You are on page 1of 85

AKSAK DEMİRİN DEVLET POLİTİKASI

Timurlenk Üzerine İnceleme


Mahmut Esat Bozkurt

Yayıma Hazırlayan: Atatürk'ün Bütün Eserleri çalışma grubu

© Bu kitabın yayın hakları


Analiz Basım Yayın Tasarım Gıda Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti.nindir.

Birinci Basım: 1943 (Yeni Sabah Neşriyatı)


İkinci Basım: Şubat 2005
Teknik Hazırlık: Analiz Basım Yayın
Baskı: Analiz Basım Yayın
ISBN: 975-343-413-8
KAYNAK YAYINLARI: 409

ANALİZ BASIM YAYIN TASARIM GIDA


TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. Meşrutiyet Cad. Kardeşler Han No: 12/3
34430 Galatasaray-İstanbul
web adresi: http://www.kaynakyayinlari.com
e-posta: iletisim@kaynakyayinlari.com
Tel: (0212) 252 21 56-99 Faks: (0212) 249 28 92
İÇİNDEKİLER
Sunuş : 11

I- Başlangıç : 17

II- Demir'in Müslümanlığı : 20

III- Aksak Demir'in Adaleti : 26

IV- Aksak Demir'in İdaresi : 30

V- Aksak Demir'in Bayındırlık (Nafıa) İşleri : 36

VI- İdarenin Büyük Amirleri : 41

VII- Aksak Demir'in Ordusu : 43

VIII- Askerlikte Mükâfat ve Ceza : 47

IX- Aksak Demir'in Savaş Nizamı : 51

X- Savaşa Başlarken : 53

XI- Ordu'da Kıta İşaretleri : 58


Barış ve Savaş Günlerinde Emniyet Tertibatı : 58

XII- Aksak Demir'in Büyük Savaşları : 60

XIII- Demir'in Harp Nizamı : 64

XIV- Yıldırım'ın Harp Nizamı : 65

XV- Yıldırım'la Demir Baş Başa : 67

XVI- Yıldırım ve Ölümü : 70

Toktamış Üzerine Sefer: 72


Kara Yusuf ve Ahmet Celâyir Seferleri : 75

Hindistan Seferi : 77

Ebu Mansur Kavgası : 79

I-Demir'in Ölümü : 80

II-Demir'in Bazı Güzel Halleri : 82

Atatürk ve Demir : 84

Tarih Ne Diyor? : 85
MAHMUT ESAT BOZKURT
Türk devlet adamı ve hukukçu, Türk Devrimi'nin ideolojisi olan Kemalizmin belli başlı
kuramcılarından biridir.

1892 yılında İzmir'in Kuşadası ilçesinde doğan Mahmut Esat Bozkurt, çiftçilik ve ticaretle
uğraşan, bir ara İzmir Umumi Meclis üyeliğinde bulunan Hacı Mahmut Oğulları'ndan Hasan
Bey'in oğludur.

1923'te İzmir'de Menekşelizade Dr. Hüsnü Bey'in kızı Feheda Hanım ile evlenmiş. Gün, Ay
adlarında iki kızı ve Yüksel adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini Kuşadası ve İzmir
Yusuf Rıza mektebinde yapan Bozkurt, İzmir İdadisi'ni bitirdikten sonra II. Abdülhamit'in
istibdat yönetimine karşı mücadeleye katılan dayısı Ubeydullah Efendi ile birlikte İstanbul'a
gelerek 1908'de Hukuk Mektebi'ne girmiştir. İstanbul Hukuk'tan 1912 yılında mezun olduktan
sonra İsviçre'de Fribourg Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yeniden hukuk öğrenimi görerek
önce lisans diploması almış, sonra, "Du Regimes des Capitulations Ottomanes" ("Osmanlı
Kapitülasyonları Rejimi Üzerine") adlı doktora tezi ile "Cum Laude" derecesiyle Hukuk
Doktoru olmuştur. 1919'da İsviçre'nin Lozan kentinde kurulan Türk Talebe Cemiyeti'nin
başkanlığına seçilmiştir. Yurdun işgali üzerine derhal İsviçre'den ayrılıp arkadaşları Saraçoğlu
Şükrü ve Kâzım Nuri Bey'ler ile vatana dönmüş, Kuşadası bölgesinde Kuvayı Milliye'yi
kurarak başına geçmiş ve efelerle birlikte Milli Mücadele'ye katılmıştır.
23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne İzmir milletvekili olarak seçilen Mahmut
Esat Bey, bu görevini 1943 yılında (51 yaşında) ölümüne kadar sürdürmüştür. 12 Temmuz
1922'de kurulan Rauf Orbay kabinesine 30 yaşında İktisat Vekili olmuş, bu görevi sırasında
Ziraat Bankası'nın ıslahı, çiftçi kredi kooperatiflerinin kurulması, esnaf teşkilatlarının
reorganizasyonu, Emlak ve Eytam Bankası'nın kurulması gibi sosyal ve ekonomik davalarla
uğraşmıştır. Büyük zaferden sonra Mahmut Esat Bey'in önerisi ve Atatürk'ün onayı ve onursal
başkanlığında Türkiye'de ilk kez Milli İktisat Kongresi İzmir'de 17 Şubat 1923'te toplanmıştır.
Bu kongrede milli ekonomi, girişimci sınıfın Türkleştirilmesi ve karma ekonomi savunulmuştur.

1924'te Adliye Vekilliği'ne getirilen Mahmut Esat Bey, 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi'ni
kurmuş ve ilgili çalışmaları sürdürmüştür.

17 Şubat 1926'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde oybirliğiyle kabul edilen Medeni Kanun'un
mimarıdır. Bu kanunun tarihi gerekçesi O'nun eseridir. 4 Nisan 1926'da Resmi Gazete'de,
yayımlanan Medeni Kanun'un altı ay gibi kısa bir geçiş döneminden sonra kesin olarak
uygulanmasını kabul ettirmiştir. Bu sürenin çok kısa olduğunu ileri süren ve İsviçre'de bile dört
yıllık geçiş döneminin öngörüldüğünü hatırlatarak, din kaynağına dayanan hukuk sisteminin
kolay kolay değiştirilemeyeceğini öne sürenlere karşı, "Türk hukukçuları için altı aylık sürenin
yeterli olacağına dair inancını" belirtmiştir. Kanunun uygulamaya geçişindeki başarı, Mahmut
Esat Bey'in haklı olduğunu göstermiştir.

Türk Medeni Kanunu, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, daha sonra da Ceza
Muhakemeleri Kanunu, Deniz Ticaret Kanunu, Türk Vatandaşlık Kanunu, İcra İflas Kanunu ve
1930'da kadınlara verilen seçme ve seçilme hakkını tanıyan Belediye Kanunu izlemiştir.
Mahmut Esat Bey, 1927'de Ege Denizi'nde Türk gemisi Bozkurt ile Fransız gemisi Lotus'un
çarpışması ve sekiz Türk denizcisinin ölümünü takiben, Türk Adliyesi'nin Fransız kaptanı
tutuklaması üzerine Fransa ile aramızda çıkan anlaşmazlığı sonuçlandırmak için Atatürk'ün de
onayını alarak konuyu Lahey Adalet Divanı'na götürmüştür. 7 Eylül 1927 günü Lahey'de Türk
hükümetini temsil ederek yaptığı başarılı savunma ile davayı kazanarak dünya hukuk
literatürüne "Lotus-Bozkurt davası" olarak yerleşmesini sağlamıştır. Kemal Atatürk, bu
başarısı nedeniyle Mahmut Esat Bey'e "Bozkurt" soyadını vermiştir.

1930 sonlarında Adliye Vekilliğinden istifa ettikten sonra Ankara Hukuk Fakültesi'nde
Devletler Hukuku, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde "Anayasa Hukuku" Profesörü olarak görev
yapan Bozkurt, Atatürk'ün isteğiyle Türk gençliğine İhtilal'in Hukuk Tarihini anlatmak üzere
görev almış, İstanbul Üniversitesi İnkılap Tarihi kürsüsünde 8 Mart 1934 Perşembe günü ilk
dersini vermiştir.

16 yaşında olduğu 1908 yılından ölümüne kadar (1943) 35 yıl boyunca ülke sorunları
hakkında yazılar yazan Bozkurt, Milli Mücadele yıllarında Anadolu'da Yeni Gün ve Hâkimiyeti
Milliye gazetelerinde ateşli yazılar yazmış, daha sonra İzmir'de çıkan Anadolu gazetesinde
yazılarına devam etmiştir. Son yazılarını Yeni Sabah gazetesinde yazan Mahmut Esat
Bozkurt son yazısı "Yürekler Acısı"nı yazdıktan az sonra gazetede rahatsızlanmış ve derhal
hastaneye kaldırılmışsa da bir hafta sonra, 21 Aralık 1943 günü hayata gözlerini yummuştur.
Son yazısı vefat haberi ile birlikte 22 Aralık 1943'te Yeni Sabah gazetesinde yayımlanmıştır.

Mahmut Esat Bozkurt, dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından Ankara Devlet
Mezarlığı'na alınmak işlenmişse de, eşi Feheda Bozkurt'a vasiyeti ile Selçuk'taki çiftliğinde
aile mezarlığına defnedilmiştir.
Vefatı üzerine yazdığı makalesinde, Yusuf Ziya Ortaç, yazısını şöyle bitiriyordu...

"İsviçre dağlarından Anadolu dağlarına silah omuzda koşan hukuk doktoru, serdengeçti
Mahmut Esat Bozkurt, vatan hudutlarından fikir hudutlarına kadar her cephede dövüşe
dövüşe, en son, kalem elinde, Allah'ına kavuştu... "Bir yanardağı toprağa veriyoruz.

Başlıca Eserleri: Beynelmilel Bozkurt-Lotus Davası'nda Türkiye-Fransa Müdafaaları (Ankara,


1927), Osmanlı Kapitülasyonlarına Dair.(DoktoraTezi, İstanbul, 1928), Türk İhtilalinde Vatan
Müdafaası (İzmir, 1934), Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları (İzmir, 1939), Hukuku Düvel
Yardımcı Talebe El Notu (Ankara, 1939), Devletlerarası Hak ("Hukuku Düvel") (Ankara,
1940), Atatürk İhtilali (İstanbul, 1940), Aksak Demir'in Devlet Politikası (İstanbul, 1943),
Atatürk İhtilali I-II (İstanbul, 2003) adlı yapıtları yayımlandı.
SUNUŞ
Mahmut Esat Bozkurt'un "Aksak Demir'in Devlet Politikası" ilk olarak 21 Kasım-14 Aralık 1943
tarihleri arasında Yeni Sabah gazetesinde dizi makaleler halinde yayımlanmış. Daha sonra
Yeni Sabah Neşriyatı tarafından aynı yıl kitaplaştırılmış.

Avrupamerkezci Tarihe Karşı Milli Tarih


Mustafa Kemal Atatürk'ün ve Kemalist Devrim'in ideolojik önderlerinin tarihe, özellikle de Türk
tarihine olan ilgisini biliyoruz. Bir yandan çöken bir imparatorluğun enkazından başı dik bir
millet yaratılıyor, öte yandan Batı emperyalizmiyle her alanda kıran kırana mücadele
ediliyordu. Bu mücadele aynı zamanda tarih alanında yürütülüyordu. Türk tarihinin ve genel
olarak Doğu tarihinin Batılı oryantalistlerin/şarkiyatçıların denetiminden kurtarılması
gerekiyordu.
Kemalistler, mazlum milletlerin tarihinde daha önce eşine rastlanmayan böyle bir mücadeleyi
verirken, ayaklarını sağlam zemine basıyorlar, kendi köklerine dört elle sarılıyorlardı. "Milletin
benliğini" ve yaratıcı yeteneğini geliştirmenin yolu da buydu. Başarıya ulaşmak için Türk
tarihinin öncelikle Avrupalı önyargılardan temizlenmesi gerekiyordu.

11
Millete Özgüven Kazandırmak
Atatürk, 1920'lerde kendisiyle art arda söyleşi yapan Batılı gazetecilerle sürekli şu iletiyi
veriyordu: "Bizden öğrenecek çok şeyiniz var." Bu boş bir gurur değil, nesnel bir saptamaydı.
Kendine güvenin dayandığı bir temel vardı.

Devrimci gelenekten devrimci gelecek yaratmak amacıyla Türk tarihi irdelenirken Timur'a özel
bir yer ayrıldı. Atatürk'ün Afet İnan'la yazdığı tarih notlarında, lise Tarih kitabında Timur ve
devlet anlayışı ayrı bir başlık altında sayfalarca yer aldı. Daha 1923'te Timur ve Tüzükatı kitabı
çevrildi ve yayımlandı.

Atatürk'ün 16 Aralık 1929'da kabul ettiği Sovyet Hariciye Komiser Vekili M. Karahan, bir
ziyaretinde, ona, armağan olarak Moskova'dan beraberinde getirdiği Timur'un Semerkant'taki
türbesinin yağlıboya tablosunu vermiştir.

Atatürk'ün ve Cumhuriyet Devrimi'nin önderlerinin Türk milletinin tarihine ve kökenlerine


ilgisinin bir iletisi olduğu kuşkusuzdur. Mustafa Kemal'in 23 Ocak 1923'te Bursa Sultani
Mektebi'nde kadın ve erkek öğretmenlere "yekdiğeriyle denk olma mecburiyetlerini"
vurgularken verdiği örneklerden birini aktaralım:

"Timur'a geçecek olursanız, Timur'un doğrudan doğruya karısı, kendisinden daha muktedir bir
kadındı. Emir Timur saltanat kurmak için başladığı ilk inkılapta, en yakın ve kuvvetli yardımcısı
karısı idi. Aynı ata beraber binerler ve her türlü cevvaliyet ve faaliyette bulunurlardı. Bilhassa
bütün bu faaliyetin ilim kısmını takip eden karısı idi. Karısı ulema ile beraber daima kocasına
yardım ederdi."(1)

____________
(1) Atatürk'ün Bütün Eserleri, c. 14, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004, s.376-377.

12
Kemalist Devlet Modelini Oluşturmak Bu Açıdan Tarihi
Değerlendirmek
Timur kimdir?
Mahmut Esat Bozkurt, elinizdeki kitapta Timur'u, "dünyayı yenmiş bu Türk oğlu Türk'ü
içyüzüyle, gerçek çehresiyle" tanıtmaya çalıştığını söylüyor. Timur, bazı tarihçilerin yazdığı
gibi "dünyayı ateşe veren bir kan dökücü değil", "politikalarını ahlaka dayandıran bir cihan
fatihidir"; "hayatını bir halk çocuğu olarak geçirmiş ve bununla övünmüştür." Mührünü de
şöyle kazdırmıştır: "Men Timur, Tanrı kulu."

Timur zamanında "Avrupa, Asya'nın bir baronlar ve esirler vilayetinden başka bir şey değildi.
Orada şehirler, köylerden; ve hayat, sefaletten ibaretti. Timur, Avrupa eşiğinde göründüğü
zaman, Avrupa kralları, Türklerin Hakanı Büyük Timur'a mektuplar ve elçilerle saygılarını
sundular."(2) Bizans İmparatorluğu'nu vergiye bağlayan, Beyoğlu'na bayrağını çektiren
Timur'un ele geçirdiği Herat kentinin "yüzlerce mektebi, hamamı, 10 bin dükkânı, 250 bin
nüfusu, birçok yeldeğirmeni vardı. Oysa ne Londra, ne Paris'in o tarihte 60 binden fazla halkı
yoktu. Tarih onlarda hamam olduğundan ise bahsetmez."(3)

Bozkurt, kitabında Timur'un lider kişiliğini, devlet yönetme anlayışını ayrıntılarıyla ele alıyor.
Ancak bu, basit bir aktarım değil, bazen "nasıl olması gereken"e gönderme, bazen de "neden
bugün böyle"ye yanıttır. Timur'dan kalkarak Kemalizmin devlet teorisinin ve devlet
yönetiminin inşası ve açıklaması yapılmakta, hatta bazen eleştirilere yanıt verilmektedir.
Osmanlı'yla Timur'un karşıtlığı çizilerek farklar vurgulanmaktadır.

Timur, tarihi ilerleten, gelişmeyi gören bir devlet adamıdır. "Yönetim sistemi bugün de
kıymetinden kaybetmiş değildir."(4)
____________________
(2) Tarih, c.2, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2001, s.301.
(3) Age, s. 313.
(4) Elinizdeki kitap, s.26.

13
Türk birliğini yaratmak istemiştir. Bir devlet kurucusudur. Yabancı saydığına karşı
birleştiricidir. "Devlet işlerine yabancı, el sürmemelidir. Bu, hükümet hikmeti icabıdır. İdare
yabancılara verilmemelidir."(5) Maliye ve ekonomi çok önemlidir, saat gibi işlemelidir. Düzenli
ordu her şeyden üstündür, halk ile ordu arasında bir fark ve imtiyaz olmamalıdır. Biri olmadan
diğeri de olmaz.(6) Bir yönetici kendini değil, memleketi, milleti düşünmelidir. Kinci ve öç alıcı
olmamalıdır. Her söylenene kulak asmamalı, doğru olanı ilkelerine göre uygulamalı, kararlı ve
dirayetli, fedakâr ve sabırlı olmalıdır. Halkla doğrudan bağlantı kurulmalıdır. İnsafsız
zenginlerin yoksulları ezmesine izin verilmemelidir. Devlet gelirlerini kötüye kullananlara ağır
ceza uygulanmalıdır. Lider ve diğer yöneticiler arasındaki ilişki alışverişe dayanmalı,
fikirlerden ve uyarılardan yararlanılmalıdır. Ancak önder, devletin başı olduğunu da
unutmayacaktır. Halkla devlet yönetiminin ilişkisi de benzeri olmalıdır. Devlet aygıtı, "asayiş,
sükûn ve nizam" için var, ama bu, zayıfı güçlüye karşı korumanın, hakları savunmanın da
olmazsa olmazıdır. Böyle bir esasa dayanmayan devletin bekasına da olanak yoktur.(7)

Siyasetle çözülecek yerlerde zor kullanılmamalıdır.

