You are on page 1of 9

"Üç Devrin" Tanığı: Modern Kürt Siyasi Tarihinin

İçinden Musa Anter'i Okumak


Ahmet Alış
Kaynak: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=661&makale="Üç
%20Devrin"%20Tanığı:%20Modern%20Kürt%20Siyasi%20Tarihinin%20İçinden%20Musa
%20Anter'i%20Okumak
(20.09.2010)

1. GENEL BİR GİRİŞ

Siyasi şahsiyetleri, hele yakın tarihe ait olanları, yazmak her zaman meşakkatli bir
uğraştır. Nitekim, başta kendilerinin sonra da yakın çevrelerinde bulunan insanların bir
siyasi ve ideolojik tutumdan ziyade bir hayat hikayesi olarak gördükleri meselelere
dokunmak çok polemik yaratabilmektedir. Bu yazının böyle bir gayesinin olmadığını
baştan belirtmek gerekir. Bu yazı, adına şarkılar ve oyunlar yazılmış, yarışmalar
düzenlenmekte olan, adı birçok yere verilen Musa Anter’i (Apé Musa) ve onun içinden
geçtiği dönemleri tüm detaylarıyla işlemek iddiası da taşımamaktadır.

Birçok “eski tüfek” Kürt aydınından duyulabilecek bir argümandır; elli yılın şahidi, kırk yılın
tanığı vs. olmak. Benzer bir iddiayı Anter’de de görmekteyiz. Musa Anter sadece bir
devrin şahidi ve tanığı mıdır? Bu yazı, modern Kürt siyasi tarihi içindeki dönemleri,
aktörleriyle beraber farklı bir anlatı sunmaya çalışmaktadır. Musa Anter, modern Kürt
siyasi hareketi göz önüne alındığında, birçokların tekleştirdiği üç farklı dönemin içinden
geçmiştir. Bunlardan ilki; Kürt Etnobölgesel hareketinin doğduğu ve geliştiği 1959–1974
yılları arası dönem. İkinci dönem ise, 1971’de içeri alınan DDKO (Devrimci Doğu Kültür
Ocakları), TİP (Türkiye İşçi Partisi) ve T-KDP (Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi)
üyelerinin 1974 affıyla dışarı çıktığı ve 1984 yılına kadar birçok farklı aktörün Kürt
siyasetinde söz sahibi olmak istediği dönem. Son olarak da 1984’ten Abdullah Öcalan’ın
yakalandığı 1999’a kadar PKK’nin Kürt siyasetinde tartışmasız tek aktör olarak kaldığı
dönem. Bu dönemleştirmenin, Türkiye tarihinin siyasal dönüşümleri içinden okunan
modern Kürt siyaseti çalışmalarına oranla, kullanılması daha uygun olacaktır. Bu vesileyle
dönemler arası devamlılıklar ve kesintiler de daha ayrıntılı ortaya çıkacaktır.

Burada üzerinde çok durmayacağım fakat dikkat çekmek istediğim bir özelliği daha var bu
dönemleştirmenin. Gazete fıkralarından tutun da doktora tezlerine kadar bu konuda
yazanların çoğunlukla düştüğü bir hatadır bu; Kürt Meselesi’nin yukarıdaki üç farklı
dönemini ve bu dönemlerin aktivistlerinin siyasal çabalarını, konjonktürel değişimler ve
dolaysıyla Kürt sorununun resmedilme biçimleri arasındaki dönüşümleri fark etmemek.
Başka bir ifadeyle “Kürt Sorunları"nı hep aynı sorun üzerinden okumak. Bir devamlılık
içerisinde okunan modern Kürt siyasi tarihi, topyekûn milliyetçi olarak “damgalanmakta”
ve bu vesileyle tüm dönemler aynı savaşın ve tek bir mücadelenin tarihi olarak
görülmektedir. Bu çalışmaların tümünde altı çizilen unsur Kürdiyati dediğimiz; Kürt
kimliğinin ve Kürt halkının siyasal, kültürel ve ekonomik talepleri içerisinde kimlik
vurgusunu ön plana çıkaran kısmıdır. Nihayetinde bir devamlılık olmadığını iddia
edemeyiz. Fakat bunun her dönem aynı şekilde başat olduğu fikrine karşı çıkmak gerekir.
Bu durum Musa Anter’in kendisi ve birçok Kürt entellektüeli için de geçerlidir.

Fakat bununla ilgili birkaç noktaya dokunmakta fayda var. Bu dönemleri –özellikle 1959-
1974 ve 1974-1984 yılları arasındaki dönemleri– birazcık ayrıntılı ve çapraz okumaya
çalışan herkesin dikkatini çekecek ilk şey; bu dönemde aktif olan Kürt şahsiyetlerinin çoğu
arasındaki –gerek o zamanlarda gerekse sonradan oluşan– karşılıklı “kin ve suçlamalar,”
birçoğunun “ilk defa”larla, “tarihsel bir devamlılık mücadelesi” ile dolu siyasi okumaları,
kuşaklar arasındaki “sosyoekonomik uçurumlar,” kendilerini takip eden dönemin
aktivistleriyle “fikir ayrılıkları ve liderlik sorunları” olacaktır. Bu savımızı destekleyen
onlarca örneğin olduğunu, hatta bunun bazen ölümler ve suikastlarla da sonuçlandığını
belirtmek gerekir. Bu dönemler arasında 1959-1974 dönemi, üç neslin aynı sahnede
görünmesi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Musa Anter, göreceğimiz gibi, bu
dönemde 58’ler diye tanımlayabileceğimiz neslin temsilcisidir.

