Professional Documents
Culture Documents
Dört Bin Yýllýk Düþünce, Sanat ve Bilim Tarihinin Klasik Yapýtlarý Üzerine Ele
þtirel Ýnceleme
6. Basým
Remzi Kitabevi
BÜYÜK FÝKÝR KÝTAPLARI DÝZÝSÝ, 8
Altýncý Basým, Eylül, 1995
YAZARIN ÖTEKÝ YAPITLARI
KARANLIK DÜNYA (Roman)
BÜYÜK BALIKLAR (Roman)
ÝNSANSIZ ÞEHÝR (Hikayeler)
OYUN (Roman)
EKÝLMEMÝÞ TOPRAKLAR (Roman)
ALÝ (Roman) (TDK Edebiyat Ödülü)
KUTU KUTU ÝÇÝNDE (Roman)
YEDÝNCÝ GÜN (Roman)
BORDAMIZA VURAN DENÝZ (Roman)
BAÞKA DÜNYALAR (3 Roman)
BÜTÜN ROMANLARI (Toplubasým, 2 cilt)
MUSAHÝPZADE CELAL (Ýnceleme)
ERDEM DÜÞÜNCESI (Düþünce Tarihi'nin 1. cildi)
MUTLULUK DÜÞÜNCESÝ (Düþünce Tarihi'nin 2. cildi)
ÖZGÜRLÜK DÜÞÜNCESÝ (Düþünce Tarihi'nin 3. cildi)
FELSEFE SÖZLÜÐÜ
FELSEFE ANSÝKLOPEDÝSÝ (Kavramlar-Akýmlar, 7 cilt)
FELSEFE ANSÝKLOPEDÝSÝ (Düþünürler, 2 cilt)
EKONOMÝ SÖZLÜÐÜ
TÝCARET SÖZLÜÐÜ
ÝNANÇ SÖZLÜÐÜ
ÝSLAM ÝNANÇLARI SÖZLÜÐÜ
RUHBÝLÝM SÖZLÜÐÜ
TOPLUMBÝLÝM SÖZLÜÐÜ
TÜRK DÝLÝ SÖZLÜÐÜ
Remzi Kitabevi A.Þ.
Selvili Mescit S. 3 34440 Caðaloðlu-Ýstanbul
Tlf: 5116916-5220583, Fax: 5229055
BÝRÝNCÝ BASKIDAN ÖNCE
Bu yapýt; erdem, mutluluk ve özgürlük üstüne yaptýðým çalýþmalardan meydana ge
lmiþtir. Bu kavramlarý
incelemeye giriþtiðim yýllarda böylesine bir bütünlemeyi düþünmemiþtim. Ne var k
i her üç kavramýn da tarihsel
serüveni zorunlu olarak birbirlerine baðlýydý ve sonunda kaynaþtýrýlmalarý gerek
iyordu. Elinizdeki yapýt, bu gereðin
ürünüdür.
O. H.
ÜÇÜNCÜ BASKIDAN ÖNCE
Daha önce söylediðim kaynaþtýrma iþlemini bu baskýda geliþtirmeye çalýþtým. Öze
llikle Kant, Comte,
Hegel gibi düþünürlerin sunulmasýnda ayrýntýlara girmek gereðini duydum. Buna ka
rþý, kimi düþüncelerin de
gereksiz ayrýntýlarýný ayýkladým. Amacým, yapýtý daha bir derleyip toplamaktý. Ö
ðrenmek benim mutluluðumdur.
Öðrendiklerimi özetleyip yayýmlarken bu mutluluðu okurlarýma da aktarmak istemiþ
tim. Ataç ustanýn bir zamanlar
dediði gibi; pek büyümsemeyin, ama pek de küçümsemeyin, yeter.
O. H.
BU BASKIDAN ÖNCE
Bir roman rahatlýðýyla okunmasýný istiyordum. Yeniden düzenledim ve geliþtirdi
m. Kimi ayrýntýlardan
vazgeçemedim, daha iyi açýklayabilmek için yeni ayrýntýlara da girdim. Düþünceni
n tarihi, insanlaþma
sürecinin de tarihidir. Yýllarca önce yaptýðým çalýþmalarýn zorlamasýyla giriþti
ðim bu öykü, anlatýlmasý kolay bir
öykü deðildi. Eksiklerim var belki. Ama bunca yýllýk çalýþmanýn sonunda bir þey
öðrendim: Eksiksiz
ve yanýlgýsýz bir yapýt yazmak olanaksýz. Bizler nasýl bizden öncekilerin eksikl
erini gidermeye çalýþmýzsak bizden
sonrakiler de bizim eksiklerimizi giderirler, yanýlgýlarýmýzý düzeltirler. Gelec
ek kuþaklarýn çok daha geliþmiþ
bilgilerine güvenerek hiçbir kuþku duymadan yayýnlýyorum bu yapýtý. Elimden gele
ni yaptým.
O. H.
ÝÇÝNDEKÝLER
Gök Boþluðunda Bir Dünya
Suda Bir Hücre
Yaþamak
Yeryüzünde Bir Ýnsan
Ýnsanda Bir Korku
Korkuda Bir Kavram
Kavramda Giz
Altýnçað
Özdeði Biçimlendiren Marduk
Tanrýlara Kafa Tutan Kral
Ölüler Kitabý
Evren-Tanrý
Aydýnlýk ve Karanlýk
Eloah'lar Arasmda Bir Yahova
Antikçað
Zeus
Dionysos
Apollon
Eros
Anteros
Aphrodite
Psykhe
Pan
Prometheus
Pandora
Uyum
Ýlk Fizikçiler
Kutsal Matematik
Karanlýklar Ýçinde Ýlk Iþýk
Gök Boþluðunda Bir Zeka
Düþsel Varsayýmlar Baþlýyor
Büyük Öðütçüler
Mutluluk Köpeklikte
Mutluluk Keyfetmede
Alýnyazýsý
Düþsel Bir Evren
Öðütler Yetmeyince
Her Ýþe Yarayan Erdem
Theos ve Theoria
Þüphe
Çiçekli Bir Bahçe
Direkler Arasýnda Bir Galeri
Baba ve Oðlu
Gerekli Olan
Ýki Kurum
Ýlk Kavga
Ýki Kavram
Dinsel Bireþim
Tanrýya Götüren Üç Yol
Üç Üçüzlüler
Ortaçað
Bütün Bunlar Yetmeyince
Ýslam ve Düþüncesi
Tasavvuf
Ýnsanýn Ýnsanla Savaþý
Ýnsanýn Kendisiyle Savaþý
Yenidendoðuþ
Ýnsan ve Deliliði
Ayna
Bre Zavallý Ýnsan
Ütopya
Pasifik Okyanusunda Bir Ada
Güneþ Ülkesi
Atina'lý Timon
Düþünüyorum, Demek ki Varým
Karýnca'yla Yaban Keçisi
Tap ve Ýste
Boþ Kaðýt
Her Þey Ýyidir
Yaþasýn Bencillik
Defolun Aþk ve Öcalma Duygularý
Aydýnlýk, Ama Kaç Mumluk?
Sakal Býrakma Özgürlüðü
Metafiziðe Karþý Fizik
Usun Sýnýrlarý
Krallýk Etmekten Býkýlýr mý?
Heykel
Ben
Ben Olmayan
Evrensel Ruh
Nane Ruhu
Taþý Parçalayan Mantar
Evet Diyen Ýnsan
Doktor Jekyll ve Mister Hyde
Üçüncü Yol
Her Þey Benim Ýçin
Öyleyse Yararlanalým
Suç ve Cezasý
Aþk
Kazýk
Kaba ya da Ham
Kaba Ekonomi
Gerçek Aydýnlýk
Bilgi
Ýnsandýþý
XX'nci Yüzyýl Çalparalarla Baþlýyor
Çalpara Orkestrasýnýn Þefi
Çocuklar Ýçin Özgürlük
Bilincin Altý ya da Dýþý
Aþaðýlýk Duygusu
Bilimi de Býrakýn
Keyfinize Bakýn
Olmak ya da Olmamak
Saçma
Varlýðýn Bilimi
Varmýþ Gibi
Varsayým
Metafiziðe Karþý Metafizik
Hayýr Diyen Ýnsan
Ýnsan Artýk Sade Ruh
Ýnsan Uzayýn Derinliklerinde
Biraz Daha Öðüt
Mutlu Olmak Ýçin Daðlara Týrmanmak Gerek
Mavi Kuþ
Evrenimiz Kýrmýzýya Kayýyor
Öðüt Dinlemeyen Ýnsan
GÖK BOÞLUÐUNDA BÝR DÜNYA. Milyonlarca yýl önce, gök boþluðunda sýcak bir gaz b
ulutu belirdi. Bu bulut,
uzun bir geliþme sonunda dünyamýz olacak. Biz insanlar, acý ve tatlý bütün serüv
enlerimizi onun üstünde
yaþayacaðýz: Öykümüz, güneþin parlak ýþýklarý altýnda renklenen bu bulutla baþlý
yor. Sýcaklýðýn bulutumuzdaki
hidrojen ve oksijen bireþimini göðe uçurduðunu varsayýyoruz. Yaþamýmýzýn gerçekl
eþmesi için gereken su kalýn bir
bulut halinde dünyamýzý çevrelemiþ olmalý. Yoksa dünyamýz soðuyamazdý. Bu, öyles
ine kalýn bir buluttu ki güneþ
ýþýnlarýnýn dünyamýza ulaþmasýna engel oluyordu. Dünyamýz karanlýktý, bundan ötü
rü de soðumasý hýzlanmýþtý.
Soðuma, milyonlarca yýl sürmüþtür herhalde. Isý, kaynama derecesinin altýna düþt
üðü zaman, dünyamýzý çevreleyen
bulut saðanaklar halinde boþanmaya baþlamýþtýr. Böyle olmasaydý suyu nereden bul
abilirdik? Dünyamýzdaki
boþluklar sularla dolmuþtur. Yaðmurlarýn tuzsuz olduðunu biliyoruz. Tuz, okyanus
lara, uzun jeolojik çaðlar
boyunca kara parçalarýndan taþýnmýþtýr: Ýnsan tohumlarýnýn varlaþabilmesi için t
uzlu sular gerekiyordu.
SUDA BÝR HÜCRE. Canlýlýðýn gerçekleþebilmesi için hücre (cellule) yaþamýna elv
eriþli bir ortam oluþmalýydý.
Ýþte, canlýlýðýn ilk adýmý olan hücre, okyanuslarýn bu tuzlu sularýnda gerçekleþ
miþ olmalý. Bilgin Oparin,
hidrokarbonlarýn, tuzlu suyun etkisiyle inorganik karbon bileþimlerinden meydana
geldiðini tanýtlamýþ bulunuyor.
Okyanuslarda erimiþ olarak bulunan hidrokarbonlarýn birbirleriyle birleþerek git
tikçe daha geliþmiþ bileþikler
meydana getirmiþ olmalarý düþünülebilir. Kimya laboratuvarlarýnda yapýlabilen bu
bileþiklerin, geniþ okyanus
laboratuvarlarýnda da yapýlabileceði yadsýnamaz. Bu bileþiklerin içinde, canlýlý
ðýn temel özdeði olan proteinler de
vardýr. Proteinler, amino asitler denilen çok küçük parçacýklardan meydana gelmi
þlerdir. Ýçlerinde karbon, hidrojen,
oksijen, azot ve kimi durumlarda da fosfor ve kükürtlü elementler bulunur. Canlý
lýðýn en gerekli özdeði olan
enzimler de proteinlerden baþka bir þey deðildirler. Canlý hücrenin plazmasýnýn
büyük bölümü proteindir. Bütün
canlý organizmalarýn bileþimini meydana getiren bu canlý özdeðe protoplazma deni
r. En küçüðünden en büyüðüne
kadar bütün canlýlar, içlerinde protoplazma bulunan hücrelerden dokunmuþtur.
YAÞAMAK. Yaþamak, devimlilik (hareketlilik) demek. Taþýyla topraðýyla, göðüyle
yýldýzýyla tüm evren
yaþamakta. Ama biz insanlar bu deyimi, gözlerimizle görebildiðimiz kýmýltýlar öl
çüsünde kullanmýþýz. Bitkilerle
hayvanlarý canlý, bunlarýn dýþýndaki tüm nesneleri cansýz saymýþýz. Öyle olsun.
Biz de, gerçekte henüz bir baþlangýç
olduðu halde bizlere pek uzun gelen insanlýk serüvenimizde bu yanlýþ anlamý sürd
üreceðiz. Bu anlamda yaþam,
protein özdeðinin varlýk biçimidir ve bütün gizleri çözümlenmiþtir: Yaþam, bir ö
zdeðin (maddenin) baþka bir
özdekten bir þeyler almasý ve baþka özdeklere bir þeyler vermesiyle gerçekleþiyo
r. Canlanma, böylesine bir
alýþveriþle baþlamaktadýr. Bu alýþveriþi saðlayan da doðanýn yansýma (in'ikas, r
eflexion) özelliðidir. Doðada her
nesne baþka nesneleri yansýtýr ve baþka nesnelerde yansýr. Cansýz doðada bu yans
ýma, örneðin suyun güneþi
yansýtmasý ve güneþin suda yansýmasý gibi, pasif bir olgudur. Bu pasif yansýma,
uzun bir geliþme süreci sonunda,
protein özdeðinde aktif bir yansýmaya ulaþmýþtýr. Protein özdeði, artýk çevresin
in etkilerine aktif tepkiler göstermeye
baþlýyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak zorunda bulunduðu bir enerji harcý
yor. Demek ki bu enerjiyi
çevresinden geri alma yeteneðini oluþturmaktan baþka çýkar bir yolu yok. Protein
özdeðinin çevresiyle bu sürekli
özdek alýþveriþi mayalanma (fermentation) özelliðini oluþturmuþtur. Mayalanma da
, zorunlu olarak, metabolizma
(deðiþtirme ve dönüþtürme) olayýný gerçekleþtiriyor. Metabolizma çeliþkili bir s
üreçtir, hem özümler hem ayrýþtýrýr.
Bir yandan besinsel özdekler canlý dokulara dönüþtürülürken, öbür yandan canlý d
okular cansýz özdeklere
dönüþtürülür. Soðuyan gaz bulutundaki o güzelim yaþam, böylelikle baþlar: Cansýz
doðadaki yansýma, bu canlý
organizmanýn oluþumuyla yaþambilimsel (biyolojik) bir yansýmaya, uyarýlganlýða (
tenbih yeteneðine) dönüþmüþtür.
Canlý organizmanýn geliþmesi, zamanla, daha yüksek bir yansýtma biçimi olan duyu
m (ihsas)'larý oluþturacaktýr.
Giderek, çok daha yetkin bir yansýtma aracý olan sinir sistemleri meydana gelece
ktir. Canlý organizmanýn en
geliþmiþ biçimi olan insandaysa düþünme ve bilgi edinme süreci, çok özelleþmiþ b
ulunan bu sinirler aracýlýðýyla
baþlar. Ýnsanýn dýþýnda bulunan tüm nesnel gerçeklik bu sinirler aracýlýðýyla ya
nsýr ve bilgileþir. Ne var ki, kýsaca
özetlediðimiz bu pek açýk ve yalýn sonuca varmak için, yüzlerce bilginin bilimse
l çabalarý ve bulgularý gerekmiþtir.
YERYÜZÜNDE BÝR ÝNSAN. Taþlardan, topraklardan, madenlerden; bitkilerden, hayva
nlardan insana kadar
gelen bu süreç, ne türlü bir süreçtir? Bu akýl durdurucu görünümün altýnda yatan
nedir?
Þimdi artýk bu çok yalýn doða yasasýný açýk seçik biliyoruz. Milyonlarca yýl s
üren bu dramatik serüvenin altýnda
yatan, doðanýn evrensel evrim yasasý'dýr. Ama bu yasayý bilimsel olarak açýklaya
bilmek için Charles Darwin (1809-
1882) gibi bir bilgin gerekiyordu.
Öküze, korunmasý için, boynuz verilmiþ. Ya mürekkepbalýðý korunmayacak mý? Onu
n da boyasý var.
Mürekkepbalýðý öylesine boyar ki suyu, saldýranlar ne etseler onu bulamazlar. Bo
ynuzsuz, boyasýz tavþan da çevik
bacaklarýna güvenir. Kuþlar kanatlanýp uçarak kendilerini kurtarýrlar. Ya boynuz
suz, boyasýz, kanatsýz, hantal
bacaklý insan? Onu da usu (aklý) koruyacak. Ýyi ama neden kimine boynuz, kimine
boya, kimine çevik bacak,
kimine kanat, kimine us? Örneðin bütün varlýklar boynuzlu olamazlar mýydý?
Bu soruya Darwin'den çok önce Fransýz bilgini Jean Lamarck (1744-1829) karþýlý
k vermiþti: Hayýr, olamazlardý.
Çünkü her varlýk; içinde varlaþtýðý özdeksel koþullara göre oluþuyordu. Ne türlü
koþullar içindeyse o türlü olmak
zorundaydý. Kuþu varlaþtýran koþullar çevik bacaklarý gerektirmediði gibi öküzü
varlaþtýran koþullar da usu
gerektirmiyordu. Gereksinme (ihtiyaç) organ yaratmaktaydý. Buna karþý, artýk ger
eksenmeyen organlar da köreliyor
ve ortadan kalkýyorlardý. Ortamýn zorlamasýyla meydana gelen özellikler kalýtýml
a kuþaklardan kuþaklara geçiyor,
geçerken daha da geliþiyorlardý. Örneðin zürafa, önceleri otla beslendiði için n
ormal boyunlu ve normal bacaklý bir
hayvandý. Yaþadýðý çevre çölleþince baþka bir çevreye geçerek yiyeceðini yüksek
dallardan saðlamak zorunda
kalmýþtý. O yüksek dallara eriþebilmek için de zorunlu olarak bacaklarý ve boynu
uzamýþtý.
Ne var ki bu karþýlýk evrimi açýklamaya yetmiyordu. Daha baþka ve haklý sorula
rý da karþýlayabilmek gerekiyordu.
Çevresel koþullarýn etkisiyle varlaþan özellikler nasýl oluyor da kuþaklardan ku
þaklara geçebiliyordu? Ortam adý
verilen bilinçsiz bir güç bu kadar düzenli ürünler meydana getirebilir miydi?
Darwin'in büyük önemi, bu sorularý bilimsel olarak karþýlamasýndadýr. Darwin
bu alana bol sayýda bilimsel
kanýtlar getiriyor. Kendinden önce bu alanda çalýþan Lamarck, Diderot, Robinet,
Charles de Bonnet vb. gibi
evrimcilerin kuramsal varsayýmlarýný düzeltiyor ve bilimsel olarak doðruluyor. Ö
zellikle Lamarck'ýn soyaçekim ve
çevreye uyma varsayýmlarýný yepyeni doðal ayýklama ve yaþama savaþý bulgularýyla
güçlendiriyor. Darwin'e göre
yaþam kasýrgasý içinde ancak yaþama gücü olanlar canlý kalýrlar ve türlerini sür
dürürler. Bu, bir doðal ayýklanma ya
da doðal seçme (selection naturelle)'dir. Yaþama savaþýnda ayakta kalanlar belli
özellikler gösterenlerdir. Bu
özellikler, soyaçekimle yeni kuþaklara geçmektedir, hem de daha geliþerek. Bitki
ve hayvan yetiþtirenler kuraldýþý
(müstesna) özellikler gösterenleri birbirlerine aþýlaya aþýlaya yeni türler elde
ederler. Ýnsanlarýn bile yapabildiði bu
aþýlamayý doða daha kolaylýkla ve doðal olarak yapmaktadýr.
Gerçekten de, bu seçim, doðumdan önce baþlamaktadýr. Örneðin bir insan yaratma
k için iki yüz yirmi beþ milyon
erkek tohumu sekiz saat süren bir yarýþa giriþirler. Kadýn yumurtasý karanlýk bi
r köþede gizlenmiþtir. Ýki yüz yirmi
beþ milyon yarýþçý arasýndan hangisi amaca daha önce varýr, yumurtayý gizlendiði
köþede bulabilirse, doðacak
çocuðu o meydana getirecektir. Kazanan, en güçlüdür. Çünkü, en iyi koþucu, en iy
i bulucu ve en iyi delici olarak üç
sýnavda da baþarýya ulaþmýþtýr. En güçlü, en iyi, en uygun böylelikle seçilir ve
yenilen iki yüz yirmi dört milyon
dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz olanak (imkan), doðal süpürgen
in acýmak bilmeyen
süpürüþü önünde ölüp giderler. Cinsi yaþatan, sürdüren en güçlülerdir (Dr. Fritz
Kahn, Ýnsan ve Hayat, s. 38).
Darwin'e göre böylesine bir evrim sonunda hayvandan insana geçiþte son hayvan h
alkasý maymundur. Ýnsan, çok
geliþmiþ bir maymun türünün uygun koþullar altýnda evrimi sonunda meydana gelmiþ
tir.
Bir fille bir kertenkelenin, bir insanla bir solucanýn ayný soydan olduklarýný
hemen kavramak kolay deðildir elbet.
Prof. Alfred Weber, insanýn bir maymun deðiþimi olduðunu bir türlü anlamak istem
eyenlere: Utanmayýn, diyor,
aslandan ya da gül aðacýndan geldiðiniz söylenseydi, hiç kuþku yok, hoþunuza gid
ecekti. Kutsal Kitap size,
yüzyýllarca, bir toprak külçesinden var olduðunuzu söyleyip durdu da niçin utanm
adýnýz? (Felsefe Tarihi, s. 345-
346). Gerçekte insanla hayvan arasýnda, sanýldýðý kadar, büyük bir uçurum yoktur
. Hayvanýn insana oraný,
tomurcuðun çiçeðe oraný gibidir.
Antropoloji bilgini Sir Arthur Keith þöyle diyor: Darwinisme'i maymundan hemen
insana geçivermiþ bir evrim
zinciri olarak anlamak yanlýþtýr. Büyük insan familyasýnýn çeþitli gruplara ve b
u gruplarýn da çeþitli türlere ayrýldýðý
bir eski dünya düþünün. Bugün maymunlar nasýl büyüklü küçüklü çeþitli gruplar ha
linde görünüyorlarsa, o eski
dünyanýn insanlarý da öyle görünmekteydiler. Ýþte bu çeþitli türler girdabý için
de bir tür, yaþama kavgasýndan
artakalarak bugünkü insan türünü meydana getirmiþtir (A. Keith, Ýnsanlýðýn Eskil
iðine Dair).
Darwin kuramý, evrene altý bin yýllýk bir yaþ biçen, gökle yer arasýndaki bütü
n varlýklarýn altý gün içinde
yaratýldýðýný bildiren Kutsal Kitaplarý kökünden çürütmektedir. Ondokuzuncu yüzy
ýlýn bütün dincileri, bu yüzden,
Darwin'e geniþ çapta tepki göstermiþlerdir. Oxford Piskoposu Wilberforce, Darwin
'i savunan Th. Huxley'e,
kendisinin baba yönünden mi, yoksa ana yönünden mi maymundan geldiðini sormaktad
ýr. Huxley, bu kabalýða þu
karþýlýðý veriyor: Bilimsel gerçekleri baltalamak için diller döken bir adamýn s
oyundan gelmektense, alçakgönüllü
ve haddini bilen bir maymunun soyundan gelmeyi tercih ederim (A. Adývar, Tarih B
oyunca Ýlim ve Din, c. II, s.
109). Yurdumuzda da bu kuramý tanýtmaya çalýþan Ahmet Mithat Efendi'nin yazýlarý
na karþý o günün hükümeti þu
buyruðu vermiþtir: Ahmet Mithat Efendinin maymunlarýna dair matbuata zinhar nesn
e yazdýrýlmamasý...
Antropoloji alanýndaki son bulgular günümüzden 400 milyon yýl önceki Silür dön
eminde deniz hayvanlarýnýn
yaþadýðýný, 300 milyon yýl önceki Karbon döneminde kara bitkilerinin belirdiðini
, 150 milyon yýl önceki Jura
döneminde dinozorlarla sürüngenlerin göründüðünü, 60 milyon yýl önceki Eosen dön
eminde de maymun ve ilerde
insanlaþmasý muhtemel primatlarýn çoðaldýðýný meydana koymuþtur. Bu çaðlardan ka
lma fosil kalýntýlarý,
günümüzden 35 milyon yýl önceki Oligosen döneminde yaþamýþ olan Aegyptopitehecus
Zeuxis'in insanlaþmayý
hazýrlayan maymun türlerinden Drvopithecus'ün atasý olabileceði kanýsýný uyandýr
mýþtýr. Dryopithecus Africanus
adý verilen bu maymun türüyse, günümüzden 25 milyon yýl önceki Miosen döneminde
yaþamýþtý. Bu çaðda bulunan
Ramapitehecus punjabicus ve Kenyapithecus Africanus'ün insan türünü meydana geti
recek olan ilk insanýmsýlar
(Latince: Hominidae) olduklarý sanýlmaktadýr. 12 milyon yýl önceki Pliosen dönem
inden hiçbir fosil
bulunamamýþsa da 3 milyon yýl önceki Pleistosen döneminden ilk insanlaþan maymun
grubu olduðu sanýlan
Australopithecus fosilleri bulunmuþtur. Çünkü, bunlara gelinceye dek bütün maymu
n gruplarý çoðunlukla aðaçlarda
yaþarken bu grubun yerde yaþadýðý saptanmýþtýr. Bu maymun-insan fosillerinin ilk
i 1924 yýlýnda Rodezya'da
bulunmuþtu. Daha sonra bu türden düzinelerle fosil meydana çýkarýlmýþtýr. Bu fos
illerle birlikte bunlarca yapýldýðý
sanýlan yontulmuþ çakýl taþlarý da bulunmuþtur. Pleistosen döneminin üçüncü buz
çaðýndan önce insan tüzünün
geniþ ölçüde yayýldýðý sanýlmaktadýr. Neandertal adamý bu ilk insanlardan biridi
r ve Homo sapiens
Neanderthalensis adýyla anýlmaktadýr. Bu dönemin dördüncü buz çaðý Neandertal ad
amýný hemen tümüyle yok
etmiþtir. Ama, bu çað sona ermeden Homo sapiens sapiens adý verilen gerçek insan
lar dünya üstünde
görünmüþlerdir. Sürüp gitmekte olan soyumuzun atalarý bunlardýr. Bu insanlar çeþ
itli ýrklar halinde var olmuþlardýr.
Bu ýrklarýn ilki de Cro-Magnon ýrkýdýr.
Zaman içindeki bu tarihsel serüveninden de anlaþýlacaðý gibi, insan, doðanýn ü
rünüdür ve yaþambilimsel evrimin
sonucudur. Yaþambilimsel evrimden insansal tarihe geçiþ emek'le baþlamýþtýr. Ýns
ansal emeði hayvansal çaba'dan
ayýran, bu emeðin bilinç'li oluþudur. Emek ve bilinç, birbirlerinin koþulu olara
k, insana özgü bir diyalektik
ikileþme'dir. Yüksek hayvan türlerinde beliren zeka ve onunla sýnýrlý olarak gel
iþmiþ bulunan çaba, evrim sonucunda
insansal bilinç ve bilinçli emeðe dönüþmüþtür. Bu geliþme, pek uzun bir evrimin
ürünüdür. Hayvansal zeka ve çaba,
sadece doðadan yararlanmak'la kalmýþ, doðayý yararýna uygun olarak deðiþtirip, o
na egemen olmak'la insanlaþmýþtýr.
Ýnsan, kendisini meydana getiren doðasal koþullarý aþmakla varlaþmýþtýr ve bunda
n ötürüdür ki, artýk o, doðasal
koþullara indirgenemez. Bilinç ve eyleminin birbirlerini karþýlýklý olarak etkil
emesiyle gerçekleþen uzun bir evrim
sonunda alet yapmýþ ve hayvandan farklý olarak kendi kendini üretmiþtir. Hayvan,
tek baþýna bir varlýk olduðu
halde, insan ancak toplumsal bir varlýk'týr: Ýnsan, toplumsal iliþkilerinin topl
amýdýr.
Ama gene de karþýlanmasý gereken bir soru var: Ýnsan nedir? Madenler, bitkiler
ve hayvanlar arasýnda böylesine
baþkalaþmak (insanlaþmak) neden?
Hollandalý anatom Louis Bolk'a göre, bu baþkalaþmanýn nedeni, bireysel geliþme
deki gecikmedir (Retardation
kuramý). Ýnsana özgü nitelikler, bu gecikmenin sonucudurlar. Hayvan doðduktan bi
rkaç gün, ya da birkaç hafta
sonra yürür, insan ancak bir yýl sonra yürümeye baþlar. Hayvanýn büyümesi birkaç
gün ya da birkaç yýlda biter,
insanýn büyümesi on dokuz yýl sürer. Üretme yeteneði hayvanda birkaç ay ya da bi
rkaç yýlda, insanda on beþ yýlda
baþlar. Hayvanlar tüylü doðarlar, insan on beþ yýl sonra tüylenir. Daha pek çok
alanlarda da görüleceði gibi insan,
pek uzun yýllar, doðuþ sýrasýndaki durumunda (embrional durum) kalýr. Bu gecikme
, sonunda insanýn kýlsýzlýðýnda
görüldüðü gibi büsbütün yok olmaya varacak olan (elimination) bir organ gerileme
sini, güçsüzlüðünü doðurur. Her
hayvan çevresine uyar, insansa bu güçsüzlüðünden ötürü çevresine uyamaz. Bu yüzd
en de yaþayabilmek için
çevresini kendisine uydurmak zorundadýr. Tükenip yok olmamasýný da gene bu gecik
meye borçludur. Profesör
Bolk'a göre, geliþmenin gecikmesi, bir iç engelleme yüzündendir. Bu engellemeyi
de iç guddelerin ürünleri olan
hormonlar saðlamaktadýr. Ýnsan vücudunda engelleyici hormonlarýn çoðalmasý, beyn
in büyümesiyle baðlantýlýdýr.
Zekanýnsa, beynin bedene göre büyüklüðüyle arttýðýný biliyoruz. Þu halde, denile
bilir ki, insanýn gücü
güçsüzlüðündedir. Ýnsan çevresine uyamayacak kadar güçsüzleþtiðinden, çevresini
kendisine uydurabilmek için
akýllanmak zorunda kalmýþtýr. Beyni büyümüþ, zekasý artmýþtýr. Maymun, soðuða ka
rþý, kýllanarak yaþar. Ýnsan
kýllanamayýnca, maymunun derisini yüzüp kendi sýrtýna geçirerek yaþar. Bu yüzden
dir ki, dað hayvaný daðda, ova
hayvaný ovada, deniz hayvaný denizde, sýcak hava hayvaný sýcakta, soðuk hava hay
vaný soðukta yaþayabildiði halde
insan, dünyanýn her köþesinde yaþamaktadýr.
Ýsviçreli zoolog Portmann da, insangillerin (hominid) baþkalaþmasýný erken doð
umlarýna baðlamaktadýr. Bu
erken doðuþ, kuþaklar boyunca, olaðanlaþmýþtýr. Ýnsan, doðduktan sonra daha bir
yýl ana rahmindeki gibidir, hýzlý
bir büyüme içindedir. Bir yýl sonra bu büyüme yavaþlar. Maymungiller (anthropoid
) yetiþme çaðýna eriþtikleri
zaman insangiller henüz erginleþmeye baþlamýþlardýr. Ýnsanýn erken doðuþundan il
eri gelen bu gecikme, ömrü
boyunca sürmektedir. Bu gecikme, insan yavrusunun uzun yýllar ana babasýnca besl
enmesini gerektirir. Evlilik
kurumunun biyolojik temeli budur. Güçsüzlüðün nedeni olan erken doðum, güçsüzlüð
ün gereði olan beyni
zorlamýþtýr. Portmann'a göre insan, insanlýðýný erken doðuþuna borçludur. Görüld
üðü gibi, Adolf Portmann'la Louis
Bolk, bu konuda birbirlerini tamamlamaktadýrlar.
Alman antropologu Profesör Arnold Gehlen, ortak bir atadan gelmiþ olduklarý ha
lde, insanla hayvan arasýnda bir
nitelik (mahiyet) ayrýmý bulunduðu kanýsýndadýr. Ýnsanda bir hayvanlýk vardýr am
a, insan denilen varlýk, bu
hayvanlýðýn sýnýrýný aþtýktan sonra baþlar (A. Gehlen, Der Mensch, Seine Natur a
nd Seine Stellung in der Welt,
1940). Hayvanýn her organý; bir çevreye uymadýr. Ýnsanýn hiçbir organý, çevreye
uyma deðildir. Hayvanýn herhangi
bir organýný ele alarak onun yaþadýðý çevreyi, yediði þeyleri, karþýlaþtýðý düþm
anlarý ortaya koyabiliriz. Devekuþu
step için, þempanze orman için yapýlmýþtýr. Buna karþý insanýn, doðanýn hiçbir k
oþuluna uygun gelen hiçbir organý
yoktur. Buz çaðý hayvanlarýnýn hepsi tüylüdür. Buz çaðý insaný tüylü deðildir. Ý
nsan, yaþamasýný, hayvan gibi
çevreye uymasýna deðil, kendine özgü bir özellikle çevreyi kendisine uydurmasýna
borçludur. Ýþte insan demek, bu
özellik demektir. Hayvanlýk alanýnda çevreye göre organlarýn özelleþmesi kavramý
(specialisation), insanlýk
alanýnda çevrenin özelleþtirilmesiyle elde edilmiþtir. Hayvan, doða karþýsýnda t
am ve uygun, insansa eksik ve
doðaya karþýt bir varlýktýr. Hayvanýn bütün davranýþlarý doðanýn isteðine göre d
üzenlenmiþtir, insanýn bütün
davranýþlarýysa doðaya karþýdýr. Ýnsan varlýðý, dik yürüme ve bunun ardýndan bey
nin büyümesi ve zekanýn ortaya
çýkmasýyla baþlar. Dik yürüme, insanýn ellerini serbest kýlmýþtýr. Ayaklýk etmek
ten kurtulan eller boþ kalýnca,
zekanýn güdümüyle, aletleri iþlemeye ve kullanmaya baþlamýþtýr. Hayvan, organlar
ýnýn özelleþmesi yüzünden
çevresine baðlýdýr. Ýnsansa, organlarýnýn özelleþmemesi yüzünden çevresine karþý
özgürdür. Ýnsan, özgürlüðünü,
beyin-el diyalektiðine borçludur. Bu yüzdendir ki, hayvan uygunsuz koþullar için
de türünü yok ettiði halde, insan
her çeþit koþullar içinde türünü sürdürmektedir. Beyin ve el, insaný bütün özel
durumlar karþýsýnda özgür kýlmýþtýr.
Ýnsan bu çevre, koþullarýný deðiþtirebilir ya da onlara karþý kendini koruyabili
r, doðayla savaþabilir ve doðayý
yenebilir. Böylesine bir güç, insandan baþka hiçbir canlýda yoktur. Hayvan alets
iz yaþayabildiði halde, insan aletsiz
yaþayamaz. Ateþ, balta, silah vb. gibi aletlere sahib olmayan insan doðayý yenem
ez ve tükenip gitmek zorunda
kalýrdý. Þu halde insan, doðayla deðil, kültürle bir baðlantý içindedir. Kültür,
zekayla deðiþtirilen bir doða, yeniden
ve insana göre yapýlmýþ bir doðadýr.
Buna karþý, insanla hayvan arasýnda hiçbir nitelik ayrýlýðý bulunmadýðýný; ins
anýn geliþmiþ zekalý bir hayvan
olduðunu ileri süren kuramlar da vardýr. Bu kuramlara göre; insan yetenekleri (k
abiliyetleri) hayvan yeteneklerinin
yetkinleþmiþ (mükemmelleþmiþ) bir biçiminden baþka bir þey deðildir. W. Köhler,
zekanýn hayvanlarda da bulunduðunu
tanýtlamýþtýr. Ýnsanda karþýlaþtýðýmýz töre (ethik), deðer ölçüleri, toplumsallý
ðýn meydana koyduðu, doðayla
hiçbir ilgileri bulunmayan fenomenlerdir. Ýnsanca bir özellik olarak ileri sürül
en dil fonksiyonu da nihayet geliþmiþ
bir beyin iþidir. Dil fonksiyonu, beyinde, silvius yarýðý dolaylarýna yayýlmýþtý
r (bkz. J. Lhermitte, Les MEcanismes
da Cerveau). Maymungillerde kendilerine göre bir dil bulunduðu Gerner ve Schwide
tzky'nin gözlemleriyle
doðrulanmýþtýr. Kohts yirmi üç sözcüklü, Blanche W. Learned otuz iki sözcüklü bi
r maymunca bulunduðunu ileri
sürmektedirler (bkz. Jean Rostand, Biyoloji Açýsýndan Ýnsan, Ender Gürol çeviris
i, 1964). Ýnsanlýk yapýyla
hayvanlýk yapý arasýnda, temelde, hiçbir ayrýlýk yoktur. Ýnsanlýk yapýda görülen
organ eksiklikleri, bu organlarýn
görevlerini beynin yüklenmesi yüzünden meydana gelen doðal gerilemeler, daha açý
k bir deyiþle, gereksiz
kýlýnmalardýr. Tüylü bir hayvanýn derisini yüzüp sýrtýna geçirmeyi beceremeseydi
, soðuktan donmamak için, insan
da tüylenecekti.
Bilimsel bulgular, insaný insan edenin emek (iþ) olduðunu tanýtlýyor. Hayvan d
oðada bulduklarýyla yetinir,
insansa doðayý emek harcayarak üretir. Ýnsan, alet yapan bir hayvandýr. Ancak al
et iþi deðil, iþ aleti doðurmuþtur.
Elin geliþmesi, insangillerin baþkalýðýnda, atýlmýþ en önemli bir adýmdýr. Kant'
ýn da dediði gibi, el, dýþarýya doðru
uzamýþ bir beyindir. Tüylü atalarýmýz dik yürümeyi, bir zorunluk olarak göze alm
ýþlarsa, bunun nedeni, ellerin
baþka türlü iþler yapmak zorunda kalmýþ olmasýdýr. Maymunlarda bile eller, týrma
nmak için, ayaklardan baþka türlü
kullanýlmaktadýr. El, iþin bir aleti deðil, iþin ortaya çýkardýðý bir üründür. E
l, yetkinleþmesini yaptýðý iþlere
borçludur. Elin geliþmesi, insan yapýsýnýn bütün bölümlerini doðrudan doðruya et
kilemiþtir. Ýþin eli ve karþýlýklý
olarak elin de iþi geliþtirmesi insangillerin iþbirliðini zorunlu kýlmýþtýr. Bu
iþbirliði, baþka bir deyiþle toplumsallýk,
insanlarý, birbirlerine söylemeleri gereken bir þeyleri olmak durumuna getirmiþt
ir. Dil, bu zorunluktan doðmuþtur.
Ýnsanbilim (antropoloji) alanýna büyük katkýlarda bulunan, Friedrich Engels, D
oðanýn Diyalektiði adlý ünlü
yapýtýnda þöyle der: Ekonomi politikçiler iþ (emek) bütün zenginliklerin kaynaðý
dýr, derler. Fakat iþ, bundan da
öte sonsuz bir þeydir. Ýnsanýn tüm varlýðý için ilk temel þart odur ve bu ölçüde
dir ki bir anlamda insaný iþ
yaratmýþtýr, dememiz gerekir. Yüz binlerce yýl önce, jeologlarýn üçüncü zaman de
dikleri, henüz kesinlikle
saptanamayan dünya tarihi dönemi sýrasýnda, belki de onun sonlarýna doðru, dünya
nýn sýcak bölgesinde
muhtemelen þimdi Hind Okyanusunun dibine batmýþ büyük bir kara parçasý üzerinde
insan benzeri maymunlarýn
son derece geliþmiþ bir kuþaðý yaþýyordu. Bizim bu ecdadýmýzý Darwin aþaðý yukar
ý tanýmlamýþtýr. Bunlarýn bedeni
tamamen kýllarla örtülüydü, sakallarý ve sivri kulaklarý vardý ve topluluk halin
de aðaçlarýn üstünde yaþýyorlardý. Bu
maymunlar, belki de özellikle yaþayýþ biçimleri dolayýsýyla aðaçlara týrmanýrken
ellerine ve ayaklarýna farklý
fonksiyonlar kazandýrarak düz yerde yürürken ellerini kullanma alýþkanlýðýný yav
aþ yavaþ býrakmaya, dik biçimde
bir yürüyüþ kazanmaya baþladýlar. Böylece maymundan insana geçiþ'in en önemli ad
ýmý atýlmýþ oldu. Bugün bütün
insan-benzeri maymunlar ayakta durabilirler ve iki ayak üzerinde hareket edebili
rler. Ama bunu yalnýz zorunlu
hallerde ve pek beceriksizce yaparlar. Doðal yürüyüþleri yarý dik'tir ve ellerin
i de kullanýrlar: Çoðu ise el
kemiklerini yere dayar ve sakat bir kimsenin koltuk deðnekleriyle yürüyüþü gibi
bükük bacaklarla uzun kollarýn
arasýnda bedenlerini titretirler. Genel olarak maymunlarda dört ayak üzerinde yü
rümeden iki ayak üzerinde
yürümeye geçiþin bütün basamaklarýný bugün bile görebiliyoruz. Ama iki ayak üzer
inde yürüme onlar için bir son
çare olmaktan öte gitmemiþtir. Kýllý ecdadýmýz arasýnda dik yürüme zamanla bir g
ereklilik haline geldiyse, bu, arada
geçen zamanda eller için gittikçe deðiþik çalýþma þekilleri geliþmesini zorunlu
kýlmýþtýr. El ve ayaðýn
kullanýlmasýnda bazý farklarýn meydana geliþi maymunlar arasýnda da görülür. Bel
irtildiði gibi aðaca týrmanýrken el,
ayaktan baþka türlü kullanýlýr. Daha aþaðý memeli hayvanlarýn ön ayaklarýnýn kul
lanýlýþý gibi, el daha çok
yiyeceklerin toplanmasýna ve tutulmasýna yardým eder.
Bazý maymunlar aðaçlarda yuvalarýný ellerle yapar, hatta þempanze gibi kötü ha
vadan korunmak için dallarýn
arasýnda çatý meydana getirirler. Düþmanlara karþý korunmak için sopalarý ellerl
e yakalar, ya da meyveleri ve taþlarý
bunlarla fýrlatýrlar. Yakalandýklarýnda insanlardan kopya ettikleri birçok basit
hareketler için ellerini kullanýrlar.
Ama insana en çok benzeyen maymunlarýn bile geliþmemiþ eli ile binlerce yüzyýllý
k iþ yoluyla son derece geliþmiþ
insan eli arasýndaki farkýn ne kadar büyük olduðu burada anlaþýlýr. Kemiklerin v
e kaslarýn sayýsý ile genel düzeni
ikisinde de aynýdýr. Ama en ilkel vahþinin eli, hiçbir maymun elinin taklit edem
eyeceði yüzlerce iþ yapar. Hiçbir
maymun eli taþ býçaðýn en kabasýný bile meydana getirememiþtir. Ecdadýmýzýn binl
erce yýllýk sürede maymundan
insana geçiþ sýrasýnda yavaþ yavaþ eli uydurmayý öðrendikleri ilk hareketler baþ
langýçta herhalde en basitleriydi. En
ilkel vahþiler, hatta ayný zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hay
vana benzer bir duruma dönüþenler
bile, bu geçiþ dönemi yaratýklarýndan çok daha üstündür. Ýlk çakmak taþý insan e
liyle býçak haline getirilinceye
kadar, öyle zaman dönemleri geçmiþtir ki, bizce bilinen tarihsel dönem onunla ka
rþýlaþtýrýlýnca önemsiz kalýr. Ama
asýl adým atýlmýþtý, el özgür hale gelmiþti ve artýk durmadan yeni beceriler kaz
anabiliyordu. Böylece kazanýlan daha
büyük esneklik kuþaktan kuþaða geçiyor ve artýyordu. O halde el, iþ organý olmak
la kalmaz, ayný zamanda bu iþin
ürünüdür de.