Bilgiye dayanan plan, proje, strateji yapılmalı, nesnel durum saptanmalıdır. "Gözler yumuk
olmamalıdır."8

Ekonomi, kültür ve sanat da ancak böyle bir "düzen"de gelişebilir. Düşünce alanında
verimliliğin, yaratıcılığın önünü açmak da devletin görevidir, ancak yıkıcı bir anarşizme de izin
yoktur.

Dillerini kaybeden milletler kaybolup giderler.

"Rahmetli Atatürk de böyle idi."

"Tabiatlarında ne kadar benzerlik var..."


___________________
5 Elinizdeki kitap, s.26.
6 Elinizdeki kitap, s.46.
7 Elinizdeki kitap. s.22.
8 Elinizdeki kitap, s.42.

14
Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk ve Timur için böyle diyor, çünkü "Timur da, Atatürk de yoktan
devlet kuran Türk çocuklarıdır."(9)

"Demir'in devlet prensipleri, devlet anlamı o esaslardır ki, bugünkü modern devletler için de
kıymetlerinden bir şey kaybetmiş değildirler. Bu bakımdan, Demir, altı asır önce altı asır
sonrasını görmüştür. Bakalım bizden sonra daha kaç asrı görecektir."(10)

Tarih, ideolojik bir bilim dalıdır. Bir siyasi akımın düşünce sistemini tarih tezleri en yalın
biçimde yansıtır. Kemalist devlet modeli oluşturulurken tarih bu bakışla değerlendirilmiştir.
Mahmut Esat Bozkurt, bu kitabı yazarken ve altı yüzyıl önceki bir devletin ilkelerini incelerken
bu inşa faaliyetini esas almıştır. Bu bir duruş sorunudur, kehanet değil. Bugün de
değişmemiştir. Altı yüzyıl sonra da değişmeyecektir.

İnşa faaliyeti sürmektedir.

"Aksak Demir'in Devlet Politikası" bu faaliyete hız kazandırmak açısından okunmalıdır.

Şule Perinçek

Kaynak Yayınları'nın Notu


Mahmut Esat Bozkurt'un Atatürk İhtilali I-II adlı kitabının ardından, yayınevimiz yazarın diğer
eserlerini de yayımlamaya başlamıştır.

Kitabın bu basımında, Yeni Sabah gazetesinin 21 Kasım-14 Aralık 1943 tarihleri ve 1976-
1999 sayıları arasında dizi olarak yayımlanan metinlerle, aynı yıl Yeni Sabah Neşriyatı'nca
basılan kitap karşılaştırıldı ve birçok dizgi ve yazım hataları giderildi. Yayınevimizce konulan
dipnotlar yıldızla (*) gösterildi ve Kaynak Yayınları’nın notu olarak belirtildi.

____________________
(9) Elinizdeki kitap, s.79.
(10) Elinizdeki kitap, s.82.

15
Günümüzde anlaşılmayan birkaç sözcüğün sadeleştirilmesi dışında kitabın dili korundu.

Batılıların "Tamerlane" diye adlandırdıkları Timur Türk tarihinde ayağındaki aksama nedeniyle
Aksak Timur ya da aynı anlama gelen Farsça kökenli Timurlenk olarak geçmektedir. Moğolca
tumur, Asya Türkçesinde timür, timir, Sanskritçe tamra, Sümerce tibir, "demir" anlamına
gelmektedir. Mahmut Esat Bozkurt, kitabında Timur'a "Demir" demeyi yeğlemiştir. Buna da
dokunulmadı.

16
I

BAŞLANGIÇ

Demir, 1336 İsa yılının 11 Mart Salı gecesi Keş'te doğdu. Babası Gazan Han'ın beylerinden
Emir Turgay'dır. Anasının adı, Tekin Hatun'dur. Demir'in Cengiz gibi bir eli kapalı ve kanla
dolu olarak doğduğu söylenir.(1) Anası Cengiz sülalesindendir.

Demir, Maveraünnehir Sultanı Emir Hüseyin'in kız kardeşi Olcay Türkân'la evlendi. Kocasına
vefasıyla şöhret bulan bu kadının ölümü, Demir'i çok üzdü. Demir, 1369 yılında, bütün Türk
hakanları gibi kurultay önünde tahta çıktı. Hiçbir vakit sultan ve han unvanlarını kullanmadı.
Mührünü şöyle kazdırmıştı: "Men Timur" "Tanrı kulu."

O, bütün hayatını bir halk çocuğu olarak geçirdi ve bununla övündü.

Demir'in bir ayağı aksardı. Bu, muharebelerde aldığı yaraların şanlı bir hatırası idi. Demir,
harpten doğdu. Harp içinde yaşadı. Ateşle, kanla devlet kurdu. Fakat o, sanıldığı gibi sadece
bir harp eri değildir. Aynı zamanda çok büyük bir devlet adamıdır. Kendisine has bir devlet
politikası vardır. Ve bu politika yüksek bir moral dozuyla beslenmiştir.

Başta Arap, Osmanlı tarihçileri, Demir'den çok kötü bahsederler. Bunlara göre, Demir, âdeta
büyük çapta bir serseri, bir katildir. Bir kan dökücüdür.

____________
(1) Falcılara göre, Demir'in cihangir olacağına işaretti.

17
Ahlaktan nasibi yoktur. İnsaf, merhamet nedir bilmez. Dünyayı ateşe vermiş ve boyuna
öldürmüştür. Bütün eseri budur.

Fakat hakikat böyle midir?

Asla!..

Volter gibi amansız bir kritik bile, Milletlerin Adet ve Dehaları adlı eserinde Demir'i tarihçi
Arabşah'a karşı müdafaa etmiştir.

Demir, tarihini günü gününe yazdırırdı. Ve buna çok ehemmiyet verirdi. Acemin, Tatarın en
büyük âlimleri, vakaları oldukları gibi tutarlardı. Demir, kumandanları yanında bulundukları
halde bu yazılan şeyleri okuturdu. Yazıcıların hakikatten ayrılıp ayrılmadıklarına bakardı.
Kendilerinden doğru ve sade yazmalarını, tantanalı üsluba kapılmamalarını isterdi. Bu tutulan
günlük vakalar bir araya toplandı. Ve onun ölümünden yirmi yıl sonra, torunu İbrahim
Sultan'ın emriyle, Molla Şerafettin Yezdî tarafından Zafernamei Emir Timur Gürgân adıyla bir
tarih kitabı halini aldı.

Şerafettin, hemen her muharebesinde Demir'in yanında bulundu. Ankara Meydan


Muharebesi'nde de beraberdi.

Demir'in bir de, Tüzükât adıyla kendi eseri vardır. Bu, tüzeler demektir; yani, nizamlar.
Kitapta, sahibinin devlet prensiplerini görüyoruz. Eserin aslı Çağataycadır. Sonra Farsçaya
tercüme edilmiştir. 1776 yılında Fransızca, 1923'te Türkçe olarak bastırılmıştır.

Demir'i en çok ve en yakından ifade eden bu iki esaslı eserdeki görüşler ve yansız "tarafsız"
tarihçilerin anlattıkları işleri göz önünde tutarak, Demir'in devlet politikasını anlatmaya
çalışacağız.

Zamanımızda hileli, dalavereli, aşağılık, sinsi bir muameleden, bir hareketten bahsedilmek
istenildiği vakit, Makyavelce denir. Machiavelli'nin Prens adlı devlet politikası kitabı buna
belge gösterilir.

Roma Üniversitesi profesörlerinden Del Vecchio, Hak Filozofisi adlı eserinde, bu klasik
anlayışı temellerinden yıktı. Machiavelli'nin Prens'ini yüksek bir morale dayattı.*

__________
* Giorgio Del Vecchio, Hukuk Felsefesi Dersleri, Çeviren: Suut Kemal Yetkin, Maarif Vekâleti Yayını,
İstanbul, 1940, s.50 vd. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

18
Halbuki Demir'in yazdığı tüzeler, gördüğü işler, bu konuda münakaşa kabul etmeyecek kadar
açık bir moral mahsulüdürler. Tanıdığım cihan fatihleri içinde politikalarını Demir kadar
morale, ahlaka dayamış olanları görmedim, okumadım.

Ben elimden geldiği kadar, dedikodulardan uzaklaşarak, dünyayı yenmiş olan bu Türk oğlu
Türkü içyüzüyle, hakiki çehresiyle tanıtmaya çalışacağım.

19
II
DEMİRİN MÜSLÜMANLIĞI

Aksak Demir, kuvvetli, inanlı bir Müslümandı. Leon Cahun'un Asya Tarihine Giriş adlı
eserinden bunu anlamak pek kolaydır. Bu kadar araştırmalara da lüzum yok... Bunu kendi
kitabı olan Tüzeler'den de anlayabiliriz.

Demir'in ifadesine göre, putlara tapanlara harp açmak, böylelikle Müslümanlığı yaymak,
Müslüman bir devlet reisine ve ordusuna borçtur. Onun Hint'e ve Çin'e açtığı seferlerin sebebi
de budur.

Demir, yetmiş yaşında idi. Çin'in fethine hazırlanıyordu. Fakat zabitlerinde, askerlerinde
hoşnutsuzluk emareleri sezdi. Önce bunları kandırmak, sonra da arzusunu yerine getirmek
yolunu tuttu. Düğünler yaptı. Şehzadeleri evlendirdi. Eğlentiler iki ay sürdü. Bol bol bahşişler,
hediyeler verdi. Zabitlerini istediği yerlere götürebileceğini anlayınca, yanına çağırdı. Ve şu
yolda seslendi:

"Kahraman arkadaşlar!

"Tanrı'nın bize olan iyiliklerini hepiniz bilirsiniz. Bizi bunca fetihlere, başarılara eriştirdi. Bu,
Tanrı iyiliklerinin bir belgesidir. Fakat ne yazık ki, zafer keyfiyle Müslüman kanları da döktük.
Bunlar birer cinayettir. Bu büyük günahlardan yıkanmamız gerekir. Çin kâfirlerle doludur.
Bunun için de yeni büyük işler başarmamız gerektir. Çin kâfirlerle doludur. Biz orada Allah'ın
adını yükselterek günahlarımızın affını elde edebiliriz. Gidip o, putlara tapanların tapınaklarını
yıkalım. Bunların yıkıkları üzerine camiler kuralım. Günahlarımızı oralarda yıkayalım. Zira ariğ
'mukaddes' savaş, günahları yıkar götürür."

20
Bu söylev üzerine zabitlerin hepsi heyecana geldi. Teklifi büyük sevinçle benimsediler.

Demir, gümüş, altın, elmas takımlı bir kır at üstünde ve yanında, 200 000 asker olduğu halde,
buzlar üstünde, kar fırtınaları içinde, Semerkand'dan Çin'e doğru yürüdü. (28 Birincikânun
[Aralık] 1404.) Otrar'a vardığında zatürreeden öldü.

Molla Şerafettin Yezdî'nin, Demir'in ağzından naklettiği söyleve şöyle bir göz atılır, biraz
düşünülürse, görüşümüzün yanlış olmadığı anlaşılır sanırım.

Demir, kuvvetli bir Müslümandı. Harplerini Müslümanlığa dayatırdı. O kadar ki, İslamlık
politikası yanında milliyetçilik ikinci, üçüncü plana düşüyordu. Maveraünnehir Türkleri, İslam
dinini ka¬bul ettikten sonra milliyetlerini din uğruna feda ettiler; Araplaştılar. Türklüklerini
büsbütün unuttular. Maveraünnehir'in 13. asır Türkleri Müslüman olmakla beraber, Rusya ve
Kafkasya'daki Kıpçaklar için, onlar da bizim kanımızdan diyorlardı. Lakin 15., 16. asırlarda
onların adını işitmek istemediler. Rusya'dakilere Nogay kâfiri ve Kalmuk derlerdi.(1)

Demir'in Tüzeler 'ini, Fransızcaya tercüme eden Langles, eserin başlangıcında böyle diyor;
Leon Cahun, Asya Tarihine Giriş adlı kitabının Demir bölümünde bu görüşü ısrarla müdafaa
ediyor.

Bu yolda şahit göstermeye bile hacet yoktur. Demir'in kendisi "Hükümet kuvvetimi İslamlığa
dayamakladır ki, büyük başarılar elde ettim!" demektedir.

İslamcılık politikası yanında milliyetçilik ikinci, üçüncü plana düşmekle beraber, yine, az çok
duygulara hâkimdi. Nitekim Demir, İran seferleri sırasında, bir gün, Tos'a uğradı. Acem şairi
Firdevsi'nin kabrini görmek istedi. Devlet erkânıyla oraya gitti. Ve aşağı yukarı şöyle bir
hitabede bulundu:

(1) Kalmuk tabirini, Maveraünnehir Türkleri, eski dinlerinde kalan Türkler hakkında kullanırlardı.

21
"Ey Firdevsi! Sen Şehname'nde milletinin, Türkler üzerine kazandığı galebelerle övündün.
Kalk gör, bugün İran topraklarıyla beraber, mezarın Türk kahramanlarının* ayağı
altındadır!"(2)
Demir, Tüzelerinde, devlet işleri başına yabancı getirilmemesini ısrarla tavsiye etmektedir.
Aksi hareketin devleti temellerinden sarsacağını söylemektedir. İleride bu konuya tekrar
ilişeceğiz.

Bana denebilir ki: Demir yalnız putlara tapanlarla, Hıristiyan Ermenilerle değil, fakat bunlar
kadar, belki daha fazla Müslümanlarla savaştı. Hatta İslam-Türk devletleriyle boğuştu. Ve
bunların felaketlerine sebep oldu.

Mesela, Altınordu devletini yok etti. Ve o gün bugün bu devleti yaşatan Türkler, Moskof
boyunduruğundan bir türlü boyunlarını kurtaramadılar. Yıldırım Beyazıd'ı yendi. Osmanlı
devletini bir asır geriletti. Bağdat hükümdarı Ahmet Celâyir'i, Karakoyunlular Hanı Kara Yusuf
u yerin dibine geçirdi. Suriye hükümdarı Fereç'i perişan etti. İran'ı çiğneye çiğneye bitirdi.

Demir, bu halleri şu yolla izah eder gibidir:


Savaştığı İslam memleketleri dinde kayıtsız imişler. Hükümdarlarının ahlaksızlığı, valilerinin
halk üzerindeki zulümleri dayanılmaz bir hal almış. Bazıları da kendisine kötü kasıtlar
hazırlamışlar. Hem devletini müdafaa hem de bunları terbiye etmek lazımmış.

Şurası muhakkak ki, Mısır hükümdarıyla Kara Yusuf ve Ahmet Celâyir, Demir aleyhine ittifak
etmişlerdi.

Bundan başka, Kara Yusuf Kabe'ye giden hacıları soyuyormuş. Yıldırım bunu korumakla
beraber, kendisinin himayesinde olan topraklara çapullar yapıyormuş. Ahmet Celâyir, aynı
zamanda fesatçı imiş, zalim imiş.

Suriye hükümdarı Fereç, elçilerini tahkir ve hapsetmiş. Bu yetmiyormuş gibi, kendisine


hakaretle dolu bir de mektup göndermiş.

* Yeni Sahalı gazetesindeki tefrikada "Türk kahramanlarının" sözcükleri yerine "bir Türk oğlunun"
sözcükleri yer alıyor. (Kaynak Yayınları’nın notu.)
(2) Demire mal edilen Farsça bir şiirden.

22
Bundan başka Şamlılar ahlaksızmış. Muhammed evladına ve Hazreti Ali'ye zulmeden
Emevîlere yardım etmişler. İnsan, Muhammed evladına nasıl düşmanlık edebilirmiş?..
Şamlıların o vakitki cinayetlerini Tanrı Demir'in eliyle cezalandırmış.

Demir, girdiği, fethettiği yerlerde İslam ulemasını kılıçtan esirgedi. Şam yangını müstesna
olmak üzere, camileri, medreseleri korudu. Buna belli başlı sebep, ulema, dinin direği;
medrese, dini besleyen, yükselten bir müessese; cami, Allah'ın evi idi. Bundan başka Seyyid
Bereket adında peygamber sülalesinden bir adam, daima Demir'in yanında bulunurdu.
Muharebelere girerken önce bunun duası alınırdı.

Demir, Tüzeler'inde diyor ki:


"Din ve kanunlar üzerine kurulmayan bir devlet uzun süremez. Böyle bir devlet çıplaktır.
Kendini gören herkese karşı, gözlerini yere diken ve hiçbir kimse yanında hürmet görmeyen,
itibarı olmayan adama benzer. Böyle bir devlet, tavansız, kapısız, avlusuz, duvarsız ve her
önüne gelene açık bir eve benzer.

Bunun için ben, devletimi İslamlık üzerine kurdum. Hükümetimi idare için kanunlar yaptım. Bu
kanunlara hükümdarlığım süresince riayet ettim.

Kalbimde doğan ilk kanun, dini dünyaya yaymak ve Hazreti Muhammed'in şeriatını
sağlamlaştırmak oldu. Her köşeye İslamlığı, bu nuru ulaştırdım. Ve bu din, devletimin süsü
oldu!"

Peygamber, sülalesinden Zeynüddin Ebubekir, Demir'e yazdığı mektupta:


"İslam dinini, bütün dünyaya yaydığından dolayı, din yayıcı unvanı senin hakkındır.
"Tanrı! Hazreti Muhammed'in dinini yükseltmek isteyenlere yardımcı ol!
Müminler kahramanı Demir bilmelidir ki: Dini koruma işinin kendisine emanet edilmesi Allah'ın
ona bir ihsanıdır. Allah'ın iyiliklerinin artması için Demir de iyi işlerini artırmalıdır" demektedir.

23
Bu parçaları, Tüzeler'in başlangıcından aldım. Mektup çok uzundur. Peygamberden sonra,
Demir'e kadar İslamlığa hizmet etmiş büyük adamlar ve eserleri anlatılmaktadır. Bu sırada
kendisine de Müslümanlığın yenileştiricisi, müceddidi unvanı verilmektedir.

