlü kumaşlarına da Doğu'da önemli bir pazar doğdu. Yünlü kumaşa doğan
istem ise, derebeylik düzeninin yıkılmasında ayrıca rol oynadı.
Yün ticareti hayvancılığı özendirirken, hayvancılığın gelişimi tarımsal üretime ilgiyi azalttı. Tarım
alanları meraya dönüştürülünce, çok sayıda çiftçi yerine, az sayıda çoban yeterli oldu. işsiz kalan
çiftçiler kente akın ederlerken, toprak fiyatları arttı. Toprakların, derebeylerin ve bazı varlıklı köylülerin
elinde birikmesi süreci hızlandı. Tarımsal üretim, ticari amaca, kentlerin gereksinimini karşılamaya
yöneldi.
Derebeylik düzeninin yıkılmasına, ticaretin gelişmesinin büyük katkı yaptığını görüyoruz. Kendi
kendine yeten kapalı tarım ekonomileri, bu süreç içinde çözülmeye yüz tuttular; ekonominin çerçevesi
genişledi; ülkenin tümü bir pazar oluşturdu. Bölgeler arası ilişkiler arttı ve bölgesel dillerle Latincenin
birleşmesiyle ulusal diller doğdu; feodal devletlerin yerini ulusal devletler aldı. Ticaret ve sanayi ile
gelişen yeni toplumsal sınıfların çıkarları ile, topraksoyluların sahip oldukları ayrıcalıklar ve derebeylik
düzeninin özellikleri çatışıyordu. Birinci aşamada kentsoylular (burjuvazi) kralı topraksoylulara
(aristokrasi) karşı destekleyerek, mutlak krallığın kurulmasını sağladılar. Daha sonraki aşamada, bu
kez kralın yetkilerinin sınırlanması demek olan anayasal krallık doğdu. Kentsoylular yeterince
güçlendiklerinde, ya doğrudan cumhuriyet rejimi kuruldu, ya krallık -İngiltere'de olduğu gibi- bir süs
olarak korunarak, siyasal iktidarın gerçekte halkın oylarıyla belirlendiği rejimlere geçildi.
Liberal ideolojiyi incelerken de belirttiğimiz gibi, bu ideolojinin temelini oluşturan eşitlik ve özgürlük
ilkeleri, kentsoylu sınıfın gereksinmelerine yanıt olarak doğmuştu. Yasalar önünde eşitliğin
gerçekleşmesi, topraksoyluların doğuştan sahip oldukları ayrıcalıkları yok edeceği için, iki sınıf
arasındaki savaşımı kentsoyluların kazanmasını kolaylaştıracaktı. Özgürlük de, bir yandan eski
düzenin eleştirilmesini, öte yandan da yeni düzenin temelini oluşturan düşüncelerin yayılmasını ve
toplumsal destek sağlanmasını olanaklı kılacaktı.
Üç tarihsel deneyin, liberal demokrasinin oluşumunda, biçimlenmesinde, önemli rolü var:
İngiltere'deki evrim, Amerika ve Fransa'daki devrimler. Üçü de birbirlerini etkilemişler, ama tarih
sahnesindeki sıralanışın tersine, evrensel etkiyi Fransız Devrimi yapmıştır.
İngiltere'nin bir ada ülkesi oluşunun, onun tüm toplumsal-siyasal gelişimine damgasını vurduğu
söylenebilir. Özellikle ulaşım ve savaş teknolojisinin geri olduğu dönemlerde, adayı çevreleyen
denizler, doğal ve önemli bir savunma silahı oluşturuyordu. Bu ise, krala bağlı, büyük ve sürekli bir
ordu beslemek gereğini ortadan kaldırmaktaydı. Gerektiğinde topraksoylular askerlerini alıp geliyor,
kralınki ile birlikte, ülkeyi savunabilecek yeterli bir güç ortaya çıkabiliyordu. 1066'daki Norman
istilasından bu yana, İngiltere'nin bir daha böyle bir durumla karşılaşmamış oluşu anlamlıdır.
Bu doğal savunma ortamının sonucu olarak, İngiliz kralları derebeyleri üzerinde tam bir egemenlik
kurmakta zorlanmışlardır. Kıta Avrupasının benzeri "mutlak krallık" girişimleri başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Derebeyler bir araya geldikleri zaman, kral karşısında bir güç dengesi
oluşturabilmişlerdir. Öte yandan, büyük ve sürekli bir ordunun yokluğu, askerlerin siyasal yaşamda
önem kazanmasını da önlemiş, sivil otoriteye saygı geleneği daha çabuk oluşabilmiştir. Tüm bu
etkenlerin birlikte, İngiltere'deki siyasal yapı değişikliğinin, geniş bir zamana yayılarak, Kıta Avrupasına
göre çok daha yumuşak bir biçimde gerçekleşmesini, sağladığını söyleyebiliriz. Bu göreceli "yumuşak
geçiş", siyasal kültürün de -Kıta Avrupasına göre- daha yumuşak ve hoşgörülü olmasında etkili
olmuştur.
İngiliz deneyinin bir başka önemli yanı da, din etkisinin -yine Kıta Avrupasına göre- çok daha az
oluşudur. Avrupa'nın tersine, din adamları hiçbir zaman parlamentoda "ayrı bir güç" olarak temsil
edilmemişlerdir. Protestanlık yayılırken, hemen krala bağlı bir "Anglikan Kilisesi" oluşmuştur. Belki de,
dinin hep siyasal otoritenin gölgesinde kalmasının sonucu, Avrupa'daki kadar sert bir Katolik-Protestan
çatışması görülmemiştir. Bu da, siyasal çatışmayı yumuşatan, en azından daha da sertleştirmeyen bir
etki yapmıştır.
Sözünü ettiğimiz denge ve etkilerin ilk somut sonucunun, 1215 tarihli "Magna Charta" (Büyük Şart)
olduğunu söyleyebiliriz. Kabul etmek zorunda kaldığı bu belge, kralın yurttaşların özgürlükleri ve
malları üzerindeki keyfi müdahele yetkisini kaldırıyordu. 17. yüzyılda Kral I. Charles, Avrupa benzeri bir
merkezi yönetim kurmayı denedi. Parlamentoya danışmadan İspanya ve Fransa'ya savaş ilan etti,
savaş masraflarını karşılamak için de vergileri arttırdı. Bunun üzerine parlamento, 1628 yılında,
"Haklar Bildirisi"ni (Petition of Rights) yayınladı. Bu bildiri ile, kralın yetkileri sınırlandırılıyor, kralın
yasalara uygun olmadan kimseyi suçlayıp cezalandıramayacağı ve halka karşı orduyu
kullanamayacağı, hükme bağlanıyordu.
Kralın buna karşı sürdürdüğü savaşım, Olivier Cromwel önderliğindeki bir halk ordusunun krala
savaş açmasıyla ve 1649 yılında Avam Meclisi'nin kararı ile kralı idam etmesiyle sonuçlandı. 1658'de
Cromwell'in ölümüne kadar, İngiltere bir diktatörlük dönemi yaşadı. Arkasından, idam edilen kralın
oğlu, II. Charles adıyla tahta geçti. Onun arkasından tahtı devralan kardeşi II. James, tıpkı babası gibi,
yeniden bir "mutlak kral" gibi davranmayı denedi. Ama, parlamentoya karşı verdiği üç yıllık savaşımın
sonunda, ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Bu olayın etkisiyle, 1689 yılında parlamento, ünlü "Haklar
Yasası"nı (Bill of Rights) yayınladı. Artık kral hiçbir yasayı yürürlükten kaldıramayacak, parlamentonun
izni olmadan vergi ve asker toplayamayacak, yasal kurallara uymadan hiç kimse tutuklanamayacaktı.
Zamanla İngiliz kralları yetkilerini teker teker yitirdiler; tacını koruyan, ama "yönetmeyen" bir hükümdar
durumuna düştüler. Parlamenter rejimlerin cumhurbaşkanlarından pek bir farkları kalmadı. Aynı süreç
içinde Lordlar Mecîisi'nin yetkileri de Avam Meclisi'ne geçtikçe, krallık görünümü altında bir siyasal
demokrasi ortaya çıkmış oldu.
İngiliz toplumunun tarihsel evrimindeki yumuşak geçişlerin erdemlerini en iyi savunan düşünür
Edmund Burke'dir (1729-1797). Mümtaz Soysal, İngiliz gelenekçiliğinin bu kuramcısının düşüncelerini
şu birkaç tümce ile çok iyi özetliyor: "Modern toplumun gereklerinin yavaş yavaş oluşan bir gelişmeyle
yerine getirilmesini çok daha akıllıca bir iş olarak değerlendirir. Değişen koşullar dolayısıyla ödünler
verilirken, çok önemli bir unsur olan 'eskilik' unsurunun ortadan kaldırılmamasına dikkat edilmelidir. Bu
eski unsurların değeri daha fazladır. Anayasa eskidikçe, bu eskilik ona daha çok güç kazandırır.
Eskime, saygıyı, saygı da sağlamlığı getirir."
1492'de Kristof Kolomb tarafından keşfedilen Amerika kıtasının güneyi 16. yüzyıl başlarında, kuzeyi
ise ayın yüzyılın sonlarında Avrupalılar tarafından işgal edilmeye başlandı, ilk sürekli İngiliz yerleşim
merkezi, 1607 yılında Virginia'da Jamestown adıyla kuruldu. Kuzey Amerika'ya ilk yerleşen göçmenler
arasında İngilizler, onların içinde de "Püriten"ler ağırlıktaydılar.
Püritenlik, Hıristiyanlıkta her türlü yeniliğe karşı, katı ahlakçı, ama "Tanrı önünde eşitlik" ilkesi
nedeniyle eşitliğe bağlı bir tarikat idi. Zenginliği seçkinlik belirtisi saydıkları için, İngiltere'de
burjuvazinin gelişmesine ve parlamentonun güçlenmesine katkıda bulunmuşlardı. I. Charles'ın
idamında rolleri vardı. Krala bağlı İngiliz kilisesine karşı oldukları ve görüşlerini İngiltere'de
uygulayamayacaklarını anladıkları için Amerika'ya göç etmişlerdi, İngiliz kilisesine karşı oldukları için,
zamanla İngiliz sömürgeciliğine de karşı çıktılar ve 1776 Amerikan Devrimi'nde de rol oynadılar.
Sanattan ve eğlencenin her türünden nefret ediyorlardı (1642' de tiyatroları kapattırdılar). Onların bu
ölçüde katı, hoşgörüsüz, ödünsüz olmaları nedeniyle de, New England'da laiklik akımı gelişti.
Püritenliğin etkisini göz önüne almadan, Amerikan Devrimi'ni ve Amerikan toplumunun bazı
özelliklerini anlamak zordur. Eşitlikçi inançlarının etkisiyle, Kuzey Amerika'daki "çoğunluğa dayalı" ilk
yönetimi kuran onlar olmuşlardır.
Amerika'da siyasal demokrasi, Avrupa'daki gibi, bir aristokrasi-burjuvazi çatışmasının ürünü olarak
doğmadı. Avrupa'nın katı rejimlerinden kaçarak, özgürlük düşünceleriyle birlikte bu ülkeye gelenlerin,
İngiliz sömürgeciliğine karşı başkaldırmasıyla gerçekleşti. Bir yandan, Tanrı önündeki eşitlik nedeniyle
doğuştan özgür olduklarına inanan püritenler; öte yandan, kralın ve soylunun bulunmadığı, her gelene
kucağını açan uçsuz bucaksız topraklar; ticaret ve sanayinin daha sonraları geliştiği bir tarım
toplumunda, liberal ideolojinin temel taşlarını oluşturuyorlardı.
Halkın seçtiği meclislerle, İngiliz kralının atadığı valiler arasında sürekli bir sürtüşme vardı.
Sonunda, "Yedi Yıl savaşları" nedeniyle parasal sıkıntı içine düşen kralın vergileri artırmasıyla,
başkaldırma başladı, İngiltere'ye karşı 1765'te başlayan eylem, 1774'te Philadelfiya'da toplanan ülke
çapındaki ilk parlamento ile önemli bir aşamaya ulaştı, 19 Nisan 1775'te, sömürgeci güçlere karşı ilk
kurşun atıldı. Thomas Jefferson tarafından son biçimi verilen "Bağımsızlık Bildirisi" ise 4 Temmuz
1776'da yayınlandı. Liberal ideolojinin tüm kurum ve ilkelerini içeren bu bildirinin ilk maddesi, "Kişiler
doğuştan eşit, özgür ve bağımsızdırlar" diye başlıyordu, insanların doğuştan sahip oldukları ve hiçbir
biçimde ellerinden alınamayacağı hakları vardı, ikinci maddede, "Bütün güç halkta toplanır ve halktan
gelir" deniyordu. Basın ve inanç özgürlüklerine ayrı ayrı maddeler ayrılmıştı, İngiltere'deki Cromwell
deneyinin etkisiyle, 13. maddede şöyle deniyordu: "Barış süresince ordular bulundurmak, özgürlük için
tehlikeli sayılmalı ve bundan kaçınılmalıdır. Ordu her durumda, sivil gücün emri altında bulunmalı ve
sivil güç tarafından yönetilmelidir."
İngiliz ve Amerikan deneyimlerinden sonra patlak veren Fransız Devrimi, liberal demokrasinin
oluşumu açısından büyük önem taşır, İngiliz Devrimi zamana yayıldığı için, Amerikan Devrimi ise çok
uzaklarda ve farklı koşullarda gerçekleştiği için, Fransız Devrimi kadar evrensel bir etki
yapamamışlardır.
Tipik aristokrasi (topraksoylular)- burjuvazi (kentsoylular) çatışmasının ürünü olan Fransız Devrimi'ni
hazırlayan koşullar üzerinde uzun uzun durmak gerektiğini sanmıyoruz. Oral Sander'in bir tümcede
özetlediği gibi; "Kral, kaynağını 'ilahi hukuk'tan alan haklarını, üretici olmayan soylular ve kilise ile
işbirliği yaparak despotik bir biçimde kullanıyor, üretici olan burjuvazi ve köylüleri yönetime
karıştırmıyordu." Oysa 1713-1789 yılları arasında Fransa'nın dış ticareti beş katı artmıştı ve sadece bu
gösterge bile, Fransız burjuvazisinin gelişmişlik düzeyini gösteriyordu. Ekonomik bakımdan bu ölçüde
güçlenen bir toplumsal sınıfı, uzun süre ülke yönetiminden uzak tutmanın olanaksızlığı 1789'da çarpıcı
bir biçimde ortaya çıktı.
Fransa'nın vergi gelirleri, aristokrasi ve din adamlarının sahip bulundukları ayrıcalıklar yüzünden çok
düşüktü. Savaşların getirdiği ek yüklerle krallık bir iflasın eşiğine varmıştı. Kral, topraksoyluları
toplayarak duruma bir çare bulmak istedi. Bütün topraklardan vergi alınmasına yanaşmayan
topraksoylular, çözüm olarak, 1614'ten beri toplanmamış olan parlamentonun (Etats-Généraux)
görüşünün alınmasını önerdiler. Aristokrasinin, din adamlarının ve burjuvazinin temsilcileri,
parlamentoyu oluşturan üç mecliste ayrı ayrı toplanıyorlardı. 5 Mayıs 1789'da toplanan parlamentoda,
burjuvazi ilk adım olarak, diğerlerinin de Halk Meclisi'ne katılmasını krala kabul ettirdi (27 Haziran
1789). 9 Temmuz'da ise Halk Meclisi, bir anayasa hazırlamak amacıyla kendini Kurucu Meclis ilan etti.
Kralın karşı çıkması üzerine, halk 14 Temmuz'da, baskı rejiminin simgesi durumundaki Bastil
hapishanesini yıktı.
Kral 17 Temmuz'da Kurucu Meclis'i tanımak zorunda kaldı. 4 Ağustos'ta, derebeylerin feodal
düzende sahip oldukları tüm hukuksal ayrıcalıklar kaldırıldı. Tüm Fransızların yasalar önünde eşitliği
kabul edildi. Toprak mülkiyeti sınırlandırılıp (toprak reformu), kamu görevlerinin parayla alınıp satılması
yasaklandı. 26 Ağustos'ta ise, ünlü "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi" yayınlandı:
"İnsanlar özgür doğar ve özgür, eşit haklara sahip olarak yaşarlar; özgürlük, mülkiyet, güven ve
baskıya karşı koyma, doğal ve kaldırılmaz haklardır; her türlü egemenliğin asıl kaynağı halktır;
özgürlük, başkalarına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmek demektir; her yurttaşın, ister kişisel
olarak ister temsilciler aracılığıyla, yasa yapılmasına katılma hakkı vardır; tüm yurttaşlar yasa önünde
eşittirler; yasanın belirttiği durumlar ve öngördüğü yöntemler dışında hiç kimse suçlandırılamaz,
tutuklanamaz ve alıkonamaz; hiç kimse, suçtan önce yapılmış ve onaylanmış bir yasadan başka bir
yasayla cezalandırılamaz; hiç kimse düşüncelerinden ötürü kınanamaz; her yurttaş, bu hakkının
kötüye kullanmış olmanın getireceği sorumluluk kendisine ait olmak üzere, dilediği gibi konuşmakta,
yazmakta, yayınlamakta özgürdür... mülkiyet kutsal ve dokunulmaz bir hak olduğu için, yasayla
saptanmış kamu yararının gerektirdiği bir durumda parasının önceden ödenerek alınması dışında,
kimsenin mülkiyeti elinden alınamaz..."
Tıpkı Marx ve Engels'in 1848'de yayınlayacakları "Komünizmin Manifestosu" gibi, bu da
"Liberalizmin Manifestosu"dur. Aradan geçen iki yüz yılı aşkın süreye karşın önemini koruyan,
evrensel bir değerler çerçevesi oluşturmaktadır.
Adam Smith'e göre, insan kendi çıkarlarını herkesten iyi bilir; çıkarlarının gereğini yerine
getirebilmesi için özgür olmalıdır. Her insan kendi çıkarı için çalışırken, aynı zamanda toplumun da
çıkarına hizmet eder. Çünkü toplumun çıkarı, tek tek bireylerin çıkarının toplamından oluşur. Öyleyse,
bireylerin kendi çıkarlarını sağlamak için yaptıkları çalışmalara, hiç kimse, bu arada devlet de engel
olmamalıdır... İşte siyasal demokrasinin ana felsefesinin temelinde, Adam Smith'in bu düşünceleri
vardır. Liberal devlet, yalnızca yasalar önünde eşitliği ve bireylerin özgürlüğünü korumakla yükümlü,
yalnızca içte ve dışta güvenliği sürdürmekle görevli bir kurumlar bütünüdür.
Siyasal demokrasinin doğuşunda, tanrısal kökenli egemenlik anlayışının yerini halkın egemenliği
anlayışının alması da rol oynamıştır. Egemenliğin kökeniyle ilgili bu değişiklik ise, büyük ölçüde
laikliğin yerleşmesiyle, kilisenin etkisinin azalmasıyla gerçekleşmiştir. Derebeylik düzeni ile
bütünleşmiş olan kilise, yeni düzenin kurulmasıyla birlikte gücünden çok şey yitirmiştir. Toprağa dayalı
üretim, kaderciliği yaygınlaştırarak kilisenin etkisini güçlendirirken, var olan koşulların ve kurumların
hızla değişmeye başlamasıyla birlikte, kilisenin de desteklediği derebeyliğin doğal olduğu ve Tanrı'nın
isteğine uygun bulunduğu inancı sarsılmıştır. Siyasal demokrasi, ulusal ve laik bir toplumsal çerçevede
varolabilmiştir. Egemenliğin tanrısal kökenli olduğunun kabul edildiği bir toplumda, siyasal iktidarın
halkın oylarıyla belirlenmesi herhalde düşünülemezdi.
Siyasal demokrasinin doğuşunda, belirli bir ekonomik değişmenin temel etken olduğunu
söyleyebiliriz. Tarıma dayalı kapalı ekonomilerde, toprağı denetleyen güç, tüm toplumu denetimi altına
alabiliyordu. Onun karşısında denge oluşturabilecek başka bir güç yoktu. Böyle bir çerçevenin
kırılmasıyla birlikte, ekonomik güçler çeşitlendi ve onlar arasındaki çıkar çatışmaları, demokrasiyi
olanaklı kılacak bir denge ortamı doğurdu. Tüm ekonomik gücü elinde bulunduran topraksoyluların
egemenliğinden, çeşitlenen ekonominin farklı dallarında güçlenen toplumsal sınıflar arasındaki güç
dengesine geçilmesiyle birlikte, demokratik bir siyasal kurumlaşma olanaklı duruma geldi.
Siyasal demokrasi, sadece çoğunluğun yönetimi demek değildir. Çünkü çoğunluğun temsiline dayalı
bir yönetim, çoğunluk diktası da olabilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, siyasal demokrasi, çoğunluğun
yönettiği, azınlıkta olanların ise, yönetimin keyfiliklerine karşı korunduğu bir rejimdir. Siyasal iktidarın
sınırlandırılması ve özellikle de bağımsız bir yargı denetimi, çağdaş liberal demokrasinin vazgeçilmez
öğelerindendir. Siyasal iktidar üzerindeki yargı denetimi, azınlıkta olanların korunmasını, bireysel hak
ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını sağlar.
c) Sosyal Demokrasi