Ancak iþ, gittikçe yeni hareketlere uyma, bu yoldan geliþtirilmiþ kaslarýn, ba
ð organlarýnýn, daha uzun dönemler
içinde kemiklerin kalýtsal yoldan geçmesi bu kalýtsal inceliðin yeni, gittikçe d
aha karmaþýk hareketlere gittikçe
yenilenen biçimde uygulanmasý, insan elini Rafael'in tablolarýný, Thorwaldsen'in
heykellerini ve Paganini'nin
müziðini yaratabilecek bir mükemmellik düzeyine kadar getirmiþtir. Ama el tek ba
þýna deðildi. O, son derece
karmaþýk bir tüm organizmanýn ancak tek bir organýydý. Elin yararlandýðý þeyden
bütün beden de yararlandý, hem de
iki yoldan. Önce, Darwin'in dediði gibi, büyüme korelasyonu yasasýndan yararland
ý. Bu yasaya göre, bir organik
varlýðýn ayrý parçalarýnýn belli biçimleri, görünüþte onlarla baðýntýsý olmayan
baþka parçalarýn belli biçimleriyle her
zaman baðýntýlýdýr. Böylece, çekirdeksiz kýrmýzý kan hücrelerine sahip ve kafaný
n iki eklemle (kondil) kaburganýn
ilk kemiðine baðlandýðý bütün hayvanlarda hiç eksiksiz; yavrularý emzirmek için
süt bezeleri de vardýr. Bunun gibi,
memeli hayvanlarda çatal týrnaklar kural olarak geviþ getirmek için kýrkbayýr il
e baðýntýlýdýr. Belli biçimlerdeki
deðiþmeler, aradaki baðýntýyý açýklayabilecek durumda olmamýza raðmen, öteki bed
en kýsýmlarýnýn biçiminde de
deðiþmelere sebep olur. Gözleri mavi olan tamamen beyaz kediler her zaman ya da
hemen her zaman saðýrdýr. Ýnsan
elinin gittikçe geliþmesi ve buna paralel olarak ayaðýn dik yürüyüþe uymasý, hiç
þüphesiz böyle bir korelasyon
yoluyla organizmanýn öteki kýsýmlarý üzerinde de etkisini göstermiþtir. Elin gel
iþmesinin dolaysýz, belirlenebilecek
biçimde geri kalan organizmaya yaptýðý etki çok daha önemlidir. Daha önce deðini
ldiði üzere, bizim maymun
ecdadýmýz sürü halindeydi, bütün hayvanlarýn en toplumsalý olan insanýn, toplums
al olmayan bir önceki ecdattan
çýkýþýný aramanýn imkansýzlýðý açýktýr. Elin geliþmesiyle, iþle baþlayan doða üz
erindeki egemenlik her yeni
ilerlemede insanýn görüþ açýsýný geniþletti. Ýnsan, doðadaki maddelerde sürekli
olarak yeni, o güne kadar bilinmeyen
özellikler keþfetti. Öte yandan iþin geliþmesi, karþýlýklý destekleme, ortaklaþa
etkinlik hallerini çoðaltma ve bu
ortaklaþa etkinliðin her birey için saðladýðý yararýn bilincine varma yoluyla to
plum üyelerinin birbirine gittikçe
yaklaþmasýna zorunlu olarak yardým ediyordu. Kýsacasý, oluþan insanlar, birbirle
rine söyleyecek bir þeylerinin
bulunduðu noktaya eriþtiler. Ýhtiyaç, kendine bir organ yarattý. Maymunun geliþm
emiþ gýrtlaðý, durmadan daha
geliþmiþ modülasyon elde etmek için yapýlan modülasyon yoluyla yavaþ, ama saðlam
biçimde deðiþti ve aðýz
organlarý yavaþ yavaþ birbiri ardýndan ahenkli harfleri söylemesini öðrendi... Ö
nce iþ, sonra onunla birlikte dil, bir
maymunun beynini etkileyen en önemli iki dürtü bunlardýr ve bu etki altýnda maym
un beyni, bütün benzerliðine
raðmen çok daha büyük ve çok daha üstün bir insan beynine doðru geliþmiþtir (Ýbi
d, Ankara 1970, Arif Gelen
çevirisi).
Görüldüðü gibi, insan usunun, ne kökeninin ne de özünün, sadece doðal ve yaþam
bilimsel (tabii ve biyolojik)
etkenlerle açýklanamayacaðý açýktýr. Usun ve bilincin özü, ancak toplumsal (içti
mai, sosyal) karakteriyle
kavranabilir. Ýnsan toplumu olmaksýzýn insan usu, insan bilinci ve insan düþünce
si de olamazdý. A. Spirkin ve O.
Yakhot, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm adlý yapýtlarýnda bu konuda þu somut ör
neði verirler: Hepimiz
ormanlarda hayvanlar tarafýndan yetiþtirilen ve sonradan insanlar tarafýndan bul
unan çocuklarýn öykülerini
duymuþuzdur. Bu tür olaylarýn en heyecanlýsý 1920 yýlýnda Hindistan'da ortaya çý
kanýdýr. Öksüzler evinin baþkaný
olan Mr. Singh, birtakým garip varlýklarýn kurtlarla birlikte bir maðarada yaþad
ýklarýný duyar. Halk bunlarýn hayalet
olduklarýný söylemektedir, fakat daha sonra bunlarýn iki küçük kýz çocuðu oldukl
arý anlaþýlýr. Bu çocuklar kurtlarýn
elinden alýnýr ve öteki çocuklarla birlikte yetiþtirilmek üzere öksüzler evine g
etirilir. Ancak kýzlar çevreleri için
büyük bir dert kaynaðý olurlar. Çünkü, bir insandan doðmuþ olmalarýna raðmen; ik
i küçük hayvan gibi
davranmaktadýrlar. Hayvanlarýn arasýnda geçen yaþamlarý yalnýz davranýþlarýný de
ðil, ayný zamanda bedensel
yapýlarýný da etkilemiþtir. Ýnsanlarýn önemli özelliklerinden biri olan dik yürü
me bu çocuklarca bilinmemektedir.
Ayrýca insan bilincine ve düþünme yeteneðine veya insanca duygulara, heyecanla
ra sahip olduklarý yolunda da
hiçbir belirti yoktur. Alacakaranlýkta yaþarlar, gündüzleri uyur, gece olunca ha
reketlilik gösterirler. Yýllar geçer.
Zamanla, büyük çabalar sonucunda, fakat yavaþ yavaþ, insanca özellikler belirmey
e baþlar. Ýlk sözcükler söylenir.
Çevrelerinde olup bitenleri kavradýklarýný gösteren insanca kavrayýþýn ilk belir
tileri ortaya çýkar. Baþlangýç
kavramlarý biçimlenir ve küçük hayvanlar insana dönüþmeye baþlarlar. Ne yazýk ki
büyüyemeden ölürler. Bu
gerçekler bize neyi anlatýr? Ýlkin bilincin doðal yaþambilimsel kaynaðý kuramýný
n tamamen yanlýþ olduðunu gösterir.
Kaba ya da bilimsel olmayan özdekçiler (maddeciler) insanýn, doðanýn çocuðu oldu
ðunu ileri sürerlerdi. Bu iddiada,
bilincin kaynaðýnýn doðaüstü olduðu yolundaki idealist ve teolojik iddialarla çe
liþtiði ölçüde gerçeklik payý vardý.
Fakat, insan bilincinin yalnýz doðal temelini vurgulayan metafizik özdekçilik de
tümüyle doðru deðildir. Bu gerçek,
kurtlardan kurtarýlan çocuklar olayýnda hiç kuþku býrakmayacak bir biçimde kanýt
lanmýþtýr. Bilinç, örneðin
ellerimiz, kanýmýz, gözlerimiz ve saçýmýzda sözkonusu olduðu gibi doðanýn basit
bir ürünü deðildir. Bilincin ortaya
çýkabilmesi ve görevini yapabilmesi için, doðal yaþambilimsel temelinin yanýsýra
, toplumsal koþullar (toplumsal
yaþam ve insan toplumu) da gereklidir. Ýnsan bilinci karakteri itibariyle toplum
saldýr. Ýnsanýn toplumsal
iliþkilerinden, toplumsal yaþamýndan ve hareketliliðinden soyutlanmýþ olarak ort
aya çýkamaz. Bir
çocuk, ancak bir insan topluluðu içinde yaþayarak, bir insan olabilir (Ýbid, Bil
im Yayýnlarý, Engin Karaoðlu
çevirisi, s. 53-5). Ýnsanýn özü, tek baþýna bir bireye özgü ve soyut bir þey deð
il, toplumsal iliþkilerinin tümüdür.
Bu gerçek, genel olarak insan konusunda herhangi bir akýl yürütmeyi gereksiz ve
olanaksýz kýlar. Ýnsan, bütün
insanlýðýn geliþmesinin bir ürünüdür (Nasýl ki bir elma da, elma aðacýnýn deðil,
bütün bir doðanýn ürünüdür). Ýnsan,
toplumsal soyunun, yüzbinlerce yýllýk deney ve bilgi mirasýna sahiptir.
Öyleyse, gerçek dostluðun sýnýrlarý baþka türlü çizilecektir: Töresel bir temi
zlik içinde katýksýz bir anlaþma.
Dostluk üstüne söyleyeceklerim iþte bunlar, diyor Cicero, size gelince, siz er
deme öylesine deðer verin ki, onsuz
dostluk olamaz erdemden baþka hiçbir þeyin dostluða üstün tutulabileceðine inanm
ayýn. Antikçað Yunan
bölünmezciliði (Atomculuðu)'nin büyük ve güçlü ürünü Epikurosçuluk'tur. Epikuros
çuluðun büyük ürünü de Latin
özdekçiliði'nin baþlýca temsilcisi Lukretius'dur. Özdekçilik, böylelikle, eski Y
unan'dan eski Roma'ya geçmiþ
bulunmaktadýr. Bu, öylesine bir geçiþtir ki, yüzyýllarca sonra Batý'yý uyandýrac
ak ve özdekçilik anlayýþýna geniþ
boyutlar kazandýracaktýr. Ýdealizme pek yakýþan bir güçlüler egemenliðinin vatan
ý olan Roma'da Lukretius,
Roma'nýn bütün görkemine direnen saðlam bir tohum gibidir. Roma egemenlerinin çý
karlarýna uygun düþen dinsel
ve gizemsel felsefenin temsilcileri Cicero, Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius
'un bütün çabalarýna karþýn bu
tohum gittikçe verimli olmaktan alýkonulamamýþtýr. Benjamin Farrington, Epikuros
'un Tanrýlarý ve Roma Devleti
adlý yazýsýnda þöyle der (The Modern Quarterly, sayý 3, c. I, Londra, s. 214): E
pikurosçularýn ona karþý: duyduklarý
taparcasýna sevgi, Cicero'nun hoþuna gitmiyordu. Tusculenedes, Ý.Ö. 45 yýlýnda E
pikurosçuluðun Roma'da
yayýlýþýna öfkeleniyor,. baþka bir felsefenin önerilmesini amaçlýyordu. Epikuros
özdekçiliðinin Roma'da yayýlýþýnýn
baþlýca etkenleri, onun ilk çeviricisi Amafinius'le Lukretius'dür. (Bilinmesi ge
rekir ki Lukretius, Roma'da,
kendisinden hiç söz edilmemek yoluyla baltalanmýþtýr. Kimi incelemecilere göre,
bu susku, örgütlenmiþ ve bilinçli
bir suskudur. Çaðýmýzda da uygulanan bu yöntem bir dereceye kadar etkendir. Nite
kim Lukretius'un kiþiliði ve
yaþamý üstüne bu yüzden hemen hiçbir bilgi kalmadýðý gibi, yazýlarýnýn çoðu da y
itip gitmiþtir). Günümüze kalan
parçalarýndan birinde büyük özdekçi düþünür þöyle der (Lukretius, Nesnelerin Doð
asý üstüne, kitap ii, satýr 59-63):
Kendi zenginliklerini arttýrmak için vatandaþlarýnýn kanlarýný dökerler. Cinayet
üstüne cinayet iþleyerek
zenginliklerini iki katýna çýkarýrlar. Kardeþlerinin cenaze törenleri onlar için
haz konusu, yakýnlarýnýn sofralarý kin
kaynaðýdýr.
Lukretius'un bütün düþüncelerini ve Epikuros özdekçiliðine katkýsýný De Rerum
Natura adýný taþýyan bu þiirden
öðreniyoruz. Bu þiir altý kitaba bölünmüþtür. Lukretius'a göre; evren sürekli ol
arak devinen özdekten meydana
gelmiþtir, baþlangýcý ve sonu yoktur, yaratýlmamýþtýr ve yok olmayacaktýr, zaman
ve uzay devinen özdeðin dýþýnda
varolamaz, bunlar birbirleriyle baðýntýlýdýrlar, özdeðin bölünebilirliði atomda
biter; evrenin bütün deðiþik
görünüþlerinin içinde bu atomlar vardýr, doðayý açýklamada yaratýcý ilkeler haya
l etmek yanlýþtýr ve yalandýr, sonsuz
olan evrende sayýsýz dünyalar vardýr, bu dünyalar hep ayný atomsal özdeklerden m
eydana gelmiþtir, devim özdeðin
bir özelliðidir ve hiçbir doðadýþý varlýðýn fiskesiyle meydana gelmiþ deðildir,
demir gibi en katý
cisimlerin bile içi sonsuz bir devimle devinmektedir. Görüldüðü gibi, çaðdaþ bil
imin birçok verileri bu þiirde
verilmiþtir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu gibi özdekçi düþüncelerin her zam
an þunlar gibi sosyo-ekonomik
gözlemleri de birlikte getirmiþ olmasýdýr: Ýnsanlarýn gümüþ ve altýn damarlarýný
izlediði, topraðýn derinliklerinin
demirle araþtýrýldýðý bu yerlerde Scaptensula'nýn dibinden pis kokulu bir soluk
yayýlýr. Madencilerin yüzleri ve
tenleri bu zararlý soluk altýnda çöker. Onlarýn neden çabuk öldüklerini ve ne tü
rlü çetin bir baskýyla bu uðraþýya
boyun eðdirildiklerini, varlýklarýnýn nasýl bir güvensizlik içinde olduðunu hiç
görmediniz ya da duymadýnýz mý?
(Ýbid, kitap Vi, satýr 808-815). Lukretius bunlardan baþka doðaya hiçbir þeyin k
umanda etmediði ve edemeyeceði,
doðada nesnel yasalarýn var bulunduðu ve doðanýn bu yasalara göre geliþtiði, bu
yasalarýn nesnel olduklarý kadar da
zorunlu bulunduklarý, düþüncenin nesnel gerçeðin bir yansýmasý olduðu, sevinç ve
acý izlenimlerimizin
duyumlarýmýz ve algýlarýmýzla meydana konduðu vb. gibi þaþkýnlýk verici çaðdaþ d
üþünceler ileri sürmüþtür.
Unutulmamalýdýr ki, bütün bu düþünceler Ý.Ö. ileri sürülmüþlerdir, yirmi bir y
üzyýllýk bir kýdemleri vardýr.
Lukretius'a göre kendiliðindenlik evrenin oluþmasýnda temel yasadýr. Þöyle der:
Evrenin atomlarýnýn yerli yerine
yerleþtirilmiþ olmalarý, bir kafanýn hazýrladýðý bir plana göre olmuþ deðildir.
Evrenin içinde bin bir türlü deðiþime
uðradýktan, sonsuzluk boyunca sarsýlýp yerlerinden edildikten sonra, her çeþit d
evinmeleri ve birleþmeleri deneye
deneye sonunda evreni meydana getiren bir düzene ulaþmýþlardýr (Ýbid, kitap I, s
atýr 1024-1028). Demek ki, bu
düzen kendiliðinden elde edilmiþ, evren kendi kendini deneye deneye kurmuþtur. H
er þeyin bir baþlangýcý, bir
yaþamý ve bir sonu olduðu yolundaki eytiþimsel tez, Lukretius'da bütün açýklýðýy
la dile gelir: Devinmeler, varoluþa
ne kesin olarak üstün gelebilirler ve ne de onu koruyabilirler. Meydana gelmiþ o
laný tümüyle yýkamayacaklarý gibi,
meydana getirdiklerini koruyamazlar da. Varolma ve yok olma arasýndaki savaþ bu
yüzden sonsuza eþit koþullarda
sürüp gider. Yaþam, kimi zaman burada ve kimi zaman orada üsttedir. Ölüm de öyle
. Aydýnlýk denizin kýyýlarýna
ayak basan çocuðun yaþam viyaklamalarý, ölümün hüzün verici iniltilerine karýþýr
. Bu iki oluþ birbirine karýþmadan
hiçbir gecenin ardýndan gündüz gelmediði gibi hiçbir gündüz de geceye dönmemiþti
r. (Ýbid, kitap ii, satýr 569-580).
Demek ki evren, sonsuz bir oluþ içindedir. Epikurosçu ataraxia, Lukretius'un büy
ük þiirsel deðeri bulunan
dizelerinde þöyle dile gelir: Doða'nýn ne dediðini duymuyor musunuz? Beden için
acýdan ,uzak, tin için tasasýz
olmaktan baþka bir istediði var mý ki? Acýyý dindirebilen, tasayý yok edebilen h
er þey ona sevinç verir. Doða, doða
olarak, bundan baþka bir þey istemez. Eðer bizim evimizde ellerinde geceyi aydýn
latmak için meþaleler tutan
heykeller yoksa, her yaný gümüþle ýþýldamýyor ve altýnla parýldamýyorsa ne çýkar
, bir akarsu boyunda; bir aðacýn
dallarý altýnda, dostlarýn arasýnda, taze çimenlerin üstüne uzanarak, kolayca ve
masrafsýzca, kendimizi
dinçleþtirebilmek, hele hava bize gülümsüyorsa ve mevsim yeþil otlarýn arasýna ç
içekler serpiþtirmiþse.. bize yeter
(Ýbid, kitap ii, satýr 17-33).
Evet sevgili Lukretius, gerekli olan, þimdilik sadece bu.
ÝKÝ KURUM. Boþ zamanlarýnda Cicero'nun felsefesel öðütleriyle eðlenen Romalý,
pratik yaþamýnda katý yürekli,
gözü pek bir iþadamýdýr. Kölelerini çalýþtýrýrken ne yaþlýlýk tanýr, ne de dostl
uk. Yunanlýlarýn düþünsel kavramlarýný
Latinlere aktarýp Batý felsefesinin terimsel temellerini atan Cicero'nun bile ne
yaman bir iþini bilir olduðu ilerde
görülecektir. Romateorisi gelecek yüzyýllara öðütler düzenlerken Roma pratiði ge
lecek yüzyýllara miras býrakmak
üzere iki Toplumsal kurum pekiþtirmektedir: Mülkiyet ve aile. Mülkiyet, insanlýk
tarihinin belli bir aþamasýnda
meydana çýkmýþ tarihsel bir olgudur. Tarihsel süreçte üretim tarzýyla belirlenmi
þtir. Yunan ozanlarýnýn altýnçað
adýný verdikleri komünal toplumda özel mülkiyet yoktu, komünal topluluðun hep bi
rlikte mülkiyeti demek olan
ortak mülkiyet vardý. Çünkü insanlar tek baþlarýna deðil, kollektif bir biçimde
hep birlikte üretebiliyorlardý. Ortak
çalýþma zorunluðu ortak mülkiyeti gerektiriyordu. Ýnsanlar arasýndaki çeþitli il
iþkiler, eþdeyiþle üretim iliþkileri, hep
bu ortaklýkla düzenlenmiþti. Zamanla üretim aletleri geliþti, bir aile baþka ail
elerin yardýmý olmaksýzýn üretebilme
gücünü kazandý. Çalýþma özelleþince mülkiyet de özelleþti. Daha açýk bir deyiþle
mülkiyet, nasýl ortak çalýþmada
ortak olmak zorundaysa, özel çalýþmada da özel olmak zorundaydý. Ne var ki insan
lar arasýndaki iliþkiler de, buna
uygun olarak, yeni biçimlere dönüþüyordu. Ýnsanlar nasýl üretirlerse öylece tüke
tirler, tüketim biçimi üretim
biçiminden ayrýlamaz. Ortak çalýþma nasýl ortak mülkiyeti ve ortak tüketimi gere
ktirmiþse özel çalýþma da öylece
özel mülkiyeti ve eþit olmayan özel tüketimi gerektirdi. Ýnsanlar nasýl üretmiþl
erse öylece mülk edinmiþler ve öylece
tüketmiþler, buna uygun siyasal sistemler kurmuþlardýr. Bundan ötürüdür ki insa
nlýk tarihinde toplumlarýn siyasal
sistemleri, üretim biçimleriyle koþullanan mülkiyet biçimleriyle belirlenmektedi
r. Romalýlarýn köleci
imparatorluklarý böylesine bir belirlenmenin ürünüdür. Daha sonra oluþacak olan
feodal, anamalcý ve toplumcu
sistemler de böylesine bir altyapýyla belirleneceklerdir. Ne var ki insanlar ale
tsiz çalýþamaz, üretim araçlarýna
sahip olmaksýzýn üretemezler.
Her insanýn elinde üretim aleti bulunduðu sürece insanlar birbirleriyle eþit k
alýrlar, ama insanlarýn bir bölümü öbür
bölümünün elinden üretim aletlerini zorla alýrlarsa sýnýflar gerçekleþir. Bir bö
lüm insanlar köleleþirken bir bölüm
insanlar da köle sahibi olurlar. Sadece köle sahibi olmakla da kalmazlar, ayný z
amanda ve ayný nedenden ötürü aile
sahibi de olurlar. Aile, tarýmýn ve köleliðin gerçekleþmesiyle meydana gelmiþtir
. Demek ki özel mülkiyetin
ürünüdür. Ýlkin, insanlar arasýnda her türlü kuraldan yoksun cinsel iliþkiler va
rdý. Bunlar, bir aile iliþkileri deðil, bir
aþiret iliþkileriydi. Ana, Çocuk, kardeþ gözetilmeksizin aþiretin bütün kadýnla
rýyla bütün erkekleri birbirleriyle
cinsel iliþki kurabilirlerdi. Bu durumda Baba belli olmadýðýndan çocuklar toplum
undu. Aþiretin ekonomik yapýsý da
buna uygundu, herkes aþiret için çalýþýr ve her þey herkes arasýnda bölüþülürdü.
Bu durum, mülkiyet haklarýnýn
meydana çýkmasýyla, zorunlu olarak ailenin bugünkü biçimi olan tek eþli evlilik
biçimine dönüþtü. Mülkiyet ve
bundan doðan miras haklarýný sürdürmek için babalarý kesinlikle belli olan çocuk
lar yetiþtirmek gerekiyordu. Bu
aþama, baþka cinsel iliþkinin sadece kadýna yasaklanmasýyla gerçekleþti.
ÝLK KAVGA. Mal edinme yüzünden ilk kavga, ilk insanla baþlýyor. Musa'nýn birin
ci kitabýnýn dördüncü bölümü
bu masalý þöyle anlatýr: Ve Adem, karýsý Havva'yý. bildi. Havva gebe kalýp Kabil
'le Habil'i doðurdu. Kabil çiftçi,
Habil çoban oldu. Günler geçti. Kabil, Tanrý'ya topraðýn ilk ürünlerini sundu. H
abil de sürünün ilk ürünlerini. Tanrý,
Habil'in armaðanýný aldý, Kabil'in armaðanýna bakmadý. Kabil çok öfkelendi ve ký
rda karþýlaþýnca kardeþi Habil'i
öldürdü. Günler geçip koþullar elverdikçe insanlar iki bölümde birikiyorlar: Eze
nler ve ezilenler... Kavga, bunlar
arasýnda olmaktadýr. Nitekim ilk büyük kavgalara da, ezenlerle ezilenlerin en ço
k sivrildikleri Roma imparatorluðu
topraklarýnda rastlýyoruz.
Bu kavgalardan ilki, Lucius Sergius Katilina'nýn (Ý.Ö. 109-6l) yönettiði kavga
dýr. Bu kavgada, tarihsel diyalektik
çok önemli bir dönüþme örneði veriyor: Ezenlerin soyundan geldiði halde ezilenle
rin savunucusu Katilina'yla
ezilenlerin soyundan geldiði halde ezenlerin savunucusu Çiçeron karþý karþýyadýr
. Güçlülere dayanan Çiçeron,
Katilina'ya karþý konsül seçilmiþtir. Katilina, yoksullara toprak daðýtýlmasýný
ve çeþitli faizlerle haksýzca kabaran
borçlarýnýn silinmesini istemektedir. Buna karþý Çiçeron, Görevler adlý yapýtýnd
a þöyle yazýyor: Varlýklýlarýn
elindeki topraðý almak ve borçlarý silmek ha?.. Fakat bu, devletin temellerini s
arsmak demektir. Çünkü, devletin
görevi, mülkiyeti korumaktýr. Kendi paramla yaptýrdýðým evi baþkalarý kullansýn,
böyle þey görülmüþ müdür? Borç
olarak verdiðim kendi paramý köylüden geri istememeliymiþim, bu da ne demek oluy
or?..
Bunun ne demek olduðunu, Katilina ayaklanmasýna katýlan komutan Manlius, bir m
ektubunda þöyle anlatýyor:
Bütün anlaþmazlýklarýn ve savaþlarýn kaynaðý olan zenginliði istemiyoruz. Ýstedi
ðimiz, sadece özgürlüktür...
Katilina, önceleri, sosyal adaleti olumlu bir yoldan gerçekleþtirmeyi düþünüyord
u. Bunun için de iki kez konsül
seçilmeye çalýþmýþtý. Ama olumlu yol kapanýnca olumsuz yola baþvurmak zorunda ka
ldý. Büyük bir ayaklanma
tertipledi. Ne var ki bu ayaklanmanýn sonunda, üstün güçler karþýsýnda dayanamay
arak arkadaþý Manlius'la birlikte
savaþ alanýnda öldürüldü. Tarihçi Salluste, Katilina ayaklanmasýný yerdiði halde
, onun, Floransa dolaylarýnda
kahramanca can verdiðini yazmaktadýr. Þöyle diyor: Yüzü, ölümünden sonra bile ka
hramanlýðýný yitirmemiþti,
varlýklýlarý küçümsemekte devam ediyordu... Katilina olayý, 1611'de B. Johnson'u
n ve 1748'de Crebillon'un
yazdýklarý iki ünlü trajediye konu olmuþtur. Ezilenlerin ezenlere karþý ikinci b
üyük ayaklanmasý, gene Roma'da,
Spartaküs adlý kölenin yönettiði ayaklanmadýr (Ý.Ö. 73-71). Spartaküs, Trakya'da
n devþirilmiþ, çok üstün nitelikleri
olan bir adamdý. Kimi tarihçiler onu, Anibal deðerinde bir komutan saymaktadýrla
r. Roma'da büyük çiftliklerin
iþletilmesi kölelerin gücüne dayanýyordu. Roma, gittikçe geliþen zenginliðini kö
lelere borçluydu. Köleler, genellikle
savaþ tutsaklarýydý. Kölelerin saðladýklarý üstün bir mutluluða eriþen Roma, ne
var ki bu mutluluðu ödemekte pek
cimriydi. Romalý kölelerin yaþayýþý, Romalý hayvanlarýn yaþayýþýndan daha kötüyd
ü. Tanýnmalarý için kýzgýn
demirle göðüsleri damgalanýyor, kaçmamalarý için kalýn zincirlerle birbirlerine
baðlanýyorlardý. Romalý soylularý
eðlendirmek için birbirleriyle dövüþtürülüyor, birbirlerini boðazlamak zorunda b
ýrakýlýyorlardý. Vahþi hayvanlarýn
önüne atýlýp parçalattýrýlmalarý da baþka bir eðlence biçimiydi. Spartaküs de bu
kölelerden biridir. Yetmiþ kadar
köleyle birlikte kaçmanýn yolunu bulmuþ, arkalarýndan gönderilen üstün kuvvetler
i darmadaðýn ederek silahlarýný
ele geçirmiþtir. Ýtalya'nýn dört bir yanýndan koþup gelen bütün ezilmiþlerin kat
ýlmasýyla kýsa zamanda büyük bir
ordu kurarak Roma'yý titretmeye baþlamýþtýr. Bu, öylesine bir titremeydi ki, Rom
alý analar yaramazlýk eden
çocuklarýný, Spartaküs geliyor diye sindiriyorlardý. Spartaküs, üstüne gönderile
n kocaman Roma ordularýna karþý
birçok önemli baþarýlar elde ettiði halde, sonunda, yenilgiden kurtulamamýþtýr.
Bu yenilgi, Romalýlarýn bile
ummadýklarý bir sonuçtu. Çünkü Spartaküs, Roma'yý kökünden temizleyecek yolun dö
rtte üçünü aþmýþ
bulunuyordu.
ÝKÝ KAVRAM. Bir yanda ezenlerle ezilenler her gün biraz daha uçlaþýrken öbür y
anda ezenler sýnýfýndan toprak
sahiplerinin karþýsýna para adamlarý dikilmektedir. Böylelikle insan düþüncesind
e iki önemli kavram daha
oluþmaktadýr: Vergi ve faiz. Vergi, devlet kurumunun masraflarýný karþýlamak içi
n halktan alýnan paradýr. Daha açýk
bir deyiþle, Roma'nýn köleci devletinde köleleri baský altýnda tutmak ve baþkald
ýrmalarýna engel olmak için kurulan
devlet örgütünün parasýný da köleler öder. 1793 Fransýz Anayasasý, hiçbir vatand
aþ devlet masraflarýna katýlmak
þerefinden yoksun býrakýlamaz demekle, onu bir þeref olarak nitelemiþtir. Bununl
a beraber, birçok vatandaþlar bu
þereften, açýk ve gizli olmak üzere iki yolla, yoksun býrakýlmýþlardýr. Bu þeref
yoksunluðunun açýk yoluna maliye
dilinde vergi muafiyeti denir. Gizli yolsa birçok karmaþýk vergi formülleriyle g
erçekleþtirilir. Bu karmaþýk hesap
formüllerinin kolaylýkla anlaþýlabilecek olaný araçlý vergilerdir. Bir ölçek tuz
alýrken Romalý konsülle Romalý köle
ayný vergiyi öder. Gerçekte her ikisinin de tuz ihtiyacý ayný niceliktedir. Daha
açýk bir deyiþle, bir varlýklý, parasý
çok olduðundan ötürü daha çok tuz yiyemez. Bu vergiyi ödeyen konsülün varlýðýnda
n hiçbir þey eksilmez, ama köle
belki de bütün varlýðýný harcamýþ olur. Vergiyi ödeyen konsülle köledir ama, ver
gi tuzdan alýnýyormuþ gibi görünür.
Her þey bir vergi konusudur. Ýngiltere Baþbakaný Gladstone, yeni kurulan Faraday
laboratuarlarýný gezerken:
Elektrik ne iþe yarar? diye sormuþ. Faraday da: Devletin vergi almasýna yarar ef
endim! demiþ. Ýþte baþkaldýran
kölelerin azaltýlmasýný istediði vergi bu vergidir.
Faiz, kiralanan paranýn kira bedelidir. Borç para verenle borç para alan arasý
ndaki anlaþmadan ya da yasalardan
doðar. Büyük dinler, paranýn gittikçe artan gücüne karþý toprak sahipleri sýnýfý
ný korumak için faizi
yasaklamýþlardýr. Çünkü büyük dinlerin meydana çýktýklarý çaðlarda egemen sýnýf,
köleci eþdeyiþle toprak sahipleri
sýnýfýydý. Toprak sahipleriyse topraklarýný iþletebilmek için daima borç para al
mak durumundaydýlar. Aldýklarý borç
paraya karþý faiz ödemek istemiyorlar, kendilerine borç verenlerin erdemli 'olma
kla yetinmeleri gerektiðini ileri
sürüyorlardý. Tanrý adýna bunun da çaresi bulunmuþ ve faiz bütün büyük dinlerce
yasaklanmýþtýr. Ne var ki
egemenlik, köleci eþdeyiþle toprak sahipleri sýnýfýndan para sahipleri sýnýfýna
geçince dinler önce pek zor bir
durumda kaldýlar. Çünkü daima egemen olan sýnýfý korumak görevini yüklendiklerin
den bu sefer de para sahipleri
sýnýfýný korumalarý gerekiyordu. Ama Tanrý adýna bunun da yolu kolaylýkla bulund
u ve hiyle-i þer'iyye'lerle faize göz
yumma yolu tutuldu. Vergiler ve faizlerle ezilenleri avutmak gerekiyordu. Metafi
ziðin güçlü kurumlarý bu avutma
görevini yerine getirebilmek için tarihsel süreçte durmadan deðiþiyorlar, yeni ç
areler arýyorlar, yeni biçimlere
dönüþüyorlardý.
DÝNSEL BÝREÞÝM. Görüldüðü gibi, din kurumu her zaman ve her yerde güçlülerin y
anýndadýr. Bu dünyadan
umutlarýný kesmiþ bulunan ezilmiþler, onun öbür dünya vaatlerine dört elle sarýl
mýþlardýr. Ne var ki bu oyalanma da
yetmiyor, ara sýra canlarý boðazlarýna gelip baþkaldýrýyorlar. Oyalamanýn bir ba
þka yolu dinleri çeþitlendirip, bu
çeþitli dinleri de küçük ayrýntýlarla çeþitli mezheplere ayýrarak, ezilmiþleri b
irbirlerine saldýrtmaktýr. Ý.S. III.
yüzyýlda Ýran'da akýllý bir adam yaþadý. Bu adam, bütün dinlerin ayný kaynaktan
doðduðunu, deðmez ayrýntýlar
yüzünden bunca yýldýr insanlarýn boþ yere birbirleriyle boðuþtuklarýný görerek b
ütün dinleri tek bir dinde
toplamaya, bir çeþit dinler bireþimi (sentez) yapmaya kalktý. Bu akýllý adamýn a
dý Mani'dir (Ý.S. 216-276).
Fransýzlar, Manes ya da Manichee diyorlar, Latincede de Mancius deniyor. Bu büyü
k Ýranlýnýn kurduðu dinin adý
Manilik'tir (Manicheisme). Manilik dünyanýn dört bucaðýna hýzla yayýlmýþ, Xi'nci
yüzyýlda Fransa'ya bile
sokulmuþtur.
Ermiþ Augustinus bile bir ara bu dini benimsemiþtir. Manilik, dinlerin bireþimin
i yaparak, dinler arasýndaki kavgayý
kaldýrmak amacýný güdüyordu. Zerdüþt rahipleri Ý.S. 276 yýlýnda Mani'yi yakalaya
rak derisini yüzüp astýlar. Oysa
Manilik akýmýný önleyemediler. Bu akým, için için kaynayarak yüzyýllar boyunca y
aþadý ve günümüze dek geldi.
Maniliðin temelinde hemen her dinden, akýl ölçüsüne uyularak alýnmýþ, bir parça
vardýr. Dinin ana kuralý, iyilikle
kötülük karþýtlýðýna dayanmaktadýr. Ýyilik, ýþýk ve ruhtur, kötülük de karanlýk
ve bedendir. Evren, bir iyilikle
kötülük karýþýmýdýr. Evrenin bir parçasý olan insan da öyledir, ruh ve bedenden,
iyilikle kötülükten yapýlmýþtýr.
Bedenin (maddenin) içine hapsedilip acý çeken ruhlarý kurtarmak gerekir. Bütün r
uhlar arýnarak maddeden kurtulup
gerçek yerlerine, ýþýk göðü'ne çýktýklarý zaman dünyanýn sonu gelecektir. Mani,
Ýsa'dan da yararlanmýþ; Ýsa'nýn
kendisini müjdelediðini, sözünü ettiðini Kutsal Ruh'un kendisi olduðunu ileri sü
rmüþtür. Mani, bütün dinlerin
güneþ-ýþýk gücü temeline dayandýðýný görmüþ, dinin bütün dualarýný bize ýþýk gön
deren güneþe ve aya yöneltmiþtir.
Oruç tutmak, kardeþçe bir arada yemek yemek gibi çoðu dinlerdeki ortak biçimlere
de önem vermiþti. Ýnsanlarýn,
kendilerini baðlayan ve zora sokan biçimlerden ne kadar hoþlandýklarýný biliyord
u. Hýristiyanlara ermiþ Pavlus'un
yazdýklarýna aldýrmamalarýný söyleyerek, gerçek Ýsa'nýn bir ýþýk habercisi olduð
unu, bu ýþýðýn da Manilik bireþim
diniyle gerçekleþtiðini bildiriyordu. Ýyi bir Mani olabilmek için her türlü tutk
udan ve yalancýlýktan sakýnarak
yaþamak yetecekti. Ýyiliðin ilkeleri, tutkularýný yenmesini bilmekle doðru sözlü
olmaktý. Ýnsanlardan istediði,
yaþadýklarý sürece, bu kadarcýk bir çaba gösterebilmeleriydi. Bu çabayý göstereb
ilenler arýnmýþ, kurtulmuþ (erdemli)
ruhlar olacaklardý.
TANRIYA GÖTÜREN ÜÇ YOL. Erdeme, tanrýya benzemeye çalýþmakla ulaþýlýr, diyor P
lotinos. Ýnsanýn amacý,
tanrýya benzemek olmalýdýr. Plotinos (203-270), Mýsýrda yerleþmiþ bir Romalý ana
babanýn çocuðudur. Likopolis'te
doðmuþtur. O zamanlar Mýsýr topraklarý Roma Ýmparatoru Septimus Severus'un egeme
nliði altýndaydý. Plotinos, Ý.S.
231 yýlýnda, yirmi sekiz yaþýndayken felsefeyle ilgilendi. Ýskenderiye'de. Ammon
ios Sakkas'ýn öðrencisi oldu. Roma
Ýmparatoru Gordianus'un Ýranlýlara karþý açtýðý savaþa katýldý. Romalýlarýn baþa
rýsýzlýðýyla biten bu savaþtan sonra,
243 yýlýnda, Roma'ya yerleþti. Roma'da kurduðu felsefe okulunda, ölümüne kadar,
sürekli olarak yirmi beþ yýl
felsefe okuttu. Hemen herkesçe beðenilen, aþýrý saygý gören mutlu bir kiþiydi. Ö
ðrencileri arasýnda o çaðýn en ünlü
bilginleri, sanatçýlarý, Ýmparator Gallienus, Ýmparatoriçe Salonina vardý. Okulu
, bilgili kiþilerin buluþma yeriydi..
Ýmparatordan saygý, sevgi; yardým görüyordu. O kadar ki, Ýmparator Gallienus, Pl
aton'un düþüncesine uygun olarak
örnek bir devlet kurmak için ona bir yer göstermeyi bile düþünmüþtü. Devlet adam
larý, imparatoru bu isteðinden
güçlükle vazgeçirdiler. Plotinos, düþüncelerini yazmaya baþladýðý zaman elli yaþ
ýndaydý. Her birinde dokuzar yazý
bulunan altý kitabýný, öðrencisi Porphyrios yayýmladý. Plotinos'un yapýtýna, bu
yüzden, Ennead'lar (Dokuzluklar) adý
verilmiþtir. Enneadlar'ýn tam basýmýný 1835 yýlýnda Oxford'da Creutzer yaptý. Bo
uillet'nin üç ciltlik Fransýzca
çevirisi de 1856 yýlýnda Paris'te yayýmlandý. Plotinos'a göre evren, tanrýdan ge
liyor, tanrýya dönüyor. Ýnsan da
tanrýdan gelmiþtir, tanrýya dönmektedir. Ýniþ merdiveninin ilk basamaðýnda ruhla
r, ikinci basamaðýnda hayvanlar,
üçüncü basamaðýnda cisimler vardýr. Çýkýþ merdiveninin alt basamaðýndaysa anlama
k, orta basamaðýnda sonuç
çýkarmak, son basamaðýnda da mistik seziþ bulunmaktadýr. Bu merdiven inilmiþtir,
öteki merdivenden çýkýlacaktýr.
Mademki yeniden çýkacaktýk, þu halde niçin indik? diye sormazsanýz Plotinos'un v
arlýk düþüncesini baþlangýç
noktasýnda biten bir yuvarlak olarak çizebilirsiniz.
Özdek (madde), önce tanrýya karþý gibi görünür. Ýlk bakýþta iki ayrý uçta duru
r gibidirler. Biri etkilenen, öbürü
etkileyendir. Tanrý, özdeði sürekli olarak etkilemektedir. Her varlýk, bir özdek
le bir biçim birleþiðidir. Tanrý,
biçimdir. Oysa özdek bu biçimle biçimlendiðine göre; tanrýnýn karþýsýnda deðil,
içindedir. Varlýðýn ilkesi tektir. Bu
ilke, birlik, baþka bir deyiþle tanrýdýr. Tanrý, kendisi hiçbir þey olmadýðý hal
de, her þeyin ölçüsüdür. Ýyilikçi deðildir,
çünkü salt iyiliktir. Güzelliði yoktur, çünkü salt güzelliktir. Düþünceleri bulu
nmaz, çünkü salt düþüncedir. Ona
nitelikler vermeye çalýþmamalýyýz, çünkü bu niteliklerle onu sýnýrlamýþ oluruz.
Tanrý, bizim düþündüðümüz hiçbir
þey deðildir, çünkü her þeydir. Bizler ondan geldik, yeniden ona gidiyoruz. Bu a
çýdan bakarsanýz her yaratýk er geç
erdemli olmak zorundadýr: Çünkü tanrýya gidiþ, vazgeçilmez bir gidiþtir, hiç kim
se gitmemezlik edemez. Þu halde
kuþkulanmak gerekmez, nasýl olsa sonunda hep erdemli olacaðýz. Bu düþünce, erdem
sizlere soluk aldýran bir
düþüncedir. Tanrý salt iyiliktir, her þeyin varlýðýný isteyen Baba'dýr. Her þey
ondan çýkmýþtýr, bilinçli ya da bilinçsiz,
gene ona dönmek istemektedir. Her þey tanrýnýn çevresinde döner, tanrýya yaklaþm
ak ister. Bireyler son varlýklar
deðildirler. Ýlk varlýk da, son varlýk da tanrýdýr. Tanrýdan ilk çýkan þey anlak
'týr (zeka). Anlak, süje (mutlak zeka,
nous) ve obje (anlaþýlýr alem, kozmos) olmak üzere ikiye ayrýlýr. Tanrýlýk birli
kten bu ikiliðe nasýl geçilmiþtir?
Plotinos bunun bilinemeyeceðini söylüyor. Tanrýlýk birlik bölünemeyeceðine göre,
gerçekten de, bu ikiliðin
açýklanmasý oldukça zordur. Kimi filozoflar bunun sadece bir görünüþten ibaret o
lduðunu ileri sürmektedirler.
Þöyle ya da böyle, Plotinos'a göre anlak da, kendisinden çýktýðý tanrý gibi, yar
atýcýdýr, tin'i (ruh) yaratmýþtýr. Nasýl
anlak, tanrýdan çýktýðý halde tanrýya doðru gitmekteyse, öylece, tinler de anlak
tan çýktýklarý halde anlaða dönmek
isterler. Platon'dan ve stoacýlýktan gelen Plotinos'un evreni, incelenmeye deðer
bir evrendir. Her çýkanýn, çýktýðýna
bin piþman, bir an önce çýktýðý yere dönmek istediði bir hoþnutsuzlar evrenidir
bu. Tinler de yaratýcýdýrlar, onlar da
kendilerinden daha az yetkin (mükemmel) olan cisimleri yaratmýþlardýr. Oysa her
cisim gene tanrýnýn izini
taþýmaktadýr. Tanrýya dönmek isteðindedir. Cisimlerin varlýðý, biçimleriyle beli
rir. Cisimlerin özdekleriyse
onlarýn bir çeþit yokluklarýdýr. Cisimsel alem, varlýkla yokluk arasýnda bocalay
an sürekli bir deðiþmedir. Cisimlerin
ötesinde dibi olmayan bir uçurum vardýr, bu uçurumda henüz biçimlenememiþ kaba ö
zdekler kaynaþýrlar. Bu kaba
özdeklerin altýnda artýk baþka bir þey yoktur. Tanrý nasýl yukarýya doðru sonsuz
sa, bunlar da aþaðýya doðru
sonsuzdurlar. Ancak bu kaba özdekler, bir gün, biçimlenip tanrýya döneceklerdir.
Böylece her þey sonunda bir tekte,
bir birlikte, bir biçimde, hepsini toplayan bir deyiþle tanrýda birleþmiþ. olaca
ktýr.
Ýnsan tinleri (ruhlarý), kaba cisimlere bürünmek için hayatlarýný tanrýlýk hay
attan ayýrdýlar, diyor Plotinos.
Çektikleri iþte bu davranýþlarýnýn cezasýdýr. Sizler bu cezayý hak etmediðimizi
düþünecek misiniz bilmem, Plotinos
hak ettiðimiz düþüncesindedir. Plotinos'un töresine (ahlak) göre, insanlarý tanr
ýya götürecek olan üç yol, daha
doðrusu bir yolun üç geçiti vardýr: Sanat, sevgi, felsefe... Ýnsan bu geçitlerde
n geçerek, bu basamaklardan çýkarak
tanrýya ulaþacaktýr. Erdeme sanat, sevgi ve felsefe yoluyla varýlýr. Ýnsan, anca
k bu yollardan giderek tanrýya
benzeyebilir. Sanatçý ideyi duyulur görünüþlerinden, seven insan ruhunda, filozo
f tanrýda aramaktadýr.
ÜÇ ÜÇÜZLÜLER. Yunan düþünürlerinden Porfirios (Ý.S. 233-304), Jamblikos (Ý.S.
283-333) ve Proklos (Ý.S.
412-485) Hýristiyanlýðýn ilk yüzyýllarýnda çok tanrýcýlýðý sürdürmeye çalýþan Ye
ni Platonculardýr. Çoktanrýcý Yeni
Platonculara görç, saltýk (mutlak) hiçbir zaman bilinemez ve onunla hiçbir iliþk
i kurulamaz. Gerçek varlýklar, üç
basamakta toplanan ve sayýlarý pek çok olan tanrýlardýr; anlýksal tanrýlar (neor
oi), evren üstü tanrýlar (hyperkoþmoi),
evrenle karýþmýþ tanrýlar (egkozmioi) insanlarla ilgilenirler. Gerek insanlarýn
ve gerek nesnelerin yönetiminde bu
tanrýlarýn üstünde hiçbir güç yoktur. Bu tanrýlar sisteminde, her basamakta üçer
tanrýdan dokuz tanrý bulunur.
Çoktanrýcý Yeni Platoncularýn bu üç üçüzlü (triple ternaire) öðretilerinin kökü,
eski Mýsýr mistisizmindedir. Yahudi
mistisizminde de (kabala) bu üçlemeler vardýr. Öyle anlaþýlýyor ki insanlar, ilk
düþüncelerden beri, diyalektik
üçlemenin (tez-antitez-sentez) sezisi içindeydiler. Son Yunanlýlar, böylece, üç
üçüzlüleriyle birlikte tarih
sahnesinden çekiliyorlar. Ý.Ö. 600 yýllarýnda düþünmeye baþlamýþlardý, Ý.S. 529
yýlýnda çoktanrýcý Yeni
Platonculuðun son sýðýnaðý olan Atina okulunun Roma Ýmparatoru Justinianus taraf
ýndan kapatýlmasýyla sustular.
Okul, artýk Romalýlarýn çýkarlarýna uygun düþmeyen çoktanrýcýlýk yüzünden, öðret
men Þam'lý Damaskios zamanýnda
kapatýlmýþtý: Tarihçiler, okulun kapatýldýðýndan kimsenin haberi olmadý, diyorla
r, çünkü varlýðýndan da kimsenin
haberi yoktu.