Bence, Demir'in İslamlık bakımından güç izah edebileceği bir harbi varsa, o da Yıldırım
Beyazıt'la olan Ankara Meydan Muharebesi'dir. Gerçi, Yıldırım, Kara Yusuf u ona vermedi.
Fakat şerefini kıskanan bir devlet yoktur ki, kendine sığınan bir hükümdarı, hatta bir ferdi
hasmına teslim etsin. Dünyaya kılıç sallayan, bütün bir âlemi kılıcına baş eğdiren bir devlet bu
teklifi nasıl kabul edebilirdi? Yıldırım'dan kaçıp giden beyleri Demir, ona geri verir miydi?

Toktamış'ı Altınordu hükümdarına teslim etti mi?..

Nitekim, Hoca Sadeddin'in Tacüttevarih'le anlattığına göre, Yıldırım, Demir'e yazdığı


mektupta:
"Topraklarımız kimsesizlerin sığmağıdır. Geri verilmezler. Onlara kılıç çekmezler. Korunurlar"
diyor.

Demir'in kendi ifadesine göre de, muharebenin asıl sebebi bu olmuştur!..

Feridun Bey Münşeat'ında. Yıldırım'ın Demir'e "Kudurmuş köpek!" hitabıyla başlayan


mektubu, aslı faslı olmayan bir belgedir.

Bir aralık barışır gibi oldular. Yıldırım, bu iş için elçilerini bile göndermişti. Demir, fikrini
değiştirdi. Barış konuşmaları yerine elçilere ordusunu gösterdi. Ve Ankara üzerine yürüdü.
Buna Mevlâna Teftazani gibi büyük din âlimleri razı değildiler. Hatta askerleri bile, muharebe
bittikten, Beyazıt esir düştükten sonra bir müddet gücenik kaldılar.

Bence, Ankara Savaşı'ndan iki taraf da suçludur. Fakat suçun ağır, çok ağır yanı Demir'in
omuzlarındadır. Biri Sivas'ı ve Şehzade Ertuğrul'u, öteki de Erzincan'ı vurdu.

24
Bütün bunlarla beraber, Demir'in günahlarını biraz daha hafifletmek imkânı yok değildir.
İslamlık davasını güden hükümdarlar arasında Demirden başkası Müslümanlarla dövüşmedi
mi?

Osmanlılardan Birinci Selim İslam devletlerinden başkasına kılıç çekti mi?!

Asla! Ve yalnız Müslüman devletleriyle savaştı.

Biz, Selim bu hareketi İslam birliğini kurmak için yaptı diyoruz. Ve halife padişah unvanıyla
ona saygı gösteriyoruz. Güzel... Fakat Demir için de bu bakımdan bir Türk birliği yaratmak
istedi ve bunun için Türk-Müslümanlarla dövüştü denemez mi? Nasıl ki Ankara Savaşı'ndan
biraz önce, Yıldırım Beyazıt Anadolu beyliklerini silip süpürmüş ve burada Türk birliğine vücut
vermişti, Demir bu işi daha geniş çapta başarmış ve bir milli bütünlük yaratmıştı. Ne yazık ki,
evlatları adam çıkmadı. Vücut bulan Türk birliği de dağıldı gitti.

Demir haris, Yıldırım mağrurdu. Hırsla gurur karşılaşınca, anlaşmalarına imkân yoktu. Nitekim:

Demir diyor ki:


"Nasıl ki, gökyüzünde bir Tanrı varsa, yeryüzünde de tek bir hükümdar olmalıdır."

Yıldırım buna:
"Tanrı beni, önüme çıkanı yenmek için yarattı" karşılığını veriyordu.

Şu ikinci bölümün analizinden anlaşılıyor ki, haksızlıkları ne olursa olsun, Demir'in politika
temellerinden birisi ve belli başlısı İslamlıktır. Belki bunu istilalarına vasıta yapıyordu. Olabilir.

Demir'in mumyalanmış cesedi, vasiyeti icabınca, Semerkand'da İmam Berke için yaptırdığı
haşmetli türbeye gömüldü. O, sağlığında:
"Mahşer günü kalkınca Hazreti Muhammed'in torunlarından bu zatın eteklerine yapışırım..."
derdi.

25
III
AKSAK DEMİRİN ADALETİ:
"Haklı olanların hakkını hiçbir vakit kaybettirmedim." O, adalete en büyük önemi vermektir.
Çünkü böyle bir esasa dayanmayan bir devletin bekasına imkân olmayacağı kanaatini
beslemektedir.

Diyor ki:
"Haklı olanların hakkını hiçbir vakit kaybettirmedim. İntikamla hareket etmedim. Böyle bir hırsa
hiç düşmedim. Allah'ın kullarına karşı şiddet ve zulümden sakındım. Bunlara karşı daima iyi
kalpli, güler yüzlü davrandım."

Piri, Demir'e şunları yazıyordu:


"Demir bilmelidir ki, hükümet Tanrı idaresinin bir kopyasıdır."

Bossuet de, Mukaddes Kitap Politikası adlı kitabında, Louis XIVe böyle söylüyordu.

Piri yine devamla diyor ki:


"Memurlarını ve bunların reislerini gözünün önünde tut. Sana itaat etsinler. Ödevlerini mutlaka
başarsınlar. Halk sınıflarına hak ve mevki tayin et ki devletinde akıl ve hak hüküm sürsün.
İşlerinde, tebaan arasında kanunu unutma. Unutursan hükümetinin altüst olması gecikmez."

Demir, bunları dinledi, bunlara saygı gösterdi mi?

Kendisi diyor ki:


"Pirimin mektubunu alınca, dediklerini yapmaya acele ettim."

26
Demir ilk defa kabahat işledikleri adliyesince sabit olanların suçlarını bağışladı. Fakat bu
gibiler tekrar suç işlerlerse cezaları ağır olurdu. Bu, bir çeşit bugünkü tecil sistemidir.

Demir, oğullarından biri hakanlığa göz dikerse, onun katline veya azasından birinin
kesilmesine, gözünün çıkarılmasına, kör edilmesine, fena muamele yapılmasına emir ve
müsaade vermezdi. Bundan çekinirdi. Yalnız bu gibileri, niyetlerinden vazgeçtikleri
anlaşılıncaya kadar hapsettirirdi. Buna sebep, devlet içinde kan dökülmesinin önüne geçmek
kaygısı idi.

Torun veya hısımlarından biri isyan çıkarırsa, onun malını mülkünü elinden alır, dilenecek hale
getirirdi. O, buna, kendi deyimiyle "derviş kılmak" diyor.

Osmanoğullarında âdet, hatta kanun, isyan çıkarmasalar da, oğul ve kardeşlerin


öldürülmesine müsaade ediyordu. Her Osmanlı padişahının tahta çıkışı, kurban kardeşlerin
kanlarıyla kutlanır, süslenirdi!

Bu hali haklı göstermek isteyen, padişahlardan fazla padişahçılar, sebep olarak, vatan, millet
menfaatları için bu yolun tutulmuş olduğunu söylerler!

Bütün bir tarih boyunca uzanan, böyle kanlı bir cinayeti haklı göstermeye kalkışmak, onu
işleyenden daha alçak bir duruma düşmek değil de nedir?

Niçin, başka milletlerin başlarındaki hükümdarlar, hatta bir Türk devlet reisinden başka bir şey
olmayan Demir, bu gibi facialara tenezzül etmediler.

Osmanoğulları kardeşlerini öldürtmekle sanki diğer devletlerden daha emin bir durum mu
elde ettiler?

Bu sorunun karşılığı:
Hep, isyanlar karşısında kaldıklarıdır.

Ali Seydî, Osmanlı Tarihi'nde der ki:


III. Murad tahta çıkar çıkmaz, 19 erkek kardeşini öldürdü. Bunların Ayasofya'da namazlarını
kıldıktan sonradır ki, vezirler siyah elbiseleriyle cülus tebrikine gittiler.

27
Yine bu padişah dokuz kız kardeşini de ayrı ayrı hapsettirdi. Anaları bunları ayda yılda bir
görebileceklerdi.

Demir, bu gibi kanlı maskaralıklardan tiksiniyor, adalet ve hakkaniyeti elden bırakmıyordu.

Demir, memur öldürmekte de asla ileri gitmezdi. Vazife görmeyen reisleri işten çıkarırdı.
Devlet içinde kargaşalığın önüne geçemeyenlerin rütbelerini indirirdi. Bu gibileri ta kâtipliğe
kadar düşürür, yine öldürmezdi. O kadar ki: Bir vezir, onu düşürmek için bir proje tertip etmiş
olsa bile, hemen ölüm cezasıyla cezalandırmaktan sakınırdı. Önce işi iyice inceler, doğru olup
olmadığını anlardı, hükmünü buna göre verirdi. Çünkü, maksatlarını elde etmek için doğruyu
yalanla örtbas eden kötüler az değildir. Bunlar, bu gibi fesatlıklarıyla devlete canla başla bağlı
olanları ortadan kaldırmak, meydanı fenalara bırakmak isterler.

Demir'i, Ayko-Demir ile böyle bir duruma sokmak istemişlerdi. Muvaffak olamadılar. Fakat
günün birinde nedimlerinin sözlerine kapıldı. En sadık devlet adamlarından Abbas'ın kanına
girdi. Sonra, Abbas hakkında söylenen şeylerin, baştan başa iftira ve yalan olduğunu
anlayınca hüngür hüngür ağladı, çok pişman oldu. Fakat, iş işten geçmişti. Son pişmanlık
para etmedi.

Osmanoğulları vezir kellesi düşürmekte o kadar ileri gittiler ki, rakibin ölmesi için padişaha
vezir olması dilenirdi. Gün geldi, devlet adamsız kaldı.

Demir, hırsızlara, sarhoşlara, hatta ırza geçenlere bile keyfi muamele yapılmasına müsaade
etmezdi. Bunlar hâkim huzuruna çıkarılırlar, kanunlar hükmünce cezalandırılırlardı.

Demir'e göre:
"Hakan her işte adaleti gözetmelidir. Vezir seçerken onun adil olmasına dikkat etmelidir.
Çünkü adil bir vezir, zalim bir hakanın kötülüklerini tamir eder. Fakat vezir de hakan gibi zalim
olursa, hükümet binası yıkılmakta gecikmez.

28
Misali şudur ki:

Emir Hüseyin'in bir veziri vardı. Halk ve askerlere keyfine göre muamele yapardı. Onları
haksız cezalandırırdı. Kanunu hiçe sayardı. Bu kötü adamın adaletsizliği az zaman içinde
efendisinin parlak durumunu söndürdü."

Demir, tefecilerle insafsız zenginlerin fukarayı ezdiklerini çok iyi biliyordu. Bunun için bu
gibileri hususi memurlarla takip ettirirdi. Bunlarla beraber devlet gelirlerinden suiistimal
edenlerin cezaları kanunen ölümdü.

29
IV
AKSAK DEMİRİN İDARESİ

Demir'in devlet idaresi, aklın, mantığın, hakkın, moralin icaplarıdır. Diyebilirim ki, bu idare
sistemi bugün de kıymetinden kaybetmiş değildir.

Demir, ahali ile doğrudan doğruya temasta bulunurdu. Onların dertlerini böyle dinler ve
anlardı. Onlara iyi idare adamları gönderirdi. İdare amirlerini çok iyi seçerdi. Adam seçmek
kabiliyeti pek yüksekti.

O, hükümetçilik fikrini şöyle ifade ederdi:

"Biz, Tanrı'nın bizlere emanet ettiği tebaanın iyiliği, mesut olması için çalışmaya borçluyuz.
Tebaamın iyiliğine çalışmak benim tek ülkümdür. Tebaamdan bazılarının mahşer günü
İntikam!' diye eteklerime sarılmalarından korkarım!"

Demir diyor ki:


"Devlet işlerine yabancı, el sürmemelidir. Bu, hükümet hikmeti icabıdır. İdare yabancı ellere
verilmemelidir. Çünkü dünya, çok sevilen bir güzeldir. Seveni de pek çoktur. Korkulur ki,
yabancı biri saltanat sürmek arzusuyla tahta çıkar. Emir Mahmut'un hali böyle oldu."

Demir'in bu radikal görüşü çok yerindedir. O, bize misal olarak yetiştiği ve bildiği Emir
Mahmut'u gösteriyor. Fakat biz batı Türkleri bu prensipe göre hareket etmediğimizden ne
kadar acılar çektik!

30
Hele İspanya'daki Arap devletinin yok olması, Demir'in bağırıp çağırdığı bu prensibe uygun
hareket edilmemesinden ileri geldi. Şair Ziya Paşa'nın Endülüs Tarihi bu bahiste dikkatle
incelenmeye değer ibret tablolarıyla doludur.

Osmanlı saltanatı asırlar ve asırlarca yabancı unsurların ellerinde kaldı. Çöküş, yokoluş
çağlarını bu unsurlar hazırladı. Öz Türklerin çektikleri bunların yüzündendir. Anadolu zaman
zaman baş gösteren kanlı isyanlar, hep bu yabancı unsurlara karşıdır.

Demir'in prensibi kendi kurduğu devlet içinde ne dereceye kadar sayıldı?

Bu sorunun karşılığı çok hazindir. Sağlığında Demir, buna riayet etti. İşte o kadar. Ölümünden
sonra hiçbir kıymet ifade etmedi. Ne yazık ki, onun nesillerinden adam çıkmadı. Kurduğu
koskoca bir cihan imparatorluğu, kısacık bir zaman içinde yok olup gidiverdi. Gerçi bu
imparatorluğun çöküp gitmesine yalnız bu esasa riayetsizlik sebep olmadı. Demir'in evlatları,
torunları birbirlerine girdiler. Bu birbirine giriştir ki, onun imparatorluğunu tuzla buz etti, eritti.

Demir, vezirlerinde şu hasletleri arardı:


A - Vezirin idareci olduğu kadar, maliye işlerinden anlamasını.
Çünkü, Demir'e göre maliye işlerinin saat gibi işlemesi, devlet, hükümet işlerinin yolunda
gitmesi için bir zaruret idi.
Demir'e göre ordu her şeydi. O, her şeyden üstündü. Ordunun altı aylığını peşin verirdi.
Maliyecilikte vecizesi şu idi:
"Fazla isteme, değerinden ziyade verme!"

B - Vezirin, kinci, öç alıcı olmamasını.


Çünkü, kinci ve öç alıcı adam, memleketi, milleti değil, kendini düşünür. Bu gibi vezirler
devleti batırırlar. Bunları hemen kovmalıdır.
Demir, bu prensibe misal olmak üzere şu olayları anlatıyor:
"Selçukilerden Melik Şah, Nizamülmülk'ü azletti, yerine alçak bir adam getirdi ve devletini
berbat etti.

31
Abbasilerden Müta'sam Billâh'ın başına da aynı hal geldi. Ulkami adında karaktersiz,
kötülüğüyle tanınmış birini yanına vezir aldı. Bu adamın efendisine eski bir kini vardı. Nihayet
halifeyi aldattı. Müta'sam Billâh'ı öldürttü. Devlet Hülâgû Han'ın eline düştü."

C - Vezirin haksızlık yapmamasını.


Çünkü, haksızlık olan bir yerde, devletin ömrü olmaz.

D - Vezirin güler yüzlü, tatlı dilli olmasını:


Çünkü, böyle kimseler kendini herkese sevdirir. Tatlı dil yılanı delikten çıkarır.

E — Vezirin her söylenene kulak asmamasını.


Çünkü her söylenene kulak asanlar, yapacaklarını şaşırırlar. Nasreddin Hoca'nm eşek
hikâyesi pek meşhurdur:

Hoca bir gün eşeğe binmiş. Çocuğunu önüne, karısını terkisine almış. Yolda birine rastlamış.
Herif şöyle mırıldanıyormuş:
"İnsafsız adama bak! Zayıf eşeğe üç kişi binmişler. Merhameti bir yana atmış..."

Hoca düşünmüş. Fikri doğru bulmuş. Çocuğu indirmiş, yoluna devam etmiş. İkinci bir yolcuya
rastlamış. O da şunları söylüyormuş:
"Amma katı yürekli adammış ha! Masum çocukcağızı yürütüyor da kendisi biniyor!"

Hoca, bunu da doğru bulmuş. Çocuğu bindirmiş, karıyı indirmiş. Fakat üçüncü bir yolcu da:
"Amma, terbiyesiz adammış ha! Hiç karı yaya yürütülür mü? Kadın yürürken erkek eşeğe
biner mi?"

Bu defa Hoca, karı ile çocuğu bindirmiş, kendisi inmiş...

Diğer bir yolcu bu hali pek ayıplamış ve "Şu serseme bak! Kendisi yaya gidiyor. Çocuğu
saygısız yapacak" demiş.

Artık Hoca, yapacağını şaşırmış, eşeği durdurmuş. "Gelin çocuklar demiş, her lafa ayak
uydurulmaz. Herkesi dinlersek kimseyi memnun edemeyiz. Biz bildiğimizi yapalım. İlk önceki
gibi üçümüz de binelim ve yürüyelim!"

32
Her söylenene kulak asan devlet adamı da Demir'e göre işte böyledir.

F - Vezirin, hırslı olmamasını.


Çünkü, hırs insanı kötülüğe götüren bir hastalıktır.

G - Devlet, millet işlerinde fedakâr olmasını.


Çünkü, devlet işleri fedakârlık ister. Fedakârlık halkın hürmetini, sevgisini kazandırır. Büyük
işleri, güzel işleri fedakâr insanlar başarırlar.

H - Vezirin, çok sabırlı olmasını.


Fransa edebiyat tarihinde kendisine önemli sayfalar ayırtan Buffon der ki: "Deha, sabra en
yüksek eğilimden başka bir şey değildir." Demir'e göre, devlet adamı, olur olmaz şeylere
kızmayacak; fırsat çıkıncaya kadar hasmına dahi bir şey sezdirmeyecek; sabırla, düşünceyle
hareket edecek.