Kendisini, hem içinden geldiği nesilden hem de onu takip eden diğer nesil içerisindeki
(68’ler) şahsiyetlerden ayıran temel özelliği, bir ideolog veya bir tarihçi ve siyaset bilimci
olma çabası içerisine girmemiş olmasıdır. Yakın dönem Kürt siyasal hareketinin tarihini
yazan Kürtlerin ekseriyeti, ya bir ideolog edasında milliyetçi bir tarihyazımı yaratmaya
çalışmış ya da konunun erbabı olmamalarına karşın bir tarihçi ve siyaset bilimci gibi
meseleyi nakletmeye ve analiz etmeye oldukça zaman ayırmışlardır. Şahsi tarihlerini,
sosyal ve siyasi tarihle aynı tutmak, tarihi, özelde kendileri üzerinden okumak, herhangi
bir meseleyi müşahede edenlerin, onun tarihini yazma rüştü Musa Anter’de görülen bir
durum değildir. Yazarlığı ile ilgili Welat gazetesinde yaptığı şu benzetme aslında ne kadar
kendisinin farkında olduğunun da iyi bir örneğidir: “Yazarlığım” isimli Kürtçe yazısında,
kendisini yazar olarak kabul etmez, “milletim açtır, o yüzden yazdıklarım da onlara bulgur
pilavı ve soğan cücüğü gibi lezzetli bir yemek gibi gelmektedir.”

2. ÜÇ FARKLI DÖNEMDE MUSA ANTER:

Asıl doğum tarihini kendisi bile bilmese de resmî kayıtlara göre 1920 doğumlu olan
Anter’in hikâyesi, 1943 yılında Dicle Talebe Yurdu’na gelen bir polis memurunun: “Eşek
herif, radyonuz yok mu? Hain oğlu hain, o kadar güzel Türkçe plaklar var; siz neden yurtta
Kürtçe ıslık çalıyorsunuz?” diye başlayan ve yaşamından birçok yılını içerde geçirmesine
neden olan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlere yönelik, farklı dönemlerdeki özde
değişmez politikasının da hikâyesidir.

Yine de, gerek sınıfsal açıdan gerekse de eğitim bakımından Anter’in hikâyesi birçok
Kürt’ün hikayesinden farklıdır. Musa Anter bu açılardan Kürtlerden birisi miydi? Anter’in
birçok yazısında kendisinin de üstü kapalı olarak belirteceği gibi onlardan biri değildi.
Nitekim, konuştuğu dil ve içinden geldiği kültür Kürt halkının ekseriyetince paylaşılsa da
yaşam biçimi ve sosyoekonomik durumu, eğitimi ve zevkleri açısından uzun bir süre
oldukça sınırlı kalan bir azınlığın mensubuydu. Türkiye’deki Kürtlerin %80’inin köylü
olduğu ve okuma yazma bilmediği bir dönemde –1950 ve 1960’lar– birçok Kürt’ün
varlığından bile habersiz olduğu Kürt klasiklerini okumuş ve Kürtçe konuşmanın ötesinde
bir de milliyetçiliğin o birçok münevvere sunduğu tatlı hislerini görmüş, Kürtlerin Bajari
(kentli ya da kent soylusu) dedikleri sınıfına mensuptu demek yanlış olmayacaktır kendisi
için. Aslında 1950’lerden 1960’ların sonlarına kadar devam eden süreçte, gerek Kürt
kimliğini açık bir şekilde dışarı vursun gerekse de türlü sebeplerle bunu kamusal alanda
saklasın, bu dönem aktif siyasette görünen şahsiyetlerin genel bir özelliğidir yukarıdaki
Bajari tanımlaması. Son dönem Kürt aktivistleriyle aynılaştırmak açısından kendisini farklı
şekilde sunmaya başladığını belirtmek mümkün. Kendinden sonra gelen nesillerle
arasındaki temel farklardan birisini, sanırım Anter’in sosyoekonomik konumu
oluşturmaktadır.

2a. 1959-1974; Kürt Etnobölgesel hareketin doğuşu ve kitleselleşme süreci

Bu dönemin en temel özelliği, İkinci Meşrutiyet’te (1908-1918) yetişmiş ve siyasallaşmış,


ekseriyeti 1921-1938 yılları arasındaki başkaldırılar döneminde ya idam edilmiş ya
ülkeden kaçmak zorunda kalmış ya da sürgüne gönderilmiş olanlardan sonra bir Kürt
aydın ve entelektüel sınıfını yeniden yaratmış olmasıdır. Bu zaman aralığında, 1967
yılında birçok Kürt kentinde ardı ardına gerçekleşen “Doğu Mitingleri”ni saymazsak,
kitlesel bir hareketten bahsetmek biraz zor görünmektedir. Daha çok, sonraki dönemlerde
bu kitleselliği yaratacak olan entelektüel, aydın ve öğrencilerin kültürel, ideolojik ve politik
formasyonu sağlanmıştır. Tarık Zafer Tunaya, bazı fikirlerine katılmasam da, İkinci
Meşrutiyet dönemi için; “Cumhuriyet’in siyasi laboratuarı” benzetmesini kullanmıştı. Aynı
şekilde bu dönemin, PKK’nin ve nispeten de bugünkü gelişmelerin bir siyasi laboratuarı
olarak görülebileceğini iddia edebiliriz. Buradaki laboratuar, önce bir şeyi deneyip sonra
başka bir hareket biçimine yönelmek anlamında değil, buradan çıkan deneyimlerin ve
başarısızlıkların yeni bir aktivizm yaratmasıdır. Bu aktivizm, her ne kadar retorik
düzeylerde değişmiş olsa da, ideolojik bağlamda gerek Türkiye’deki gerekse de
Avrupa’daki
1980 sonrası Kürt gruplarında benzer olacaktı.