Siyasal demokrasi, kapitalizmin gelişmesi sonucu, ekonomik bakımdan güçlü sınıflar arasında ortaya
çıkan çatışmanın ve o çatışmanın sonunda oluşan bir güçler dengesinin ürünüdür. Bu çatışmada, işçi
sınıfı ve aydınlar kentsoyluların, köylü sınıfı ve kilise ise topraksoyluların destekçisi olarak rol
oynadılar. Gerek işçilerin, gerekse aydınların desteği bilinçliydi; çünkü kentsoyluların ideolojisi olan
liberalizmin özgürlük ve eşitlik ilkeleri, kendilerinin de yararınaydı. Kilisenin topraksoylulara verdiği
destek de bilinçliydi; çünkü kilisenin kendisi de derebeylik düzeniyle bütünleşmişti. Liberal
düşüncelerin egemenliği, kilise aristokrasisinin birçok ayrıcalığının da sona ermesi anlamına gelecekti.
Bu çatışmada kendi çıkarlarına ters davranan tek toplumsal sınıf olan köylülerin yönlendirilmesinde de,
gene aynı kilise önemli rol oynamıştır.
Sosyal demokrasi, sanayi devriminin ve onun ortaya çıkardığı güçlü bir işçi sınıfının etkisiyle
oluşmuştur. Eğer işçi sınıfı olmasaydı, siyasal demokrasi, ekonomik bakımdan güçlü sınıfların
gereksinimlerine yanıt veren bir azınlık demokrasisi, bir tekilci demokrasi olarak kalacaktı. Levent
Köker, "Batı Demokrasisi"nin kapitalizmin değil, kapitalizme karşı olan toplumsal güçlerin ürünü
olduğunu söylerken haklıdır.
Sanayi devrimiyle birlikte, bir yandan atölye üretiminin yerini büyük fabrikalarda yapılan üretim
alırken, öte yanda, üretimde sağladığı hızlı artış ile yaşam koşullarını değiştirdi. Atölyelerdeki işçi-
işveren yüz yüze ilişkisinin yerini, fabrikalarda yüzlerce, binlerce işçinin bir arada çalıştığı, işveren
temsilcilerinin araya girdiği bir ortam aldı. Bu, sosyalist düşüncenin yayılmasına ve toplu eylemlere
elverişli bir ortamdı.
Liberalizm, ekonomik bakımdan güçlü bir toplum kesiminin gereksinmelerinden kaynaklanmıştı. Oysa
sosyalizm, tam tersine, asıl sorunu ekonomik olan bir sınıfın sorunlarına yanıt olarak doğdu. Hukuksal
eşitlik ve özgürlük, işçi sınıfı için de anlamlı ve önemliydi. Ama bu sınıfın ve benzerlerinin ekonomik
gücünün zayıflığı, liberalizmin getirdiği hak ve özgürlüklerden yeterince yararlanmasını önlüyordu. Batı
Avrupa'daki işçi sınıfı, liberalizmin sağladığı özgürlüklerden kendi temel sorununun çözümü için
yararlanmak amacıyla, uzun ve bazen de çok kanlı bir savaşım verdi.
İşçi sınıfının ve genel olarak, ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimlerinin savaşımının birinci
aşamasını, yalnızca varlıklı toplum kesimlerine tanınan temel hak ve özgürlüklerin kendilerine de
tanınması için verilen savaşım oluşturmuştur. Yasalar önünde eşitliğin en doğal sonucu gibi görünen
genel ve eşit oy hakkının elde edilebilmesi, seçilme hakkının elde edilebilmesi bile, böyle uzun ve kanlı
bir kavganın ürünüdür. 1789 devriminin sonucu olan bu temel hak Fransa'da, ancak 1848
ihtilallerinden sonra işçi sınıfını da kapsamına almıştır. Bu aşamayla birlikte, siyasal demokrasi
tamamlanmış, çoğulcu, katılımcı, sosyal bir demokrasiye giden yol açılmıştır.
Derebeylik döneminde, ekonomik bakımdan güçlü tek bir sınıf vardı ve siyasal açıdan da o sınıf
egemendi. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte yeni bir sınıf doğdu, ekonomik bakımdan güçlendikçe,
siyasal alanda da etkili olmak istedi. Derken, sanayi devrimi ile, işçi sınıfı, ekonomik açıdan değil, ama
toplumsal açıdan büyük güç kazandı. Sayı ve örgütlenme gücüne dayanarak, sonunda o da, siyasal
rejimde etkili olmasını sağlayacak olanakları ele geçirdi. Böylece, tek bir gücün egemen olduğu bir
siyasal sistem, birçok güç odağının bulunduğu bir siyasal sisteme dönüşünce, çoğulcu demokrasi
gerçek anlamıyla doğmuş oldu. Bütün toplum kesimlerinin, kendi çıkar ve görüşlerini savunmasına
olanak veren, demokrasinin ve özgürlüklerin güvencesini bu çoğulcu dengede bulan bir siyasal sistem
oluştu.
Ekonomik sıkıntıları olmayan sınıflar, siyasal demokrasiden, yalnızca yasalar önünde eşitlik ile iç ve
dış güvenliğin sağlamasını bekliyorlardı. Oysa işçi sınıfının ve ekonomik bakımdan güçsüz toplum
kesimlerinin devletten beklentisi sadece "korunmak" değil, aynı zamanda "yardım edilmek"ti.
Kentsoylular "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" derken, devletten, büyük balığın küçük balığı
yutmasına izin verecek bir "yansızlık" istiyorlardı. Sahneye çıkan yeni toplum kesimlerinin sorunları
ise, tersine, devletin işlere karışmasını ve zayıf olanı korumasını gerektiriyordu. Sosyal demokrasi
böyle doğdu.
Liberal hak ve özgürlükler, devletin yalnızca koruması gereken hak ve özgürlüklerdi. Oysa sosyal
hak ve özgürlükler, devletin vermesi, sağlaması, yaratması gereken olanakları içeriyordu. Liberalizmin
öngördüğü "serbest rekabet"in, beklenen olumlu sonucu verebilmesi, başlangıç noktasında koşulların
eşit olmasına bağlıydı. Oysa bazıları yarışa çok önde, bazıları ise çok geride başlıyorlardı. Giderek
devletin, toplumun tümüne eğitim, sağlık ve kültür olanakları sağlamayı üstlenmesi gerektiği kabul
edildi, işsizlikle mücadele, devletin görevleri arasına girdi. Çalışan toplum kesimlerine, grev ve toplu
sözleşme hakkı tanındı. Toplumsal güvenceler (sosyal sigortalar) yaygınlaştırıldı. Devlet, liberal devlet
anlayışının çok ötesinde görevler üstlendi. Liberal demokrasinin içerdiği siyasal demokrasi, liberalizmin
değerlerini yansıtırken, sosyal demokrasi, liberalizm ile sosyalizmin bir sentezi olarak ortaya çıktı.
Sosyal hakları içeren "sosyal devlet" kavramı, 1961'den başlayarak Türk anayasalarına da girdi.
Sosyal demokrasinin oluşumunda iki önemli deneyimden söz edebiliriz: İskandinav ve İngiliz. Her iki
modelin de çıkış noktasında, iki önemli benzerlik vardı: ikisi de, güçlü bir komünist hareketin
rekabetinden uzakta ve işçi sendikalarının büyük desteği ile geliştiler.
İskandinav sosyal demokrasileri içinde en ünlüsü İsveç'inki. İsveç'te sosyal demokratlar, 1932
yılından bu yana, iki küçük ara dışında sürekli olarak iktidardalar. iktidar ortakları da, Köylü Partisi.
Kuruluşunda tutucu özellikler taşıyan bu parti, zamanla küçük çiftçilere ve yoksul köylülere yönelmiş,
giderek sosyal demokratlara yaklaşmıştı.
Bir anlamda "işçi-köylü ortaklığı"nın ilk başbakanı olan Allan Hannson, köylünün ürettiğinin satın
alınabilmesi için, işçi sınıfının yaşam düzeyinin yükseltilmesi gerektiğine inanıyordu. Yüksek düzeydeki
gelirler ağır biçimde vergilendirildi. Devlet eliyle büyük yatırımlara girişildi. 1933 yılında 190 bin olan
işsiz sayısı, dört yılda 10 bine düştü, işsizlik, yaşlılık, sağlık gibi toplumsal sigortalar kuruldu ve
genişletildi. "Toplumsal adalet" yoksulluğu kaldırdı, o da "toplumsal barış" getirdi.
1936 yılında, işçi ve işverenin eşit olarak temsil edildiği bir "İş Piyasası Meclisi" kuruldu. O tarihte
başlatılan uzlaşma süreci, kendi yan kurumlarını da yaratarak, grev ve lokavtı dışarıda tutan bir
çalışma barışı yaratmayı başardı. Özel sektör ekonomide ağırlığını koruyordu. Ama ekonomik iktidarın
işverenlerin elinde olmasına karşılık, siyasal iktidar işçilerin yanındaydı. Sosyal Demokrat Parti
üyelerinin büyük çoğunluğunu işçiler oluşturuyordu. Hükümete destek olan sayısız kooperatifler de,
keyfi fiyat artışlarına karşı mücadelenin güvencesiydi. işte bu güç dengesi, belki de çağımızın en
eşitlikçi ve barışçı toplumunu yarattı.
Sanayileşmede geri kalındığı halde, çok yüksek bir yaşam düzeyine ulaşıldı, işçiler, Avrupa'daki en
yüksek ücreti almaya başladılar. Yoksulluk ve büyük sınıfsal ayrıcalıklar ortadan kalktı. Hakça
sayılabilecek bir gelir dağılımının yanı sıra, her sınıftan halkın geleceği devlet güvencesi altına girdi.
Eğitim başta olmak üzere, birçok kamu hizmeti parasız oldu. "Her aileye bir konut" hedefine büyük
ölçüde yaklaşıldı, işsizliğin önlenmesi ise, İsveç sosyal demokrasisinin en önemli hedefi olmayı
sürdürdü. Önceleri büyük kamu yatırımları ile sonuç alınmaya uğraşılırken, giderek meslek eğitimi ve
yönlendirmelerle bu sağlanmaya çalışıldı. Eşitlikçi toplum düzeni, Olaf Palme gibi bir başbakanın,
makam arabası kullanmanın yasa ile yasaklandığı hafta sonlarında belediye otobüslerine binmesine
kadar ulaştı. (Palme, yaşamını da, korumasız bir biçimde eşi ile yürürken uğradığı bir saldırı sonucu
yitirdi.)
İsveç, Norveç ve Danimarka'da oluşan "sosyal devlet" ya da "sosyal demokrasi" modellerinin çok
ortak yanları var. Her üç ülkede de, demokratik solcular iktidarda uzun süre kalmak olanağını buldular.
Birçok reform yaptılar, kapitalist ekonominin ve onun toplumsal sonuçlarının sivriliklerini törpülediler.
Sağcı partiler ise, bu yapılanları bozmayı hiçbir zaman düşünmedikleri için, "toplumsal adalet" ve
"özgürlük" aynı rejim içinde gerçekleşme fırsatını buldu.
Toplumdaki "egemen" ve "ezilen" sınıflar bir anlamda ortadan kalktı. Her sınıfın hakkını
koruyabildiği, ulusal gelirin oldukça adaletli dağıtımı sonucu herkesin insanca yaşayabildiği bir düzen
doğdu. Büyük ayrıcalıkların kalkması ile, sınıflar arası gerilim azaldı ve "sınıf düşmanlığı" kavramı
büyük ölçüde yok oldu. Solcu iktidarlar ile ılımlı sağ muhalefet arasında ana sorunlarda görüş birliği
doğması ve siyasal yaşamın büyük kararlılık kazanması, sınıflar arasındaki gerginliğin azalmasının bir
sonucu olarak ortaya çıktı.
Her üç ülkede de, sanayinin gelişmesindeki gecikme, sosyalist hareketin gelişmesini zorlaştırmıştı.
Her üç ülkede de, solcu partiler iktidara ulaşınca "ihtilalcilik"ten tamamen uzaklaştılar; başka partilerle
işbirliği yapmak zorunda kaldıklarından, giderek ılımlılaştılar. Hoşgörü ve uzlaşma geleneği böylece
oluştu.
ingiltere'deki sosyal demokrasi modelinin temeli ise, 1945-50 ve 1964-70 yılları arasındaki işçi
Partisi iktidarları sırasında atıldı. Yapılanları geriye götürme cesaretini ise -Margareth Thatcher dönemi
dışında- Tutucu parti iktidarları gösteremediler. Çünkü kazanımların arkasında ciddi bir toplumsal
destek bulunuyordu.
İngiliz sosyal demokrasisinin hedefi "şans eşitliği"ni sağlamaktı. 1945 yılında İşçi Partisi ilk kez tek
başına iktidar olunca, sessiz bir devrim başladı: Bir yandan geniş kamulaştırmalar, sosyal sigortaların
genişletilmesi, hastahanelerin ve tedavinin parasız oluşu; öte yandan, ulusal gelirin hakça paylaşımı
için alınan önlemler, yüksek gelirden yüksek oranda vergi ve çok yüksek bir miras vergisi... İngiltere
Merkez Bankası, kömür madenleri, gaz, elektrik, demiryolları ve demirçelik sanayii, kamulaştırılan
kurum ve dallar içinde yer alıyordu. Hatta karayolu taşımacılığı bile kamulaştırılmıştı. Ama halk bunu
ve demirçelikteki kamulaştırmaları fazla benimsemediği için, Tutucu Parti iktidarları daha sonra bu
ikisini yeniden özelleştirebildi.
Fransa, Avrupa'da, güçlü bir komünist partisinin rekabeti ve sendikaların yeterli desteğinin
sağlanamaması nedeniyle "sosyal demokrasi"nin oluşumunda zorluk çeken ülkelerden birisi. Ama
Sosyalist Parti'nin 1981'deki iktidarı ve özellikle de bir aradan sonra onu izleyen ikinci iktidarı ile birlikte
bu sürecin hızlandığını görüyoruz. Bu değişimin başlıca mimarı olan Başbakan Michel Rocard, yirminci
yüzyılın sonu yaklaşırken, sosyal demokrasinin ana çizgilerini şöyle vurguluyor:
"Marksist şablonu terk ettik, ama şimdi moda olan serbest piyasa ekonomisini de benimsemiyoruz.
Karma ekonomiyi çok farklı şekillerde yorumlamak mümkün. Ama temelde sosyalizmin sosyal adalet
için mücadele olduğuna her zaman inanacağız. Rekabetin erdemleri var. Ama rekabet bazı kurallara
göre işlemelidir. Aksi takdirde en güçlü olanın kuralı geçerli olacaktır. Bu da haksız ve aptalcadır...
Piyasa mekanizmasını yalnızca hükümet müdahaleleriyle değil, sendikalar ve diğer gönüllü
örgütlenmeler aracılığıyla denetlemeyi amaçlıyoruz. Ekonomik krizi başarıyla göğüsleyen ülkeler,
sosyal dayanışmayı koruyan, İsveç, Avusturya ve Almanya gibi, işçilerin güvenine sahip ve duyarlı
mali politikaları gelir politikalarıyla birleştiren hükümetlerin bulunduğu ülkeler olmuştur."
Türkiye'ye belirli bir "sosyal devlet" anlayışının Kemalizm ile birlikte girdiğini söyleyebiliriz. Çalışan
toplum kesimleri, oy hakkından ücretli yıllık izine, sekiz saatlik işgününden parasız eğitime ve sağlık
hizmetlerine kadar birçok hakkı Kemalist devrim süreci içinde -savaşım vermeden- kazanmıştır.
Kemalistlerin ağır bastığı (özellikle CHP'nin) 27 Mayıs döneminde hazırlanan 1961 Anayasası ise, tam
anlamıyla bir "sosyal devlet" kurmayı amaçlıyordu. Bülent Ecevit, kendisinin de hazırlayıcıları arasında
olduğu bu anayasanın getirdiği sosyal demokrat özü şöyle özetliyor:
"Mülkiyet ve miras hakkını tanıyan, ama bu hakların toplum yararına aykırı olamayacağını da
belirten; toprakta da özel mülkiyeti esas tutan, ancak bu mülkiyet hakkından, geçimi toprağa bağlı
herkesin yararlanabilmesi için, bireylerin elindeki toprak genişliğinin sınırlanabileceğini söyleyen; özel
girişime serbestlik tanıyan, hatta güvenlik sağlayan, ancak özel girişimi 'milli iktisadın gereklerine ve
sosyal amaçlarına uygun' yürümeye mecbur tutan; yatırımlarda toplum yararını öncelikle gözetmeyi
emreden; ücret adaletini ve bütün halk için sosyal güvenliği gerekli kılan; öğrenimde fırsat ve olanak
eşitliğim şart koşan; kooperatifçiliğin geliştirilmesiyle devleti görevli kılan; tarımda emeğin
değerlendirilmesini isteyen; doğal servet ve kaynakları, devletin hüküm ve tasarrufu altında tutan
Anayasamız..."
Sosyal demokrasinin iki ön koşulu, sanayileşme ve kitle örgütlenmesidir. Bu iki sürecin gelişmesi
ölçüsünde, Türkiye'de sosyal demokrasi gelişme şansını yakalayacaktır.
Toktamış Ateş'in de altını çizdiği gibi; "Sosyal demokrasi, devletin ödevlerini arttırdığı gibi, halkın
ödevlerini de arttırmaktadır. Siyasetin kapsamı genişlemiştir. Devletin tek görevi, aslında var olan
özgürlükleri korumak değil; var olması gereken özgürlüklerin gelişmesini engelleyen unsurları saf dışı
etmektir. Servetin belirli ellerde toplanması, gelir grupları arasındaki büyük farklar, fırsat eşitliğinin
yokluğu, işsizlik, sosyal demokrasinin ortadan kaldırılması gereken ilk hedefleridir. Çünkü bu şartlar
altındaki insanlar özgür olamazlar, özgürlük kavgasının yerini ekmek kavgası alır ve özgürlük, mutlu
bir azınlığın tekelindeki bir lüksten daha ileri bir şey olamaz."
Sosyal demokrasinin bu çerçevesi elbetteki değişmemiştir. Ama amaca ulaşmak için seçilen
araçlarda bazı değişiklikler olduğu açıktır. Ve, yirminci yüzyılın sonları yaklaşırken, değişen koşulların
sosyal demokrasiye getirdiği bu değişikliği Sosyalist Enternasyonal'in Başkanı Willy Brandt şöyle
açıklıyor: "Bu değişiklik, deneyimlerimizin bir sonucudur, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, çoğumuz
devletin ekonomideki rolüne bugün olduğundan daha büyük bir güven duyuyorduk. Bugün ise
çoğumuz, kamu müdahelesi ile piyasada ifade edildiği şekliyle özel girişimlerin rolü arasında daha
uygun bir dengeden yanayız."
Nasıl ki, siyasal demokrasi "hukuksal adalet" kavramından esinlenmiş ve "hukuk devleti" kavramını
yaratmışsa, sosyal demokrasi de "toplumsal adalet" kavramından etkilenmiş ve "sosyal devlet"
kavramını yaratmıştır. Toplumsal adaletin, dolayısıyla sosyal demokrasinin gerçekleşmesi açısından,
çalışan sınıfların örgütlenme özgürlükleri büyük önem taşır. Siyasal demokrasi, varlıklı toplum
kesimleri arasındaki güç dengesine dayanırken, sosyal demokrasi, temelde emek-sermaye, işçi-
işveren dengesine ulaşabildiği ölçüde gerçeklik kazanır. Sermayedar sınıfların gücü ekonomiktir.
Emekçi sınıfların gücü ise sayısaldır, çoklukla ilgilidir. Ama o çokluk, ancak örgütlendiği zaman, gerçek
bir güç oluşturur. Daha önce de vurguladığımız gibi büyük bir işadamı, tek başına da olsa ekonomik
güce, dolayısıyla siyasal bir ağırlığa sahiptir. Onun karşısında denge oluşturabilmek için, binlerce
işçinin bir araya gelmesi, küçük ödentilerini üst üste koyması, aralarında bir görüş ve çıkar birliği
kurması gerekir.
Örgütlenme özgürlüğü kısıtlandığında, çoğulcu demokrasiden de, sosyal demokrasiden de
uzaklaşılmış olur. Etkili olmak için örgütlenmesi zorunlu olmayan varlıklı toplum kesimlerinin ağırlığı,
böyle bir ortamda artar. Toplumda örgütlenme ve toplumsal kararları etkileme olanakları
yaygınlaştıkça, kitlelerin her düzeydeki katılımı arttıkça, çoğulcu demokrasi gerçeklik kazanır;
demokrasinin "sosyal" yönü güçlenir. Çoğulcu demokrasi, tüm toplum kesimlerine, örgütlenme ve
siyasal iktidarı etkileme veya siyasal iktidara ulaşma için yasal mücadele yolunu açık tutan
demokrasidir. Çoğulcu demokraside halk seyirci değil, oyuncudur. Çoğulcu demokrasi, halkın belirli
aralıklarla sandık başına giderek belirlediği bir seçkinler yönetimi değildir.
2. TEKİLCİ SİSTEMLER

Demokratik rejimlerle baskı rejimlerini ayıran en önemli ölçüt, kendisine iktidar olma yolu açık
tutulan, bir yasal muhalefetin bulunup bulunmamasıdır. Demokrasinin, azınlıkta olanlara, günün
birinde çoğunluk olabilme şansı tanıyan, egemenliğin halkta olduğu bir yönetim biçimi olarak
tanımlanması bundandır. Bu tanıma yaklaştığı ölçüde, bir rejim demokratiktir ve bu tanımdan
uzaklaştıkça rejim baskıcı bir nitelik taşır. Demokratik niteliği ağır basan rejimlerde bazı baskı öğeleri
bulunabileceği gibi, baskı rejimi özellikleri taşıyan rejimlerde bile bazı demokratik öğelere rastlanabilir.
Bu başlık altında, önce baskı rejimlerinin özelliklerini ve o özelliklerin oluştuğu koşulları
inceleyeceğiz; bu konudaki bazı önemli kuramsal çalışmalara değineceğiz. Komünist ve faşist rejimler
ise, baskıcı, daha doğrusu tekilci nitelikleri ağır basan çağdaş siyasal bütünler olarak ayrı ayrı ele
alınacaklar. Tekilci sistemler çoğulcu sistemlerin tersidir; doğrunun "tek" olduğu inancı üzerine
kurulmuşlardır. Tek örgüt ve özellikle de tek parti anlayışı, bu "tek doğru" anlayışının doğal bir
sonucudur.
a) Diktatörlük Kuramı

Bazı siyasal bilimciler, diktatörlüğü baskı rejimlerinin özel bir biçimi olarak kabul ederler. Oysa yaygın
eğilim, tüm baskı rejimlerini diktatörlük olarak adlandırmak yönündedir. Ünlü İngiliz diktatör Cromwell
şöyle demişti: "On yurttaştan dokuzu benden nefret mi ediyor? Eğer sadece onuncusu silahlıysa
bunun bir önemi yok..." İşte tüm baskı rejimlerinin dayandığı temel felsefe budur.
Duverger, dikta rejimlerini "sosyolojik diktatörlükler" ve "teknik diktatörlükler" olarak ikiye ayırıyor.
Sosyolojik diktatörlükler, toplumdaki yapısal ve inançsal bunalımların sonucu olarak doğarlar. Teknik
diktatörlükler ise, Duverger'ye göre, koşulların ürünü bir zorunluk olmaktan çok, bir tür "parazit"
sayılabilir. Geçici bunalımlarla yapısal bunalımlar da, gene aynı çerçevede ikiye ayrılabilir. Büyük bir
yapısal değişimin ürünü olan baskı rejimlerinin uzun ömürlü olmalarına karşılık, geçici bunalımların
ürünü olan diktatörlükler kısa ömürlü oluyorlar.
Eski Yunan kent devletleri, denizciliğin gelişmesiyle, kapalı ekonomiden açık ekonomiye geçerken
(MÖ 7 ve 6. yy.) yapısal bir değişiklik de gerçekleşti. Toprağa dayalı üretim ve topraksoylulara dayalı
bir yapıdan, ticaretin ve el sanatlarının ağır bastığı, tüccarların ekonomik bakımdan en güçlü sınıfı
oluşturduğu bir yapıya sarsıntısız geçilmesi olanaksızdı. Tarihin tanıdığı ilk büyük diktatörlük salgını,
bu ortam içinde ortaya çıktı.
İkinci büyük diktatörlük salgını da, 1789 Fransız Devlimi ile birlikte başladı. Ortaçağın kapalı tarım
ekonomilerinin yerini, ticaret ve sanayinin egemen olduğu açık ekonomiler alırken, topraksoylularla
kentsoylular arasındaki çatışma giderek sivrileşti. Topraksoylular giderek gücünü yitiriyor, kentsoylular
güç kazanıyordu; ama siyasal düzen, topraksoyluların ayrıcalıklarını koruyacak biçimde kurulmuştu.
Devrimci, karşı-devrimci ve istikrar sağlamaya yönelik ortayolcu diktatörlükler birbirini izledi.
Yapısal bunalımla birlikte, genellikle bir inanç bunalımı da doğar. Halkın çoğunluğunun siyasal
inançlarına uyan rejim yasaldır; bu nedenle de, yasal iktidara saygı gösterilmesini sağlamak için
şiddete başvurmaya, açık baskı kullanmaya gerek kalmaz. Ama, örneğin halkın yarısı krallığı, diğer
yarısı cumhuriyeti yasal sayıyorsa; yarısı egemenliğin tanrısal kökenli olduğuna, diğer yarısı ise halk
egemenliğine inanıyorsa, orada bir inanç ve dolayısıyla da yasallık (meşruluk) bunalımı var demektir.
Rejim, kendisini yasal saymayan kesime karşı, otoritesini ancak baskı ve şiddet kullanarak kabul
ettirebilir. Suudi Arabistan'da ancak kral soyuna dayalı bir iktidar halkın çoğunca yasal sayılabilir; ama
Türkiye'de siyasal iktidarlar, özgür seçimlerle oluştukları ölçüde yasaldırlar.
Duverger, teknik diktatörlüğün ne olduğunu anlatmak için şu örneği veriyor: Çok iyi silahlı ve
disiplinli bir grup maceracı, bir gemiye dolarak, Pasifik'teki, birkaç bin nüfuslu bir adaya çıksalar ne
olur? Oradakiler durumlarından ve yönetimlerinden memnun olsalar bile, bu bir avuç kişiye baş eğmek
ve onların yönetimini kabullenmek zorunda kalmazlar mı?
Teknik diktatörlüklerin en yaygın örneğini, silah zoruyla ele geçirilen ve sömürge durumuna sokulan
ülkelerdeki yönetim biçimi oluşturur, imparatorlukların ya da sömürgeci devletlerin, egemen oldukları
ülkelere atadıkları yöneticilerin iktidarda bulunduğu rejimlerin ne yapısal ne de inançsal bunalımların
ürünü olmadıkları açıktır.
Duverger, askeri diktatörlükleri de aynı çerçevede değerlendiriyor. Ama bunun, hiçbir bunalımın
olmadığı bir toplumda ortaya çıkması biçiminde anlaşılmaması gerekir. Sosyolojik bir diktatörlüğe
neden olmayacak boyuttaki bir yapısal ya da geçici bunalım, çeşitli yollardan yapılan kışkırtmalarla
büyütülüp, teknik bir diktatörlüğün ortamı hazırlanabilir. Ülkedeki bunalımın yapay olarak şişirilmesi
için, askeri bir rejimi kendi çıkarına gören çeşitli iç ve dış güçler çaba gösterebilirler. Nazi rejiiminin
oluşmasında rol oynayan Reichtag (Ulusal Meclis) yangını bunun en ünlü örneklerindendir. Yangının
komünistler tarafından değil, Naziler tarafından bir kışkırtma amacıyla çıkarıldığı, yıllar sonra
kanıtlanmıştır.
Troçki'nin dediği gibi, normal koşullarda "orduya karşı devrim yapılamaz", ya da ordunun yaptığı bir
darbeye de engel olunamaz. Bir teknik diktatörlüğün yıkılması, kısa dönemde, kendi iç çelişkilerine
veya dış kaynaklı etkilere bağlıdır; ama sosyolojik bir diktatörlüğe dönüşmezse, uzun sürede mutlaka
yıkılır. 1920 yılında Berlin'de iktidara el koyan General Lüttwitz, eğer ertesi günü tüm ülkede
gerçekleşen genel grev sonucu yıkıldıysa, bunda, darbeci generalin ordunun çoğunluğunca
desteklenmemesinin rolü büyüktü. Ordudan kaynaklanan bir darbeyi, gene ordunun kendisinin
önleyebileceğini söylemek yanlış olmaz.
Duverger'in araştırması gösteriyor ki, bir dikta rejiminin sert mi yumuşak mı, ilerici mi tutucu mu
olacağı, o diktatörlüğü kuran ve yönetenlerin niyetlerine bağlı değildir. Kadife eldivenli, hoşgörülü bir
diktatörlük oluşturmaya niyetlenenler, kendilerine karşın, acımasız, hoşgörüsüz, katı bir rejim
oluşturmak zorunda kalabilirler, ilerici, devrimci bir dikta düşünenler de, gene ellerinde olmadan,
tutucu, çağdışı bir yönde gelişebilirler. Teknik diktatörlük, özellikle silahlı güce dayandığı için,
yaşayabilmesi, öteki diktatörlüklerden çok daha fazla baskı ve şiddet kullanmasına bağlıdır. Diktanın
yönünü ülkenin gelişme düzeyi ve güçler dengesi belirler. Üstelik bir diktatörlük, ilerici veya tutucu
olabileceği gibi, bazı durumlarda orta-yolcu da olabilir.
Maurice Duverger'nin diktatörlük kuramını daha önce ana çizgileriyle görmüştük: Ülkenin gelişme
düzeyi yükseldikçe, dikta olasılığı azalır; ama bu diktanın tutucu olma olasılığı artar. Buna karşılık, geri
kalmış ülkelerde dikta olasılığı ve o diktanın da ilerici olma olasılığı fazladır. Gelişmekte olan ülkelerin
en üstünde, ya da gelişmiş ülkelerin en altında yer alanlarda diktatörlük olasılığı artarken, bu
diktatörlüğün devrimci ya da karşı-devrimci olma olasılığı hemen hemen aynıdır. 20. yy. komünist ve
faşist rejimleri, daha çok bu gelişme düzeyindeki ülkelerde ortaya çıkmıştır. Ama, ülkenin gelişme
düzeyi ne olursa olsun, teknik diktatörlüklerin ilerici olması çok zordur. Askeri diktatörlükler, ancak
ekonomisi tarıma dayalı, toplumsal yapısı "ilkel" olarak nitelendirilebilecek ülkelerde ilerici bir nitelik
kazanabilirler.
Duverger, bu genel çerçeveye ek olarak şu açıklamayı da getiriyor: "Eğer diktatörlüğün ortaya
çıkması yeterince gecikmişse, eğer bunalım ilerlemişse, eğer yeni toplumsal güçler eskilerine oranla
daha fazla gelişmişse, rejimin devrimci olma şansı daha fazladır. Eğer diktatörlük, toplumsal güçler ve
yeni düşünceler daha çekirdek halinde iken, erken doğum yaparsa, rejimde karşı-devrimci, tepkici
eğilim ağır basar."
Baskı rejimleriyle ilgili genel değerlendirmeyi sonuçlandırmadan önce, bizim "denge kuramı"mızı bir
kez daha anımsamakta yarar var: Her siyasal iktidar, bir güç dengesini yansıtır. Toplumsal güç
dengesini siyasal iktidara barışçı yollardan yansıtan rejim demokratiktir. Toplumdaki güç dengesinin
değişmesine karşın, siyasal iktidar değişmemekte direniyorsa, rejim içindeki çatışma, rejim üzerindeki
bir çatışmaya dönüşür. Bu, rejimin yükselen yeni toplumsal güçlere iktidar yolunu kapadığı anlamını
taşır ki, artık toplumsal barışın bu çerçevede korunabilmesine olanak yoktur. Yeni güçlerin, güçleri
ölçüsünde etkili olabilmelerine elverecek yasal olanaklar sağlanıncaya kadar, tepki ve karşı tepki
biçiminde şiddete başvurulur. Baskı rejimleri gündeme gelir.
19. yy.'ın ilk yarısında Batı Avrupa'da görülen işçi ayaklanmaları, o rejimlerin giderek güçlenen bu
yeni sınıfa, kendi çıkarlarını ve dünya görüşünü savunmak için gerekli yasal hak ve özgürlüklerin
tanınmamasının sonucuydu, işçiler oy hakkını, örgütlenme özgürlüğünü, grev ve toplu sözleşme
özgürlüğünü ele geçirdiklerinde, rejime karşı bir güç olmaktan çıkıp, demokrasiyi savunan temel
güçlerden birine dönüştüler. Ama o noktaya ulaşılıncaya kadar, baskı ve şiddete dayalı çözümler sık
sık gündeme geldi.
Diktatörlüklerin oluşumunda, insanların mal ve can güvenliği arayışlarının rolü çoktur. Benjamin
Franklin, bu gerçekten hareket ederek şöyle diyor: "Geçici bir zaman için biraz güvenceye kavuşmak
amacıyla özgürlüklerini feda edenler, ne özgürlüğe ne de güvenceye layıktırlar. Sonunda her ikisini
birden yitirirler."
Baskı rejimleri, özgürlükleri kaldırmanın ya da kısıtlamanın nedeni olarak genellikle "ülkenin yüksek
çıkarları"nı gösterirler. Ama o yüksek çıkarlar nedeni ile baskının sürmesinin sonu hiçbir zaman
gelmez. Diktatörlüklerin bu iç mantığını, Turhan Feyzioğlu şöyle açıklıyor: "Bu rejimlerin tehlikesi
şuradadır ki, idareyi elde tutanlar, er veya geç kendi şahıslarının veya partilerinin menfaatini,
memleket menfaati ile bir görmeye başlarlar. Diktatörün şahsen namuslu bir adam olması, bir baskı
rejiminde namussuzluğun yayılmasını önlemeye yetmez. Çünkü diktatör bilir ki, yolsuzlukların ve
skandalların açığa çıkması, ispat edilmesi, rejimi tehlikeye düşürür."
Varlıklarını haklı gösterebilmek için, diktatörlükler -sık sık- toplumdaki ahlak gerilemesini,
yolsuzlukları, hırsızlıkları, rüşvetin ve fuhuşun yaygınlaşmasını gerekçe olarak gösterirler. Oysa
ortaçağın korkunç Engizisyon baskısı bile, İtalyan ve İspanyol toplumlarını, daha "ahlaklı", daha
namuslu, daha iyi hale getirememiştir. Aşırı bir korku yaratarak bastırılan bazı kötü davranışların ise, o
korku biraz zayıflayınca çok daha vahşi bir biçimde patlak vermesi önlenemez. Suçluluğun yok
denecek kadar azaldığı "toplumsal barış" örneği gösterilen bazı Doğu Avrupa toplumlarının, tek parti
diktatörlüğünün gevşemesiyle birlikte, yaşadıkları şok, bu açıdan çok aydınlatıcıdır.
Diktatörlüğün zayıf yanlarından birisi de, ülkede "adam kıtlığı" yaratmasıdır. Her şeyin tepeden
kararlarla ve otoriter bir biçimde yürütülmesi, insanları ülke sorunlarına karşı ilgisiz kılar; sorumluluk
duygusunu yok eder. Bencillik yaygınlaşır. John Stuart Mill'in şu sözleri çok özlüdür: "Kendi elinde
daha uysal birer alet haline gelmeleri için, insanları cüceleştiren bir devlet, sonunda anlayacaktır ki,
küçük insanlarla gerçekten büyük işler başarmaya olanak yoktur."
Konuyu noktalarken, bir dikta rejiminden nasıl çıkılır, nasıl kurtulunur sorusunu yanıtlamak gerekir:
Baskı rejimlerinin ani bir değişmeyle sona ermeleri, ancak savaş sonucu rejimin yıkılması, ordunun
zayıflaması veya rejimle bütünleşmiş olan diktatörün ölmesiyle olanaklıdır. Almanya'da nazizm,
İtalya'da faşizm, savaş sonucu yıkıldılar, İspanya ve Portekiz, Franco ve Salazar'ın ölümüyle
diktatörlükten kurtuldu. Yunanistan'da albaylar cuntasının yıkılmasını, Türkiye'nin 1974 yılında Kıbrıs'a
yaptığı askeri müdahalenin yarattığı etki sağladı. Askeri rejimlerde sık rastlanan darbeler ise, rejimi
değiştirmekten çok, rejim içi iktidar mücadelesini yansıtır.
Baskı rejimlerinden evrimle çıkılması, zamanla iç ve dış koşulların değişmesine, rejimi baskı ve
şiddet kullanmaya iten nedenlerin ortadan kalkmasına bağlıdır. Kitlelerin istemlerine yanıt vermeyen
bir toplumsal düzen eğer değişmemekte direniyorsa, bir baskı rejimine dayanmak zorundadır.
Toplumsal istemleri karşılayacak olanakları arttıkça, baskı gereği azalır. Örneğin, ileri üretim düzeyi ve
dış sömürü olanakları batılı toplumların daha hakça bir paylaşımı kurumlaştırmasını ve demokratik bir
rejime geçişini kolaylaştırmıştır.
Açık ya da kapalı bir baskı, o toplumda var olan bir ayrıcalığın, ya da düzene yönelik bir tehlikenin
ürünüdür. Ayrıcalıklar kalktıkça, rejime yönelik tehditler azaldıkça, baskıların gerekçesi de yok olur.
Çoğunlukla da, söz konusu tehditler, zaten bizzat o ayrıcalıkların yarattığı bir durumdur.
b) Marksist Rejimler