İ - Vezirin, olup biten şeyleri bilmesini, önceden sezmesini ve son derece uyanık olmasını.
Bir isyanı, bir kargaşalığı, bir hadiseyi önceden sezmeyen, hele onu bastıramayan bir kimse
devlet adamı olamazdı. Vezir o kadar uyanık ve intikal çabukluğuna sahip olacak ki, bir
meselimizde denildiği gibi "Leb demeden leblebi"yi anlamalıdır.

Lafın kısası, Demir'e göre devlet adamının iyi tarafı, kötü yanından üstün basacak. Zira
dünyada her yanı mükemmel adam bulunmaz; hayatta dört başı mamur insan olmadığı gibi.

Demir, Tüzelerinin başka bir yerinde vezir için şu şartları da koşuyor:


1) Vezir yüksek duygulu, asil ruhlu,
2) İnce ve geniş kavrayışlı, akıl sahibi,
3) Asker ve ahali ile hoş geçinmek kabiliyetine sahip,
4) Barışkan ve affedici olmalıdır.

Demir'e göre böyle bir adama hükümet idaresi ve halkın mukadderatı terk edilebilir.

33
Fakat böyle bir devlet adamından şu dört şeyi esirgememelidir:
1) Ona inanmayı,
2) Saygı göstermeyi,
3) Hareketlerinde serbesti tanımayı,
4) Fikirlerini icra edebilmek için nüfuz ve kudret vermeyi.

Demir'e göre, yukarıda kaydettiğimiz hasletleri şahsında toplayan bir vezir, hakanın
yolsuzluklarını da yoluna koyar, örter. Devlete çeki düzen verir.

Hakan, devlet dizginlerini elinden kaçırmamak şartıyla, kimsenin fikrini aşağı görmemelidir.
Vezirlerini dikkatle, ilgi ile dinlemelidir. Faydalı fikirlerin icabını yerine getirmelidir.

Demir'in devlet politikasına göre, memlekette, millet içinde sükûnu yaşatmak, asayişi, nizamı
korumak, hakana ve bütün devlet adamlarına düşen vazifenin başında gelir.

O, yeni fethettiği yerlerde önce bu işe bakar ve asayişi mutlaka kurardı. Şakileri, yol kesicileri,
hırsızları o kadar sindirmişti ki, zamanında, dağlarda başlarında altın dolu tepsi ile gezenlere
bile ilişilmezdi.

Asayiş, sükûn, nizam kurmak, Demir'e göre, zayıfı güçlüye karşı korumanın amentüsü idi.
Asayiş olmayan bir yerde, zayıf güçlünün mahkûmu, zebunu olmaya mahkûmdur. Böyle bir
devlette hak yoktur. Hakkın yeri olmayan bir devlet de ölmüş demektir.

Tacirler ticaretlerini, çiftçiler ziraatlarını, sanat adamları sanatlarını serbestçe, emniyet içinde
yapabilmelidirler ki, devlet mamur olabilsin.

Demir'in bir güzel huyu da şu idi:


Meclisinde, edebiyat, şiir, tarih, hukuk, şeriat âlimlerini bulundurur ve bunlara münakaşalar
yaptırırdı. Ana tarafından büyük dedesi olan Cengiz Kaan da böyle yapardı. Yalnız,
münakaşacılar hiddete gelip de fazla bağırmaya başlarlarsa, bu, hakana karşı saygısızlık
sayılırdı. Türk âdeti icabınca, bu gibiler dışarı çıkarılırlardı. Orada temiz bir dayak atıldıktan
sonra, tekrar içeri getirilirlerdi!

34
Demir'in memleket ve düşman durumuna karşı haber teşkilatı olağanüstü idi. Memleketinde
olan biten işlerden günü gününe haberler alırdı. Düşman ahvalini takibe memur adamları
vardı. Bunlar da her zaman yazarlar, Demir'i aydınlatırlardı.

Demir, büyük küçük seferlerinin hepsinde mutlaka haberli olurdu. Gerek iç, gerek dış
bakımdan...

35
V
AKSAK DEMİRİN BAYINDIRLIK (NAFIA) İŞLERİ

Bu görümden Demir, az çok devletçi idi. Memleketini yollar, bahçeler, köşkler, saraylar,
camiler, medreseler, güzel türbelerle süslerdi.

Dolmuş kanallar ayıklatılır, yıkık köprüler yapılır, ırmaklar üzerine yeni yeni köprüler kurulurdu.
Yollara ve buralara bekçiler konmuştu. Herkesin emniyet içinde dolaşmasına, çalışmasına
bakarlardı. Bir hırsızlık olursa yol bekçisine ödetilirdi.

Her kasabada, bir cami, bir medrese, bir hastane yaptırılmıştı. Her hastanede bir hekim
bulunurdu. Bu, devlet hekimi idi. Bunlardan başka yine her kasabada hükümet ve mahkeme
daireleri vardı. Dilencilik mutlak surette yasaktı. Dilenmeye mecbur olanlar için devlet
müesseseleri vardı. Bu gibi hastalara, kötürümlere bu müesseselerde bakılırdı.

Bir aralık Demir'in yanında bulunan İspanya elçisi Klaviyo bu cihan imparatorluğunun
mamurluğu hakkında şunları söylüyor:
"Demir, beni Keş'te, babasının mezarına götürdü. Onu azametli bir türbe içine gömdürmüş.
Burada her gün 200 koyun kesilir. Fakirlere dağıtılır. Saraylar, bahçeler, yirmi yıldan beri
çalışılan mozaikler, altın yaldızlı çinili büyük binalar var.

Semerkand'a gelince, burası Keş'ten daha güzeldir. Mescidişah, bahçeler, içinde ceylanlar,
sülünler, filler dolaşan yerler var. Fresk resimli salonlar, hamamlar, hastaneler birbirinden
güzeldirler.

36
Zırhlı harp elbiseleri yapmakla uğraşan ve binlerce amele çalışan birçok imalathaneler vardır.

Böyle büyük, ince, güzel eserler yanında, Demir, umumun menfaatlarıyla ilgili işleri de
unutmuyor. Maveraünnehir ovası kanallarla sulanmaktadır. Buralarda pamuk ziraatı çok ileri
gitmiştir. Kenevir, keten ziraatı da yapılıyor. Semerkand yanında kâğıt yapan tezgâhlar var.
Çin'in iktisadi hegemonyasından kurtulmaya çalışılıyor."

Babür de şunları anlatıyor:


"Semerkand'da duvarları Demir'in Hint muharebeleriyle süslenmiş saraylar var. Fresk ile
resimli köşkler var. Turkuvazlar, Mirzaların nefis hamamları, Çin resimleri nakşedilmiş bir
mescit! Demir'in torunlarından meşhur matematikçi ve kozmoğrafcı Uluğ Bey'in yaptırdığı
rasathane vardır. Bu rasathane üç kattır. Uluğ Bey, dünyaca kabul edilmiş zayiçesini* burada
yaptı. Kırk direkler, Bağı meydan, Çin porselenlerinden yapılmış odalar ve bir alay nefis
mescitler Semerkand'ı süsleyen eserlerdir.

Herat'a gelince, Ali Şir Nevayî bahçesi, kâğıt imalathanesi, Göztepe Sarayı, Zübeyde
Bahçesi, Oniki Hisarlar, Pazarı Hümayun, Büyük Bedesten, Ali Şir Nevayî Sarayı, türbesi,
camii, medresesi, tekkesi, hastanesi hamamları, bu memleketi zamanında eşsiz yapan
süslerdir."

Demir, yollar, köprüler, seyyahların, tüccarların barınacakları kervansaraylar yaptırmayı pek


severdi.

Demir'in bayındırlık işleri yanında, biraz da o çağda edebiyatın, musikinin, ilmin fennin
durumundan bahsetmemiz hiç de yersiz sayılmaz sanırım.

Demir zamanında, Maveraünnehirliler Farsça yazmayı terk ettiler. Çağatayca yazmaya


başladılar. Bu, Türkçemizin aslıdır.

* Zayiçe: Yıldızların belli zamandaki yerlerini ve durumlarını gösteren cetvel. (Kaynak Yayınları'nın
notu.)

37
Bu da, Demir'in Müslümanlık politikası yanında milliyetçiliğin büsbütün atılmamış olduğunu
gösterir. Zaten Türklerin varlıklarını, benliklerini, milliyetlerini kaybetmemelerinin asıl sebebi,
Leon Cahun'un da pek güzel anlattığı gibi, Türk dilinin sağlamlığı idi. Bütün yabancı kültür
istilasına rağmen, bu dil tutundu. Böylelikle Türklük de tutunmuş oldu. Dillerini kaybeden
milletler de kaybolup gittiler. Mesela, Mısır Çerkesleri gibi... Bunlar Arap oldular.

Hoca Ahmet adında bir edip, daha ileri giderek halk lehçesiyle yazmaya başladı. Fakat
Demir'in ilim ve saray lisanı Farsça idi. Tıpkı bir zamanlar Selçukilerde olduğu gibi. Osmanlı
saraylarına, Osmanlı ilim erbabına gelince, bunlar da Arapça ve Farsçayı Türk dilinden üstün
tutmuşlardı. Şu farkla ki, Osmanlılar, Arapça, Farsça, Türkçe ile karışık divan edebiyatlarıyla
şu ilk iki Türk devletlerinden biraz daha ilerlemişler, Türkçeye oldukça pay verdirmişlerdi.
Nitekim Selçukiler çağında İbni Bibi, Mevlâna Celâleddin Rumî gibiler eserlerini sırf Farsça
yazdıkları halde, Osmanlılarda Bakî'ler, Füzulî'ler, Nedim'ler vesaire başka bir çığır güderek
divanlarında Türkçeye az çok yer verdiler. Hele Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk asırlarında Âşık
Paşazade'ler, hattâ I. Selim zamanında Lütfi Pa-şa'lar tertemiz bir Türkçe iledir ki,
meramlarını ifade ettiler.

Şu gerçeği kaydetmeliyiz ki, Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya'da neşrettiği bir


emirnamesinde, Türkçeden başka bir dille yazmayı, konuşmayı yasak etmişti. Fakat bu, tek
bir teşebbüs idi.

Bence, bütün eksikliklerine rağmen, gerek resmi gerek hususi görümlerden Türkçeye en çok
yer veren, Osmanlılar olmuştur.

Bana denebilir ki:


"İnsaf et... Divan edebiyatına Türkçedir, diyebilir miyiz?"

İtiraf ederim ki, hayır!..

Fakat bu edebiyata, Farsça, Arapçadır dahi denemez.

Bu, Arapça, Farsça, Türkçe lisanlarından meydana gelen bir dil idi. Şu kadar ki, Selçukilerle
Demir zamanındaki saray ve ilim lisanlarından daha çok, daha ileri bir Türkçe idi.

38
Bu bahsin yeri burası değildir. Lafın kısasını söylemek lazımsa, Türk milleti için çıkar yol,
grameri, sentaksi, kelimeleri tertemiz bir Türkçe yazmak, bir Türkçe konuşmaktır.

Gelelim esas konuya:


Yukarıda adı geçen Hoca Ahmet'ten sonra Mîraçname, Bahtiyarname, Tezkeretülevliya
Uygur harfleriyle ve Uygurca yazıldı.

Maveraünnehir'in edipleri arasında Tüzeler'i ile Demir'i, torunu Mirza Halil'i, Seyit Ali
Hemedanî'yi, Hoca Bahaeddin'i, Lûtfullah Nişaburî'yi, Kemaleddin Hokendi, Ahmet Kermanî'yi
anabiliriz.

Bunlardan başka Teftazani gibi büyük hukukçular, lügatçılar, filozoflar, şairler, hicivciler,
romancılar, ahlakçılar, din âlimleri, tarihçiler, fen adamları Demir zamanıyla ondan sonraki
zamanları süslediler, zengin kıldılar.

Gelelim musikiye ve güzel sanatlara:

Türklerde musiki, tadına iyi varılmış güzelliklerden biri idi. Bunu yabancılar da itiraf ederler.
Mesela: Larousse'un büyük lügatında bile bu tasdik edilmiştir. Yalnız monotonluğundan
şikâyet edilmektedir. Fakat monoton olan Türk musikisi değildir. Türkün, kiliselerden,
havralardan Arap ve Parslardan aldığı, taklit ettiği melodiler, hakikaten monoton ve keder
verici havalardı. Fakat asıl Türk musikisi böyle değildir. O, icabında gayet oynak, icabında
kederli, icabında baştan başa heyecanlıdır. Bizim asıl ilerletmemiz, Avrupa melodisiyle
karıştırarak yaratmamız lazım geleni de, bence bu musikidir.

Demir ve torunları çağında, ney, harp, kanun belli başlı musiki aletleri idi. Ve bunları
olağanüstü çalan artistler vardı. Kanun, daha çok önceleri bir Türk fizolofu tarafından icat
edilmişti. Bu, meşhur Farabi'dir. Kısası Enbiya sahibi Cevdet Paşa'nın anlattığına göre, Farabî
kanunu ilk çaldığı zaman, dinleyicilerini önce güldürmüş, sonra ağlatmış ve daha sonra
uyutmuş imiş!

Babür diyor ki:


"Ebu Said'in muharebe tasvirleriyle süslü salonunda bir balo verildi. Hoca Hafız Celâleddin
ney çaldı. Sadi harp çaldı. Hafız teganni etti. Herat artistleri ahenkle çağırdılar."

39
Güzel sanatlar içinde en ileri giden, musiki idi. Buna, her güzelliğe, her ileriliğe düşman olan
mollalar bile ses çıkarmıyorlardı.

Resim de, minyatürcülük de çok ileri ve çok ince idi. İnsan bunları görüp okuduktan sonra,
Demir'i yalnız harp ve darp adamı sanmanın nasıl bir hata, ne büyük bir yanlışlık olduğunu
anlamakta güçlük çekmiyor; tarih önünde kızarıyor. Bütün bu sanat adamları Demir'in yanında
toplanırlar, meclis kurarlar, sohbetlerde bulunurlardı. Demir, bütün bunlardan hoşlanır, zevk
alırdı. Hepsine değerlerine göre hediyeler verir, münasip aylıklar bağlar, onları saadet ve
refah içinde yaşatmaya çalışırdı.

Çağımızda olduğu gibi, Demir zamanındaki -Türkler de rakslı eğlenceleri pek severlerdi.
Muharebeden zaferle çıkınca günlerce raks ederler, ettirirler, eğlenirlerdi.

Şerafeddin Yezdi'nin anlattığına göre, büyük Tataristan'ın fethinden sonra Demir'in ordusu
Volga kıyılarında yeşil çayırlar üstünde bir ay dinlendi. Zevk ve sefa etti. Zabitler Demir'le
beraber sofraya oturuyorlardı. Örülmüş saçları yerlere kadar uzanan genç güzel kızlar,
sofralara altın, gümüş kadehlerle içkiler sunuyorlardı. Türlü türlü havalar çalıyorlar ve
söylüyorlardı.

Heybetli, heyecanlı, gürültülü harp havalarını, savaş günlerini şimdi, aşk türküleri
dinlendiriyordu. Güzeller, türküler içinde oynuyorlardı.

Moğolistan'ın fethinde de böyle oldu. Ayna gibi parlayan sularından dolayı Yıldız adı verilen
yerde, çiçekli çayırlar üstünde içildi ve rakslar yapıldı. Demir, Yıldırım üzerine kazandığı zaferi
de, Yıldırım yanında olduğu halde, böyle kutlamıştı.

Demir, kanlı savaşlarını şiirlerle süslüyordu. Bu onun âdeti idi. Böylelikle biraz sükûn
buluyordu. Nihayet, trajedi de bir şiir değil midir?!

40
VI
İDARENİN BÜYÜK AMİRLERİ
Tüzeler'inde, Demir'in ağzından dinlediğimize göre, meclisinde dört vezir bulunduruyordu.
Bunlardan başka üç tane de kethüdası vardı:

1) Vilayetler ve halk veziri: Bunun vazifesi, Demir'e halkın halinden, idare işlerinden haber
vermek. Bundan başka, vilayetlerin gelirini ona teslim etmek. Halktan, ziraattan, ticaretten,
zabıta işlerinden hesap vermekti. Bu, şimdikilerden çok fazla işli, bir çeşit Dahiliye Vekili idi.

2) Asker Veziri: Bunun işi, Demir'e askerlerin vazifelerinden onlara verilmesi icap eden
paradan ve askerin hal ve durumundan daima haber vermekti. Bu makam, bugünkü Milli
Müdafaa Vekilliği'nin aynıdır.

3) Üçüncü vezir, seyyahlar ve sahipsiz mallar işleriyle uğraşırdı. Kaçakların, kaybolanların,


ölenlerin malları bundan sorulurdu.
Bunlardan başka koyun, mera, çayırlık ve göllerden alınacak vergileri toplardı. Kayıplarla
ölenlerin mallarını vârislerine verirdi.

4) Saray veziri: Gelirle masrafları, atların ve bütün hayvanların yiyeceklerini hesap ederdi.

İmparatorluğun maliyesiyle uğraşmak üzere üç kethüda daha vardı. Bunlar da vezir


derecesinde idiler. Vezirlerle beraber divan beyinin reisliğinde toplanırlardı. Divanda, maliye
işlerini kararlaştırdıktan sonra Demir'e bildirirlerdi.

41
Demir'in en çok ehemmiyet verdiği işlerin başında maliye geliyordu.

Bir de arz beyi vardı. Bu da büyük memuriyetlerdendi. Yüksek vazifesi, imparatorluk


nüfusunun artması, azalması ve hakanın başarmak zorundaki güç şeylerden ona haber
vermekti.
Şeyhülislam, kabineye dahil değildi. Bunun vazifesi, peygamber torunlarına ve din âlimlerine
verilecek tahsislerle, vasiyetlerle, vakıf mallarıyla meşgul olmaktı.