Bu siyasi laboratuarın en önemli özelliği, bu dönem aktif olanların basın ve yayına verdiği
önemdir. Sosyalist hareketle ve neşriyatla tanışan Kürt aktivistler –burada bu tanışmanın
karşılıklı olduğunu hatırlatmakta yarar var–, Musa Anter de dâhil, benzer jargon içerisinde,
daha çok iktisadi gelişmecilik üzerine vurguyu artıracak, etnik ve kültürel anlamda ise
belki ancak 1960’ların sonunda ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini konuşmaya
başlayacaktır. Bu dönemde Anter’in 1959 yılı boyunca İleri Yurt gazetesinde yazdığı
yazılar ve bunlardan o dönem en çok tepki ve ilgi uyandıran Kımıl’ı için açılan davanın
bilirkişi raporu ile Barış Dünyası’na yazdığı bir makalesinin de bulunduğu Kımıl kitabı,
aslında sonraki çalışmalarında da görülecek dilin ve üslubun en iyi örnekleridir.

Dicle-Fırat Talebe Yurdu ya da 58’lerin Hikâyesi’ne Giriş:

Dicle Talebe Yurdu’ndan (1940) Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na (1969) giden süreç
anlaşılmadan ne Musa Anter ne onun akranlarının hikâyesi, ne de bugünkü Kürt siyasi
hareketi anlaşılabilir. Bu yüzden, Kürtlerin eğitim alma imkânı olan kesimleri arasındaki
değişimin altı çizilmelidir. Kürt bölgelerinde eğitimin yaygınlaşamamasının ve dolaysıyla
bölgenin gelişememesinin nedenini, eğitim dili ile konuşma dili arasındaki farklılığa
bağlayan, birçok kişi ve çalışma tarafından paylaşılan tez, kanaatimce en azından
1980’lere kadarki süreçte tutarlı değildir. Bu tez, Kürtlerin 1980’lerden sonraki siyasal ve
kültürel bilinci göz önüne alındığında bir anlam ifade etse de 1940’ların, ’50’lerin ve
’60’ların Türkiyesi için geçerli sayılamaz. Kürt toplumu içinden okuyabilenlerin, Kara Yara
tarzındaki yokluklarından kaynaklanan azlığı, okumaya dair genel bir fikir soğukluğu,
ayrıca genel olarak bölgedeki okulların sayısındaki azlık bir arada düşünülmelidir.
1940’ların ortasında kurulan Köy Enstitüleri, Kürtlerin kaymak tabakası diyebileceğimiz
kesimin dışındakilerin de yüksek tahsil yapmasını sağlamıştır.

1940 yılında Mustafa Remzi Bucak tarafından kurulan ve Kürt aydın zümresinin
oluşumunda oldukça önemli bir rolü olduğu iddia edilen Dicle Talebe Yurdu, Musa Anter’e
göre “İstanbul’daki perişan Kürdistanlı talebelerin okuması için” kurulmuştu. Dicle Talebe
Yurdu’nu 1943’te Fırat Talebe Yurdu alıyor. Modern Fırat Talebe Yurdu’nda kalanlar
Muzaffer Akkılıç, Turhan ve Selçuk İlhan kardeşler gibi isimlerdi diyor Musa Anter.

58’ler kuşağının ekseriyetinin kaldığı bir yerdir Dicle Talebe Yurdu. Lakin burada kalmış
kişilerden bazı örnekler verirsek Musa Anter’in resmettiği durum değişmekte. “Yusuf
Azizoğlu, Mustafa Ekinci, Faik
Bucak, Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, Ali Karahan, Edip Karahan, Ziya Şerefhanoğlu, Edip
Altınakar, Necat Cemiloğlu, Enver Aytekin ve daha pek çok kişi…” İsmi zikredilen
şahsiyetlerin hiçbiri sosyoekonomik açıdan ne perişan ne de politik anlamda bir ara Faik
Bucak’ın dışında belki, Kürdistani bir siyaset yolu izlemiştir.

1950’lerin başında CHP karşısında DP’li olan, DP karşısında da, 1950’lerin son yarısında
DP’den ayrılanların kurmuş oldukları Hürriyet Partili 58’lerle siyasal partiler boyutunda
aynıdır Anter. 1960’larda ise 1959’da 49’lar tutuklanmasında ilk defa keskin bir şekilde
ortaya çıktığı iddia edilen “sağcı” ve “solcu” ya da sosyalist Kürtler ayrışmasından sonra
Musa Anter ise, 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nden seçime girmek istemiş fakat Canip
Yıldırım ile Mardin adaylığı için önseçime girmesi gerektiğinden dolayı seçime bağımsız
katıldığını belirtir, ama burada seçilemez.

İleri Yurt, 49’lar, Musa Anter, Kımıl ve Kara Yara:

Diyarbakır’da çıkarılan İleri Yurt gazetesinde Anter, yazılarını genel olarak siyasi hiciv
şeklinde yazmış. İleri Yurt’ta mesela “Mademki Lozancıyız” isimli bir yazısında Lozan
Antlaşması’nın 39. maddesi ile dil, matbuat ve neşriyat hususlarında, umumi
içtimalarında, istediği lisanı kullanılacağı hatırlatılmakta. Kürtçe yazdığı “Kımıl” şiirine
karşı koparılan yaygarayı gördünüz der ve şöyle devam eder; “Efendim ekalliyet
değilmişiz. Peki, ekalliyet kadar hakkı olmayan ekseriyeti ben ne yapayım?”