Marksist rejimler, adı üzerinde, büyük ölçüde Marksist kuramdan, Marksist ideolojiden esinlenmiş, ona
uygun olarak biçimlenmeye çalışmış ve çalışan rejimlerdir. Nasıl ki, batılı ülkelerde rejimin yasallığı
liberal demokrasiye, bazı İslam ülkelerinde rejimin yasallığı İslama uygunluğuyla ölçülüyorsa, Marksist
olarak nitelendirilebilecek olan ülkelerde de, rejimin yasallığının ölçütü, Marksizme olan uygunluğudur.
Bu nedenle, önce kuramsal çerçeveyi, sonra bu tür rejimlerin oluşturduğu ortamı ve sonunda da,
özelliklerini göreceğiz.
Marx'a göre, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, küçük işletmeler rekabete dayanamayıp kapanırken,
büyük ölçeklerde üretim yaygınlaştı, iş bölümü ve sadece belli malların üretimini yapan, uzmanlaşmış
işletmeler arttı. Böylece çeşitli işletmeler, birbirlerinin tamamlayıcısı olarak çalışmaya ve on binlerce
işçinin katıldığı üretim, toplumsallaşmaya başladı. Buna karşılık, üretim araçlarının özel mülkiyeti
nedeniyle, üretimin denetiminin özel kişilerin elinde olması sürüyor ve giderek daha az kişinin
egemenliğine giriyordu. Tüm üretimi yapan işçi, kendi ürettiği mal üzerinde hiçbir söz hakkına sahip
değildi. Ama devlet, bu üretim, dağıtım ve paylaşma biçimini korumak üzere örgütlenmişti, işçinin
yarattığı artı-değer sayesinde güçlenen kentsoylu sınıf (burjuvazi) ve toprağın geliri sayesinde emek
sarf etmeden yaşayan büyük toprak sahipleri, bu ayrıcalıklı konumlarından kendi rızalarıyla
vazgeçmeyecekleri için, çelişki giderek büyüyecek ve bu düzen, bir patlamayla yıkılacaktı.
Marksizme göre, kapitalist düzeni yıkacak güç, işçi sınıfıdır. Çünkü, tüm üretimi yaptığı halde,
serbest rekabet nedeniyle, giderek boğaz tokluğuna çalışmak zorunda kalan sınıf da işçi sınıfıdır.
Düzenden en çok zarar gören gücün, düzeni yıkacak olan hareketin dayanak noktasını oluşturması
doğaldır. Kapitalist toplum yıkılınca, bütün üretim araçlarının toplumsallaştırılacağı, tüm toplumsal
denetimin emekçi sınıfların elinde olacağı, sosyalist topluma geçilecektir. Sosyalist toplumun ilk
aşamasında, üretim düzeyinin sınırlı olması nedeniyle, "herkesin toplumsal üretime yeteneği
ölçüsünde katılacağı, buna karşılık, katkısı ölçüsünde pay alacağı" bir paylaşım söz konusudur. Ama
sosyalist toplumda herkes çalışmak ve üretmek durumunda olacağından, üretim ilişkilerindeki çelişkiler
kalkacağından, giderek daha ileri bir üretim düzeyine ulaşılacaktır. Bu aşamada artık dağıtım sorunu
çözülecek ve paylaşım, "herkesten yeteneğine göre alma, herkese gereksinmesi kadar verme" ilkesine
göre yapılacaktır.
Paylaşım ayrıcalıklarının ortadan kalkacağı bu aşamada, artık toplumsal ayrıcalıkların korunmasına
gerek kalmayacağı için, devletin varoluş nedeni de ortadan kalkacaktır. Çünkü, devlet, "bir sınıfın diğer
bir sınıf üzerindeki egemenliğini sürdürmeye yönelik bir makine"den başka bir-şey değildir (Lenin).
Engels, "komünizmin üst aşaması"nda, devletin yok olmasıyla ortaya çıkacak durumu şöyle
anlatmaktadır:
"Eskiden onların dışında olan, yabancı yasalar gibi, onların toplumsal hareketlerini dışarıdan
sınırlayan, onlara egemen olan yasalar, nedenlerini tamamen gören insanların kendileri tarafından
uygulanacak ve denetlenecektir. O ana kadar insanlara doğa ve tarih tarafından zorla kabul ettirilmiş
gibi görünen bir arada yaşama bile, kendilerinin özgür bir eseri haline gelecektir. O ana kadar tarihe
egemen olan yabancı ve öznel (sübjektif) güçler, insanların denetimi altına girecektir (...) Bu, insan
türünün, zorunlulukların egemenliğinden özgürlüğün egemenliğine sıçrayışıdır."
Marksizm açısından, kapitalist düzenin yıkılması ve komünizmin üst aşamasına ulaşılması,
kendiliğinden ve bir çırpıda olamayacağına göre, bu geçiş döneminde, burjuvazinin diktatörlüğü olan
rejimin yerine, "proleteryanın diktatörlüğü" zorunludur. Lenin, işçi sınıfının diktatörlüğü olarak
yorumlanabilecek olan bu kavramı şöyle açıklıyor:
"Proleterya diktatörlüğü, siyasal iktidarı ele geçiren, muzaffer işçi sınıfının sınıf kavgasıdır. Bu,
yenilen, ama yok olmayan, direnmekten vazgeçmeyen, tersine, direncini yoğunlaştıran bir burjuvaziye
karşı verilen bir savaşımdır."
Görülüyor ki, proleterya diktatörlüğü, eskiden burjuvazinin, işçi sınıfına karşı kullandığı, devletin
baskı olanaklarını, bu kez işçi sınıfının burjuvaziye karşı kullanması anlamına geliyor. Marx, her
düzeyde, emekçilerin doğrudan seçeceği komite ve kurulların yönetime egemen olmasını
düşünüyordu. Oysa Lenin, proleteryanın doğrudan egemen olacağı sistemi, "ezilenlerin öncülerinin
egemen sınıf olacağı" bir sisteme dönüştürdü. Proleterya diktatörlüğü, aslında işçi sınıfının değil, o
sınıfı temsil ettiğini öne süren Komünist Parti'nin diktası oldu. Komünist Partisi ise, herkesin üye
olamayacağı, Marksizmi benimsemiş bilinçli bir azınlığın örgütüydü. Stalin döneminde, proleterya
diktatörlüğü, Komünist Partisi'nin de değil, tek bir kişinin diktatörlüğüne dönüştü.
Marx'ın gelişmiş kapitalist ülkeler için öngördüğü, önce İngiltere'de, Almanya'da beklediği devrim,
yarı kapitalist-yarı feodal bir ülke olan Çarlık Rusyasında patlak verdi. Bunun iki önemli nedeni vardı:
Bir yandan, dış sömürünün sağladığı gelirler ve içteki yüksek üretim düzeyi, toplumdaki emekçi
sınıflara önemli ödünler verilmesine olanak sağlıyordu. Öte yandan, işçilerin uzun bir savaşımla elde
ettikleri, sendikalaşma, grev, toplu sözleşme ve oy hakkı gibi olanaklar, sınıflar arası dengenin Marx'ın
öngördüğü ölçüde bozulmasını önlüyordu. Çıkar çatışmasında, para gücünün karşısına sayı ve örgüt
gücü çıktı. Büyük patlama olmadı.
Marksist devrim, "kapitalizmin en zayıf halkası" olan ülkede, Rusya'da 'gerçekleşti. Rusya'nın hiçbir
demokrasi deneyimi ve geleneğine sahip bulunmaması ve ilk Marksist devrimin gelişmiş kapitalist
ülkelerde yarattığı endişeler, bu ilk deneyimi olumsuz yönde etkiledi.
18. yy. sonlarında, Rus Çarlığı'nın çelişkili bir yapısı vardı. Bir yanda Moskova ve St. Petersburg
(Leningrad) çevresinde yoğunlaşan kapitalist işletmeler ve onlara bağlı, çağdaş anlamda bir işçi sınıfı;
öte yanda, kırsal kesimde egemenliğini sürdüren feodal ilişkiler. 1917 Devrimi, bu işçi sınıfının
katkılarıyla, ama özellikle Çarlık ordusunun 1. Dünya Savaşı nedeniyle, maddi ve manevi açıdan
tükenmiş oluşundan yararlanarak gerçekleşti.
Asıl adı Rus Sosyalist Demokratik İşçi Partisi olan Rus Komünist Partisi'nin çoğunluk kanadı
Bolşevikler, ülke yönetimine el koyduğunda, dışta Almanya'ya karşı süren savaşa ek olarak, içte de
yeni rejime karşı silahlı bir mücadele başladı, İngiltere, Fransa ve ABD, komünist rejimi yıkmak, "kötü
ve tehlikeli" bir örneği ortadan kaldırmak istiyorlardı. Özellikle tarım kesimindeki kamulaştırmalar
üzerine, üretim durma noktasına geldi; buna direnen köylüler yer yer ürünleri bile yaktılar. 1921
yılında, Lenin, NEP (Yeni Ekonomi Siyaseti) ile geri bir adım atmak, kırsal kesimde yapılan toprak
reformunun arkasından özel mülkiyete açık kapı bırakmak ve kentlerde de, küçük özel girişimlere izin
vermek zorunda kaldı.
1924 yılında Lenin ölünce, iki önder adayı, iki değişik çizgi öneriyorlardı: Troçki'ye göre, Rus
sosyalizminin yaşayabilmesi, sürekli devrime, yani diğer kapitalist ülkelerde de benzer devrimlerin
olmasına bağlıydı. Eğer tek ülkede (Rusya'da) sosyalizm yerleştirilmek istenirse, bu ekonomik açıdan
güçlü olmayı ve dolayısıyla da fazla etkili ve güçlü bir bürokrasiyi zorunlu kılacaktı. Asıl gücün
bürokrasinin eline geçmesi ise sosyalizmi yozlaştıracaktı.
Stalin için ilk amaç, tersine, sosyalizmi önce Rusya'da kurmak ve güçlendirmekti. Ancak çok güçlü
bir sosyalist ülke ortaya çıktıktan sonra, diğer ülkelerdeki devrimler kolaylaşacaktı. Mücadelede
kazanan Stalin oldu ve ilk iş olarak NEP'e son vererek, toprakta kolektif mülkiyeti gerçekleştirip, güçlü
bir sanayi için beş yıllık planları başlattı. Hızlı sanayileşmeyle birlikte, en ufak bir muhalefete bile
hoşgörü göstermeyen, aydınları ezen, toplumu oluşturan öğeleri tam bir denetim altına alan, aşırı
baskıcı bir polis ve korku devleti çıktı ortaya.
Böylesine katı bir diktatörlüğün gerekçesi olarak, rejimin içte ve dışta karşı karşıya olduğu tehdit ve
tehlikeler gösterilmiştir. Ama, zamanla, içte rejime karşı güçler hemen tamamen yok oldu. Dışta, İkinci
Dünya Savaşı sırasında Nazi ordularına karşı savaşan Kızılorodu'nun girdiği Doğu Avrupa ülkelerinde,
Sovyet modelinden esinlenen rejimlerin kurulması sağlandı. Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında, gene
Marksizmden esinlenen rejimler doğdu. 1952 yılında Sovyetler Birliği'nin atom bombasını
yapmasından sonra da, ortaya gerçek bir güç dengesi çıktı. ABD'nin önderliğindeki Batı ile, SSCB'nin
önderliğindeki Doğu Blokları arasındaki bu güç dengesinin katkısıyla, "Soğuk Savaş"ın yerini
"Yumuşama" (detante) dönemi aldı. Ama baskı rejiminin gösterilen tüm gerekçeleri ortadan kalktığı
halde, rejim ana özelliklerini büyük ölçüde korudu; düşünce, anlatım ve örgütlenme özgürlüğünü, yasal
muhalefeti, siyasal iktidarın özgür genel seçimlerle el değiştirmesini kabul etmedi.
Lenin, "Toplumda sınıflar bir vuruşla ortadan kalkmaz; proleterya diktatörlüğü döneminde de sınıflar
olmuştur ve olacaktır. Proleterya diktatörlüğü, ancak sınıflar tam anlamıyla kalkınca yok olacaktır."
demişti. Oysa SSCB'de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kalkmasına ve Marksist anlamda bir
egemen sınıfın bulunmamasına karşın, devleti yöneten bir bürokrat, teknokrat seçkin azınlığının
ayrıcalıklı konumu sürmüştür. Rejimin bir ölçünün ötesinde demokratikleşmesi ve yönetimin gerçek
özgür seçimlerle belirlenmesi ise, bu saltanatın sonu olabilecektir. Rejim, bunca yıldan sonra, halkın
büyük çoğunluğunun gözünde yasallık kazandığına göre, bir baskı rejiminin sürmesi, rejimle ilgili bir
"inanç bunalımı"na bağlanamaz. Öyleyse, temel neden, bir yanda toplumda demokratik kültür
birikiminin olmayışı, öte yandan da ayrıcalıklı bir kesimin varlığıdır.
SSCB, eğitim düzeyi ve özellikle de yüksek öğretim görmüş olanların sayısı ve oranı hızla artan bir
toplum oluşturuyor, insanların eğitim düzeyi yükseldikçe ve daha özgürlükçü toplumlarla ilişkileri
arttıkça, daha çok özgürlük istemeleri doğaldır. Özgür araştırma ve düşünce alışverişi, bilimsel
gelişmenin temel koşullarındandır. Merkezi planlama, zorunlu tasarruf ve disiplinli bir toplumsal yaşam
biçimi ile geri kalmışlıktan kurtulup sanayileşen SSCB'nin hızlı kalkınması bir duraklama dönemine
girmiştir. 1986'dan başlayarak, Gorbaçov'un daha katılımcı ve özgürlükçü bir yönde yapısal değişiklik
çabalarının, bu nedenlerden kaynaklandığı söylenebilir.
Ama bu genel değerlendirmeden sonra, Marksist rejimlerin son yıllarda geçirmekte oldukları köklü
değişimi, biraz daha ayrıntılara inerek incelemekte -konunun önemi açısından- zorunluluk var. Tüm
dünyada dengeleri etkileyen bu değişimin ekonomik, siyasal ve bir ölçüde de dış nedenleri
bulunduğunu söyleyebiliriz:
(1) Ekonomik nedenler: Marx modelini oluştururken, bunun günün birinde "yarı-feodal" bir ülkede
gündeme geleceğini hiç düşünmemişti. Oysa sanayi toplumunun sorunlarının ürünü olan Marksizm,
giderek bir kalkınma ideolojisi olarak işlev yaptı. SSCB, bütün güçlerin merkezde toplandığı, tüm
kararların tek merkezden verildiği bir planlı ekonomi anlayışı ile sanayileşmesini gerçekleştirdi. Üretim
ve paylaşımın teknobürokrasi tarafından yönlendirildiği bir sistem yerleşti. Ama başlangıçta
gerçekleştirilen hızlı kalkınma, giderek yerini geri teknoloji, düşük verim ve kötü dağıtıma bıraktı.
Batı'nın rekabetine açık olmak zorundaki uzay ve savaş teknolojisi oldukça gelişmişti. Ama diğer
dallarda, sadece sayısal hedeflere yönelmiş kalitesiz bir üretim ile son derece başarısız bir dağıtım
büyük sorun yaratıyordu. Bu durumun nedeni, gerek üretimi gerekse dağıtımı yapanların, yaptıklarının
sorumluluğunu yeterince taşımamaları ve sonuçlarından da yeterince etkilenmemeleriydi. İşçiler hiçbir
düzeyde kararlara katılmıyorlardı. Paylaşımdan aslan payını alanlar ise, üretime hiç ya da çok az
katkıları olan bürokratlardı. Bölüşüm katkıya göre değil, bulunulan konuma (mevkiye) göre yapılıyordu,
işçi açısından daha az ya da daha çok, daha iyi ya da daha kötü çalışmanın hemen hiçbir farkı yoktu.
Ülkede 18 milyon bürokrat vardı. Sadece kırsal alanda, hiçbir şey üretmeyen 4 milyon bürokrat
bulunuyordu. Her şey yukarıdan gelen buyruklarla yürütülüyordu. Bozulma ve taşınma sırasındaki
kayıplar gibi nedenlerle, tarladan toplanan ürünün yüzde 40'ı boşa gidiyordu. Halkın elinde para var,
ama bu parayı kullanabileceği yer yoktu. Varlığı sosyalist toplumun mantığına ters düşen grevler
yaygınlaşmıştı.
Ekonomide, ABD ve Japonya ile rekabet edebilmek için, Avrupa Topluluğu ülkeleri bütünleşmekte,
olanaklarını bir araya getirmekteydiler. Oysa Marksist ülkelerin büyük çoğunluğunun üyesi bulunduğu
COMECON aynı şeyi yapabilmekten uzaktı. SSCB'nin blok içindeki egemenliğine duyulan tepki
nedeniyle, hemen her üye ülke böyle bir bütünleşmeye karşıydı.
(2) Siyasal nedenler: Marksist modellerin göreli olarak geri ekonomilerini miras olarak devralmış
olmaları -onlar açısından- nasıl bir başlangıç şanssızlığı ise, ilk Marksist sistemin hiçbir demokrasi ve
özgürlük deneyimi olmayan Çarlık Rusya'sının koşulları üzerinde yükselmesi de başka bir şanssızlıktı.
Bu durum demokratik bir kurumlaşmayı zorlaştırdığı gibi, gerek ekonomik gerekse siyasal koşulları
daha uygun olan, belirli bir bağımsızlık ve özgürlük için savaşım geleneğine sahip Polonya,
Macaristan, Çekoslovakya gibi ülkelerdeki Marksist rejimlerin daha farklı adımlar atmasını da
önlüyordu. (Bu yoldaki en ufak gelişmelere bile Sovyet tankları izin vermiyordu.)
Sovyet Devrimi, ekonomik ve siyasal açıdan geri bir ülkede gerçekleşti. Halk yoksul ve eğitim düzeyi
çok geriydi. Bu nedenle de, Lenin'in, bilinçli ve etkili üyelerden oluşacak bir tek partinin "öncü"lüğüne
gereksinme duyması doğaldı. Ancak 1980'lere gelindiğinde, ekonomik koşullar gibi toplumsal koşullar
da tamamen değişmişti. Artık halk ne yoksuldu ne de bilgisiz. Eğitim düzeyi oldukça yükselmiş olan bir
toplumda, "aydınlanmış küçük bir azınlık''in öncülüğünün, daha doğrusu diktatörlüğünün hiçbir
inandırıcı gerekçesi kalmamıştı. Ama bu kesim, pek doğal olarak, geçmişte elde ettiği ayrıcalıklarından
kendi isteği ile vazgeçmek niyetinde değildi. (Nitekim Gorbaçov'un reformlarına en büyük direnç ve
baltalama da, onlardan ve uzantılarından geldi.)
Marksistlerin -kişi hak ve özgürlüklerini içeren- liberal demokrasi karşısındaki tutumları genellikle
olumsuzdu. Ekonomik yapı değişmeden, burjuvazinin "egemen sınıflığı sona ermeden; tanınan seçme
ve seçilme hakkının, düşünce, anlatım ve örgütlenme özgürlüğünün fazla bir anlam taşımayacağı
savunuluyordu. Sömürüden kurtulmamış birey için kişi hak ve özgürlüklerinin "biçimsel" olarak
kalacağı, söyleniyordu. Oysa şu sözler, 1990'ın son günlerinde, Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin
genel sekreteri Haydar Kutlu'ya aittir: "Toplumun farklı kesimleri, kendi istemlerini dile getirebilme
imkânlarını da elde ettiler. Bu aslında salt bir burjuva demokrasisi meselesi değildir. Aynı zamanda
bütün insanlığın öteden beri geliştirdiği demokratik ve evrensel değerleri ve deneyi içeriyordu ki, biz
işte bunu görmeyerek, öylesine burjuva demokrasisi diyerek yanlış yaptık."
Gorbaçov'un yakın danışmanlarından Vitali Korotiç bu konuda daha da acımasız: "Bizim ülkemizde
kurulan sistem Marksist değildi, sosyalist ilkelerden çok uzak olan korkunç totaliter bir sistemdi. Bence
Stalin'in sosyalizm görüntüsüne verdiği zarar, Humeyni'nin Islamın görüntüsüne verdiği zarara
benziyor."
Ertuğrul Kürkçü ise, giderek tıkanıklık yaratan baskıcı yönetim biçimini, tarihsel olarak var olmayan
bir temel üzerinde sosyalizm kurma zorunluğuna bağlıyor: "Aslında tarihsel olarak kapitalizm
tarafından yerine getirilmiş olması gereken bir süreci tamamlamaya çalıştılar. Sermaye birikiminin
yoksunluğu ya dış borçlanma ile ya da köylü mülkiyetinin tasfiyesi, tüketimin kısıtlanması ve işçi
sınıflarının aşırı çalışmasıyla giderilebildi. Nüfusun büyük çoğunluğunun, kendi kendisini tasfiye eden
ve aşın çalışma talep eden bir yönetime gönüllü olarak onay vermesi söz konusu olmayınca da, eski
devletin despotik yönetim mirası yeni yönetimlerce devralındı."
(3) Dış Etkenler: Özellikle Stalin döneminde, Marksist rejimler topluluğunu "Demirperde ülkeleri"
olarak adlandırmak alışkanlık haline gelmişti. Oysa "Soğuk Savaş" dönemi koşullarının geride kalması
ve özellikle de iletişim teknolojisindeki olağanüstü gelişmeler "Demirperde" kavramını yıktı. Bir yandan
ileri ölçüde sanayileşmiş ülkelerin ulaştıkları yaşam düzeyi (tüketim olanakları), öte yandan demokratik
toplumların özgürlük ortamı, Marksist sistemlerin halklarından saklanamaz hale geldi. Meksikalı yazar
Carlos Fuentes, "Polonyalılar ve Çekler, kendilerini Hollandalılar ve Fransızlar ile karşılaştırma olanağı
buldular ve kendi durumları hoşlarına gitmedi." diyor. Geçmiş unutulmuştu. Yoksulluk ve cahillik geride
kalmıştı. Artık insanlar, gördükleri ya da duydukları "daha iyi"yi, daha çok tüketmeyi, daha kaliteli
tüketmeyi ve daha çok özgürlüğü istiyorlardı. Yukarıda sözünü ettiğimiz ekonomik ve siyasal
nedenlere, bir de ülkelerin siyasal sınırlarını tanımayan bir iletişim ağı eklenince, Marksist sistemlerin
köklü bir değişim geçirmeleri kaçınılmaz oldu.
Marksist sistemlerde yaşanan bu köklü değişim dalgası, acaba Marksizmin sonunu mu haber
veriyor; yoksa Marksizm, kabuk değiştirip bir başka aşamaya mı geçiyor? Bu sorunun yanıtını
verebilmek için, önce Gorbaçov'un "glasnost" (açıklık) ve "prestroika" (yeniden yapılanma) ilkelerinin
içerik ve kapsamlarını kısaca görmekte yarar var.
"Glasnost" baskı rejiminin, "Prestroika" da ekonomik geriliğin ilacı olarak öne sürüldü. Hareketin
öncüleri, bunu "olabildiğince demokrasi, olabildiğince sosyalizm" olarak özetliyorlar. Glasnost, sadece
düşünce ve eleştiri özgürlüğü demek değil. Asıl üst yönetim ile halk arasında kopan bağlantının
yeniden kurulması amacını taşıyor. Kitlelerin katılımının ve benimsemesinin sağlanması için, önemli
kararların alınmasında açıklık isteniyor. Ülke yönetiminin her düzeyinde, yollanan mektupların ve yazılı
başvuruların en geç bir ay içinde yanıtlanması kuralı getiriliyor. Her yöneticinin, belirli aralıklarla,
yaptıkları hakkında bilgi vermesi isteniyor. Glasnost, "sürekli halk oylaması" olarak tanımlanıyor. Tek
parti sistemi sona eriyor.
Prestroika'nın iki genel hedefi olduğu söylenebilir: Bir, merkezden yönetim ile özyönetim arasında
bir noktayı bularak, ekonominin daha iyi işlemesini sağlamak; iki, daha iyi çalışanın, daha çok çaba
gösterenin bunun ürününü alabilmesine olanak vermek. Merkezden zorunlu planlama, sadece
ekonominin bazı dallarına özgü hale getirildi. Alınan önlemlere karşın kârlı bir çalışma yapamayan
işletmelerin kapatılması ilkesi kabul edildi, işletme içi demokrasinin gelişmesini sağlayacak önlemler
alındı. Kolektif çiftliklerin (kolhoz ve solhoz) gerek toprak gerekse donanım kiralayabilmelerine olanak
tanındı. Ekonomik canlanma ve teknolojik gelişme için, sınırlı bir özel girişim, rekabet ilkelerinin büyük
ölçüde geçerli olduğu bir piyasa ekonomisi, belirli koşullarda yabancı sermayenin (ve dolayısıyla
yabancı teknolojinin) girişi benimsendi.
"Marksizmin ve sosyalizmin sonu mu?" sorusuna verilen çeşitli yanıtlar var:
(1) Planlı ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçiş, sosyalizmden vazgeçilip kapitalizmin
üstünlüğünün kabul edildiği anlamına gelmez. Piyasa ekonomisi eşittir kapitalizm demek yanlıştır.
Çünkü kapitalizmden önce de piyasa vardı. Kapitalizm piyasayı kendine göre geliştirmiştir.
Sosyalizmin piyasa ekonomisi de kendine özgü olacaktır. Gorbaçov'un en yakın danışmanlarından ve
prestroika'nın babalarından olan Abel Aganbegyan, sosyalist piyasa ekonomisi'nin iki temel farkına
dikkati çekiyor: "Özel mülkiyet SSCB'de olacak, ama ücretli emek kullanamayacaktır. Emeğini satan
kişileri kullanan patronlar istemiyoruz. Bu birinci fark. İkinci fark da oradan kaynaklanıyor. Bizim
ülkemizde, gelir paylaşımı, sermayeye değil, işe, niteliğe bağlıdır. Yani para parayı kazanmaz, iş,
emek parayı kazanır. Demek ki, biz kapitalist ülkelerden farklı olmayı sürdüreceğiz, ama piyasa her
yerde aynıdır." Gene bazı yetkililere göre, örneğin fabrikalar üzerinde özel mülkiyet, ancak
kooperatifler aracılığı ile söz konusu olacaktır. Polonya hükümet sözcüsü Zbyslaw Rykovvski ise şöyle
diyor: "Piyasa evrensel bir araçtır. Sistemle ilgisi yoktur. Şimdiye kadar ekonomik düşüncede kimse
piyasadan daha iyi bir araç bulamadı. Piyasanın ortadan kaldırılabileceği inancı, Stalin'in boş
hayaliydi."
(2) Geçmişteki yanlış uygulamalar ile, devlet mülkiyeti ile toplum mülkiyetinin aynı şey olmadığı
unutulmuştur. TBKP genel sekreteri Haydar Kutlu, bu farkı şöyle açıklıyor: "Devlet mülkiyetine karşı
sosyalist ülkelerdeki insanlar bir yabancılaşma duydular. Mesela evlerin içi son derece güzeldi, ama
dışına kimse el sürmüyordu. Çünkü evlerin dışı devletindi, ama içi kendilerinindi. Çünkü özel mülkiyet
bilincine varmadan devlet mülkiyetiyle karşılaştılar. Toplumsal bir mülkiyete dönüşmüş değildi, hâlâ
devletindi. Ve devlet mülkiyetine de insanlar, bu benim diyerek yaklaşamadılar. Oysa bizim diyebilmek
için, önce benim dememiz lazım." Piyasa ekonomisiyle birlikte toplumsal mülkiyete geçilebilirdi.
Şirketlerin halka açılması yoluyla mülkiyet yaygınlaştırılabilir, işçiler sadece iş örgütlenmesine değil,
üretimin planlanmasına da katılabilirlerdi.
Türkiye İşçi Partisi'nin ilk genel başkanı Mehmet Ali Aybar da, üretim araçları üzerindeki devlet
mülkiyetinin sosyalizm ile aynı şey olmadığı kanısında, işçilerin, köylülerin, ürettikleri değerlerin
bölüşümünü kendileri yapmadıkları sürece "sömürü" olayının sona ermediğini savunuyor: "işçi
açısından patronun özel bir kişi olması ile devlet olması arasında hiç fark yoktur."
(3) Bugünkü bunalıma bakarak "Marksizmin sonu geldi" demek, kapitalizmin geçirmiş olduğu daha
büyük bunalımları unutmaktan kaynaklanmaktadır. Geçmişte kapitalizmin son nefesini vermekte
olduğunu düşünenler, kapitalizmin bunalımlardan ders ala ala güçlendiğini görmüşlerdir. Bu görüşü
paylaşanlardan Abel Aganbegyan şöyle diyor: "1929 bunalımı ortaya çıktığında kapitalizm 150
yaşındaydı. O dönemde birçok kişi, bunun kapitalizmin sonu olduğunu düşünüyordu. Kapitalistler
kendilerini pencerelerden atıyorlar, kafalarına bir kurşun sıkıyorlardı. Birçok ülkede halkın üçte biri
işsizdi. Ama sonunda bunalımın üstesinden gelindi. Oysa bizim bunalımımız 1929 bunalımı kadar
derin de değil."
(4) Kapitalizm, yapılan eleştirilerden ders ala ala, özeleştiri yapa yapa güçlenmiştir. Buna karşılık
Marksist sosyalizm, şimdiye kadar "dinamik değil statik" bir konumda kalmıştır. Kapitalizm
Roosevelt'in, Keynes'in, Galbraith'in eleştirileri, katkıları ve eylemleriyle değişiklik geçirip, bunalımlara
karşı dayanaklılık kazanmıştır. Carlos Fuentes, bu görüşü şöyle geliştiriyor: "Öte yandan sosyalist
eleştiri kapitalizmin sosyalleşmesini sağladı. Bugün dünyanın hiçbir yerinde saf, katı bir kapitalizm yok.
Batı Avrupa'da ve özellikle Japonya'da devlet ekonomiye müdahale ediyor, özel sektörü düzenliyor,
sınırlıyor, sosyalleştiriyor. Kapitalizmin özeleştiriden vazgeçtiği yerlerde -Thatcher'in İngilteresi ve
Reagan'ın Amerikası- ödenen bedel ağır oldu. Bütçe açığı, sosyal eşitsizlik, eğitimin bozulması... Ve
bütün bunlar İngiltere ve ABD'nin uluslararası rekabette geri kalmasına yol açtı." Bu görüşü
paylaşanlara göre, şimdi girilen demokratikleşme süreci içinde, Marksizm de özeleştiriden
yararlanacak, sosyalizm de dinamik bir yapı kazanacaktır. Vitali Korotiç şöyle diyor: "Biz Marksist
kuramı çağdaş uygulamaya dönüştürmek istiyoruz. Marx kuramlarını 1840'larda oluşturdu. Aşağı
yukarı 150 yıl önce. Biz ortodoks mümin olmak istemiyoruz, normal mümin olmak istiyoruz. Karma
ekonomi olmalı, pazar ekonomisi öğeleri de olmalı. Pek çok deneyin yapıldığı bu yüzyılda, biz bir
deney daha yapıyoruz."
(5) Marksist sistemler, aslında ya sosyalizm aşamasına uygun olmayan altyapılara sahip ülkelerde
oluşmuşlar, ya da geri koşullan yansıtan Stalin modelinin dayatılması ile karşılaşmışlardır. Bu ülkeler,
asıl şimdi gerçek bir sosyalizme geçebilecek duruma gelmişlerdir. Karşılaşılan bunalım bir son değil,
tersine, bir başlangıçtır. Rykowski bu görüşü şöyle savunuyor: "Sosyalizm şimdiye dek Stalin
tarafından yaratılan sistemle özdeşleştirilmiştir. Oysa, bu sistemin sosyalizmle bir ilgisi yoktur.
Sosyalizm, özde demokrasi, özgürlük, bireye kendini geliştirme olanağını, sosyal adaleti ve sosyal
güvenliği sağlayabilmek anlamına gelir. Sosyalizm ayrıca işlerliği olan bir ekonomi demektir. Çünkü
böyle bir ekonomi olmadan, yukarıda saydığım değerler gerçekleştirilemez- Polonya aslında şimdi
sosyalizm yoluna giriyor. Marksizmin, saf, arı şekli Doğu Avrupa'yı terk etmiyor. Sahneyi terk etmekte
olan, Marksizm'in yanlış yorumudur."
Ertuğrul Kürkçü de aynı kanıyı paylaşanlardan: "Sorun, Doğu Avrupa ülkelerinde, SSCB'nin
müdahaleleriyle yukarıdan aşağıya komünizm kurma girişimlerinin çelişmelerinden
kaynaklanmaktadır. Doğu Avrupa ülkelerinin bugün tarihsel olarak sosyalizm ve komünizm için çok
daha olgun hale gelmiş olduklarını düşünüyorum... iflas eden, sosyalizmi kapitalizmle aynı tarihsel
perspektif üzerinde bir milli kalkınma projesi olarak hayal eden milli komünizm teorisinin
uygulamalarıdır."
Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız görüşlerin de ışığında şunu söyleyebiliriz: ideolojileri ve
onların yansıdığı siyasal sistemleri gereksinmeler yaratır. Koşullar değiştikçe, gereksinmeler de
değişir. SSCB'den başlayarak tüm Doğu Avrupa'yı kapsayan değişim rüzgârının neyin sonunu haber
verdiğini söyleyebilmek, başlangıç noktasındaki tanımlara bağlıdır.
Gelişmeler, sosyalist düşüncenin değil, ama "merkezi zorunlu planlama + devlet mülkiyeti + tek parti
diktatörlüğü" olarak özetleyebileceğimiz komünizmin sonunu haber vermektedir. Bu model, ekonomik
ve toplumsal açıdan geri kalmış bir toplumun ürünüdür. O toplum gelişince, model de geçerliliğini
yitirmiştir. Sosyalizmi üretim araçlarının mülkiyeti ile tanımlamak, belirli koşullarda işlerliği olan bir
aracı, amacın yerine koymak demektir. Çinli önder Deng Siao Ping'in dediği gibi; "Kedinin siyah ya da
beyaz olması fark etmez; önemli olan fare yakalamasıdır."
Öyleyse -Marksizmi de kapsayacak biçimde- genel olarak sosyalizmin amacının ne olduğu
sorusunu öncelikle yanıtlamalıyız: Sosyalizmin, yani toplumculuğun amacı, toplumsal ayrıcalıkların
bulunmadığı bir düzendir. Bu amaca belki hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşılamayacaktır; ama o
amaca yaklaşıldığı ölçüde, sosyalizm yolunda ilerlendiği, toplumcu bir sistemin yürürlükte olduğu
söylenebilir. Bir yandan toplumsal adalet, öte yandan emeğin ve toplumsal çıkarların önceliği,
sosyalizmin iki temel ölçütünü oluşturur.
Karl Marx, devrimi, altyapı değiştiği halde değişmemekte direnen üstyapı kurumlarının, altyapıya
uygun olarak yeniden biçimlenmesi şeklinde anlamıştı. Oysa Sovyet Devrimi (tıpkı Kemalist Devrim
gibi) bu modele uygun değildi; tam tersine, geleceğin üst yapısı kurularak, ona uygun bir altyapı
oluşumu hızlandırılmak istenmişti. Olaya bu açıdan bakarsak; asıl şimdi Sovyetler Birliği ve Doğu
Avrupa'da yaşananı, Marksist anlamda bir devrim sayabiliriz. Çünkü söz konusu olan; değişen
altyapıya uygun yeni bir üstyapının ve bu arada yeni bir siyasal sistemin kurulmasıdır.
Gelişmelerin, ünlü "Birleşme Kuramı "nı anımsatan bir yanının olduğunu da söyleyebiliriz. Batı
kapitalizmi, sosyalistlerin birçok isteklerini yaşama geçire geçire, bugünkü "sosyal hukuk devleti" ve
"çoğulcu demokrasi" aşamasına gelmiştir. Sosyalist partilerin programlarının başında yer alan, "genel
ve eşit oy hakkı, sağlık sigortası, işsizlik sigortası, sekiz saatlik işgünü, yıllık paralı izin, parasız ilk-
öğretim, grev ve toplu sözleşme hakları, gelir düzeyine göre vergi ödenmesi" gibi uygulamalar,
başlangıcı çok gerilerde kalan ve -bu nedenle de- sosyalistlerin çabalarının ürünü oldukları unutulmuş
kazanmalardır. Batı bu "sosyalist (yani toplumcu) adımları" atarak O'na yaklaşıyor. Buluşma
noktasının "Demokratik sosyalizm" (ya da Sosyal Demokrasi) olduğunu öne sürenlerin haklı olup
olmaması, sosyalizmden ne anlaşıldığına bağlıdır.
Konuyu kapatmadan önce, komünizmin gelişmiş toplumlardaki konumuna değinmekte de yarar var:
Bu akımın Batı Avrupa'daki temsilcileri, en güçlü dönemlerini, faşist yönetimlere duyulan tepkilerin
canlı olduğu koşullarda yaşadılar. Mussolini sonrası İtalya, Mareşal Petain sonrası Fransa, savaşın
ekonomiye ve topluma getirdiği çöküntü ile birlikte, komünist partilerin yükseliş dönemlerini
oluşturdular, İspanya'da Franco faşizmi çok uzun sürdüğü için (40 yıl kadar), demokrasi ve özgürlük
gereksinmesi ağır bastı, tepkiden komünistlerden çok, demokratik solcular yararlandılar.
Ama 1980-85 arasında, komünist partilerin üye sayılarında, İtalya'da yüzde 9, Fransa'da yüzde 17,
İspanya'da yüzde 18, Finlandiya'da yüzde 29, İngiltere'de, yüzde 38 azalma oldu. Fransız Komünist
Partisi'nin 1977'de 240 bin olan üye sayısı ise 1985'te sadece 60 bindi. Fransız. Komünist Partisi, Nazi
işgaline karşı örgütün gösterdiği kahramanca dirençten de yararlanarak, 1946 seçimlerinde oyların
yüzde 28'ini toplamıştı. 1981'de bu oran yüzde 15'e inerken, Sosyalist Parti'nin -hiç zorunlu olmadığı
halde- hükümette komünistlere de 4 bakanlık vermesi eleştiriliyordu. Bu durumun komünistlerin işine
yarayacağını söyleyenler çoktu. Ama 1986 seçimlerinde Sosyalist Parti'nin oyları artarken, Komünist
Partisi'nin oy oranı yüzde 9.8'e kadar indi.
Batı Avrupa'da artık Marx'ın öngördüğü, "boğaz tokluğuna çalışan" proleterya yok. "Mavi yakalılar"ın
yerini, giderek "beyaz yakalılar" alıyor. Teknoloji geliştikçe, "emeğin sömürülmesi" azalıyor. Bu
durumda komünistler büyük bir açmaz içindeler, ideolojik katılığı sürdürmeye çalışsalar, giderek, aydın
gevezeliğinin ağır bastığı düşünce kulüplerine dönüşecekler; değişen koşullara göre ideolojiyi
geliştirmeye çalışsalar, bu kez de demokratik sola kayacaklar ve eskiden beri o noktada olanların
haklılığını kabul etmek zorunluluğuyla karşılaşacaklar. Öyleyse, ekonomi gerilemedikçe, toplumsal
adaletten geri adımlar atılmadıkça, baskı rejimlerine dönülmedikçe, sanayileşmiş ülkelerde Marksizmin
Leninist-Stalinist yorumunun toplumdan yeniden ciddi bir destek bulması olanaksız. Ama, Fransa'nın
sosyalist cumhurbaşkanı François Mitterrand'ın şu sözlerinde bir gerçek payı da bulunuyor: "Komünist
partiler tamamen yok olmamalı, çünkü toplumsal patlamalara karşı bir güvenlik kapakçığı
oluşturuyorlar!" Araştırmalar da gösteriyor ki, artık komünistlere oy verenler komünist bir rejim kurulsun
diye değil, düzene tepkiyi en iyi dile getirebilmek için veriyorlar.
Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Yugoslavya gibi ülkelerin demokratik sosyalizm yönündeki
hareketlere çok daha önce sahne olmasının nedenleri arasında, onların tarihinden gelen bağımsızlık
ve özgürlük mücadelesi geleneği önemli bir yer tutar. Sovyet örneği de gösteriyor ki, yalnızca
altyapının değişmesi yetmiyor; siyasal kurumların değişiminde kültürel etkenlerin de azımsanmayacak
bir rolü var. Altyapısal olanakları çok daha yetersiz olan Türkiye'de, daha özgürlükçü bir rejimin
bulunabilmesi, Kemalist Kültür Devrimi sayesinde gerçekleşebilmiştir. Altyapılarını değiştirenler,
üstyapının istenen doğrultuda değişmesi için ayrıca çaba göstermek zorundadırlar.
c) Faşist Rejimler