Daha birçok kâtipler vardı. Bunlar divanda sıra ile bulunurlardı. Kararlarla beraber, Demir'in,
yaptığı işleri, meclisinde geçen müzakereleri yazarlardı. Demir'in tarihi bunlara dayanılarak
yazılmıştır. Hükümet dairelerinden her birinde ayrıca birer kâtip bulunurdu. Bunlar da gelir ve
masrafları tutarlardı.

42
VII
AKSAK DEMİR'İN ORDUSU
Demir'in Tüzeler'inden anladığımıza göre, o, genel olarak devlet işlerinde olduğu gibi, ordu
idaresinde de yavaş ve çok sabırlı, çok düşünceli, fakat icabında çok sert ve çabuk idi.
O, diyor ki: "Politikaya muhtaç bir meselede hiçbir vakit politika yerine kılıç kullanmadım.
Orduyu harekete getirmedim. Bir kumandan hem politika hem de kılıcıyla fetih ve muhafaza
ederse, o, sahibüsseyf ve kalem (kılıç ve kalem sahibi) denilmeye layıktır."

Demir, bir yere asker çekeceği, göndereceği vakit çok ihtiyatlı hareket ederdi. Buna, uzun
uzun düşündükten, bin bir ihtimali göz önünde tuttuktan sonradır ki, karar verirdi. Bu dikkat,
bu ihtiyatlılık, onu muvaffak kılardı. Çok kuvvetli erkânı vardı. Bunların projelerini mutlaka
büyük başarılar takip ederdi.

Bugünün işini yarına bırakmazdı.

Şu birkaç satırın ihtiva ettiği esaslar Demir'in zaferlerinde, fetihlerinde belli başlı muvaffakiyet
etkenleri olmuşlardır.

Demir'in haber alıcı teşkilatı, idare bakımından olduğu kadar, askerlik görümünden de çok
kuvvetliydi. Sınırlarında, eyaletlerinde, kasabalarında, orduda birer birer haber kâtipliği vardı.
Bu büroların vazifeleri, valilerin, askerlerin, halkın, ordunun ve komşu orduların hallerini
Demir'e bildirmekti. Memlekete giren çıkan eşyayı, gelip giden yabancıları, kervanları da
yazarlardı. Bu kâtiplikler, yabancı kralların, prenslerin de hallerini bilirlerdi. Bunların verdikleri
haberlerin doğru olması lazımdı. Haberi değiştirirlerse, parmakları kesilirdi.

43
Askerler hakkında verilen haberlerde Demir çok titizdi. Bir askerin methe değer yerini ihmal
eden yahut onu başka türlü anlatan habercinin elini keserdi.

Haberci fenalığa sapar, yalan yazarsa cezası ölümdü.

Hecinli bin süvarisi vardı. Bin de atlı... Bunların vazifeleri, sınırlardan, eyaletlerden çabuk
haberler getirmekti. Demir, bu vasıta ile komşu hükümdarların kasıtlarından haber alırdı.
Bunlar aynı zamanda gördükleri, keşfettikleri şeyleri de hakana bildirirlerdi. Aldığı haberlere
göre ihtiyatlı, tedbirli dururdu. Bütün bunlar bilgilerini günü gününe, haftası haftasına, ayı
ayına hakana anlatmak zorunda idiler.

O, Oroz Han'ın Toktamış'ı yendiğini, Hindistan'ın ayrılık, kargaşalık içinde bulunduğunu,


Yıldırım Beyazıd'ın Demir'in eyaletlerini zapt etmiş olduğunu, Gürcülerin sınırları geçtiklerini
hep bu teşkilattan öğrenmişti.

Hindistan'da daha fazla kalırsa İran'da kargaşalığın artacağını haber aldı. Oradan çabucak
İran üstüne yürüdü. Ayaklananları demirle, ateşle yola getirdi.

Demir, yine bu vasıtalarıyla, milletlerin huy, âdet ve karakterlerini, eğilimlerini önceden bilirdi.
Ona göre tertipler alır, planlar yapardı.

Fethedilmesi lazım ve kolay olan memleketler şunlardı:

1) Zulme uğrayan. Bunları zulümden kurtarmak, Müslüman hükümdarın borcu idi.


Demir, Özbeklerin memleketini bundan dolayı aldığını, orada Şiiliği kaldırarak, adaleti
kurduğunu söylüyor.

2) Din ve ahlakı zayıf düşen ve Tanrı'nın eserlerini hakir gören.


Hindistan'ın başşehri Delhi'yi Sultan Mahmut'tan bunun için fethettiğini, şeriatı orada tatbik
eylediğini, eyaletlerdeki putataparların tapınaklarını yıktığını bildiriyor.

44
Bu gibi memleketler fethedilebilirler. Ve kurtarıcılar buralara yaklaşınca bütün yolların
açılacağına Demir emindir. Horasan'ı Kürt padişahlarından böyle kurtardığını anlatıyor.

3) Demir, "halk ve askeri partilere ayrılan imparatorluklar kolayca alınır" diyor. Faristan ile
Acem Irakı'nı böyle aldı.

Demir, tacirlerle, kervanlarla, kervan reislerine de vazifeler vermişti. Bunlar yabancı illere
giderlerdi. Tataristan'da, Çin'de, Hindistan'da, Mısır'da, Frenk illerinde, dünyanın dört bir
ucunda dolaşırlardı. Bir yandan ticaret yaparlar, diğer yandan bu memleketlerin halinden,
buralarda yaşayanların âdetlerinden, hükümdarların tebaaları hakkında hal ve hareketlerinden
Demir'e haberler getirirlerdi. Demir, seyyahlara çok iyi muamele ederdi. Bunlardan
memleketleri hakkında bilgi edinirdi.

Lafın kısası, haberci teşkilat Demir'in en kuvvetli devlet müesseselerinden birisiydi. Ve


bununladır ki, içte ve dışta olanı biteni çok iyi bilirdi. Bunları bildiği için eli hep tetikte idi.

Demir'in güzel, değişmez huylarından birisi de, vezirleri hakkında olduğu gibi, kumandanları
için her söylenene kulak asmamasıydı. Ona göre, vezirler hakkında olduğu gibi kumandanları
da çekemeyen, kıskanan düşmanlar az değildir. Çünkü, dünya adamları, dünya büyüklüğü
ararlar. Bu gibiler tarafından korunan vezirler gibi kumandanlar da bunların ellerinde
oyuncaktırlar. Kumandan bunlardan yüz çevirirse hepsi birden ona düşman olurlar.

Ayko-Demir için, Aksak Demir'e çok fena şeyler söylemişlerdi. Hırsız dediler. Zalim dediler.
Az kalsın ona fenalık yapacaktı. Yukarıdaki kaideyi göz önünde tuttu. Ayko-Demir'in Oroz
Han'ı yendiğini, bu suretle imparatorluğa en büyük bir hizmette bulunduğunu hatırladı ve
söylenenleri dinlemedi. Oraz Han'dan alınan ganimetleri Ayko ile beraber fakirlere dağıttı.

45
Toktamış'la Aksak Demir muharebelerinde en büyük yararlıkları göstermiş olan Bahadır
Taban hakkında da fesatçılar, çekemeyenler Demir'e çok fena şeyler söylemişlerdi. Halbuki
Taban, kanlı savaş içinde birçok yerlerinden yaralanarak Toktamış'ın çadırına kadar
sokulmuş, bayrağını devirmiş, onun ordusunu bozguna vermişti. Demir diyor ki:
"Bu gibi şeyleri dinlemek için insanın gözleri yumuk olmalıdır. Benim gözlerim ise yumuk
değildi."

Demir'in iki çeşit hâkimi vardı. Biri şer'iye, diğeri nizamiye idi. Şer'iye hâkimi, din işlerini;
nizamiye hâkimi de nizam işlerini hakana bildirirlerdi.

Önemli işlerin hepsinin hususi komisyonları vardı. Komisyonun sır kâtipleri gizli ve gizli
olmayan bütün işlerin kararlarını zapt ederlerdi.

46
VIII
ASKERLİKTE MÜKÂFAT VE CEZA

Demir'in bu husustaki prensibi şöyle söylenebilir:


Yükseltme, indirme, başarılan veya başarılamayan işle uygun olmalı, nispetsiz olmamalıdır.
İmparatorluklar fetheden, düşman orduları bozan beye üç türlü mükâfat verilirdi:
a) Şeref sanı, unvanı. Bahadır gibi.
b) Zurnalar, atının ardına nişan koymak.
c) Hakanın arkadaşı olmak, meclisine kabul edilmek. Bu gibiler, emirlerine verilen beylerle
hayır (sınır?) eyaletlerini idareye gönderilirlerdi.

Ayko-Demir, Oroz Han'ı yendiği için böyle mükâfatlandırılmıştı.

Taban da bu yolda taltif edildi.

Yüzbaşı Bahadır Barlas muharebede Toktamış Han'ın üzerine yalın kılıç hücum etmişti.
Kendisine kumandanlık verildi.

Hindistan yolunu tutan Karasürü adlı şakileri bozan ve yok eden Mehmet Azad'a da Kunduz
beyliği verildi.

Bir onbaşı, bir yüzbaşı ve bir binbaşı düşman yurdunu bozarsa onbaşı şehir, yüzbaşı eyalet
kumandanlığına, binbaşı da eyalet beyliğine yükselirlerdi. Nitekim yüzbaşı Bahadır Barlas,
binbaşı Mehmet Azad bu yolda muamele görmüşlerdi.

Düşmandan krallık alan her bey, o krallığa üç yıl sahip olurdu. Bahadırlığı görülen bir er ise.
ona, bir çadır, bir kılıç, bir at verilirdi. Onbaşılığa yükselirdi. İkinci yararlığında yüzbaşı,
üçüncüde binbaşı olurdu.

47
Seçkin muharebeciler onbaşılığa, burada da başarı gösterirse yüzbaşılığa yükselirlerdi.
Bunlar yine bir yararlık başarmışlar ise, binbaşı olurlardı. Sadece cesaret gösteren erlerin
tahsisleri artırılırdı.

Demir, düşmanın silahından kurtulmak için başarılan kahramanlığı mükâfatlandırmazdı. "Bu


gibi kahramanlık, nihayet tehlikeden kurtulmak isteyen bir öküzün durumundan üstün değildir"
derdi.

Demir, kavga duygularında yükseklik, büyüklük arardı. Ve bu gibi duygu sahiplerini mükâfata
layık görürdü. Mesela:

Bir binbaşı, beyliğe yükselmeyi hak edebilmek için elde kılıç ileri atılmalı ve bir düşman alayını
bozmalıydı. Böylelikle birinci bey olurdu. İkinci bey, emir olabilmek için düşman ordusunu
kaçırman idi.

Askerler, hak ettikleri mükâfatı mutlaka elde ederlerdi. Silah altında saçını sakalını
ağartanların ne rütbesi alınır ne de tahsisleri kesilirdi. Bunların hizmetleri unutulmazdı. Bütün
hayatlarınca devlet ve millete fedakârlık etmiş askerleri haksız yere azledivermek, onları
mükâfatlandırmamak, Demir'e göre haklı isyana yol açan bir adaletsizlikti.

İhtiyar askerler saygı görürlerdi. Sözleri dinlenirdi. Bunlar imparatorluğun şerefi sayılırlardı.

Düşmandan tutsak yapılanları öldürmek yasaktı. Bunlar köle yapılmazlardı. Yiğit kimseler
düşman da olsa, tutsak yapıldıktan sonra ona saygı gösterilirdi. Bunların ölülerine askeri tören
yapılırdı. Halbuki bu çağlarda, diğer hükümdarlar, tutsakları ya köle yaparlar yahut
öldürürlerdi.

Görülüyor ki, Demir devletinde hüküm süren âdetlerden çoğu, zamanımızın âdetleri gibi idi.
Hak anlamı da, yine birçok bakımlardan çağımızın hak anlamını andırıyordu.

Kumandanına ihanet etmemek şartıyla, Demir'e iltica eden yabancı askerler korunur,
isterlerse kendilerine vazife de verilirdi.

48
Mengili Boğa bu çeşit askerlerdendi. Belh Muharebesi başlamazdan önce, Demir ona,
ordusunda hizmet teklif etti. O, bunu kabul etmedi. Tuğluk Demirhan'a bağlı kaldı. Demir'le
sonuna kadar dövüştü. Nihayet bozuldu. Hiçbir zoru yokken Demir'e barındı. Hakan onu
iyilikle, törenle kabul etti. Vazife verdi. O da, büyük hizmetlerde bulundu.

Azerbaycan savaşında Demir'in ordusu, Kara Yusuf a yenilmişti. Askerleri kaçıyordu. Boğa,
düşman beylerinden birinin kafasını mızrağının ucuna taktı. Ve:
"Kara Yusuf un kellesidir!" diye bağırdı. Demir'in askerleri canlandılar. Kendilerini topladılar.
Düşman üzerine yeniden saldırdılar. Kara Yusuf un ordusu bozuldu, kaçtı. Mengili Boğa,
Demir'in has yaveri ve arkadaşı sırasına geçti.

Kumandanlarına, efendilerine ihanet eden düşman askerlerinden Demir tiksinirdi. Bunlardan


nefret duyardı. O, efendisinin tuz hakkını tanımayan bir adamdan bana ne hayır gelir? derdi.
Oruz Han'ın kumandanlarından bazıları efendilerine ihanet ettiler. Demir'e gelmek, hizmetine
girmek istediler. O, bunlara "siz alçaklarsınız!" diye cevap verdi.

Harpte ihanet eden, düşmana kaçan, kumandanını dinlemeyen askerin cezası ölümdü. Barış
zamanlarında bile yerini terk eden askerlerin cezası çok ağırdı. Harp halinde ise yine ölümdü.
Kavgadan kaçan askerler öldürülürdü. Eğer mazur ise hissesine düşen ganimetten mahrum
edilirdi. Yaralanmak büyük bir şerefti. Yaralanmak dolayısıyla dövüş meydanından çekilmiş
ise, şerefinden bir şey kaybetmezdi.

Halka zulmeden, haksızlık eden askere, zulmü ve yaptığı haksızlık mutlaka iade edilirdi.
Hırsızlığın cezası, Cengiz yasasına göre idi. Hırsızlık hafif ise ödetilirdi. Ağır ise hırsızın boynu
vurulurdu.

Demir'in ordusundaki inzibat, intizam, mükemmellik o çağların hiçbir ordusunda yoktu. Ordu,
kazançlarını bu intizama, bu inzibata borçlu idi.

49
Demir, halk ile ordu arasında hiçbir fark ve imtiyaz gözetmezdi. Biri olmazsa diğeri de olmaz
derdi.

Demir devletinin büyüklüğü, mamurluğu, saadeti nasıl ki mükemmel bir idareye, mükemmel
bir adalet temellerine dayanıyor-duysa, ordusu da böyle adilane bir intizam bir inzibata arka
vermiş bulunuyordu. Halk ve ordu dimdik ayakta idiler.

Demir, orduyu daima tetik bulundururdu. Pek az süren barış zamanlarında bile, onu bir çeşit
muharebeyi andıran büyük avlarla meşgul eder, manevralar yaptırırdı. Cengiz de böyle
yapardı.

50
IX
AKSAK DEMİRİN SAVAŞ NİZAMI

On askerin içinden en dirayetlisi, diğer dokuzun rızasıyla, başlarına onbaşı yapılırdı.

On onbaşı içinden zekâsı ve çalışkanlığı ile kendini tanıtmış bir kimse bunların başına yüzbaşı
olarak getirilirdi.

On yüzbaşının kumandanı da binbaşı idi. Bunun tecrübeli, harp işlerinde usta, yiğitlikte üstün
olmasına çok dikkat edilirdi. Bu hasletlerinden başka binbaşının Demir sülalesinden olması
lazımdı. Rütbe sırasıyla bunların alt taraflarında bulunanlar üzerinde her türlü hakları vardı. Er
tayini onbaşının, onbaşı tayini yüzbaşının, yüzbaşı seçmek de binbaşının salahiyetinde idi. Bu
zabitler itaatsizlik edenleri cezalandırırlardı.

Demir'in 313 beyi (emir) vardı. Bunlar ordunun kafası idi.


Bunlarda şu vasıflar aranırdı:
a) İşlerinde ve ruhlarında asil olmak,
b) Zeki ve hileci olmak,
c) Yiğit, ihtiyatlı ve tedbirli olmak,
d) Uyanık ve sebatlı olmak,
e) Derin düşünceli olmak,
f) Alaylar nasıl kırılır, nasıl bozulur bilmek,
g) İşbaşında cesareti kaybetmemek. Müşküllerle karşılaşınca yüz çevirmeden askerleri ve
bunların hareketlerini idare etmek,
h) Asker arasına intizamsızlık, itaatsizlik girer, isyan gibi haller görülürse hemen çaresini
bulmak.

51
Bunlar arasından seçilenlerin dördü beylerbeyi, biri de başkumandan idi. Bu zat savaş ve
barış zamanlarında beylerin ve askerlerin kumandanı idi. Demir, ordunun başında ise,
başkumandan ona muavinlik ederdi.

Akıllı, tanınmış kimselerden daha on iki bey vardı. Bunların maiyetinde binden on iki bine
kadar süvari bulunurdu. Bunlar sırasıyla birbirinin muavini idi. Mesela birinci ikincinin, ikinci
üçüncünün vs. Acele hallerde bir rütbe aşağıda bulunan bey, üstündeki beyin vazifesini
görebilirdi.

Beyler, askerin talim ve terbiyesi için istedikleri kadar çalışabilirlerdi.

52
X
SAVAŞA BAŞLARKEN

Düşman ordusu, on iki binden eksik ise, savaşın idaresi başkumandana verilirdi, emrinde
oymaklardan alınan on iki bin süvari vardı.

Harp safları şöyle idi:


Merkezde bir alay.
Sağ yanda (cenah) üç alay.
Sol yanda üç alay.
İzde (keşif) bir .alay.
Sağ, sol yanlarda da, birer keşif bölüğü ile iki bölük daha bulunurdu.
Savaş meydanını seçerken, kumandanın dört şeye bakması ve bunları elde etmesi lazımdı.