ORTAÇAÐ. Mutluluklarýný arayan insanlar, bir ara, bu mutluluðu, özgür düþüncen
in kapýlarýný kilitlemekte
buldular. Yüzyýllarca süren bu araya, ortaçað diyoruz. Artýk erdem, gerçekten er
dem olduðu için deðil, tanrý
buyurduðu için erdemdir. Artýk Yunanlýlarýn doða-tanrýlarýnýn yerini Hýristiyanl
ýðýn kiþi-tanrýsý almýþtýr. Oysa bu
kiþi-tanrýnýn düþünürleri, doða-tanrýlarýn düþünce sisteminden kurtulamayacaklar
dýr. Skolastik dediðimiz Hýristiyan
okulu düþünürleri, yüzyýllar boyunca, Platon'la Aristoteles'i gevelemekten baþka
bir þey yapmamýþlardýr. Hýristiyan
düþüncesinin, Ý.S. V'inci yüzyýla kadar süren ilk dönemine patristik (Yunanca ki
lise babasý anlamýndaki patros
deyiminden geliyor), bu tarihten sonra ortaçaðýn sonuna kadar süren ikinci dönem
ine skolastik (Latince okul
anlamýna gelen schola deyiminden geliyor) denir. Bu iki dönemden birincisine Pla
toncu Hýristiyan tanrýbilimi
evresi, ikincisine Aristotelesçi Hýristiyan tanrýbilimi evresi de denebilir. Bun
unla beraber Platon etkisi Xiii'ncü
yüzyýla
kadar ilk skolastik düþünürlerde de devam etmiþ ve ancak bu yüzyýlda Aquino'lu T
homas'yla yerini Aristoteles
egemenliðine býrakmýþtýr. Patristik felsefenin ünlü babalarý Clemens (150-215),
Tertulian (160-222), Origenes (185-
254) ve Augustinus (354-430)'tur. Patristik felsefe, Hýristiyanlýða yapýlan sald
ýrýlara karþý koymaya çalýþan bir
savunma felsefesi, bir apologia'dýr. Kilise babalarýnýn Felsefesi olan patristik
felsefe, ortaçað skolastiðinin ilk
hazýrlýklarýdýr. Skolastik, bütün ortaçaðý kaplar. Skolastiðin ayýrt edici nitel
iði dogmatik oluþudur. Belli bir konuyu
incelemek demek, o konuda Aristoteles'in , ne yazdýðýný okumak demektir. Daha de
rin bir inceleme, Aquino'lu
Thomas'nýn, Aristoteles'in bu yazýsý üstüne ne yazdýðýný okumak demektir. Bilims
el bir incelemeyse Aristoteles'in ve
Aquino'lu Thomas'nýn bu yazýlarýný tekrarlayan üçüncü bir kitabý okumak demektir
. Hiçbir kiþisel görüþ, tartýþma,
kuþku ve kurcalamaya izin yoktur. En küçük kiþisel bir çýkýþa cesaret eden, ölüm
ya da bir çeþit diri diri ölüm
demek olan afaroz cezasýyla cezalandýrýlýr. Bu sýký disipline raðmen skolastik,
önemli düþünürler yetiþtirmiþtir.
Bunlarýn baþýnda skolastiðin kurucusu Scottus Eriugena (833-880) gelir. Anselmus
(1033-1109), Petrus Abaelardus
(1079-1142), Aquino'lu Thomas (1224-1274), Duns Scotus (1270-1308) vb. onu izler
ler. Hýristiyan felsefesinin
skolastik dönemi, yaklaþýk dokuzuncu yüzyýldan XVi'ncý yüzyýla kadar sürmüþtür.
Hýristiyanlýk, temelde, ilkel bir kamulculuk anlayýþý içinde Ýsa'nýn söylediði
birkaç þiirli sözden ibarettir. Bu yalýn
sözlere felsefesel bir temel bulmak gerekiyordu. Ýlk yýllarda Yunan stoacýlýðýyl
a savaþmak zorunda kalan Hýristiyan
kilisesi babalarý, bu düþünsel temeli, önce Platon öðretisinde, sonra da Aristot
eles öðretisinde buldular. Her iki
dönemin de ayýrýcý niteliði, felsefesel sorunlarý birtakým tartýþýlamaz dogmalar
a baðlamýþ olmasýdýr. Hýristiyan
düþünürleri, yüzyýllarca, bu dogmalardaki açýk çeliþmeleri anlaþýlýr kýlmaya çal
ýþmýþlardýr. Bir Yahudi mezhebi
olarak ortaya çýkan Hýristiyanlýðýn dogmalarý, gerçekte, Yahudiliðin dogmalarýdý
r. Hýristiyan felsefesi, bu dogmalarý
desteklemek amacýndan doðmuþtur ve Hýristiyan tanrýbiliminin hizmetçisi (La. Anc
illa theologiae) durumundadýr.
Bu çaðýn hemen bütün düþünürleri din adamlarýdýr, Hýristiyan kilisesinin hizmetç
ileri (La. Ancilla ecclesiae)
durumundadýrlar. Bu demektir ki, Hýristiyan felsefesi kutsal Roma kilisesi impar
atorluðunun (La. Sacrum Imperium
Romanum) hizmetinde olan ve onun buyruklarýna göre biçimlenebilen bir felsefedir
. Buysa felsefe kavramýnýn
gerçek anlamýyla çeliþiktir. Bu bakýmdan denilebilir ki Hýristiyan felsefesi, an
tikçað Yunan idealizminin
Hýristiyanlýk dini ölçüleri içinde bir devamýndan ibarettir. Kaldý ki Hýristiyan
lýk, Yunan stoacýlýðýnda içkin
bulunmaktadýr. Hýristiyanlýðýn tanrýsý: Parmenides'in varlýk, Sokrates-Platon'un
iyi idesi, Aristoteles'in ilkneden,
Plotinos'un bir düþüncelerinin karma ürünüdür. Bundan baþka, bir Ýngiliz tarihçi
si, Edward Gibbon da The Decline
and Fall of the Roman Empire adlý yapýtýnda, yaptýðý araþtýrmalar sonunda Platon
'un gizli bir Logos öðretisi (Ýng.
Logos docfrine)'ini bulduðunu, Hýristiyanlýða temel olduðu kuþkusuz bulunan bu ö
ðretinin çoktanrýcý tepkiye karþý
gizli tutulduðunu ve Platon'un öðrencilerine gizlice okutulduðunu, kulaktan kula
ða gelen bu öðretinin Ýskenderiyeli
Yahudi dinbilimci Phile tarafýndan açýklandýðýný ve Phile tanrýbiliminin de Hýri
stiyan tanrýbilimcilerin baþlýca
kaynaklarýndan biri olduðunu ilerisürmüþtür. (bkz. Ýbid, c. ý, s. 572 vd.). Plat
on'un bu öðretisi, Platon sisteminde
gerçekten de bir boþluk olarak kalmýþ bulunan, soyut Ýdealar dünyasýndan somut ö
zdeksel dünyaya nasýl geçildiðini
açýklamaktadýr. Platon'a göre bu geçiþ bir yaratan'ýn gücüyle olmuþtur, yaratan
(eþdeyiþle Tanrý) ruhsal bir güçtür, bu
ruhsal güç yaratýlýþ yoluyla özdeksel yaratýlaný kendi varlýðýndan çýkarmýþtýr.
Yaratan, yaratýlýþ, yaratýlan üçlüðü,
Hýristiyan baba, oðul, kutsal ruh üçlüðünün temeli olduðu gibi Aristoteles erekç
iliðinin de temelidir.
Ortaçað Hýristiyan düþünürlerinin baþýnda Origenes (Ý.S. 185-254) geliyor. Ona
göre erdemin kendisi, asýl erdem
deðildir. Kötü, kendi baþýna hiçbir anlam taþýmaz. Gerçek olan iyidir, bir baþka
deyiþle Tanrýdýr. Kötülük, iyiliðin
yadsýnmasýdýr (inkarýdýr). Özgür ruhlar tanrýlaþmaya özendiklerinden Tanrýdan yü
z çevirirler. Ýþte kötülük,
erdemsizlik; onlarýn bu gururlarýnda belirir. Ýyiyle kötü, bir baþka deyiþle erd
emle erdemsizlik, tanrýyla yokluk
arasýnda özgür bir seçmeyi gerektirir. Her þey tanrýdan gelmiþtir, tanrýya dönec
ektir. Dünyalýk yaþama, bir çeþit
cezadýr, bir çeþit ödentidir (kefarettir). Aurelius Augustinus (Ý.S. 354-430) da
aþaðý yukarý bunlarý söylüyor. O da
Origenes gibi, Platonculuðun dostudur. Ona göre de erdem, tanrýnýn tözüdür (cevh
eridir). Tanrýlýk irade, ötesinde
baþka hiçbir þey bulunmayan bir ilke olduðundan, yaratmanýn nedenini araþtýrmak
boþunadýr. Tanrý yarattý, çünkü
yaratmak istedi. En yüksek iyi, mutluluk deðil, erdemdir. Tanrýnýn iradesi iyi,
güzel, doðru'dur. Ýnsan kötülük
yolundadýr. Onu kurtaracak olan Tanrýdýr. Tanrý, insaný kurtarýr, çünkü kurtarma
yý ister. Ama bütün insanlarý
kurtarmaz, hangilerini kurtarýp hangilerini kurtarmayacaðýný önceden seçmiþtir.
Bir baþka deyiþle, insanlar arasýnda
kimileri kurtuluþa önceden ayrýlmýþlardýr. Her iki düþünürün düþüncelerinden çýk
an sonuçlar skolastik dediðimiz
Hýristiyan düþünce okulunu doðurmuþtur. Ortada, yedi yaþýnda bir çocuðun bile so
rabileceði þu sorular
durmaktadýr: Dünyalýk yaþama bir cezaysa, bana bu ceza niçin veriliyor? Dünyaya
gelip gelmemek elinde olmayan
ben böyle bir cezaya uðramak için hangi suçu iþledim? Kurtuluþ planý daha ben do
ðmadan yapýlmýþsa, ben de bu
planýn içine girebilen mutlulardan deðilsem, bunda benim ne suçum var? Neden ben
bu planýn içinde deðilim? Tanrý
beni niçin gözden çýkarmýþ, kurtulmaya deðer görmemiþ? Saçlý sakallý düþünürler,
yedi yaþýndaki çocuðun bu
sorularýna karþýlýk bulmak zorundadýrlar. Bulamazlarsa ne erdemden, ne de erdems
izlikten söz etmemeleri gerekir.
Skolastiðin kurucusu Scottus Eriguena'dýr (Ý.S. 833-880). Eriugena, yukardaki
sorularýn karþýlýklarýný
bulamayýnca, þu ilkeyi ortaya atýyor: Tanrý salt yokluk, sonsuzdan gelip sonsuza
giden sýr'dýr. Bu düþünüre göre,
sadece Tanrý deðil, insan da böyledir. Ýnsan da bir sýrdýr, çünkü insan da bir T
anrýdýr. Çocuk, babadan doðdu. Þu
halde babadan baþka bir þey olamaz. Ýnsan, küçük çapta bir evrendir, evrensel bü
tün varlýklarý kendinde özetler
(Claude Bernard'ý hatýrlayýnýz). Varlýðýnýzdan kuþkulanmayýnýz, düþündüðünüz içi
n varsýnýz (Descartes'ý
hatýrlayýnýz). Ýnsan, günah iþleyerek meleklerden ayrýldý, tövbeyle tanrýlýða yü
kselir. Günah, bir baþka deyiþle
erdemsizlik, insanýn kendi beden yapýsýndan gelir. Bir bakýma insan duyularýnýn,
geliþmekte olan insan aklý
üstündeki egemenliðinin zorunlu bir sonucudur. Þu halde erdemsizlik, insan için
zorunludur. Eriugena'ya göre
erdemsizlik, töz olarak (cevher olarak, substantiellement) yoktur. Tanrýdan ayrý
lýþ, düþüþ, bir yoksunluktan baþka
bir þey deðildir. Þu halde salt kötülük, bir baþka deyiþle erdemsizlik, daha bir
baþka deyiþle þeytan yoktur.
Erdemsizlik, yaþamanýn yokluðu demektir. Bir varlýktan bütün iyi þeyleri kaldýrý
n, onu yok etmiþ olursunuz.
Yaratma, baþý gibi sonu da olmayan bir oluþtur. O, olmuþ deðildir, oluyor. Hepim
iz, varlýðýmýzýn kökleriyle, baþ ve
son olarak, sonsuzluðun içindeyiz. Bu düþünceleri Eriugena'yý kilisenin, kendisi
ni tutan imparatorun gözünden
düþürmüþ, periþan etmiþtir. Görülüyor ki düþünce, bu kadarcýk da olsa özgürlüðe
yönelince karþýsýna hemen
ortaçaðýn karanlýðý çýkmaktadýr. Bu çaðýn önemli sayýlan bir baþka düþünürü de A
nselmus'tur (Ý.S. 1033-1109).
Anselmus'a ii'nci Augustinus diyorlar, bundan da düþüncelerinin hangi yönde ol
duðu anlaþýlabilir. Ona göre inan
(iman, dogma) her türlü tartýþmadan önce gelmelidir. Bizler inanmak için düþünmü
yoruz, tersine, düþünmek için
inanýyoruz. Anselmus'u iyice incelerseniz, onun, göründüðü kadar budala olmadýðý
ný anlarsýnýz. Anselmus, inana
sarýlmakla, yukarýdaki sorularýn karþýlýðýný bulmaktaki güçsüzlüðünü belirtmiþ,
inanmayýp da ne edeceksiniz, demek
istemiþtir. Anselmus, insan aklýnýn karþýsýnda, inandan baþka çýkar bir yol bula
mamýþtýr. Ortaçaða göz gezdirirken
Petrus Abaelardus'tan (Ý.S. 1079-1142) da söz açmak gerekiyor. Abaelardus, gerçe
kten önemli bir düþünürdür.
Kovulmuþ, kendi kitabý kendisine yaktýrýlmýþ, afaroz edilmiþ, öðretmeninin kýska
nçlýðýna uðramýþ aydýn bir kafadýr.
Ona göre kötülüklere sürüklenmek günah deðildir, tersine, erdemin gereðidir. Çün
kü her erdem bir savaþtýr, her
savaþ da bir düþman ister. Günah bir eylem (fiil) deðildir. Günah eylemin biçimi
nde, bir baþka deyiþle emreden
iradede bulunur. Günah, eylemde deðil, niyettedir. Bundan çýkan sonuç þudur: Niy
eti kötü olmayan adamýn yaptýðý
iþ kötü bile olsa o adam bir kötülük yapmýþ olmaz. Buna karþý, kötülüðe niyet ed
en adam o kötülüðü yapmaya fýrsat
bulamamýþsa bile kötülükten kurtulamaz, kötülük yapmýþ sayýlýr. Ýstek, doðaldýr.
Ýnsanlar bunu önleyemezler. Ama
o isteðe kendini býrakmak niyeti kötülüðün ta kendisidir. Abaelardus, isteði, ni
yeti, eylemi birbirinden ayýrmakla
erdem alanýnda yeni bir görüþ ortaya atmakta; insan yaþayýþýný sürekli bir kötül
ük gibi gören aþýrý din anlayýþýna
karþý koymaktadýr.
Sýra Aquino'lu Thomas'ya (Ý.S. 1224-1274) gelince, Platon düþüncesinin yerini
Aristoteles'in aldýðýný
görüyoruz. Düþünür Thomas hemen bütün mutluluðunu Aristoteles'i incelemekte, onu
yeni baþtan anlatmakta
bulmuþtur. Ona göre evren, mümkün olan alenilerin en iyisidir (Leibniz'i hatýrla
yýnýz). Ýrade, zorunlu olarak iyiye
doðru gider; þehvet kötüye doðru gider. Günahýn kaynaðý özgürlükte ya da seçme ö
zgürlüðünde deðil, þehvettedir.
Yedi yaþýndaki çocuk deðil, saçlý sakallý koskoca kilise babalarý da bunu sorm
aktan kendilerini
alamamaktadýrlar. Mademki Tanrý iyilikçidir ve tüm iyiliði istemiþtir, öyleyse k
ötülükler bu güçlü Tanrý iradesine
karþý nasýl oluþabilmiþlerdir?.. Hiç deðilse kendi kendilerine bunu soran bu saç
lý sakallý kilise babalarýnýn içinde
Ý.S. iii'ncü yüzyýlda yaþamýþ Lactantius adýnda biri de var. Latince birçok din
yapýtlarý vermiþ, akýllý bir kiþi. O da
þöyle bir mantýk kuruyor bu konuda: Tanrý, dünyamýzdan kötülükleri ya atmak isti
yor ama atamýyor, ya atabilir ama
atmak istemiyor, ya ne atabiliyor ne de atmak istiyor. Bu konuda baþka bir ihtim
al olamaz. Atmak istiyor da
atamýyorsa; bu güçsüzlüktür, Tanrý'nýn özüne aykýrýdýr. Atabiliyor da atmak iste
miyorsa bu kötülüktür, Tanrý'nýn
özüne aykýrýdýr. Ne atabiliyor, ne de atmak istiyorsa bu hem güçsüzlük, hem de k
ötülüktür ki, Tanrý'nýn özüne
büsbütün aykýrýdýr. Hem atabiliyor, hem atmak istiyorsa Tanrý'ya yakýþan da budu
r bütün bu kötülükler hala
neden duruyor? (Tanrýnýn Gazabý Üstüne, Xiii'nci bölüm).
Lactantius, koyu bir dinci olduðundan, kendi kurduðu bu güçlü mantýða karþýlýk
bulmak için kývranmaktadýr.
Bulduðu karþýlýk þudur: Tanrý, kötülüðü istemiþtir ama, insanlara da, ona iyilik
le karþý koysunlar diye, bilgeliði
vermiþtir.
Ýnsan zekasý, yüzyýllar boyunca, ortaçaðýn koyu karanlýðýyla savaþmaktan yýlma
mýþtýr. Bu yüzdendir ki
ortaçað, irili ufaklý birçok tartýþmalarla doludur. Bunlardan özellikle çok ilgi
nç olan ikisi Adcýlarla Gerçekçiler ve
Tomacýlarla Skotçular arasýndadýr.
Xi'nci yüzyýlýn sonlarýna doðru, Abaelardus'un öðretmenlerinden Compiegne papa
zý Roscelin, genel kavramlarýn
(Tr. tümeller, Os. külliler, Fr. universeaux) hiçbir gerçeklikleri bulunmadýðýný
ilerisürdü. Genel kavramlar havada
uçup giden seslerden baþka bir þey deðildiler: Gerçeklik, genellikte deðil, bire
ysellikteydi. Güzel diyoruz, bu,
sözümüz tasarýmýmýza verdiðimiz bir addan (Fr. nom, bundan da bu akýma yakýþtýrý
lan ad: nominalisme) ibarettir,
seslerle dilegetirilir ve hiçbir gerçekliði karþýlamaz. Gerçek olan þu ya da bu
güzel kadýndýr; güzel çiçektir, tek
sözle canlý bir bireyselliktir.
Papaz Roscelin'in bu düþüncesine, Abaelardus'un bir baþka öðretmeni, Champeaux
'lu papaz Guillaume bütün
gücüyle karþý çýktý. Ona göre, genel kavramlar gerçektiler (Fr. reel, bundan da
bu akýmýn aldýðý ad: realisme). Bunu
anlamamak için insanýn saðduyudan yoksun bulunmasý gerekirdi.
Roscelin'in ortaya attýðý' bu sav, kiliseyi temellerinden sarsan bir savdý. Çü
nkü kilise, tümüyle, genel
kavramlar üstüne kurulmuþtu. Baþta Tanrý olmak üzere bütün dinsel gerçeklikler b
irer genel kavramdýlar. Eðer
genel kavramlarýn gerçeklikleri yoksa bütün bunlarýn, sonuç olarak da kilisenin
hiçbir gerçekliði olamazdý. Aslýnda
Roscelin'in amacý bu sonucu saðlamak deðildi, ne bu kadar akýllý ne de böylesine
gözüpekti. O, daha çok, bütün
insanlara bulaþtýrýlmak istenen ilk günah ve Tanrý kavramýnda dilegetirilen baba
, oðul, kutsal ruh teklemesi gibi
dogmalarla savaþmak istemiþti. Günah, ancak bireysel ve kiþisel günah' olmalýydý
; insan, dünyaya gelmeden
yüzyýllarca yýl önce iþlenen ilk günahýn cezasýný deðil, kendi kiþisel günahýnýn
cezasýný çekmeliydi. Ýsa'nýn
tanrýlýðý, üçlükte teklik kavramý içinde eritilerek yadsýnmamalýydý. Roscelin'in
amacý bunlara benzer sonuçlara
varmaktý. Ne var ki ilerisürdüðü düþüncenin zorunlu sonucu olarak elde tutmak is
tedikleri de yok olup gidiyorlardý.
Kilise, Guillaume ve Anselmus'un yardýmlarýyla, varlýðýný þiddetle savundu ve Ro
scelin'i sözünü yalanlamaya mahkum etti.
Oysa ok yaydan ve söz aðýzdan çýkmýþtý bir kez. Roscelin istediði kadar kendi sö
zünü yalanlasýn,
onun düþüncesi kilisenin baþýna birçok dertler açmakta devam edecekti. Skolastið
in büyük düþünürü Duns Scottus
gizlice bu akýma karýþacak ve Durand, Ockham Buridanus, D'Ally gibi birçok düþün
ürler kendisini izleyeceklerdi..
Ýki öðretmenin ortasýnda kalan erdemli öðrenci Abaelardus, bu tartýþmayý tatlý
ya baðlamak için kavramcýlýðý
(Fr. conceptualisme) ilerisürdüyse de, parlak zekasýna karþýn kavramcýlýk adý al
týnda adcýlýðý tuttuðunu bir türlü
gizleyemedi. Kavramcýlýk, tümelleri bilimsel yerlerine oturtuyor, bunlarýn gerçe
kliklerini savunmak kadar gerçek
olmadýklarýný savunmayý da yersiz buluyordu. Bu, açýkça þu demekti: Genel kavram
larýn gerçek olmadýklarý o kadar
bellidir ki bunlarýn gerçek olmadýklarýný söylemek yersizdir.
Yahudi tanrýbiliminin, antikçaðlý Elea'lýlarýn, idealizmin babasý Platon'un ün
lü tümel'lerini kökünden yýkan
bu tartýþma, özellikle XiV'ncü yüzyýlda Ýngiliz tanrýbilimcisi Ockham'lý William
(1295-1349) tarafýndan baþarýyla
sürdürülmüþtür. Adcýlýðýn kurucusu sayýlan ve Ýngiliz görgücülüðünün öncülerinde
n olan William of Ockham'ýn
öðretisi scepticisme theologique (Tr. Tanrýbilimsel þüphecilik) adýyla da anýlýr
. Aforoz edilmiþ bir Fransisken
papazý olan William, felsefenin tanrýbilim karþýsýnda baðýmsýzlýða kavuþmasýnda
baþlýca etkenlerden biridir.
Skolastiðin büyük düþünürler çaðý Ockham'lý William'la kapanmýþtýr. O, bir tanrý
bilimci olmaktan çok, bir
Aristotelesçi mantýkçýydý. Tümel olan gerçek deðildir (yani: nesne deðildir, sad
ece birbirine benzeyen birçok
þeyleri dilegetiren bir sözcüktür, bir ad'dýr) demekle Aristoteles mantýðýnýn il
kin Porphyrios tarafýndan ilerisürülen
ve sonra Ýbni Sina ve Augustinus tarafýndan benimsenen ve metafizik alanda sürdü
rülen yanlýþ yorumunu düzeltmek
istemiþti. Porphyrios, Aristoteles'in Kategoryalar'ýna yazmýþ olduðu yorumda, ci
nslerin ve türlerin töz ya da
cisimsel olup olmadýklarýný tartýþmýþtý. Tümeller gerçektirler (La. Universalia
sunt realia) diyen metafizik realizm,
bu yanlýþ yorumun ve tartýþmanýn ürünüydü.
Buna karþý, Aristoteles'in de amacýna uygun olarak, insan zihninde olup bitenl
eri düzenlemek isteyen mantýksal
tümellerin birer ad'dan ibaret (La. Universalia sunt nomina) olduðunu belirtmek
gerekiyordu. Ockham'lýya göre,
tümellerin nesnelerden önce de var bulunduklarý (La. Universale anterem) doðruyd
u, ama bu tanrýbilimsel
açýklamalar için, geçerliliði bununla sýnýrlý, bir önermeydi. Yaratýcý bir tanrý
yý varsaymak için, yaratýlanlarýn daha
önce tanrýlýk zihinde var bulunmasý gerekiyordu. Ne var ki bu, mantýðýn alaný ol
an insan zihninde de var
bulunmalarýný gerektirmezdi. Bilgi edinmek iþlemini gerçekleþtiren insan zihni i
çin tümeller elbette nesnelerden
sonra (La. Universale post rem) meydana çýkmýþlardý. Ýnsan zihni, onlarý, tek te
k nesnelerden soyutlayýp birer ad
olarak ortaya koymuþtu. Ockham'lý William, böylelikle, bilimle metafiziði, felse
feyle tanrýbilimi birbirlerinden
ayýrmýþ ve birbirlerine geçemeyecekleri sýnýrlarýný çizmiþ oluyordu. Ýlkin Compi
egne papazý Roscelin tarafýndan
ortaya atýlan (Xi'nci yüzyýl) ve sonra Ockham'lýnýn öncülüðünde ortaçað Aristote
lesçilerince geliþtirilen (XiV'ncü
yüzyýl) adcýlýk öðretisinin büyük önemi, elde ettiði bu sonuçtadýr. Duns Scotus'
ün yarý gerçekçiliðinin de (Xiii'ncü
yüzyýl), mantýðý metafiziðe baðlayarak adcýlýk yönündeki büyük eðilimiyle Ockham
'cýlýðýn temellerini güçlendirdiði
unutulmamalýdýr. Ockhamisme (Fransýzlar Occamisme biçiminde de yazarlar) deyimi,
özellikle William of Ockham
(Fransýzlar Guillaume d'Occam derler)'ýn mantýðýný dilegetirir (bkz. E. A. Moody
, The Logic of William of .
Ockham, London 1935). Bu mantýk, özellikle, anlamlarý üçe ayýrmasýyla ünlüdür: M
antýksal (Ýng. Logical), bilgi
bilimsel (Ýng. Epistemological), tanrýbilimsel (Ýng. Theological). Nesneleri tem
el, düþünceleri de ikincil olarak ele
alýþý bu mantýðýn güçlü yanýdýr. Ne var ki tekilin geneli içerdiðini yadsýmasý d
a büyük yanýlgýsýdýr. Ockham'lýya göre
sadece tekil nesneler gerçektirler, genel kavramlarý insanlar tarafýndan yaratýl
mýþlardýr ve nesnelerden baðýmsýz
olarak hiçbir gerçeklik taþýmadýklarý gibi nesnelerin niteliklerini de yansýtmaz
lar. Bu ilerisürüþ, metafiziðe metafizik
anlayýþla karþý çýkmanýn zorunlu yanýlgýsýný taþýmaktadýr. Nitekim Ockhamcýlýðýn
bu doðruyu yanlýþ bir biçimde
görüþü, Berkeley'le çaðdaþ semantikte, özdekçiliðe karþý kullanýlacaktýr. Tekil'
le genel'i birbirinden ayýrýrken,
onlarýn diyalektik baðýmlýlýðýný görmeksizin, metafizik bir anlayýþla karþýtlaþt
ýrmak bu yanýlgýnýn baþlýca nedenidir.
Ockhamisme'in tanrýbilimsel þüphecilik'le nitelenmesi, tanrýbilimin ussallýk v
e bilimsellik iddiasýna karþý yarattýðý
þüpheden ötürüdür. Ockham'lýya göre insan sadece inanmalýdýr, tanrýbilimi ussall
ýkla baðdaþtýrmaya çalýþmamalýdýr.
Tanrýlýk alanýn bilimini yapmak iddiasýný taþýyan bütün skolastik, çürük ve boþ
varsayýmlarýn toplamýndan baþka bir
þey deðildir. XiV'ncü ve XV'ncü yüzyýllarýn üniversitelerini gerçek birer savaþ
alanýna çeviren Ockhamcýlýk, güçsüz
yanlarýna raðmen, ortaçaðýn en ilerici akýmlarýndan biridir. Kadcýlýk, ortaçaðda
özdekçiliðin ilk dilegetiriliþidir.
Ortaçaðýn ikinci ilginç tartýþmasý Tomacýlýkla Skotçuluk arasýndadýr. Tomacýlý
k, ortaçaðýn dokuzuncu yüzyýldan
ondördüncü yüzyýla kadar süren skolastik döneminde, Skotçuluðun (Skotizm) karþýs
ýnda yer alýr. Ýtalyan düþünürü
Aquino'lu Saint Thomas'nýn (1224-1274) öðretisiyle Ýskoçyalý düþünür Duns Scottu
s'un (1270-1308) öðretisi
Hýristiyanlýðýn temel sorunlarý üstünde çatýþmýþlardýr. Thomas öldüðü yýl Scottu
s dört yaþýndaydý. Hýristiyan
felsefesinin bu köklü polemiði her iki düþünürün izdaþlarýnca yapýlmýþtýr. Hýris
tiyan felsefesi, bu iki düþüncede,
birbirine karþýt yönlerde uçlaþmýþ bulunmaktadýr. Gerçekte her iki düþüncenin kö
kleri ortaçaðýn patristik
dönemindedir. Tomacýlýk Ogüstinusçuluðun, Skotçuluk Pelagusçuluðun izindedir. Og
üstinusçýiluðun izinden gelen
Tomacýlýk gerici, Pelagusçuluðun izinden gelen Skotçuluk ilerici bir akýmdýr. To
macýlýða göre zeka iradeden
üstündür, Tanrý özgür deðildir ve dünyayý yaratmak zorunda olduðu için yaratmýþt
ýr. Tanrý bile özgür olmadýðýna
göre, insan için özgürlük söz konusu olamaz, insan kurtuluþu için hiçbir þey yap
amaz ve Tanrý'nýn baðýþýna
muhtaçtýr, insaný ancak Tanrý kurtarabilir. Bu bakýmdan Tomacýlýk entellektüelci
(entelektüalizm), gerekirci
(determinizm) ve yazgýcý (fatalizm) bir akýmdýr: Buna karþý Skotçuluk iradeci (v
olontarizm), yadgerekirci
(endeterminizm) ve usçudur (rasyonalizm); irade zekadan üstündür, Tanrý özgürdür
ve dünyayý yaratmak istediði
için yaratmýþtýr, insan da özgürdür ve Tanrý'nýn yardýmý na muhtaç olmaksýzýn ke
ndi çabasýyla kendisini kurtarabilir,
Kutsal Kitap'a usa uygun olduðu için inanýlmalýdýr... Aquino'lu Thomas, gerici b
ir kampta yer aldýðý halde,
Hýristiyan okul (skolastik) felsefesinin en önemli düþünürlerinden biridir. Hýri
stiyanlýða Aristoteles'i o kabul
ettirmiþ ve felsefe dilinin temellerini atmýþtýr. Summa Theologiae adlý yapýtý y
üzyýllar boyunca tek gerçek kitap
sayýlmýþtýr. Bu yapýt, Katolik metafiziðinin en yüksek aþamasýdýr. Hýristiyan ki
lisesi, ortaçaðý kaplayan ezici
egemenliðini Augustinus, Anselmus, Thomas üçlüsüne borçludur. Hemen bütün Avrupa
'ya yayýlmýþ bulunan bu
egemenlik, Thomas'dan sonra çökmeye baþlayarak Vatikan'ýn dar sýnýrlarýna kadar
çekilecektir. Günümüzde,
Vatikan Katolik kilisesinin resmi felsefesi Yeni Tomacýlýktýr. Eski Tomacýlýk na
sýl felsefeden yararlanarak
güçlendirilmeye çalýþýlan bir tanrýbilimcilikse Yeni Tomacýlýk da öylece bilimde
n yararlanarak güçlendirilmeye
çalýþýlan bir tanrýbilimciliktir. Kilise, önce savaþtýðý her karþý gücü daha son
ra, çýkarýna göre yorumlama yolunu
tutarak varlýðýný sürdürmeye çalýþmaktadýr.
Skotçuluk, ortaçaðýn skolastik döneminde Tomacýlýðýn karþýsýnda yer almýþtýr.
Ýnce doktor adýyla anýlan Duns
Scottus'un öðretisine karþý Tomacýlýk insaný aþaðýlatýr, güçsüzleþtirir, kör bir
yazgýcýlýðýn (fatalizm) kucaðýna atar;
Skotçuluk insaný yüceltir, güvenini artýrýr, töresel sorumluluða sokar (endeterm
inizm). Bundan baþka her iki öðreti
de kavramcý (konseptüalizm) olduklarý halde Thomas'nýn kavramcýlýðý gerçekçiliðe
(realizm), Scottus'un
kavramcýlýðý adcýlýða (nominalizm) yakýndýr. Thomas kavramlarý gerçek saymaya, S
cottus gerçek saymamaya
eðilimlidir. Nitekim Skotçuluk, Ockham'ýn adcýlýðýný hazýrlamýþtýr: Ockham, Dura
nd de Saint-Pourçain, Jean
Buridanus, Pierre d'Ailly ondan güçlenmiþlerdir. Skotçular, Meryem'in ilk günaht
an kurtulmuþ olan gebeliði
(immaculee conception) savýný tutarlar, Tomacýlar karþýt düþünceyi savunurlar. S
kotçular, Ýsa'nýn çarmýha geriliþini
Tanrý isteði sayarlar, Tomacýlar bunun insanlarýn günahlarý için gerektiðinden ç
ok ödenmiþ bir karþýlýk olduðunu
ilerisürerler. Skotçuluk usçudur (rasyonalizm), usu en büyük güç sayar, Kutsal K
itap'a ve kilise öðretisine usa
uygun olduðu için inanýlmalýdýr. Bu, açýkça, insan usu kutsal kitaptan üstündür,
anlamýna gelir ve inakçýlýða
(dogmatizme) karþý çok önemli bir tepkidir. Skotçuluk, ortaçað Hýristiyan düþünc
esinin en ilerici akýmýdýr ve
skolastiðin çöküþünü hazýrlamýþtýr.
BÜTÜN BUNLAR YETMEYÝNCE. Ne var ki yoksulluk ve acý çeken geniþ insan yýðýnlar
ýna bütün bunlar
yetmiyordu. Ortaçaðýn feodal üretim düzeninde adlarý deðiþen köleler (köylüler v
e iþçiler) gene baþkaldýrdýlar.
Xiii'ncü yüzyýlýn sonunda Fransa, Flandre'a saldýrmýþtý. Köylüler ve iþçiler ins
anca yaþama koþullarýndan
yoksundular, aðýr vergiler altýnda her gün biraz daha eziliyorlardý. 1323 yýlýnd
a ayaklandýlar. Burges, Ypres, Cassel
kentleri onlardan, Gand kentiyse ezenlerden yanaydý. Papa, ayaklananlarý aforoz
etti. Kral da zenginlerin ve
soylularýn korunmasý için ordular gönderdi. Ayaklananlar baþlangýçta önemli baþa
rýlar elde etmiþlerdi. Ama
sonunda onlar da, Katilina ve Spartaküs gibi, boyun eðmek zorunda kaldýlar. Yöne
ticileri Jacop Peyt ateþte yakýldý.
En yakýnlarý onu ele vermiþ ve yakalattýrmýþlardý. 28 aðustos 1328'de iþçiler, s
avaþ alanýnda dokuz binden çok ölü
býrakýyorlardý. Flandre'ýn çalýþan insanlarý eskisinden daha kötü koþullara boyu
n eðmek zorunda kaldýlar.
Bir baþka önemli kavga da, XVi'ncý yüzyýlda Almanya'da olup bitti. 1525 yýlýný
n mart ayýnda Alman köylüleri
ayaklandýlar ve dileklerini' on iki maddelik bir programa baðladýlar. Bu program
, özet olarak, þu istekleri
dilegetirmektedir: Kendi papazýmýzý kendimiz seçmek istiyoruz. Tevrat'ýn buyurdu
ðu ve Ýncil'in kaldýrdýðý vergiyi
ödemeye hazýrýz, ama bunu Tanrý'ya verir gibi vermek isteriz. Bugüne kadar bize
toprak köleleri gözüyle bakýldý,
oysa Ýsa, toprak sahipleri kadar çobanlar için de acý çekmiþti. Kutsal Kitap'ýn
sözünü ettiði özgür insanlardan deðil
sek biz neyiz öyleyse, Kutsal Kitap'ta yerini bulup bize ne olduðumuzu gösterin
(Toprak sahibi Kabil'le çoban
Habil'i hatýrlayýnýz). Kimi toprak sahibi senyörler, deðil hepimiz için olmasý g
ereken av hayvanlarýndan
yararlanmak, av hayvanlarýnýn bize verdikleri zararý bile kabul etmiyorlar, Tanr
ý'nýn insanlarýn yararlanmasý için
yarattýðý topraklarýn akýldan yoksun hayvanlara çiðnettirilmesine göz yummak zor
unda býrakýlýyoruz. Meyveler ve
sular hepimizin olmalý, acýkan ve susayan bir yoksul bunlarý istediði gibi yiyip
içebilmelidir. Senyörler ormanlarý
köy topluluklarýna býrakmalýdýrlar, yakacak odun kesebilmeli ve kendimize kulübe
lik kereste çýkarabilmeliyiz. Bu
maddeler Tanrý'nýn sözüne uymuyorsa, bu uymazlýk gösterildiði takdirde o maddede
ki dileðimizden hemen
vazgeçmeye hazýrýz. Yeter ki bu uymazlýk Kutsal Kitap'la tanýtlanmýþ olsun... Pa
pazdý, keresteydi derken Alman
köylüleri bu baþkaldýrmada yüz otuz bin ölü býraktýlar. Ünlü dinci Luther de bu
gürültüde soylularýn ve zenginlerin
yanýný tutmuþtu.
ÝSLAM VE DÜÞÜNCESÝ. Batý, ortaçaðýn karanlýðýný yaþarken, Ý.S. Vii'nci yüzyýlý
n baþlarýnda, Doðu'da yeni bir
düþünce sistemi kuruluyor. Muhammed (570-632) yeni bir din getirmiþtir. Yüzyýlla
rdan beri tam uyku içinde
bulunan Doðu insanlarý artýk yeni bir erdeme yöneleceklerdir. Bu yeni din, Musa'
nýn getirdiði gibi, tektanrýcýdýr.
Bu yeni din, Ýsa'nýn getirdiði gibi bütün insanlarý erdeme çaðýrmaktadýr. Oysa,
ne Musa'nýn getirdiði gibi sadece
bir ulus için, ne Ýsa'nýn getirdiði gibi Tanrý'yý kiþileþtirmek içindir. Ýnsanla
r, Tanrý'nýn çocuklarý deðil, kullarýdýrlar.
Onun buyruklarýna göre yaþayacaklar; böylece, hem bu dünyada, hem de öteki dünya
da mutluluklarýný
saðlayacaklardýr. Bu yeni din, toteme baðlanan ilk insanlardan beri geniþ çapta
topluluklarý etkileyen yirmi
sekizinci dindir.
Müslümanlýk, Musevilikle baþlayan ve Hýristiyanlýkta Yunan felsefesiyle iliþki
kuran tektanrýcý din anlayýþýnýn
sonuncusudur. Yahudi kaynaðýndan türeyen tektanrý dogmasý her üç dinin de temel
öðesidir. Yaratýcý ve yönetici
olan bu tanrýyla insanlar arasýndaki iliþkiler, tapým (kült) ve tören (rit), pra
tiði düzenleyen törebilimsel kurallar bu
dinsel zincirin temel belirleyicileridir. Müslümanlýðýn kurucusu Muhammed, Yahud
i geleneðini ve Hýristiyanlýðýn
gnostik yorumunu özümsemiþtir. Müslüman olabilmek için Adem'den baþlayan bütün Y
ahudi peygamberleri
zincirine ve onlara gönderilen kitaplara inanmak þarttýr. Ancak Muhammed ve Kura
n, zamanla bozulduðu
ilerisürülen bu tanrýsal sistemin düzelticisi ve tamamlayýcýsý olarak son peygam
ber ve son kutsal kitap olmak
niteliðini taþýr. Muhammed'in nebilikle peygamberliði (Ar: Nübüvvet ve resalet)
kiþiliðinde toplamasý, yani eski
þeriatý sürdürdükten sonra yeni þeriatý getirmiþ olmasý bundan ötürüdür. Müslüma
nlýk, Araplarýn ilkel komün
sisteminden sýnýflý bir topluma geçtikleri ve komünal, iliþkilerin feodal iliþki
lere dönüþtüðü bir çaðda ve bu
toplumsal dönüþümün bir yansýmasý olarak oluþmuþtur. Bu yüzden, Yahudilik ve Hýr
istiyanlýktan farklý olarak, çok
güçlü sýnýfsal bir karakteri vardýr. Bu sýnýfsal karakter özellikle kader dogmas
ýnda belirlenmiþtir, her þey tanrýca
düzenlenmiþtir ve tanrýnýn dilediði gibi olmaktadýr, katlanmak ve ölümden sonrak
i mutluluklarý beklemek gerekir.
Ýslam dini, Vii'nci yüzyýlýn ilk yýllarýnda yayýlmaya baþlamýþtýr. O günlerde Ar
aplarýn birçoðu Hýristiyanlýða
baðlanmýþtardý. Hýristiyan Arap papazlarý, Arap panayýrlarýnda dolaþarak öðütler
vermekte; ölümden sonra
dirilmenin, öteki dünyada sorguya çekilmenin, cennet ya da cehenneme gitmenin sö
zünü etmekteydiler. Arap
ülkesinde boy boy manastýrlar türüyordu. Bir yandan da Hýristiyan Nasturilerle Y
akubiler, Yahudiler, putatapan
Sabiiler Arap ülkesinde Yunan düþüncesini yayýyorlardý. Muhammed, aristokrat bir
ailenin yoksul çocuðuydu.
Varlýklý amcalarý vardý ama, kendisine pek yardým etmiyorlardý. Yaþadýðý yer uya
nýk ve varlýklý bir alýþveriþ kenti
olan Mekke'ydi. Toplumsal bir kargaþalýk Arap ülkesini sarmýþtý. Suriye, Mýsýr,
Kuzey Afrika'nýn büyük bir parçasý
Bizanslýlarýn elindeydi. Yemen, Irak, Basra Körfezi kýyýlarý, Anadolu'nun bir pa
rçasý Ýran egemenliðine girmiþti.
Toplumsal yaþayýþ, ilkel bir yaþayýþtý. Araplar birçok kadýnlarla evlenmekte,
bakamayacaklarý kadar çocuk
yapmakta, verimli olmayan kýz çocuklarýný diri diri topraða gömerek öldürmekteyd
iler. Yeni bir düzen gerekiyordu.
Bizans düzeninin alýnmasý Bizans egemenliðini, Ýran düzeninin alýnmasý Ýran egem
enliðini güçlendirecekti. Musa
ulusçuydu, oysa Arap ülkesinde kaynaþtýrýlmalarý gereken birçok uluslar yaþýyord
u. Bir bireþime gidilmesi
gerekiyordu ve gidildi. Müslümanlýk, bu bireþimin ürünüdür. Ýslam sözcüðü, Tanrý
'ya baðlanmak anlamýndadýr ve
teslim kökünden türetilmiþtir. Müslümanlýk, Yahudiliðin Elohim ve Yahova ikiliði
yle Hýristiyanlýðýn teslis üçlüðü
karþýsýnda, katýksýz tektanrýcýdýr. Siyasal bir karakter taþýr, pratik bir dindi
r (iman ile amel birleþimi).
Müslümanlýðýn kutsal kitabý Kuran, Arapçanýn mudhar adý verilen Hicaz lehçesiyle
yazýlmýþtýr ve seksen altýsý
Mekke'de, yirmi sekizi Medine'de meydana getirilen yüz on dört sureden ibarettir
. Vaaz, nasihat ve telkin sureleri
Mekke' de, þeriat ve devlet sureleri Medine'de meydana gelmiþtir. Kuran'ýn tamam
lanýþý yirmi üç yýl sürmüþtür.
Çeþitli zamanlarda meydana getirilen sureler, deðiþen gereklere göre, çeliþik ya
rgýlarý kapsamaktaydýlar.
Bunlar, halife Osman zamanýnda ayýklanarak Kuran'a kesin biçimi verilmiþtir (a
yýklanan ve çýkarýlan ayetler
Buhari'nin Hadis'inde vardýr). Gusül ve halifelik kurumu gibi hükümler Himyeri k
abilelerinden; oruç, namaz, nikah
gibi hükümler Yemenlilerle Yahudilerden alýnmýþtýr. Dinsizlik çaðýndan (cahiliye
t devri) kalma birtakým kurallar
olduklarý gibi muhafaza edilmiþ; kumar, yýldýzlara bakmak gibi adetler yasaklanm
ýþtýr. Müslüman olabilmek için
beþ yükümü yerine getirmek ve altý dogmaya inanmak þarttýr. Bu beþ yükümün üçü s
ýnýf farký gözetilmeksizin bütün
müslümanlara, ikisi varlýklý sýnýftan olan Müslümanlara farz (yapýlmasý zorunlu)
kýlýnmýþtýr. Bu beþ yüküm
þunlardýr: 1- Tanrýdan baþka bir tanrý olmadýðýný ve Muhammed'in tanrýnýn kulu v
e elçisi olduðunu dille söylemek
(Ar. Kelimei þehadet), 2- Namaz kýlmak, 3- Oruç tutmak, 4- Varlýklý olanlarýn ze
kat (mal ve paranýn kýrkta birini her
yýl sadaka olarak daðýtmak) vermesi, 5- Varlýklý olanlarýn yaþadýklarý sürede bi
r kez hac (Mekke'deki kabeye giderek
çevresinde dolaþma)'a gitmesi... Zekat, varlýk vergisidir. 361 gram gümüþe eþit
herhangi bir deðere sahip olanlar
varlýklý sayýlýrlar ve bu varlýklarýnýn kýrkta birini her yýl yoksullara vermekl
e yükümlüdürler. Bundan baþka,
varlýklýlar, þart olmamakla beraber, ramazan bayramlarýnda fitre (sdaka-i fýtýr)
vermeli ve kurban bayramýnda da
kurban kesmelidirler. Ýnanýlmasý þart olan altý dogma da þunlardýr: 1- Tanrýnýn
varlýðý ve birliði, 2- Tanrýnýn
melekleri, 3- Tanrýnýn peygamberleri (Adem, Þit, Ýdris, Nuh, Hud, Salih, Ýbrahim
, Lut Ýsmail, Ýshak, Yakup, Yusuf,
Eyüp, Þuayýp, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Ýlyas, Ýlyesa, Zülkifil, Yunus, Zeke
riya, Yahya, Ýsa, Muhammed), 4-
Tanrýnýn peygamberlerine gönderdiði kutsal kitaplar (Adem'e gönderilen on yaprak
, Þit'e gönderilen elli yaprak,
Ýdris'e gönderilen otuz yaprak, Ýbrahim'e gönderilen on yaprak, Musa'ya gönderil
en Tevrat kitabý, Davut'a
gönderilen Zebur kitabý, Ýsa'ya gönderilen Ýncil kitabý, Muhammed'e gönderilen K
uran kitabý), 5- Ahiret (ölümden
sonraki dünya)'in varlýðý, 6- Kaza (tanrýca yazýlanýn olmasý) ve kader (tanrýnýn
önceden takdir edip yazdýðý)'in
tanrýdan geldiði... Meleklerin sayýsýný sadece Tanrý bilir, dört büyük görevli m
elek vardýr: Tanrý'nýn buyruklarýný
peygamberlere ulaþtýrmakla görevli Cebrail, eceli gelen insanlarýn ruhlarýný alm
akla görevli Azrail, dünyadaki
olaylarý düzenlemekle görevli Mikail, kýyamet gününü yönetmekle ve o gün insanla
rý diriltmekle görevli Ýsrafil.