Gerek Anter’in gerekse de o dönemki aktif Kürt ve Türk sosyalistlerinin temel


sorunsallarından biri bölgenin yoksulluğu ve iktisadi geri kalmışlığıdır. 1960’ların sonuna
kadar çok fazla ön plana çıkmaz
bölgenin Kürt bölgesi olması. Kımıl, bölgenin geri kalmışlığının, Musa Anter ve birçoklarına
göre unutulmuşluğun ve bölgedeki siyasetin diğer adı gibidir. Bu durumun düzeltilmesi
de, Anter’in belirttiği gibi “Bacıyı süne ve sünenin ıstırabından kurtaracak kardeşlerin
yetişiyor olmasıyla” olacaktı.

49’lar olarak bilinen hadise tam olarak bu yetişeceği belirtilen kardeşlerin tutuklanma
hikayesi olarak da görülebilir. 1959’un Aralık ayında tutuklanan 52 Kürt’ün (daha sonra
bunlardan biri olan Emin Batu’nun ölmesi ve iki kişinin de serbest bırakılmasıyla bu sayı
49’a düşer) 1962’ye kadar hapiste kalması, 49’lar olarak bilinecek yeni bir devrin
habercisidir. Bu olayın detaylarına fazla girmeyeceğim. Yine de genel olarak Türkiye’deki
siyasi ortamın ve DP’ye karşı muhalefetin artmış olması ve Irak’ta yaşanan gelişmelerden,
özellikle Molla Mustafa Barzani önderliğindeki hareketin tedirginliğinin kurbanlarıdır
49’lar. Ayrıca bu tutuklanmayla başlayan ve Kürt siyasi tarih analizlerinde çok dikkat
çekmeyen bir unsur daha var. O da ileride de devam edecek bu tarz toplu tutuklanmaların
aslında birbirinden uzak ve bazen birbirinden haberi olmayan Kürt aktivistlerinin tek bir
çatı altında toplanıp, muhtelif fikrî ve siyasi alışverişlerde bulunması ve aynı zamanda
ayrılıklara düşmesidir. Nitekim yukarıdaki hadisenin en önemli özelliklerinden birisi
Anter’in belirttiği gibi Harbiye’de aralarında zamanla, kökeni daha eskilere dayanan
politik-ideolojik ikilik çıkmasıdır.

1960 askeri darbesinin ardında bıraktığı 1961 Anayasası’nın birçok Kürt’te umut yarattığı
bir gerçektir. Anter 49’lar davasından dışarı çıktıktan sonra Ahmet Hamdi Başar
yönetimindeki Barış Dünyası’nda “Doğu’nun kalkınması”, “Kürtlerde Edebiyat”
başlıklarıyla yazılar yazar. Genel olarak gelişmecilik ağırlıklı ve çekingen bir dil kullansa da
Anter’in söylemi daha da belirginleşmektedir. Bu çekingen dile en güzel örnek şu cümlede
verilebilir:
“Kendimizi neye bir Kürt münevveri yerine koymuyoruz? Halbuki Kürt münevverleri
çoğunluk itibarile cidden Türklerle beraber, aynı bayrak altında yaşamayı ve Türk olmayı
gaye edinmiş olan insanlardır… Bizim için Doğu meselesinin bir Kürt meselesi halinde ele
alınması, sonsuz milli gaflet olur.”

Kürtçe radyo yayını, gazete basımı ve Kürtçenin okulda öğretilmesini önerir, bunun
Türkçeden kopma olmayacağını belirtir.Bu yaklaşım 1960’ların ortasında başat olacaktır.
Mesela, birkaç yıl sonra
yayımlanan Doğunun Sorunları isimli çalışmasında, Mehmet Emin Bozarslan da benzer
şeyleri iddia edecektir. Fakat, mesela Yön’de yazan Sait Kırmızıtoprak (dr. Şivan) gibileri
bu çekingen dili oldukça eleştirecek ve bölgenin iktisadi gelişmesinin yatırımlarla
olamayacağını, asimilasyona karşı çıkılması gerektiğini belirtirler.

Aynı dönemde Edip Karahan tarafından çıkarılan Dicle-Fırat gazetesinde “Neden


Çıkıyoruz?” isimli yazısında amacını şöyle belirtmektedir; “Bu gazete, parti politikası
yapmayacak, bütün partiler karşısında objektif ve tarafsız kalacaktır… Gazetemiz,
memleket ve Doğu’nun hayrına olan fikirleri destekleyecek, aksine fikirlerle mücadele
edecektir. Gazetemiz, Doğu’nun gerçek kalkınmasının başlıca engellerinden biri olduğuna
inandığımız antidemokratik kanunların kaldırılması mücadelesini de destekleyecektir.”

23’ler, Musa Anter, Deng ve “Bilinmeyen Doğu”:

1963 yılındaki 23’ler olayının neredeyse habercisidir yukarıda bahsettiğimiz Dicle-Fırat