1) Su.
2) Orduyu alabilecek bir yer.
3) Düşmana hâkim bir durum. Askerlerin gözleri kamaşmaması için onları güneşin karşısına
getirmemeye çok dikkatli davranmalıdır.
4) Geniş bir alan.
5) Savaş başlamazdan bir gün önce kumandan kavga hatlarını hazırlamalıdır.

Ordu, savaş safı haline girince atları ileriye sürmek icap eder. Askerler düşmanı görünce
tekbirler getirilmeye başlanmalıdır.

53
Ordu müfettişi, kumandanın vazifesini başaramadığını anlarsa, bir başkasını onun yerine
getirebilir. İşbaşına yeni gelen kumandan müfettişle beraber, düşmanın miktarını anlamaya
çalışmalıdır. Bunun silahlarını, zabitlerini kendininkilerle ölçmelidir. Düşmanın hareketlerine
çok dikkat edilecek. Mesela: Ağır mı ilerliyor, yoksa intizamsızlık içinde midir? Kalabalıkla mı,
yoksa, kıta kıta mı hücum ediyor? Kumandan bunları bilecek, manalarını anlayacaktır. Çünkü
savaşta en önemli iş, düşmanın saldırışlarını görmek ve manasını kavramaktır.

Mesela düşman yeniden saldırmak için çekilir gibi mi yapıyor, yoksa ilk saldırışında ısrar mı
ediyor? Bu ikinci halde düşman hücumuna bir duvar gibi göğüs germelidir. Çünkü yiğitlik,
tehlikeli hallerde sabırladır.

Bir kumandanın vazifesi nedir?

Askerini ilerletmek, işbaşında korkmamak, soğukkanlı olmaktır. Her alay, kumandanın elinde
kılıç ve ok gibidir. Bunları yerli yerinde kullanmak gerekir.

Kumandan, önce sağ yanın (cenah) büyük izci alayını, sonra sol yanı düşman üzerine yürütür.
İlerleyen bu kıtalar durursa ihtiyatta¬ki bölükler yardıma başlarlar. Ve durum Demir'e bildirilir.
Tanrı'ya güvenerek, kumandan, Demir orada hazırmış gibi savaş safına girecektir.
Kumandanın bilmesi, inanması lazımdır ki, muharebe kazanılacaktır.

Kumandan, kızmayacaktır, şaşırmayacaktır. Alayları ustalıkla idare edecektir. Önden yürümek


zorunda kalırsa, bu işi kendini pek tehlikeye koymadan başaracaktır. Çünkü Demir'e göre
kumandanın ölümü fena sonuçlar verebilirdi.

Demir'in Tüzeler'inde bu bahsi okurken, düşündüm, hatırıma bizim Köprülü Oğlu Fazıl
Mustafa Paşa geldi. Salankamin Savaşı'nın bu meşhur yiğit şehidi, Avusturyalıları dağıttıktan
sonra yok etmek üzere bulunuyordu. Başına değen bir kurşun onu öldürdü. Zafer bozguna
döndü. O kadar ki. ağasının kucağında kalan koca şehidi, beraber götürmeye imkân
elvermedi. Düşman ayaklan altında kaldı. Ve bu bozgundan sonra Türk orduları bir daha
Tuna'yı geçemediler!

54
Bu gibi vakalardan sonra, Demir'in, kumandanların hayatına verdiği önemin anlamını
kavramak zor olmuyor.

Günün birinde Hariciye Vekil Vekili bulunuyordum. Alman büyükelçisini Atatürk'e götürdüm.
Hoşbeşten sonra, Alman elçisi Atatürk'ten harp hatıralarını sormaya başladı. Sakarya,
Dumlupınar meydan muharebelerinden söz açıldı. Atatürk:
"Kumandanlarımdan birinin delice cesareti olmasaydı, Yunan ordusunu Konya tuzlu çölüne
sokacaktım. Düşman ordusu orada fıçıya basılmış salamuraya dönecekti. Ve harp o vakit
bitecekti. Hem de nasıl? Düşman kaçmaya muvaffak olamayacak, kendisinden haber
bekleyenler de şaşıp kalacak ve boyuna haber soruşturacaklardı. Sonra öğreneceklerdi ki,
Yunan ordusu tuzlu çölde salamura olmuştur! Böylelikle harp bir, bir buçuk yıl önce bitmiş
olacaktı" buyurdular.

Bir gün ben, bu delice cesur kumandanın kim olduğunu Atatürk'ten sordum. "Rahmetli Halit
Paşa idi" buyurdu. Düşmanın arkasını çevirmek için kendisini aradıkları vakit yerinde değilmiş.
Askerin önünde, elde tabancayla düşmanın üzerine saldırıyormuş!

Bu haller, lüzumsuz cesaretlerin bir millete ne kadar pahalıya mal olduğunu göstermeye
yeterler sanırım.

Yine Demir'e göre, bir yere girmezden önce, oradan nasıl çıkılacağını önceden düşünmek,
kumandanın belli başlı vazifelerinden idi.

Atatürk de büyük nutkunda: Her taarruzu, mukabil bir taarruz karşılar. Taarruz eden, ricat
yollarını hazırlamalıdır diyor.

Düşman on iki binden fazla, kırk binden aşağı ise, kumandanlığa Demir'in oğullarından birisi
getirilirdi. Oğlunun yanında iki beylerbeyi ile diğer beyler ve zabitler bulunurdu. Bu ordu en az
kırk bin süvari olacaktı. Askerler durmadan manevra yapacaklar.

55
Kumandan kırk bin kişiyle, on dört alay teşkil edecektir. Bunları yerli yerlerine yerleştirecektir.

Böyle bir ordu kumandanı şu hasletlere sahip olmalıdır:


a) Düşman kumandanlarının sayısını ve kabiliyetlerini,
b) Bu kumandanlara karşı koymayı,
c) Kumanda ettiği erlerin hepsini, yaylı, kılıçlı göz önünde tutmayı bilecektir.
d) Düşman ağır mı yoksa kıta kıta mı hücum ediyor, yoksa birden büyük kuvvetle mi?
e) İlerleme ve çekilme yollarını göz önünde tutmayı,
f) Hileye aldanmamayı,
g) Düşmana karşı sıra ile gönderilecek alayları,
h) Her şeye, her müşküle bir çare bulmayı,
i) Düşman projelerini ve niyetlerini keşfetmeyi,
j) Düşmanın her ilerleyişindeki kastı,
k) Her vasıtaya başvurarak düşmanın maksada erişmesine engel olmayı bilmelidir.
1) Düşmanın bütün hareketlerini göz önünde tutacak,
m) Emir almadan ileri gidenleri cezalandıracak,
n) Düşman zorlamadan savaşa başlamayacak,
o) Düşman nasıl hücum ve nasıl gerileme dövüşü yapıyor, bunları gözleyerek öğrenecek.
p) Bu hücum ve gerilemeye nasıl taarruz edilmeli? Bunu bilecek.
r) Kendiliğinden kaçan bir orduyu, kati emniyet olmadıkça takip etmeyecek. Çünkü düşmanın
arkasında artçıları ve pusuda imdatçısı bulunabilir.

Bu şartlar içinde de zaferi elde edemeyen kumandan, kendi alayına "ileri!" emri verecektir.
Düşman onu bir dağ gibi görür. Yerler sallanır. Yiğit askerlerine "Kılıç çek!" emrini verir. Yaylar
yağmur gibi yağar. Kılıçlar kızıl şimşekler gibi parlar. Yine bir şey elde edilemezse, artık
kumandan öne atılır. Ve bayrağı gözleri önünden ayırmaz.

56
Düşman kırk bin kişiden fazla ise, o vakit kumanda başına Demir kendisi geçerdi. Verdiği
emirlerin harfi harfine icrasını isterdi. İcra etmeyeni hemen öldürürdü. Yerine onun muavinini
geçirirdi.

Kırk taburu, dört parçaya ayırırdı. Yirmi sekiz tabur merkezin ardında, oğullarıyla torunları
askerleriyle merkezin sağ önünde, akrabasıyla müttefikleri sol yanında yer alırlardı. Nereye
lazımsa oraya ihtiyat askeri sürülürdü.

Kumandanlar bir iş göremeyince Demir'in oğulları ve akrabaları hücum ederlerdi. Bunlar


gözlerini düşman kumandan ve bayrağından ayırmazlardı. Yiğitlikle saldırırlardı. Bayrağı
devirirlerdi. Bu hücum da bir sonuç vermezse, Demir kendisi savaş safına girerdi.

Yıldırım Beyazıt'la olan Ankara Meydan Muharebesi'nde, Ebu Mansur'la olan savaşında böyle
yapmıştı.

57
XI
ORDU'DA KITA İŞARETLERİ

Başkumandanın davulları ve bayrağı vardır. Bundan başka "Tümen tuğ", "Çer tuğ" adı verilen
bayrakları bulunur ki, bunların uçlarına asker kıtalarını temsil eden resimler konurdu.
Osmanlılar'da, yeniçeri ortalarının bayrakları ve bu bayraklarda kılıç, cima, el, arslan vesaire
resimleri olduğu gibi.

Beylerbeyilerin birer bayrak, davul ve nişanları olacak...

Her beyin bayrağı ayrı ayrı idi. Bundan başka davulları da vardı.

Binbaşının bir davulu, bir de bayrağı bulunacaktı. Yüzbaşı ve onbaşıya birer davul verilirdi.

Eyalet fetheden, düşman ordusu bozan beylerden birincisi bir, ikincisi iki, üçüncüsü üç,
dördüncüsü dört nişanlı olurdu. Bu, bir çeşit yükselme idi ki, bunlara davullar da ilave
olunurdu. Daha fazla yararlık gösterenlere "Tümen Tuğ" ile "Çer Tuğ" da verilirdi.

Barış ve Savaş Günlerinde Emniyet Tertibatı


On iki bin kalancı (bir çeşit bekçi, muhafazacı) sarayın etrafında bulunacaktır. Her gece
bunlardan biri nöbet bekleyecek. Bunlarda yüzer kişiye bir yüzbaşı, baş olur.

58

On iki bey, yanlarında on iki bin süvari olduğu halde, binbaşıları, yüzbaşıları, onbaşılarıyla
ordu yerinde bir gün bir gece sıra ile nöbet bekleyeceklerdir. Bu on iki bin süvari, dört alayın,
bir alayı sağ yanda, bir alayı sol yanda, bir alayı önde, diğer alayı da arkada dururdu. Durak
yerleri ordu yerinden yarım konaklık mesafede idi.

Her alay biri izci, diğeri de karakolcu olmak üzere ikiye ayrılırdı. Vazifeleri ordu yerine haber
ulaştırmak idi. Her ordu yerinde bir "kotul", inzibat memurluğu teşkil edilmişti. Bunlar polis
vazifesi yaparlardı. Pazara gelen şeylere "narh" korlar, hırsızlık, edepsizlik gibi şeyleri
önlerlerdi.

Dört tabur, ordu yerinin dört konaklık uzağında etrafı gözleyeceklerdir. Bu dört konak içinde
yaralanan ve ölenden bu taburlar mesuldür. Hırsızı tutamazlarsa, çalınan şeyi öderlerdi.
Ordunun üçte biri sınırları bekler, üçte ikisi Demir'in emrinde bulunurdu.

59
XII
AKSAK DEMİRİN BÜYÜK SAVAŞLARI

Ankara Meydan Muharebesi: Demir'in büyük başarıyla bitirdiği en önemli savaşıdır. Bu


kavgayı kaybetseydi, kurduğu devlet temellerinden yıkılacaktı. Bu muharebe, her iki yan
(taraf) için ölüm kalım dövüşü idi. Nitekim bunu, bu gerçeği biraz sonra, Yıldırım'la olan
konuşmalarında Demir'in ağzından öğreneceğiz.

Ankara Muharebesi neden oldu?

Bunun hakkında pek çok şeyler söylendi. Tarihler çeşitli rivayetlerle, dedikodularla doludur.
Arap tarihleriyle Osmanlı tarihleri, Demir'i suçlu çıkarmaktadırlar. Bizans, Frenk, Tatar
tarihçileri ise Demir'i haklı bulmaktadırlar. Hiç değilse, yansız (bitaraf)dırlar.

Ben, bu yazılarımın başlangıcında söylediğim gibi, her iki yanı da suçlu bulmaktayım. Fakat
suçun ağır, çok ağır yanı Demir'in omuzlarındadır. Yıldırım da, Demir de taşkınlıklarını birbirine
bağışlayabilirlerdi. Ve iki kardeş gibi, birbirine yaptıklarını hoş görebilirlerdi.

Ankara Savaşı'nın asıl sebebi Kara Yusuf mu idi? Kara Yusuf un Demir'e verilmemesi mi idi?

İşin görünüşüyle hüküm verilirse, budur. Fakat gerçekler, hakikatler böyle demiyorlar. İki
yanın (tarafın) güttükleri büyük dava, bu kanlı çarpışmayı mukadder kılmıştı. Bu, kaçınılması
çok zor, çok güç bir şeydi. Kara Yusuf un Osmanlı padişahına ilticası, çarpışmayı doğurttu.
Yoksa Kara Yusuf olmasaydı, buna bir Ak Yusuf, ne bileyim, herhangi bir şey meydan
verecekti.

60
Lâvis ve Rambo'nun genel tarihlerinde pek güzel muhakeme ettikleri gibi, ortada cihan
kaanlığına aday iki Türk oğlu vardı. Biri Yıldırım, diğeri Demir'di. Demir, Yıldırım'ı bir paratoner
gibi çekti ve söndürdü. Fakat meydan kendine kaldı mı? Hayır! Kurduğu koskoca Türk
imparatorluğu nihayet torunlarına kadar varabildi. Post kavgaları içinde kısa bir zaman sonra
yıkıldı gitti.

Lâvis'e göre:
"Birikmiş ihtirasları, hiddetleri gizlemek, görünüşü kurtarmak için, nazikane bahaneler eksik
değildi. Fakat Beyazıt, halis Türk memleketi olan Azerbaycan'da faaliyette, teşebbüslerde idi.
Mesela, buranın Türkleri, Rum kayserine, Sultan Beyazıt'a mı, yoksa bütün Müslüman
Türklerin koruyucusu Sultan Barlas'a mı bağlanacaklardı? Barlas'ların oğlu halis Türk
kanından idi."

Lâvis'in Sultan Barlas'tan maksadı Demir'dir. Çünkü bunun kabilesi, Barlas idi.

Bir de, Demir'in hilafete ihtirası bulunduğunu söyleyenler de var. Bunu pek yersiz
bulmamalıdır. O kadar Müslümancı ve kudretli bir adamın duygularında böyle bir hırs yer
alabilir. O, karşısında bütün bu işlere, Yıldırım'ı amansız bir rakip olarak görüyordu. Bence
Ankara çarpışmasının sebeplerini buralarda aramalıdır.

Demir, Yıldırım'a yazdığı son mektuplarından birinde:


"Eğer talihin perde ardında sakladığı bütün şeylerin, ordularımızın çarpışmasıyla açılıp
saçılmasını istemiyorsan bana Kara Yusuf u gönder" diyordu.

Yıldırım'ın da şu karşılıkta bulunduğunu biliyoruz:


Bunu, olduğu gibi, Tacüttevarih'ten alıyorum:

"Bu âsitaneyi, âşiyane eden zayıf arzai seyf olmaz ve bu ircaya iltica eden ehli ricaya gadrü
hayf olmaz."

Şu Osmanlıca cümleyi, gençlerimiz için Türkçeye tercüme etmeliyim. Yoksa, anlaşılmaz. Ve


bir çeşit monolog halini alır!.. Eğer ben de anlayabildimse, manası şudur:

61
"Bu kapıya yuva yapan zayıf kılıca uzanılmaz. Ve bu kenara barınan ricacılara zulüm
yapılmaz, keder verilmez."

Yıldırım'ın Demir'e verdiği bu güzel karşılık, bugünkü devletler arası hakkın (hukuku düvel)
icaplarından başka bir şey değildi. Böyle bir cevap, ancak medeni, şerefli, haysiyetli bir
devlete yaraşırdı. Yıldırım da, devletine yaraşanı yaptı. Zaten o çağlarda kendini bilen, kudretli
hangi devlet mültecileri geri veriyordu?

Lafı uzatmayayım. Mukadderat kendini gösterdi. O günkü dünyanın en büyük ve o güne göre
en modern iki ordusu, iki Türk ordusu karşı karşıya vuruştular. Bu orduların her ikisi de, iki
büyük, eşsiz genelkurmay idaresinde idi. Bu kurmaylardan biri cihan fatihliği davasını güden
Demir'in, diğeri de Avrupa'yı dize getirmiş olan Yıldırım'ın idi.

Çandarlıoğlu Ali Paşa, Demir'e karşı meydan muharebesi kabul etmemesini, Yıldırım'dan çok
rica etti. Fakat ne yazık ki, söz geçiremedi. Ali Paşa'ya göre Demir'in ordusu çok kalabalıktı.
Eldeki Osmanlı askeriyle buna karşı koymak imkânsızdı. Nerede kaldı ki, bu askerlerin bir
kısmı yeni kaldırılan Anadolu beyliklerinden alınmıştı. Beyleri ise Demir'in yanında idiler.
Onca, yapacak iş şu idi: Demir, büyük bir kalabalıkla, memleketinden çok uzaklarda idi.
Anadolu ortalarına kadar düşmüştü. Önce onu çete harpleriyle önünden, arkasından vurup
yıpratmak, aç bırakmak, hastalıklar içinde kıvratmak, sonra karşısına çıkıp darmadağın
etmekti. Yıldırım dinlemedi. Ankara üzerine yürümekte olan Demir'e karşı koymak için, süratle
yürüdü. Namık Kemal, Osmanlı Tarihi'nde böyle anlatıyor. İki Türk orduları Çubuk Ovası'nda
birbiriyle karşı karşıya geldikleri vakit, Demir'in askeri şuraya buraya dağılmış bulunuyordu.
Yıldırım'ın harp erkânıyla şehzadeleri hemen düşmana baskın yapılması fikrinde bulundular.
Yıldırım, bunu da reddetti. "Her iki taraf saflarını bağlasın, usul üzere harp ederiz!" dedi.