Ahret gününe inanmak; bir gün dünyanýn sonu geleceðine (kýyamet), büyük kutsal m
ahkeme kurulup insanlarýn
orada yargýlanacaklarýna, cennet ve cehennemden birine gönderilip sonsuza kadar
orada yaþayacaklarýna inanmak
demektir...
Ýnsanlarýn elindeliði (irade-i cüz'iye) sadece dilemek alanýndadýr, þunu ya da
ötekini dilemekte özgür ve
bu yüzden de sorumludurlar. Bununla beraber, dilek iyi ya da kötü olsun, bütün o
lup bitenler tanrýca önceden
belirlenmiþtir (kader) ve önceden belirlendikleri biçimde (kaza) olurlar... Farz
(Müslümanlarca yapýlmasý kesin
olarak zorunlu kýlýnmýþ iþlerdir. Namaz gibi bütün Müslümanlara zorunlu olanlara
farz-ý ayn, zekat gibi bir kýsým
Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ý kifaye denir), vacip (yapýlmalarýnýn kesin
olarak zorunlu kýlýnýp
kýlýnmadýklarý bilinmeyen, bununla beraber her halde yapýlmasý gerekli olan iþle
rdir), sünnet (farz ya da vacip
olmadýklarý halde, peygamber tarafýndan yapýldýklarý için ona uyularak yapýlan i
þlerdir. Peygamberin her zaman
yapýp ara sýra ihmal ettiði iþlere sünnet-i müekkede, ara sýra yapýp çoðunlukla
ihmal ettiði iþlere sünnet-i gayr-i
müekkede denir), müstehap (kuþluk namazý kýlmak gibi peygamberin ara sýra yapýp
çoðunlukla yapmadýðý
ibadetler), haram (sarhoþluk, hýrsýzlýk, yalancýlýk gibi kesin olarak yasaklanmý
þ þeyler), mekruh (kesin olarak
yasaklanýp yasaklanmadýklarý bilinmemekle beraber yapýlmamasý gerekli þeylerdir.
Bunlardan harama yakýn
olanlarýna keralýet-i tahrimiyye, helale yakýn olanlarýna keralýet-i tenzihiye d
enir), helal (yapýlmasýna izin verilmiþ
þeyler), mubah (yapýlmalarý ve yapýlmamalarý yasaklanmamýþ þeyler), müfsit (ibad
etleri bozan þeyler).. Namazýn
sabah, öðle, ikindi, akþam, yatsý olmak üzere günde beþ vakit kýlýnmasý farzdýr.
Gün doðarken, güneþ tepedeyken ve
gün batarken namaz kýlýnmasý yasaklanmýþtýr. Ayrýca cuma namazý, cenaze namazý g
ibi farz-ý kifaye: bayram
namazlarýyla teravih namazý gibi sünnet olan namazlar da vardýr. Oruç, gün doðuþ
undan gün batýþýna kadar, yemek
yememek, hiçbir þey içmemek ve cinsel iliþki kurmamak suretiyle tutulur. Farz ol
an oruç, ramazan ayý süresince
tutulmasý gereken oruçtur. Ayrýca adak oruçlarý gibi vacip, muharrem ayýnýn 9, 1
0, 11. günlerinde tutulan oruçlar
gibi sünnet, her kameri ayýn 14, 15, 16'ýncý günleri tutulan oruçlar gibi müsteh
ap olan oruçlar da vardýr. Ramazan
bayramýnýn ilk günüyle kurban bayramýnýn dört gününde oruç tutmak yasaklanmýþtýr
(haram)... Ýslam dini, bir
yönetim bütçesi de önermektedir. Bu bütçeye göre beþ çeþit gelir ve sekiz çeþit
gider sayýlmýþtýr. Gelirler þunlardýr:
Ganimet (savaþta ele geçirilen her türlü deðerlerdir ki bunlarýn beþte biri yöne
time, beþte dördü savaþanlara ayrýlýr),
zekat (genellikle kýrkta bir olarak alýnan gelir vergisi. Ayrýntýlarý þunlardýr:
Kýrk koyun ya da keçi için bir koyun ya
da keçi, otuz sýðýr ya da manda için bir yaþýný bitirmiþ bir buzaðý, yirmi miska
li bir miskal, bir buçuk dirhemdir, bir
dirhem de 3.207 gramdýr geçen altýndan ve iki yüz miskali geçen gümüþten kýrkta
bir altýn ve gümüþ, beþ veski
geçen topraðýn yaðmur suyuyla sulanýyorsa ürününün onda biri, el emeðiyle sulaný
yorsa ürününün yirmide biri),
cizye (Müslüman olmayan uyruk erkeklerden yýlda bir dinar olmak üzere alýnan ver
gi), haraç (Müslüman olmayan
çiftçilerden anlaþma yoluyla alýnan kira), iþlenmemiþ toprak (bir topraðý iþleye
n ona sahip olur, iþlenmemiþ toprak
yönetimindir)...
Bu gelirler þu giderlere harcanýr: Yoksullara yardým, çalýþamayacak durumda ol
anlara yardým. Müslümanlýðý yeni
kabul edenlere yardým, köleleri özgür (azatlanmýþ) kýlmak için ödenti, borcunu v
eremeyen borçlularýn borçlarýný
kapatmak için ödenti, konuklara ve yolda kalanlara yardým, hayýr iþlerine harcam
a, memur maaþlarý (o zamanlar
memur olarak sadece tahsildarlar bulunduðu için tahsildarlarýn maiþetini temin).
.. Muhammed, maaþ oranýný þöyle
ayarlamýþtýr: Bize memur olan kiþi karýsýnýn maiþetini saðlayabilir, bir de ev a
labilir, bir de hizmetçi tutabilir.
Bundan fazla haddi tecavüzdür. Peygamber Muhammet'in ölümünden sonra meydana çýk
an yeni gerekler ve
sorunlar þu bilimleri oluþturmuþtur: Kutsal kitabýn boþluklarýný peygamberin söz
leri ve iþlemleriyle
doldurabilmek gereðinden Hadîs bilimi, kutsal kitabýn açýk olmayan sözlerini yor
umlama gereðinden Tefsir bilimi,
yeni koþullara uygun bir hukuk gereðinden Fýkýh bilimi, aykýrý anlayýþlar arasýn
daki tartýþma gereðinden Kelam
bilimi, kutsal kitabýn ve peygamber sözlerinin gizli anlamlarýný araþtýrma gereð
inden Tasavvuf bilimi... Ýslam
düþüncesinde Kelam açýk felsefenin, Tasavvuf gizli felsefenin oluþma alanýdýr. B
ununla beraber her ikisinde de
amaç dindir, bilim bu amaca varabilmek içi sadece bir araçtan ibarettir. Gerçek
Ýslam felsefesindeyse (ki baþlýca
temsilcileri El Kindi, Farabi, Ýbni Sina, Ýbni Rüþt, Ýbni Bace, Gazali, Sührever
di, Ýbni Tufeyl'dir) amaç bilimdir, din
bu amaca varabilmek için bir araçtan ibarettir. Pratik sorunlardaki görüþ ayrýlý
klarýndan mezhepler, teorik
sorunlardaki görüþ ayrýlýklarýndan meslekler oluþmuþtur. Mezhepler, dinsel gelen
eðe sýkýca baðlý kalarak Kuran ve
Hadis'i kýyas (benzerine uydurma) yöntemleriyle yorumlayan ehli sünnet mezhepler
i ve yeni gereklere uydurmak
için deðiþtirerek yorumlayan ehli bid'at mezhepleri olmak üzere ikiye ayrýlmýþtý
r. Ancak kýyas yoluyla uygulama
çeþitlendiði gibi oybirliðini saðlamak da her zaman mümkün olmadýðýndan ehli sün
net de, yapýsý gereði zorunlu
olarak çeþitlenen ehli bid'at gibi, çeþitli mezheplere ayrýlmýþtýr.
Ehli sünnet dinsel kurallar alanýnda Selef, Matüridiyye, Eþ'ariyye gibi mezhep
lerle hukuk kurallarý alanýnda Ýmam
Ahmet Ýbn Hanbel'in içtihatlarýndan Hanbelilik, Ýmam Ebu Hanife'nin içtihatlarýn
dan Hanefilik, Ýmam Þafii'nin
içtihatlarýndan Þafiilik Ýmam Malik'in içtihatlarýndan Malikilik mezheplerine bö
lünmüþtür. Ehli bid'at akýmýnda da
Kaderiyye, Sýfatýyye, Müþebbihe, Mutezile gibi birçok mezhepler türemiþtir. Þiil
ik (Þia) katýksýz ilk biçimiyle bir
siyasal partidir ve peygamberin amcaoðlu Ali'yi halife yapmak istemeyen Haricile
r (Havariç)'e karþý Ali'yi tutanlarýn
partisini adlandýrýr. Sonralarý bid'at sayýlmýþ ve Þii-Batýnilik adý altýnda tas
avvuf tarikatlarýnýn gizli ve siyasal
sýðýnaðý olmuþtur. Sonralarý geniþ anlamýnda, tasavvuf deyimiyle anlamdaþ kýlýna
n Batýnilik de ilk ve katýksýz
biçimiyle bir siyasal partidir ve altýncý Ýmam Caferus Sadýk'ýn oðlu Ýsmail'i ,
küçük kardeþi Musa Kazým'a karþý
imam yapmak isteyen Ýsmaili'lerin birçok ülkelerde kurduklarý gizli örgütün adýd
ýr. Bu bakýmdan Alevilik
(peygamberin amcaoðlu ve damadý Ali yandaþlýðý) deyimi, Þiilik, Batýnilik, Ýsmai
lilik deyimlerinin tümünü
kapsayan genel bir anlam taþýr ve gerçek halifeliðin Ali soyuna özgü olduðu savý
ný içerir. Ýslam dininin ayýrýcý
niteliði, kadýnlarýn aþaðý görülmesi ve çok kadýnla evlenmenin hukuksallaþtýrýlm
asýdýr. Kuran'a göre, tanrý erkekleri
kadýnlardan üstün kýlmýþtýr, kadýnlarýnýzý dövün, mirasýnýzda erkek için kýz pay
ýnýn iki katý ayrýlmalýdýr,
gönlünüzün dilediði kadýnlardan iki, üç, dört tane alýn (Nisa suresi 34, 11, 3).
Müslümanlýk bir devlet dinidir,
halife de bu devletin baþkanýdýr. Geniþ ve ayrýntýlý bir hukuk sistemi vardýr, b
u hukuk Kur'an (Tanrý sözleri) ve
Hadis (Peygamber sözleri)'le kesin olarak sýnýrlý ve deðiþmezdir. Bunlarda bulun
mayan yeni olaylar için kýyas ve
icmaý ümmet yollarýna baþvurulur. Bu yöntemlerle de çözülmesi olanaksýz bulunan
sorunlar içtihat (yetkililerin
Kuran ve hadise dayanarak yaptýklarý yorum)'la çözümlenir. Ýcma (topluca verilen
karar), ümmet (bir dinde olanlarýn
topluluðu)'in bir araya toplanamayacak kadar çoðalmasý sonunda yetkililerin bir
araya gelerek topluca bir karara
varmalarýný dilegetirir, Müslümnlýðýn temel amacý olan dinsel ve sýnýfsal devlet
örgütü ilkin peygamber Muhammed
tarafýndan Medine kentinde, Yunan site devletlerini andýran bir biçimde, bir ken
t-devleti olarak kurulmuþtur. Daha
sonra ve özellikle Emeviler zamanýnda dünyanýn pek büyük bir bölümüne egemen ola
n Ýslam imparatorluðu
meydana gelmiþtir. Günümüzde dünyanýn beþ kýtasýnda çeþitli devletlerle temsil e
dilen müslümanlýk altý yüz
milyonu aþkýn bir nüfusu kapsamaktadýr.
Ýslam felsefesi (Us. Felsefei Ýslamiyye, Fr. Philosophie Islamique), ortaçað H
ýristiyan felsefesi gibi, çeþitli
uluslardan düþünürlerin Müslümanlýk disiplini içinde düþünmelerini dilegetirir.
Antikçað Yunan felsefesini
Suriyelilerden öðrenen Ýslam düþünürler, Hellenistik felsefeyi Arapçaya çevirmek
le iþe baþlamýþlar ve düþüncelerini
Yunan felsefesinin Müslümanlýkla uzlaþtýrýlmasý yolunda geliþtirmiþlerdir. Bu ba
kýmdan temel yapýsý tanrýbilimci,
uzlaþtýrýcý ve eklemecidir. Müslümanlýðýn daha ilk yýllarýnda dinsel dogmalar ve
bu dogmalarla kurulan toplumsal
düzen yetmemeye baþlamýþtý.
Ýlk çeviricilerden El Kindi, Plotinos'un ünlü dokuzlularýný çevirmiþ ve Aristo
teles'i Yeniplatoncu öðelerle
karýþtýrarak sunmuþtu. Ýlk Arap ve Müslüman düþünürü sayýlan El Kindi (Ölümü: 87
2) usçudur, tanrýyý kanýtlama
(Ar. Alburhan)'ya ve ona yaklaþmaya çalýþmýþtýr. Ýslam doða felsefecileriyle tar
týþmýþ ve onlara karþý çýkmýþtýr. El
Kindi, uslamlama (Ar. Alistidlal) yoluyla kanýtlýyor ve bilinen özellikler (Ar:
Al-Havass)'den daha az bilinen
özellikleri, ilinek (Ar. Al'araz)'lerden öz (Ar. Al-zat)'ü çýkarsamaya çalýþýyor
du. Tümeller (Ar. Al-külliyat)'i girçek
saymýyor ve onlarýn iç düþünme (Ar. Al-murakaba)'nin ürünleri olduðunu ilerisürü
yordu. Ona göre tümeller
duyulur, (Ar. Al-mahsüsat) þeyler deðil, anlakalýr (Ar. Al-makulat) þeylerdir. E
l Kindi, usu da üçe ayýrmaktadýr:
Önce insan ruh (Ar. Al-nefs)'unun dýþýnda sonsuz ve eylem halinde bir us (Ar.. A
l-akl bilfiil), bir de sonsuz ve
kendiliðinden iþleyen bir us (Ar. Al-akl al-faal) var. Ýnsan ruhunda bulunan güç
halindeki us bunlarýn etkisiyle
geliþip edinilmiþ us (Ar. Al-akl al-mukteseb) oluyor. Ýnsan usunu oluþturan bu u
slar, tanrýlýk uslardýr. El Kindi
meþþai okulunun kurucusudur. Onu bu yolda Ahmed Serakhsi, Ebu Ma'þer Belkhi, Far
abi ve Ýbni Sina
izlemiþlerdir. Bununla beraber Ýslam felsefesinde, eski Yunan'da olduðu gibi, bi
r doða felsefesi de geliþmiþtir.
Sokrates'ten önceki Yunan ve Hint felsefelerinin etkisiyle oluþan Ýslam doða fel
sefesi, özgür düþünceli
mutezileciliðin bilimselleþmesidir ve tabiiyyun, dehýyyun, Ýslam atomculuðu, bat
ýnilik, ihvan-üs-safa gibi-felsefesel
akýmlarý kapsar. Ýslam doða felsefesinin (ki buna genel olarak tabiiyyun deniyor
) kurucusu Ebu Bekr Zekeriya Razi
(841-926, Fransýzlar Rhazes ya da Al-Razes diyorlar)'dir. Razi, deney ve tümevar
ým (Ar. Al-istikra) yöntemlerini
kullanan, bilginin sadece duyularla elde edildiðini savunan Ýslam felsefesinin i
lk görgücüsüdür. En çok baðlandýðý
düþünürler Yunanlý Anaksagoras'la Empedokles ve Ýranlý Mani'ymiþ. Bedensel hasta
lýklarýn, ayný zamanda, ruhsal
nedenleri olduðunu ilerisürecek kadar çaðýný aþmýþ bir düþünürdür. Yetkeler, onu
n Hekimlik kitabý'ný psiko-somatik
hekimliðin ilk yapýtý sayarlar. Felsefesinde tanrý, boþluk (Uzay), süre (Zaman),
ruh ve özdek olmak üzere beþ temel
öðe vardýr.
Fizikte ýþýðýn bir ortamdan baþka bir ortama geçerken kýrýldýðýný göstermiþtir
. Kimyada basit cisimlerin
özelliklerini saptamýþ, yerçekiminin varlýðýný tanýtlamak için deneyler yapmýþtý
r. Razi, meþailiðin büyük
düþünürleriyle (özellikle El Kindi, Farabi, Ýbni Heysem, Ýbni Hazm) olduðu kadar
mutezilenin büyük düþünürleriyle
de (özellikle Cahiz, Ýbni Keyyal) kýyasýya çatýþtýðý için yalnýz kalmýþ ve Ýslam
felsefesinde bir gelenek kuramamýþtýr.
Bundan sonra Ýslam felsefesinde, gene eski Yunan'da olduðu gibi, Platon ve Arist
oteles etkileri egemen olmuþtur.
Ýslam felsefesinin iki büyük okulu, meþaiyye ve iþrakiyye bu etkilerle oluþmuþtu
r. Meþailik Platon, Aristoteles
uzlaþtýrýlmasý, Ýþrakilik Platon tasavvuf uzlaþtýrýlmasýdýr. Bu arada Ýslam disi
plini, Cabir Ýbni Hayyan gibi çok
büyük bir hekim düþünür yetiþtirmiþtir ki kimya biliminin babasý sayýlýr. Cabir,
bilginin duyularla elde edildiðini ve
daha sonra derece derece ussal bilgiye eriþildiðini ilerisürmüþtür. Hayvan'dan i
nsana yükseliþi, karanlýk (Ar.
Zulmani)'tan ýþýk (Ar. Nurani)'a çýkýþ olarak niteler ki bunda ýþýkçýlýðýn ilk i
zleri görülmektedir. Cabir'e göre bilgi
elde etmek için görünenden görünmeyene doðru uslamlama ve yorumlama (Ar. Al isti
nbat) yoluyla yürümek gerekir.
Ýslamsal Aristoculuk, meþaiye okulunda özellikle Farabi (870-950) ve Ýbni Sina (
980 -1037)'yla geliþmiþtir. Farabi,
Aristoteles mantýðýna dayanan usçu bir metafizik oluþturuyor. Aristoteles'i, Plo
tinos'un da yardýmýyla, Ýslam diniyle
uzlaþtýrmaya çalýþmaktadýr. Ne var ki böylesine bir uzlaþtýrmayla yetinmemektedi
r, Ýslam dinini de bilimle
uzlaþtýrmasý gerekmektedir. Din (Ar. Þeriat)'le özgür felsefe (Ar. Hikmet)'nin v
e kimi yerde de gizemsel bilgi (Ar.
Marifet)'nin uzlaþtýrýlmasý hemen bütün Ýslam düþünürlerinin baþlýca uðraþýdýr.
Yüzümüzü ister batýya, ister doðuya, ister kuzeye; ister güneye çevirelim, kar
þýmýzda daha bir süre hep
Aristoteles'le Platon'u göreceðiz. Türkistanlý Farabi de Aristotelesçidir. Bu yü
zden kendisine ikinci öðretmen
(Muallim-i Sani) denilmektedir. Farabi, bir Türk düþünürüdür. Türkistan'ýn Farab
kentinde
doðmuþtur. Asker çocuðudur. Ýlk öðrenimini yurdunda, yüksek öðrenimini Baðdat'ta
yapmýþtýr. Önceleri
Türkistan'da kadýlýk yaptý, sonra kendini büsbütün felsefeye verdi. Anadili olan
Türkçe kadar Arapça, Farsça,
Süryanice ve Yunanca biliyordu. Hekim, metafizikçi ve müzikçiydi. Yüzden çok kit
ap yazmýþ; Aristoteles, Platon,
Zenon gibi Yunan düþünürlerini yorumlamýþ, bunlarýn görüþlerine kendi görüþlerin
i katmýþtýr.
Uyun-ül-Mesail adlý kitabýnda, kiþiyi erdemli kýlan, Tanrý'dýr, diyor Farabi,
her iþte baþarý ancak Tanrý'nýn
eliyle olur. Tanrý'nýn baðýþý (inayet-i ilahiye) her þeyi kuþatýr, herkesle biti
þiktir. Her olan þeyin nedeni kaderdir.
Kötülüklerin de nedeni kaderdir (Tanrý istemeseydi kötülük olmazdý). Kötülükler
ilinek (araz) olarak iyidirler.
Çünkü kötülükler olmasa iyilikler de olmazdý.
Farabi'nin düþünce sisteminde törebilimin (ahlak ilmi) önemli bir yeri yoktur.
Farabi doðrudan doðruya töreden
söz açmamýþ, töreyi iþlememiþtir. Ancak Aristoteles'in töresini yorumlarken kend
i düþüncelerini de katmak istemiþ,
karýþýk, açýk seçik olmayan sözler etmiþtir. Örneðin, öðretim (tedris, talim) yo
luyla eðitim (terbiye, tehzip) yolunu
birleþtirmiþ, her gerçek öðretimin bir eðitim olduðunu ya da her eðitim için bir
öðretim gerektiðini söylemiþtir (bu
konuda' çok aydýnlýk olan Sokrates'i hatýrlayýnýz).
Ara-yi ehl-i Medine-tül-Fazýla adlý kitabýnda da bir baþkanýn erdemlerini saym
ýþtýr. Farabi'ye göre, baþkanlýk
edecek kiþide þu erdemler bulunmalýdýr: Organlarý tam olmalýdýr, anlayýþlý olmal
ýdýr, belleði (hafýzasý) güçlü
olmalýdýr, akýllý ve ince görüþlü olmalýdýr, güzel konuþur olmalýdýr, öðrenmeye
gönüllü olmalýdýr; yiyeceðe, içeceðe,
eðlenceye tutkun olmamalýdýr; doðruluðu sevmeli ve yalancýlýktan tiksinmelidir.
Nefsini yüksek tutmalý ve
kendisinden kuþkulandýracak þeylerden çekinmelidir, dindar olmalý ve dünya kaygý
larýnda gözü bulunmamalýdýr,
tüzesever (adaletli) olmalý ve kötülük yapmaktan çekinmelidir, iþinde ayak direm
eli ve dilekli olmalýdýr.
Görüldüðü gibi Farabi'nin erdemleri, Müslümanlýðýn erdemleridir. Oysa Farabi b
ütün bu erdemlerin bir kiþide
toplanamayacaðýný da düþünmüþ olmalý ki, sözlerini þöyle bitiriyor: Bu erdemler
tek kiþide bulunmazsa, birkaçý
birinde, birkaçý da ötekinde bulunursa, o iki kiþi baþkan olur. Eðer bu erdemler
üç kiþide bulunursa o üç kiþi
baþkan olur. Bu erdemler için daha çok kiþi gerekiyorsa o kadar kiþi baþkan olur
.
Farabi, bu hoþgörüsüyle, baþkanlýðýn kapýlarýný on iki kiþiye kadar açmýþ deme
ktir. Kiþiyi erdemli kýlan,
Tanrý'dýr düþüncesine uygun olarak organlarý tam bulunmak, belleði güçlü olmak g
ibi tanrý vergisi nitelikleri de
erdem saymýþtýr. Oysa tek kollu doðmuþ bir kiþinin, nasýl bir öðretim ya da eðit
imle, ikinci bir kol edinebileceðini
söylememiþtir.
Farabi toplumcudur. Kiþinin yetkinliðe eriþebilmesi için pek çok þeyler gerekl
idir, diyor. Kiþi, tek baþýna, bu
þeylerin tümüne birden eriþemez. Toplum, kiþilerden birinin eksiðini ötekiyle ta
mamlar. Yetkinliðe eriþmek gücü,
insana doðarken verilmiþtir. Oysa birçok insanlar bir araya toplanýp her biri öt
ekinin ihtiyacýný hazýrlamak suretiyle
birbirlerine yardým etmedikçe, insan, tek baþýna, bu yetkinliði elde edemez.
En yüksek iyilik, en büyük yetkinlik ancak kentte (þehirde) yaþamakla elde edi
lir, kentten aþaðý bir toplulukta
elde edilemez. Erdem, yardýmlaþmadýr. Ýnsanlar, kötülükler için de yardýmlaþabil
irler. Ama gerçek mutluluða
ulaþtýracak þeylerde , yardýmlaþan kent, erdemli kenttir. Mutluluða ulaþmak için
yardýmlaþan toplum, erdemli
toplumdur. Bütün kasaba ve kentleri mutluluða erdirmek için yardýmlaþan ulus, er
demli ulustur. Bunun gibi, bütün
uluslar, mutluluða varmak için birbirlerine yardým ederlerse yeryüzü, erdemli bi
r yeryüzü olur. Erdemli kent, bütün
organlarý tam olan bir bedene benzer. O bedenin bütün organlarý, yaþamak için, n
asýl birbirlerine yardým etmek
zorundaysalar, kentlerin bütün kiþileri de, mutlu olmak için birbirlerine yardým
etmek zorundadýrlar. Bedenin
organlarý çeþitlidir, görevleri ve güçleri baþkadýr. Oysa içlerinde bir organ va
rdýr ki onlara baþkanlýk eder. Bu
baþkan, yürek'tir. Görevleri baþkana yardým etmek olan baþka organlar vardýr, bu
nlar en yakýn yardýmcýlardýr,
baþkanýn iþini kolaylaþtýrýrlar. Bu ikinci organlar, görevlerini baþkanýn amacýn
a uygun olarak yaparlar. Üçüncü
organlar da görevlerini, ikinci organlarýn amaçlarýna uygun olarak yapmaktadýrla
r. Böylelikle aþaðý doðru inerek
sadece hizmet eden, amacý bulunmayan ve kimseye baþkanlýk etmeyen organlara kada
r varýlýr. Toplum da böyledir,
böyle iþlemelidir.
Kiþiler, bütün davranýþlarýnda, ya iyi bir þeyle ya da kötü bir þeyle karþýlaþ
ýrlar. Kiþi, yararlanmasýný bilirse,
iyiden olduðu kadar kötüden de yararlanabilir. Ýyi olana ya uyar, ya uymaya çalý
þýr, ya da o þeyin iyiliðini görerek
on uymak için uygun bir fýrsat bekler. Kötü olandan da ya kaçýnmaya uðraþýr, ya
kötülük kendindeyse kendinden
atmaya çabalar, ya da kurtulmayý baþarmak için onu kendinden atýncaya kadar baþk
alarýndan örnek almaya çalýþýr.
Ýnsanlar için ceza ve armaðan gereklidir. Ancak her ikisi de niyete göre gerek
li olur (Abaelardus, dört yüzyýl
sonra, Xii'nci yüzyýlda ayný sözü söyleyecektir). Ýnsanýn niyeti tanrý bilgisiyl
e, tanrý sevgisiyle düzelir. Ýnsan,
tanrýnýn ve peygamberinin yolunda yürürse niyetinde iyilik; iþlediði iþlerde , d
oðruluk olur.
Farabi, bir yandan Aristoteles'le uðraþadursun, öbür yandan da kimini açýkça s
öyleyip kimini ancak sezdirdiði
düþünceleriyle gelecek yüzyýllarda yaþayacak olan birçok büyük düþünürlere öncül
ük etmiþtir. Birtakým
düþünceleri açýkça gülünç ve günümüz düþüncesine aykýrý bulunmakla beraber, düþü
nce sistemi incelenince,
þaþýrtýcý bir geniþlik görülmektedir. Geniþ çapta bir insancýlýk (humanisme), dü
nya devleti düþüncesi,
Machiavelli'den yedi yüzyýl önce bir insanlarý yönetme sanatý, bir siyaset bilim
i, Darwinciliðin ilk tohumlarý,
Hobbes'un düþünceleri, Rosseau'dan yüzyýllarca önce bir toplumsal sözleþme (cont
rat social) eðilimi Farabi'yi bir
hayli yüceltiyor. Kendinden sonra gelen düþünürler ondan çok yararlanmýþlardýr.
Farabi'nin karanlýk býraktýðý töre düþüncesini, ünlü öðrencisi Ýbn-i Miskeveyh
aydýnlýða çýkarmýþtýr. Ýbn-i
Miskeveyh'e göre, eðitim önce, öðretim sonra gelmelidir. Bir baþka deyiþle, uygu
lanýþ (ameliye) önce, kuram
(nazariye) sonra yapýlmalýdýr. Töre, bilimden önce gelir. Bilgin olmak için her
þeyden önce erdemli olmalýdýr.
Erdemli olmak için bilmek yetmez, uygulamak gerekir. Gerçek bilim ancak erdemi u
ygulayanda bulunur.
Ýbni Sina da görgücülükle usçuluðu baðdaþtýrýyor ve bu baðdaþtýrma iþinde doða
bilimsel Ýslam felsefesinin
kurucusu Razi'yle Farabi' den yararlanýyor. Ne var ki Ýbni Sina bu görgücü-usçu
(Fr. Empirico-rationaliste)
alandan usaaykýrýcý (Fr. Irrationaliste) bir alana kaymakta ve Meþailikten iþrak
iliðe geçmektedir. Bilimleri de þöyle
sýnýflandýrmaktadýr: 1- Özdeðine baðlý biçimlerin bilimi, ki doða bilimleridir.
Ýbni Sina bunlara aþaði bilimler (Ar:
Al-ilm-ül-esfel) diyor; 2- Özdeðinden tümüyle ayrýlmýþ biçimlerin bilimi, ki met
afizik ve mantýktýr, Ýbni Sina
bunlara yüksek bilimler (Ar. Al-ilm-ül-ali) diyor; 3- Özdeðinden ancak zihinde a
yrýlan bilimler, ki matematiksel
bilimlerdir; Ýbni Sina bunlara orta bilimler (Ar. Al-ilm-ül-avsat) diyor. Ýbni S
ina, tüm bilgilerimizin sezgiyle elde
edilen açýk' ilkelerden çýkarsama (Ar. Al-istintaç) yoluyla oluþtuðu kanýsýndadý
r. Bilgi sürecinin duyum ve algýyla
baþladýðýný kabul etmekle beraber gerçek bilginin ussal olduðunu ilerisürüyor. Ý
bni Sina, çaðýný pek aþan bir
görüþle cisimlerin kendi iç güçleriyle devindiðini savunuyor. Bu iç güçe özgüç (
Fr. Autodynamisme) anlamýnda Ar.
Al-kuvvet al-nefsiye demektedir. Ý. H. Ýzmirli, Ýbni Sina'nýn, Batý skolastiðind
en çok önce, varlýkbilimsel kanýt (Fr.
Preuve ontologique)'ý ilk ilerisüren düþünür olduðunu söylemektedir.
Ýslam felsefesinde Ýbni Sina, meþailikten iþrakiliðe kol atmýþ bir düþünür olm
akla beraber, baþlýbaþýna bir okuldur.
El Cüzcani, Behmenyar, Ýbni Zeyle, Ebu Abdullah Masumi, Meymun bin Necib al-Vasý
ti, ünlü ozan Ömer Hayyam,
Ebül Maali, Ebül Abbas Zevkeri, Abdürrezzak et-Türki gibi ünlü düþünürler Ýbni S
ina okulu'ndan sayýlýrlar.
Fahrüddin Razi, Nasireddin Tusi Seyyit Þerif Cürcani gibi önemli düþünürlerin de
onun etkisinde olduklarý bir
gerçektir. Ýslam felsefesinde iman felsefesi'nin kurucusu Ýmam Gazzali (1058-111
1)'dir. Meþailiðe hücumlarýyla ve
Eþ'ariliði geliþtirmesiyle ünlüdür: Ýslam felsefesinin ilginç, ama en gerici düþ
ünürlerinden biridir. Denilebilir ki
felsefe, onun ve onun güçlendirdiði Eþ'arilik yüzünden Arap yarýmadasýndan Batý'
ya göçetmek zorunda kalmýþtýr.
Tüm felsefe ve filozoflara düþman olan Gazzali gerçekten çok ilginç þeyler söyle
mektedir: Örneðin, tanrýnýn
varlýðýný kanýtlamak için metafizikçilerin ilerisürdükleri tüm kanýtlar saçmadýr
diyor, çünkü bu kanýtlarýn tümü
fizikseldir (örneðin ilk kýmýldatýcý kanýtý gibi), oysa metafizik fizikle açýkla
namaz, özdekçiler ve doðabilimciler
kendi sistemlerinde metafizikçilerden çok daha tutarlýdýrlar. Göksel ruhun tikel
varlýklara yayýldýðý savý saçmadýr
diyor, çünkü bu doðayla tanrý arasýnda bir akým kurmak olur ki hem din anlayýþýn
a, hem de doðabilim anlayýþýna
aykýrýdýr. Platon'la Farabi'ye karþý çýkarak, tanrý tümelleri bilirmiþ de tikell
eri bilmezmiþ diyor, bunu ilerisürmek
tanrýyý yadsýmaktýr. Gazzali'nin ve Eþ'ariliðin gerici ve ezici baskýsý yüzünden
Batý'ya göçeden Ýslam felsefesi
(Meþþaiyye) Endülüs Araplarý arasýnda özellikle Ýbni Bacce (Ölümü: 1138) ve Ýbni
Rüþd (1126-1198) taraflarýndan
sürdürülmüþtür: Ýbni Bacce, özellikle Ar. Mütevahhid (yalnýzmýþçasýna yaþayan in
san) adýný verdiði birbaþýnalýk
kuramýyla ünlüdür. Kendisini böylesine yalnýzlaþtýran insanýn (ki bu yalnýzlaþtý
rma gerçekte deðil, düþünsel olarak
yapýlacaktýr) kötülüklerden arýnarak akl-al faal (tanrý)'la birleþebileceði kaný
sýndadýr. Bu konuda yazdýðý yapýt bir
hükümetin yönetimini tasarýmlar. Örneðin bu yetkin yönetimde ne hekimler ne de h
akimler (yargýçlar, kadýlar)
bulunmayacaktýr, çünkü her ikisi de yetkin yönetim sayesinde gereksiz olacaktýr.
Antikçað Yunan felsefesi, bu
Ýslam düþünürlerince Batý'ya tanýtýlmýþtýr.
Özellikle Ýbni Rüþd, Xii'nci yüzyýlýn baþlarýnda Michael Scott tarafýndan Lati
nceye çevrilince büyük coþkunluk ve,
hayranlýk uyandýrmýþtýr. Ýngiliz düþünürü Bertrand Russel, Felsefe Tarihi'nde þö
yle der: Ýbni Rüþd, Ýslam
felsefesinden çok Hýristiyan felsefesi için önemlidir. O, Ýslam felsefesi için ö
lü bir sondu, Hýristiyan felsefesi içinse
bir baþlangýç olmuþtur.
Batýlýlar, Ýspanya Araplarýndan Ýbni Rüþd'e Averroes ve onun Aristotelesçi öðr
etisine de Averroisme derler.
Batý, Yunan felsefesini ve özellikle Aristoculuðu Ýbni Rüþd'ten öðrenmiþtir. Ýbn
i Rüþd, Aristoteles öðelerini Farabi
ve Ýbni Sina'dan almakla beraber, onlardan ayrýlarak Aristoteles'in özdekçi yaný
ný iþlemiþtir. Bu yüzdendir ki Ýbni
Rüþd öðretisi, Xii'nci yüzyýlda, Hýristiyanlýða aykýrý bulunarak suçlanmýþ ve ya
saklanmýþtýr. Örneðin Hollandalý
düþünür Herman van Riswik, Ýbni' Rüþdçülüðünden ötürü 1512'de yakýlmýþtýr. Ýbni
Rüþdçülüðün Batý'daki en büyük
ve verimli ürünü Roger Bacon'dur. Ýbni Rüþd'e göre ruh ölümlüdür, nedeni olan he
r þey zorunludur ve bundan ötürü
tanrý da bir zorunluluða baðlýdýr. Biçimler özdeðin içinde gizlidirler ve tanrýl
ýk etkiyi gerektirmeksizin birbirlerinin
içinden çýkarak varolurlar. Bundan ötürü de yoktan yaratma söz konusu olamaz, sö
z konusu olabilen gizliden açýða
ilksiz-sonsuz ve zorunlu bir evrimdir. Devim, ilksiz ve sonsuz bir süreçtir. Gör
üldüðü gibi bütün bu varsayýmlar,
kökleri Aristoteles'te bulunan, tüm özdekçi varsayýmlardýr. Ýbni Rüþdçülük, birç
ok bakýmlardan Hýristiyan
kilisesiyle çatýþmaktadýr. Evren ilksiz ve sonsuzdur (Hýristiyanlýða göre evreni
n baþý ve sonu vardýr, yaratýlmýþtýr ve
yok olacaktýr), yokluk diye bir þey yoktur (Hýristiyanlýða göre tanrý evreni yok
tan varetmiþtir), ruh bedenle birlikte
,göçüp gider (Hýristiyanlýða göre ruh ölümsüzdür), tanrýnýn baðýþý insaný ölümsü
z kýlamaz (Hýristiyanlýða göre
insaný tanrýnýn baðýþý kurtarýr ve ölümsüz kýlar), insan usu tanrýyla ayný þeydi
r (Hýristiyanlýða göre insan tanrýnýn
yaratýðýdýr, eksiktir ve suçludur, aþaðýlanmýþtýr ve düþmüþtür, bu yüzden de usu
yla kendini kurtaramaz ve ancak
tanrýnýn baðýþýný dileyebilir).
Bu arada Ýslam felsefesi disiplini içinde birtakým Yahudi düþünürler de yetiþm
iþtir ki bunlarýn en baþýnda Ýbni
Cebirol (Fransýzlar Avencebrol diyorlar) gelir. Kamutanrýcýdýr. Bir baþkasý Ýbni
Me'mun (1135-1204, Fransýzlar
Maimonide diyorlar)'dur.
Iþýkçýlýðýn kurucusu Þahabettin Sühreverdi (1153-1191)'dir, öteki Sühreverdi'l
erden ayýrmak için, Öldürülmüþ
(Maktul) Sühreverdi adýyla anýlmaktadýr. Henüz otuz üç yaþýndayken, Halep'te, bi
lgisini kýskananlarýn dinsizlikle
suçlamalarý yüzünden, Selahattin Eyyubi'nin buyruðuyla öldürülmüþtür. Arap ve Ac
em olmadýðý kesinlikle
bilinmekte, Türk soyundan geldiði sanýlmaktadýr. Çevresinde saygý ve kýskançlýk
uyandýran taþkýn bir düþünce gücü
vardý. Genç Sühreverdi, Iþýk düþüncesinde Platon'la Tasavvufu birleþtiriyor. Ger
çekte o da Tasavvuf yolunun
yolcularýndandýr. Ama, Batýniler gibi, sözcüklerin gizli anlamlarýný aramýyor. O
, bir düþünce adamýdýr. Gerçeðe,
sözcük yorumlayarak deðil, düþüncesini yoðunlaþtýrarak varmaya çalýþmaktadýr. Bu
nun için de, Tasavvufun sadece
yönteminden yararlanýyor (Mükaþefe yöntemi). Ona göre felsefe, bir sezgi iþidir
(Ýlham vahi, hads). Felsefe yapmak,
peygamberlik yapmak demektir. Ýnsan, özvarlýðýný (Nefsini) eðiterek, yavaþ yavaþ
ve basamak basamak Iþýða doðru
yükselir. Ýnsan Iþýða yaklaþtýkça, Iþýðýn aydýnlýðý artar. Sezgi yoluna bir kez
girildi mi, gittikçe güçlenir insan. Her
basamaðýn aydýnlýðý, insaný, bir yukardaki basamaðýn aydýnlýðýna çeker. Böylelik
le, Iþýklar Iþýðý'nýn (Nur-ül-envar,
Tanrý) her anlamý kapsayan büyük aydýnlýðýna ulaþýlýr. Gerçek felsefe, mantýk oy
unlarýna baþvurmak deðil,
böylesine bir sezgi merdivenine týrmanabilmektir. Anlamlar alemi (Alem-i mana),
sözcüklerle anlatýlamaz ve mantýk
oyunlarýyla tanýtlanamaz. Ýnsanlar, ona, bir baþlarýna ulaþabilirler. Felsefe, o
nlara, sadece bu yolu göstermekte
yardýmcý olabilir. Ýþte, Þahabettin Sühreverdi, Iþýk Heykelleri (El heyakilün-nu
r) adlý yapýtýnda bu yollarý
göstermektedir. Sühreverdi'ye göre ruh ve beden diye bir ayrýlýk yoktur, bunlar
ayný þeydir. Bütün cisimler gibi
beden de yoðun bir karanlýktýr. Bu karanlýk, Iþýða doðru yükseldikçe yoðunluðu e
rimeye baþlar. Sonunda büsbütün
aydýnlanýr, Iþýk alemine girer. Bedenler ruh ayrýlýðý, sanýldýðý gibi, bir öz ay
rýlýðý deðil, bir derece ayrýlýðýdýr.
Sühreverdi, düþüncesinin bu çizgisinde kiþiliðini ortaya koymakta, Platon'dan
ayrýlmaktadýr. Platon'a göre
cisimler gerçek varlýklar deðildir, gerçek olan o cisimlerin ideleridir (soyut k
avramlarýdýr). Sühreverdi'ye göre
ruhlar da, cisimler de gerçektirler. Bunlarýn arasýnda özde bir ayrýlýk yoktur.
Ruh, tasarlanmýþ bir kavram, bir ide
deðil; cismin aydýnlanmasýdýr.
Sühreverdi, düþüncesinin , bu çizgisinde, Zerdüþt'ten de ayrýlmaktadýr. Sührev
erdi'ye göre karanlýkla ýþýk, bir
karþýtlýk deðildir ki aralarýnda kavga olsun. Karanlýk, ýþýktan gelmiþtir, ýþýða
dönecektir. Bu, bir zorunluluktur.
Kiþi, öz varlýðýný eðiterek, her zaman ýþýklanabilir, ruhlaþabilir. Ruh, bedenin
eðitilmiþidir. Yirminci yaþýmýz,
yirminci yaþa vardýðýndan ötürü onuncu yaþýmýzý ortada bulamaz ki onunla kavgaya
tutuþsun. Zerdüþt'e göre
karanlýk, ýþýktan koptuðu halde, ayný özden gelen bir düþmandý. Evrense ýþýkla k
aranlýðýn savaþ alanýydý. Ýnsanlar,
bu savaþa, ýþýða yardýmcý olarak katýlmalýydýlar.
Ak sakallý budalalar, genç düþünürümüzü buralardan yakalayýp fitnelemiþ olsala
r gerektir. Oysa açýk kapý
býrakmamak için elinden geleni yapmaktadýr. Iþýk Heykelleri adlý yapýtýnda (heyk
el, Arapça'da kalýp, kýlýk, görünüþ
anlamlarýna da gelmektedir) sezgi yöntemini bir yana býrakarak, ýþýklar ýþýðýnýn
bambaþka bir ýþýk olduðunu, öteki
felsefelerin tuttuklarý mantýk 'yolundan tanýtlamaya çalýþýyor: Hayvansal ruh, t
anrýsal ruhtan baþkadýr. Ýnsan ruhu,
tanrýsal ýþýklardan biridir. Doðuþu tanrýdan olduðu gibi, batýþý da tanrýyadýr.
Kimileri, insan ruhunun cisim
olmadýðýný anlayýnca, bu ruhun tanrý olabileceðini sanmakla sapýklýk uçurumuna d
üþerler. Oysa tanrý birdir.
Ahmet'le Mehmet'in ruhlarý bir olsaydý, birinin bildiðini ötekinin de bilmesi ge
rekirdi. Böyle olunca, bir insanýn
bildiðini bütün insanlar da bilirdi. Kimileri de bu ruhun, tanrýnýn bir parçasý
olduðunu sanýrlar. Bu da sapýklýktýr.
Tanrýnýn cisim olmadýðý kesin bulunduðuna göre, cisim olmayan bir þey nasýl parç
alanabilir, nasýl bölünebilir?
Kimileri de bunun öncesiz olduðu kuruntusuna kapýlýrlar. Böyle olsaydý, onu ýþýk
ve kutsallýk aleminden ayrýla
rak karanlýk ve ölüm alemine inmeye kim zorlayabilirdi? Bir fitil, bir ateþten t
utuþur. Ama o fitili tutuþturmakla o
ateþten hiçbir þey eksilmez (Nur Heykelleri, Saffet Yetkin çevirisi, 1963 baskýs
ý, s. 10-11). Burada görüldüðü gibi,
genç düþünürümüz tuttuðu yoldan ayrýlarak Batýni tasavvufun açýkça söylediði gib
i, evrende her þey, bir þeydir
(vahdet-i vücut), diyemiyor. Ýlk düþüncelerinde birleþtirmeye yüz tuttuðu maddey
le ruhu yeniden ayýrýyor. Madde,
öz olarak, karanlýktýr.