İlk faşist rejim 1922 yılında İtalya'da doğdu. 1933 yılında iktidara gelen Alman Nazizmi, onun bir
uzantısı ve taklidi olarak ortaya çıktı. 1927 yılında Portekiz'de, 1930 yılında Japonya'da ve 1938
yılında İspanya'da kurulan rejimler de, hep benzer bazı özellikleri taşıdılar. Daha çok belirli düzeyin
üzerinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bu rejimlerin hepsini faşist olarak nitelendirmek
eğilimi yaygınlaştı. Hepsi de tek partiye dayalı otoriter rejimlerdi ve ekonomik açıdan güçlü toplum
kesimlerinin çıkarlarına öncelik veriyorlardı.
Marksizmin tersine, faşizm, akıldan çok duygulara seslenen, maddi değerlerden çok manevi
değerlere önem veren bir ideolojidir. Başka bir deyişle, Marksizm maddeci, faşizm ise ülkücüdür.
Mussolini, faşizmin akla ve bilime değil, inanca dayalı olması gerektiğini vurgulamıştır. Marksizmin
kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmasına karşılık, faşizm bazı parçaların toplamıyla ortaya çıkmış
gibidir. Faşizm, aristokrasinin ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkan tutucu ideolojinin, bir bakıma,
farklı koşullardaki bir uzantısı sayılabilir.
Faşizm, eşitsizlikçi ve ırkçı bir ideolojidir; insanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Bazıları
yönetmek, bazıları ise yönetilmek için dünyaya gelmişlerdir. Buna uymak herkesin yararınadır; boyun
eğmek, güdülmek için yaratılmış olan zayıf ve niteliksiz kişilerin yönetmesi durumunda, insanlık
bundan zarar görür. Bu nedenle, egemenlik halkın olamaz. Egemenlik hakkı en üstün olan kişinindir,
tek şefindir. Bu tek şef, İtalya'da "Duçe" (Mussolini), Almanya'da "Führer" (Hitler), İspanya'da "Cadillo"
(Franco) adını alır. Örneğin "Führer" halk seçtiği için değil, "Führer" olduğu için iktidara sahiptir ve bu
nedenle de, yani sadece kendi gücü ve niteliğine borçlu olduğu için, iktidarı sınırsız ve denetimsizdir.
Alfred Rosenberg'in şu tümcesi, Faşizmin ve Nazizmin önemli bir temelini yansıtıyor: "Nasıl ki bilinç
altı bilince aitse, halk da şefe aittir." Hitler halka şöyle sesleniyordu: "Ben sizde varım ve siz bende
varsınız."
Mussolini'ye göre; "faşizmin dogmalara değil, disipline gereksinimi vardır." Hitler ise, akla ve
demokrasiye olan inançsızlığını şöyle dile getiriyordu: "Almanya'yı yıkıntıdan kurtaran, saçı dörde
bölen zekâ değildir. Akıl sizin bana gelmemenizi salık verirken, sadece inanç tersini söyledi... Bir
devenin iğne deliğinden geçme şansı, büyük bir adamın seçimle keşfedilme şansından daha çoktur...
En güçlünün rolü egemen olmaktır, yoksa en zayıf ile bütünleşmek değildir... Önemli olan inanmak,
itaat etmek ve savaşmaktır."
Faşizme göre, insanlar eşit olmadığı gibi, ırklar da eşit değildir. Nasıl ki bazı insanlar üstün ve
hükmetmek için yaratılmışlarsa, bazı ırklar da aşağı yaratılmışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları
yönetmesi de gene, insanlığın yararınadır.
Faşizm karamsar bir ideolojidir: Normal insan kötü ve yetersizdir. Çıkarının nerede olduğunu
bilemez. Onu yönlendirmek, doğru yolu göstermek gerekir. Onun bencil davranmasına, hayvansal
içgüdülerle hareket etmesine, kötülük yapmasına engel olmak için baskı zorunludur. Kendisi için neyin
doğru neyin yanlış olduğunu bilemeyen insan için özgürlük zararlıdır.
Faşizmin otoriterlik özelliği, eşitsizlikçiliğinin ve karamsarlığının doğal sonucu olarak ortaya çıkar.
Büyüğe ve en üstte de şefe, mutlak boyun eğmek esastır. Eşitlik olmadığına göre, tartışmaya da yer
yoktur. Bu nedenlerden dolayı, demokrasi zayıf bir rejimdir, komünizmi ve ahlak çürümesini
önleyemez. Parlamenter demokrasi "sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Liberalizm "ahlak dışı" bir
ideolojidir. Hitler'e göre, "zamanını ahmak milletvekillerini ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez."
Mussolini'nin ifadesiyle, "Faşizmin temeli devlet kuramıdır. Tüm bireyler ve topluluklar, devlet
karşısında göreli bir nitelik taşırlar." Toplum bireylerin iradeleriyle oluşmaz. Birey amaç değil, devletin
hizmetinde bir araçtır. Önemli olan birey değil, aile, grup ve toplumdur. Hiçbir şey devletin dışında
veya karşısında olamaz; her şey devletin içinde olmak zorundadır. "Tek şef, tek örgüt, tek devlet"
biçiminde özetlenebilecek olan faşist totaliterlik, faşist tekelcilik, işte bu zihniyetin ürünüdür.
Faşizm barışçı değil, savaşçıdır, şiddet ve sertlik yanlısıdır, İtalya'da genç faşistlere şu ilke
aşılanıyordu: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi yaşamak daha iyidir." Birey,
milliyetçi ülküler uğruna, kendini gözünü kırpmadan feda etmelidir. Saldırgan bir ulusçuluk anlayışı,
faşizmin ırkçı, eşitsizlikçi ilkelerinin doğal sonucudur.
Faşizm, bir balta çevresine bağlanmış değnek demeti anlamına gelen, İtalyanca "fascio"
sözcüğünden kaynaklanmıştır. Fascio, güç ve birlik simgesidir. Mussolini'nin 1921'de kurduğu Ulusal
Faşist Partisi'nin 1922'de iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, faşizm ulusal anlamını yitirip, uluslararası bir
kavram olmaya başlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, galip devletlerin yanında yer almasına karşın, "Büyük İtalya" düşleri
yıkılmıştı. Savaşın yarattığı ağır ekonomik ve toplumsal sorunlar gündeme gelmişti. Yılda iki bine yakın
grev oluyor, yoğun işten çıkarmalar ve ücretlerin düşüklüğü karşısında fabrikalar işgal ediliyordu.
Sanayileşmiş Kuzey İtalya'da durum böyleyken, Güney İtalya'da da toprak işgalleri yaygınlaşıyordu.
Komünizm korkusu, üst ve orta sınıflarda belirginleşmeye başlamıştı. Benito Mussolini'nin örgütlediği
"foşo" adlı çeteler, işçi hareketlerini bastırmak, toplumdaki patlamaları terörle sindirmek için harekete
geçtiler. Bu çetelerin bir araya gelmesiyle, 1921'de Ulusal Faşist Partisi kuruldu. Faşistler, toplumda
düzeni ve Büyük Roma Imparatorluğu'nun görkemli günlerine yeniden dönüşü sağlayacak bir güç
olarak kendilerini kabul ettirmeye çalıştılar.
Faşizm, proleterleşmekten korkan orta sınıfların özlemlerine yanıt veriyordu. Orta sınıflar için
komünizm ne ölçüde tehlike ise, kapitalizmin gelişmesi ve sermaye birikiminin hızlanması da o ölçüde
istenmeyen bir şeydi. Bu nedenle, faşist propaganda, ulusçulukla birlikte, bir ölçüde kapitalizm ve
büyük sermaye eleştirisini de içeriyordu. Ekonomik bakımdan etkilenen alt sınıflar ile küçük mülkiyet
sahibi orta sınıfların desteği böylece sağlandı. Ama faşist rejim oluşunca, büyük sermayenin çıkarları
yönünde işledi.
1922 yılında, seçimlerde başarı sağlayan Faşistler, zor yoluna başvurarak, "Roma üzerine yürüyüş"
düzenlediler. Devlet güçleri seyirci kaldı ve kral, Mussolini'yi başbakanlığa atadı. Mussolini, seçim
yasasını değiştirerek, 1924 yılında seçime gitti. Partisi ancak % 30 dolayında oy toplayabildiği halde,
yeni seçim yasası sayesinde, milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasını kazandı. O çoğunluğun
kararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapattı ve yasama yetkisini de kendi elinde topladı.
Mussolini'nin, 1926 yılında, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, kendisinin iktidara gelmesinde
büyük rol oynayan "faşo" adlı çeteleri tasfiye etmesi ilginçtir. Çünkü bu çetelerin üyeleri, çoğunlukla
toplumun yoksul kesimlerinden gelen, işsiz kişilerdi. Varlıklı sınıflar için bir huzursuzluk kaynağıydılar.
"Faşo"ların üyelerinin en etkinleri öldürüldü, bir kısmı da hapsedildi. Giderek toplumsal yaşamın tümü,
devletin mutlak denetimi altına girdi. Tek sendikada toplanan işçilerin, işverence önerilen ücreti kabul
etmemesi devlete isyan sayıldı. 1932 yılında, Faşist Parti'nin Duçe'nin emrinde ve faşist devletin
hizmetinde bir silahlı güç olduğu, açıklandı. Faşist Parti, inanç ve tartışmasız itaate dayalı dinsel bir
topluluk gibiydi. Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için, muhalefete gerek yoktur."
diyordu.
İtalyan faşizmi, bu ülkenin ikinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasıyla yıkıldı. 1943 yılında Mussolini
öldürüldü ve ayağından asılarak halka gösterildi.
Alman faşizminin kurucusu olan Hitler'in oluşturduğu partinin Milliyetçi-Sosyalist Alman işçi Partisi
adını taşımış oluşu dikkat çekicidir. Çünkü, tıpkı İtalyan faşizminde olduğu gibi, Alman Nazizminde de,
çıkarlarına hizmet edilen toplum kesimi ile, dayanılan ve kullanılan toplum kesimi aynı değildir. Gene
İtalya'da olduğu gibi, Hitler de, iktidara ulaşmasını üç koşulun bir araya gelmesine borçlu olmuştur:
Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmak sonucu kırılan ulusal gurur, komünizm tehlikesi ve 1929
yılında patlak veren büyük dünya ekonomik bunalımının yarattığı iflaslar ve işsizlik. Bunlara bir de,
tarım ve sanayide tekellerin egemen olmasını ve bankaların sanayi tekelleriyle iç içe bulunmasını
eklemek gerekir. Almanya'nın ileri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlaı ve hammadde
kaynakları İngiltere ve Fransa'nın elindeydi İtalya'daki "faşo"lar gibi, sol hareketleri ve fabrika işgalleri
ni ezmek için Almanya'da da, silahlı "SA" örgütleri kuruldu. "SA"lar da, İtalya'daki gibi, toplumun alt
kesiminden gelen gençlerden oluşuyordu.
Hitler, bir yandan tüm sorunların nedeni olarak Yahudileri gösterirken, öte yandan da şu vaatlerde
bulunuyordu: Tekelleri kamulaştırmak, toptancı ticaretin kârını paylaştırmak, büyük mağazaları küçük
esnafa kiralamak, toprak reformu yapmak, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "mali
kapitalizme" karşı önlem almak.
1933'te Cumhurbaşkanı mareşal Hinderburg'un Hitler'i başbakan atamasıyla birlikte, Nazilerin, İkinci
Dünya Savaşı macerasını açıp yenilinceye kadar sürecek olan iktidar dönemleri başladı. Bu dönemde
milyonlarca Yahudi, insanlık dışı yöntemlerle öldürüldü. Meclis binası (Reichtag) yakılıp komünistlerin
üzerine atılarak, büyük bir solcu avı yapıldı. Ama tüm bunlardan önce, iktidarını sağlamlaştırır
sağlamlaştırmaz, Hitler'in ilk yaptığı şeylerden birisi, tıpkı Mussolini'nin yaptığı gibi, kendisini iktidara
taşıyan SA örgütünü yok etmek, önde gelen üyelerini öldürmek oldu. Vaat edilenlerle yapılanlar
arasındaki büyük çelişkinin, belki de kaçınılmaz bir sonucuydu bu. isminde sosyalist ve işçi
sözcüklerini taşıyan bir partinin büyük sermaye ile bütünleşmesini, bu inançlı genç insanlara kabul
ettirmek herhalde olanaksızdı.
Gencay Şayian, faşizmin toplumsal tabanının, ekonomik bunalımdan en çok etkilenen kesimler
olduğunu vurguladıktan sonra, şöyle diyor: "Bunalıma giren toplum için, mevcut egemen ideoloji
yetersiz kalmaya, sistemin kurumları işlevlerini yerine getirmemeye, temsil edenlerle temsil edilenler
arasındaki bağ kaybolmaya başlayınca, faşist dönüşüm için ortam hazırlanmış sayılabilir."
Bir görüşe göre faşizm, yeterince dış pazar ve hammadde bulamayan sanayileşmiş kapitalist
ülkelerde ortaya çıkmıştır. Dış pazarları ele geçiren İngiltere ve Fransa'da demokrasi gelişirken,
Almanya ve İtalya'da faşist rejimlerin ortaya çıkması bundandır. Dış pazarlara açılamayan ekonomi
büyüyememekte, dıştan aktarılan kâr olmayınca, içte emekçi sınıflara ödün vermek, onların tepkilerini
yumuşatmak olanağı kalmamaktadır. Bu durumda toplumsal patlamaları önlemek ve sermaye
birikimini sağlayabilmek için, bir baskı ve şiddet rejimi kaçınılmaz olmaktadır. Oysa dış pazarlar, kâr-
ücret çelişkisini ülke dışına taşımak veya taşırmak olanağını sağlamaktadır. Ekonomik bunalım
dönemleri, geniş halk kitlelerini rahatlatabilecek olanakların kısıldığı koşulları içerdiği için, toplumsal
huzursuzlukları baskı ve şiddet kullanarak önlemek, bir çözüm olarak gündeme gelmektedir.
T. Adorno ve W. Reich gibi bilim adamları, faşizmin yalnızca ekonomik koşullardan hareketle
açıklanmasını kabul etmiyorlar. Toplumdaki kültürel özelliklerin de bu açıdan büyük önem taşıdığını
savunuyorlar. Adorno, "Otoriter Kişilik ve Faşizm" adlı yapıtında; otoriteye boyun eğme, batıl inançları
kabullenme, hoşgörüsüzlük, ırkçılık, şiddetten hoşlanma gibi eğilimlerin ağır bastığı bir kültürel
yapının, faşizmin egemen olmasını nasıl kolaylaştırdığını anlatıyor.
3. GERİ KALMIŞ ÜLKE SİSTEMLERİ