62
Bunu da Aşık Paşazade'nin Tevarihi Ali Osman'ından naklediyorum. Mağrur Yıldırım. Niğbolu
Meydan Muharebesi'nin bu büyük gazisi, kendini oradaki Haçlılar karşısında sanıyordu.
Önünde duranları da öyle yok edeceğinden emin bulunuyordu. Halbuki karşısında duranlar,
kendisi gibi arslan oğlu arslan Türklerdi.

Demir, bütün hesaplarını, bin bir ihtimali göz önünde tutarak yapmıştı. Ona göre de tedbirlerini
almıştı. O, karşısındaki korkunç adamın kim olduğunu biliyordu. Ayağını ona göre atıyordu.

Büyük kavga, 16 Haziran 1402 yılının Cuma günü başladı. Ezanlar okundu. Her iki taraf cuma
namazını kıldılar. Ve sonra birbirine âşıkane kılıçlar çalmaya başladılar.

63
XIII
DEMİRİN HARP NİZAMI

Sağ, sol yanlara ve merkeze oğullarını koydu. Kendisi ihtiyat ordusunun başında
bulunuyordu. Merkezin önünde birçok alev saçan arabalar vardı. Bunları filler çekiyorlardı.
Buna sebep Osmanlı süvari atlarını ürkütmek idi.

64
XIV
YILDIRIMIN HARP NİZAMI

Sağ yan, oğlu Süleyman Çelebi ile kayınbiraderi, Sırp Kralı'nın oğlu Prens Lâzar'da... Bunun
emrinde, zırhlı, beyaz elbiseli yirmi bin süvari vardı.

Sol yana, küçük oğlu Mehmet Çelebi kumanda ediyordu.

Merkez, kapu kulu ile kendi kumandasında bulunuyordu.

Muharebe başladı. Demir'in askeri, önlerinde alev saçan fiili arabalarıyla hücuma başladı.
Osmanlılar dayanıyor, düşmana arslanca karşı koyuyorlardı. Demir'in askerleri buna kızdılar.
İlkinden iki kat kuvvetli olarak şiddetli bir saldırışta daha bulundular. Osmanlıların sağ sol
yanlarında çekilme alametleri görüldü. Henüz Osmanlı devletine bağlanmış olan ve Anadolu
beylerinden alınan askerler, Demir'in yanında bulunan beylerine kaçıyorlardı. Germiyan,
Teke, Menteşe, İsfendiyar beyleri gibi. Bu hali gören Yıldırım, merkezdeki askeriyle beraber
yüksek bir yere çıktı. Demir, askerinin başında olarak, buraya kırk alay süvariyle saldırdı. Bu,
aşağı yukarı 120 000 atlı idi.

Langles diyor ki: Osmanlılar, yine akıllara sığmaz bir yiğitlikle boğuştular.

Yıldırım, burada çok telefat verdi. Ordusu boyuna dağılıyordu. Şehzadelerin hemen hepsi
kaçmıştı. Herkes başının çaresine bakıyordu. Yıldırım, geceden istifade ederek buradan
çekildi. Fakat dövüşüyordu. Demir, Mahmut Sultan'ı, Yıldırım'ın takibine memur etti. Kendisi
yorgundu. Çadırına çekildi ve kumandanlarının tebriklerini kabul etti.

65
Yıldırım, kendisine teklif edilen kaçmayı isteseydi, pekâlâ yapabilirdi. Reddetti. Israr ettiler,
yalvardılar, yakardılar yine reddetti. Niğbolu galibi, savaş meydanından kaçmayı nefsine
yediremiyordu. Halbuki kaçsa, kendini yine toplar, Demir'in başına tufan olurdu. Yağız atı
üstünde ve karanlıklar içinde dövüşmesine devam etti. Namık Kemal, Osmanlı Tarihi'nde
diyor ki:
Atının ayağı sürçtü. Yıldırım, ateş çıkartarak yere düştü. Kılıcı bir yana, atı diğer yana gitti.
Üzerine Tatarlar saldırdı. O, hançerine davrandı. Yıldırım, elindeki küçük bıçağıyla tek başına
Demir ordusuna meydan okuyordu.

Nihayet kement atıldı. Yıldırım yakalandı. Elleri bağlandı. Mahmut Sultan onu Demir'in
çadırına götürdü. Demir, yatmak üzere idi. Hadiseyi haber verdiler. Kalktı. Çadırın kapısından
dışarı çıktı. Yıldırım'ı karşıladı. Fakat onu elleri bağlı görünce, ağladı. Ve hemen Yıldırım'ın
yanına yürüdü. Bağını çözdü.

Artık, Demir rakipsizdi. Ve tek kalıyordu. Ortada kalan bir şey varsa, koskoca Osmanlı
devletinden, Çubuk Ovası'nda korkunç bir mezardı.

66
XV
YILDIRIM'LA DEMİR BAŞ BAŞA
İkisi beraber, otağa girdiler. Bir halı üzerine, yan yana oturdular.

Müneccimbaşı, Solakzade, Ali, Abdurrahman Şeref gibi tarihçilerimiz, Demir'in Yıldırım'a çok
saygı gösterdiğinde birliktirler. Müneccimbaşı, Demir'in gösterdiği saygıyı ifade için şunları
söylüyor:
"Giriftarı esaret olduktan sonra Mahmut Hanı Cengizî ümera ile gelip Şehriyar Hazretleri'ni
Timur'a götürdüklerinde hayme kapısında istikbal ve tekrim ve tazimde mübalâğa eyledi.
Haymei Timur'a vusulleri 804 Zilhicce'sinin yirminci Cumartesi gecesi ısa vaktinde vuku
bulmuştur."

Bu cümleleri bugünkü Türkçeye çevirmek gençliğe karşı bir vazifedir. Müneccimbaşı bu


satırlarla:
"Sultan Yıldırım Beyazıt, esir olduktan sonra, Cengiz soyundan Mahmut Han bir bölük
beylerle geldi. Ve Osmanlı padişahını Demir'e götürdüler. Demir, çadır kapısında onu
karşıladı. Çok, pek çok saygı gösterdi. Demir'in çadırına vardığında, peygamber
Muhammed'in 804. yılı idi. Gök aylarından Zilhicce'nin yirminci Cumartesi gecesi, yatsı vakti
idi" demek istiyor.

Müneccimbaşı, yine diyor ki:


"Şehzade Musa Çelebi'yi dahi gereği gibi tatyip ve ikram ve validî muhteremlerine ve
kendülerine müzeyyen ve mükellef haymeler kurup padişahane ta'yînât verdi. Musa Çelebi'yi
evladı ile beraber tutardı. Şehriyar Hazretleri'ni ahyanen davet musahabet ve envai nüvazişle
tesliyet ederdi."

67
Manası:
"Şehzade Musa Çelebi'ye de gereği gibi iyi muamele ve ikram etti. Sayın babasına ve
kendisine süslü çadırlar kurdu. Padişahlara yakışır ta'yînler verdi. Musa Çelebi'yi kendi
çocuklarıyla bir tutardı. Yıldırım'ı zaman zaman davet eder, konuşurdu. Çeşitli okşamalarla
hatırını alırdı. Teselli ederdi."

Bu iki Türk hükümdarı ilk defa ne konuştular?

Aralarında tercüman yoktu. Zaten ikisi de esaslı olarak Türkçe-den başka dil bilmiyorlardı. Her
ikisinin de ana dilleri Türkçe idi. Demir, dikkatle Yıldırım'ın yüzüne baktı. Ve gülümsedi. Çok
hisli Yıldırım buna alındı ve:

"Demir Bey, neye gülersin, halime mi?! Fakat halime gülme, yarın sen de benim gibi
olabilirsin. Bana bak, bir saat önce padişah idim, şimdi senin esirin!.." dedi.

—Yıldırım Bey, Allah göstermesin... diye söze başlayan Demir, ben senin haline hiç güler
miyim!.. Gülümsememim sebebi şudur: Meğer dünya çok pis bir şey imiş. Ne sevilmeye, ne
de tiksinmeye değmezmiş... Eğer bir şey olsaydı, onu, Tanrı senin gibi bir şaşı ile benim gibi
bir topala vermezdi" karşılığında bulundu.

Sözlerine devamla:
"Bu perişanlıkların bütün günahları senin boynundadır. Bunlara hep sen sebep oldun, bu
kadar Türk, bu kadar Müslüman kanı döktürdün. Tahretinin çoluk çocuğunu adama
yollamadın. Düşmanım Kara Yusuf u bana vermedin. Hiç olmazsa memleketten çıkarmadın.
Bu felaketler hep o fettan, fesatçı adamın eseridir" dedi.

Yıldırım: "-Demir Bey, artık yeter. Tanrı'nın dediği oldu ve yalnız o olacaktır" cevabını verdi.

Demir: "Hele üzülme, devletini, memleketini yine sana geri veririz. Birkaç gün misafirimiz ol...
Ben senin esirin olsaydım, başıma ve ordumun başına gelecekleri biliyordum. Bizden öyle bir
şey bekleme, umma... Allah bizi muzaffer kıldı, seni mağlup... Çünkü sen yolunun üzerine
dikenleri kendin ektin..." dedi.

68
Bir gün, Demir, Kütahya'da büyük bir eğlenti tertip ettirdi. Eğlentiye Yıldırım'ı da davet etti.
İçildi, şarkılar söylendi, çalgılar çalındı, köçekler oynadı. Yıldırım'ın kızlarından biri, Demir'in
torunlarından Miranşah'a nikahlandı. Arabşah, Yıldırım'ın karısı, Sırp kralının kızı Olivera'nın
bu eğlentide yarı çıplak bir halde içki dağıttığını söyler. Yalandır. Demir'le Yıldırım Kütahya'da
iken karısı Ankara'da idi.

69
XVI
YILDIRIM VE ÖLÜMÜ
Yıldırım nasıl ve neden öldü?

Tarihler bu sorgu etrafında, çeşit çeşit söylüyorlar: Kimi De-mir'in adamları zehirledi, kimi
kendi kendini öldürdü, kimi nüzul geldi, kimi de göğüs, nefes darlığından öldü diyorlar.
Bence bu haberlerin en doğrusu Yıldırım'ın kendi kendini öldürmüş olmasıdır.

Nasıl öldürdü?

Bir insan kendini birçok vasıtalarla öldürebilir. Fakat Yıldırım kuvvetli bir ihtimale göre zehir içti
ve bu suretle kendini öldürdü.

Hastalık neticesinde, eceliyle öldü diyenler, bir Müslüman padişaha intiharı


yaraştıramayanlardır. Çünkü, böyle bir hal şeriatta yasaktır. Hatta, Solakzade, "intihar misilli
mugayiri şer'î şerif birtakım hareketler izafesi mahzı kiziptir"* der.

Halbuki Yıldırım çağını hemen hemen yaşamış ve II. Murad ile ikinci Kosova Meydan
Muharebesi'nde bulunmuş olan Âşık Paşazade, Tevarihi Ali Osman mâa:
"Kendi kaydın** görüp Hakkın rahmetine kavuştu" der.

Yine bu çağa en yakın olanlardan Lûtfi Paşa, tarihinde: "Kendi maslahatın görüp"*** diyor.

* "İntihar benzeri şeriata aykırı birtakım hareketlerin izafe edilmesi bütünüyle yalandır" anlamında.
(Kaynak Yayınları'nın notu.)
** Kayd: Ayağa vurulan zincir, pranga, bukağı. (Kaynak Yayınları'nın notu.)
*** "Kendi işini kendi görüp" anlamında. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

70
Bu tarihçilerimizin her ikisi de, bir gün, Demir'in, Yıldırım'a "Semerkand'a gidelim, seni oradan
yine memleketine geri gönderirim" demiş olduğunu, intiharın sebebi olarak göstermektedirler.
Son tarihçilerimiz, Akşehir'de nüzulden öldüğünü yazıyorlar. Bu rivayetlerin en doğrusu
Yıldırım zamanına en yakın olan tarihçilerin rivayetidir. Çünkü, bir kere onlar, yaşadıkları
zaman itibariyle hakikate daha vâkıf olabilirlerdi. Sonra, Yıldırım'ın ahlakı böyle bir hareketi
icap ettirirdi. Her önüne çıkanı yenmeye kendini Tanrı'nın memuru sayan bir kahraman,
esarete, ne kadar izzet ve ikram görse de dayanamazdı. Bilhassa kendisi esir ve memleketi
düşman ayağı altında çiğnenirken.

Yıldırım gibi bir Türk yiğidine, kralları, prensleri kılıcına baş eğdirmiş, esir etmiş bir cihan
kahramanına, esirlik değil, ölüm yaraşırdı! O, kendine yaraşanı yaptı. Hakkın rahmetine
kavuştu.

71
TOKTAMIŞ ÜZERİNE SEFER
Demir'i yoran, üzen kavgalardan birisi de Toktamış'la olan savaşlarıdır. Birkaç defa
tekrarlanan bu muharebelerin hepsinde Demir kazandı. Fakat Toktamış'ı bir türlü yola
getiremiyordu. Birkaç defa Toktamış, bir defa Demir barış istemişlerdi. Bu teşebbüslerin
hepsi, bu iki hükümdarın yanındakiler tarafından suya düşürüldü.

Toktamış kimdir?

Moğol seferinden dönerken, Demir, yolu üstünde Toktamış'a rastlamıştı. Cengiz torunlarından
olan bu prens, büyük Tataristan tahtına çıkmak istiyordu. Dileğini Demir'e açtı. Bin bir
dereden su getirdi. Bin bir ricalarda bulundu. Demir de:
"Pekâlâ!" dedi.

O zaman, büyük Tataristan tahtında yine Cengiz torunlarından Oroz yahut Oruç adında bir
hükümdar bulunuyordu. Demir bunu indirdi. Yerine Toktamış'ı çıkardı.

Evvelce Toktamış, Oroz'la taht kavgası yapmıştı. Oroz'a yenilmişti. Ve biraz önce
kaydettiğimiz gibi, Demir'e iltica etmiştir. Oroz onu istedi. Fakat Demir vermedi. Vermemek
şöyle dursun, onu Oroz'un yerine geçirdi.

Demir'in bu iyiliklerini Toktamış nasıl karşıladı? Tahta oturduktan kısa bir zaman sonra,
isyanla!..

Demir, bu haberi, vaktiyle eline esir düştüğü ve kendini bitli hapishanelerde yatmaya mecbur
eden Ali Bey'i yendikten sonra öğrendi.

72
Demir'in bu esirlik macerası şudur:
Ali Bey, Demir'i tutsak yaptıktan sonra, onu bitlerle dolu bir hapishaneye tıkmıştı. Yanında,
kendisine çok bağlı adamlarından Alâeddin bulunuyordu. Ali Bey'i lafa tuttu. Uyuttu. Demir bu
hali görünce, onun kılıcını kaptı ve sıyırdı. Nöbetçilerin üstüne hücum etti. Hapishaneden kaçtı
ve kurtuldu.

Bu gibi hallerden dolayıdır ki, Demir tecrübe ettiği sadık vezirleri aleyhinde söylenen şeylere
pek kulak aşmazdı. Ve kıskançları böylelikle rezil eder, çatlatırdı.

Toktamış rahat durmuyordu. Demir üzerine askerle yürüdü. Demir, bu adamın yok olması
lazım geldiğine karar verdi. Fakat Gobi Çölü'nü aşmak lazımdı. Yola çıktı. Toktamış kaçtı.
Kumandanlarının ısrarıyla hasmını çöller içinde koşturmaktan vazgeçti. Sonra yine Kıpçak'ın
fethi kararlaştırıldı. Ordu yürüdü. Bunu duyunca, Toktamış'a korku geldi. Velinimeti Demir'le
barışmak istedi. Af diledi. Reddedildi. O vakit, Toktamış, Gobi Çölü'nün sonsuz uçlarına kaçtı.
Demir, onu altı hafta koşturdu. Askerinin yorgun düştüğünü anlayınca Toktamış durdu. Büyük
bir kavga verdi. Savaş başlamazdan önce Demir atından indi. Dua etti. Yanında peygamber
torunlarından İmam Berke vardı. Başından kavuğunu çıkardı. Ellerini kaldırdı. Demir'in
yenmesini Allah'tan diledi. Düşman üzerine bir avuç toprak attı. Ve Demir'e döndü: "Haydi
yürü! Zafer senindir!" dedi.

Harp uzun ve çok kanlı oldu. Bir zaman galiple mağlup belli olmadı. Toktamış'ın bayraktarı
satın alınmıştı. Efendisinin bayrağını da verdi. Bunu gören askerler bozuldu. Kaçıştılar.
Toktamış da Kafkas dağlarına kaçtı (1469).

Büyük Tataristan'ın böylelikle fethinden sonra, Demir, ordusuna Volga yalılarında, güzel kızlar
içinde, yirmi altı gün süren bir şölen verdi. Onu dinlendirdi.

73
Görülecek ki, bu Toktamış, Demir'in başına tıpkı Karamanoğulları'nın Osmanoğulları başına
bela kesildikleri gibi bir bela olmuştur. Hem de bunlardan azılı bir bela!.. Nasıl ki;
Karamanoğulları bütün Türk beylerini, hatta Hıristiyan Bizanslıları, Macarlarla, Sırpları
vesaireyi Osmanlılar aleyhine ayaklandırmışlarsa, Toktamış da aynı şeyleri yaptı. Fakat
nedense, Osmanlı hakanlarının Karamanoğullarına olan zaafları gibi, belki bunun daha fazlası
Toktamış'a karşı Demir'de de vardı. Demir her kapışmada Toktamış'ı yerden yere vurdu.
Fakat yine affetti. Hatta, Demir Çin'in üzerine yürürken, Otrar'a koşup gelen Toktamış'a yine
iyi muamele edildi. Seferden döndüğünde yerlerinin kendine geri verilebileceği vaat edildi. Ne
yazık ki, orada Demir yakasını ecelin elinden kurtaramadı. Biraz sonra da Toktamış öldü.