Iþýklar ýþýðý (Tanrý), onu parlatýyor, ruhlandýrýyor. Oysa bu ruh, o yüce ýþýð
ýn ýþýðý deðildir, sadece parlatmýþ
olmasýdýr. Ýnsanda parlayan ýþýk-ruhla, onu parlatan ýþýklar ýþýðý-ruh arasýnda
hiçbir ilgi yoktur. Baþka bir deyiþle,
parlatan sadece parlatmýþtýr, kendinden bir þey vermemiþtir. Maddeler, ýþýklar ý
þýðýna yaklaþtýkça aydýnlanýrlar,
ruhlaþýrlar, gerçeðe ulaþýrlar. Ýyi ama, ulaþtýklarý gerçek nedir? Bu gerçek, hi
ç deðilse Batýnilerin varlýk birliði
gerçeði gibi, yeni bir gerçek olmadýðýna göre bu kadar çaba nedendi? Parlatan ýþ
ýðýn bambaþka bir ýþýk olduðunu
kutsal kitaplar da söylemiyorlar mýydý? Sühreverdi'de, Platon'da olduðu gibi, bi
r þiir tadý var. Bu þiir tadýna, çok
daha sonra, Xvi'ncý yüzyýlda, Bruno'da da rastlýyoruz. Gerçekten de bu üç önemli
düþünür ayný yoldadýrlar: Uçsuz
bucaksýz bir öncesizlik ve sonrasýzlýk düþüncesi. Sonsuz bir aydýnlýk düþünün. Ö
ylesine derin, öylesine geniþ bir
boþluk ve pembelik. Bu aydýnlýkta, gittikçe büyüyen, bir karaltý beliriyor. Bu k
araltý, kendini etkiliyor, çoðaltýyor.
Sonsuz boþluktaki karaltý, o ana kadar uyumakta olan mekaný; sonsuz boþluktaki b
üyüme, o ana kadar uyumakta
olan zamaný uyandýrýyor. Bu karaltýnýn geliþen bir derecesinde, büyük aydýnlýkta
n gelen bir ýþýnla, aydýnlanma ve
kýmýltý baþlýyor. Ýþte insana kadar sürüpgelen aydýnlýk ve kýmýltý...
Aydýnlandýkça artan aydýnlanabilme gücü, güçlendikçe zorunlu olarak artan aydý
nlýk. Aydýnlananlar, hem ilk
parlayýþý, hem de birbirlerini aydýnlatmaya baþlýyorlar. Boþluðun içindeki dolul
uk, gittikçe artan bir hýzla büyüyor,
yükseliyor, kaplýyor. Evren, oluþmaktadýr: Bilinç, etkileyerek ve etkilenerek, y
ayýlmaktadýr. Bu baþdöndürücü
gidiþin sonunda, zorunlu olarak, yeni bir karaltýyý doðuracak olan tüm aydýnlanm
a var. Yepyeni bir boþluk ve
yepyeni bir aydýnlýk. Öylesine yeni, taze, pýrýl pýrýl bir boþluk ve pembelik, z
amansýz, mekansýz, maddesiz. Oysa
hikayemiz gene de bitmiyor. Sonsuz aydýnlýða yepyeni bir karaltý düþmek üzeredir
: Bugün kafamýzda bulunan akýl,
en az yüz bin yýldan beri geliþe geliþe oluþmuþ bir akýldýr. Bu aklý ana babalar
ýmýzdan böylesine yetkinleþmiþ olarak
alýyoruz. Yüz bin yýllýk maddesel geliþmeyle yüz bin yýllýk bilginin onardýðý bu
akýl, çaðdaþ akýldýr. Gelin, bir oyun
oynayalým. Öyle bir akýl düþünelim ki, ne yüz bin yýllýk maddesel geliþmeden, ne
de yüz bin yýllýk bilgiden
yararlanmýþ olsun. Ýnsansýz , bir adada kendi kendine doðmuþ bir akýl... Bu akýl
, tanrýlýk düþünceye varabilir mi?
Ýspanya Araplarýndan Ýbni Tufeyl (Ölümü: 1185. Fransýzlar Abentofal diyorlar) Ta
nrýnýn oðlu Hay (Hayy ibn-i
Yakazan) adlý ünlü yapýtýnda, böylesine bir oyun oynuyor. Ýbn-i Tufeyl, Xii'nci
yüzyýlda, Arap yönetimi altýnda
bulunan Endülüs'te yaþamýþtýr. Hekim, filozof, ozan ve riyaziyeciydi. Sorumuzu k
arþýlayan yapýtýný roman biçiminde
yazdý. Yapýt, XVii'nci yüzyýlda Ýngilizceye çevrilerek birçok Batýlý yazarlarý e
tkiledi. De Foe'nun ünlü Robinson
Cruzo'sunu, ondan etkilenerek yazdýðý söylenir. Oysa Ýbn-i Tufeyl'in de, X'ncu y
üzyýl düþünürlerinden Ýbn-i
Sina'nýn Hayy ibn-i Yakazan risalesinden etkilendiði bilinmektedir. Ýbn-i Sina'n
ýn da, Huneyn Ýbn-i Ýshak'ýn
(Ölümü: 910) Yunancadan çevirdiði bir öyküden yararlandýðý sanýlýyor. Düþünce, b
ir Helenistik çað düþüncesini
andýrmaktadýr. Ýbn-i Tufeyl, sorumuzu þöyle karþýlamaktadýr: Evet, varabilirdi..
. Hay, Atlas denizindeki insansýz bir
adada kendi kendine doðmuþ (tenasülü binefsihi) bir çocuktur. Yavrusu ölmüþ bir
ceylan, onu alýp emziriyor.
Bundan baþka, aðaçlarýn besleyici sularý ve olgun yemiþleri de var. Küçük Hay, m
utludur. Kendisine analýk eden
ceylanýn peþinden koþarak, becerikliliði öðrenmiþtir. Günler geçtikçe de, kendi
baþkalýðýný sezmektedir. Çünkü
adada, kendine benzemedikleri halde ceylâna benzeyen baþka hayvanlar da bulunmak
tadýr. Kendisi tektir ama,
çevresi, birbirine benzeyenlerle birbirlerine benzemeyenlerin kaynaþtýðý bir ala
ndýr. Küçük Hay, bunlara bakarak,
tür düþüncesini ediniyor. Hayvanlarýn cinsel organlarýný çirkin bulmaktadýr. Bu
yüzden, örtünmek gereðini duyuyor.
Önce yapraklardan, onlarýn kuruyup döküldüklerini görünce de, daha sanra, saðlam
lýk düþüncesine vararak, kuþ
tüylerinden giyitler yapýyor. Bir deðneðin ucunu sivriltmeyi, o deðneði çeþitli
iþlerde kullanmayý öðreniyor.
Hayvanlardan kiminin boynuzlarý, kiminin güçlü diþleri, kiminin hýzlý koþan baca
klarý var. Bizim Hay de, onlarýn
üstünlüklerine karþý, ellerini ve aletlerini kullanarak üstünlüðünü saðlayacaktý
r (insan, alet yapan hayvandýr, diyen
Marx'ýn tanýmýný hatýrlayýnýz).
Hay'cik, yüz bin yýllýk yetkinliði ve bilgileri bulunmayan aklýyla, birtakým s
eziler peþinde: Bir þeyi bir yerden
alýp öbür yere koyabiliyor. Az önce boþ olan o yer, þimdi kaplanmýþtýr. Çevresi
yer kaplayan þeylerle doludur. Bu
þeylerden çoðu, birbirlerine benzemedikleri halde, yer kapladýklarýndan ötürü, a
ralarýnda bir ortaklýk var.
Benzemezler arasýnda benzerlikler bulunuyor. Bu benzerlikler, kendisini de, hiçb
irine benzemediði halde, bütün
çevresindekilere yaklaþtýrmaktadýr.
Güneþten kavrularak tutuþan odunlar var. Ateþ ýsýtýcý, aydýnlatýcý, içine atýl
an balýðý piþirerek lezzetlendiricidir.
Alevler, niçin göðe doðru yükseliyorlar? Yukarda, varmak istedikleri bir yer olm
alý. Bitkiler de yukarýya ' doðru
büyüyorlar. Yukarda, bütün cisimleri kendine çeken bir güç olmalý. Yaðmur yukard
an yaðýyor. Þimþek yukarda
çakýyor. Gürültüler yukardan geliyor. Bulutlar yukarda dolaþýyor. Yukarýsý bir h
ayli önemli. Bu sýrada ceylan ana
ölüyor. Hay, yeni bir gerçekle karþýlaþmýþtýr: Ölüm... Ceylan ana kýpýrdamýyor a
rtýk. Aðzýný açmýyor, bacaklarýný
sallamýyor, gözlerini oynatmýyor. Az önce gezip dolaþtýðý, hareket ettiði halde,
þimdi bu bitmiþlik neden? Kendisi
de, bacaklarýný kýpýrdatmadan durabilmektedir, ama sonra keyfi isteyince gene ký
pýrdatabiliyor bacaklarýný. Ceylan
ana da keyfi isteyince kýpýrdatabilir mi yeniden? Hay, onun üstüne atýlýyor, çek
iþtiriyor, tartaklýyor. Boþuna. Ceylan
ana bitmiþtir. Öyleyse onu kýpýrdatan, iþleten güç neydi? Soðumuþ cesedi deþiyor
Hay. Ýçini araþtýrýyor. Eline sýcak
bir yürek geçmiþtir. Bütün bir soðukluk içinde tek sýcak þey. Sonunda bu yürek d
e soðuyacaktýr, ama en son
soðuduðuna göre, en canlý o olmalý.
Bu bitmiþlikte, bu durmuþlukta eksilen, yitirilen nedir? Yoksa bu yitirilen þe
y de, alev gibi, duman gibi, yukarýya
giden bir þey midir? Kýpýrdayabilenler, bir gün, kýpýrdamaz olabiliyorlar. Þu ha
lde bütün kýpýrdayabilenler
sonludurlar. Ya yukarýsý?.. Yukarýsý sonsuz mudur? Yukarýsýnýn ancak bir yüzü gö
rünmektedir. Görünen yüz
sonludur. Ya görünmeyen yüzde sonsuzluða doðru bir uzanýþ varsa? Hay, göðe iki d
eðnek saplayabildiðini, bu
deðneklerin de, göðün görünmeyen yüzüyle birlikte sonsuzluða doðru uzanabildikle
rini düþlüyor. Oysa bu
deðneklerden birini kýrabilirdi. Sonsuzluða gittiklerinden ötürü birbirlerine eþ
it olmalarý gereken bu iki deðnekten
biri kýrýlmakla bu eþitliði bozmaktadýr. Baþka bir deyiþle, öbür uçlarý sonsuzlu
ða gittiðinden ötürü birbirlerine eþit
olmalarý gereken deðnekler, birinin kýrýlmasýyla, hem eþit hem de eþit olmayan b
ir duruma gireceklerdir ki böyle bir
durum düþünülemez, çeliþiktir. Þu halde, yerdekiler gibi, göktekilerin de sonlu
olmalarý gerekir. Sonsuzluk,
kendisinin sonu görememesi deðildir. Kendisinin sonunu göremedikleri de sonludur
lar. Hay, dallarý kýrýp, yonttuðu
deðnekleri býçak gibi kullanarak bir kulübe yapmýþtýr. Kendisi olmasaydý, þimdi
yer kaplayan þu kulübe de
bulunmayacaktý. Öyleyse, bütün bu yerdekilerin ve göktekilerin, bütün bu sonlula
rýn da bir yapýcýsý olmalýdýr. O
yapýcý olmasaydý, bütün bu sonlularýn da, þu kulübe gibi, bulunmamalarý gerekird
i. Bu yapýcýysa, yaptýklarý gibi,
sonlu olmamalýdýr. Sonlu olsaydý onun da bir yapýcýsý bulunacaktý. Ýlk yapýcý, z
orunlu olarak sonsuz'dur. Bundan
baþka, bütün sonlularýn cisimleri sonunda dökülüp daðýlmakta, son bulmaktadýrlar
. Þu halde ilk yapýcý,
sonsuzluðun zorunluðundan ötürü, elbet cisimsiz olmalýdýr. Sonsuz cisimsiz bu ký
mýldatýcý, sonlu cisimli
kýmýldayanlarý kýmýldatabilmek için onlarla birlikte'dir. Ýþte ceylan ana, bu bi
rlikteliði yitirdiði için artýk
kýmýldamaz olmuþtur.
Öyleyse, bu birlikteliði görebilmek, bu birlikteliði anlayabilmek için kendi i
çimize bakmamýz gerekir. Tanrýnýn
oðlu Hay, böylelikle, baha'sýna kendi içinde ulaþmaktadýr. Bir baþka deyiþle, ba
basýný kendisinde bulmaktadýr. O,
hem her yerde bulunan, hem de hiçbir yerde bulunmayandýr. Salaman'la Absal, tam
bu sýrada, karþýmýza
çýkmaktadýr. Komþu adayý yöneten, iki yöneticidirler. Salaman, Kutsal Kitap'ýn a
çýk anlamlarýyla toplumu
düzenlemeye çalýþmaktadýr (zahiri, sünni, þeriatçý). Ab sal, Kutsal Kitap a gizl
i anlamlarýyla toplumu düzenlemek
düþüncesindedir (Batýni, alevi, hakikatçý). Adalardaki toplumsa, her iki yola da
boþ vermekte, bildiklerini
okumaktadýrlar. Absal'i yabani bir hayvan sanýp avlamaya kalkýþan, sonra, kendi
türünden bir canlý olduðunu
anlayarak onunla dost olan Hay'se (kendiliðinden akýl), komþu adanýn düzensiz to
plumunu yola getirmek için
üçüncü bir yolu, kendi yolunu deneyecektir. Oysa, üçüncü yolda tutmuyor. Ýnsanla
r, ne türlü olursa olsun, hiçbir
yoldan tanrý düzenine gereði gibi ayak uydurmak istemiyorlar. Bu yollar, kiþiyi
erdeme ulaþtýrmýyorlar. Nitekim,
yapýt da, toplumu düzenlemekten umutlarýný kesen Hay'le Absal'in, toplumsal aday
ý Salaman'ýn yönetimine
býrakarak ýssýz adaya dönmeleriyle sona ermektedir.
Ýbn-i Tufeyl'in, öyküsünden çýkardýðý sonuç þudur: Ýnsanlar eþit anlayýþta deð
ildirler. Gerçek, üstün anlayýþlý
kiþiler içindir. Çoðunluk, birtakým biçimler, yasalar konmadan yönetilemez. Daha
açýk bir deyiþle, çoðunluða þeriat
bilimi gerekir, hakikat bilimi üstün yaradýlýþlý bir azýnlýk içindir. Hay (kendi
liðinden akýl), Salaman'ýn þeriat
bilimindeki, iki gereðin gerekçelerini uygun bulmamaktadýr (Ýbn-i Tufeyl'e göre,
Hay'in vardýðý sonuç, ilke
bakýmýndan, þeriata uygundur. Hay, þeriatý beðenmiþtir). Gerekçelerine akýl erdi
remediði gerekler þunlardýr:
1- Apaçýk gerçek dururken, niçin birtakým gizlemelere gidilmiþtir? Örneðin, ye
ryüzünde, insanlarýn
birbirleriyle dövüþerek asla geçemeyecekleri gerçek köprüler varken Sýrat köprüs
ü gibi bir öte dünya
köprüsünü ortaya atmak neden? Erdemsizlerin birbirlerine verecekleri acý, cehenn
em ateþinden daha mý az
ürkütücü?
2- Din, mal edinilerek eþitsizliðin doðmasýna izin verdiði halde zekat yasasýn
ý koyarak, kendi yarattýðý
kötülükle gene kendisi uðraþmak gibi bir çeliþmeye niçin düþmüþtür?. Ýbn-i Tufey
l, þeriatýn bu sorularý
karþýlamadýðý görüþündedir. Iþýkçýlýk (Ýþrakiyye) okulu Xiii'ncü yüzyýlda yaþamý
þ olan Þemsüddin Þehrizori, Ýbni
Kemmune, Kutbüddin Þirazi gibi düþünürlerce sürdürülmüþ ve daha sonra bir tarika
t halinde örgütlenerek, özellikle
Ýran'da, günümüze kadar sürüpgelmiþtir. Sühreverdi, bu tarikat baðlýlarýna Þeyh-
ül-iþrak adýyla anýlýr. Bu arada
Ýslam disiplini Abdüllatif Baðdadi (Ölümü: 1231), Ebül Berekat Baðdadi (1076-116
6), Ýbni Haldun (1332-1406)
gibi baðýmsýz düþünürler de yetiþtirmiþtir. Bunlarýn arasýnda Ýbni Haldun çok ön
emlidir. Özellikle tarih alanýnda
olaylarý anlatmak yerine, olaylarý düþünmek gerektiðini ilerisüren bu düþünür ta
rihsel olaylar'ýn' yerine tarihsel
nedenler'i koymakla tarih felsefesinin temellerini atmýþ oldu. Bugün, birçok Bat
ýlýlar, onda, Vico'nun, Spenglerin,
Montesquieu' nün, Rousseau'nun, Sorel'in, Malthus'ün, Machiavelli'nin, Darwin'in
, Nietzsche'nin düþünce
tohumlarýný buluyorlar. Ýbni Haldun, önce, evrensel deðiþme'yi sezdi: Tarih bili
miyle uðraþanlarý yanýltan, uluslarýn
hal ve durumlarýnýn, günlerin ve yüzyýllarýn geçmesiyle deðiþmekte olduklarýný u
nutmaktýr. Bu deðiþme, Yüce
Tanrý'nýn bütün varlýklar için koyduðu bir yasadýr (Mukaddime, Zakir Kadiri Ugan
çevirisi, 1954 baskýsý, L cilt, s.
70-71). Ýbni Haldun, sonra, evrensel evrim'i yakaladý: Biz, varlýklarý birbirine
baðlý olarak görüyor ve varlýklarýn
birinden ötekine geçiþini, yetkin bir düzen içinde, izliyoruz. Maddelerden her b
iri, aþaðýdan yukarýya doðru
yükseldiði ya da yukarýdan aþaðýya doðru alçaldýðý zaman, kendisine yakýn olan m
addenin biçim ve kalýbýna
girmektedir. Yukarýya doðru yükselen madde, kendisinden aþaðýda olan maddeden da
ha hafiftir. Bu hal, yýldýzlar
alemine çýkýncaya kadar sürer. Varlýklara bak. Varlýklarýn, madenlerden baþlayar
ak, yavaþ yavaþ ve tabaka tabaka
biçimlenmiþ olduðunu görürsün. Maden, bitki ve hayvanlarýn ana maddeleri ortaktý
r. Madenin en yükseði bitkinin
en aþaðýsýna bitiþiktir. Örneðin, tohumsuz yetiþen maden tohumsuz türeyen sebzel
erle, hurma ve üzüm gibi bitkiler
inci sedefiyle kabuklu sümüklüböcek gibi hayvanlara yakýndýr ve onlarýn biçim ve
kalýplarýna girebilecek
durumdadýr. Bu geliþme, en aþaðýdan baþlayarak, maymun ve þebek gibi hayvanlarda
n geçip insana kadar
yükselmiþtir. Ýnsanýn en aþaðýsý, iþte bu hayvanlardan baþlamýþtýr. Benim gördüð
üm budur. Doðrusunu Tanrý bilir
(Mukaddime, ayný çeviri, i'nci cilt, s. 241-247). Ýbni Haldun, toplumsallýk zoru
nluðu'nu da anlamýþtýr: Toplumsal
yaþayýþ, insanlar için zorunluktur. Ýnsan, yaþamak için, yaþama gereçlerini saðl
amak zorundadýr. Bu gereçleri tek
baþýna saðlayamaz. Bir buðday tanesinin un olabilmesi, çeþitli hüner ve zenaatle
ri gerektirir. Üretim, üretime yetecek
kiþilerin bir araya toplanmalarýyla olur. Korunmak da öyle (Mukaddime, ayný çevi
ri, i'nci cilt, s. 106-112). Ýbni
Haldun, toplumsal olaylarýn tüm kökünü ekonomik temelde ve üretim araçlarýnda gö
rmektedir. Ona göre, ruhumuzu
oluþturan da ekonomik koþullardýr: Her kazanç ve mal, emek harcayarak elde edili
r. Maden, bitki ve hayvanlardan
saðlanan kazanç da insan emeðinin ürünüdür. Ýnsanlarýn çalýþarak elde ettikleri
para ve mal, ziraat ve sanayide
harcadýklarý emeðin deðerinden ibarettir. Pazarlarda satýn alýnan buðdayda iþ ve
emeðin deðeri açýkça görülmez.
Oysa, buðdayýn deðeri, onu elde etmek için harcanan iþ ve emeðin deðeridir. Kazm
a vurulmamýþ kuyudan su
çýktýðýný gördün mü hiç? Doðrusunu Tanrý bilir (Mukaddime, ayný çeviri, ikinci c
ilt, s. 349-355). Hüner ve sanayiin
geliþmesi, toplumsaI geliþmenin baþýnda gelir (ii'nci cilt, s. 402). Bu geliþme,
insaný düþünsel bilgilerle uðraþmaya
yöneltir (s. 403). Ancak bu geliþmenin sonunda, toplumun çürüyüp daðýlmasý da bi
r zorunluktur. Ýbni Haldun'a göre
Çoban toplumlardan Çiftçi toplumlara, Çiftçi toplumlardan da Sanayi toplumlarýna
geçilir. Sanayi toplumuna geçiþ,
bir geliþmenin sonucu olduðu kadar, bir çöküntünün de nedenidir. Çünkü toplumlar
, artýk Çobanlýk günlerindeki
güçlerini yitirmeye, bolluðun ve rahatlýðýn içinde gevþeyip çürümeye baþlamýþlar
dý. Toplumlarýn ömrü de,
insanlarýn ömrü gibidir. Ýhtiyarlýk ve ölüm, önlenmesi ve giderilmesi mümkün olm
ayan bir hastalýktýr II. cilt, s. 104).
Tarihsel zorunluðunu yaþayan her toplum, kent yaþayýþýna girip sanayileþtikten s
onra kocayacak ve ölecektir. Bu
sonuç önlenemez. Toplumun çöküntüsü iki alanda baþlar: Bil ki, devlet iki temel
üstüne kurulur. Bu temellerden
biri ordu, öteki paradýr. Bozgunluk bu iki temelin sarsýlmasýyla belirir (ii cil
t, s. 107). Devlet yýkýlmaya
yaklaþtýðýnda vergiler artar. Vergilerin artmasý da devletin yoksulluðunu önleye
mez. Böyle bir durumda,
kazanmaktan umut kesilmiþ olacaðýndan, pazarlardaki alýþveriþ durur. Çöküntü, iþ
ler tümüyle çýðýrýndan çýkmcaya
kadar devam eder (ii cilt, s. 68). Ýbni Haldun, Ýlmi Umran adýný verdiði Sosyolo
ji biliminin de kurucusu
sayýlmaktadýr. Toplumbilimsel düþüncenin ilk izlerine Aristoteles'le Farabi'de r
astlanýyor. Ama onu bir bilim olarak
ilerisüren, derinleþtiren ve ona bilimsel bir baðýmsýzlýk kazandýran kesinlikle
Ýbni Haldun'dur. Þöyle diyor: Bil ki,
birinci kitapta inceleyeceðimiz kural ve yöntemler benim icad ettiðim yeni bir b
ilim olup, yararý çok büyüktür. Ben
bu araþtýrma yöntemini, derin araþtýrma ve incelemelerden sonra buldum. Baþýmýn
saðlýðýna and içerim ki, Tanrý'nýn
kullarýndan hiçbirinin bu konuda söz söylemiþ olduðunu bilmiyorum. Bu konu kendi
baþýna ayrý bir bilim gibidir.
Çünkü her bilimin kendine özgü bir konusu vardýr. Ýncelediðim konu, yeryüzünde t
oplumlar halinde yaþayan
insanlarýn toplumsallýk kural ve yasalarýdýr. Bunlar doðal yasalar ve kurallardý
r (I. cilt, s. 9-96). Ýbni Haldun,
toplumbilim'e (kendi deyimiyle ilmi umran'a) tarih felsefesi yoluyla varýyor. Am
acý, tarihçileri eleþtirmek ve onlarýn
niçin yanýldýklarýný saptamaktýr. Tarihçilerin yanýlma nedenlerini þöyle sýralýy
or:
1- Bir mezhebe ya da düþünceye aþýrý baðlýlýk tarihçiyi yanýltýr. Tarihçi tara
fsýz olmalýdýr.
2- Bir haberi anlatana inanmak, tarihçiyi yanýltýr. Haberi anlatanýn doðruluðu
nu deðil, haberin doðruluðunu
kanýtlamak gerektir.
3- Olaylarýn nedenlerini araþtýrmamak tarihçiyi yanýltýr. Olaylarý sanýlara gö
re deðil, gerçek nedenlerine göre
deðerlendirmelidir.
4- Olayýn doðruluðu kuruntusuna kapýlmak, tarihçiyi yanýltýr. Tarihçi, kendi k
uruntularýndan
kurtulabilmelidir.
5- Olaylarý, o olaylarý doðuran durumlarla karþýlaþtýrmasýný bilmemek; tarihçi
yi yanýltýr. Çünkü olayý anlatan,
kendi duyduðu gibi, çoðu baþka biçimlere sokarak anlatmýþ olabilir. Doðrulamak,
olaylarý durumlarla
karþýlaþtýrmak demektir.
6- Devlet büyüklerine yaranmak kaygýsý, tarihçiyi yanýltýr. Bu kaygý, kötüyü g
üzel gösterme çabasýný
doðurur. Tarihçinin iþi, tarihi güzelleþtirmek deðil, olduðu gibi anlatmaktýr.
7- Toplumsal yaþayýþýn doðal kurallarýný ve yasalarýný bilmemek (Sosyoloji), t
arihçiyi yanýltýr. Ýbni Haldun, her
sözün sonunu, doðrusunu Tanrý bilir, diyerek bitirdiði halde, toplum düzenini, b
ir yirminci yüzyýl maddecisi gibi,
maddesel temellere oturtmaktadýr. Toplumun toplumsal ve siyasal düzenleri, tanrý
sal düzenler deðil, doðal
düzenlerdir. Toplumlar da, doðal varlýklar gibi, doðmakta, büyümekte ve ölmekted
irler (Vico, Spengler).
Tarih, olaylarý anlatmak deðil, olaylarý düþünmektir (Sorel). Toplumsal olaylarý
n kökü, ekonomik temellerde ve
üretim araçlarýndadýr (Marx). Toplumlar arasýndaki ayrýlýklar, coðrafya koþullar
ýnýn baþkalýðýndan ötürüdür
(Montesquieu). Siyasal düzen, ideolojik deðil, pratik olmalýdýr (Maccbiavelli).
Ahlak düzeni, insanlarýn
çoðalmasýyla ilgilidir (Malthus). Geliþme, en aþaðý maddeden baþlayarak, maymun
ve þebek gibi hayvanlardan geçip,
insana kadar yükselmiþtir (Darwin). Ahlaksýzlýðýn ve çöküþün nedeni, kent yaþayý
þýna geçiþtedir (Rousseau).
Gerekli olan, güçlülük ve iradeliliktir (Nietzsche). Ýbni Haldun, Mukaddime'sini
þu sözlerle bitirmektedir: Tanrýnýn
doðru düþünce, açýk bilgi baðýþladýðý kullarý bizden sonra yetiþerek, bizim bu y
apýtta yazdýklarýmýzdan ve
anlattýklarýmýzdan, daha geniþ ve daha derinini yazar ve anlatýrlar umudundayýz.
Bir bilgiyi ilk önce ortaya koyan
kimsenin görevi, ancak, o bilginin konularýný açýklamak, bölümlerini ayýrmak, o
bölümlerde incelenen konular
üstünde söz söylemektir. O kimseden sonra yetiþenlerse o bilgiyle ilgili sorunla
rý azar azar o bilgiye eklerler ve bu
yolda onu ilerletirler: Tanrý bilir. Siz bilmezsiniz. Ben Mukaddime'yi beþ ayda
yazdým, 776 yýlýnýn (Ý.S. 1377) tam
yarýsýnda bitirdim. Düzenlemek ve ayýklamak için harcadýðým süre bu beþ ayýn dýþ
ýndadýr. Yapýtýmýn baþýnda
anlattýðým gibi, buna kavimlerin tarihini de ekledim. Bilgi, ancak, aziz ve bilg
in olan Tanrý eliyle baðýþlanýr (III.
cilt, s. 352).
Ýslam felsefesi, bir baþka yandan, gizemsel açýdan da birçok düþünürler yetiþt
irmiþtir. Ýmam Gazzali'nin baþlattýðý
felsefesel tasavvufa felsefei tasavvufiyye adý verilmektedir. Bu alanda Muhyiddi
n Arabi, Sadreddin Konevi, Nasýr
Tusi, Molla Cami, Ýmam Rabbani, Sadreddin Þirazi, Feridüddin Attar, Bayeziti Bis
tami, Þeyh Bedreddin, Nasýr
Hüsrev, Ýbrahim Ethem, Þakik Belhi vb. gibi birçok ünlü düþünürler yetiþmiþtir.
TASAVVUF. Ýslamsal disiplin içinde oluþmuþ bulunan tasavvuf deyimi, genel olar
ak, iki öðeyle açýklanmaktadýr.
Bunlardan biri varlýk birliði (Ar. Vahdet-i vücut) felsefesi, ikincisi dinin yüz
eyiyle yetinmeyerek derinliklerine
inme eðilimidir. Ne var ki bu öðelerin ikisi de Ýslamsal tasavvufun baþlangýcýnd
a geçerli deðildirler, akýma zamanla
katýþmýþlardýr. Ýslamsal tasavvuf, ilkin, Batý'da da görüldüðü gibi, dinsel yaþa
mýn aþýrý, ama zorunlu bir sonucu
olan gizemcilik (Fr. Mysticisme)'le baþlamýþtýr. Ýlk mutasavvýflar dinsel yaþamý
, içlerine kapanarak, bireysel olarak
ve ruhsal yanlarýyla yaþamak isteyen aþýrý sofulardý. Bu sofular, varlýk birliði
felsefesinden habersiz olduklarý gibi
kutsal kitabýn açýk anlamlarýnýn altýndaki gerçek anlamlarýný bulup çýkarmak ist
eðini de duymamýþlardý. Amaçlarý,
sadece, aþýrý bir Müslüman olarak, dünya iþlerinden el etek çekip bütün gün ve g
ecelerini dinsel bir yaþama
vermekti. Nitekim Ýslam peygamberi de peygamberliðe hazýrlanýrken böylesine bir
yaþam sürmüþtü. Ýlk
mutasavvýflarýn dileði, belki de, sadece ona benzemekten baþka bir þey deðildi.
Günlerini ve gecelerini örneðin
Hasan Basri tanrý korkusuyla titreyerek (hkz. El-Isfahani, Hilyet-ül-Evliya, cil
t II, s. 131), Rabia Adeviyye tanrý
aþkýyla aðlayarak (bkz. Þarani, EI Tabakat-ül-Kübra, cilt I, s. 72) geçiriyordu;
varlýk birliðini düþünerek ya da
dinsel sözcüklerde gizli anlamlar arayarak deðil. O zamanlar aþýrý dincilikte pe
ygamberi ve yakýnlarýný taklit eden
ehl-i sünnet'e de mutasavvýf deniyordu. Arap bilgini Ýbni Haldun, ünlü Mukaddime
'sinde þöyle der (s. 328):
Tasavvuf, bir þeriat bilimidir. Temeli, ashab (peygamberin yakýn dostlarý) ve ta
biin (bu yakýn dostlarýn dostlarý) ile
onlardan sonra gelenlerin hak ve hidayete uyan halleridir ki kendini Allah'a ver
mek, tapýmla uðraþmak, dünyanýn ,
her türlü iþlerinden ve süslerinden yüz çevirmek, çoðunluðun önem verdiði mal ve
mülkten el etek çekmek, halktan
ayrýlarak ve yalnýzlýða çekilerek ibadete dalmaktýr.
Bir baþka Ýslam bilgini Sühreverdi de Avarif-el-Maarif adlý yapýtýnda mutasavv
ýflarýn ehl-i sünnetten olduklarýný,
tapýmý þeriata uygun olarak yaptýklarýný, dinin kural ve temellerini araþtýrmakt
a derinleþerek dinin gerçek amacýna
doðru yürüdüklerini ve böylelikle tam ve gerçek bir inana kavuþtuklarýný yazmakt
adýr. Ýslamsal bilgilerde çok yetkili
0bir kiþi olan ve mutasavvýflara karþý olduðunu hemen her yapýtýnda açýkça söyle
yen Abdülbaki Gölpýnarlý bile bir
yapýtýnda: Hiç þüphe yok ki Sufiler içinde þeriata harfi harfine riayet edenler
vardýr demektedir (bkz. A.
Gölpýnarlý, Tasavvuf, 1969, s. 97). Zamanla tasavvufa katýlmýþ bulunan panteist
felsefeyle Batýnilik, bu akýma, iki
temel özelliði olan varlýk birliði anlayýþýyla yoruma dayanan içrekçiliði getirm
iþlerdir. Bu katýþma sonunda tasavvuf
þu aþamalara ulaþmýþtýr: Ýlmelyakin aþamasýnda dini olduðu gibi, eþdeyiþle herke
s gibi görür, uygular. Aynelyakin
aþamasýnda görünenden görünmeyene, dinin derinliklerine inmeye çalýþýr. Hakkalya
kin aþamasýnda dinin gerçek
amacýna varýr ve tam bir inan içinde ölüp tanrýda ölümsüzleþir. Bu son aþamayý C
üneyd-i Baðdadi þöyle
tanýmlamaktadýr: Tasavvuf, tanrýnýn seni sende öldürüp kendisiyle yaþatmasýdýr.
Tasavvuf sözcüðünün hangi
kökten türediði de tartýþmalýdýr. Genel olarak bilgi anlamýna gelen Yunanca soph
ia sözcüðünden türediði
ilerisürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanýldýðý kesin olarak bilinmemekle bera
ber, Yunan felsefesiyle iliþki kuran
ilk Ýslam düþünürlerinden çok önce kullanýldýðý sanýlmaktadýr. Biruni'nin Tahkik
-i malil-Hind adlý yapýtýnda
ilerisürdüðü (s. 16) bu sav, doðru olmasa gerektir. Yoksulluðu yeðlemeleri dolay
ýsýyla Arapça yünlü dokuma
anlamýna gelen soy giymeleri yüzünden bu adý almýþ olmalarý olanaklýdýr.
Din kurumu, bütün biçimlerinde, usla çeliþiktir. Dinin inanmayý þart koþtuðu d
ogmalar çoðunlukla gerçekdýþý
konulardýr.' Batýnilik akýmý, gerçekte, Ýslam dininin usçu bir eleþtirisidir. Ne
var ki bu eleþtiri, tarihsel koþullar
altýnda açýða vurulamamýþ, dinsel bir görünüþ altýnda gizlenmiþtir. Dilimize Ýçr
ekçilik deyimiyle çevrilen Batýnilik,
siyasal amaçlar da gütmüþ ve bu amaçlara varma yolunda din görünüþünden olduðu k
adar tasavvuftan da geniþ çapta
yararlanmýþtýr. Ana savý þudur: Kuran'ýn iç anlamlarýna erenler için dýþ anlamla
rý gereksizdir. Örneðin, Batýni
yorumuna göre, namaz kýlmanýn amacý, tanrýya yaklaþmaktýr, tanrýya yaklaþmýþ ola
nlarýn namaz kýlmalarý gerekmez.
Batýniler böylelikle din kurumundaki usa aykýrýlýklarý yok etmiþler, ne var ki b
unlarýn yerine usçu yorumlamalarla
yeni inançlar getirmiþlerdir. Örneðin, evrenin yaratýlýþýnda beþ temel güce inan
ýrlar: 1- Sabýk (her þeyden önce var
olan, bir çeþit tanrý, ama yaratýcý deðil, bir oluþun baþlangýcý ve ilkesi, oluþ
ma onun istemiyle deðil, sadece onunla
baþlýyor), 2- Tali (her þeyden önce var olanýn ardýndan gelen, us, erkek ilke),
3- Cedd (özdeðin biçimlenme yeteneði,
bir çeþit nefs, diþi ilke), 4- Feth (oluþmanýn içinde gerçekleþeceði uzay, mekan
), 5- Hayal (oluþmanýn onunla
gerçekleþeceði zaman)... Görüldüðü gibi evren, her þeyden önce var olan'dýr, ilk
siz ve sonsuzdur, ne yaratýlmýþtýr, ne
de yok olacaktýr; sürüp gitmekte. olan bir oluþ vardýr, bu oluþ özdekseldir ve e
tkin-erkek ilkeyle edilgin-diþi ilkenin
karþýlýklý etkileriyle sürüp gitmektedir. Bu anlayýþ, tümüyle bilim öncesi bir ö
zdekçilik anlayýþýdýr. Evrenin
oluþmasý ve oluþmanýn sürüp gitmesi, doðaüstü güçlerle deðil, doðal güçlerle açý
klanmaya çalýþýlmýþtýr.. Batýniliðin
bu temel felsefesel öðretisinin üstünde zamanla dinsel inançlarý da aþan yeni bo
þ inançlar türemiþtir, örneðin önce
peygamber'in yerine konan imam'ýn giderek tanrýlýðýna inanýlmýþtýr. Batýnilerin
saf, usçu, insansal ve arý felsefesi
zamanla bilgisizlerin elinde yeni usa aykýrýlýklara dönüþmüþtür. Batýnilik'le ta
savvuf birbirine karýþtýrýlmamalýdýr;
Batýnilik, tasavvuftan yararlanmýþ ve tasavvufu etkilemiþtir, her iki düþünce ak
ýmýnda birbirine geçmiþ ortak yanlar
vardýr, ama birbirinden ayrý yanlar da vardýr.
Batýniler genellikle Alevidirler. Alevilik (Fr. Alevisme) ilkin Ali sevmek an
lamýnda ve bir siyasal parti olarak
belirmiþtir. Peygamber Muhammed, Ali'yi sever ve tutarmýþ, ölümünden sonra da ke
ndi yerine geçirmek istermiþ.
Peygamber, Ýslam'ýn bütün þerefli iþlerinde özellikle Ali'yi görevlendirirmiþ. P
eygamberin ölümünden sonra Ali'yi
Halife yapmak isteyenler Þia adý altýnda partileþmiþler, Ali'ye karþý olanlar da
Havaric adý altýnda toplanmýþlardýr.
Ýslamlýðýn ilk yýllarýnda, özellikle Ebu Bekir ve Ömerin Halifelikleri sýrasýnda
, sadece siyasal çekiþmelerle
sürüpgiden Alicilik; sonralarý Ýran'dan gelen toplumcu akýmlarla Ýslamlýðýn boþl
uklarýndan doðan gizemci
düþüncelere en uygun bir barýnak olmuþ ve düþünsel bir öðreti biçimine dönüþmüþt
ür. Ne var ki bu öðreti de iç
çeliþmelerle çeþitli anlayýþlara bölünmüþtür. Bu anlayýþlarýn içinde Ali'yi tanr
ýlaþtýranlar bile türemiþtir. Alevilik;
Orta Asya'da, Hindistan'da, Yemen'de, Ýran'da, Suriye'de ve Anadolu'da pek güçlü
bir varlýkla yayýlmýþ,
günümüze kadar sürüp gelmiþtir. Anadolu'da kýzýlbaþlýk, tahtacýlýk adlarý Alevil
ik'le eþanlamlýdýr. Ýran'da da
Alevilere göranlar denir. Aleviler kendilerini söfi (gizemci) adýyla adlandýrýrl
ar. Þiilere göre Ali, Tanrý'nýn dostu
anlamýnda veli (Ar. Vali Allah)'dir. Buysa onu sadece bir nebi (peygamber) olan
Muhammed'e üstün kýlar. Ali'nin
tanrýlýðý, Abd Allah b. Saba'nýn kendisine, Tanrý'nýn niteliklerinden biri olan
Ali niteliðini kastederek Sen osun
demesiyle filizlenmiþtir. Ýmamlýðý da, Peygamberin: Ben kimin efendisiysem Ali d
e onun efendisidir sözüne
dayanýr, Gizemcilik, Ali'nin þu sözlerinden güçlenmiþtir: Ben her akþam Peygambe
rin evine giderdim. Peygamber
birçok ayetleri bana yazdýrýr, gizli anlamlarýný açýklardý. Þia partisine baðlý
olanlara göre Ali'yi sevmeyenler
Müslüman deðildirler. Bu partiden, önce Galiye kolu türemiþtir. Bu kolun adýna k
urucusu Abd Allah b. Saba'dan
ötürü Sebeiye de denilmektedir. Galiye tarikatýna baðlý olanlara göre Ali, Tanrý
'dýr ve bulutlar üstünde oturmaktadýr.
Bir gün yeryüzüne inerek dünyayý düzeltecektir. Gök gürlemesi Ali'nin sesi, yýld
ýrým Ali'nin kamçýsýdýr. Haram
denilen þeylerin, gizli anlamlarýnda, hepsi helal'dir. Þia partisinden türeyen i
kinci kol Ýmamiye adýný taþýr. Bunlara
özel olarak Rafýzi de denilmektedir. Bu terim, Arapçada terk etmek anlamýndaki r
afaza sözcüðünden türetilmiþtir.
Rafýzilik, genel olarak bütün Þiileri adlandýrýr ve Ebu Bekirle Ömer'in imamlýkl
arýný yadsýmayan baþkanlarýný terk
edenler anlamýndadýr. Þiiliðin üçüncü büyük kolu, Ali'nin torunu ve Ýmam Zeynela
bidin'in oðlu Zeyd'in kurduðu
Zeydiye tarikatýdýr. Bu anlayýþa göre Ýmamlýk, Fatma'nýn soyuna özgüdür. Fatma'n
ýn soyundan gelen Fatýmiler
X'ncu yüzyýlda güçlü bir imparatorluk kurmayý baþarmýþlardýr.
Ali yandaþlýðý'na þia denir. Terim, halife Osman'ýn öldürülmesinden sonra iler
isürülmüþtür ve Peygamber
Muhammed'in amcasýnýn oðlu ve damadý Ali'ye düþman olan Haricilik karþýtý olarak
siyasal bir parti niteliðindeki
Þiilik'i adlandýrmýþtýr. Ýlkin, Ali'ye karþý Osman'ýn soyunu (Emeviler) tutanlar
a Þia-i Osman ve Ali'yi tutanlara Þia-i
Ali denmiþ; daha sonra sadece Ali yandaþlýðýný dilegetirmiþtir. Ýslam tarihleri
þiiliðin geliþmesini genellikle üç
aþamada incelerler. Bunlardan birincisinde Þia-i Ula, ikincisine Usul-ü Þia ve ü
çüncüsüne Ali'nin ölümünden
sonraki Þia denir. Þia-i Ula, Halifelik konusunda Ömer'den sonra Ali'nin Osman'a
yeðlenmesini dileyenlerin
oluþturduklarý siyasal akýmý dilegetirir. Hemen bütün ashab ve tabiin bu görüþte
ydi. Bunlar bizzat Ali'nin
Müslümanlarýn en hayýrlýsý önce Ebu Bekir, sonra Ömer'dir sözüne uyarak Ebu Beki
r'le Ömer'in halifeliklerini
onaylamýþlar, ne var ki ondan sonra Osman'ýn deðil Ali'nin halife olmasý gerekti
ðini ilerisürmüþlerdir. Bu sav, ilkin
bir ehl-i sünnet savýydý. Ama zamanla Ali'yi tanrýlaþtýracak kadar aþýrý bir Ali
'cilik güdülmeye baþladýðýndan
Kur'an ve hadislerin açýk anlamlarýna baðlý kalanlar elil-i sünnet adýný alarak
þia adýný býrakmýþlardýr. Dr. R. Dozy,
Ýslam Tarihi adlý deðerli ve ünlü yapýtýnda þöyle demektedir: Baþlangýçta Harici
ler de Ali'nin taraftarý idiler.
Þiiler de böyle olmakla beraber iki partinin düþünceleri çok çeliþikti.
Politikada Haricilerin düþünceleri kendilerini demokratlýða götürdüðü halde Þi
ilerin bencil düþünceleri
mutlakiyetçi bir yönetime ve ezici bir istibdada götürüyordu. Her ne kadar bu ik
i parti çoðunlukla kiþisel bir amaca
ulaþmak için çabalayan baþkanlarýnýn yönetimi altýnda bulunuyorlarsa da Þiiler g
ene yüreklerinin derinliðinde bir
Ýran mezhebi taþýyorlardý. Özgürlüðü seven Arap ýrkýyla tutsaklýða alýþmýþ Ýran
ýrký arasýndaki ayrým, iþte burada
ortaya çýkýyordu. Peygamber'e bir halife (halef) seçmek, Ýranlýlar için alýþýlma
mýþ ve anlaþýlmaz bir þeydi. Onlar,
devlet baþkanlýðý için ancak soydan geçme (veraset) kuralýný tanýyorlardý. Madem
ki Peygamber erkek çocuk
býrakmadan ölmüþtü, damadý Ali onun doðal mirasçýsýydý. Bundan ötürü Ali'den önc
e halife olan Ebu Bekir, Ömer
ve Osman; Ali'nin hakkýný elinden almýþ olan birer zorbaydýlar. Ayrýca hükümet v
e Araplarla onlarýn zenginilklerine
karþý duyduklarý kin de bu düþüncelerini güçlendiriyordu. Bir de hükümdarlarýný
tanrý soyu olarak görmeye alýþmýþ
olduklarý için bu puta tapma geleneðini Ali'nin ve onun soyundan gelenlerin üstü
ne aktardýlar (Dr. R. Dozy, Tarih-i
Ýslamiyet, Abdullah Cevdet çevirisi, Mýsýr 1908, c. I, s. 281 vd.). Dozy'nin bu
doðru savýna þu da eklenebilir: Yeni-
platonculuktan türeyen vahdet-i vücut (Varlýk birliði) felsefesi, deðil Ali'nin,
Yezidilikte olduðu gibi þeytan'ýn bile
tanrý sayýlmasýna yeterdi.