gazetesi. Nitekim bu tutuklanmanın özünde yatan şey, basındaki görece özgür ortamdan
yararlanan yayınların kullandığı dilin daha belirginleşmesi ve buradaki tartışmaların
devletin sabit suçlaması olan bütünlüğü bozmaya yönelik olarak yorumlanmasıdır. 1963
yılında çıkarılan Deng, Kürtçe ve Türkçe yazılar ve şiirler yayımlamış, azgelişmişliğin ve
unutulmuşluğun kurbanı olarak gösterilen Kürt bölgelerini “Bilinmeyen Doğu” olarak
tanıtmaya başlamıştır. Bilinmeyen Doğu’nun en temel özelliği şöyle belirtilmiştir:
“Doğu’da kendi ana dili olan Kürtçeyi konuşan, örf, adet ve ananelerini devam ettiren,
geniş bir müzik ve folklor dünyasına sahip etnik yapısını muhafaza eden bir grubumuz
vardır. Bu bir gerçektir.”
Kendine has bir dili ve ananesi olan “Bilinmeyen Doğu”, özellikle Irak’taki gelişmelerle
birlikte okunduğunda ve yakalananlar arasında Irak Kürtlerinin de bulunduğu
hatırlandığında çok ciddi bir endişe yaratır. Bunun yanında, dönemin ulusal gazete ve
dergilerinde bilinmeyen bir Doğu olduğu kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Fakat bu
durum, Doğu’nun bu haliyle kabul edilmesi ve meselenin bu durumuyla nasıl
çözülebileceği tartışmalarından ziyade, başarılamamış bir asimilasyon politikasının
kamuoyundan yıllardır saklanılan “acı bir gerçeği” olarak görülmüştür.

Deng dergisiyle, genel olarak Kürt entelektüelleri özel olarak da Anter –Barış
Dünyası’ndaki yazıların ve yaklaşımın aksine– Bilinmeyen Doğu’nun sosyolojik
gerçekliğiyle kabul edilmesi ve yapılacak uygulamaların bu sosyolojik gerçekliği göz ardı
etmesi gerektiğini söylemeye başladı.

Sosyalizm, Musa Anter ve Doğu:

Anter’in sözünü ettiğimiz sınıfsal gerçekliğine rağmen, 1950’lerin ve 1960’ların birçok


Kürt’ü gibi büyük şehirle tanışmanın şaşkınlığı içerisindedir Anter de. Köyden Adana’ya
lise okumak için gittiğine benzer bir şaşkınlık, Anter’i Adana’dan İstanbul’a giderken
yakalayacaktır.Anter, sosyalizmi ilk başta, gelişmecilik ve kalkınmacılık için bir ilaç olarak
görür; daha sonraki dönemlerde ise, özellikle 1984 sonrasında, ulusların kendi kaderini
tayin hakkı şeklindeki siyasi bir yöntem olarak da benimser. Bunların dışında ayrıca
içinden geldiği toplumun sosyoekonomik gelişmişlik düzeyi ve bir münevver olarak
bunlara karşı fikrî sorumluluğu Anter’de, hep gizil bir sosyalist söylemin izlerini
bırakacaktı.

Nokta dergisinin kendisiyle 1989 yılında yaptığı röportajda, Anter, ne Türklerin ne de


Kürtlerin bağımsız olduklarını, ikisinin de emperyalizmin kolonisi olduğunu belirtir. Buna
benzer fikirleri 1969’un sonu ile 1970’in başında iki sayı çıkan ve bilimsel sosyalizmin
ışığında Doğu sorunlarını inceleyen aylık Doğu dergisinde, Kürt sorunu ilk defa sosyalist
bir gözle ele alındı demektedir Anter. Yine de belirtmek gerekir ki 1966 yılında Mehmet Ali
Aslan tarafından çıkarılan Yeni Akış dergisi de aynı iddiayı taşımaktadır. Gerek Doğu’daki
gerekse de 1960’ların sonlarında Kürt sosyalistlerinin ekseriyetindeki söylem, iç sömürü
şeklinde özetlenebilecek; Doğu’nun bilinçli bir politikayla Kürt olmasından dolayı geri
bırakılması ve sömürülmesi olarak özetlenebilir.

Türkiye İşçi Partisi (birinci TİP 1961–1971) 1960’lar Türkiyesi’nde sosyalizmin tanıtılması
ve legal düzeyde kitleselleşmesinde oldukça etkili olmuştur. Musa Anter de gerek partinin
başkanı Mehmet Ali Aybar’ın şahsından gerekse de ilk defa CHP dışında bir partinin
alternatif bir söylemle siyasete girmesinden dolayı TİP’i desteklemiştir. Hatta, dönemin
sosyalistlerinin çoğunun Kürt Meselesi’ne bakış açılarının değişmesinde diğer sosyalist
Kürtler gibi etkisi olmuştur.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları ve Musa Anter: Bir Devrin Son Perdesi:

Birçoğu TİP üyesi olan kurucuları, çoğunlukta öğrencilerden oluşan Devrimci Doğu Kültür
Ocakları (DDKO) 1969-1970 yılları arasında Ankara, İstanbul ve Diyarbakır başta olmak
üzere birçok yerde kurulmuştu. Dönemin sosyalist hareketinin siyasi pratiklerinden de
etkilenen, yine de Sol hareketin benimsediği silahlı mücadele yöntemini benimsemeyen
DDKO’lar, halkların kardeşçe ve eşitçe yaşamalarını ve mutlu olmaları yolunda mücadele
veren kuruluşlar olarak kendisini tanımlamaktaydı. Bölgede yürütülen Komando
Hareketi'ni ve Türkiye’de yükselen aşırı milliyetçi eğilimleri eleştiren birçok bildiri
çıkartmış, bünyesinde onlarca konferans ve seminerler düzenlemiştir.

1971 yılında gerek TİP gerekse de DDKO davasından yakalananların ayrışması genel
olarak Kürt kimliğini ve Kürtlerin varlığını siyasi bir gerçek veya sosyolojik bir gerçek
olarak görme üzerine yoğunlaşmıştır. Sosyolojik bir gerçek olarak gören grup, Musa Anter
de bunların arasındadır, Kürtçenin bir dil olarak inkârının hiçbir şeyi değiştirmeyeceği, bu
vesileyle Kürt etnisitesinin gerek dil gerekse de kültürel olarak varlığının politik bir anlam
içermediğini belirtmekteydi. 1960’lar boyunca aktif olan başka Kürtler ise, özellikle
DDKO’nun bazı mensupları, sosyolojik bir gerçekliğin yanında devlet politikalarının da
ciddi bir eleştirisini yaparken, Kürtlerin siyasi haklarından ve Kürt Meselesi’nin siyasi
boyutundan da söz etmekteydiler. 49’lar davasındaki sağ ve sol olduğu iddia edilen
ayrışma, burada daha çok şahsî ve yönteme ya da stratejiye yönelik olmuştur.