Altınordu devleti bu suretle son nefesini vermiş oluyordu. Bu devletin yıkılıp gitmesinden
Demir mesul tutulmaktadır. Fakat insafla muhakeme edelim:

Toktamış, yaptıklarını bir başka hükümdara, kendini korumuş olan diğer bir büyük hükümdara
karşı yapmış olsa, affıyla muamele bekleyebilir miydi?!

Hislerimizden uzaklaşalım. Olayı, soğukkanlılığımızla değerlendirelim:


Toktamış, kavgayı bir defa -iki değil- kazansaydı, Demir devletinin yerinde yel esecekti. O
zaman, Orta Asya Türk devletleri 19. asra kadar da yaşayamayacaklardı.

Altınordu'nun yıkılışına sebep Demir değil, Toktamış'ın kendisidir.

74
KARA YUSUF VE AHMET CELÂYİR SEFERLERİ
I
Demir, Azerbaycan'da hüküm süren Karakoyunlular hakanı Kara Yusuf la, Bağdat ve
çevresinde padişahlık eden Ahmet Celâyir'in de devletlerini tepeledi. Bunlara son verdi.

Türk ve İslam tarihi bakımından Demir bu yüzden suçlu mudur?

Bence hayır!

Bir kere şu muhakkak ki, Demir kendisine ilişmeyeni incitmedi. Hele itaat edeni mutlaka
yerinde bıraktı. Kurduğu büyük konfederasyon içinde bunlar hanlıklarını muhafaza ettiler.
Kara Yusuf la Ahmet Celâyir'den böyle bir muameleyi neden esirgedi?!

Yukarıda da biraz bahsettiğimiz gibi, bunlar Demir'e karşı kötü kasıtlar tertip ettiler. Kötülük
teşebbüsünü önce bunlar aldı. De-mir'in bunlara olan ihtarını, bunların Mısır sultanı ile Demir
aleyhindeki ittifakları karşıladı.

II
Olayı yine soğukkanlılıkla muhakeme edelim:

Bugün dahi, hangi bir devlet, hayatına kastedenleri hoşgörür, bunlara göz yumar. Ve
öldürmelerini bekler?! İşte eğer Demir, Kara Yusuf’la Ahmet Celâyir'i tepeledi, taçlarını yere
çaldı, devletlerini ortadan kaldırdıysa, bunu, öldürülmesini önlemek için yaptı.

O, ölmedi, öldürdü.

75
III
Suriye'yi Şam'a kadar kasıp kavurduysa, sebebi yine budur. Demir başka ne yapabilirdi?..

76
HİNDİSTAN SEFERİ

I
Hindistan'ın idaresi berbat bir halde bulunuyordu. Sultan Mahmut, keyfine bakan, idareden
âciz bir padişah idi. Vezirleri halka zulmediyorlardı. Bu yetmiyormuş gibi, eşkıyalık ortalığı
kasıp kavuruyordu. Belki de Demir, Hindistan üzerine yürümeyi uzunca bir zaman daha geri
bıraksaydı, idare büsbütün çığırından çıkacaktı. Hindistan putatapanların elinde kalacaktı.
Demir'in İslamcı politikası bu hale göz yumamazdı. Prensipleri bu hale uyamazdı. Hindistan
üzerine yürüdü. Hintli kumandanlarla ileri gelenleri Türktü. Güzel bir oyun yaptılar. Demir
ordusuna fillerle hücum ettiler. Süvari atları ürktüler. İlk günün muharebesini Demir kaybetti.
Bütün gece düşündü. Ve güzel bir tertip hazırladı. Binlerce devenin hamutlarına ateşler yaktı.
Hintlilerin üzerine böyle yürüdü. Bu defa filler kaçıştı. Süvari saldırdı. Hint ordusu bozuldu.
Öne gelen kılıçtan geçirildi. Süvari atlarının nallan altında çiğnenip gittiler. Demir, Hindistan
fatihi olmuştu. Orada durgun bir vaziyette bulunan İslamlığın yeniden yol aldığını gördü.
Sevindi.

II
Şu muhakkak, ki, Demir, İslamlığın yayılmasından, İslamların hangi ırktan olursa olsun
çoğalmasından çok hoşlanıyordu. Hatta bu yolda bir misyoner gibi çalıştığı da olmuştur.

77
Ermenileri yenerek Ermenistan'ı fethettiği vakit, oranın kralı Hipokrat'la çok dost olmuştu. İşini
gücünü bıraktı, Hipokrat'a gece gündüz Müslümanlığın güzelliklerini anlattı. Nihayet onu
Müslüman yaptı. Ve bu başarısı için, tıpkı büyük muharebeleri kazandığı vakit yaptığı gibi
büyük şölenler verdi, eğlentiler tertip ettirdi. Bunlar günlerce sürdü.

78
EBU MANSUR KAVGASI

İran'da bir ihtilal çıktı. Bir demirci, Gâvei Zalim'i* taklit etti. Vergi aramaya (almaya?) gelen
Demir'in memurlarına hücum etti. Üç bin kadarını öldürttü. Bunun üzerine Demir herifin
üstüne yürüdü. İsyanı öyle bir şiddetle tepeledi ki, otuz bin İranlıyı yere serdi. Nihayet
Şiraz'da, Ebu Mansur'la çarpıştı. Muharebe çok, pek çok kanlı oldu. Ordusu bir iki defa
gerilemek zorunda kaldı. Demir sıkışık zamanlarda âdeti olduğu üzere, kendisi hasmı üzerine
yürüdü. Mansur'la yaka paça oldular. Aksak, Mansur'u yakaladığı gibi toz-toprak içinde yere
vurdu. Oğlu Şahruh koştu. Bir bıçak vurdu. Mansur'un kafasını kopardı. Saçlarından tuttu.
Kanlı başı babasının önüne attı. Ve bağırdı:

"Baba!" dedi, "kral kafaları senin ayakların altında yuvarlanır. Ve bu sana yaraşır, hakkındır."

Kim haklı?

Mansur bir defa Demir'e tebaiyyet etmişti. Sözünü tutmadı. Demir'in üstüne yürüdü. Ve böyle
bir akıbete uğradı.

Kim haklı?

Bence Demir.

* Gâve: Dahhâk'ın zulmüne karşı halkı ayaklandıran İranlı meşhur demirci. (Kaynak Yaymlan'nın notu.)

79
DEMİRİN ÖLÜMÜ
Demir, devlet hayatında gözlerini elde silah açtı. Otrar'da, yetmiş yaşında Çin'e girmek üzere
iken ordusunun başında elde silah kapadı.

Ölümünden biraz önce, hekimi Fazlullah kendisine her şeyi açık söyledi.
"Çare yok!" dedi.

Bütün çocuklarını, torunlarını, prensleri, prensesleri başucuna çağırdı. İçlerinde Şahruh yoktu.
Uzaklarda idi. Onu göremediğine pek çok sıkıldı. Ve:
"Biricik yandığım ve acıdığım şey, oğlum Şahruh'u görmeksizin öleceğimdir. Fakat ne
yapabilirim, Tanrı böyle murat etmiş" dedi.

Çocuklarına şu vasiyette bulundu:


"Çocuklarım! Tebaanın rahatını başarmak için, benim sizlere bıraktığım vasiyeti, düsturları
unutmayınız. Halkın dertlerine derman bulunuz. Zayıfları koruyunuz. Fakirleri, zenginlerin
zulmünden sıyanet ediniz. Tefecilere, faizcilere meydan vermeyiniz. Bunlar Allah'tan
korkmazlar ki, onun kullarına acısınlar. Her işinizde kılavuzunuz adalet ve iyilik olsun. Kılıcı
ihtiyat ve liyakatle kullanınız. Aranıza ayrılık tohumu atılmamasına çok dikkat ediniz.
Nedimleriniz, düşmanlarınız aranıza ayrılık tohumu saçmaya çalışacaklardır. Tüzeler 'imdeki
idare usulüne sadık kalırsanız, taç daima başınızda kalacaktır."

Sonra, kumandanlarını çağırdı. Saray adamları önünde, bunlara:

80
"Pir Mehmet Cihangir'e, bana itaat eder gibi itaat edeceksiniz. Bunun için, bağlılık andı
almanızı isterim" dedi. Bütün kumandanlar, ağlaya ağlaya ant aldılar.

Demir'in yanı başındaki çadırda, prensler hüngür hüngür ağlıyorlardı. Demir, bundan çok
üzüldü. Fakat soğukkanlılığını bozmadı.

Demir, bir aralık bayıldı. Fakat aklını büsbütün kaybetmedi. Melâhibetullah'ı istedi. Yanı
başına getirilmesini işaret etti. Getirdiler. Ona, Kur'anı Kerim okuttu. Sonra onun yüzüne baktı
ve:
"La ilahe illallah, Muhammedün resûlullah" dedi.

Gözlerini bir daha açmamak üzere bu geçici dünyaya yumdu.

Cesedi mumyalandı. Ve çok büyük bir cenaze töreniyle Semerkand'da gömüldü.

Fakat evlatları, torunları onun nasihatlerini tutmadılar. Kısa bir zaman içinde, kurduğu cihan
imparatorluğu, Büyük İskender'in devleti gibi parça parça dağıldı.

81
II
DEMİRİN BAZI GÜZEL HALLERİ

Ona göre akıllı düşman, budala dosttan hayırlı idi. Misal olarak çoğunlukla kaynı Emir
Hüseyin'i söylerdi. O kadar budala idi ki, düşmanlarına katılarak eniştesi Demir'i öldürtmeye
kalkmıştı.
En son kendi ölümüne sebep oldu.

Demir, sabra çok önem veriyordu. Adeta onda bir çeşit sabır manisi vardı diyeceğim geliyor.
Öyle bir sabır ki, o çok hisli, ateş gibi adam, icap edince, yine bir çeşit vurdumduymaz olurdu.

Diyor ki:
"Askerlikte, savaş meydanlarında, bütün bir ömür tüketmiş, sert, katı sözlü adamlardan öyle
katı şeyler duydum ki, benim yerimde taş olsa çatlardı. Fakat ben, sabrettim. Seslenmedim.
Çünkü devlet işi sabır işidir. Sabreden kişi muradını elde eder. Hükümet ilmi, bir bakımdan
sabır ve sebattır. Diğer bakımdan da ihmalci görünmektir. Bilmek; fakat cahili gibi görünmek."

Yalnız, ben de şu kadarını ilave etmeliyim ki, Demir'in sabrı miskinlik değildi. O katı
söyleyenleri dinlerken, bir cihete önemle dikkat ederdi. Söyleyen samimi mi, yoksa küstah
şarlatan mı? Samimi ise dileğini yerine getirirdi. Değilse, bir fırsatını elde edince pöstekisini
çıkarırdı.

Rahmetli Atatürk de böyle idi. O ne sabırdı ya Rabbi! Atatürk'ün sabrı, âdeta insanı çatlatırdı.
Hiç unutmam. Bir gün Çerkez Ethem'in büyük kardeşi Çerkez Reşit, Ebedi Şefe karşı o kadar
terbiyesizce, küstahça sözler söylemişti ki, Atatürk'ün bir göz kırpması, onu parça parça
etmeye yeterdi. Yapmadı. Çerkez, Atatürk'e şöyle seslenmişti:

82
"Sen kendini bir şey mi sanıyorsun?! Sen benim kardeşimin silahı sayesinde yerinde oturdun
ve yine onunla tutunuyorsun. Bunları unutma!" gibi birtakım maskara laflar...

Fakat sırası gelince bu maskaranın uğradığı akıbet malumdur. Vatan haini oldu. Ve
Yunanlılara iltica etti.

Galiba Demir'in düşündüğü, Atatürk'ün yaptığı gibi, devlet kurmak, hükümet idare etmek
sanatının başında sabır denilen haslet geliyor.

Demir de, Atatürk de yoktan devlet kuran Türk çocuklarıdır. Tabiatlarında ne kadar benzerlik
var...

Demir'le Atatürk'ün sabredip edip de sonunda hallettikleri, başardıkları işler o kadar çok ve
büyüktürler ki, bir araya toplansalar ciltler doldururlar ve devlet adamlarına her gün için bir
ders kitabı olurlar.

83
ATATÜRK VE DEMİR

Atatürk, Demir'i çok severdi. Onun kumandanlığına, devlet adamlığına hayrandı denebilir. Bir
gün Yıldırım'la Demir arasındaki Ankara Meydan Muharebesi'ni harita üzerinde
değerlendiriyordu.

"Bakınız" dedi, "Yıldırım, Demir'i öyle bir kıskaç içine almış ki, bu kıskaçtan Demir'den başka
bir kumandan sıyrılıp çıkamazdı. O çıktı ve hasmını yendi". İlave etti:

"Ben, Demir zamanında gelseydim, onun yaptığı işleri başaramazdım. O benim zamanımda
gelseydi, yaptıklarımdan daha çok büyüklerini yapardı."

Yıldırım'ı da bir kahraman, bir cihan kahramanı olarak severdi. "Büyük manevracıdır. Fakat
Demir'in yanında çocuktur. Korkusuz bir deli oğlandır" derdi.

84
TARİH NE DİYOR?

Avrupalı tarihlerin hemen hepsi Demir'in büyüklüğünde birliktirler. Bizans'ı haraca bağladığı
halde Rum tarihleri de böyle. Arap, Acem tarihleri çok aleyhindedirler. Yine Müslümanlar
arasında en insaflıları Osmanlılar imiş.

Osmanlı devleti köklerinden söküldüğü, on yıl devlet fetret içinde kaldığı halde, Demir'in iyi,
kötü yanlarını ölçtükten sonra lehinde hüküm vermek mertliğini yine bizimkiler göstermiştir.
Solakzade, Âli vesaire adeta Demir'i yükseltmektedirler. Kamusülâlâm sabini Şemsettin Sami
aleyhtarlarından biri olduğu halde şunları yazmaktadır:

"Timurlenk (Aksak Demir) gayet zalim ve hunhar olup, kendinin fetihleri İslam âlemi için bir
musibet olmuş ve her geçtiği yerleri kan ve küle bulayıp, tahrip etmiştir. Delhi şehrinin önünde
yüz bin esir kesmiş ve Bağdat'ta doksan bin insan kafasından bir kule yapılmasını emretmişti.
Bununla beraber âlim ve ulemanın dostu olup, tahrip ettiği yerlerden topladığı eserlerle
Semerkand'ı imar etmiş ve süslemiş ve birçok medreseler, kütüphaneler ve maarif vasıtaları
yaptırmıştı. Tüzükât ve birtakım kanunlar dahi kaleme almış ve kendi tercümei halini kendi
yazıp, bunda vaki olan mezalimini haklı ve mazur gösterecek sebepler göstermeye
özenmiştir."

Bir kere esir öldürmek, hatta düşmandan tutsak yapılan kimselere bütün ömürlerince kölelik
yaptırmak, Demir'in âdeti değildi. O, tutsaklara hürriyetlerini iade etmekle övünmektedir. Eğer
Delhi önünde yüz bin kişi öldürmüş ise, bunlar ya İslamı kabul etmeyen putatapanlar yahut
silah kullanmakta ısrar edenlerdir. Silah kullanmakta ısrar edenler, bugün de kılıçtan
geçirilirler.

85
Hatta silah kullanmaktan âciz çocukların, kadınların, ihtiyarların, hastaların bile gözlerin
önünde, kulakların dibinde, uçakların bomba yağmurları altında telef edildiğini görmekteyiz.
Büyük sayılan hangi cihangir Demir kadar adam öldürmedi. I. Selim mi, I. Napolyon mu,
Yıldırım mı, Jul Sezar mı? Hangisi?!

Hele bugünkü savaşlar, hele bugünküler!.. Eski cihangirler kalkıp da bunları görselerdi,
herhalde yüzleri kızarır ve kaçarlardı.

İkinci nokta şu ki, Demir'in âlim olduğunu, âlimleri sevdiğini, memleketini medreselerle, yani
akademilerle, kütüphanelerle süslediğini haber veren Şemseddin Sami; musikiye, güzel
sanatlara, şiire, edebiyata meraklı olduğunu söyleyen diğer yazıcılar; ona, misli görülmemiş
bir kan dökücülüğü izafe etmekle, ben sanıyorum ki, bir tutmazlığa (tenakuza) düşmektedirler.

Bizim tarihçi Âli Künhülahbâr'ında., Demir'den sonra imparatorluğunun yıkılışını şu beyitler


içinde anlatmaktadır: "Kıldı Timur ol zaman ki irtihal, Her diyara düştü nârı ihtilâl." "Kaldı mı bir
köy ki yağmalanmaya, Kul kinez olmaya evlâdü ayal." "Hak Taalâ ol amansız leşkeri,
Eylemişti mazharı nârı celâl." "Anlara, meyden leziz olmuş ki hun, Yanlarında sanki, kan
içmek helal."
Her halde birinci mısralar, Demir imparatorluğunun akıbetini çok güzel ifade etmektedir.
Demir, için birkaç sözüm var:

Demir'in devlet prensipleri, devlet anlamı o esaslardır ki, bugünkü modern devletler için de
kıymetlerinden bir şey kaybetmiş değildirler. Bu bakımdan, Demir, altı asır önce altı asır
sonraya yükselmiş, mukadderatın kalın karanlık perdesi ardından altı asır sonrasını
görmüştür. Bakalım bizden sonra daha kaç asrı görecektir. Demir, soyu. yani Türk milleti için
bir şeref destanıdır.

86
Birkaç kelime: Yıldırım bir gün gezerken bir çobana rastladı.

-Çal çoban çal! Ertuğrul gibi oğlun ölmedi, Sivas gibi kalen yıkılmadı... diye kederlenmişti.
Demir, ölürken:

-Şahruh'u göremedim. Bütün acım budur. Ne yapalım, Allah öyle istedi... dedi.

Ah alma yerde kalmaz! derler, ne kadar doğru imiş...

-SON-

87

You might also like