Tarikat deyimi, yol anlamýna gelen Arapça tarik sözcüðünden türetilmiþtir: Tas
avvuf terminolojisinde tanrýya
kavuþma yolu olarak tanýmlanýr. Ýslam dini açýsýndan tanrýlýk bilgiyi elde etmen
in tek yol'u Kuran ve hadis'lerdir,
eþ deyiþle Tarikat-ý Muhammediyye (Peygamber Muhammed'in yolu)'dir, baþkaca hiçb
ir yorum gerekmez. Ne var
ki tasavvufçular bu düþünceye katýlmazlar, onlara göre dinin açýk (Ar. zahir) an
lamlarý bilgisizler içindir (ki bu
bilgisizler o çaðýn Arap dünyasýnda yüzde doksan dokuzdur) ve bilgili ya da bilg
iye yetenekli kiþiler için gizli (Ar.
zatýn) anlamlarý vardýr ki ancak büyük çapta bilgililerin yorumlarýyla açýða çýk
arýlabilir. Yorum kapýlarý bu
gerekçeyle açýlýnca, çeþitli bilgilere göre çeþitli yorumlarýn meydana gelmesi v
e bu yüzden çeþitli tarikat'larýn
oluþmasý doðaldýr: Þeriat'dan hakikat'a marifet'le geçilmektedir. Çeþitli ustala
r çeþitli marifet'ler
gösterdiklerinden tutulacak yol'lar da doðal olarak çoðalmýþtýr. Dinler, insan m
utluluðunu saðlamak amacýyla,
anlaþmazlýklarý giderecek; kötülükleri önleyecek, ölüm korkusunu yenecek sözler
getirdiler. Bu sözlerin açýk
anlamlarý vardý. Ama insan aklý geliþtikçe, bu açýk anlamlar, mutluluðu saðlamay
a yetmediler. Bu sözlerin açýk
anlamlarýnýn ardýnda, gizlenmiþ anlamlarý yok muydu?.. Var olan, geliþen insan a
klýydý. Açýk anlamlarýn yetmezliði
vardý. Kalýplarý parçalama tutkusu vardý. Özgür düþünceye susayýþ vardý. Mutlulu
ðu elde etme çabasý vardý. Bu
güzelim dünyada gereði gibi yaþamak bilinci vardý.
Yeni anlamlar yaratýlmasý gerekiyordu. Açýk (zahiri) anlamlardan gizli (batýni
) anlamlar var edildi. Zahirilik
yetmeyince, Batýniliðe gidilecekti elbet. Kestane, dalýnda duruyordu. Meyveyi el
de edebilmek için meyveyi
gizleyen zarý soymak gerekirdi. Amaç, kestaneyi yiyebilmekti. Kestane bu güzelim
dünyada, dalýnda býrakýlamazdý.
Oysa, yeþil kabuðu parçalamak sanýldýðý kadar kolay bir iþ deðildi. Yeþil kabuðu
parçalamaya kalkýþanlarý
asýyorlar, derilerini yüzüyorlar, öldürüyorlardý. Gizliliði araþtýranlar, gizlen
meliydiler. Mansur gibi asýlmak, Nesimi
gibi derisi yüzülmek düpedüz budalalýktý. Anlaþýlýr'a varabilmek için anlaþýlmaz
olmaktan baþka çýkar bir yol
yoktu. Açýk seçiðin yerini, bu açýk seçikliði gizlemek amacýyla semboller aldý.
Ýslam düþüncesinde mezhepler bu zorunluktan doðdular. Ortodoks Müslümanlýðýn k
arþýsýna, Martin Lutherden
sekiz yüzyýl önce, Protestan Müslümanlýk çýkýyordu. Yunanca'da akýl anlamýna gel
en logos, Araplaþarak kelam
olmuþtu, Yunancada bilgi anlamýna gelen sophos da tasavvuf. Felsefe, Ýslam statü
süne Ebu Hanife'yle (699-767)
girdi. Türk soyundan gelen bu Ýslam imamý, logos'u da, sophos'u da gereði gibi k
ullanýyordu. Ýslamlýk, birinci
yüzyýlýný henüz bitirmiþti. Ebu Hanife, akla uygun olmayan hiçbir kuralýn uygula
namayacaðýný söylüyordu.
Tutulacak yolu nakil deðil, akýl gösterecekti. Þu din büyüðü böyle dedi; bu din
büyüðü böyle yaptý diye akla uygun
olmayan kurallara boyun eðmek gerekmezdi. Akla uygunluðu da, tartýþmalar sonucun
da, çoðunluðun oyu
belirtecekti.
Akýlcýlýk yolu, Cebriye'yi, Kaderiye'yi, Mutezile'yi doðurdu. Soru þuydu: Yapt
ýklarýmý ben mi yapýyorum, Tanrý
mý yaptýrýyor?.. Cebriye' ye göre, yaptýklarýmýzý biz yapýyorduk, Kaderiye'ye gö
re Tanrý yaptýrýyordu. Cebriyeciler
soruyorlardý: Öyleyse neden biz sorumlu olalým?.. Mutezile de Cebriye'yle birleþ
erek þöyle diyordu: Ýman
kitaptaysa akýl da insandadýr. Kader diye bir þey yoktur. Tanrý benim iþime karý
þmaz, ne ceza verir ne armaðan.
Kitap da Tanrý sözü deðil, kul sözüdür. Viii'nci yüzyýlda Vasýl bin Ata ( ? -748
) ve onu izleyenlerin meydana
getirdiði Mutezile (Fr. Motazalites) akýmý, Ýslam felsefesinde usçuluðu ve usaay
kýrý bulunan dinsel inançlara karþý
çýkmayý gerçekleþtirmiþtir. Ünlü gizemci Hasan Basri'nin öðrencisi olan Vasýl bi
n Ata, büyük suçlu (Ar. Mürtekibi
kebir) konusunda öðretmeniyle anlaþamayarak ondan ayrýlmýþ ve bundan ötürü onun
ve izleyicilerinin öðretisine
Arapça ayrýlma anlamýndaki itizal sözcüðünden türetilen ehli sünnetten ayrýlanla
r anlamýnda mutezile denmiþtir. Bu
davranýþ, Ýslam dünyasýnda, dogmatik çeliþkilere karþý insan usunun ilk þahlanýþ
ýdýr. Vasýl bin Ata'nýn baþkaldýrdýðý
sorun þuydu: Mademki ceza ölümden sonra verilecek, demek ki cezayý ruh çekecekti
r. Mademki ruh ölümsüzdür,
öyleyse nasýl yanýp kül olacak? Mutezileciliðin temel fesefesi bu çok haklý soru
dan türemiþtir. Cahiz ( ? - 868),
Muammer ibni Abbad, Ebül Hüseyin Basri, El Nusaybini, Hiþam vb. gibi düþünürler
yetiþtiren mutezile akýmý Basra
mutezilesi (Ar. Mutezilei Basriyye, Fr. Ecole dissideute de Bassora) adýyla anýl
ýr. Baþlýca sorunlarý kader, ceza,
tanrýnýn nitelikleri konularýdýr. Mutezileciler kaderi yadsýrlar, onlara göre ku
l kendi eylemlerinin yaratýcýsýdýr.
Böyle olmasaydý, tanrýca belirlenen eylemlerinden sorumlu olamazdý. Eðer kader
varsa ve insana bütün eylemlerini
tanrý yaptýrýyorsa neden kendi yaptýrdýðýný gene kendisi cezalandýrýyor? Mutezil
eciler bir bakýma, aklýn almadýðýný
aklýn aldýðýna indirgeyerek Ýslam dinini güçlendirmeye alýþmýþlardýr. Bu açýdan
Ýslam felsefesinde akýlcýlar
anlamýnda Arapça Akliyyun adýyla da anýlýrlar. Cennet, cehennem, vahiy vb. gibi
Kuran'da bulunan bütün usdýþý
tasarýmlarý da yadsýmýþlardýr. Özellikle Cahiz, bilginin ilk koþulu þüphedir, di
yecek kadar ileri gitmiþ ve
bilimseleþmiþtir. Ýslam felsefesinin ilk Kelamcýlar'ý da mutezilecilerdir. Ýslam
felsefesinde insan usunun
yadýrgamayacaðý bütün tezler mutezilecilerce ilerisürülmüþtür. Bu açýdan da mute
zileciler, Ýslam felsefesinde özgür
felsefeyi gerçekleþtiren ilk ve tek felsefe akýmýdýr. Mutezileciler, tanrýnýn ni
telikletini de yadsýrlar ve tanrýnýn zat
(öz)'ýný sýfat (nitelik)'ýndan ayýrýrlar. Onlara göre tanrýya insansal nitelikle
r yakýþtýrmak; onu öc alýcý, cezalandýrýcý,
armaðan verici saymak tanrýlýk düþünceye aykýrýdýr. Kuran da tanrý kelam (söz)ý
deðil kul kelamýdýr ve mahluk
(sonradan meydana getirilmiþ)'tur. Mucize (tansýk) diye bir þey yoktur, evrende
usdýþý hiçbir olgu gerçekleþemez.
Sünnilerce sapkýnlýk sayýlan Mutezile düþünceleri beþ ilkede toplanabilir: 1- Ýn
san, eylemini kendisi yaratýr.
Özgürdür ve kadere baðlý deðildir. Böyle olmasaydý kendi eyleminden sorumlu olma
masý gerekirdi. Tanrýca
cezalandýrýlmasý da onun kendi eylemini kendisinin yarattýðýna en büyük kanýttýr
. Yoksa tanrýlýk ceza, tanrýlýk
tüzeye (adalete) aykýrý olurdu. Bu düþünceden ötürü Mutezile'ye Ashap al- Adl (A
daletçiler) da denir. Oysa kaza ve
kader'e inanmak Ýslamlýðýn baþ koþullarýndan biridir. Mutecileciler bu düþüncele
riyle açýkça Kuran'a karþý
çýkmaktadýrlar. Kader inancýný yadsýmalarý nedeniyle onlara Kaderiyye de denmiþt
ir. 2- Tanrýnýn kendisinden
ayrý nitelikleri yoktur. Nitelik (sýfat) öz (zat)'den ayrý ve baðýmsýzdýr, bunda
n ötürüdür ki, tanrýnýn özünde ya da
özüne eklenen nitelikler kabul etmek birçok tanrýlarýn varlýðýný kabul etmek dem
ektir. Tanrý niteliklerini
yadsýdýklarýndan ve tanrýyý böylesine bir birlikte tasarladýklarýndan ötürü Mute
zile'ye Ehl-i Tevhid (Birlikçiler) de
denir. Mutezileciler bu düþünceleriyle de açýkça Kuran'a karþý çýkmaktadýrlar, ç
ünkü bizzat tanrý sözlerine göre
nitelik ve öz birbirinin aynýdýr ve tanrýnýn nitelikleri vardýr. Birbirine pek b
enzeyen her iki düþünce arasýndaki
ayrýlýk þuradadýr: Sünnet ehline göre tanrý bilgindir ve bilgisi vardýr.
Mutezile'ye göre tanrý bilgindir ama, bilgisi olduðundan ötürü deðil. Bunun gi
bi, tanrý her þeyi görür ama, görme
niteliði olduðundan deðil. Tanrý demek, her þey demektir. Ona ayrýca nitelikler
yüklemek gerekmez. Görüldüðü gibi
her iki, düþünce de birlik (tevhid)'çidir. Mutezileciler bu savlarýyla Ýslamýn t
evhid anlayýþýna karþý çýkmaktadýrlar,
tevhid'in kendi anlayýþlarýnda olduðu gibi anlaþýlmasýný ilerisürmektedirler. Eh
li sünnet de tevhidcidir, çünkü
tanrýnýn özüyle nitelikleri birbirinden ayrýlamaz der, bütün nitelikler tanrýnýn
zatýnda birliðe ulaþýr. Ne var ki
sünniler niteliklerin varlýðýný kabul eder, Mutezile yadsýr. 3- Mutezile'nin üçü
ncü ana ilkesi ayrýlýk (Ýtizal)'a neden
olan büyük günah sorunu üstündedir. Eþdeyiþle Mutezileciler bu sorun üstündeki a
yrýlýklarýndan ötürü Mutezile
adýný almýþlardýr. Mutezile'ye göre inanlý (Mü'min)'yla inansýz (Kafir) arasýnda
bir rütbe daha vardýr ki o da
kabahatli (Fasýk)'dir. Büyük günah iþleyenler ne kafir, ne de mümindirler, ancak
fasýktýrlar. Ölmeden önce tövbe
ederlerse mü'min olurlar, etmezlerse kafir olurlar. Mutezileciler, sünni anlayýþ
ýna aykýrý olan bu duruma orta
derece (Ar. Menzile beyn al-menzileteyn) derler. 4- Mutezile'nin tia'd val-vaid
adýný verdiði dördüncü ilke,
birinci ve üçüncü ilkeleriyle ilgilidir. Bu ilkeye göre kötülerin cezalandýrýlma
sý ve iyilerin armaðanlandýrýlmasý
tanrý için zorunlu (vacip)'dur. Baðýþlama (þefaat) ancak tanrýnýn haklarýyla ilg
ili (Hak-ullaha müteallik) tapým
alanýnda olabilir. Yoksa kullarýn kendi yarattýklarý eylemlerinden ötürü tanrýca
baðýþlanmalarý tanrýnýn adaletine
aykýrý olur. Tanrýnýn yasakladýðý bir eylemi yapanýn gene tanrýca baðýþlanabilec
eðine inanmak usaaykýrýdýr. 5-
Mutezilecilerin beþinci ilkesi, iyi þeylerin yapýlmasý ve kötü þeylerin yapýlmam
asý (Ar., Emr bi'1-maruf va'n-nehy
ani'1 münker) zorunluðunu ilerisürer. Bir bakýma ehli sünnet de bu düþüncededir
ama, iyinin ve kötünün Kuran'da
açýklanmýþ olmasýný, eþdeyiþle Kuran'da yasaklanan ve izin verilen þeylerle sýný
rlý olmasýný þart koþar. Mutezileyse
bu konuda usun ölçütlüðünü kabul eder, eþdeyiþle Mutezile'ye göre, iyiyi ve kötü
yü us ayýrýr. Bu beþ ilkenin
dýþýnda Mutezileciler Ýslamlýðýn temel ilkelerine iki aykýrý görüþ daha ilerisür
müþlerdir: Tanrýnýn ötedünyada gözle
görülemeyeceði ve tanrýnýn söz (kelam), buyruk (emir) ve yasaklarýnýn (nehiy) ya
ratýlmýþ (mahluk) olduðu.
Mutezilecilik çeþitli Abbasi halifeleri ve özellikle halife Ma'mun tarafýndan ko
runmuþtur. Us'a dayanan
Mutezileciliðin karþýsýna bir zaman sonra inan'a dayanan gerici Eþ'arilik dikilm
iþse de usçuluk akýmýnýn
gizemcilikte gizlenerek sürüpgitmesine engel olunamamýþtýr.
Tasavvuf (sophos), bu düþünce akýmlarýnýn (logos) ortasýnda geliþti. Tasavvuf
zinciri þöyle sýralanmaktadýr: Ebu
Haþim (Viii'nci yüzyýl), Zünnun (dokuzuncu yüzyýl), Bayezid-i Bistami (dokuzuncu
yüzyýl), Cüneyd-i Baðdadi (dokuzuncu
yüzyýi), Hallac-ý Mansur (858-922), Ýbn-i Sina (980-1037), Ýmam Gazali (1059-111
1), Muhyiddin-i Arabi (1156-
1240)... Ve sonunda, kestaneyi yiyebilmek için kabuklarý iyice parçalayan Mevlan
a Celaleddin'le Hacý Bektaþ
(Xiii'nci yüzyýl). Ýslamlýkta tasavvuf çerçevesi içinde o kadar çok tarikat türe
miþtir ki, Peygamber Muhammed'in
tarikatýnda pek az kimse kalmýþtýr denilebilir. Bu tarikatlarýn tümü tasavvuf an
a düþüncesinde birleþirler, düþünce
ayrýlýklarý pek önemsizdir. Çoðu da tarikatý kuranýn adýný taþýr: Þeyh Ahmet Nam
ýki-i Cami'ninkilere Camiler,
Mevlanacýlara Mevleviler, Hacý Bektaþçýlara Bektaþiler denir.
Tasavvuf tarikatlarýnýn büyük çoðunluðu, özellikle þii-batýniler, varlýkbirlið
i (vahdeti vücud) anlayýþýnda
birleþirler. Bu anlayýþ, tüm varolanlarýn tanrýnýn çeþitli belirimleri olduðu, d
aha açýk bir deyiþle her varlýðýn bizzat
tanrý olduðu inancýný dilegetirir. Ýslam gizemciliðinde vahdet-i þühut ve vahdet
-i kusut'tan sonra eriþilen üçüncü ve
son aþamadýr: Bu en yetkin aþamada bütün varlýklar, görünüþteki ayrýlýklarýndan
sýyrýlarak tek varlýk içinde birleþir
ve kaynaþýrlar. Önce bütün varlýklarý ayrý ayrý gören (vahdet-i þühut) gizemci,
sonra kendi iradesini tanrýlýk iradeyle
birleþtirmiþ (vahdet-i kusut) ve daha sonra kendi varlýðýný tek varlýða katarak
vahdet-i vücut aþamasýna ulaþmýþtýr.
Bu yetkin aþama, kendinden önceki bütün aþamalarý kapsar. Bu aþamada gizemci, ar
týk kendisinin tek varlýðýn insan
biçimindeki belirtisi olduðunu bilmektedir. Örneðin Muhiddin Arabi, Feridüddin A
ttar, Mevlana Celaleddin gibi
son büyük gizemciler bu aþamaya ulaþmýþlardýr. Ýslam Temciliðinin bu aþamasý, Ba
tý'nýn kamutanrýcýlýðýna
(panteizm) benzer. Dinsel alanda inanca dönüþen bu spekülatif varsayýma göre her
þey, tek þeydir. Ayrýlýklar
görünüþtedir, öz birdir. Ýslamsal vahdet-i vücut anlayýþý bu özü tanrýya baðlar.
Bir çeþit Hegelci tasarýmla tanrýnýn
doðalaþtýðýný ve sayýsýzca çeþitlendiðini, çeþitli varlýklar halinde meydana çýk
týðýný ilerisürer. Ýslamsal varsayýmda
olduðu gibi bu bir yaratma deðil, bir belirme (tezahür etme, zahir olma, görünme
)'dir. Tanrý ot olarak görünür,
böcek olarak görünür. Her þey tanrýdýr. Demek ki yaratan ve yaratýlan (Halik ve
mahluk) yoktur., sadece tanrýsal
bir varlaþma vardýr.
Tasavvuf düþünürlerinden Hallac-ý Mansur, bu düþüncenin açýk seçiðini þu sözle
ortaya attý: Ben Tanrýyým
(Enelhak)... Hemen yakalayýp döve döve öldürdüler. Mansurun sonu, kendinden sonr
a gelen tasavvuf düþünürlerine
ders oldu. Mansurun açýk seçik sözü çok söylendi ama, öylesine anlaþýlmaz biçiml
erde söylendi ki, söyleyenler,
öldürülmek þöyle dursun, sözlerini kimsecikler anlamadýðýndan ötürü, tümen tümen
hayranlýk kazandýlar. Birtakým
harflere, iþaretlere, sayýlara anlamlar verildi. Açýk seçik düþünce sýr oldu. Ta
rikata girenlere güvenilmiyor, sýrrý
öðrenebilmeleri uzun denemelere baðlanýyordu. Mansurun iki kelimeyle söyleyiverd
iði o yalýn sözü öðrenebilmek
için uzun yýllar geçirilmesi gerekiyordu. Bu korku, tarikatlarda birtakým derece
ler, menasik adý verilen formaliteler
doðurdu. Önce çýrak, sonra kalfa, sonra usta olunuyor, ustalýktan sonra da yavaþ
yavaþ yükselenlere gerçek adý
verilen sýr, azar azar sunuluyordu. Sýrrý öðrenebilme derecesine gelen, kellesin
i vermeden sýrrý açýklayamayacak
kadar tarikata baðlanmýþ oluyordu. Elde edebilmek için geçirilen uzun ve yorucu
çaba sýrrý kutsallaþtýrýyordu. On
dakikada öðrenebileceklerini on yýlda öðrenenler bilgilerini önemsemek zorundayd
ýlar. Dýþarýda kalanlar da, hiçbir
þey anlamadan þaþkýn þaþkýn bakýp durduklarý harfleri, sayýlarý, iþaretleri büsb
ütün kutsallaþtýrdýlar. Üç, beþ, yedi,
kýrk derken, iþler büsbütün karýþtý. Güzelim insan düþüncesi putlaþmaya baþladý.
Pythagoras'tan gelen sayý mistikliði, Ýslam düþüncesinde Esterabatlý Fazlullah
'ýn eliyle Hurufilik oldu. Her harf bir
sayýyý karþýlýyor, her sayý bir sözü anlatýyordu. Açýkça söylenemeyen söz, sayýl
arla harflerin ardýna gizlenmiþti.
ondördüncü yüzyýlda yaþamýþ olan Fazlullah; sayýlar, harfler, iþaretler komedyas
ý arkasýnda açýk seçik olarak þunu
söylemektedir: Biz, evrenin tanrýsý olarak ancak insaný bulduk (Ma Hüday-ý alem
adem yaftim).
XX'nci yüzyýlýn ikinci yarýsýnda bile kolaylýkla söylenemeyen bu sözü XiV'ncü yü
zyýlda söyleyebilmek için
harflerin, sayýlarýn ardýna gizlenmek gerekirdi elbet.
Mevlana Celaleddin (1207-1273), bir þiirinde þöyle demektedir: Bizim yolumuz,
Þu güzelim dünyada yaþamak
yoludur... Bir baþka þiirinde de þöyle diyor: Körün ayaðýna bir engel takýldý, y
aygýyý yayan iyi yaymamýþ dedi.
Yaygýyý yayan da, a kör dedi, kimseye suç yükleme; sen tutacaðýn yolu görmüyorsu
n.
Mevlana'nýn öðrencileri arasýnda Süryanos adýnda bir de Rum delikanlýsý var. Ç
etrefil lakýrdý etmesini
beceremeyen, açýk sözlü bir genç olacak ki, uluorta konuþmalarýndan ötürü yakala
yýp kadý'nýn önüne götürüyorlar.
Kadý soruyor: Sen Mevlana'ya tanrý diyormuþsun, doðru mu?.. Süryanos hep o açýk
sözlülükle: Yalan, diyor, ben
Mevlana'ya tanrý demedim, tanrýyý yaratandýr dedim. Tanrý benim, ama bunu yýllar
dýr bilmiyordum, bana tanrý
olduðumu Mevlana öðretti... Süryanos'u iyice çýldýrmýþ sanarak býrakýyorlar. O d
a gelip olupbitenleri Mevlana'ya
anlatýyor. Mevlana: Kadý'ya deseydin ki, diyor, yazýklar olsun sana, eðer sen de
tanrý olamadýysan.
Mevlana'ya göre bilgi, insaný öbür varlýklardan üstün kýlar. Evrenin bütün var
lýklarý içinde bilgiye eriþmiþ olan tek
varlýk insandýr. Her ne kadar evrendeki bütün varlýklar ayný varlýðýn belirtisiy
seler de, insan, bilgisiyle, hepsinin
üstündedir. Hacý Bektaþ'a göre de her insan, gereken bilgiye eriþmiþ deðildir. G
ereken bilgiye eriþen insana kutup
(deðirmen taþýnýn ortasýndaki demirin adý) denir. Deðirmen taþý nasýl kutbun çev
resinde dönerse, evrende öylece
kutbun çevresinde dönmektedir. Sayýsý pek çok olan bu kutuplarýn içinde de biri
vardýr ki; tam ve yetkin bir bilgiye
eriþmiþtir, ona da kutuplar kutbu (kutb-ül-aktab) denir. Kutuplar kutbunun bir y
anýnda sað imam, öbür yanýnda sol
imam oturur (imaman). Bu büyük yöneticiler üçler adýný taþýrlar. Bunlardan sonra
evrenin dört yanýný yöneten dört
direk gelir (evtad-ý erbaa). Dört direkten sonra gelen rütbe aptallar (abdaller
ya da büdela; aptal ve budala
sözcüklerinin nereden geldiði de böylelikle anlaþýlmýþ oluyor) rütbesidir. Üçler
den sonra direklerle aptallar, beþler
adýný alýrlar. Bunlarýn altýnda da yediler, kýrklar ve üç yüzler (rükeba, nüceba
, nükeba) vardýr. Üç yüzler, bir çeþit
genel kuruldur. Evren, bu organlarla yönetilir (saltanat-ý ilahiye).
Mevlana Konya'da, Hacý Bektaþ Kayseri'de tasavvufu sürdüredursunlar, ayný yüzy
ýlda yaþayan bir de alçakgönüllü
Yunus Emre var. O da, kendi köþeciðinden güzelim Türkçeyle þöyle mýrýldanmaktadý
r:
Derviþlik dedikleri hýrka ile taç deðil, Gönlün derviþ eyleyen hýrkaya muhtaç de
ðil. Bütün bunlarýn altýnda yatan
gerçek nedir?
Dokuzuncu yüzyýl tasavvuf bilginlerinden Bayezid-i Bistami, yüzyýllardan beri
tartýþýlan ünlü göðe çýkma (miraç)
hikayesiyle, bu gerçeði anlatmaktadýr: On iki yýl benliðimin demircisi, beþ yýl
gönlümün aynasý oldum. Sonra, bir
yýl, bütün gücümle, gönlümle benliðimin arasýna baktým. Dýþýmda bir dinsel yadsý
ma (küfür) kemeri gördüm. On iki
yýl onu kesmek için çalýþtým. Sonra baktým, içimde de bir dinsel yadsýma kemeri
gördüm. Beþ yýl da onu kesmek
için çalýþtým. Halka baktým, onlarý ölmüþ gördüm. Ýlk anladýðým þey Tanrý birlið
iydi (vahdaniyet). Bir kuþ oldum.
Nitelik (keyfiyet) havasýnda on yýl uçtum. Bu havadan yüz milyon kez daha büyük
bir havaya ulaþtým. Öncesizlik
(ezeliyet) alanýna eriþinceye kadar uçtum. Öncesizlik alanýnda Ahadiyet aðacýný
gördüm. Gördüm ve anladým ki,
bütün bunlar hud'aymiþ (hud'a, hiyle demektir). Yorumcular, Bistami'nin son sözü
nü þöyle yorumluyorlar:
Gördüðüm her þeyin Tanrý deðil, ben olduðumu anladým.
Xiii'ncü yüzyýl tasavvuf bilginlerinden Feridüddin Attar, Mantýk-ut-Tayr adlý
hikayesinde bu gerçeði açýkça
anlatmaktadýr: Kuþlar, kendilerine, bir kral seçmek isterler. Kuþlar krallýðýna
Kafdaðý'nýn ardýnda oturan Simurg'u
(anka kuþu) uygun bulurlar. Hep birden, Simurg'a gidip önünde yere kapanmak için
, yola koyulurlar. Kafdaðý'nýn
ardýna ulaþmak kolay bir iþ deðildir. Yolda, kuþlarýn yarýsý ölür. Amaçlarýna va
rabilmek için daha yedi alan
geçmeleri gerekmektedir. Bu yedi alaný geçinceye kadar bir o kadar kuþ daha ölür
. Sonunda, milyonlarca kuþtan
ancak otuz kuþ kalmýþtýr. Onlar da bitkinlikten can çekiþmektedirler. Kafdaðý'na
varýnca, bulduklarý Simurg
kendilerinden baþka bir þey deðildir (Simurg Farsça otuz kuþ demektir).
Hikayeden çýkan sonuç þudur: Tanrýyý arayan, sonunda kendisini bulur.
Xiii'ncü yüzyýlda Hasan bin Sabbah, kartallarýn bile uçamadýðý Alamut kalesind
e, Batýniye tarikatýný kurdu (bu
tarikata Melahide, Ýsmailiye, Haþhaþiye adlarý da verilmektedir). Öðrencilerini
afyonla (haþhaþ) sersemletip
istediðini yaptýrýyordu. Selçuklularýn ünlü baþbakaný Nizamülmülk böylelikle öld
ürülmüþtür. Hasan bin Sabbah'a
göre, dinin bir içi, bir de dýþý vardýr. Gerekli olan, bademin kabuðu deðil içid
ir. Kuran'ýn dýþ anlamý deðersizdir, iç
anlamsa kitaba bakarak anlaþýlamaz. Bunu bildirmek için temiz yürekli (masum) bi
r imamýn varlýðý yeter. Temiz
yürekli imamýn buyruklarý kesin olarak yerine getirilmelidir.
Kutsal kitaplarýn dýþ anlamlarýný (zahir ilmi) peygamberler, iç anlamlarýný (b
atýn ilmi) da imamlar bildirirler. Tenzil
adý verilen dýþ anlamlar kafalarý olgunlaþmamýþ insan sürülerini yönetmek içindi
r, gerçek tevil adý verilen iç
anlamlardadýr. Örneðin, dýþ anlamda evli erkek ve kadýnlarýn birbirleriyle cinse
l iliþki kurmalarýný bildiren zina, iç
anlamda tarikat sýrlarýný açýklamak demektir. Dýþ anlamda ölüler dünyasý olarak
anlaþýlan ahret, iç anlamda evrenin
dönerek kesintisiz insan oluþunu anlatýr. Müstecip ve mezun derecelerini atlayan
lar dai derecesine yükselince dýþ
anlamlardan kurtulurlar. Tasavvufun ünlü ilkesi þudur: Misk derler, bu laftýr, m
iskin anlamý kokusundadýr.
Bugün Hindistan, Afganistan, Ýran, Türkistan, Arabistan, Yemen, Suriye, Irak ve
Anadolu'da yaþamakta olan
Batýniliðin en büyük imamý (sahib-i azam) Kerim dördüncü Aða Han'dýr. Kerim Han'
ýn, Peygamberin kýzý Fatma'yla
Ali'nin soyundan gelme torunu olduðuna inanýlýr. Kendisine baðlý olanlar her yýl
onu altýn ve elmasla tartarlar. Her
yýl, aðýrlýðýnýn paraca tutarý kendisine verilir. Babasý Ahmet Aða Han, Kerim Að
a Han'dan daha aðýr olduðu için
1946 yýlý tartýsýnda 3.600.000 Ýngiliz lirasý almýþtý. Viii'nci yüzyýlýn sonlarý
na doðru imam olan Cafer-üs-Sadýk'ýn
(Fatýma'yla Ali soyundan 6. imam) oðlu Ýsmail'e baðlanmak amacýyla Ýsmaililer ad
ýyla anýlan günümüz Batýnileri,
öðretilerini þu dört ilkede açýklamaktadýrlar:
1- Ýmamlýk, Ýsmail'in çocuklarýna özgüdür.
2- Ýmamýn her yaptýðý gerçektir.
3- Ýmamýn her sözü Kuran'dýr.
4- Ýmam, yeryüzünde Tanrý'nýn ruhunu taþýyan kutsal bir varlýktýr. ondördüncü
yüzyýl tasavvuf bilgini Þeyh Bedreddin,
Varidat adlý ünlü yapýtýnda, bu gerçeði, þöyle özetliyor: Tapýnma (ibadet), içim
izin arýnmasý içindir. Gerçek
tasavvufçu, herkesin anlayamadýðý þeyleri bildiði halde, bunlarý halka söylemez.
Bildiklerini açýða vurursa onu
öldürürler. Buna, ikiyüzlülük diyebilirsiniz. Ama dýþla için bir ayrýlýðý olmalý
dýr. Her inanýþ, kendi alanýnda
deðerlendirilmelidir. Gerçek, halka daha iþin baþýnda ve açýkça söylenirse ya yo
llarýný sapýtýrlar, ya da o gerçeði
söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek ayrý ayrý gözetilerek, ortalama bir yolla, h
alký gerçeðe yavaþ yavaþ alýþtýrmak
gerektir. Bu alýþtýrmayý saðlamak için tasavvuf tarikatlarýnda dokuz derece vard
ýr:
1- Ýlk derece, inceleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna tafarrus deniyor).
Dýþarýda bulunanlardan içlerine
alacaklarý kiþiyi uzun uzun incelerler. Kendini beðenmiþlerle inatçýlarý bir yan
a ayýrýrlar, onlarla uðraþmazlar.
Tasavvuf dilinde þöyle sözler vardýr: Ýçinde ýþýk olan evde konuþmayýnýz, çorak
tarlaya tohum saçmayýnýz... Bu
sözlerin açýk anlamý þudur: Felsefemizi anlayamayacak kadar budalalarý, kendini
beðenmiþ ahmaklarý, inatçý
aptallarý içimize almaya çalýþýp bizi boþ yere uðraþtýrmayýnýz... Ýnceleme süres
i, ortalama bir yýl sürer. Ýnceleme
çalýþmasý çok ilgi çekicidir: Her düþünceyi destekleyip o düþünceden yana görüne
rek inceledikleri kiþiyi gereði gibi
konuþtururlar. Kuþkucularýn kuþkularýný büsbütün artýrýrlar.
2- Ýkinci derece, alýþtýrma derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'nis deniyor)
. Bu derecede, tutumu iyice öðrenilmiþ
kiþinin dostluðu kazanýlmaya çalýþýlýr. Bu dostluðu günden güne güçlendirmek içi
n her araca baþvurulur.
3- Üçüncü derece, kuþkulandýrma derecesidir (tasavvuf dilinde buna taþkik deni
yor). Akýllýca düzenlenmiþ
sorularla, içeriye almayý uygun gördükleri kiþiyi iyice denerler, kuþkusunu artý
rýrlar ya da uyandýrýrlar. Sorular
þöyledir: Cennetin kapýsý niçin sekiz tanedir de cehennemin kapýsý yedi tanedir?
.. Ýnsanýn kulaðý ikidir de niçin dili
tektir?.. Namaz neden þu zamanda kýlýnýr da bu zamanda kýlýnmaz?..
4- Dördüncü derece, bekleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna talik denir). Y
ukarýdaki sorularla meraký
uyandýrýlan kiþi, sorularýn karþýlýklarýný öðrenmek ister. Bu karþýlýklarý öðren
ebilmek için yemin etmek gerektiðini
söyleyerek bekletirler. Kiþinin kuþkusu, meraký ve tarikata girme isteði, böylel
ikle, tutku çizgisine yükselir,
dayanýlamayacak bir duruma gelir.
5- Beþinci derece, yemin ettirme derecesidir (tasavvuf dilinde buna rabt denir
). Tarikata girecek kiþiye, kendisine
verilecek sýrlarý hiç kimseye açýklamayacaðý yolunda çok aðýr yemin ettirilir. B
u yemin, bir törenle yapýlýr. Tören,
yeminin deðerini artýrmak için, bir hayli süslü ve özentilidir.
6- Altýncý derece, açýklama derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'sis denir).
Son söz söylenmez. Ancak, yavaþ yavaþ
açýk (zahir) ve gizlinin (batýn) anlatýlmasýna giriþilir. Açýðýn boþluðu karþýsý
nda gizlinin yüceliði, gücü belirtilir.
Gizlinin ancak, kendisi gibi yüksek anlayýþlý kimselerce anlaþýlabileceði, böyle
sine yüksek anlayýþlý kiþilere
söylenebileceði sezdirilir.
7- Sekizinci derece, çýkarma derecesidir (tasavvuf dilinde buna hal denir). Gi
zliyi öðrendikten sonra açýðýn hiçbir
deðeri kalmadýðý anlatýlýr. Böylece, birçok dinsel yükümler kaldýrýlýr. Tapma bi
çimleri, akla ve gönül basamaklarýna
yönelir.
8- Dokuzuncu ve sonuncu derece, sýyrýlma derecesidir (tasavvuf dilinde buna in
silab denir). Bu dereceye yükselen
kiþi, artýk dinsel yasalarýn, yasaklarýn, törelerin, törenlerin tümünden kurtulu
r. Kendisiyle baþ baþa kalýr.
Tarikata giriþ, birçok tarikatlarda özel bir töreni gerektirir. Örneðin Bektaþil
ikte bu tören þöyle yapýlmaktadýr:
Tarikata girecek kimseye harici denir. Rehber adý verilen yol gösterici, kendisi
ni mahfil'in kapýsýna getirmiþtir.
Kapýnýn dýþýnda harici muhafýz adý verilen bir dýþ bekçi, kapýnýn içinde de dahi
li muhafýz adý verilen bir iç bekçi
vardýr. Haricinin üstünden dünyayý andýracak bütün mallar alýnmýþtýr. Baþý açýk,
gözleri baðlýdýr. Rehberin de sol eli
omuzuna doðru göðsündedir. Haricinin boynuna týyg-ý bend denilen bir ip baðlanmý
þ ve bu ipe elin, belin, dilin
kilitlendiðini göstermek için üç düðüm atýlmýþtýr. Rehber, dünyanýn bütün kirler
inden temizlenmesi için hariciye
aptes aldýrýr. Ellerini yýkatýrken, bu eller bundan sonra kimseyi incitmesin, að
zýný yýkatýrken, bu aðýz bundan
sonra hiçbir yalan söylemesin, ayaklarýný yýkatýrken, bu ayaklar bundan sonra do
ðru yoldan þaþmasýn, bir havlu
verip yüzünü kurulatýrken de, bu ana kadar iþlediðin bütün çirkab-ý ma-sivadan y
üzünü sil der.
Rehber, kapýda, þu terceman'ý okuyarak haricinin içeri girmesi için izin ister
: Bismiþah, Allah Allah, eli erde, yüzü
yerde, özü darda, erenlerin dar-ý mansurunda, Muhammed Ali divanýnda, Pir huzuru
nda; boynu baðlý, baþý açýk,
caný kurban, teni terceman, müteehhil ikrarý vermek isteyen falanca adlý bir koç
kuzulu kurbanýmýz var.
Erenlerimizin pendü nasihatýyla hareket etmek ister. Hanedan-ý ehl-i beyte tevel
ld ve teberra kýlmak þartýyla
pirimiz hünkarýmýz Hacý Bektaþ Veli efendimizin katarýna katýlmak ister. Getirel
im mi, emir mürþidimizin, ne
buyrulur, þahým erenler?
Bektaþi babasý, mahfildeki kardeþlerin oylarýný alýr ve haricinin içeri girmes
ine izin verir. Harici, içeriye, üçer
adýmda bir durup peymançe' ye geçerek girer. Peymançe, henüz doðmamýþ çocuðun an
a karnýndaki duruþunu
andýran bir duruþtur. Mahfilde üç, beþ, yedi ve on iki olmak üzere kümelenmiþ mu
mlar yanmaktadýr. Rehber,
hariciyi, mürþit adý verilen aydýnlatýcýya teslim eder. Mürþit, hariciye þöyle s
eslenir: Ey talip, Hacý Bektaþ
efendimizin yoluna girmek istiyorsun. Bu yol çetindir, kýldan ince kýlýçtan kesk
indir, melamet yoludur, demirden
yaydýr. Erenler, gelme gelme, dönme dönme, gelenin malý, dönenin caný buyurmuþla
r. Erenlerin nasihatlarýyla
hareket edecek kuvveti ve azmi kendinde buluyor musun, ne dersin?.. Talip, mürþi
din bu sorusuna: 'Allah eyvallah,
diye karþýlýk verir. Mürþit, bu karþýlýðý alýnca þu sözleri söyler: Nefsinle müc
adele et, herkese iyilikte bulun, batýla
uyma, kudretin varken affet, devletin varken mütevazý ol, kimseden mürüvvet ve i
nsaf bekleme, eline, beline; diline
sahip ol, hakikat sýrlarýný faþ etme: Mürþit, bu sözleri söyledikten sonra talib
in baþýna bir taç giydirir, kulaðýna da
þu sözleri fýsýldar: Þeriatta üstün varol, tarikattan haberdar ol, marifette pay
idar ol, hakikatte sabit kadem ol.
Bu sözlerin anlamý þudur: Harici þeriattan gelmektedir, tarikata girmiþtir, mari
fet baþka bir deyiþle, açýk anlamlarýn
altýndaki gizli anlamlar öðrenecek, gerçeðe ulaþacaktýr.
Bundan sonra rehber, talibi mürþidin önünden alýp öteki makamlarýn önüne götür
ür. O makamlar da talibe gerekli
bilgiyi verirler. Rehber, cümleden cümleye selam ve niyaz!.. diye baðýrarak tali
bi yerine oturtur. Mürþit sol eline bir
kap su, sað eline de bir tutam tuz alýr: Halil Ýbrahim peygamber, Tanrý'ya itaat
ederek nefsini Rahmana, malýný
konuklara, cesedini ateþe, oðlunu kurban olmaya teslim ettiði halde gene de hamd
etmekte kusur etmedi. Lanet
olsun ahdini bozana!.. diyerek acý tuzu tatlý suya atar ve talibe içirir. Su kab
ý elden ele dolaþarak bütün erenler birer
yudum içerler. Sonunda mürþit de bir yudum içerek, esselam ey hazýrun! diye baðý
rýr, iþbu kiþi teslim oldu ve
erenler yoluna niyet kýldý, huzurunuzda suya ve tuza ant verdi ki, yüz döndürmey
e, bu yolda ve kapýda ola.
Su, bilimi ve bilgeliði (ilim ve hikmeti) tuz da tüzeyi ve erdemi (adalet ve faz
ileti) göstermektedir. Suyun, yaratýcý
ilk unsur olduðunda Tanrý düþüncesiyle insan düþüncesi birleþmektedir. Ý.Ö. Vi'n
cý yüzyýlda filozof Thales ,ilk
yaratýcý maddenin su olduðunu söylemiþti. Ý.S. Vii'nci yüzyýlda Kuran, Enbiya su
resinde, biz her þeyi sudan yarattýk
demektedir.
Pythagoras'ýn sayý mistikliði hemen bütün tarikatlarda yer almýþtýr. Üç, beþ,
yedi, dokuz, on iki sayýlarý kutsaldýr.
Batýni adý altýnda toplanan tarikatlara göre insandan sonra üç varlýk (zaman, me
kan, kaos-ced, feth, heyula)
meydana gelmiþtir. Nuh, Ýbrahim, Musa, Ýsa, Muhammed olmak üzere beþ peygamber v
ardýr (peygamberlik,
tasavvufta, sadece bir bilgi derecesidir). Beþ peygamberi yedi imam izler, her i
mamýn on iki hucceti vardýr (huccet,
imamdan sonra gelen derecedir). Huccetten sonra dai, mezun, müstecip dereceleri
gelir. Yedi yýldýz, on iki burç,
haftanýn yedi günü, yýlýn on iki ayý, boyundaki yedi kemik, beldeki on iki fýkra
, yedi kat gök, yedi iklim, insanýn
yüzündeki yedi delik hep bu anlamlarý karþýlamaktadýr.
Tasavvuf tarikatlarýnýn, bütün gizliliklerine ve kimi yerde, Þeyh Bedreddinin
de söylediði gibi, ikiyüzlülük
sayýlabilecek sözlerine raðmen akýlcý ve bilimci maddecilikleri açýkça görülmekt
edir. Ruh sözcüðü, genellikle,
maddesel birliði daha iyi açýklayabilmek için kullandýklarý karþýt bir sözcüktür
. Keramet denilen doðaüstü
yetenekler, bilgisizleri adam etmek için kimi yerde kullanmak zorunda kaldýklarý
çocukça oyunlardan baþka bir þey
deðildir. Hemen bütün tarikatlarda hiçbir doðaüstü yeteneðe inanýlmaz. Acayip ve
garaip görmek istersek kendimize
bakarýz, derler. Ünlü Türk ozaný Yunus Emre, tasavvuf düþüncesini, þu mýsralarýy
la özetlenmektedir:
Allah'ý ararsan gönlünde ara, Mekke'de, Kudüs'te, Hac'da deðildir.
Böylesine bir gerçeklikte insanla aðaç, toprakla yýldýz birbirinden ayrýlamazk
en, Müslüman'la Hýristiyan'ý
ayýrabilecek hiçbir neden kalmamýþtýr. Ünlü tasavvuf þairlerinden Nasýr Hüsrev (
1003-1088), Divan'ýnda þöyle
demektedir: Senin Hýristiyanlardan üstünlüðün nedir? Kafandan bu kuruntularý çýk
ar. Sen, Muhammet'e inanmýþ,
ona yapýþmýþsýn. Oysa Hýristiyanlar, Ýsa'yý tutmuþtur. Onlar peygamberdirler, yo
ldaþtýrlar. Senin Hýristiyanlýða
düþmanlýðýn saçmadýr, boþunadýr.
Xi'nci yüzyýlýn sonlarýna doðru, Fatými halifesi Müstansýr Billah'ýn Fatýmiler
, Batýnilik gücüyle bir imparatorluk
kurmuþlardýr iki büyük tarikat çaðrýcýsý (dai-i azam) Mýsýrdan gizlice yola çýkm
ýþlardý. Bunlardan biri Nasýr
Hüsrev'di ve halifenin buyruðu gereðince Horasan'a gidiyordu. Öteki Hasan Sabbah
'tý ve halifenin buyruðuyla
Alamat kalesinin yolunu tutmuþtu.