Geri kalmışlık konusuna, yeri geldikçe, çeşitli başlıklar altında değindik. Ama burada, konuyu bir
bütün içinde yeniden ele almak gerekiyor. Toplumlar açısından, geri kalmışlığın özellikleri nelerdir?
Niçin bazı toplumlar daha hızlı gelişirken, bazıları çok daha ağır gelişmişlerdir? Gelişmişlerle geri
kalmış ülkeler arasındaki ilişkiler, her iki tarafı da nasıl etkilemektedir?
Ancak bu soruların yanıtlarını verdikten sonradır ki, geri kalmış ülke rejimlerini sağlıklı bir biçimde
değerlendirebiliriz. Bu değerlendirmeyi yaparken, gene demokratik olmaya çalışanlarla diğerlerini ayrı
başlıklar altında ele alacağız.
a) Geri Kalmışlığın Nedenleri ve Özellikleri

Geri kalmışlık ya da azgelişmişlik, her şeyden önce ekonomik bir kavramdır. Dünya nüfusunun dörtte
üçünü oluşturan geri kalmış ülke insanlarının çoğunluğu yoksul ve açtır. Bu yoksulluk, onların
toplumsal yapılarını ve siyasal yaşamlarını da olumsuz yönde etkiler.
Geri kalmış ülkelerde teknoloji geri, üretim düzeyi düşüktür. Ekonomi tarıma dayanmakta, sanayi
çok daha sınırlı bir önem taşımaktadır. Enerji tüketimi azdır. Yeraltı kaynakları başta olmak üzere,
doğal kaynaklar ülkenin kendi olanaklarıyla yeterince değerlendirilememektedir. Çünkü sermaye,
teknoloji ve nitelikli insan gücü yetersizdir. Aracılardan oluşan ticaret kesimi, ülke ekonomisinden aşırı
bir pay almaktadır. Kişi başına düşen ulusal gelir çok düşük, gelir dağılımı genellikle çok dengesizdir.
Gelişmiş ülkelere bağımlılık, özellikle ekonomik açıdan çok belirgindir, işsiz ve yarı-işsiz oranı
yüksektir.
Geri kalmışlığın ekonomik özellikleri kadar, demografik özellikleri de belirgin ve önemlidir. Gelişmiş
ülkelerde nüfus artış hızı, bazı durumlarda sıfıra yaklaştığı halde, içlerinde Türkiye'nin de bulunduğu
Üçüncü Dünya ülkelerinde, % 3'e kadar yükselen yıllık nüfus artışlarına rastlanır. Daha önce de
değindiğimiz gibi, sağlık teknolojisindeki gelişmeler, bu ülkelerdeki çok doğum-çok ölüm dengesini
bozmuştur. Özellikle çocuk ölümlerindeki, aşı kampanyalarına bağlı azalma, nüfus artış hızını daha da
arttırmıştır. Yüksek doğurganlığa bağlı hızlı nüfus artışı, kişi başına düşen ulusal gelirin yükselmesini,
yaşam koşullarının düzelmesini zorlaştıran etkenlerden birisidir.
Doğum oranının yüksekliğine karşılık, ortalama ömrün gelişmiş ülkelere göre düşük oluşu, bu
ülkelerdeki nüfus yapısının da farklı olmasını sağlar: Geri kalmış ülkelerin nüfusları gençtir.
Toplumlardaki gelişme düzeyi arttıkça yaşlıların oranı da artar. Yaşlıların oranının arttığı toplumlarda
tutucu eğilimler güç kazanırken, gençlerin çoğunlukta olması, değişiklik isteklerinin ağır basması
demektir. Dış dünyayla kıyaslamanın yarattığı hoşnutsuzluk, toplumsal ve siyasal yaşamda istikrarı
zorlaştırır.
Geri kalmış ülkelerde beslenmenin yetersizliği, insan emeğinin yeterince verimli olmasını önler.
Ekonomik olanakların kıtlığına bağlı olarak eğitim olanaklarının azlığı, işgücü verimini daha da
olumsuz yönde etkiler. Kadın-erkek eşitsizliğinden başlayan toplumsal eşitsizlikler, toplumun tüm
düzey ve boyutlarında belirgindir. Toplumsal katmanlar arasındaki, bazen uçuruma varan farklılaşma,
gelişmiş ülkelere göre çok daha çarpıcı ve rahatsız edicidir. Bu dengesizlik, toplumsal patlamaları
kolaylaştıran, iç barışı zorlaştıran bir etki yapar. Büyük ayrıcalıkları olan toplum kesimleri, bu
ayrıcalıklarını koruyabilmek için, her türlü baskı, sindirme veya uyutma yöntemlerine başvurmak
zorunda kalırlar.
Geri kalmış ülkelerin önemli bir bölümü, daha kabile aşamasından kurtulup, ulusal birliklerini bile
sağlayamamışlardır. Toplumun geleneksel yapısı çözülmeye yüz tutmuş, ama eski kurumların yerini
yenileri alamamıştır. Eski ile yeni arasında bocalayan kuşaklar birbirinden kopmuş, birbirlerini
anlayamaz, birbirlerine yeterince sevgi ve saygı . duyamaz olmuşlardır. Toplumda hâlâ gelenekler ve
gelenekçi güçler egemendir; ama hızla artan sorunlar, hızlı bir yapı değişikliğini zorunlu kılmaktadır.
Tüm bu çelişkilerin yarattığı gerilim, ülkeyi kolaylıkla iki düşman cepheye bölebilir. Bu sağlıksız
durumun bir nedeni de, orta sınıfların yok denecek kadar zayıf oluşudur. Varlıklı küçük bir azınlık ile
yoksul büyük çoğunluk arasında denge oluşturabilecek böyle bir sınıfın güçsüzlüğünde, bu ülkelerin
eski bir sömürge oluşlarının, gelişmiş bir asker-sivil bürokrasiye sahip bulunmamalarının rolü büyüktür.
Türkiye, İspanya, Portekiz gibi ülkeler, bu açıdan şanslı istisnalardır.
Geri kalmışlık olgusunu tek bir nedene bağlamak, kuşkusuz ki olanaksız. Bu çeşitli nedenlere
değinmeden önce, bazılarının öne sürdüklerinin tersine, geri kalmışlığın ırksal nedenlere
dayandırılamayacağını vurgulamak gerekir. Bir zamanlar çok üstün bir uygarlık yaratmış olan İnkalar
ve Aztekler, beyaz ırktan değildiler. Bugün geri kalmış olan Hintliler ve Çinliler eskiden beyazlardan
çok daha ileri bir uygarlığın yaratıcısıydılar. Bugün bile beyaz ırktan olan birçok geri kalmış ya da
gelişmekte olan toplum varken, sarı ırktan Japonlar, en ileri toplumlar arasında yer almaktadırlar.
Geri kalmışlığın nedenlerinin başında coğrafi etkenler gelir. Verimsiz, zengin maden yataklarından
yoksun topraklar ve kurak, çok sıcak veya soğuk bir iklim, daha başlangıçta gelişmeyi zorlaştıran bir
doğal ortam oluşturur. Açık denizlerle bağlantısı olmaması, özellikle gelişmenin belirli bir aşamasında
olumsuz etki yapabilir. Yeni denizaşırı yolların aranması gereği, denizcilik teknolojisini geliştirmiş,
başlıca denizci ülkelerin giderek sömürgeler edinmesine, hızla zenginleşmesine ve gelişmesine neden
olmuştur.
Demografik koşulların gelişmişlik düzeyi üzerindeki etkisini de biliyoruz. Hızlı nüfus artışı, çok daha
hızlı bir gelişme sağlanamayınca, ekonomik büyüme hızını ağırlaştıran, sorunların çözümünü ve bu
arada açlık sorununun çözümünü zorlaştıran bir etki yapmaktadır.
Ekonomik gerilik, sermayenin ve sanayinin yetersizliği ile belirginleşir. Ama sermaye olmayınca
yatırım yapılamaz, yatırım yapılamayınca gelir artmaz ve teknoloji gelişmez. Düşük gelir ve teknolojik
düzey ise, sermaye birikimini engeller. Bunlar geri kalmışlık kısır döngüsünün öğeleridir. Yeraltı ve
yerüstü kaynakları zengin olanlar, önemli ticaret olanaklarına sahip bulunanlar, coğrafi konumları
nedeniyle bazı teknolojileri daha önce geliştirme şansını ele geçirenler, sermaye birikimini sağlamış,
gelişmelerini, ekonomik büyümelerini hızlandırmışlardır. Büyüyen ekonomi, yeni teknolojileri
geliştirmeyi kolaylaştırmış ve böylece, gelişmişlerle geri kalmışlar arasındaki açıklık kapanacağına
daha da artmıştır.
Gelişme düzeyi üzerinde rol oynayan önemli bir etken de, kültürdür. Örneğin Japonya'nın hızla
gelişip ön sıralara yerleşmesinde, Japon halkının kültürel özelliklerinin belirleyici olduğunu biliyoruz. Bu
nedenle, bir Japon kalkınma modelini, o kültür yapısı olmadan, taklit etmek olanaksızdır. Eğer bir
toplumda insanlar disiplinliyse, çalışkansa, işvereni bir çeşit baba ve işyerini de aile gibi görebiliyorsa,
bunun nedenini o toplumun tarihsel evriminde aramak gerekir. İnsan-doğa ilişkisi ilk davranış
biçimlerini ve o doğal çevreye uygun teknikleri yaratır, insan, çevrenin önüne çıkardığı sorunlara göre
davranır ve çözümler arar. Evrimin daha sonraki aşamalarında karşılaşacağı sorunlara da, önceki
deneyimlerinin ışığı altında, önceki alışkanlıklarıyla yaklaşır. (Claude Levi-Strauss, ırkın kültürü değil,
kültürün geniş anlamıyla ırkı belirlediği görüşünü savunuyor.)
Geri kalmış ülkelerin özelliklerinden söz ederken, emperyalizm olgusuna da değinmek zorundayız.
Bu olguyu göz önüne almadan, bu ülkelerin siyasal evrimlerini yeterince değerlendirebilmek olanağı
yoktur. Emperyalizm, bugünkü kullanımı içinde genel anlamıyla, bir ulusun başka bir ulusu
denetleyebilmesidir. Çağımızda bu, sömürgeleştirme ve doğrudan işgal dışındaki süreçlerle
gerçekleşebilmektedir. Lenin'e göre, emperyalizm, kapitalizmdeki tekelleşmenin son aşamasıdır. Ama
Mao, Sovyetler Birliği'nin de "halk demokrasileri"ni ekonomik denetim altına aldığına dikkat çekerek,
bunu "sosyal emperyalizm" olarak adlandırmıştır.
Rudolf Hilferding, emperyalizmin üç aşamadan geçtiğini söylüyor. Birinci aşamada, gelişmiş
kapitalist ülkeler, geri kalmış ülkeleri ticaret yoluyla etkiliyor, dış pazarlarını genişletiyor. Bu aşamada,
bir yandan bu ülkeler ekonomik sömürüye uğrarken, öte yandan geleneksel ekonomik yapıları yıkılıp,
kapitalist süreçler harekete geçiyor, ikinci aşamada, geri kalmış ülkeler, gelişmiş ülkelerin gereksinme
duydukları hammadde ve tarımsal üretim üzerinde uzmanlaşmaya itiliyorlar. Yani, uluslararası
işbölümünde, sanayi üretimini gelişmişler, hammadde ve tarım ürünü üretimim ikinciler üstleniyorlar;
sanayi mallarının fiyatları ile diğerlerinin fiyatları arasında denge hep birinciler lehine bozuluyor.
Eski sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaya başlamalarıyla birlikte, üçüncü aşamaya giriliyor,
ileri teknoloji geliştirme olanağından yoksun, teknolojik açıdan dışa bağımlı olan bu ülkeler, emek-
yoğun geri teknolojileri seçip, kendi sanayilerini yüksek gümrük duvarlarıyla koruyorlar. Bunun üzerine,
gelişmiş ülkeler, geri kalmışların zayıf burjuvazisiyle işbirliği yapıp, o ülkelere "yabancı sermaye"
aracılığıyla girmenin yolunu buluyorlar. Aslında söz konusu olan, çok uluslu tekelleşmiş sermayedir.
Sanayileşmek için yabancı sermaye ve yabancı teknolojiye gerek duyan ülkelerin borç yükü sürekli
artarken, giderek daha bağımlı duruma geliyorlar.
Emperyalizmin, geri kalmış ülkelerdeki geleneksel dengeleri bozduğu, ama onun yerine,
kendininkine benzer dengeleri de kuramadığı söylenebilir. Çünkü geri kalmış ülkelerin benzeri dış
pazarlar elde etmeleri, hele benzeri bir dış sömürü düzeni kurmaları çok zordur. Bu nedenle de, içteki
sınıfsal çelişkiler, özellikle de emek-sermaye çatışması artar. Çünkü, dışardan aktarılacak olanaklar
bulunmayınca, sermaye birikimi ancak geniş halk kitlelerinin kemerleri sıkmasıyla sağlanabilir. Oysa
bu kitleler, yaşamlarım sürdürebilmek için zorunlu gereksinmelerini bile güçlükle
karşılayabilmektedirler. Üstelik, emperyalizmin kitle iletişim araçlarıyla dünyaya yaydığı büyük tüketim
eğilimi, böylesi bir fazla yetinme tutumunun gönül rızasıyla benimsenmesini olanaksız kılar.
b) Azgelişmiş Demokrasiler