2.b. 1974–1984: Kürt Etnobölgesel Hareketinde Çatışmalar:

Bu dönemin temel karakteristiği, aktif tüm Kürt gruplarının Kürdistan’ı bir sömürge olarak
algılaması ve sosyalist bir devrim ile Kürdistan’ın kurtarılabileceğine inanmalarıdır. Bu
dönemde çok sayıda aktör (Kemal Burkay çevresi, Mümtaz Kotan çevresi, DDKO geleneği,
PKK/Apocular vs.) aynı amaca ulaşmak için farklı stratejiler belirlemişlerdi.

Bu dönemi, Musa Anter şöyle tanımlamaktadır: “Ben şahit oldum, geçmişte bölgemde bu
örgütlerin çoğu devletin güvenlik güçlerine hacet kalmadan birbirlerini yok ediyorlardı.”
Bu yok etme meselesi bahsi geçen oluşumların daha çok nüfuz kurmak ve Kürt siyasi
hareketinin hamisi olmak çabalarından kaynaklandığı belirtilmelidir. Ayrıca, bu dönemin
aktivistlerinin gerek Anter’in içinden geldiği gerekse 1960’larda sosyalist ağırlıklı siyaset
yapan nesille hem ideolojik hem de stratejik bir kopukluğu karşılıklıdır. Öyle ki, onlara
göre kendilerinden önceki dönem sadece bir kayıptır. Türk hukuku ve siyaseti hiçbir
şekilde onlara kamusal alanda yer bırakmadığından, illegal ve silahlı direniş olmazsa
olmaz bir yöntemdi.

Bu dönemin küskünüdür Musa Anter. Başkaldırı dönemini yaşamış, ya da bunların


zamanında çocuk olan herhangi birisinin net bir şekilde hissettiği bir çekincedir bu
dönemki gelişmelere bakış açısı. Nitekim, gerek kendisi gerekse de içinden geldiği nesil,
silahlı bir mücadelenin başarılı olabileceği fikrine pek sıcak bakmaz. Yukarıdaki örgütlerin
neredeyse hiçbiriyle organik bir ilişki kurmamış ve bu dönemde bahsi geçen yayınların
hiçbirisine yazmamıştır. 1974’teki afla dışarı çıktıktan sonra köyüne yerleşir fakat 1979’da
tekrar tutuklanır ama kısa bir süre sonra serbest bırakılır. 1980 darbesi olurken de
tutuklanır ve çok sürmeden serbest bırakılır.

2.c. 1984-1999: Kürt Siyasi Hareketinde Tek Unsur: PKK Dönemi

PKK önce Apocular olarak bilinen grubun 1978’de isim ve strateji değiştirmesiyle
kurulmuş ve 1980’e kadar şehir savaşı denilen hem kendisine karşı gruplarla hem de
devlet güçleriyle çatışmalarından sonra askeri ve siyasi tarihini asıl 1984’teki Şemdinli
baskınıyla başlatmak mümkündür. Bu dönemde, gerek 1984 öncesi oluşumlar varlığını
sürdürmüş (Bunların ekseriyeti Avrupa’da bölünmüş birçok farklı grup ve yayın
oluşturarak devam etmişti) ve gerekse de Hizbullah gibi çok başka çizgilerde oluşumlar
da görünmüştür. Yine de, kitleselleşme ve ideolojik söylem açısından silahlı gücünden
kaynaklanan tartışmasız bir ağırlığı vardır. 1984-1999 yılları: PKK’nin bölgedeki aktif
gücünü kırmak için, binlerce köyün boşaltıldığı, yüzlerce aktif siyasetçi ile sivilin
katledildiği, olağanüstü halin bölgedeki inisiyatifin ekseriyetini askere bıraktığı bir
dönemden bahsetmekteyiz. Kürt sorununun ve muhataplarının yanında Kürt kimliğinin de
dönüşümü, Avrupa’daki Kürt gruplarının aksine, PKK pratiklerinden oldukça etkilenmiştir.
Musa Anter bu dönemki dönüşümü genel olarak şöyle özetlemektedir; “Kürtlerdeki
değişimi kendini yönetme arzusunun güçlenmiş olmasına bağlıyorum.” Ayrıca, “kim ne
derse desin, ister “eşkıya”, ister “terörist” desin, hava. Bugün Kürt milletinde bir milli şuur
uyanmıştı ve yedisinden yetmişine kadar bir ilkeye bağlanmıştır. İlke de şudur: “Biji
Kurdistan”, yani “Yaşasın Kürdistan.”

Yeni Gündem, Welat, Yeni Ülke ve Özgür Gündem

Musa Anter, 1950’lerden beri savunduğu Kürt ve Türk kardeşliği söyleminden


uzaklaşmamış olsa da doğal olarak dönemin havasından etkilenmiştir. Musa Anter,
yerinde bir tahlille PKK’ye karşı yürütülen çok boyutlu devlet politikasının ve söyleminin
çelişkisinin altını şöyle çizmektedir. “Devlet organlarının ikide bir “Biz PKK’nin kökünün
kazıyacağız” demeleri, bize soykırım tehdididir. Zaten onların kökü biziz… Çocuklarımız
zulümden, hürriyetsizlikten, anadillerini konuşamamaktan, kendilerine her yerde hain
gözü ile bakılmaktan…Kürdistan dağlarına çıktılar.”