Hasan Sabbah'ýn cinayetler tertipleyerek baþardýðýný, Nasýr Hüsrev felsefe ve
edebiyat yapýtlarý tertipleyerek
baþarmaya çalýþýyordu. Saadetname, baþýndan sonuna kadar bir öðütler dergisidir:
Dünyanýn mutluluðu
köylüdendir. Ekinler; baðlar, bahçeler onun emeðinden meydana gelir. Âdemoðullar
ý için bundan daha iyi iþ olur
mu? Köylü yýlanýn, karýncanýn ve ister insan ister yük hayvaný olsun herkesin rý
zkýný rahatça verir. Eðer köylü böyle
olursa ki olmasý gerektir melekleri bile yener. Bu dünyada akýllýca tohum ekenle
r, ahrette cennet bahçesinin
çiçeði olurlar (Saadetname, XXiii, 220-225). Bu dünyada bulunan üç grup insan, b
ütün öteki gruplarýn en
þereflisidir. Bunlar, Tanrý'nýn has ve seçkin kullarýdýr. Bu yücelerin ilki peyg
amberler, ikincisi ermiþler (imamlar),
üçüncüsü filozoflardýr (nebiler, veliler, hakimler). Bunlar, kuþa kurda rahatlýk
ve mutluluk baðýþlarlar. Geri kalan
insanlarsa ayak takýmýdýr (avam sýnýfýndandýr), birbirlerini yaralayýp sokmakta
yýlana ve akrebe benzerler. Tanrý'nýn
seçkin kullarý olan imamlar yücedirler ve her görmüþ olduklarý þeyin gerçeðine e
rmiþlerdir (Saadetname, XXiV,
230).
ÝNSANIN ÝNSANLA SAVAÞI. Deðil insanlarý, evrendeki bütün varlýklarý birbirleri
yle kardeþ sayan içsel düþünce
akýmý (batýn ilmi), özel mülkiyetin kaldýrýlmasý ve mal ortaklýðýnýn kurulmasý s
onucunu doðurmuþtur. Ýslam tarihi,
Þii-Batýni tarikatlarýn bu konudaki savaþlarýyla doludur. Babekilik, Karmatilik,
Anadolu'da Þeyh Bedreddin
tarikatý, Bektaþilik, Hurufilik gibi birçok tarikatlar özel mülkiyetle açýkça sa
vaþmýþlardýr. Tasavvufun ilkesi þudur:
Her þeye malik ola ve bir þeye malik olmaya... dokuzuncu yüzyýlda, iki ünlü tasa
vvuf bilgini, Ýbrahim Ethem'le Belhii
Þakik,
þöyle konuþuyorlar. Türk bilgini Þakik soruyor: Sizin yaþama ilkeniz nedir?.. Ýb
rahim Ethem, bulunca Þükrederiz,
bulmayýnca sabrederiz, diyor. Þakik, onu bizim Horasan'ýn köpekleri de yapar, di
ye karþýlýk veriyor, bulmayýnca
þükretmeli, bulunca daðýtmalý.
Dokuzuncu yüzyýlýn ikinci yarýsýnda, aþaðý Mezopotamya'da, köleler efendilerin
e isyan etmiþlerdi. Bu isyan bastýrýldý
ama, toplumsal tedirginlik bütün sarsýntýsýyla gittikçe daha çok büyüdü. Baþlarý
ezilmiþ gibi görünen isyancý Zanç
birlikleri, kalabalýk iþçi ve rençber topluluklarýnýn da katýlmasýyla yeniden gü
çleniyorlardý. Kendi aralarýnda
haberleþebilmek için gizli bir alfabe yaptýlar. 980 yýlýnda yeniden patlayacak v
e uzun yýllar devam edecek olan bu
isyanlarý Savad'ýn dýþýnda oturan gizli þefler yönetiyorlardý (karmata, gizleyen
anlamýndadýr). Vasit bölgesi
dolaylarýnda, bu gizli þeflerden aldýðý buyruklarla iþe koyulan Hamdan Karmat, K
ufe'nin doðusunda müstahkem bir
yer yaptýrmýþtý. Bu yerde ortaklaþa yaþanýyor, ortak sofralarda yemek yeniyor, b
ütün mallar ortaklaþa kullanýlýyordu.
Giderler, ortak bir kasadan harcanmaktaydý. Gittikçe güçlenen ayaklanmanýn baþar
ýya ulaþabilmesi için Arap
aristokratlarýnýn partizanlýklarýndan yararlanmak gerekiyordu. Bu düþünceden yol
a çýkan Karmatiler, hilafetin Ali
çocuklarýna özgü bulunduðu savýný, bir araç olarak, ortaya attýlar. Hiç de umurl
arýnda bulunmayan bu siyasal sav,
onlara, Arap dünyasýnýn büyük çoðunluðunu kazandýrýyordu. Gerçekte, yýkýlmasý ge
reken þu ya da bu halife deðil,
eskimiþ bir düzendi. Bu eskimiþ düzenin tohumlarý da Ömerin halifeliði çaðýnda a
týlmýþ bulunuyordu. Ýran'ýn
ezilmesinden sonra Arap develeri, taþýyamadýklarý bir yükün altýnda büsbütün kam
burlaþarak, Medine'ye yönelmiþlerdi.
Hikayeye göre, Ýran elmaslarýný taþýyan bu develeri görünce Ömer aðlamaya baþlam
ýþ; keþke aramýzda ateþten
bir dað bulunsaydý da bizler Ýran'a gidemeseydik, bütün fitneler iþte bu elmas y
ýðýnlarýnýn içinde gizlidir, demiþti.
Karmatilik akýmý, dokuzuncu yüzyýldan baþlayarak Xii'nci yüzyýla kadar Ýslam dün
yasýný sarsan, eþitlik (iþtiraki)
temeline dayanan geniþ bir toplumsal tepkidir.
Ondördüncü yüzyýlda Þeyh Bedreddinin Xiii'ncü yüzyýlda Baba Ýlyas ve Baba Ýshak
'ýn liderliklerinde baþ gösteren halk
ayaklanmalarý, Karmati ayaklanmalarý gibi, görünüþte ilerisürülen dýþ nedenlerin
ötesinde, ayný bir iç nedene (bir
batýni nedene) dayanmaktadýr. Bu iç neden, dokuzuncu yüzyýlýn baþlarýnda Karmati
lerden yetmiþ beþ yýl önce
Azerbaycan'da baþ kaldýran Babek ayaklanmasýnda, hiçbir gizliliðe bürünmeden, aç
ýkça dilegetirilmiþtir.
Hurremilerin baþýna geçen Babek, insanlar arasýnda eþitlik ve bütün mallarda ort
aklýðý savunmaktadýr. Asya ve
Afrika topraklarýný köklü bir toplumsal tedirginlik sarmýþtýr. Gittikçe geniþley
en Ýslam akýnlarý, bu topraklarda
yaþayan çeþitli halklarý yoksulluða düþürmüþtür. Ýslam dünyasýnda da varlýklarý
her gün biraz daha artan küçük bir
azýnlýðýn karþýsýnda, yoksulluklarý her gün biraz daha derinleþen büyük bir çoðu
nluk türemektedir. Ekonomik
alanýn alabildiðine geniþlemesi büyük rekabetlere yol açmýþtýr. Gittikçe zenginl
eþen yeni bir aristokratlar sýnýfý
doðmuþtur. Öte yandan Ýslam ordularýnýn girdikleri topraklarýn halklarý aðýr ver
giler altýnda ezilmektedirler. Önce
Müslüman olmayanlardan alýnan bu aðýr vergiler, sonra Müslüman olanlara da yükle
tilmiþtir. Önce din adamlarýna
tanýnan az vergi ayrýcalýða (imtiyaz), halkýn aðýr vergiden kurtulmak için din a
damý kýlýðýna bürünmesi karþýsýnda,
din adamlarýndan da kaldýrýlmýþtýr (bu konuda bkz. Hilmi Ziya Ülkenin notlar ekl
ediði Tahir Harimi'nin Türk
Tarihinde Mezhep Cereyanlarý, 1940, s. 23-30).
Hurremiler Babekin yönettiði tarikat Mazdekçiliðin ezilmesinden sanra Ýran'dan
kaçarak öteye lieriye daðýlan
Mazdekçilerin düþünsel torunlarýdýr. Bunlarýn Asya ve Afrika'da daðýlýþlarýný Ni
zamülmülk þöyle anlatmaktadýr:
Mazdek, mal insanlar arasýnda ortaktýr, diyordu. Çünkü insanlar, Tanrý'nýn kulla
rý ve Ademin çocuklarýdýr. Her biri
ihtiyacýna göre yekdiðerinin malýný kullanmalý ve hiç kimse bu haktan yoksun kal
mamalýdýr. Herkes malca eþit
olmalýdýr. Mazdekin bu sözleri üzerine herkes malýný ortaklýða koymuþtu... Mazde
k öldürüldükten sonra karýsý
Hürrem binti Kade, iki adamýyla birlikte Medayin'den kaçtý. Rey kasabasýna gider
ek halký kocasýnýn yoluna çaðýrdý.
Peþine takýlanlara Hurrem Din adý verildi... Hurrem Dinliler her yana daðýldýlar
ve her kentte baþka bir ad aldýlar ve
her yerde de sürekli olarak baþ kaldýrdýlar. Batýniler onlarla beraber oldu, çün
kü her iki mezhebin aslý birdir (Siyasetname,
Mehmet Þerif çevirisi, s. 205, 216 ve 234).
Acý ve yoksulluk çeken geniþ halk yýðýnlarýný insan etmek için toplumu düzenle
mek gerektiðini ilerisüren bir de
Türk bilgini var: Þeyh Bedreddin (13571420).
Þeyh Bedreddin bir Selçuk prensidir, Sultan ii'nci lizeddin Keykavus' un beþin
ci kuþaktan torunudur. Edirne'nin
yakýnýndaki Simavna kasabasýnda doðmuþtur. Babasý Gazi Ýsrail, Simavna kalesini
alan Türk ordusunun
kumandanýydý. Kalenin alýnýþýndan sonra da Simavna kadýsý olmuþtur. Bedreddin, Y
ýldýrým Bayezidin Timura
yenilmesinden sonra Bayezidin oðlu Musa Çelebi'nin kazaskerliðini yapmýþtýr. Bay
ezidin öteki oðlu Mehmet
Çelebi, kardeþini ortadan kaldýrýp yönetimi tek baþýna ele alýnca (1413) Ýznik'e
sürülmüþ, halifelerinin çýkardýðý
isyanlar sonunda da yakalanarak Serez'de asýlmýþtýr. Serezin Yunanlýlara geçiþin
den sonra Bedreddinin kemikleri
bir sandýk içinde Ýstanbul'a getirilerek Topkapý Sarayý Müzesi,'ne konulmuþtur.
Bedreddinin toplumculuðu, sürgün olarak gönderildiði Ýznik'te baþlýyor. Kendis
i, toplumsal düþüncesini þöyle
anlatmaktadýr: Tanrý, dünyayý yarattý ve insanlara verdi. Þu halde dünyanýn topr
aðý ve bu topraðýn bütün ürünleri
insanlarýn ortak malýdýr. Ýnsanlar eþit olarak yaratýlmýþlardýr. Birinin mal top
layýp öbürünün aç kalmasý Tanrý'nýn
amacýna aykýrýdýr. Ben, senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen, benim
eþyamý kendi eþyan gibi
kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizindir.
Tanrý, insanlara akýl verdi. Herkes, Tanrý'yý aklýnýn erdiðince kavrayabilir.
Birinin kavrayýþý ötekinin kavrayýþýna
benzemeyebilir. Ayný kavrayýþta bulunmayanlarýn birbirlerini kýnamalarý, birbirl
erini zorlamalarý doðru deðildir:
Düþünce ve vicdan özgürlüðü, doðal düzenin ürünüdür. Ayrýlýklar din adamlarýnýn
iþleri karýþtýrmasýndan
doðmuþtur. Bunlar ortadan kaldýrýlýrsa bütün dinler bir olur. Hýristiyanlarýn Ta
nrý'yý kavradýklarýný yadsýmak
dinsizliktir. Onlar da ayný Tanrý'ya tapmaktadýrlar. Müslüman, Hýristiyan, Musev
i, Mecusi hep ayný Tanrý'nýn
kuludur. Hepsi kardeþtirler. Aralarýnda sevgi ve saygý olmalýdýr. Onlarýn bu sev
gi ve saygýlarý gerçeði
yanlýþa üstün kýlacak, amaç, gürültüsüzce kendiliðinden elde edilecektir. Birbir
lerini sevenler ve sayanlar her
zaman birleþebilirler.
Hükümet, seçimle kurulmalýdýr. Ulus, tam bir özgürlük içinde oyunu kullanabilm
elidir. Kýyan ve zorba (zalim ve
mütegallip) bir hükümetin buyruklarýna uymamak gerekir (caizdir). Saray, saltana
t, yeniçeri, tekkeler, derviþler hep
zorbalýðýn ürünüdür. Bu zorbalýða boyun eðilmemelidir.
Bedreddinin açýk seçik maddeciliði, tasavvuf konusundaki düþünceleriyle büsbüt
ün belirmektedir. Örneðin,
varsayýlan ölüm ötesi (ahret) üstüne hemen bütün tasavvuf bilginleri sustuklarý,
gerçek düþüncelerini açýklamak
gücünü, gösteremedikleri halde Þeyh Bedreddin, Varidat adlý yapýtýnda korkusuzca
ve açýk yürekle þunlarý
söylemektedir: Ruhlar, maddelerde bulunan güçlerden ibarettir. Ýnsaný iyiliðe sü
rükleyen kendi gücü melek,
kötülüðe sürükleyen kendi gücü de þeytandýr. Bu güçler, sadece insanlarda deðil,
bütün cisimlerde vardýr. Örneðin,
bir yaðmur tanesi bir neden ve güçle oluþur (teþekkül eder). Yaðmur tanesini olu
þturan ve tarlaya düþüren güce
melek denir. Deccal, Dabbe, Mehdi'nin görünmesi gibi kýyamet belirtileri yüzyýll
ardan beri boþuna beklenmiþtir,
bundan sonra da boþuna beklenecektir. Vücut zerreciklerinin bir kez daðýldýktan
sonra yeniden bir araya gelmesine
ve cesetlerin yeniden dirilmesine (haþrine) imkan yoktur. Her güzel þey cennet,
her kötü þey cehennemdir.
Kitaplarda tanýmlanan cennet ve cehennem bir düþçülük ürünüdür (hayal aleminde t
ahakkuk etmiþtir).
Bedreddin, tapýnma (ibadet) konusunda da þunlarý söylemektedir: Tapýnma, bütün n
amazlar ve niyazlar, ahlakýn
düzeltilmesi, içyüzün arýnmasý içindir. Gerçek tapýnmanýn hiçbir koþulu, sýnýrý,
biçimi yoktur (yüzünüzü nereye
dönerseniz Tanrý oradadýr, ayetini hatýrlayýnýz). Tapýnma, hangi biçimde yapýlýr
sa yapýlsýn, Tanrý'nýn isteðine uygun
olur. Gerçek tasavvufçu, herkesin anlayamadýðý þeyleri bildiði halde bunlarý hal
ka söylemez. Onlarý meydana apaçýk
koyarsa öldürüleceðini bilir. Gerçi bu, ikiyüzlülük sayýlabilir. Ama dýþla için
bir ayrýlýðý olmalýdýr. Her inanýþ,
kendi yerinde (mertebesinde) haktýr. Gerçek, halka, daha iþin baþýnda ve apaçýk
söylenirse ya yollarýný sapýtýrlar, ya
da gerçeði söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek, ayrý ayrý gözetilerek, ortalama
bir yolla birbirlerine alýþtýrýlabilir.
Ama her halde halk, gerçeðe (hakikate) alýþtýrýlmalýdýr.
Halifelerinden Börklüce Mustafa'yla Torlak Kemalin çýkardýklarý isyanlar bastý
rýlýp baðlýlarýnýn tümü kýlýçtan
geçirilince Þeyh Bedreddin, sürgün olarak bulunduðu Ýznik'ten yola çýkarak Çeleb
i Sultan Mehmet'in o sýrada
bulunduðu Serez'e kendi ayaðýyla gelmiþ ve boynunu ipe uzatmýþtýr. Tarih þöyle y
azýyor: Çelebi Sultan Mehmet,
Bedreddini karþýsýnda görünce, yüzünüz neden bu kadar sarardý? diye sormuþ. Bedr
eddin de þu karþýlýðý vermiþ:
Güneþ, batarken sararýr.
ÝNSANIN KENDÝSÝYLE SAVAÞI. Ýnsan denilen varlýk, kendisiyle savaþmanýn mutlulu
ðunu da sezmiþtir. Bu
savaþ, Ýslam düþüncesinde, Melamilik adý altýnda yeni bir mutluluk yolu (tarikat
) olarak belirmektedir. Arapça
melamet sözcüðü, aþaðýlanma ve hor görülme anlamlarýna gelen levm kökünden türet
ilmiþtir (levm sözcüðünün
çýkýþma, azarlama, serzeniþ, sitem gibi baþka anlamlarý da var). Kuran þöyle dem
ektedir: Onlar ki kendilerini hor
görenlerin hor görüþlerinden korkmazlar (vellezine layehafune levmete laimün...)
. Niþabur kentinin Türk
Müslümanlarý, Tanrý'nýn bu sözüne tutunarak, yepyeni bir yoldan mutluluðun peþin
e takýlmýþlardýr. Müslümanlýk,
henüz üçüncü yüzyýlýný yaþamaktadýr (dokuzuncu yüzyýl).
Kuran'ýn, ne sözcük, ne de yorumlanmýþ anlamlarýný kurcalamadan, Tanrýlýk düþü
nceye karýþarak mutluluða
varmaya çalýþanlar, insanlýklarýný hor görmek ve aþaðýlamak yolunu tutarlar. Hem
kendi kendilerini kýnarlar, hem de
baþkalarýnýn kendilerini kýnamasýný özlerler. Kendini üstün görmek, böbürlenmek,
ikiyüzlülük gibi kötü eðilimler
böylelikle ezilecektir. Oysa bu, varýlacak bir amaç deðil, varýlmýþ bir amaçtýr.
Bu türlü davranýþlar, varýlmýþ amaca
uygun davranýþlardýr. Öðrenilecek ya da öðretilecek bir þey yoktur. Bilmek, bulm
ak, olmak yeter. Melümilik, bu
yüzden, tarikat biçimlerinin ve öðretilerinin her türlüsünden sýyrýlmýþ bir tari
kattýr. Ne özel giyiti, ne biçimciliði, ne
dereceleri, ne törenleri, ne de öðrenilmesi gereken bir yöntemi vardýr: Kimi yaz
arlar, bu nedenlerden ötürü,
Melamiliði bir tarikat saymamaktadýrlar. Melamilik, kýsaca, þöyle tanýmlanabilir
: Kýnanacak davranýþlarla tanrýsal
sevinci duymak düþüncesi.
Melami olmak isteyen, nerede olursa olsun çünkü Melamilerin tekke, mahfil, zav
iye gibi belli bir toplantý yerleri
de yoktur yol göstericinin (mürþit) önüne oturur. Yol gösterici, ne istiyorsun?
diye sorar. Dilekçi, Hakký istiyorum;
der. Yol gösterici (rehber), Hakký isteyen Haktan baþka her þeyi gönlünden çýkar
ýr, sen de böyle yap, diye karþýlýk
verir. Tören, bu kadarcýktýr. Bundan sonra gönül boþaltma (tahliye-i derun; gönl
ün Haktan baþka her þeyden
boþaltýlmasý) baþlar. Gönül boþaltma; yürürken, otururken, konuþurken, çalýþýrke
n, her yerde bütün eylemlerin
varlýktan (Haktan) geldiðini ve kendisinin de bütün varlýklar gibi varlýkbirliði
ya da tüm varlýðýn bir parçasý
olduðunu düþünerek ölümsüzlük sevincini duymak demektir (Hakta fani olarak bekab
illahý zevk etmektir). Baþkaca
hiçbir bilgiyi gerektirmeden ömür boyunca sürecek olan bu sevince melamet neþesi
denir: Artýk, Melami olanýn
yapmasý gerekli tek þey, kendi gibilerle oturup sohbet etmektir (muhabbette fena
, sohbete devamda vefa, marifette
bekaa). Baþkaca yapýlacak. hiçbir þey yoktur. Ne özel kýlýk, ne özel tören, ne ö
zel yerlerde toplantý, ne tövbe, ne
zikir, ne de öðrenilmesi gereken baþkaca bir bilgi... (Rüsum ve kuyudu ref, tari
k-i tevhidin esasýdýr).
Görüldüðü gibi, Melamet dýþýndaki dinsel yollar da (Sünniler ve Batýniler) böyl
e bir sonuca, böylesine bir sevince
varmaya, çalýþmaktadýrlar. Melamiliðin baþkalýðý, ötekilerde sonunda varýlacak o
lan amacý çýkýþ noktasý yapmýþ
olmasýndadýr. Bir þeriatçý (Kuran'ýn sözcük anlamlarýna uyan, Sünni) namazlar ký
lacak, oruçlar tutacak, zekatlar
verecek ve bütün bunlarý bir ömür süresince yaptýktan sonra öbür dünyada Tanrýsý
na kavuþacaktýr. Bir marifetçi
(Kuran'ýn gizlenmiþ saydýðý anlamlarýna uyan, Batýni), bu yola törenlerle girece
k, uzun yýllar uðraþacak, bekleyecek,
çeþitli derecelerden geçecek, yükselecek ve sonunda ama gene de yaþadýðýmýz düny
ada Tanrýyla birleþecektir.
Melamiyse, Melami olduðu gün bu zevke girmiþtir ve artýk ömrünce bu zevkle birli
kte yaþayacaktýr. Daha açýk bir
deyiþle, ,öteki yollarda sonda varýlan melamet neþesini Melamiler önde elde eder
ler ve onunla birlikte yaþarlar.
Melamilik, bir yaþama biçimidir.
Melami adýyla anýlan dokuzuncu yüzyýlýn ilk Melamileri, Niþabur kentinde, böyl
esine yalýn bir düþünceden yola
çýkmýþlardýr. Gerçekte, Sünnilikle Batýniliðin bir bireþimi (sentez) yapýlmýþtýr
. Melamilerde þeriat (sözcük
anlamýyla din) saygý görmektedir ve gerekli sayýlmaktadýr (Melamiler tevil etmez
ler, tevcih ederler; baþka bir
deyiþle, sözcüðün açýk anlamýný daha bir açýklamaya çalýþýrlar, sözcüðün anlamýn
ý bir yana býrakýp baþka anlamlar
yakýþtýrmaya çalýþmazlar). Buna karþýlýk, Batýniliðin varlýkbirliðini bir neþe k
aynaðý olarak benimsemiþlerdir, bu
kaynaktan kendi deyiþlerince zevk etmektedirler.
Melameti adýyla anýlan ilk Melamiler, Niþabur Türkleridir. Bu yolun ilk yolcus
u olarak da Ebu Hafs-ý Haddad
(Ölümü: Hicri 260) adlý bir Türk gösteriliyor. Ýnsanýn, hem kendince hem de baþk
alarýnca kýnanmasý gerektiðini
belirten bir de ilgi çekici öyküsü var. Ebu Hafs, kendisinden öðüt almak isteyen
birine þöyle diyor: Ticaret yap,
kazancýný dilencilere daðýt, sonra sen dilen, ekmeðini dilendiðin parayla al, da
ha sonra ticareti de, dilenmeyi de
býrak. Gene Niþaburda ve ayný yüzyýlda Melamiliði bir topluluk yolu olarak ortay
a atan da Hamdun Kassar (Ölümü:
Hicri 271) adlý bir Türktür. Xii'nci yüzyýla kadar benliðini korumuþ olan bu yal
ýn Türk düþüncesi, Xii'nci yüzyýldan
sonra Batýnilikle karýþmaya baþlamýþtýr. Katýksýz Melametiliðin yerini, dinsel y
asaklara aldýrmayan, Ali'cilik güden
Kalenderiler almýþlardýr. Bu yüzden, önceleri Melametiliði pek seven dinci toplu
m, Melametiliðe kötü gözle
bakmýþtýr. Kalenderilik, Xi'nci yüzyýlda Batý Türkistan'da ortaya çýkan Yesevi t
arikatýndan türemiþ, Nakþibendiliðin
bir koludur. Katýksýz Þii-Batýni ilkeler güden Yeseviye tarikatý, daha sonra, Be
ktaþiliði doðurmuþtur. Bektaþilikten
de Hurufilik, Abdallýk, Haydarilik gibi kollar türemiþtir.
Xii'nci yüzyýlda, Melamiliðin bozulmasý ya da bozulmuþ sayýlmasý, Kalenderiler
le gelen aþýrý Batýni
düþüncelerinin, bu bireþimde, aðýr basmaya baþlamýþ olmasýndandýr. Peygamberin a
mca oðlu ve damadý Ali, Türkler
için, halifeliðe getirilmiþ ya da getirilmemiþ olmasýný umursamadýklarý, saygý d
eðer bir din büyüðüdür. Mal ortaklýðý
ilkeleriyse Þamanlýk dini günlerinden kalma, eski bir gelenekleridir. (Ziya Göka
lp, Dergah dergisinde yayýmlanan
Türk Devletinin Tekamülü baþlýklý yazsýnda, bu konuda önemli bilgiler vermektedi
r).
Ýlk Melamilerin, ilkeleri, yalýn düþüncelerdir: Tanrý gereklidir (Allaha iftik
ar). Peygambere benzemeye çalýþmalýdýr
(Peygamberi taklit). Tasavvuf, iyilikçilikten baþka bir þey deðildir. Ýnsanlara
iyilik, yardým etmelidir. Ama onlardan
yardým istenmemelidir. Kendimizle uðraþmalý, baþkalarýnýn kusurlarýný görmemeliy
iz. Hiçbir þeyle övünmemelidir.
Dindarlýk bile gizli tutulmalý, bir övünç nedeni olmamalýdýr. Ýnsanlara iyilik e
tmek de bir üstünlük zevki veriyorsa,
bu zevk ezilmelidir. Haktan baþka, ne açýðý, ne de gizliliði araþtýrmak gerekmez
(Haktan baþka ne zahiri, ne de
batýni keþf ve keramete itibar edilmez). Kiþi, herkesten önce, kendi kendisini k
ýnamalýdýr. Kendimizle savaþmalýyýz.
Böylesine saðlam bir temele dayanan Türk bireþimi melamet düþüncesi, gittikçe çe
þitli düþüncelerle karýþmaya
baþlayacak, ondokuzuncu yüzyýlda Þeyh Muhammed Nurun elinde yedi dereceli bir Ba
týni tarikatý biçimine girecektir.
Xii'nci yüzyýlda Kalenderilikle birleþen Melamilik, XV'nci yüzyýlda Bursalý Ömer
Dede'nin elinde yeniden
canlanmýþtýr. Bayramiye tarikatýnýn kurucusu Hacý Bayram ölünce; tarikat büyükle
ri anlaþamamýþlar, Bayramiliði üç
kola ayýrmýþlardýr: Fatih Sultan Mehmetin pek saygý gösterdiði ünlü Bayrami bilg
in Ak Þemseddin Þemsiye
tarikatýný, Ömer Dede Melamiye tarikatýný kurmuþtur. Bayramilikten türeyen bu Me
lamiliðe Bayrami-Melamilik
denir. Ak Þemseddin; Hacý Bayram tacýný, hýrkasýný tespihini, seccadesini ve asa
sýný bana býraktý, diyerek posta
oturunca, yýllardan beri onunla geçinemeyen Ömer Dede (Emir Sikkini) þu karþýlýð
ý vererek Hacý Bayram'ýn
halifeliði iddiasýndan vazgeçmiþtir: Söyleyin ona, gerçek; taç, hýrka, tespih, s
eccade ve asada deðil, kalb-i
musaffadadýr... (Melamiliðin, her türlü biçimcilikten sýyrýlma anlamýný hatýrlay
ýnýz).
Ancak Bayramilik, Erdebil tasavvufçularý yoluyla gelen Halvetilikten doðduðuna
göre, Þii-Batýni ilkelerle yüklü
bir tarikattýr. Ömer Dede'nin Melamiliði de, dolayýsýyla bu yükü yüklenmiþ bulun
maktadýr.
Artýk, ilk Melamilerde bulunmayan, zikretmek yöntemi de uygulanmaya baþlayacak
týr (zikretmek, sürekli olarak
Tanrý'nýn adýný ya da sözlerinden birini mýrýldanarak, bir çeþit düþünsel sarhoþ
luða eriþmek, Tanrýlýk düþünceyle
birleþerek neþelenmek demektir). Xvi'ncý yüzyýlda yaþayan Melami þeyhi Ýsmail Ma
þuki, Allah, Allah, Allah diye
zikredeceði yerde, ünlü enelhak'çý Mansurun yolunda bulunduðunu anlatmak için, A
llahým, Allahým, Allahým
diye zikretmeye baþlamýþtýr. Buysa, düpedüz Mansurun dediði gibi, ben Tanrýyým d
emektir. Usta bir ozan olan ve
Oðlan Þeyh adýyla anýlan Ýsmail Maþuki, bu düþüncesini þiirlerinde de açýklamakt
adýr: Deðme bir hor ü hakire hor
deyu kýlma nazar, Kalbinin bir kuþesinde arþ-ý Rahman gizlidir. Daha sonra, baþk
a bir Melami þeyhi, Hamza Bali
gelecek ve varlýkbirliði (vahdet-i vücut) sýrlarýný büsbütün açýklayacaktýr. Bu
þeyhten sonra Melamilik, Melami-
Hamzavi adýný alarak yaþamakta devam edecektir. Hamzavilerden adý bilinmeyen bir
ozan da, þunlarý söyleyecektir:
Ben ne dersem Hak onu iþler hemen, Þöyle henzer, ben onun aðasýyým.
Sonunda, ondokuzuncu yüzyýlda, Seyyit Muhammed Nur adýnda Mýsýrlý bir Arap þey
hi ortaya çýkacaktýr. Yanya'ya
gitmiþ Nakþibendi olmuþ, Mekke'ye gitmiþ Halveti olmuþ, Usturumca'ya giderek Mel
amilikte karar kýlmýþtýr. O
günlerde Ýstanbul'da Hamzavi-Melamilik yolunu Seyyit Abdülkadir Efendi yürütmekt
edir. Muhammed Nur,
Ýstanbul'a gelerek onlarý da kendi yoluna almak istemiþse de, Abdülkadir Efendi
buna yanaþmamýþtýr. Muhammed
Nurun açtýðý yeni yol, Hamzavi-Melamilerin baðýmsýzlýðý karþýsýnda, Nuriye Melam
iliði adýný almýþtýr.
Artýk Melamilik, Arap ve Acem düþüncelerinin bir bireþimi olmak durumunu yitir
erek, tam bir Batýni-Þii tarikatý
biçimine girecektir. Muhammed Nur, Rumeli'nin birçok yerlerinde tekkeler açtýrmý
þ, Ali'cilik gütmeye baþlamýþ,
gerçeði öðrenme yollarýný derecelendirmiþ, birtakým törenler tertiplemiþtir. Kes
in olarak, Ali'nin yeniden dünyaya
ineceðine inanmaktadýr. Bu inanç, katýksýz Alevi inancýdýr. Bu metafizik inançla
yalýn bir maddeciliði
baðdaþtýrmaya çalýþmaktadýr. Þeyh Bedreddin'in Varidat'ýný yorumlayan bir yapýtý
nda, açýkça þunlarý söylemektedir:
Bilgisizlere göre (avam) vücut, Hakkýn (Tanrý'nýn) vücudunun gayrýdýr. Bilgilile
re göre (havas) vücut, Hakkýn
vücudunun gölgesidir. Tasavvufa eriþenlere göre (asfiya) vücut, Hakkýn vücudunun
aynýdýr.
Muhyiddin-i Arabi'yi yorumlayan yapýtýnda da þunlarý eklemektedir: Ýlah ve All
ah Arapçada müstaðrik demektir
ki, Türkçe kaplamak anlamýndadýr. Þu halde, Tanrý, bütünlüðün adýdýr. Onu, ondan
baþkasý birleþtiremez (tevhit
edemez). Çünkü, bir þeyi birleþtirmek için bir baþka þeyin de bulunmasý gerekir.
Baþka þey olmayýnca ne
birleþtirilecek?.. O halde, sen, sana secde edersin (kendin için, kendine ibadet
edersin anlamýna; kendisi için namaz
kýlan Hallac Mansuru hatýrlayýnýz). Eþyanýn vücudu, Tanrý'nýn vücududur. Eþyanýn
, baðýmsýz bir vücudu yoktur.
Bu, suyun kara oraný gibidir. Kar, görünüþtür (zahirdir). Su temeliyse gizlidir
(batýndýr). Halk (halk edilenler,
yaratýlanlar), Hakkýn belirmesidir (zuhurudur). Ondan baþka varlýk yoktur ki yen
i varlýklar yaratýlabilsin (bir baþka
deyiþle, yaratma yoktur; yaratýlan yoktur, yaratan yoktur; ancak varlýðýn çeþitl
i biçimlerde kendini göstermesi
vardýr).
Muhammed Nura göre, bu bütünlük'ün bilincine ve zevkine bilgiyle varýlýr. Birl
eþme (tevhit, bütünlükten olduðunu
duyma), anma ya da söyleme (zikir) yoluyla elde edilecektir. Söyleye söyleye anm
a, anan, anýlan (zikir, zakir,
mezkur) birleþirler. Ýnsanýn bu bilgiye varmasý için yetiþtirilmesi gerekir. Büt
ünlük bilinci, her bilinçli insanýn
kendiliðinden, yetiþtirilmeden elde edebileceði bir bilinç deðildir (bana Tanrý
olduðumu Mevlana öðretti, diyen
Süryanos'u hatýrlayýnýz). Bu bilince, altý basamakla çýkýlýr. Ýlk üç basamaða bi
rleþme katlarý (makamat-ý tevhit) ya
da ölümlülük aþamalarý (meratib-i fena), son üç basamaða da birlik katlarý (maka
mat-ý ittihat) ya da ölümsüzlük
aþamalarý (meratib-i beka) denir. Bu basamaklar þunlardýr:
1- Tevhid-i efal basamaðý: Bütün eylemlerin, bütün olmakta olanlarýn varlýðýn
iþi olduðunu bilmektir. Ýyilik-
kötülük ayýrýmý bize göredir, varlýða göre ne iyilik vardýr, ne de kötülük. Olma
kta olan, olmasý gerekendir. Birinci
basamakta bu bilgi zevk edilir.
2- Tevhid-i sýfat basamaðý: Yaþamak, bilim, buyrultu, iþitmek, görmek, söyleme
k varlýða özgüdür. Ýkinci basamakta
bu bilgi zevk edilir.
3- Tevhid-i zat basamaðý: Vücut, varlýðýn , vücududur. Eþyanýn ki insan da bu
eþyadan biridir baðýmsýz
vücutlarý yoktur. Üçüncü basamakta bu bilgi zevk edilir.
Bu üç basamakta; eylem varlýðýn eyleminde, nitelik varlýðýn niteliðinde, vücut
varlýðýn vücudunda eritilip yok
edilir. Artýk eyleme, niteliðe, vücuda baðlý bir kiþilik kalmaz. Kiþilik, gerçek
kiþilik'le birleþmiþtir. Bu birleþmenin
bilincine ve dolayýsýyla zevkine varýlmýþtýr. Bu kattaki melamet neþesi, bir sor
umsuzluk neþesidir. Her iþ Tanrý'nýn
iþi, her istek Tanrý'nýn isteði olduðuna göre, ortada hiçbir yasak kalmamýþtýr (
Batýni tarikatlara ibaba mesleði
denilmesi bu yüzdendir, çünkü her þey mubahtýr). Bu sorumsuzluksa, toplumu karga
þalýða götürür. Bunu önlemek
için de Peygambere benzemeye çalýþmak ilkesi konulmuþtur (edeb-i Muhammediye). B
ir baþka deyiþle, her istek
Tanrý'nýn isteðidir ama, Peygamber gibi istek duymak gerekir (bu çabaya, tecelli
yat-ý Muhammediye'ye mazhar
olmak, deniyor).
4- Makam-ý cem: Bu basamakta varlýk açýklanýr, eþya gizlenir (Hak zahir, halk
batýn olur). Bir baþka deyiþle, ilk üç
basamaðýn bilincine eriþtikten sonra ana varlýk görünmüþ, meydana çýkmýþ; onun m
eydana çýkýþýyla da sayýsýz parça
varlýklar ortadan çekilmiþlerdir. Ýlk üç basamaðýn bilgisi ve zevkiyle ana varlý
ðýn bilgisine ve zevkine varýlmýþtýr.
Güneþ, vücudumuzun ardýnda gizliyken önümüzdeki gölgemizi görüyorduk. Güneþ yüks
elerek meydana çýkýnca
gölgemiz yok olur.
5- Makam-ý hazret-ül-cem: Bu basamakta ana varlýk yeniden gizlenir, parça varl
ýklar meydana çýkar (halk zahir,
Hak batýn olur). Çünkü ana varlýk, gücünü parça varlýklara vermiþ, onlarda belir
miþtir. Söyleyen, gören, iþiten,
yapan, dileyen ana varlýðýn gücüyle parça varlýklardýr.
6- Makam-ý cem-ül-cem: Bu basamakta kiþi, tanrýsal gücünü duyar. Çünkü Tanrý,
onun vücudunda belirmiþtir.
Önce, sonra, açýk, gizli hep kendisidir (evvel benim, ahýr benim, zahir benim, b
atýn benim).
Ýlk üç basamakta kendini ana varlýkta öldüren, yitiren, yok eden kiþi; son üç ba
samakta ölümsüzlüðe eriþmiþtir. Bu
kattaki melamet neþesi, bir ölümsüzlük neþesidir. Ýlk Melamilerin, daha ilk adým
da, Haktan baþka her þeyi
gönüllerinden çýkararak elde ettikleri bu neþeyi, son Melamiler bir hayli basama
k týrmandýktan sonra elde
etmektedirler.
Muhammed Nurun basamaklarý bitmemiþtir. Yedinci basamak olarak bir de makam-ý
ahadiyet-ül-cem vardýr ama;
onu ne ben söyleyebilirim ne de sen anlayabilirsin, diyor; çünkü o makam, Peygam
berin makamýdýr. Kuran'daysa,
yetimin malýna yaklaþýlmamasý buyurulmuþtur. Peygamber, bu makamýný bana öðretmi
þtir ama, baþkalarýna
öðretmeme izin vermemiþtir. Bu makamda ne birlik ne de çokluk vardýr. Ancak Peyg
amberin kendisi öðretirse zevk
alýnýr, baþka türlü zevkine varýlamaz.
Oysa, Muhammed Nurun damadý ve halifelerinin halifesi (halifet-ül -hulefa) Abd
ürrahim Fedai, Tefsir-i Suret-ül-
Kevser adlý yapýtýnda bu basamaðý açýklamýþtýr. Tanrý, Peygambere þöyle demekted
ir: Ey Muhammed, ben, bana
deðil, sana tapýlmasýný istedim, benim deðerimin deðil, senin deðerinin bilinmes
ini istedim, çünkü sen bensin ve
ben senden baþka hiçbir þey deðilim.
Batýniliðin büyük sýrrý böylelikle açýklanmaktadýr: Gerçek Tanrý, aklý baþýnda
olan insandýr. Aklý baþýnda
olmayan insanlar, aklý baþýnda olan insanlarýn peþine takýlýp onlarýn gösterdikl
eri yoldan giderlerse, mutlu
olabilirler.
Bu sonuç, ilk üç basamaðýn doðurduðu anarþiyi önleyecek bir sonuçtur. Peygambe
rce davranmak ilkesi, bu
sonuçla anlam kazandýðý gibi, bilgisizlerin ve akýlsýzlarýn elde ettikleri sorum
suzluk ve ölümsüzlük neþelerine
karþý, sorumluluðun ve ölümlülüðün bütün yükü ve acýsý da akýllý ve bilgili kiþi
lere düþmektedir. Melamet neþesi
altýncý basamakta bitmek zorundadýr, yedinci basamakta neþelenmek kolay deðil.
YENÝDENDOÐUÞ. Gün, birdenbire doðmaz. Aydýnlýk, karanlýðýn içindedir. Gök, ayd
ýnlýðýný, karanlýðýnýn
içinden süzer. Bunun gibi; insan düþüncesinin yenidendoðuþu (renaissance) de bel
li bir tarihte birdenbire baþlamýþ
deðil. Düþünce tarihini incelerken, düþünce çaðlarýný birbirlerinin içine geçmiþ
, biri daha erimeden öbürünü
baþlamýþ olarak görürüz. Ý.S. V'ncý yüzyýlýn ortalarýna kadar süren ilkçaða karþ
ý ortaçað, Ý.S. ikinci yüzyýlda
baþlamýþtýr. Ortaçaðýn skolastiði ondördüncü yüzyýlda eridiðine göre, yeniçaðýn
bu yüzyýlda baþladýðý sanýlýrsa da bu
yanlýþ bir sanýdýr. Tarihçiler, yeniçaða baþlangýç olarak Türklerin Ýstanbul'u a
ldýðý yýl olan 1453 yýlýyla reformation
davranýþlarýnýn baþlangýç yýlý olan 1517 yýlý üstünde tartýþa dursunlar, bu çaðý
n ilk düþünce kývýlcýmlarý çok daha
gerilerde bulunmaktadýr.
Akýl, artýk, inandan ayrýlmaya baþlamýþtýr. Ý.S. 1347 yýlýnda Tubingenli Profe
sör Jean de Mericourt þöyle
konuþmaktadýr: Erdemsizlik de, erdemlilik gibi, Tanrý iþidir. Günah, bir erdemsi
zlik deðil, tersine, bir
erdemliliktir. Dayanýlmaz bir güdüye kapýlan kimse asla günah iþlemiþ sayýlmaz;
niçin sayýlsýn ki, o güdü de bir
Tanrý iþidir.
1348'de, Nocalos d'Autrecourt, Sorbonne Üniversitesi'nde þu savý (tez) okuyor:
Doðayý incelemeliyiz.
Geriliðimizin nedeni, yüzyýllar boyunca o koca doðayý bir yana býrakýp Aristotel
es'le, Platon'la boþuna vakit
geçiriþimizdir. Doðayý incelemek bizleri kolaylýkla kesin bir bilime götürür. Ta
nrý'yý en yüksek varlýk olarak
düþünebiliriz ama, onun gerçekten var olup olmadýðýný bilemeyiz. Evren, her hald
e sonsuz olmalýdýr, çünkü
yokluktan varlýða bir geçiþ düþünülemez.
Oxford profesörlerinden Roger Bacon (1214-1294) gözlemin ve deneyin önemini Xv
i'ncý yüzyýlda yaþayacak olan
adaþýndan (Francis Bacon) daha önce kavrayarak kürsüsünde uygulamaya baþlamýþtýr
. Toulouse'lu Profesör
Raymond de Sebond da Tanrý'nýn kitabý saydýðý doðayý öteki kitaplardan üstün tut
tuðunu açýklamaktadýr.
Haçlýlar Doðu'ya dinleri uðruna saldýrdýlar, oysa kendi dinlerini temelinden sar
sacak yeni düþüncelerle döndüler.
Bizanslýlarýn kanadý altýna sýðýnmýþ Yunan yarýmadasý düþünce geleneðini yüzyýll
ardan beri gizli gizli
sürdürüyordu. Ýsa'ya yeni kuzular toplamaya gidenler, Yunan yarýmadasýnda mitolo
jik boðalarýn sýrtlarýna binmek
zorunda kaldýlar. Bizans kilisesi de Katolik kilisesiyle barýþmak için Floransa'
ya bilginler gönderiyordu. Bu
bilginler, iki kiliseyi barýþtýramadýlar ama, Ýtalya'nýn gözünü açtýlar. Bizans
imparatorluðunun Türklerine eline
geçiþi de ekmeklerine yað sürdü. Bizans'tan Ýtalya'ya gerçek bir göç baþladý. Ed
ebiyat, sanat, felsefe, eski Yunan'ýn
bütün zenginlikleri Ýtalya'ya akýyordu. Bu yüzden, yeniden uyanýþ dediðimiz Rena
issance davranýþýnda, Batý'nýn
ilk uyananý Ýtalya oldu. Bu uyanýþ 1483 yýlýndan baþlayarak bütün Batý'yý etkile
di.
Dante, Petrarca, Boccacio yeniden dirilmiþ birer eski Yunanlýydýlar. Artýk kil
isenin ünlü kardinalleri bile skolastik
dilden tiksiniyorlar, eski Yunan edebiyatýna tapýyorlardý. Kardinal Nicolaus Cus
anus, skolastiðin yanlýþlarýný
açýkça eleþtiriyordu. Homeros, Ýsa'yý yenmiþti.
Fransýz tarihçisi Michelet, her þey Xii'nci yüzyýlda bitmiþti, diyor, eðer ola
ylar doðal gidiþlerini kovalasaydýlar
yenidendoðuþ (Renaissance) Xii'nci yüzyýlda baþlayacaktý. Ýlkçað, ahmak kiþileri
olan bir çaðdý. Ortaçað, akýlsýzlar
çaðýdýr. Oysa budada, skolastik yeterlikten ve kelimelere tapmaktan doðan modern
bir yaratýktýr. Xii'nci yüzyýlda
gömülen ortaçaðýn býraktýðý boþluk bu budalalarý yetiþtirdi. Ýþte yenidendoðuþu
üç yüzyýl geciktiren neden.
Saçma sapan konuþmayý ve büyücülüðü birer sanat haline getiren bu budalalar ordu
sunun içinden, ondördüncü yüzyýlýn
sonlarýna doðru, yeniçaðýn ilk yeni insaný doðacaktýr. Bu yeni insanýn doðumu el
bette kolay olmayacaktý.
Yeni insan, her türlü iç ve dýþ etkiden kurtulmuþ; kiþiliðini bulan ve insanlýð
a güvenen yepyeni bir varlýktýr. Irk,
kavim, parti, lonca ve aile baðlarýndan kopmuþtur. Olabildiðince özgürdür. Artýk
o, Ýtalya'da doðduðu halde Ýtalyan
deðildir. Dante'nin dediði gibi, onun vataný bütün dünyadýr. Artýk o, baðlý olma
k zorunluðunu duymamaktadýr.