Hiç kuşku yok ki, çoğulcu bir demokrasi, ancak çoğulcu bir toplumsal yapıda gelişebilir. Oysa
geleneksel yapının ağırlığını koruduğu, aşiret veya toprak ağaları ile dinsel güçler ittifakının karşısına,
çağdaş teknolojiye dayalı üretici güçlerin çıkamadığı durumlarda, çoğulcu değil, ancak tekilci
toplumlardan söz edilebilir. Bu nedenle de, geri kalmış ülkelerde demokratik rejimlerin yaşayabilmesi
zordur.
Gabriel Almond'a göre; Batı'da önce uluslar, sonra hükümet otoritesi ve yasaya saygı alışkanlığı
oluştu. Zamanla seçim, siyasal partiler, baskı grupları ve iletişim araçları gelişti. Bunların sonucu
olarak, "uyruk"lar "yurttaş"a dönüştü. Sonunda da sıra, refah isteklerinin gerçekleşmesine geldi. Oysa,
"Yeni ulusların devlet adamları, bu sorunların hepsiyle aynı anda karşı karşıya kalıyorlar." Almond ve
Powell'in birlikte belirledikleri gibi, geri kalmış ülkeler, devleti, ulusu, katılmayı ve paylaşmayı birlikte
gerçekleştirmek zorundalar.
Siyasal bağımsızlıklarını yeni kazanmış olan ülkelerin seçkinleri için demokrasinin belirli bir çekiciliği
vardır. Çünkü içlerinde önemli bir kesim, Batı üniversitelerinde okumuş ya da Batı kültürünün dolaylı
yollardan etkisinde kalmışlardır. Üstelik özgürlük, özellikle aydınlar için doğal bir gereksinmedir, insan
benliğini bulduğu ölçüde, toplumsal sorunlar üzerinde düşünmek ve düşündüğünü açıkça
söyleyebilmek ister, buna engel olunduğunda mutsuz olur. Bu açıdan da demokrasi, yeni ulusların
aydınları için çekicidir. Tüm aydınlar için olduğu gibi, onlar için de demokrasi yalnız bir araç değil, aynı
zamanda bir amaçtır.
Buna karşılık, geri kalmış ülkelerin hızla sanayileşmek zorunda olmalarının gerektirdiği özverilerin
demokrasi içinde sağlanması kolay değildir. Halkın çoğunluğunun okuma-yazma bile bilmemesi, açlık
ya da yarı-açlık içinde olması da demokrasiyi zorlaştırır; en az insanca yaşam koşullarına sahip
bulunmayan toplum kesimleri açısından anlamsızlaştırır. Seçme ve seçilme hakkı, bu insanlar için,
ancak yoğun yoksulluğu değiştirme umudu verebildiği ölçüde önem taşıyabilir. Yoksa seçimler
anlamını yitirir ve Duverger'nin deyimiyle; "Demokrasinin biçimsel yöntemleri, uygulandıkları zaman,
sadece kitlelere kendilerinin çıkarı için oy verdirten derebeylerinin egemenliğini gizlemeye yarar."
Demokrasinin araç olarak görülmekten çıkıp amaç olabilmesi, halk kitlelerinin belirli bir eğitim ve
yaşam düzeyine ulaşmış olmasına bağlıdır. Geri kalmış ülkelerin, demokrasinin özünden çok
biçiminden yararlandıklarını söylemek yanlış olmaz. Siyasal bağımsızlıklarım elde ettikten sonra,
Güneydoğu Asya ile Afrika ülkelerinin çoğu ilk aşamada parlamenter sistemi denediler. Hatta
anayasalarının kaleme alınması için, ünlü batılı anayasa hukuku uzmanlarından yararlandılar. Ancak
bunlar içinde, yalnız Hindistan, Türkiye ile birlikte, parlamenter sistemi demokratik bir yönde geliştirip,
yaşatma şansına sahip oldu.
Türkiye ile Hindistan'ın bu başarısında, iki önemli ortak koşul rol oynadı. Güçlü, kalabalık bir
bürokrasi ve toplum üzerinde çok büyük etkisi olan bir ulusal önder. Türk toplumu, yüzyıllar süren bir
imparatorluğu yönetmiş sivil-asker bir bürokrat kadroya sahipken, Hint bürokrasisi, sömürgeci ülke
İngiltere tarafından yetiştirilmişti ve sadece sayıca kalabalık olmakla kalmıyor, bazıları da İngiltere'de
eğitim görmüş olmanın etkilerini taşıyordu. Parlamenter demokrasiyi kurmak isteyen öncü güçler de,
onların toplumsal dayanağını oluşturacak belirli bir orta sınıf da, bu sayede ortaya çıkmıştı.
Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk'ün, Hindistan'da ise Pandit Nehru'nun bu gelişimde oynadıkları
rolü biliyoruz. Ama bu iki ülke arasındaki, iki önemli farkı bu vesileyle vurgulamak gerekir: Hindistan'ın
çok karmaşık bir etnik yapıya, çok uluslu ve çok inançlı bir toplumsal yapıya sahip olmasına karşılık,
Türkiye uluslaşma sürecinde çok ilerlemiş, daha tutarlı bir toplumsal yapıya sahipti; demokrasiyi
kurmak açısından önem taşıyan ulusal bütünlüğünü sağlaması zor olmadı.
Bu birinci fark, Türkiye'de siyasal kurumların demokratikleşmesini kolaylaştırırken, rejimin dayandığı
siyasal partiler açısından Hindistan daha şanslıydı. Türkiye'de Atatürk'ün kurduğu siyasal parti (CHP),
çok köklü bir devrimin ve 27 yıllık tek parti yönetiminin yıpranmışlığı ile ikinci parti durumuna düşerken;
Hindistan Kongre Partisi, Duverger'nin deyimiyle "Egemen Parti" niteliğini ve iktidarı korudu. Hatta,
Nehru ailesinin (Pandit Nehru, kızı Indra Gandi, torunu Rajiv Gandi...) üyelerinin önderliği büyük
ölçüde sürdü ve rejimin istikrarında rol oynadı.
"Üçüncü Dünya" ülkeleri içinde parlamenter sistemi deneyenler, bu iki istisna dışında, ya zamanla
rejimlerinin sivil veya askeri diktatörlüklere ya da başkanlık sistemine dönüştüğünü gördüler. Latin
Amerika ülkeleri ise, zaten ABD rejiminin etkisi altında kalarak, doğrudan başkanlık sistemini
denemekle işe başlamışlardı. Bu ülkelerin toplumsal özelliklerinin ve demokratik kültür yokluğunun,
parlamenter sistemden çok başkanlık sistemine yatkın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama bu tür
ülkelerde, başkanlık sisteminin yürütmeye istikrar kazandırma şansının daha büyük olmasına karşılık,
ülkedeki siyasal çatışmayı sertleştirme ve dikta eğilimlerini arttırma gibi bir etkisi olduğu da
yadsınamaz.
Kemalist model, özellikle Ortadoğu ve Afrika ülkeleri üzerinde etkili olurken, Latin Amerika ülkeleri
üzerinde de Meksika modeli etkili oldu. Toprak reformuna ve işçi sendikalarına önem veren bir
başkanlık sistemi olarak Meksika modeli, muhalefeti boğmamakla birlikte, Hindistan'daki gibi bir
"Egemen Parti"ye dayanıyor. Kurumsal Devrim Partisi'nin ismi bile, geri kalmış ülkelerin ikili ve çelişkili
gereksinmesi olan, hızlı değişme ile birlikte istikrarı çağrıştırıyor. Küba'daki Castro devriminin özellikle
başlangıç yıllarındaki başarısı ve çekiciliğinin, Meksika modelinin Latin Amerika'daki etkisini bir ölçüde
azalttığını söyleyebiliriz.
Geri kalmış ülkelerde başkanlık sistemine daha çok rastlanmasının en önemli nedeni, parlamenter
sistemin siyasal istikrarı zorlaştırmasıdır. Ulusal bütünlüğü henüz yeterince sağlayamamış, hızlı
toplumsal değişme nedeniyle geleneksel yapı çökerken, zıtlıkların, çelişkilerin, bölünmelerin arttığı,
eski ile yeninin yan yana yaşadığı ve eski ile yeni arasında bocalayanların çoğunluğu oluşturduğu bir
ortamda, aynı partinin uzun süre çoğunluğu koruması kolay değildir. Koalisyonların gerektirdiği
uzlaşma ve hoşgörü alışkanlığı ise, henüz bu gibi ülkelerde yerleşmemiştir. Çünkü bunlar, yaşanarak,
hata yapılarak, zaman içinde edinilen alışkanlıklardır. Oysa başkanlık sistemi yürütme organına istikrar
ve otorite sağlar.
İster parlamenter, isterse başkanlık sistemi aracılığıyla olsun, demokrasinin -kaba çizgilerle de olsa-
uzunca süre uygulanabildiği Türkiye, Hindistan, Meksika, Şili, Arjantin gibi ülkeler, diğer geri kalmış
ülkelere göre daha fazla gelişmişlerdir. Demokrasinin tümüyle başarısız olduğu ülkeler ise, ekonomileri
temelde tarıma dayalı olan, ya hiç ya da çok az sanayileşmiş, nüfusun ezici çoğunluğunun kırsal
kesimde oturduğu ülkelerdir. Bu sınıfa giren ülkelerde, yalnız ekonomik yapı değil, toplumsal yapı da
demokrasiye elverişli değildir.
Ulusal Birliğin yeterince sağlanamamış olduğu bu ülkelerdeki toplumsal özelliklerin demokratik
sistemle bağdaşmayan yanlarını Erhan Koksal şöyle sıralıyor: "Siyasal ve toplumsal eşitsizlikleri
içeren, babaerkil davranışları destekleyen, otoriter siyasal yapılan kolaylıkla kabul eden, en azından
hoşgörü ile karşılayan, ulusal-hukuksal otoriteden çok, karizmatik, geleneksel, kişisel, olağanüstü
otoritelere değer veren, hatta büyük ve boş inançların devlet yönetiminde etkili olabildiği bir değerler
sistemi..."
Demokrasi, insan onuruna en uygun rejim olmakla birlikte, kurulması ve yaşatılması hiç de kolay
olmayan bir rejimdir. 1929 büyük dünya ekonomik bunalımı gibi çalkantılara, gelişmiş ülke
demokrasilerinin bile dayanamadığı ve yıkılarak, yerlerine acımasız baskı rejimlerinin kurulduğu göz
önüne alınırsa, azgelişmiş ülkelerin azgelişmiş demokrasilerinin bunalımlar karşısındaki
dayanaksızlığını doğal karşılamak gerekir. (Tıpkı, büyükleri nezle eden bir soğuğun, çocukların zatürre
olmaları sonucunu doğurabilmesi gibi...) Demokrasi, gelişmiş ülkelerde doğal koşullarda, neredeyse
kendiliğinden oluşmuşken, geri kalmış ülkelerde "sera"larda yetiştirilmektedir. Bu nedenle de,
yaşaması ve gelişmesi için, giderek doğal ortamla bütünleşmesi için, ayrı bir özen göstermek gerekir.
Bunalımlı dönemlerde, koşulların zorluklarını ve kişilerin günahlarını demokrasiye bağlamak yanlıştır.
c) Tek Partili Rejimler

Batılı ülkeler önce sanayi devrimini yaşadılar, kitlesel eğitim sonradan geldi. Oysa Üçüncü Dünya
ülkelerinde, tersine, önce zihinler değişiyor, maddi çevredeki değişmeler arkadan geliyor. Maddi
koşullar ağır değiştiği halde, manevi koşullar hızlı bir değişim geçiriyor. Gelişmiş ülkelerde olup
bitenleri izleyen, onlardan etkilenen insanlar, kendi ülkelerindeki koşulların istekleri ölçüsünde
iyileşmemesinden rahatsız ve mutsuz oluyorlar. Başka bir deyişle, ekonomik kalkınma toplumsal
uyanışın gerisinde kaldığı, toplumsal düzen yarattığı beklentileri karşılayamadığı için, doğan
huzursuzlukları bastırmak, patlamaları önleyebilmek, insanları daha azına razı edebilmek için, baskı
rejimleri kaçınılmazlaşabiliyor.
Roger-Gerard Schwartzenberg'in de vurguladığı gibi, geri kalmış ülke rejimlerinin -bazı istisnalar
dışında- üç önemli özelliği var: Tek parti, kişisel iktidar ve baskı.
Orta sınıf güçlendikçe, demokrasinin yaşama şansı artar. Ezilmiş, çıkarlarını savunmak için yasal
olanaklardan yoksun kalmış bir işçi sınıfı, komünizme temel oluşturur. Oysa geri kalmış ülkelerin
çoğunluğunda, ne birinci duruma rastlanır ne de ikinci. Demokrasiyi kuramayan bu ülkelerin, Leninci
komünist tek partiye dayalı bir rejim oluşturmaları da zordur. (Çin, Vietnam, Kamboçya ve Küba
rejimleri, bu modele bir ölçüde yaklaşmakla birlikte, özel koşulların ürünüdür. Çin'de ve Vietnam'da,
daha çok kırsal kesime dayanan komünist partiler, ulusal kurtuluş savaşı ile, Küba'da ise, tüm barışçı
yolları tıkayan bir diktatöre karşı mücadele ile bütünleşerek iktidar oldular. Kamboç rejimi ise, içteki
evrimden çok, dış etkilerin ürünüdür.)
Geri kalmış ülkelerde rastlanan tek parti modelleri, daha çok Kemalist tek partiden etkilenmiş
olmakla birlikte, yerine göre faşist ve bazı durumlarda komünist tek parti özelliklerinden de
esinlenmişlerdir. Ama buradaki tercihler, yöneticilerin kişisel eğilimlerinden çok, ülkelerinin koşullarının
sonucudur.
Siyasal bağımsızlığın kazanılmasından sonra, geri kalmış ülkelerin önemli bir kesiminde, iki ya da
çok partili demokrasi denemeleri yaşandığını daha önce de belirtmiştik. Ama ekonomik ve toplumsal
atılımlardaki başarısızlıklar ve uyanan beklentilerin karşılanamaması sonucunda doğan düş kırıklığı,
kendisine yıkılacak hedef olarak, çok partili sistemi seçmekte gecikmemiştir. Siyasal bağımsızlıkla
birlikte doğan aşırı iyimser beklentilerin gerçekleşmemesi, kısa zamanda siyasal sisteme bağlanmış ve
tek parti yönünde hızlı bir gelişme ortaya çıkmıştır.
Tek parti, bu ülkeler açısından, bir yandan ulusal bütünleşme, bir yandan da ekonomik ve toplumsal
çağdaşlaşma aracı olarak görülmüştür. Henüz bir ulus oluşturamamış olan bu toplumlarda, çok partili
sistem, kabile ve aşiret bölünmelerinin, etnik ve bazı durumlarda dinsel farkılıkların, partiler aracılığı ile
yansıması tehlikesini getirmiştir. Toplumun daha uluslaşmadan bölünmesi ve hatta -bazı durumlarda-
daha küçük devletçiklere ayrılması olasılığı ortaya çıkmıştır.
Çad ilerici Partisi'nin 1963'deki genel kurulunda Tombalbaye'nin sarf ettiği şu sözler, tek partinin
nasıl modernleşme aracı olarak görüldüğünü çok iyi yansıtıyor: "Devam eden gelişme, tüm enerjilerin
bir araya gelmesini ve herkesin aynı hedefte birleşmesini gerektirmektedir. Tek parti, bu alanda,
harekete geçirici bir güç olarak, temel bir rol oynayacaktır."
Daha önce de vurguladığımız gibi, çoğulcu siyasal sistem, çoğulcu toplumsal yapının bir ürünüdür.
Tekilci bir rejim, çoğulcu bir yapının üzerinde sıkıntı yaratır; tıpkı iki ayaklı bir insanın, tek paçalı bir
pantalonla yürümesi gibi... Ama toplumsal işbölümünün yeterince gelişmediği, toplumun çoğulcu bir
görünüm kazanmadığı durumlarda, siyasal çoğulculuk gereksinme olmaktan çıkıp, yapay bölünmelere
de neden olabilir. Lenin, tek sınıflı -yani sınıfsız- toplumun hedeflendiği Proleterya Diktatörlüğünde, tek
partiden fazlasına gerek olmadığını düşünürken, kendi içinde tutarlıydı. Geri kalmış ülkelerin çoğunda
ise, sınıflararası çelişkilerin belirginleşmediği, uzlaşmaz toplumsal çelişkileri olan toplumsal sınıfların
henüz ortaya çıkmadığı gerekçesiyle, birden fazla siyasal partiye gerek olmadığı görüşüne yaygın
olarak rastlanıyor. (Benzer bir görüş, cumhuriyetin ilk yıllarında KADRO Dergisi etrafında toplanan bir
grup aydın tarafından Türkiye'de de savunulmuştu.)
Geri kalmış ülke tek partileri, yapı olarak komünist ve faşist tek partiden çok Kemalist tek partiye
daha yakındır. Bu partiler, öncü ve aşırı disiplinli seçkin bir kitleye değil, olabildiğince yaygın halk
yığınlarına dayanmaya çalışırlar. Çünkü amaç, itici bir güç oluşturmaktan çok, önderin otoritesini
güçlendirmek ve ona destek olmaktır. Ülkede var olmayan demokrasi parti içinde de yoktur. Parti içi
seçimler, üyelerin yukarıda saptanan adayları onaylamalarından öteye anlam taşımazlar. Partideki
değişmeler tabandan değil, tavandan kaynaklanan kararlar sonucu ortaya çıkar. Tavanda egemen
olan da, genellikle tek bir kişidir.
Bu yapıdaki bir tek partiye dayalı rejimin, otoriter olması, baskıcı olması kaçınılmazdır. Üstelik
işbölümünün yeterince gelişmemesi sonucu, toplumsal işlev ve yetkilerin belirli kurum ve ellerde
toplanmış bulunması, rejimin bu özelliğini güçlendirmektedir. Ulusal birliğin sağlanması ve ekonomik-
toplumsal gelişmenin hızlanması için, güçlü bir merkezi otoritenin varlığı da, çoğunlukla bir ön koşul
gibi görünmektedir. Bu durum, Avrupa'da feodal beyliklerin yıkılıp ulusal devletin kurulması
aşamasındaki "mutlak krallık" rejiminin varoluş nedenine benzetebiliriz, iktidarın derebeyler arasında
paylaşıldığı bir toplumun uluslaşabilmesi için, iktidarın tek elde toplandığı böyle bir aşamadan geçmesi
herhalde kaçınılmazdı.
Tek parti diktatörlükleri, çoğunlukla, yasama meclisinin, seçimlerin -anlamlarını büyük ölçüde
yitirmiş olmakla beraber- korunduğu, sivil diktatörlüklerdir. Oysa Üçüncü Dünya'nın askeri
diktatörlüklerinin, bu tür anayasal kurumlara, görünüşü kurtarmak için saygı gösterdikleri durumlar
istisna sayılabilir. Bunun nedeni ise, askerlerin sivillere duydukları güvensizlik ve küçümsemedir;
askeri diktatörlüklerin amacı, karışıklığı ve rüşveti önleyip, etkili bir yönetim kurmak, ulusal bütünlüğü
sağlamaktır. Ama ya ordunun başındaki kişisel çekişmeler, ya da özellikle Afrika'da görüldüğü gibi
astüst çelişki ve çekişmeleri, askeri iktidarın istikrarını olumsuz yönde etkiler. Sierra Leone ve
Dahomey gibi ülkelerde, ilk darbeyi yapan general ve albaylar yüzbaşılarca, yüzbaşılar da
astsubaylarca devrildi. Genç ülkelerde, darbe yapıp kendisini mareşal ilan eden çavuşlara bile
rastlandığını biliyoruz.
ç) Askeri Diktatörlükler

Geri kalmış ülkelerde, sermaye sahipleri de, emekçi kesimler de yeterince güçlü değildir. Bu iki temel
sınıfın güçsüzlüğü, ordunun rejim içindeki ağırlığını ve daha bağımsız hareket etme olanağını arttırır.
Ordunun toplumsal güçler dengesindeki önemi, geri kalmışlık ölçüsünde ve bunalım dönemlerinde
daha da artar. Sivil seçkinlerin güçsüzlüğü, asker seçkinlerin önemini büyütür. Karşı koyacak, denge
oluşturacak bir gücün ya da güçlerin yokluğu, askeri darbeleri ve askere dayalı rejimleri kolaylaştırır.
Güçlü partilerin, sendikaların, derneklerin, etkili ve bağımsız kitle iletişim araçlarının bulunmayışı
karşısında, iyi örgütlenmiş tek güç olarak, ordunun ağırlığı çok artar. 1985 yılında dünyada var olan 56
askeri diktatörlüğün hepsinin de geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde bulunması bir rastlantı
sayılamaz.
Ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe diktatörlük tehlikesinin azaldığını, ama tümden yok olmadığım
biliyoruz. Buna karşılık, geri kalmışlıktan kurtulmuş ülkelerdeki diktatörlüğün askeri olma olasılığı yok
denecek kadar düşüktür. Çünkü bu ülkelerde temel sınıflar güçlenmiş, toplumun çoğulcu yapısı içinde
silahlı kuvvetlerin ağırlığı göreceli olarak azalmıştır. Ne komünist ne faşist diktatörlükler, askeri
diktatörlükler değil, çağdaş tek parti diktatörlükleridir.
Siyasal sistem ve gelişme düzeyi ne olursa olsun, ordu her ülkede, bir tür kendine özgü baskı grubu
olarak siyasal yaşamda ağırlık taşır. Bu niteliği ile de, siyasal süreçlere -azalan ya da artan ölçülerde-
etki yapar. Ama ordu darbe yapıp doğrudan iktidara el koyduğu zaman, artık sistem nitelik değiştirmiş
demektir. Bu önemli olayı incelerken, sırayla şu soruların yanıtlarını vermeye çalışacağız: (1) Ordunun
siyasal gücü nereden geliyor? (2) Askeri diktatörlükler hangi koşullarda ortaya çıkıyor? (3) Askeri
diktatörlüklerin yönünü ve biçimlenmesini hangi etkenler belirler? (4) Askeri diktatörlükler niçin ve nasıl
sonuçlanırlar?

(1) Ordu, çağdaş toplumlarda, en iyi örgütlü, en disiplinli, en gelişmiş silahlara sahip bir güçtür.
Sopalarla, tırmıklarla, kılıç ve oklarla sarayların basıldığı, şatoların ele geçirilebildiği dönemler geride
kalmıştır. Modern bir ordunun karşısında, sivil güçlerin direnme olanakları çok azdır. Eğer Birinci
Dünya Savaşı sırasında Rus Ordusu maddi ve manevi açıdan çökmüş olmasaydı, Lenin ve
arkadaşlarının 1917 Devrimi'ni gerçekleştirebilmeleri -belki de- olanaksızdı.
Çağdaş ordular güçlerini yalnızca silahlarından değil, aynı zamanda tek merkezden yönetilen,
disiplinli örgütlenmelerinden alırlar. Askerlerin sivil örgütleri küçümsemelerinin başta gelen nedeni
budur. Sivil kurum ve kuruluşların laçkalaştığı bunalım dönemleri, askerlerin disiplinli örgütünü bir kat
daha önemli kılar.
Ordu, gerek maddi gücü ve disiplini, gerekse ülke bağımsızlığının bir simgesi olarak, aynı zamanda
moral bir güce de sahiptir. Bu moral güç, halkın ona duyduğu saygı ve güvenden oluşur. Tarihsel
evrime ve ülkenin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak, bunun düzeyi ülkeden ülkeye değişir. Ama
ABD gibi, demokratik gelenekleri oldukça güçlü ülkelerde bile ordunun yadsınamaz bir ağırlığı vardır.
Ulusal savunmadaki başarısı ve iç siyasetteki yıpranmamışlığı bu önem ve ağırlığı arttırırken,
savaşlardaki yenilgiler ve iç siyasete fazla karışmanın verdiği yıpranmalar olumsuz etki yapar.
Sonuç olarak, S. E. Finer'e katılarak şu soruyu sorabiliriz: "Ordu tüm sivil güçlerden yüz kat daha iyi
örgütlenmiş olduğuna ve modern silahlara sahip bulunduğuna göre, askerlerin niçin bazen siyasal
yaşama karıştıklarını sormak yerine, niçin her zaman karışmadıklarını araştırmak daha doğru olmaz
mı?"

(2) Bir orduyu siyasete doğrudan karışıp, siyasal iktidara el koymaya iten nedenler, o ordunun
geleneklerinden kendini algılayış biçimine, sivil kurumların durumundan ülke ekonomisinin durumuna
kadar birçok etkenle bağımlıdır.
Ordunun hangi tarihsel koşullarda doğduğu önemlidir: Bazı ordular, Senegal'de. olduğu gibi, eski
sömürgeye siyasal bağımsızlık verilmesinden sonra kurulmuştur. Bazı ordular, Cezayir'de olduğu gibi,
bağımsızlık savaşı içinde oluşmuşlardır. Bazıları ise, Sovyet Rusya'da olduğu gibi, bir parti tarafından
örgütlenmiştir. Görece genç sayabileceğimiz bu orduların devlete ve sivil kurumlara bakış açıları
arasında bazı farklılıklar olması doğaldır. Üçünün de gelenekleri henüz oluşmamıştır; ama içlerinde
sivil iktidara en saygılısı, elbette ki, bizzat bir sivil güç tarafından biçimlendirilmiş bulunan "Kızıl Ordu
"dur. Eğer bağımsızlık hareketine ya da devletin kurulmasına siviller öncülük etmemişlerse, genç bir
devlette, askerlerin sivil iktidara saygısını sağlamanın çok kolay olmadığını söylemeliyiz.
Osmanlı Ordusu, tarihinde bazı ayaklanma girişimleri bulunmakla birlikte, merkezi iktidara saygı
geleneğinin bulunduğu eski bir orduydu. Buna karşılık, genç cumhuriyetin kurulmasında da, dayanılan
temel güçtü. Kendi başkomutanı ve silah arkadaşlarının iktidarı devraldıkları andan başlayarak, sivil
iktidara saygı geleneğini yaratacak süreçler harekete geçti. Eski uzun geçmişi bu eğilimi
kolaylaştırıyordu. (Sivil iktidarların ve sivil kurumların ömürleri ne kadar uzun olursa, askerlerin
siyasete doğrudan karışma eğilimleri o ölçüde azalır. Darbeler sıklaştıkça, askerin siyasete doğrudan
karışması da bir tür gelenek oluşturmaya başlar.)
Bağımsızlık ya da ulusal davalar için dışa karşı verilen savaşlardaki başarı ya da başarısızlığı da,
askerlerin iç siyasete yönelik ilgilerinde önemli ağırlık taşır. Başarılı bir İsrail Ordusu, gücünün ve
toplumdaki saygınlığının bilincindedir. Çok önemli nedenler bir araya gelmeden, iç siyasete girerek
yıpranmayı elbette ki istemez. Ama yenik ve ezik Arap Orduları için durum farklı olmuştur. Dış
düşmanı yenemeyenler, içte düşman aramışlar (örneğin komünizm), bazı durumlarda ezikliklerini iç
düşmana karşı gidermeye çalışmışlardır. Kara Afrika'da yaygın olduğu gibi, dışta hiç savaş vermemiş
ordular ise, bazı durumlarda güçlerini içte gösterebilmek fırsatını ele geçirmekten memnun olabilirler.
Ordular, yapıları ve işlevleri gereği, ülkenin bağımsızlığına, her şeyin bir düzen içinde yürümesine
ve ulusal bütünlüğün korunmasına önem verirler. Kendi içlerinde önem taşıyan ve işlerin yürümesi için
önkoşul olan disiplinin, sivil yaşamda da işlerin yürümesi için şart olduğuna inanırlar, içteki gelişmelerin
ülkenin bağımsızlığım ve ulusal bütünlüğü tehlikeye attığını düşündüklerinde, darbe eğilimleri başlar.
Sivil yaşamdaki düzensizlik ve disiplinsizliğin yaygınlaşması, bu eğilimleri güçlendirir.
Kendi kendini yönetemeyenler, başkaları tarafından yönetilmeyi beklemelidirler. Ülke sorunlarını
çözemeyecekleri izlenimini veren siviller, askerlerin işe karışmasına çağrı çıkarıyorlar demektir. Halkın
siyasal partiler, yargı organları, üniversiteler, sendikalar gibi sivil kurumlara olan saygısının,
bunalımdan sivil önder ve kurumlar aracılığıyla çıkılabilmesi umudunun azalması ölçüsünde, ordunun
işe karışması olasılığı artar. Cumhurbaşkanı, başbakan, hükümet ve yasama organının saygınlığı
özellikle önem taşır. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde darbe girişimlerinin başarısızlıkla
sonuçlanmasında, zamanın başbakanı İsmet İnönü'nün gerek ordu gerekse sivil kurumlar gözündeki
saygınlığı önemli rol oynamıştır.
Geri kalmış ülkelerin çoğunda tek parti ya da egemen bir partiye dayalı siyasal sistemlerin varlığını
biliyoruz. Askeri rejimlerin oluşması açısından, bu partinin gücü ile ordunun gücü ve konumu
arasındaki denge önem taşır. Meksika'daki egemen parti devletle bütünleşmiş ve önemli bir halk
desteği sağlamıştır. Tunus'ta ve Hindistan'da, parti bağımsızlık savaşındaki yerinden dolayı çok saygın
bir konumdadır. Bu durum, Cumhuriyet Halk Partisi açısından, 1970'li yıllara gelinceye değin, Türkiye
için de geçerliydi. Yugoslavya'da da, Tito'nun partisinin çok etkili bir örgütlenmesi vardı. Tüm bunlar,
ordunun siyasal yaşama doğrudan karışmasını ve özellikle de askeri bir rejim kurmasını zorlaştıran
durumlardır. Sivil düzenin başarısızlığı ve anayasanın toplumda belirgin bir saygınlığının olmaması,
darbe ve askeri rejim olasılığını arttırır.
Fazla önemli toplumsal sorunlarının bulunmadığı ve özellikle de sivil güçlerin orduya başvurmama
konusunda uzlaştıkları ülkelerde askeri diktatörlük kurmak çok zordur. Sıkıyönetim ya da otoriter bir
sivil yönetim nedeniyle, ordu zaten etkili bir eylem ve baskı alanına sahipse; bu durum da, ordunun
saygınlığının bu çerçeve içinde korunabilmesi koşuluyla, darbe ve askeri rejim olasılığını azaltabilir.
Orduda verilen eğitim, özellikle de subayların yetiştirilmesindeki öz ve biçim, askerlerin sivil kurum
ve kuruluşlara, ülkeyi yönetenlere bakış açılarını ve yaklaşımlarını yakından etkiler. Demokratik bir
sistemi amaçlayan toplumların, bu konuya özel bir önem vermeleri gerekir. Sivilleri küçümseyerek,
askeri bir disiplinin sivil yaşamın düzenlenmesinde de geçerli olduğuna inanarak yetişen geleceğin
subayları, askeri darbelerin ve rejimlerin potansiyel gücünü oluşturur.
Ordunun, kendisine karşı koyabilecek bir gücün bulunmadığının bilincinde olması da, siyasete
doğrudan karışmasının ön koşullarındandır. Ordudan gelecek bir harekete gene ordu içinden başka bir
gücün karşı koyması olasılığı caydırıcı bir etki yapar. Ama söz konusu karşı güç, ülke içinden
olabileceği gibi, ülke dışından da olabilir. Büyük devletlerin doğrudan karışmasıyla başarısız kalan
darbe girişimlerinin istisna oluşturduğunu düşünmek yanıltıcıdır.
Bu söylediklerimizden hareketle, ancak bütün ordunun görüş birliğinde olduğu darbelerin başarıya
ulaşabileceğini sanmak da doğru olmaz. Alain Rouquie, askeri darbe ve rejimlerin laboratuvarı
niteliğindeki Latin Amerika deneyimlerini değerlendirerek şöyle diyor: "En kurumsal ve görünüşte
hemfikir müdahaleler bile, ancak kamuoyu ve özellikle ordunun kendisi, buna uzun bir süre
hazırlanmışsa, kusursuz bir şekilde cereyan edebilir. Bunun tersi durumlarda, eylemde birliği
sağlamak için, belli ölçüde şiddet gerekli olur... Çoğu zaman örgütlü bir akımı ya da sadece bir eğilimi
temsil eden bir altgrup, kendi düşünsel yöntemini, yani ideolojisini zorla kabul ettirir. Böylelikle eylemci
bir çekirdek, kadroların tümünü kendi yanına çekebilir ve ideolojik-stratejik zemini kendi yararına
yeniden düzenleyerek egemenliğini kabul ettirir."
Ülkenin genel durumundan ya da ordunun içinde bulunduğu özel koşullardan dolayı orduda ciddi bir
huzursuzluğun varlığı, siyasal yaşama doğrudan karışmayı kolaylaştırıcı bir etki yapar. Subay
kesiminin 1960 öncesindeki geçim sıkıntıları ve sivil kesim karşısındaki ezikliğinin, 27 Mayıs'a gidişi
kolaylaştıran etkenler arasında yer aldığı söylenebilir. Bu durum daha sonra değişip tersine dönmeye
başlamış, ordunun rejim içindeki etkisini yasal yollardan arttırıcı önlemler, anayasalara kadar girmiştir.
(Türkiye'de 1960, 1971 ve 1980 müdahaleleri sırasında ülkenin içinde bulunduğu bunalımların
yarattığı huzursuzluklar da bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.)
Ekonomik durumun, askerlerin siyasete karışmasında ve askeri diktatörlüklerin oluşumunda
oynadığı rol herkes tarafından bilinir. Ama bu açıdan asıl önem taşıyan öğe, ülke ekonomisinin basit
ya da karmaşık bir yapıya sahip bulunmasıdır. Ekonominin gelişmişlik düzeyi, askerlerin kolay kolay
içinden çıkamayacakları kadar karmaşık bir yapı oluşturuyorsa, kolay ve kestirme çözüm hevesleri
azalır; olası bir darbenin de, ekonomik güce bağımlılığı artar. Askeri darbelerin daha çok geri kalmış
ülkelerde ortaya çıkışındaki nedenlerden birisi de budur.
Ekonominin bir bunalım döneminde bulunması ve bunalımdan çıkılması için kitlelerden istenecek
kemer sıkmanın derecesi ölçüsünde, askeri darbe ve diktatörlük olasılığı artar. Ekonomik istemleri
kısmak, grevleri yasaklamak, huzursuzluğun yaratacağı toplumsal patlamaları önlemek, bir baskı
rejimi ile daha kolaylık gibi görünür. Bir anlamda gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi demek olan
böyle askeri diktatörlüklerden, genellikle emekçi toplum kesimleri zararlı çıkarlar. (Bunalımdan
çıkılması için ödenmesi gereken fatura ücretlilere kesilirken, ekonominin canlanması için işverenlere
ödünler verilmek zorunda kalınabilir. 12 Eylül rejiminde Türkiye'de de böyle olmuştur.)
Geri kalmış ülkeler, bu gerilikten kurtulmak için büyük çaba harcama durumunda olan ülkelerdir.
Ekonominin büyümesi için yatırım yapmak, yatırım yapmak için kaynak yaratmak gerekir. Çok geri bir
yaşam düzeyindeki kitleler için, gönüllü tasarruf olanağı yoktur. Oysa yatırımlara kaynak yaratmak için
kemerleri sıkmak zorunludur. Ekonominin geriliği ölçüsünde, kitlelerden istenen özveri de artar.
Zorunlu tasarruf gereği, ister istemez peşinden baskıyı getirir. 1960-70 yılları arasında dünyada
görülen 93 darbe ve devrimden 92'sinin geri kalmış ülkelerde ortaya çıkmasının hayret edecek bir yanı
yoktur.
Geri kalmış ülkeler, aynı zamanda, küçük varlıklı bir kesimle büyük yoksul çoğunluk arasında denge
oluşturacak, Pierre Dabazies'nin deyimiyle "sentezi gerçekleştirecek" güçlü bir orta sınıftan da
yoksundur. Oysa orta sınıf, askeri rejimlerin oluşacağı ortamın önlenmesinde önemli bir işleve sahiptir.
Örneğin 19. yüzyılda İspanyol ordusu, Fransız ordusundan daha liberaldi. Ama güçlü bir orta sınıfın
bulunmadığı İspanya'da ordu, yüzyıl boyunca birçok kereler darbe yaptı. Bir anlamda, orta sınıfın
boşluğunu dolduruyor, kendisini onun yerine koyuyordu. Buna karşılık, bütün 19. yüzyıl boyunca ve
daha sonraları, birçok kez fırsat çıktığı halde, Fransız ordusu siyaset sahnesinde görülmedi. Hatta
içinde sağcı eğilimler ağır bastığı halde, solcu hükümetler döneminde de görevini aynı saygı ölçüleri
içinde sürdürdü. Çünkü, Fransız Devrimi'nin ürünü olan güçlü bir orta sınıf vardı. Dabazies bu konuda
şöyle diyor: "Demokrasilerin başlangıç dönemlerinde, toplumdaki bölünmeler darbeler yaratabilir. Ama
daha sonra güçlü bir orta sınıf oluşunca, ordu kışlasına döner ve kendisi de bu sınıfın bir parçası
olmaya başlar."
Geri kalmış ülkelerin önemli bir kesimi, bağımsızlığını yeni kazanmış, kabile yaşamını geride bırakıp
henüz uluslaşamamış olan toplumlardan oluşur. Örgütlü bir muhalefetin varlığı, bu gibi durumlarda,
ulusal bütünleşmeyi zorlaştıran bir etken gibi ortaya çıkabilir. (Ama uluslaşma sürecinin geride kaldığı
ileriki aşamalarda durum tersinedir. Çıkarları ve dünya görüşleri iktidardakilerle bağdaşmayan toplum
kesimlerine örgütlenme olanağının verilmemesi, bu aşamaya gelmiş olan toplumlarda ulusal
bütünleşmeyi değil, bölünmeyi kolaylaştırır. Çünkü artık tek boyutlu bir bütünleşme değil, çeşitlilik
içinde bütünleşme olanaklıdır. Ne var ki, ordunun işlevi ve eğitimi, bu gerçeğin kavranmasını ve kabul
edilmesini zorlaştırır.)
Geri kalmış toplumlar, henüz yeterli bir ulusal kimliğe sahip bulunmayan toplumlardır. Uluslaşma
aşamasını geride bırakmış Türk toplumu benzeri toplumlarda ise, geçiş dönemi bunalımlarında "yeni
bir kimlik" arayışı söz konusudur. Her iki durumda da, "tek şef", kimliği olmayan ya da kimliğini yitirmiş
bir toplumda, kendi kişiliğinde bir kimlik vererek, önemli bir boşluğu doldurur. Otoriter-ataerkil aile
yapısı bu eğilimi güçlendirir. Bu ortam, askere dayalı rejimleri özendirici bir etki yapar.