1960’ların ve 1970’lerin Kürt siyasetini anımsatan tarzda yayımcılık ve basın tekrar gün
yüzüne çıkarken, Anter 1974-1984 yılları arasındaki suskunluğuna devam etmemiş tam
aksine yazılarının büyük çoğunluğunu bu dönemde yazmıştır. Bu dönemde güncel olaylar
üzerine sıkça yazmakla beraber, kendisinin müşahede ettiği olaylar ve yazdığı yazılar da
çalışmalarında tekrarlanmıştır. Bu dönemle ilgili olarak belirtilmesi gereken başka bir
durum ise Musa Anter’in Kürt hareketindeki legalleşme ve Kürt Sorunu’nu ve silahlı
mücadeleyi siyasi parti yoluyla bitirme çabalarının ilki olan HEP’in (Halkın Emek Partisi-
1990) kurucu üyeliğini yapmış olmasıdır. Bunun yanında İstanbul Kürt Enstitüsü’nün
kurucu sekiz üyesi arasında yer almış, yöneticiliğini yapmaktaydı.
Anter’in Kürtlük üzerine kurduğu bağlar, tıpkı Kürtlüğün tanımlanmasında olduğu gibi,
konjonktüre göre değişiklik göstermiştir. Yine de aynı kalan bir şey varsa o da dil üzerine
söyledikleridir. Örneğin, 2000’e Doğru dergisindeki bir röportajda anadiliniz nedir sorusu
sorulsa ne cevap verirsiniz sorusuna Anter: “Bir erkeğe ‘kadın mısın, erkek misin’ veya
aynı soru kadına da sorulsa ne kadar garipse, bence ‘anadilin nedir’ sorusu da bu kadar
acayiptir. Biz Kürtler 70 yıldır bu idareyi kabul etmiyoruz. 1925 Şeyh Said başkaldırısından
1992 PKK başkaldırısına kadar” dese de Anter, 1960’lar ve 70’lerdeki durumu da kabul
etmektedir; “Gerçi bugün oğullarımız, hatta torunlarımız durumunda olan gençlerimiz gibi
net olarak Kürtlerin doğal haklarının isteminde bulunmadık: Tarihî bir kusurumuzdur.”
Nitekim 1962’de Barış Dünyası’nda Anter şunları yazacaktı: “Biz Türkler kendimizi bile
yasak koyma ve kaldırmadan başka idare etme yolunu bulamamışız ki, içimizde yaşayan
başka ırklardan, başka kültürlerden müteşekkil toplulukları bu yol dışında idare etmesini
becerebilelim!… Atatürk, büyük ve erişilmez inkılâpçı ve dahi olarak, dini taassup ve
hurafelerden ve bunları doğuran ve yaşatan müesseselerden bu milleti kurtardı.”

1960’ların tam aksine bu dönemki yazılarında bir özgüllük olgusu din, kadın vb. konularda
kendisini belirgin bir şekilde göstermektedir. Ayrıca, çok net bir milliyetçilik altı
doldurulmadan bu özgülleştirmeleri belirlemekteydi. Örneğin Anter bir yazısında; “Doğru,
önce etrafımız bizi parçaladı, aşiret hayatına soktu ve ondan sonra da emperyalistlerin
“Parçala ve ye” formülü uygulandı.”Din üzerine söyledikleri 1960’larda da aynıysa da
yorumlama biçimi milliyetçi bir söyleme bürünür. Özgür Gündem gazetesindeki bir
yazısında; “Hele Kürt dinimiz olan Zerdüştlük, İslamiyet’in zulüm ve ateşiyle ve gayet
doğal olarak zorla yasaklanınca, Kürtler büsbütün çobansız bir sürü ve bahçıvansız bir
park durumuna düştüler” der.Aynı söylem kadınlarla ilgili yorumlarında da geçerlidir.
“Kürt tarihinde kadının yeri” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “İslam ulusları arasında
kadınları serbest olan birinci millet Kürtlerdir. İdarenin Kürtlere yaptığı baskı sonucu
yapılan başkaldırılarda Kürt kadını da erkeklerle beraber şahlanmıştır”“Kadınlar ve
Erkekler” başlıklı başka bir yazısında ise “Kürtlerde kadın millidir, muhteremdir ve her
şeyden üstündür”diye yazmaktadır. Son dönem yazıları arasında özellikle Özgür
Gündem’e yazdıkları birçok konuyu aşırı milliyetçi bir dille ele almış ve özgülleştirmiştir.

3. DİJWAR

Dijwar, Musa Anter’in katledileceği gece otel resepsiyonuna not bırakan JİTEM’linin kod
adıdır. Dijwar’in hikâyesi genelde Kürtlerin özelde Türkiye toplumunun geçirdiği
dönüşümlerle açıklanabilir. Musa Anter’in ve aynı zamanda Hatip Dicle’nin “faili malum”
dediği yüzlerce cinayetin en önemli nedeni, geleneksel devletin kendi toplumunun
mobilizasyon, politikleşme ve hak talep hızına ulaşamaması olarak gösterilebilir. Nitekim
geleneksel devletlerin farklılıklara açık, heterojen ve dinamik toplumları yöneteme
metotlarının başında; kendi koyduğu kanunlara kendisinin uymaması, buna uygun olarak
kanun dışı oluşumları bilhassa kendisinin kurması veya bunlara göz yumması ve toplumun
bazı kesimlerini diğerlerine karşı kayırmak ve kollamak olduğunu belirtmek gerekir.