(3) Ülkeyi kimlerin yönettiği, elbette ki bir siyasal sistemin niteliğinin belirlenmesi açısından önem
taşır. Ama kimlerin yaptığından daha önemli olan, ne yaptıklarıdır; hatta neyi, nasıl yaptıklarıdır. Askeri
diktatörlüklerin de, kimisi ilerici kimisi tutucu, kimisi aşırı sert kimisi yumuşak, kimisi sivillerle işbirliğine
açık kimisi kapalı, kimisi kişilere dayalı, kimisi kurumlaşmıştır.
Askeri bir rejimle son bulan darbelerde üç olasılıktan söz edebiliriz: Ya darbeyi yapan tek bir
komutandır ve ordu onun emirlerini yerine getirmekle yetinmektedir; ya darbe bir grup subayın
öncülüğünde gerçekleştirilmiştir; ya da, askeri ast-üst ilişkileri korunarak, emir-komuta zinciri içinde
iktidara el konulmuştur. Tek bir kişinin veya bir grup subayın öncülüğünde yapılan darbelerin, özellikle
ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe, giderek azaldığı söylenebilir. Türkiye'nin de içinde bulunduğu, geri
kalmış ülkeler grubunun üst kesimindeki toplumlarda, artık ordu emir-komuta zincirini bozmadan
müdahale etmeyi yeğlemektedir. Çünkü böyle bir darbenin başarı şansı çok daha yüksektir. Aşağıdan
gelen darbeleri yaşayan komutanlar, gerektiğinde kendileri orduyu harekete geçirmeyi daha uygun
bulmaktadırlar. Genelleştirmemekle birlikte, genç subayların "ilerici" darbelerinin yerini, giderek
generallerin "tutucu" darbelerinin almakta olduğu söylenebilir. Bu modeli, ülke içindeki egemen
çevreler kadar, etki alanı içinde bulunulan dış güçler de tercih etmektedirler. Riski daha az, denetleme
olanağı daha yüksektir. (Türkiye'de de, 27 Mayıs bir grup genç subayın ürünü idi; 12 Mart ve 12 Eylül
darbelerinde ise emir-komuta zinciri işledi.)
Asker iktidarı ele geçirdikten sonra da, üç olasılık vardır: Ya iktidarı doğrudan kendisi kullanır
(Mısır'da General Necip ve Albay Cemal Abdül Nasır darbesinde olduğu gibi); ya yürütmede siviller
bırakılır, ama Devrim Komuta Konseyi ve Milli Güvenlik Konseyi benzeri askeri kurullarla, askeri
mahkemelerle, son yetki ve denetim elde tutulur (Irak'ta General Kasım darbesinde, Türkiye'de 12
Eylül'de olduğu gibi); ya da ordu, iktidarı kendi seçtiği siviller aracılığıyla kullanmayı seçer, geri planda
kalır. Kendi içinden çıkanların sivilleşerek iktidarı devraldıkları, bu güvence içinde ordunun kışlasına
çekildiği durumlar da üçüncü olasılık içinde değerlendirilebilir.
27 Moyıs'tan sonra, ordu, sivilleşen general Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı, seçimleri
kazanamayan İsmet İnönü'nün (o da eski general) başbakan olmasından sonra kışlasına çekilmeyi
kabul etmiştir.
Latin Amerika'da, kişilere dayalı askeri diktatörlükler, giderek yerlerini "bürokratik" askeri
yönetimlere bıraktılar. Benzeri gelişmeler, dünyanın başka bölgelerinde ve bu arada Ortadoğu'da da
görüldü. Bir generalin komutasında yapılan darbelerde, ordu yetkilerini ona devretmiyordu. Ama darbe
ile başa geçen general, iktidar olanaklarını da kullanarak, ordu gücünü kendisine bağlı hale getirmeye
çalışıyordu. Bir yandan "silahlı kuvvetlerin saygınlığı ve refahı" için büyük harcamalar yapıyor, öte
yandan kendine bağlı subaylarla ayrı bir örgütlenmeye gidip, ipleri elinde tutmak istiyordu. 1964
sonrasında Brezilya'da olduğu gibi, general-cumhurbaşkanlarının düzenli olarak iktidarı devralmaları
ile, "kişisel askeri diktatörlüklerin yerini "kurumsal askeri diktatörlükler" almış oldu. Artık iktidar
darbelerle değil, ordudaki komuta zincirine uygun olarak, sırasıyla el değiştiriyordu. Alain Rouquie'nin
deyimi ile, böylece "askeri devlet" meşrulaşmaktaydı.
Askeri rejimlerin yönünü ve biçimini, ülkenin gelişmişlik düzeyinden, iç ve dış desteklerin niteliğine,
ordunun yapısından ideolojisine kadar bir dizi etken belirler.
Duverger'nin diktatörlükle ilgili kuramını bir kez daha anımsamakta yarar var: Gelişme düzeyi
yükseldikçe, ordunun ülke yönetimine el koyma olasılığının azaldığını, ama yönetime el koyduğunda
da, bunun tutucu olma olasılığının arttığını söyleyebiliriz. Geri kalmış ülkelerde, askerlerin ülke
yönetimine karışmaları olasılığı yükselirken, bu barışmanın ilerici nitelikte olma olasılığının da
yükseldiği öne sürülebilir. Çünkü ordu, çağın gereksinmelerine ve bu arada çağdaş teknolojiye
genellikle ilk açılmış kurum olarak, toplumun geri kalmışlıktan kurtulmasını şiddetle ister. Eski
kurumları, eski yapıyı koruyarak çağın yakalanamayacağının bilincindedir. Üstelik, güçlü bir
savunmanın da ülkenin gelişmişlik düzeyine, ekonomik olanaklarına bağlı olduğunu bilmektedir.
Gene Duverger'den hareketle, Arjantin, Brezilya, Kuzey Afrika ve bazı Ortadoğu ülkeleri gibi orta
gelişme düzeyindeki ülkelerde de askeri rejim olasılığının yüksek olduğu söylenebilir. Tarihinden gelen
bazı farklı koşulları bulunan Türkiye de, gelişme düzeyi olarak bu gruptadır. Duverger'ye göre, bu
gruptaki ülkelerde darbelerin ilerici ya da tutucu olması için, aşağı yukarı eşit şans vardır: "Bolluk
öncesi aşamasının üst düzeyinde, toplumun çağdaşlaşmayı önlemek isteyen kesimleri, gerici bir
tiranlık kurmak için genellikle fazla zayıftırlar; ama bizzat toplumun yapısı da, diktatörlüğün devrimci
olmasını engeller."
Leo Hamon, Latin Amerika'daki askeri rejimlerle gelişmişlik düzeyindeki bağlantıya, bir başka
açıdan dikkati çekiyor: "Latin Amerika'da, bağımsızlıktan sonra, 19. yüzyıldaki zihinsel ve toplumsal
modernleşme, koşulları Avrupa' nınkine yaklaştırırken, yüzyılın sonuna doğru giderek daha az askeri
darbe görüldü. Ama toplumsal tarih sürüyor ve Avrupa'nın tanıdığından farklı sorunlar ortaya koyuyor;
bugün Üçüncü Dünyanın sorunları olarak adlandırılan cinsten. Demografik patlama, hızlı kentleşme
gibi, ortaya çıkan ancak çözülemeyen sorunlar bunlar. Ve bu sorunların yarattığı toplumsal 'şok'lar,
'toplumsal tutarsızlıklar, siyasal müdahaleler için askerleri yeniden harekete geçirici nedenler
oluşturuyor."
Leo Hamon'a göre; askerlerin toplumda köklü değişiklikler yapmaları olanaklı, ama çok zor. Çünkü
bu solun esiri olmadan sağa karşı bir devrim anlamına geliyor ki, toplumsal sorunları iyi bilmenin yanı
sıra, halkın desteğini sağlamak için -askeri disiplin dışında- başka etki yolları bulmayı gerektiriyor. Bu
konuda gösterdiği iki başarılı örnek ise Atatürk ve Nasır. Nasıl ki, ordunun tümünün aynı siyasal bakış
açısını benimsemesi olanaksız ise, ordudaki yaygın ideolojinin ya da o ideolojiyi yorumlama biçiminin
zamanla değişmemesi de olanaksızdır, işçi ve işveren sınıflarının ideolojilerinde belirli bir süreklilik
vardır. Çünkü onların üretim sistemi içindeki yerleri ve bu yerden kaynaklanan sorunları belli ve bir
anlamda süreklidir. Oysa asker ya da sivil, kamu görevlileri için aynı şeyi söyleyemeyiz. Onların
sorunları daha kısa vadeli ve değişkendir. Ülkenin iç ya da dış koşulları değiştiğinde, o sorunlara
çözüm getireceğine geçmişte inandıkları ideolojiyi bir yana bırakıp, başka çözümleri benimseyebilirler.
Bu gibi durumlarda, eğer ideolojinin adı değişmiyorsa, içeriği değişti. Örneğin Türkiye'de 27 Mayıs'ı
gerçekleştiren askerlerle, 12 Eylülü gerçekleştiren askerlerin Atatürkçülüğü aynı biçimde anladıklarını
öne sürmek zordur.
Alain Rouquie, "Solcu bir subay, solcu bir insan değildir" diyor. Bolivya'da solcu partilerin, bu
gerçeği, General Torres yönetiminde yaşayarak öğrendiklerini örnek olarak anlatıyor. Siyasal alanda
da, ordunun stratejisine "algıladığı tehditler"in yön verdiğini vurguluyor ve ekliyor: "Ordular hiçbir
zaman ideolojiyle hareket eden aygıtlar değildir. Toplumsal güçlerden özerkleştikleri ölçüde, 'değişken
ideolojileri' vardır." (Dış düşmanın büyüklüğüne inanıldığı ölçüde o toplumda ordunun sivil güçlerden
bağımsız hareket etme olasılığı artar.)
Arjantin'de 1930'daki faşist eğilimli yüzbaşılar, 1943 yılında "işçi yanlısı" albaylar olarak ortaya
çıktılar. Dominik'te 1963'te Juan Bosch'un ilerici hükümetini de, bir süre sonra, onun yerine geçmiş
olan sağcı hükümeti de deviren aynı ordu idi. Brezilya'da solcu gerillaları bastırmada kullanılan ünlü
sağcı eğilimli paraşütçü tugayı, 1978'de demokratikleşmenin öncüsü olarak ortaya çıktı. Bu büyük
değişiklikteki en büyük rolü, dört yıldan fazla bu birliğin komutanlığını yapan General Hugo Abreu
oynamıştı. Honduras'ta 1963'te kanlı bir darbe ile sağcı diktatörlük kuran General Lopez Arillano,
1972'de bu kez halkın desteği ile, reformcu, ilerici, sendikal özgürlüklere saygılı bir kimlikle iktidara
geldi.
Geleneksel "sağ-sol" ayrımının, askerlerin siyasal eğilimlerinin belirlenmesinde her zaman geçerli
olmadığını söyleyebiliriz. Askerlerin siyasal tercihleri, belirli ideolojilerden çok, belirli kurumlara ya da
belirli olaylara yönelik olarak ortaya çıkıyor. Kralcı-cumhuriyetçi ayrımı veya laik ile laik-olmayan
ayrımı, askerlerin siyasal tutumlarının belirlenmesinde, soyut bazı ideolojik değerlendirmelerden daha
geçerli olabiliyor. Askeri yaşamın kendine özgü koşulları ve eğitim biçimi, sağcı ya da solu bir
ideolojinin aynen benimsenmesine genellikle izin vermiyor. Örneğin Fransa'da 1900-1940 yılları
arasında milletvekilliği yapmış olan askerlerin çoğunluğu sağcı sayılıyordu. Gelenekçi ve
milliyetçiydiler. Ama solun önerdiği toplusal reformlara, ekonomik çıkar gruplarının temsilcileri kadar
karşı çıkmıyorlardı.
Ordunun temel işlevi yurdu korumak ve gerektiğinde savaşmaktır, iyi savaşabilmek için, astın üste
tartışmasız boyun eğmesi, tek bir kalıp içinde kişiliklerin geri plana itilmesi, yani sıkı bir disiplin
önemlidir. Farklılıklara, farklı tutum ve davranışlara yer yoktur. Askeri ahlak anlayışı içinde, onur,
cesaret, dayanışma ve özveri, en yüce değerleri oluşturur. Çünkü asker, gerektiğinde ölmeyi göze
alabilmek zorundadır, işte bu ortamın ürünü olan bir askerin, özgür bir toplumdaki bölünmelerin,
siyasal farklılıkların, bir noktanın ötesine gitmesini anlayıp hoşgörü ile karşılaması zordur. Demokratik,
çoğulcu bir toplumdaki ordu, genel çıkarların unutulduğu, özel çıkarların ön plana geçtiği kuşkusunu
taşır. Askeri mantık, düzen mantığıdır; tek biçim, uygun adım mantığıdır. Oysa siyasal mantık,
kaçınılmaz olarak tüm farklılıkları göz önüne alan, almak zorunda bulunan bir mantıktır. Askeri mantık,
farklılıkları ortadan kaldırmak ister. Siyasal mantık ise, özellikle demokratik bir toplumda, farklılıkları
kabul etmek ve olabildiğince uzlaştırmak zorundadır. Bu zıtlıktan dolayıdır ki, askeri mantıktan
hareketle sivil toplumun sorunlarını çözmek ve hele demokratik bir yönetim biçimini gerçekleştirmek
adeta olanaksızdır. Demokrasi yaşanılarak öğrenilir, oysa orduda demokrasi yaşanmaz, yaşanamaz.
Darbeye ve askeri rejime öncülük eden subayların sağ ya da sol eğilimli olmaları, aralarındaki temel
bazı ideolojik benzerliklerin gözden kaçmasına neden olmamalıdır: Solcu subay da, sağcı subay kadar
"devlet hayranı"dır, devletin güçlenmesini ister. Solcu subay da, en az sağcı subay kadar milliyetçidir.
Solcu subay da, sağcı subay kadar, bölünmelerden, karışıklıktan, disiplinsizlikten hoşlanmaz. Bir
subay, köklü bir toplumsal değişimden yana olabilir; ama en köklü toplumsal değişikliklerin bile, bir
düzen içinde ve ülke bütünlüğünü tehlikeye atmadan gerçekleşmesi, onun için de ön koşuldur.
Ordunun işlevinin ve işleve uygun olan eğitiminin doğal sonucu olan bu ortak ideolojik özellikler,
özellikle solcu subaylar açısından önem taşır. Çünkü bunlar, siyasal yelpazede sağa doğru gidildikçe
sivillere de ters gelmeyecek özelliklerdir. Ama gene aynı özelliklerdir ki, solcu bir subay ile solcu bir
sivilin uzlaşmasını zorlaştırır.
Geleneksel komutan, gene de, insanları yönetme sanatını öğrenebildiği ölçüde, siyasal bir niteliğe
sahiptir. Oysa günümüzün ileri savaş teknolojisi, teknisyen nitelikli, hatta bilim adamı nitelikli subayları
ön plana çıkarıyor. Bu yeni uzmansubay tipi, geleneksel komutandan çok farklıdır ve dolayısıyla da
siyasal bir kolaylığa sahip değildir.
Bir ordunun siyasal eğilimlerinde, elbette ki subay kesiminin toplumsal kökeni de önem taşır.
Aristokrat kökenlilerin yönetimindeki bir ordu ile orta ve alt sınıflara dayalı bir ordunun olaylara
yaklaşımının farklı olması doğaldır. Başta Ortadoğu olmak üzere, geri kalmış ülkelerde krallara karşı
yapılan darbeler, genellikle aristokrat kökenli subayların uzaklaşıp, ordunun daha halkçı bir nitelik
kazanması sonucunu da verirler. Bu yeni yapı da, daha sonraki gelişmeleri etkiler.
Subayların yetiştirilmesi dahil, ordudaki eğitimin biçim ve içeriği de, yaygın ideolojinin
belirlenmesinde rol oynar. Aşırı katı bir disiplin, belirli ideolojilerin uzantısı olan yayınları sokmamak,
belirli ideolojilerin yandaşlarını sistemli bir biçimde uzaklaştırmak, askeri okullarda ders verecekleri
ideolojilerini göz önüne alarak seçmek, ordudaki olası ideolojik yelpazeyi büyük ölçüde daraltır. Şili'de
ordu, cumhuriyetçiliği ve siyaset dışı olmasıyla ünlüydü. 1965'ten sonra, "kontrgerilla ve iç düşmana
karşı savaş" eğitimi görmüş olan komutanların etkisiyle hava hızla değişti. Aynı ordu, Allende'yi kanlı
bir biçimde devirerek, Latin Amerika'nın en uzun ömürlü ve baskıcı askeri diktatörlüklerinden birisini
kurdu.
Allende'nin demokratik yollardan iktidara gelmiş olan Marksist yönetiminin, darbe geleneği olmayan
bir toplumda, kanlı bir biçimde sonuçlanmasında iki önemli öğe rol oynadı: içte burjuvazinin, dışta
ABD'nin büyük destek ve özendirmesi. Hiç kuşku yok ki, bu iki etken olmadan, General Pinochet'nin
kanlı diktatörlüğü oluşamazdı. Ama diktatörün yaptıklarının her zaman bu iki desteğin istekleriyle tam
uyuşmadığı bir gerçektir ve askeri diktatörlüklerin özelliklerinin aydınlatılması açısından da önemlidir.
Şili'de 1970'te kamulaştırılan büyük bakır madenlerini, askeri diktatörlük Amerikan şirketlerine geri
vermemiştir. Devletin ekonomiden çekilmesini öngören ve burjuvazinin yararına işleyen modele karşın,
devlet harcamaları, askerler zamanında, brüt ulusal üretimin yüzde 25'inden yüzde 30'una çıkmıştır.
Çünkü ordu, ne elleri kolları serbest bağımsız bir güçtür, ne de iç ve dış destekçilerinin emrinde bir
aygıt. Ordunun yönelimleri, birçok etkenin bir bileşkesi olarak ortaya çıkar.
Ordudaki temel siyasal eğilimin tutucu ya da ilerici olması şu sorunların yanıtlarına da bağlıdır:
Kurulu düzen, temel soruları çözme umudu veriyor mu? Yoksa farklı modeller, benzer koşullarda
başka ülkelerde daha mı başarılı? 1968 yılında Rio de Janerio'da yapılan 8. Amerikan Orduları
Genelkurmay Başkanları Toplantısı'nda ABD'yi General Westmoreland temsil ediyordu. Daha önce
Vietnam'da başkomutanlık yapmış olan generalin konuşmasıdaki şu cümle dikkati çekmekteydi: "Düş
kırıklığının nedenlerini kökünden yok etmek için, toplumsal ve siyasal cephede verilecek mücadele,
dar anlamda askeri mücadeleden daha belirleyicidir." Latin Amerikalı askerler arasında giderek etki
yapan bu görüş, ABD'nin "sınırlı demokrasi"leri doğrudan askeri rejimlere tercih etme eğilimi ile
birleşince daha da anlam kazanıyor.
Bertolt Brecht "Faşist, muhabbet tellalının fahişeyi koruması gibi, işçileri koruduğunu öne sürer"
diyor. Oysa geri kalmış ülkelerde rastlanan sağcı askeri diktatörlüklerin hemen hiçbirisi bu sınıfa
girmiyor. Çağdaş askeri diktatörlüklerin çoğunlukla özel bir ideolojileri ve yeni bir meşruluk temelleri
yok. 12 Eylül'de Türkiye'de de görüldüğü gibi, amaç eskisinden çok farklı bir siyasal düzen değil,
"siyasetin yok edilmesi". Başta siyasal partiler olmak üzere, egemenliğin kaynağı olarak halkı alan bir
meşruluk temeli tümden yadsınmıyor. Ama siyasetçiler ve siyasetin kendisi kötüleniyor. Kitleler
siyasetten soğutulmaya çalışılıyor. Oysa Nazi, faşist ve komünist diktatörlüklerin çok farklı ve
kendilerine özgü birer meşruluk temelleri olduğunu biliyoruz.