4. SONUÇ YERİNE:

Özellikle 90’larda yazdıklarının ihtilaflı birçok tarafları olsa da Musa Anter’in 58’ler, 68’ler
ve bugünkü siyasi durumun mimarları olan 78’ler içerisinde farklı bir yeri var. 1959-1974
yılları arasında Kürt gruplarının genel talepleriyle uyuşan ve hatta bunları etkileyen Anter,
Kürt gençlerinin 1970’in başında beliren radikalizminden yana olmamıştır. İki dönem
arasında bir devamlılık varsa o da bir önceki dönemde yer alan aktivistlerin söylemleri ve
talepleri değil, kendileridir.

İlk iki dönemle ilgili esas kopuş ise, Türkiye genelinde siyaset üretmekten vazgeçilip
bölgeye odaklanma ve daha özelde “Kürdistan’ın yeniden keşfi” üzerinden olduğu iddia
edilebilir. 1984-1999 dönemiyle kendinden önceki dönem arasındaki devamlılık
“Kürdistan’ın sömürüden kurtarılması” ve “özgürleştirilmesi” söyleminde yatmaktadır.
Esas ayrışma ve kopuş ise, PKK’nin bu süreçte kendisinden başka bir aktör tanımaması ve
buradaki ideolojik ve sembolik tekeli elinde tutmasıdır. Silahlı mücadele ve bağımsız bir
Kürdistan söylemi, 1990’lara gelindiğinde Abdullah Öcalan’ın da kurtulmaya çalışacağı bir
çıkmaz haline gelmişse de bu durum gerçekleşmeyecekti. Bir taraftan PKK’nin hem
konjonktürden kaynaklanan hem de 1980 darbesinin yarattığı siyasi sonuçlardan doğan
ortamı iyi kullanması, diğer taraftan da 1974-1984 arasında ortaya çıkan radikalizmi son
kerteye taşıması ve bunu bir nevi Kürtlük'e ve Kürt kimlik taleplerine atfetmesi bu
dönemin kendisinden önceki iki dönemle olan en önemli farkı olacaktı.

Musa Anter’in en temel özelliği belki de, siyasi pratik ve sosyoekonomik anlamda
birbirinden farklı üç kuşak arasında (58’ler, 68’ler ve 78’ler) köprü görevi yapması, bu
kuşakların siyasi ve pratik dönüşümlerinin farkında olması aynı zamanda bu kuşakların
hiçbirine tam anlamda dahil olmaması olarak gösterilebilir. Mesela, PKK silahlı
mücadeleye başlarken, her ne kadar bunu tasvip etmese de, meselenin gittiği yönü çok
iyi kestirmiştir, bundan dolayı da hareketin kendisine yazılarıyla destek vermekten
çekinmemiştir. Yine de, PKK ile kendisi arasında her zaman bir mesafe var olagelmişti.
1980’lerin sonunda Mardin’den İstanbul’a tekrar taşınmasının nedeni PKK’nin kendisinden
karşılayamayacağı bir hibe istemesi olarak iddia edilmekte. Ayrıca genel olarak örgüt
içerisinde “lider” kültüne zarar verecek, örgütün radikalizmini eleştirecek her türlü
yaklaşım tasfiye edildiğinden Musa Anter’in görece sivil duruşu ve söylemi PKK’yi pek de
tatmin etmeyecekti. Ayrıca bu üç dönem ve üç nesil arasındaki sınıfsal farklar genel
olarak nesiller arası ayrışmalarda ve kopuşlarda, özelde Anter’in PKK ile mesafesinin de
radikalizme ek olarak belirleyici olmuştur.

Kürt hareketinde esas olarak her üç dönemde de görülen fakat 1984-1999 yılları arasında
özellikle vurgulanan ve işlenilen mağduriyet siyaseti, Anter’in katliyle de önemli bir yer
kazanmıştır. Ayrıca Anter’in ölümünü bir nevi simgeselleştiren PKK’nin bu yaklaşımıyla
birçok kişi ve grup tarafından eleştirildiği bilinmektedir. Anter’in katli her ne kadar devlet
politikasının kontrgerilla ve olağanüstü hal uygulamalarının zirve yaptığı bir döneme denk
düşüyorsa da, unutulmaması gereken şey PKK’nin askerî kaybını, serhildanlar vb.
mobilizasyon girişimleriyle sivil alana çektiğidir.

Legal alanda, bugün bile çokça görülen, mağdur olmuşluk psikolojisi ve siyaseti Musa
Anter gibi barışçı bir şahsiyetin katledilmesi ve Kürt parlamenterlerin 1990’larda siyaset
yapamaması cezaevine konulmaları (en son DTP’nin kapatılması) ve devletin muhtelif
şiddet siyasaları ile daha da perçinleşip devam etmekte ve meseleyi çözmekten çok daha
da karmaşık bir çıkmaza sürmektedir. İşin en ilginç kısmı belki de, Anter gibi köprü ve
diyalog adamı olacak, Türkiye siyaseti içinde Kürt meselesine bakacak başka Kürt
aydınlarının çok olmamasıdır. Gerek Türkiye’deki gerekse de Avrupa’daki Kürt aydınlarının
1990’lara kadarki (belki de Anter’in katlinden sonra bile) söylemi, farkında olsunlar veya
olmasınlar, bu mağduriyet ve gadre uğramışlığın tek yanlılığında; savunmacı ve dışlayıcı
bir milliyetçilikte kalmış, Türkiyeli siyaset yapmamanın eksikliğini çok iyi göstermiştir.

You might also like