(4) Askeri diktatörlükler niçin ve nasıl sonuçlanırlar? Bu sorundaki "niçin"in yanıtları, iç ve dış
koşullardan, bir de ordunun yapısından kaynaklananlar olmak üzere, üç grupta toplanabilir.
Ekonomik ve toplumsal sorunları çözmedeki başarısı, tüm diğer rejimlerde olduğu gibi, askeri
rejimlerin de ömürlerini uzatır. Sorunları çözmedeki zorluklar ve toplumda sivil çözümlere yönelik
umutlar yaygınlaştığı ölçüde, askeri yönetimi sürdürmek zorlaşır. Şili'de General Pinochet'nin askeri
diktatörlüğü, elde ettiği ekonomik başarılar sayesinde, oldukça uzun bir süre varlığını koruyabildi. Ama
iç ve dış desteklerinde "demokrasiye dönüş zamanının geldiği" eğilimi güçlendiği için, sonunda
"yumuşak geçiş" kaçınılmaz hale geldi.
Dış etki, Şili'de askeri rejimin oluşmasında da sonuçlanmasında da önemli rol oynamıştır. Ekonomik
ve askeri açıdan dış yardıma muhtaç, bazı büyük devletlerle -iç ve dış güvenlik dahil- karmaşık ilişkiler
içine girmiş olan geri kalmış ülkeler için, her önemli adımda dış etkeni hesaba katmak kaçınılmazdır.
Eğer işbirliği yapılan, destek sağlanan ülkeler demokratik ise, belirli sorunların ürünü olan askeri
rejimler, o sorunları şu ya da bu biçimde çözdükten sonra gitmek zorunda kalırlar. Aynı işlevi sivil
görünüm altında yerine getirebilecek bir rejim, dış destekçiler açısından da daha az sakıncalar taşır.
Geri kalmış ülkelerdeki askeri yönetimler, etki alanında bulundukları dış güçlerin en azından "rıza"sı
olmadan kurulamayacakları gibi, onların isteklerine karşı da uzun süre varlıklarını koruyamazlar.
Askeri diktatörlüklerin sonunu getiren en önemli etkilerden birisi de, doğrudan orduların yapılan ve
işlevleriyle ilgilidir. Hiçbir iktidar, kendi ideolojisinin dışındaki düşüncelerden hoşlanmaz. Ancak
demokratik iktidarlar, farklı ideolojilere rıza, hatta saygı göstermek zorunda kalırlar. Askeri iktidarların
ise, yapılarının ve eğitimlerinin sonucu olarak, kendilerininkinden değişik görüşlere hoşgörü ile
bakmaları beklenemez. Ama askeri iktidarlar kurumlaşıp askeri devletlere dönüştükçe, toplumda
yasaklanan çoğulculuk ordunun içinde gelişmeye başlar. Bazı durumlarda -Latin Ameririka'daki çeşitli
örneklerde görüldüğü gibi- hava, deniz ve kara kuvvetleri ayrı siyasal partiler görünümü kazanırlar.
Hatta aynı kuvvet içinde, sağ, sol ve orta kanatlar oluşabilir. Oysa sivil örgüt ve güçler arasında
gerçekleştirilemeyen bir uzlaşmayı, ordu içinde gerçekleştirmek daha kolay ya da daha az sancılı
değildir. (Rouquie, Fransa'da havacıların cumhuriyetçi ve sivillere yakın olmasına karşılık, Arjantin'de
aşırı sağcı eğilimler taşıdıklarına dikkati çekiyor. Yaptıkları işe, kullandıkları silah ve araçlara,
toplumsal kökenlerine, içinde bulundukları özel koşullara ve eğitim farklarına bağlı olan bu bölünmeleri
açıklamak için, tarihsel evrimi de göz önünde bulundurmak gerekir.)
Askeri siyasal sistemlerin hangi etkenlerin baskısı ile sona erdikleri kadar, nasıl sona erdikleri de
önemli. Hemen belirtelim ki, bir askeri yönetim ne kadar çok kan dökmüşse, ne kadar çok baskı
yapmış ve şiddet kullanmışsa, sona erişi de o ölçüde sıkıntılı ve sancılı olur. Oysa halkın verdiği
destek azaldıkça, muhalefet güçlendikçe, rejimin varlığını sürdürebilmek için baskı ve şiddete giderek
daha çok başvurması kaçınılmazlaşır. Bu gibi durumlarda "yumuşak geçiş" olanaksızlaşırken, askeri
rejimin sorumlularının -bazen de ağır biçimde- cezalandırılmaları gündeme girer. Hesap
sorulmasından korkan askerler, yönetimin yeniden sivillere terk edilmesinden çekinmeye ve bunu
önlemek için çeşitli yollara başvurmaya başlarlar. Sadece askeri rejim sırasında işkence yapmış,
siyasal amaçla "devleti korumak için" cinayetler işlemiş olanlar değil, kapalı rejimden yararlanarak
çeşitli yolsuzluklara karışmış olanlar da, sivilleşmenin önünde birer engeldir.
Alain Rouquie, Latin Amerika'da "kurumsallaşmış askeri hükümetler" arasında siviller tarafından
devrilmeye tek bir örnek gösterebiliyor: "Bolivya"da askeri cunta 1952 yılında halkın coşkulu sokak
gösterileri ile yıkıldıktan sonra, sivil iktidarın ilk yaptığı şey, orduyu terhis edip, askeri kadrolarda büyük
bir "temizliğe" gitmek olmuştu. (Gelişmiş ülkeler için verilebilecek belki tek örnek ise, 1920'de General
Lüttwitz yönetimindeki askeri darbenin, Berlin'deki genel grev sonucu iki günde başarısızlığa
uğratılması olayıdır. Ama bu olayda, komutanların çoğunun darbeye açık bir destek vermekten
kaçınmış olmaları da kuşkusuz büyük rol oynamıştır.)
Askeri rejimin sonuçlanmasında ikinci bir model olarak, askerlerin gidip, kurdukları sistemin kalması
gösterilebilir. Örneğin yetkilerin büyük ölçüde devlet başkanına bağlı olduğu bir "başkanlık sistemi"
oluşturulur ve o göreve de, askerlerin güvendikleri bir komutanın "sivilleşerek" gelmesi sağlanır.
Zamanla da her "başkan", görevini kendisi gibi sivilleşmiş başka bir generale devreder. Bütün bunlar
olurken, ordu perde arkasındaki "koruyucu ve kollayıcı güç" olarak devrededir.
Rouquie, "denetlenen ve baskı altında tutulan çok partililik" ya da "egemen bir askeri parti"ye dayalı
çözümleri de üçüncü bir model olarak değerlendiriyor. Burada toplumsal güçler dengesine göre oluşan
bir tercih söz konusudur. Eğer askerler kuracakları ya da kurduracakları partinin büyük ağırlık
taşıyacağına inanırlarsa, bu onlar açısından kuşkusuz en uygun seçeneği oluşturur. Ama bunu
sağlayacak kadar başarılı olamamış ve yıpranmışlarsa, denetim altında birçok partili sisteme razı
olmak zorunda kalabilirler. Türkiye'de 12 Eylül'den çıkışta Amiral Bülent Ulusu'ya bir parti kurdurma
istekleri başarılı olamayınca; General Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı ve sınırları daraltılmış bir çok
partililik ile yetinilmek zorunluğu doğmuş, aynı zamanda General Turgut Sunalp'ın kurduğu partiye de
açık bir destek verilmiştir.
27 Mayıs'tan sonra, ordunun kışlasına çekilmesi için, General Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı,
gene eski bir general ve tarihsel kişiliği olan İsmet İnönü'nün başbakan, darbeye öncülük eden
subayların da "ölünceye kadar" senatör olmaları gerekmişti. Daha sonra genelkurmay başkanı Cevdet
Sunay, sivilleşerek cumhurbaşkanı seçildi. 12 Mart 1971 darbesinde ise, genelkurmay başkanı Faruk
Gürler'in cumhurbaşkanlığı, ancak partilerin aralarında uzlaşmaları sayesinde başka bir eski askerin
(Amiral Fahri Korutürk) o göreve seçilmesi ile önlenebildi. (Komutanlar arasında bu konuda görüş
birliği bulunmaması, formülün uygulanmasını kolaylaştırdı.)
Bazı istisnaları bulunmakla birlikte, askerler genellikle, bir takım güvenceler almadan iktidarı terk
etmezler. Üstelik, geri kalmışlık ya da gelişme sürecinin koşulları nedeniyle, hiçbir zaman da "geri
dönmemek üzere" gitmezler. Bütün toplumsal kurumlarda olduğu gibi, siyasal sistemler de, ömürleri
uzadıkça güçlenirler. Zaman içinde bir yandan aksayan yönleri düzelir, öte yandanda toplum
kendilerine alışır; uymayı, saygı göstermeyi doğal saymaya başlar. Oysa her askeri darbeden sonraki
yeniden düzenleme, bir türlü kurumlaşamayan, istikrar kazanamayan bir siyasal ortam oluşturur. Her
defasında birçok şeye yeniden başlamak gerekir. Geri kalmış ülkelerde, iki askeri yönetim arasındaki
süre uzadıkça, sivil güçler arasında -özellikle askerlere başvurmama, özendirmeme konusunda-
uzlaşma eğilimi arttıkça, sivil yönetim ve kurumlar o ölçüde güçlenir.
Duverger'nin deyimiyle; "Bir rejimin bilançosu sadece gerçekleştirdikleriyle değil, aynı zamanda
yarattığı tepkilerle ölçülür". Örneğin, eğer İtalya ve Fransa faşist diktatörlükler dönemini yaşamış
olmasaydı, her iki ülkenin ağırlıksız komünist partileri, savaş sonrasının en büyük siyasal güçleri
arasına giremezlerdi. Gene Duverger'ye katılarak, geri kalmış ve özgürlük geleneği bulunmayan
ülkelerde, baskı rejimlerinin bazen uzun sürebileceğini söyleyebiliriz. Ama bu gibi durumlarda bile,
rejimle bütünleşen diktatörün ölümüyle birçok şey değişmektedir. Avrupa'nın en geri ülkeleri arasında
sayılan İspanya ve Portekiz'in Franco ve Salazar diktatörlüklerinden sonra hızla demokrasiye ve ılımlı
sola kaymış oluşları elbette ki bir rastlantı değildi.
Ordunun tek tipçi otoriter yapısı, sivil yaşamı düzenlemeye uygun olmadığı için, askeri rejimler, bir
tepki olarak, kendilerinden sonra genellikle istemedikleri güçlerin iktidara gelmesi sonucunu
doğururlar. Örneğin 27 Mayıs darbesi Demokrat Parti'yi iktidardan uzaklaştırmıştı, ama kapatılan
partinin uzantısı olan Adalet Partisi, kısa bir süre sonra, daha da güçlenmiş olarak iktidarı ele geçirdi.
12 Mart darbesinin hedeflerinden birisi genel olarak sol, özel olarak da Cumhuriyet Halk Partisi'nin sol
kanadıydı. Oysa darbeden sonra o kanat önce partiye egemen oldu, ardından da, yapılan ilk genel
seçimlerden birinci parti olarak çıktı ve uzun yıllardan beri ilk kez iktidara ulaştı. 12 Eylül'den sonraki ilk
genel seçimleri ise, darbecilerin destekledikleri parti değil, darbecilerin açıktan cephe aldıkları parti
kazandı.
Alain Rouquie, askeri darbelerin laboratuvarı sayılan Latin Amerika üzerindeki incelemelerinin
ışığında, askeri rejimlerin, "hemen her zaman, bir gelir transferi ve toplumsal planda kartların yeniden
dağıtımı" sonucunu verdiğini söylüyor. Yansız bir siyasal hareket olamayacağına, her askeri rejim de
belirli toplumsal güçlerle işbirliği yapmak zorunda kalacağına göre, bunu doğal, hatta kaçınılmaz
saymak gerekir.
Seçilmiş Kaynakça

Abadan, Nermin, 1965 Seçimlerinin Tahlili, SBF Yayınları, Ankara, 1966.

Abadan-Unat, Nermin, Kamuoyu, Teksir edilmiş ders notları, AÜ SBF, Ankara, 1987.

Ağaoğulları, Mehmet Ali, L'lslam Dans la Vie Politiaue De la Turquie, SBF Yayınlan, Ankara, 1982.

Akarcalı, Sezer, Propaganda Aracı Olarak Uluslararası Yayınlar, Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara,
1989.

Aksin, Sina, "Atatürk Döneminde Demokrasi", Gündüz Ökçün'e Armağan, SBF Yay., Ankara, 1992.

Aslan, Asım, Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük, Teknografik Matbaacılık, İstanbul, 1985.

Atay, Hüseyin, (ve beş öğretim üyesi), İslam Gerçeği, AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara, 1995.

Ateş, Toktamış. Demokrasi, Eser Matbaası, İstanbul, 1976.

Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1963.

Baran, Paul. Büyümenin Ekonomi Politiği, Çev. E. Günce, May Yayınları, İstanbul, 1974.

Baykal, Deniz, Siyasal Katılma-Bir Davranış incelemesi, SBF Yayınları, Ankara, 1970.

Bayraktar, Mehmet, Islamda Düşünce Özgürlüğü, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara, 1995.

Bilge-Talu-Çerrahoğlu-Kumbaracıbaşı-Soral, Sosyal Demokrasi, Turhan Kitabevi, Ankara, 1984.

Brandt-Kreisky-Palme, La social-democratie et l'avenir, Gallimard, Paris, 1975.

Bozdağ, İsmet, Üçüncü Çözüm (İslamiyetin Sosyo-Ekonomik Modeli), Keran Kitapçılık, İstanbul, 1983.

Burdeau, Georges; Les Libertes Publiques, Pichon et Durand-Auzias, Paris, 1961.

Burns, Edward McNall, Çağdaş Siyasal Düşünceler, Çev. A. Şenel, Birey ve Toplum Yayınları,
Ankara, 1984.

Cem, İsmail, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul, 1973.

Cem, İsmail, Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir, Cem Yayınevi, İstanbul, 1984.

Charlot, Monica, La Persuasion Politiaue, Armand Colin, Paris, 1970.

Cohn-Bendit, Le Gauchisme, remede â la maladie senile du communisme, Seuil, Paris, 1968.

Coşturoğlu, Mustafa, "Terörün Tarihsel ve Toplumsal Kökeni", Birleşmiş Milletler Türk Derneği Yıllığı,
1984, Ankara, 1985.

Crenshavv (Martha), "Teröristin Öznel Gerçeği", Yeni Forum, c. 11, Ankara, 1990.

Çam, Esat, Siyaset Bilimine Giriş, İÜ Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1975.

Çeçen, Anıl, Sosyal Demokrasi, Devinim Yayınları, Ankara, 1984.

Çeçen, Anıl, Halkevleri, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1990.

Daver, Bülent, Türkiye Cumhuriyetinde Lâiklik, SBF Yayınları, Ankara, 1955.


Daver, Bülent, Çağdaş Siyasal Doktrinler, SBF Yayınları, Ankara, 1968.

Daver, Bülent, Siyasal Bilime Giriş, SBF Yayınları, Ankara, 1968.

Debray, Regis, Che'nin Gerillası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975.

Dicle, Atilla, Endüstriyel Demokrasi ve Yönetime Katılma, ODTÜ Yayını, Ankara, 1980.

Domenach, Jean-Marie, Politika ve Propaganda, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995.

Droz, Jacques, Histoire Generale du Socalisme (4 tomes), PUF, Paris, 1978.

Duclos, Jacques, Demokrasi ve Kişisel İktidar, Çev. Kerem Kurtgözü, Başak Yayınları, Ankara, 1987.

Duverger, Maurice, Diktatörlük Üstüne, Çev. B. Tanör, Dönem Yayınevi, İstanbul, 1965.

Duverger, Maurice, Sociologie Poîitûjue, PUF, Paris, 1966.

Ecevit, Bülent, Ortanın Solu, Kim Yayınları, Ankara, 1966.

Ecevit, Bülent, Demokratik Solda Temel Kavramlar, Ajans-Türk, Ankara, 1975.

Ecevit, Bülent, Atatürk ve Devrimcilik, Tekin Yayınevi, Ankara, 1976.

Ecevit, Bülent, Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Tekin Yayınevi, Ankara, 1990.

Emrealp, Sadun, Azgelişmişlik ve Siyasal Yapılar, Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1984.

Ergil, Doğu, İdeoloji ve Milliyetçilik, Turhan Kitabevi, Ankara, 1983.

Ergil, Doğu, Laiklik, Turhan Kitabevi, Ankara, 1990.

Eryılmaz, Semih, Demokratik Sol, Kalite Matbaası, Ankara, 1975.

Feyzioğlu, Turhan, Demokrasiye ve Diktatörlüğe Dair, İstanbul Matbaacılık, İstanbul, 1957.

Fincancı, Yurdakul, Sosyal Demokrat İdeoloji, TÜSES, İstanbul, 1990.

Fişek, Kurthan, Yönetime Katılma, TODAIE Yayınları, Ankara, 1977.

Friedrich, Carl. S. ve Brzenzinski, Zbigniew K., Totaliter Dikörlük ve Otokrasi, Çev. O. Onaran, Siyasi
İlimler Türk Der. Yay., Ankara 1964.

Fromm, Erich, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınevi, İstanbul, 1987.

Garaudy, Roger, İslamın Vadettikleri, Çev. Nezih Uzel, Pınar Yayınları, İstanbul, 1983.

Gorbaçov, Mihail, Seçme Konuma ve Makaleler Çev. M. Coşkun, Amaç Yayıncılık, İst. 1988.

Göze, Ayferi, Siyasal Düşünce Tarihi, İstanbul Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1982.

Gurvitch, Georges, Traite de sociologie, (Tome II), "La Sociologie electorale" (François Goguel et
Georges Du-peux), PUF, Paris, 1968.

Güleç, Cengiz, Türkiye'de Kültürel Kimlik Krizi, V Yayınları, Ankara, 1972.

Gülöksüz, Yiğit, Sosyalist Enternasyonal 18. Kongre, TÜSES, İstanbul, 1990.

Gürbüz, Yaşar, Karşılaştırmalı Siyasal Sistemler, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1987.
Güvenir, Murat, İkinci Dünya Savaşı'nda Türk Basını, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, İst., 1991.

Hamon, Leo, Le röle extra-militaire de Vorm.ee dans le tiers monde, PUF, Paris, 1966.

Hoodbhoy, Pervez, İslâm ve Bilim, Cep Kitabevi, İstanbul, 1992.

İnceoğlu, Metin, Güdüleme Yöntemleri, AÜ BYYO Yayınları, Ankara, 1985.

Kalaycıoğlu, Ersin, Karşılaştırmalı Siyasal Katılma, İÜ SBF Yayınları, İstanbul, 1983.

Kapani, Münci, Politika Bilimine Giriş, AÜ Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1978.

Kırçak, Çağlar, Tükiye'de Gericilik, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993.

Kili, Suna, Atatürk Devrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1981.

Kongar, Emre, Atatürk ve Devrim Kuramları, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1981.

Köker, Levent, İki Farklı Siyaset, Ayrıntı Yayınevi, İst., 1990.

Köker, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990,

Koksal, Erhan, Azgelişmiş Ülkelerde Demokratik Rejim Uygulaması, Teksir edilmiş doçençlik tezi,
Ankara, 1981.

Lancelot, Alain, Les Attitudes Politiques, PUF, Paris, 1969.

Lenin, V. L, Devlet ve İhtilal, Çev. Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, 1969.

Lijphat, Arend, Çağdaş Demokrasiler, Çev. Özbudun Onulduran, Sanem Matbaacılık, Ankara, 1986.

Linz, Juan, J., Totaliter ve Otoriter Rejimler, Çev. E. Özbudun, Siyasi ilimler Türk Der. Yay., Ankara,
1975.

Lipset, S. M., Siyasi İnsan, Çev. M. Tuncay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1961.
Lipset-Lazarsfeld-Barton-Linz, The Psychology of Voting: an analysis ofpolitical behaviour (in
LINDZEY; Handbo-ok of Social Psychologs), Addison-Wesley Publishing Co., Cambridge, 1954.

Lipson, Leslie, Demokratik Uygarlık, Çev. H. Gülalp, T. Alkan, Türkiye İş Bankası Yay., Ankara, 1984.

Lundberg-Schrag, Larsen. Sosyoloji, Çev. Ö. Ozankaya, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara,
1970.

Macpherson, C. B., Demokrasinin Gerçek Dünyası, Çev. L. Köker, Birey ve Toplum Yay., Ankara,
1984.

Malaparte, Gurzio, Hükümet Devirme Tekniği, Varlık Yayınları, İstanbul, 1966.

Mao Zedung; Halk Savaşında Temel Taktikler, Çev. E. Atalay, Ser Yayınevi, Ankara, 1969.

Mardin, Şerif, Din ve ideoloji, SBF Yayınları, Ankara, 1969.

Martinet, Gilles; La conauete des pouvoirs, SEUIL, Paris, 1968.

Mayo, Henry B., Demokratik Teoriye Giriş, Çev. E. Kongar, Siyasi İlimler Türk Der. Yay., Ankara,
1964.

Moore, Barrington. Les origines sociales de la dictature et de la democratie. Maspero, Paris, 1979, Tr.
P. Clinquart.
Oba, Ali Ergin, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1994.

Oran, Baskın, Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, SBF Yayınları, Ankara, 1977.

Oran, Baskın, Atatürk Milliyetçiliği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990.

Ozankaya, Özer, Atatürk ve Laiklik, İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1981.

Özal, Turgut, La Turquie en Europe, Paris, 1988.

Özbudun, Ergun. Türkiye'de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, AÜ Hukuk Fak. Yayınları, Ankara,
1975.

Özdalga, Halûk, Çağdaş Sosyal Demokrasinin Oluşumu, Hil Yayınevi, İstanbul, 1984.

Özek, Çetin, Türkiye'de Gerici Akımlar ve Nurculuğun iç Yüzü, Varlık Yayınları, İstanbul, 1978.

Pelikan, Jiri, Doğu Avrupa'da Sosyalist Muhalefet, Çev. M. H. Spatar, Kaynak Yayınları, İstanbul,
1984.

Prelot, Marcel, Cours de Sociologie Politique, Les Cours de Droit, Paris, 1964-65.

Reich, Wilhelm, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Çev. B. Onaran, Payel Yayınevi, İstanbul, 1975.

Rocard, Michel, Qu'est-ce que la social-democratie, Seuil, Paris, 1979.

Rodinson, Maxime, İslam ve Kapitalizm, Çev. Orhan Suda, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1964.

Rouquie, Alain, Latin Amerika'da Askeri Devlet, Baskıya Hazırlayan: Şirin Tekeli, Alan Yayıncılık,
İstanbul, 1986.

Russel, Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi, Çev. Muammer Sencer, İlgi Yayınevi, Ankara, 1972.

Sabuncu, Yavuz, Sosyalist Ülkelerde Yönetime Katılma, Birey ve Toplum, Ankara, 1984.

Sabine, George, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev. Harun Rızatepe, Türk Siyasi ilimler Der. Yay.,
Ankara, 1969.

Sander, Oral, Siyasi Tarih (İlkçağlardan-1918'e), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1989.

Sarıca, Murat, Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1983.

Sartori, Giovanni, Demokrasi Kuramı, Çev. D. Baykal, Siyasi İlimler Türk Derneği Yay., Ankara, 1971.

Sartori, Giovanni. Demokrasi Kuramı, Siyasi ilimler Türk Derneği Yayınları, Ankara, 1977.

Sauvy, Alfred, L'Opinion Publiaue, PUF, Paris, 1964. Schwartzenberg, Roger-Gerard, Sociologie
Politique, Edition-Montchrestien, Paris, 1971.

Sencer, Muzaffer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, May Yay., İstanbul, 1974.

Sencer, Muammer, Osmanlılarda Din ve Devlet, Erk Yayınları, İstanbul, 1974.

Soysal, Mümtaz, Halkın Yönetime Etkisi, TODAIE Yayınları, Ankara, 1968.

Soysal, Mümtaz, Anayasa Giriş, SBF Yayınları, Ankara, 1968.


Soysal, Mümtaz, Siyasi Düşünceler ve Rejimler, Ders Notları, Ankara, 1977.

Schwartzenberg, Roger-Gerard, Sociologie Politique, Edition-Hontchrestion, Paris, 1971.

Şayian, Gencay, Çağdaş Siyasal Sistemler. TODAIE Yay., Ankara, 1981.

Şenel, Alâeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, SBF Yayınları, Ankara, 1982.

Tanyol, Cahit, Atatürk ve Halkçılık, Türkiye İş Bankası Yay., Ankara, 1981.

Tanyol, Cahit, Laiklik ve İrtica, Altın Kitaplar, İstanbul, 1989.

Therborn, G., Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu, Çev. Ş. Tekeli, V. Yayınları, Ankara,
1989.

Timur, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993.

Topuz, Hıfzı, Türk Basın Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1973.

Touchard, Jean, Histoire des Idees Politiques, PUF, Paris, 1962.

Trotsky, L., Terreurisme et communisme, Union Generale d'Editions, Paris, 1963.

Tunaya, Tarık Zafer, İslamcılık Cereyanı, Baha Matbaası, İstanbul, 1962.

Tunaya, Tarık Zafer, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, Sulhi Garan Mat., İstanbul, 1969.

Tuncay, Mete, Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976.

Uluç, Sıtkı, Avrupa'da İslam: Dönenler, Çeltüt Matbaacılık, İstanbul, 1989.

Uysal, Birkân, Siyasal Katılma ve Katılma Davranışına Ailenin Etkisi, TODAIE Yayınları, Ankara, 1984.

Unsal, Artun, Siyaset Bilimine Giriş, (Ders Notları 1980-81), Teksir, SBF, Ankara.

Volkan, Vamık D., Politik Psikoloji, AÜ Rektörlüğü Yayınları, Ankara, 1993.

Yavuz, Fehmi, Din Eğitimi ve Toplumumuz, Sevinç Matbaası, İstanbul, 1969.

Yayla, Attila, "Terörizm; Kavramsal Bir Çerçeve", AÜ SBF Dergisi, Aralık 1990.

Yücekök, Ahmet N., Türkiye'de Din ve Siyaset, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1969.

Wolfe, Bertram D., Devrim Yapan Üç Adam, Çev. Ü. Oskay), Türk Siyasi ilimler Der. Yay., Ankara,
1969.

You might also like