Baþkalarýna benzemeye deðil, benzememeye çalýþmaktadýr. Bu durum, duygu ve düþün
ce alanlarýnda böyle olduðu
gibi, dýþ görünüþlerde de böyledir. 1390 yýlýnda, Floransa'da genel bir erkek ký
lýðý kalmamýþtýr. Herkes, kendine
göre, özel bir biçimde giyinmektedir. ondördüncü yüzyýl Ýtalya'sýnda, alçak gönü
llülük ve yaltaklanma bilinmemektedir.
Dünyaya, ortak bir görüþle deðil, objektif bir bakýþla bakmak bilinci uyanmýþtýr
. Yeni insan, düþünen bir kiþidir
(uomo singolare). Artýk o, bir ýrka, bir partiye, bir loncaya, bir aileye baðlý
ve onlarla beraber genel bir yaþayýþ
içinde yaþayan bir insan deðil, baþlý baþýna bir kiþiliktir. Kendine özgü düþünc
eleri, kendine özgü görüþleri, kendine
özgü duygularý vardýr. Yaþayýþý da elbette kendine özgü olacaktýr. Ozan Petrarca
(1304-1374), Yalnýzlýk Üstüne (De
Vita Solitaria) adlý kitabýnda yalnýz yaþamanýn erdemini savunuyor. Petrarca'ya
göre mutluluk, iç ve dýþ etkilerden
sýyrýlmakla, baðýmsýz olmakla mümkündür. Ýnsanýn ilk ödevi kendini geliþtirmekti
r. Bu geliþmeye ancak yalnýz
yaþamakla eriþilebilir. Yalnýz yaþamak, insanlarý sevmeye engel deðildir. Ýnsan
yalnýz yaþar ama, her zaman
insanlarla ilgilenir, onlarla beraber olabilir.
Yeni insan, bilgili ve çok yönlüdür. Hem düþünür, hem dilci, hem devlet adamý,
hem ressam, hem müzikçidir.
Büyük ozan Dante (1265-1321) bunun en belli örneklerinden biridir. Tanrýsal Kome
di'yi (Divina Commedia)
inceleyiniz, ele alýnmamýþ hiçbir sorun býrakmadýðýný göreceksiniz. Dante'nin iþ
lediði bu sorunlarýn her biri
çaðýnýn en ileri bilgilerini kapsamaktadýr. Ünlü adlar bir yana, XV'nci yüzyýl Ý
talyan kentleri, birkaç dil bilen,
Tanrýsal Komedi'yi ezberden okuyan sokak kadýnlarýyla doludur. Alman tarihçisi J
acob Burckhardt, Floransalý
tüccar ve devlet adamlarýnýn eski Yunancayla Latincede bilgin olduklarýný yazýyo
r. Gene Buckhardt'ýn Ýtalya'da
Yenidendoðuþ Kültürü adlý kitabýnda bildirdiði XV'nci yüzyýlda yaþamýþ bir Leon
Battista Alberti vardýr ki
sanatçýlardan, bilginlerden tutun, kunduracýlara varýncaya kadar dünyanýn bütün
hünerlilerinden mesleklerinin
sýrlarýný sorup öðrenmiþtir. Yeni insanýn çok yönlülüðü doymak bilmez bir çok yö
nlülüktür. Yeni insan, çevresine
sonsuz bir sevgi duyan, çevresindeki her þeye kendini bütün varlýðýyla verebilen
bir varlýktýr. Battista'nýn þu sözü,
yeni insanýn niteliðini belirtiyor: Ýnsanlar isterlerse her þeyi yapabilirler.
Bu sözün kaynaðýný Bacon'da arayýnýz. Roger Bacon (1214-1294), daha Xiii'ncü y
üzyýlda, bu sözü þu türlü
söylemiþti: Sihirbazlýk hiçbir þey deðildir. Çünkü insan aklý doðayý kullanarak
her þeyi yapabilir.
Yeni insan, kendi kendine, kendi gücünü böylece bulurken dýþarýya doðru da gel
iþmeye, sivrilmeye baþlamýþtý.
Artýk o, ün peþinde koþabilir. Ortaçaðda sýnýflarýn olan ün artýk kiþilerin elin
e geçmektedir. Dante'nin,
Petrarca'nýn, Boccacio'nun ünleri Ýtalya'nýn sýnýrlarýný aþmýþ, bütün Avrupa'ya
yayýlmýþtýr. Ortaçaðda þövalye
sýnýfýna özgü, olan ozanlýk ünü artýk halkýn avuçlarý arasýndadýr. Eskiden yalný
z büyük ermiþlerin yurtlan kutsal
tutulurken 1350 yýlýnda Arezzo Belediyesi Petrarca'nýn doðduðu evi müze haline g
etirmiþtir. Petrarca, ününün bu
sevincini de tattýktan sonra daha yirmi dört yýl yaþayacaktýr.
Yenidendoðuþ; sanatla baþlamýþtý. Can çekiþen ortaçað, son nefesi yaklaþtýkça,
daha kýrýcý, daha korkunç
oluyordu. Bilim susturulmuþtu. Oysa sanat, dinci sisteme dayanýr görünerek büyük
iþler baþarýyordu. Ressam Giotto
(1266-1336) klasik tiplerden sýyrýlarak Ýtalyan güzellerini Meryemleþtirmeye baþ
lamýþtý. Mimar Brunelleschi (1377-
1446) gotik sanatý yýkýyor, yeni insanýn büyük baþarýsýný saðlýyordu. Artýk üç v
e yedi üstüne kurulmuþ kilisenin
karþýsýnda Floransa kilisesi yükseliyordu. O kadar ki, kendisine nereye, gömülme
k istediði sorulan Michelange
(1475 -l564), Brunelleschi'nin yapýtýný sonsuza kadar seyredebileceðim bir yere,
karþýlýðýný verecekti.
Ýtalya'nýn kent (þehir) devletleri, eski Yunan'ýn kent devletlerini andýrmaktadý
r. Her birinin kendine özgü
özellikleri, kendine özgü güçleri vardýr. Birbirleriyle savaþan bu kentler, hem
birbirlerini, hem kendilerini
yetiþtirmiþlerdir. Yeni insan, yeni kentleri doðurmuþtur. Yen kentler de yeni ul
uslarý uyandýrmýþtýr. Ulus düþüncesi
de yeni insanla birlikte geliþen bir düþüncedir. Ortaçaðda bugünkü anlamýyla bir
ulus düþünülemezdi. Ortaçað
uluslarý baþlý baþýna birer varlýk deðil, bir ortaçað devletinin üyesiydiler. Bi
lgileri, görüþleri, dilleri, sanatlarý
ortaktý. Ulus bilinci de, yeni insanla beraber doðmuþ, bir yenidendoðuþ (Renaiss
ance) bilincidir. XV'nci yüzyýl,
insanýn, kentin, ulusun kendini bulmaya, kendini tanýmaya baþladýðý bir yüzyýldý
r.
Yeni insan, kendini bulduðu gibi dünyayý da bulmaya (keþfetmeye) baþlamýþtýr.
Marco Polo, (1254-1323), Moðol
dünyasýna dalýyor, Christophe Colomb (1451-1506) Doðu Hindistan'a açýlýyordu. Bu
nlar, denizlere açýlan yüz
binlerce Ýtalyan arasýndan en büyük adlardýr. Bilim, gittikçe denemelere doðru y
öneliyordu. Kozmoðrafyanýn deniz
yolculuklarýyla ilgisi kuruluyor, botanik, zooloji dev adýmlarýyla geliþiyordu.
Petrarca daðlara týrmanýyor, doðanýn
güzelliklerini kavrýyordu. Yeni insan, çevresini didiklemeye baþlamýþtý. Evrenin
hiçbir sýrrýný çözmeden býrakmak
istemiyordu. Çünkü bütün varlýðýyla þuna inanmýþtý: Ýnsan aklý her þeyi çözebili
r.
Ýnsanýn insanlýða karþý bu güveni, gözlerimizi yaþartacak kadar duygulandýrýcý
dýr. Ýnsan, þu kocaman evren içindeki
bu yalnýz varlýk, kendinden baþka neden medet umabilirdi ki? Yýldýzlar, o elleri
ni uzatýncaya kadar sýrlarýný
sakladýlar. Aþýlmaz çöller, o adýmlarýný atýncaya kadar, kapýlarýný açmadýlar. T
oprak, o üstünde güvenle tepininceye
kadar, zenginliklerini vermedi. Denizler, o üstlerine yürüyünceye kadar dalgalar
ýný çekmediler. Ýnsan, bütün
bunlardan mutluluðunu zorla almalýydý. Gücü yettiði kadar yapabilirdi bunu. Elbe
tte gücünü kullanacaktý. Oysa bu
gücün sonsuza kadar yeteceði sezisi insanýn içini kaplamýþtý bir kez. Bu sezinin
peþinden gitmek zorundaydý.
Yenidendoðuþun getirdiði erdem, insanýn insanlýða olan güveni'dir. Yenidenbiçiml
eniþ anlamýndaki reformasyon,
yenidendoðuþ anlamýndaki rönesans çýðýrý içinde yer alan dinsel bir akýmdýr. Alm
an papazý Martin Lutherin (1483-
1576) 1517 yýlýnda Wüttenberg kilisesinin kapýsýna astýðý, Katolik kilisesine ka
rþý ünlü protestosu yüzünden
Protestanlýk adýný alan bu akým, gerçekte, genel düþünceyi dilegetiriyordu. Kato
lik kilisesi, Rönesans'ýn getirdiði
yeni hayat görüþüne uymayacak kadar donmuþ, bozulmuþ ve köhneleþmiþti. Hýristiya
nlýðý, ilk ve sade biçimine
döndürerek skolastiðin eklentilerinden temizlemek hemen bütün Hýristiyanlarýn di
leðiydi. Fransa'da Calvin ve
Ýsviçre'de Zwingli'nin geliþtirdikleri Protestanlýk,, sonradan Calvinizm aracýlý
ðýyla Ýngiltere'ye geçerek
Anglikanizmi doðurmuþtur. Ýnsanlar arasýndaki eþitsizliðin Tanrýsal düzenin gere
ði olduðunu ilerisüren Lutherin
düþünceleri, toplumun kurulu düzenine her bakýmdan uygun düþtüðü için hiç yadýrg
anmadý ve kolaylýkla
benimsendi. Ýznik Konsilinin hazýrladýðý Ýncil metni de temel kutsal kitap olara
k dokunulmazlýk ve
yorumlanýlmazlýk kazanýnca, kilisesiz ve papazsýz bir dine dönüþ yolundaki ilk p
rotestolarý bilmezlikten gelip, yeni
Protestan kiliseleri yükselmeye baþladý. Daha sonra, Katolik kilisesinin tuttuðu
yoldan gidilerek, ayýklanan
Aristotelesçilik geri getirildi ve Ýznik Konsilinin hazýrladýðý metin bununla te
mellendirilmeye çalýþýldý. Lutherin,
önceleri þeytanýn yataðý dediði us, yeniden eski tahtýna oturtulmuþtu. Þu farkla
ki, usla kutsal kitap çatýþýrsa kutsal
kitabýn dediði olacaktý. Aristotelesin söylediði deðil... Yeni ekonomik iliþkile
rin meydana getirdiði Rönesans'ýn
yeni insaný, dinsel insan olmaktan çýkarak kiþisel insan olmaya baþlamýþtýr.
Yenidendoðuþ düþüncesinin ayýrýcý niteliði insancý (ümanist) oluþudur. Bu düþü
nce insan'ý arar ve dýþ dünyayý
insanla olan iliþkileriyle deðerlendirir. Ýnsan, artýk bilgilerini yenilemekte v
e bütün inaklardan (dogmalardan)
kuþkulanmaktadýr. Yenidendoðuþ þüpheciliði, metafizik temeli yýkarak, bireyci (e
ndividüalist) temeli kurmaya
baþlamýþtýr. Ortaçaðýn feodal toprak aðasýnýn desteði olan metafizik, yeniçað bu
rjuvasýnýn desteði olan bireycilikle
çatýþýyor. Ne var ki bu çatýþma, ayný anadan doðan iki kardeþin çatýþmasýdýr. Ýd
ealist metafizik, idealist bireyciliðe
boyun eðmek üzeredir. Bu sýrada, yeniçaðýn yeni insanýný simgeleyen iki büyük ze
ka doðuyor: Nicolaus Cusanus'la
Giordano Bruno. Kardinal Nicolaus Cusanus (1401-1464)'a göre tanrý kavranamaz. Ç
ünkü us, yapýsý gereði,
birleþtiricidir ve birleþtirme iþini gerçekleþtirebilmek için de çokluklar ve ay
rýlýklar gerekir. Tanrýysa ancak
çokluklar ve ayrýlýklarýn dýþýnda düþünülebilir. Öyleyse düþünce, bu son ereðind
e kendisiyle çeliþmeye düþmektedir.
Daha açýk bir deyiþle, birleþtirici olan düþünce, ayrýlýklarla çalýþmak için yap
ýlmýþ olduðundan çünkü
birleþtirebilmek için ayrýlýklarýn varlýðý gerekir yetkin birleþmeye (Tanrý) yük
selince çalýþamaz... Ortaçaðdan
Rönesans'a geçiþ döneminde yaþayan' ve düþünce yapýsýyla da bir kolu geçmiþte, ö
bür kolu gelecekte bulunan
Cusanus, Kant'ýn öncüsü sayýlabilir. Düþüncenin sýnýrýný çizmiþ ve bu sýnýrýn öt
esinde kalan metafiziði mistik bir
görüþle sezilere býrakmýþtýr. Tanrýyla doðayý da birbirinden ayýrmýþ, güçlü bir
sezgiyle evrenin evrimsel bir geliþme
süreci olduðunu söylemiþtir. Cusanus'e göre, doðada karþýtlar (çokluklar ve ayrý
lýklar) vardýr. Tanrýdaysa bütün
karþýtlar birleþmiþtir, öyleyse bu iki yapý ayný þey olamaz. Evren devim halinde
dir ve sonsuz bir deðiþme içindedir,
Tanrýysa tüm deðiþmezliktir. Cusanus, karþýtlarýn sürekli olarak geçitlerle ort
adan kalkacaðýný düþünmekle bir
çeþit eytiþimsel anlayýþa varmýþ bulunmaktadýr. Cusanus'e göre dünya, evrenin me
rkezi de olamaz. Çünkü evrenin
merkezi ancak kendi dýþýndaki bir þeye göre olabilir, evrenin dýþýnda bir þey ta
sarlamaksa evrenin bütünlük (La.
universum) niteliðini ortadan kaldýrýr. Tanrýbilime karþýt düþüncelerinden ötürü
Cusanus öðretisine olumsuz
Tanrýbilim adý verilmiþtir.
Giordano Bruno (1548-1600), tipik bir rönesans adamýdýr. Doða karþýsýnda duydu
ðu büyük coþkunluk yüzünden
onu ozan-düþünür olarak nitelendirirler. Gençliðinde Dominiken tarikatýna girmiþ
, oysa cüppesiyle birlikte
metafizik düþüncelerini de pek çabuk üstünden atmýþtýr. Hareketli bir yaþamý var
dýr, her yerde kovuþturmaya
uðradýðýndan serbestçe düþünebilmek için ömrü boyunca kentten kente dolaþmýþtýr.
Sonunda, yakalanarak,
Roma'da Campo di Fiora meydanýnda yakýlmak suretiyle öldürülmüþtür. Kendisine bu
cezayý teblið eden
Engizisyon yargýcýna, ölümümü bildirirken siz, benden çok korkuyorsunuz demiþ. K
opernikus sisteminden
esinlenerek evrenin sonsuzluðunu kavramýþ. Tanrýnýn da, varsa eðer, ancak böyle
bir sistem içinde, sonsuzlukta
gerçekleþebileceðini düþünmüþ. Aristoteles'in evreni bölümlere ayýrmasýný açýkça
gülünç buluyor. Ona göre gök,
sonsuz evrendi. Akýl için iki sonsuz olamayacaðýna göre Tanrý ve Evren bir ve ay
ný þeydiler. Tanrý evrenin yaratýcýsý
deðil, kendisidir. Yaratýlan bir þey yoktur, olmakta olan bir þey vardýr. Ne yar
atan vardýr, ne de özgürce bir yaratma
iþi.
Bunlarýn yerine doða'yý ve meydana gelme zorunluðunu koymamýz gerekir. Evren-T
anrý, açýlarak ve yayýlarak,
kendisi bireyleþmeden bireyleri meydana getirir. Sonsuz büyüklükte nasýl bulunuy
orsa bir parçacýk otta, bir kum
taneciðinde, bir karýncada da öylece, bütünüyle bulunur. Sonsuz gerçek olarak on
un her yerde bulunmasý yüzünden
doða'da hiçbir þey yok olmaz. Ölüm, hayatýn bir deðiþmesinden baþka bir þey deði
ldir. Doða'da, bizlerin kurup
çattýðýmýz anlamda bir ölüm olamaz. Sadece her þey sürekli olarak deðiþir, o kad
ar. Bu deðiþme sonsuzdur.
Tohumlar baþka tohumlara yönelirler, deðiþirler. Örneðin tohum, ot olur, baþak
olur, ekmek olur, keylus olur, kan
olur, insan tohumu olur. Ýnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki
tohumu olur. Bu deðiþmeler ve
yenileþmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir. Bu sýrada bir baþka Ýtalyan, Tommas
o Campanella (1568-1639) yeni
gidiþe ayak uydurabilmesi için felsefeyi zorluyor. Oysa bu zorlayýþ sonuçsuz kal
acaktýr, ortaçaðýn son
kalýntýlarýndan olan Ýtalyan kilisesi onu da boðup susturmak üzeredir. Ýtalya'da
doðan yeni düþünce artýk Ýtalya'da
barýnamayarak Ýngiltere'ye, Fransa'ya, Almanya'ya doðru yola çýkmak zorundadýr.
Campanella'ya göre Varlýk'ýn
ilkeleri þunlardýr: Yapabilmek, bilmek, istemek... Bilgi olmasaydý doða hiçbir z
aman hiçbir þeyi meydana
getiremezdi. Ýþte Tanrý bu üç ilkenin birleþimidir, bir baþka deyiþle salt (Mutl
ak) iktidar, salt bilgi, salt sevgidir.
Bilgilerimiz duyularýmýzdan gelir. Oysa bu duyularý bilgi haline getiren akýld
ýr. Campanella'nýn bu ileri çýkýþlarý,
sonralarý, çok daha aydýnlýk olarak iþlenecektir. Görüldüðü gibi, yeni insan önc
e kendini, sonra da doðayý tanýma
yolundadýr. Çekinmeden aynaya bakmasýný, aynadakini olduðu gibi görmesini öðrenm
iþtir. Düþüncesi, artýk, bu yeni
bilgilerine dayanacaktýr: Zavalýlýðýný, gülünçlüðünü, karmakarýþýklýðýný bilmekt
e, gene de ürkmemektedir. Bu yeni
bilgileri onu yýpratmayacak, güçlendirecektir. Yeni insan; yavaþ yavaþ, dünya ge
rçeklerini bulmakta, ortaya
çýkarmakta, incelemekte ve bütün bunlardan yeni sonuçlara varmaktadýr. Bakýþlar
gökten yere inmiþ, yerden de
aynaya çevrilmiþtir. Ayna, bakmasýný bilenlere her þeyi olduðu gibi göstermekted
ir. Yeni insan, Yunanlý balýkçýnýn
bir fýrtýna sýrasýnda Neptunus'a dediðini kendi kendine mýrýldanmaktadýr: Ey Tan
rý, beni ister kurtar ister mahvet,
ben dümenimi kýrmadan dosdoðru gideceðim. Tommaso Campanella'nýn Ýtalya'da boðul
an sesi, Ýngiltere'de Francis
Bacan (1561-1626)'un aðzýnda devam etmektedir: Bilmek mi istiyorsunuz? Þu halde
sormaktan vazgeçerek
kendiniz deneyiniz. Deneyin mihengine vurulmamýþ olan deney öncesi (a priori) bi
r düþünce, gereken bilgi deðildir.
Peþin yargýlardan kaçýnýnýz. Kimi insanlarýn büyük kötülüklerden kurtulduklarýný
görüyoruz, bundan doðaüstü bir
koruyuculuk sonucunu çýkarýyoruz, ayný insanlarýn o büyük kötülüklerden kurtulma
dýklarý halleri de düþünün.
Eþya üstünde anlaþacak yerde, herkesin istediði anlamý verdiði kelimeler üstünde
beyhude yere kavga ediyoruz.
Felsefenin kurtuluþu, gözleme ve deneye baðlanmakla saðlanabilir. Doða üstüne so
yut düþüncelere dalmaktan
kurtulunuz, bu soyut düþünceler hiçbir iþinize yaramayacaktýr. Bir baþka Ýngiliz
, Thomas Hobbes (1588-l679),
ulusdaþýnýn sürdüðü tarlaya yeni tohumlar atmaktadýr: Felsefe yapmak, doðru düþü
nmektir. Düþünmekse katmak,
ayýrmak, toplamak, çýkarmak; bir baþka deyiþle, saymak demektir. Þu halde doðru
düþünmek, birleþtirilmesi
gerekeni birleþtirmek, ayrýlmasý gerekeni ayýrmaktýr. Birleþebilen ya da ayrýlab
ilen þeyler cisimlerdir. Demek ki
felsefenin cisimlerden baþka bir konusu olamaz. Ruhlar, Melekler, Tanrý düþünüle
mez. Bu soyut kavramlar felsefe
konularý deðil, inan konularýdýr. Felsefenin konusu cisimler, metodu da dýþ ve i
ç duyarlýktýr. Dýþ ve iç duyarlýðýn her
ikisi de deneye dayanýr. Gözlem biliminin dýþýnda gerçek hiçbir bilgi yoktur. Ho
bbes'a göre sýnýrsýz özgürlük
(Kayýtsýz hürriyet, La liberte dindifference) diye bir þey yoktur. Biz insanlarý
n davranýþlarý dayanýlmaz içgüdülerin
elindedir. Tutkusuz akýl, çekiciliði olmayan töresel ilkeler insanlar üstünde hi
çbir etki yapamaz. Bir istekten sonra
gelen davranýþýmýzý yönetmek bizim elimizdedir ama, isteðimizi yönetmek elimizde
deðildir. Her davranýþýn yeter bir
nedeni vardýr. Yeter neden, zorunluktur. Evrendeki her cisim gibi insan da bu zo
runluða baðlýdýr. Her þeyde olduðu
gibi törede de en gerçek yönetici, çýkar (Menfaat) düþüncesidir. Salt iyi, salt
kötü, salt tüze. (Adalet), salt töre
(Ahlak) yoktur, bunlar uydurulmuþ kavramlardýr. Gerçekte iyi, hoþa giden, kötü d
e hoþa gitmeyen þeydir. Doðada
olduðu gibi Devlette de hakký meydana getiren güç (Kuvvet)'tür. Gerçek Devlet, h
erkesin herkese karþý kavgasýdýr.
Devlet bu kavgaya bir dereceye kadar son verdiði için onun emrettiði erdem, ya
sak ettiði erdemsizliktir. Rönesans
insaný, artýk, önüne serilen her türlü bilgiden þüphe etmektedir. Felsefe tarihç
ilerinin modern þüphecilik (Fr.
Scepticisme moderne) adýný verdikleri rönesans þüpheciliði (Fr. Scepticisme de r
enaissance) de Henricus Cornelius
Agrippa von Nettesheim (1486-1535)'le baþlamaktadýr. Nettesheim, bilgi olanaðýný
ilerisüren herkese þiddetle
saldýrmýþ, çalýþmalarýnýn boþ ve tehlikeli olduðunu ve onlarý hiçbir sonuca eriþ
tirmeyeceðini savunmuþtur. Bilime
karþý bu bilgisizce saldýrýda kendisini bir baþka rönesans adamý, Michel de Mont
aigne izlemektedir. Montaigne'e
göre de bilim adamlarý, hiçbir iþe yaramayan yanlýþ sonuçlara varmaktan baþka hi
çbir iþ yapamazlar. Copernicus'a
niçin inanmalý? Yakýn gelecekte biri çýkýp onu pekala çürütebilir. Paracelsus, k
endisinden önceki bütün hekimlerin
hastalarýný öldürmekten baþka bir þey yapmadýklarýný söylüyor, ama Paracelsus da
ayný sýnýfa sokulacak
hekimlerdendir. Güvenilir bilgi arayacaðýmýza bilgisizliðimizi görüp kabullenmem
iz gerek. Bu olumsuz
þüphecilikte Montaignein izleyicileri de rahip Pierre Charron (1541-1603)'la pis
kopos Jean Pierre Camus (1584-
1654)'dür. Charron, gerçek bilim insanýn kendisidir, diyor. Ýnsan kendisini ince
lerse, tüm bilgilerinin duyularýndan
ve usundan geldiðini görür. Oysa bu ikisine de asla güvenilemez. Bilim adamlarýn
ýn yapabilecekleri tek þey vardýr,
eski þüpheli varsayýmlarý yeni þüpheli varsayýmlarla deðiþtirmek. Bilim asla bun
dan öteye gidemez. Piskopos
Camus'ye göre de sav, hiçbir þey bilemeyiz; karþý sav, bir þey bilebiliriz; bire
þim, bir þeyin bilinip bilinemeyeceði
konusunda yargýdan kaçýnmalýyýz. Felsefe de bulanýk bir uçurum ve içinden çýkýla
maz bir labirenttir. Rönesans
þüpheciliðinde bu iki papazý François la Mothe le Vayer (1586-1672) izlemektedir
. (Molierein birçok piyeslerinde
alay ettiði þüpheci budur). Yapýtý bile þu adý taþýr: Þüpheci felsefenin þüphele
rinin bilimlerde çok iþe yaradýðýný
gösteren konuþma. Le Vayere göre þüphecilik, bilimi yýkmýþtýr ve boþuna bir uðra
þý olduðunu tanýtlamýþtýr. Bilimsel
araþtýrma gereksiz, umutsuz ve sonuçsuzdur. Rönesans þüphecilerinin son düþünürü
Francisco Sanchez (1562-
1632)'dir. Sanchez'e göre de nesneler (Sanchezin deyimiyle: ne yazýk ki) birbirl
eriyle iliþkilidirler, bundan ötürü de
tek tek hiçbiri bilinemez. Bundan baþka sayýlarý da sýnýrsýzdýr, demek ki tümünü
bilmek esasen olanaksýzdýr.
Dahasý, sürekli olarak deðiþirler, deðiþen þeyler nasýl bilinebilir? Duyulara as
la güvenilemez, çünkü onlar sadece dýþ
görünüþü gösterebilirler, nesnenin kendiliðine inemezler. Rönesans þüphecileri,
görüldüðü gibi, antikçað Yunan
þüphecilerinden çok daha bilimdýþýdýrlar. Bundan baþka, her þeyden þüphe etmiþle
r, ama tanrýdan þüphe
etmemiþlerdir (Nettesheim'a göre, tek bilgi kaynaðý tanrýdýr, Charron'a göre, in
sanýn incelenmesi bizi tanrýnýn
bilgisine götürür, Montaigne'e göre, eðer tanrý insanlara ilkeleri bildirmeseydi
bu ilkeler olabilir miydi?, Camuþ'ya
göre, insanýn bilebileceði gerçekler ancak tanrýnýn ona göstermek istediði kadar
dýr, Le Vayere göre, tanrýsal
gerçeklere tanrýnýn yardýmý olmadan asla ulaþýlamaz). Ne var ki rönesans þüpheci
liði metafizik temeli yýkarak yerine
bireyci temeli koymaktadýr. Ortaçað toprak aðasýnýn (feodal) desteði olan metafi
zik, yeniçaðýn yeni insanýnýn
(burjuvazi) desteði olan bireyciliðe boyun eðmek üzeredir. Gerçekte her iki düny
a görüþünün de yapýsý aynýdýr;
metafizikte genellikten özelliðe daðýlan us, bireycilikte özellikten genelliðe y
ükselmektedir. Sadece çýkýþ noktalarý
deðiþmiþtir, vardýklarý sonuç birdir. Bireyler, bireysel olduðu kadar ortak bir
usla birbirlerine baðlýdýrlar. Stoacýlarýn
dedikleri gibi bu us Atina'da baþka türlü, Roma'da baþka türlü olamaz. Justus Li
psius'un (1547-1606) rönesans
stoacýlýðý böylesine bir usu önermektedir. Metafizik ruh, bireycilikte kýlýk deð
iþtirmiþtir. Padua okulunun kurucusu
Petrus Pomponatius (1462- 1525), Scaliger (1484-1558), Cremonini (1552-1631), Za
barella (1533-1589) ve Lucilio
Vanini' nin (Pompejo Ucilio, 1583-1619) dillerinde artýk onun ölmezliði açýkça t
artýþýlmaktadýr. Artýk kimse ruhun
ölmezliðine inanmýyor ama, Vanini gibi dili koparýldýktan sonra diri diri yakýlý
mayý göze alamayanlar Cremonini'nin
þu öðüdüne uyuyorlar: Ýçinden dilediðin gibi, dýþýndan herkes gibi davran (Intus
ýýt Iibert, foris ut moris est)...
Aristoteles, ortaçaðýn metafizik eklentilerinden temizlenerek yeniden ele alýn
maktadýr. Theodoros Gaza'nýn
yönetiminde Rudolf Agricola ve lacobus Faber, insancý (ümanist) bir Aristoteles
yaratmaktadýrlar. Bireysel ruh
ölümlüdür ama, ruhun usu ölümden sonra evrensel usa karýþacaktýr. Çünkü onun özü
olan düþünce, vücuttan ayrýlýr.
Bu anlayýþ, Teleziana akademisinin kurucusu Bernardino Telesio'yla (1108-1588) F
rencesco Patrizzi'nin (1527-
159.7) natüralizmine uygun düþmektedir. Öbür yandan da, Georgios Gemistos Pletho
n (1355-1450), Basilius
Bessarion (l403-1472), Marsilius Ficinus'un (1433-1499) eliyle metafizik eklenti
lerinden temizlenmiþ insancý bir
Platon meydanâ çýkarýlmaktadýr. Ýnsanýn ruhu tanrýdan türemiþ olduðuna göre, ins
anda bütün evreni bilebilmek ve
anlayabilmek gücü var demektir. Bilgi derebeyine özgü deðildir, burjuva da bilgi
edinebilir. Bütün bunlarýn üstünde
de, Giovanni Pico della Mirandola'yla (1463-1494) Andreas Caesalpinus'un (I509-1
603) seçmeciliði (eklektizm)
eski Yunan düþüncesinin çeþitli akýmlarýný birleþtirerek uzlaþtýrmaya çalýþmakta
dýr. Aristoteles'le Platon'un temelde
birleþmekte olduklarý düþüncesi yeniden ortaya atýlmýþtýr. Ortaçaðda derebeyliði
n çýkarlarýna göre yorumlanan
Yunan düþüncesi, artýk burjuvazinin çýkarlarýna göre yorumlanmaktadýr. Ýnsanlýk
yaþamýna bilimsel bir temel
yerleþtirmeye çalýþtýðý için bilimsel olan hiçbir þeyden hoþlanmayan ortaçað met
afiziðince sapýklýkla suçlanan
Epikuros, Petrus Gassendi'nin (1592-1655) eliyle, burjuvazi bireyciliðine uygun
mekanikçi atom anlayýþý içinde
yeniden doðurtulmaktadýr. Yenidendoðuþ (Rönesans), her bakýmdan burjuvaziye uygu
n ve yararlý bir doðuþtur.
Doða, artýk, metafiziðin hiyerarþik durallýðý içinde deðil, mekaniðin yer deðiþt
irme devimselliði içindedir.
Derebeyinin hiyerarþik düzendeki dokunulmaz üstün yeri deðiþecek ve bu yere he
r ne kadar yeri deðiþenin kendisi
deðiþmezse de burjuvazi oturabilecektir. Yenidendoðuþ, bütün bu oluþmalar içinde
de, bir yeniden biçimleniþ
(reformasyon) gerektirmektedir. Protestanlýk, kapitalizmin temellerini hazýrlama
ktadýr. Luthere göre sosyal
eþitsizlik tanrý düzenidir ve olduðu gibi korunmasý gerekir. Calvin'e göre üreti
m için alýnacak faiz gereklidir ve
dinsel yasalara aykýrý deðildir. Protestanlýk, ekonomik bir dinciliktir ve burju
vazinin ticaret sorunlarýný
kapsamaktadýr. Birey ve bireyin ekonomik sorunlarý, tanrýsal düþünce içinde bile
, birinci plana çýkmýþtýr. Jacob
Boehme'de (1575-1624) dilegelen Rönesans gizemciliði (mistisizm) de bu yoldadýr.
Boehme'e göre tanrý dural
deðil, devimseldir. Tanrý doðalaþmýþ ve insanlaþmýþtýr, öyleyse birey tanrýlýk d
eðerdedir. Rönesans çaðýnýn sonlarýna
doðru, bütün bu dinsel yenilenmeler de yetiþmeyecek, kaynaðýný insanda ve us'ta
bulan yeni bir doðal din akýmý
türeyecektir. Laelius Socinus (1525-1562), Jean Bodin (1530-1596) ve Herbert of
Cherbury'nin (1581-1648)
ellerinde oluþan bu doðal din, insan usunu ve böylelikle de bireyi yüceltmektedi
r. Bu çaðýn dincilerinin çoðu ayný
zamanda ekonomicilerdir. Bodin de bunlardan biridir ve ekonomik olaylarý, metafi
ziðe uygun olan dogmatik açýdan
deðerlendirmektedir.
ÝNSAN VE DELÝLÝÐÝ. Ýnsancýlýk deyimiyle dilimize çevrilen humanisme (ümanizm)
bir yenidendoðuþ akýmýdýr.
Ýlkin antikçað yapýtlarý üstünde çalýþma ve onlarý meydana çýkarma anlamýný dile
getiriyordu. Ortaçaðýn
karanlýðýnda insanlýklarýndan çýkan Avrupalýlar insan'ý Hellen putçuluðunda arýy
orlardý. Biraz da Diogenesin gün
ýþýðýnda fenerle adam aramasýna benzeyen bu iþ, sonunda felsefesel bir deyiþe dö
nüþtürüldü. Deyim, deðer ölçüsü
olarak insaný alma anlamýyla tanýmlandý. Ortaçað tanrýcýlýðýndan öylesine býkýlm
ýþtý ki, her türlü deðere ölçüt
olarak konulmasý düþünülen insan, sonunda Tanrýnýn yerine konuldu. Kutsal Roma Ý
mparatorluðunun
evrendaþçýlýðý, bencil bir bireyciliðe dönüþtü. Bir bakýma Kutsal Roma Ýmparator
luðu (Sacrum Imperium
Romanum) bunu hak etmiþ sayýlýrdý. Ne var ki böylesine bir bireyciliðin sonu el
altýndan gene Tanrýcýlýða
varýyordu. Konuþma dilinde bencilik'le eþanlamda kullanýlan bireycilik terimi, f
elsefede bireyi baþ gerçek sayan ve
her þeyin birey için olduðunu savunan bir dünya görüþünü tanýmlar. Tarihsel süre
çte ,burjuva sýnýfýnýn belirmesiyle
meydana çýkmýþ ve çökmeye yüz tutan metafizik dünya görüþünün yerini almýþtýr. G
erçekte dil ve kýlýk deðiþtirmiþ
bir metafizikten baþka bir þey deðildir: Metafizik dünya görüþünün baþ gerçeði o
lan Tanrý'nýn yerine Tanrý
niteliðinde bir insan anlayýþý getirmektedir: Rönesans düþüncesinden bu yana Olg
uculuk, Mahçýlýk,
Pragmacýlýk'tan günümüz Varoluþçuluðuna kadar bütün bireyci öðretiler zorunlu ol
arak öznel düþünceci (sübjektif
idealist)'dirler. Tek sözle hepsinde temel bireysel düþünce, eþit ruh, eþit Tanr
ý'dýr. Olaylara yön veren formül
budur. Bu görüþün elde etmek istediði amaç da her þeyin birey'i göz önünde tutar
ak düzenlenmesidir. Örneðin,
ekonomi, toplumu deðil, bireyi geliþtirmek için düzenlenecektir; eðitim, toplumu
deðil, bireyi yetiþtirmek için
düzenlenecektir. Bu anlayýþa göre toplum, birey'lerden kurulu olmakla bireyin ür
ünüdür. Birey'in zenginliði ve
mutluluðu toplumun zenginliði ve mutluluðu demektir. Bu görüþ, bilimsel olmak id
diasýna raðmen, zorunlu olarak
halk dilindeki anlamýna dönüþüyor ve bencil bir ahlak yaratýyordu. Bireyci insan
cýlýðýn ünlü düþünürleri Erasmus,
Machiavelli ve Montaigne ister istemez böylesine bir anlayýþý pekiþtirerek yeni
toplumsal tedirginliklerin
tohumlarýný atýyorlardý.
Hollandalý bilgin Erasmus (Didier Erasme, 1467-1536), mutluluða eriþmek isteye
n insanlara yeni bir yol
gösteriyor: Delilik yolu... XVi'ncý yüzyýlýn baþýnda yayýmlanan Deliliðe Övgü (E
ncomium Morias) adlý ünlü
yapýtýnda
þöyle diyor: Ýnsanlar akla ne kadar baðlanýrlarsa, mutluluktan o kadar uzaklaþýr
lar. Davranýþlarýný akla göre
düzenleyenler, delilerden daha deli olduklarýndan, insanlýklarýný unutur, Tanrýl
ýða özenirler. Bilim üstüne bilim,
sanat üstüne sanat yýðarlar. Bütün bunlarý da doðaya karþý savaþmak için kullanm
aya kalkarlar. Ey ulu Tanrýlar;
kendilerine deli, akýlsýz, budala, avanak gibi güzel adlar verilen kiþilerden da
ha mutlu kiþiler var mýdýr
yeryüzünde?..
Erasmus, yenidendoðuþ çaðýnýn büyük adlarýndan biridir. Evlilikdýþý doðmuþ bir
çocuktu. Yaþadýðý sürece kendi
mutluluðunu yaratmasýný, yarattýktan sonra da korumasýný bilmiþtir. Bencildi. Bü
yük kavgalardan, tartýþmalardan
kaçýnýrdý. Ne Katolik, ne de Protestan olduðu halde, küçük kurnazlýklarla, her i
ki yönü de oyalayabilmiþ, üstüne
sýçratmamýþtýr. Felsefe alanýnda büyük bir deðer taþýmaz. Ancak klasik Yunan ve
Latin düþüncesini çevirip yayarak
çaðýný geniþ ölçüde etkilemiþ, uyarmýþtý. Aykýrý düþüncelerinden, alaycýlýðýndan
ötürü kendisini Fransýz düþünürü
Voltaire'e (1694-1778) benzetirler. Ýnsancýdýr (hümaniste). Bir bakýma, bütün bu
nitelikleriyle, örnek bir yeniçað
adamýdýr. Hollanda' da doðdu, Fransa'da okudu, Ýtalya'da gezdi, Ýngiltere'de yaþ
adý, Ýsviçre'de öldü. Altmýþ dokuz
yýllýk ömrü mutlulukla geçmiþtir.
Mutluluðu akýldýþý yaþamakta bulan Erasmus, bu düþüncesini þöyle savunuyor: E
y ulu Tanrýlar, ne komedyadýr bu
deliler sürüsü, ama ne de mutludurlar. Biri bir kadýncýðýn aþkýndan ölür, kadýn
onu ne kadar sevmezse onun sevgisi
o kadar artar. Bir baþkasý evlenirken kýzdan çok, parasýný alýr. Beriki karýsýna
eliyle sevgililer bulur. Ötekiyse,
karýsýný öylesine kýskanýr ki, bir an bile gözünden kaçýrmaz. Birdenbire gelen ö
lümle kederlenen bir adam, bin bir
çýlgýnlýk yapar, göz yaþý oyunu oynatmak için parayla aðlayýcýlar tutar. Ötede b
undan ötürü için için sevinen bir
baþkasý kederli görünmeye zorlar kendini, diþini sýkýp kaynanasýnýn mezarý üstün
de aðlar. Daha ötede, mutluluðu
uykuda bulan tembeller, kendi iþlerini býrakýp baþkalarýnýn iþlerini düzenlemek
için koþup duranlar. Kimi
borçlarýný ödemek için ödünç almakla zenginleþtiðini sanýr. Þu doymak bilmez tüc
car ufak bir kazanç için
denizlerde dolaþýr, bir kez elden gidince dünyanýn bütün altýnlarýnýn geri verem
eyeceði hayatýný dalgalarýn keyfine
býrakýr. Kimi de evinde rahat rahat oturacaðý yerde, savaþa gider. Bütün insanla
rýn en delisi tüccarlardýr. Durmadan
kazanmak için en alçak araçlarý kullanýrlar; yalan, yalan yere yemin, hýrsýzlýk,
hile, aldatmalar bütün ömürlerini
doldurur. Bu aþaðýlýklarýna raðmen, gene de kazandýklarý altýnlarýn kendilerini
yükselteceðine inanýrlar. Yükselirler
de nitekim. Toplum, parasý olana deðer verir. Birçok din adamlarý da bu aþaðýlýk
zenginlikten bir parça koparmak
için onlara en þerefli Tanrý katlarý verirler. Ey ulu Tanrýlar, bu çýlgýnlar sür
üsü, aldatmak istedikleri kimselerce
aldatýldýklarý zaman, sizler de kahkahalarla güler, mutlulanýrsýnýz sonunda.
Erasmus, deliliði þöyle tanýtýyor: Tanrýlar ve insanlar üstüne sevinç saçan ya
lnýz benim. Anamýn adý Neotet'tir
(gençlik). Mutluluk adalarýnda (Kanarya adalarýnýn eski adý) doðdum. Methe'yle (
sarhoþluk) Apoidia (bilgisizlik)
benim sütninelerimdir. Ýzzetinefis, yüze gülme, tembellik, þehvet, bunaklýk, zev
kusefa, Komos (içki sofralarý
Tanrýsý), Morpheus (rüyalar Tanrýsý) hizmetçilerimdir. Bu sadýk hizmetçilerimle,
dünyayý yönetenleri yönetirim
ben.
Ýlk mutluluðunuz þu güzelim dünyaya gelmektir. Dünyaya gelmenizi ananýzla baba
nýzýn evlenmesine borçlusunuz.
Hizmetçilerimden unutmak olmasaydý ananýz o acýlara bir daha katlanýp sizi doður
mazdý. Çocukluk akýldan yoksun
olduðundan, eðlendirir, haz verir. Delilik olmasaydý gençliðin ne tadý olurdu? N
itekim gençliðin adýna delikanlýlýk
demiyor muyuz? Yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç, ne haz, ne de mutluluk vard
ýr. Tanrý insanlara akýldan
çok tutku verirken, ne yaptýðýný hepimizden iyi biliyordu. Eðer hizmetçilerimden
yüze gülme, iki yüzlülük,
kurnazlýk olmasaydý, kadýnla erkeði hiçbir güç bir arada tutamazdý. Kral halkýný
, koca karýsýný, uþak efendisini, dost
dostunu bunlarsýz yönetebilir mi sanýyorsunuz? En büyük mutluluk, insanýn kendin
den hoþnut olmasý, elindekilerle
yetinmesidir. Hizmetçim izzetinefis olmasaydý bu mutluluðu saðlayabilir miydiniz
? Hele insanýn kendinden hoþnut
olmasý kadar güzel ve hoþ, oysa delice ne vardýr? Kutsal Kitap'tan birkaç yaprak
ezberlemekle cennete gitmeyi
garantilediðini sanan þu zýrdeli ne kadar mutludur. Akýllýyla deliyi ayýrt eden
nedir? Biri aklýnýn, öbürü tutkusunun
peþinde gider. Oysa akýllýyý aklýnýn peþinden sürükleyen de tutkusudur. Ama o öy
lesine bir zavallýdýr ki, mutluluk
saðlayan bir tutku yerine, mutsuzluk saðlayan bir tutku seçmiþtir.
Hele bakýn: Kirli ve iðrenç bir doðum, zahmetli bir eðitim, her yönden gelen t
ehlikelerle dolu bir çocukluk, yorucu
incelemelere, öðrenmelere boyun eðen bir gençlik, hastalýklar ve sakatlýklarla ç
evrili bir ihtiyarlýk, acý bir zorunluk
olan ölüm... Bu bahtsýz ömür süresince sayýþýz tehlikeler, hastalýklar; korkular
, yoksulluklar, hapis, alçaklýk, utanç,
acý, pusu, ihanet, dava, hakaret, hile... Eðer insanlarýn çoðu akýl yolundan git
selerdi, dünya üstünde kendini
öldürmedik adam kalmazdý. Oysa ben, bütün bu dertleri birbirinden ayýrýp bin bir
biçimde yumuþatmasýný bilirim.
Ýnsanlara bilgisizliði, umursamazlýðý daðýtýrým. Kimine daha mutlu bir talihin t
atlý umudunu yollar, kiminin
ayaklarýna sevimli þehvetin bir günlük güllerini serperim. Gönderdiðim düþler on
larý baðlar. Ölüm perisinin
eðirecek ipliði kalmamýþ olsa bile, yaþamaya karþý en ufak bir tiksinti duymak þ
öyle dursun, onlarý yaþamaktan
ayrýlmaya zorlayan nedenler ne kadar artarsa, yaþamaya baðlýlýklarý da o kadar a
rtar.
Mutluluk bilgisizliktedir; bir adam vardý. Bu adam evlendikten sonra, karýsýna
bir kutu dolusu elmas verdi.
Elmaslar sahteydi. Adam, karýsýný, verdiði elmaslarýn pek deðerli olduðuna inand
ýrmýþtý. Kadýncaðýz çok mutluydu.
Bu deðersiz cam parçalarýna bakarken gözleri doluyor, elleri titriyordu. Bilgisi
zliðin verdiði bu mutluluðu, hangi
bilgi verebilir? Ya da bu elmaslarýn sahteliðini bilmeyenin mutluluðuyla, bu elm
aslarýn gerçeðini boynuna takanýn
mutluluðu arasýnda ne fark vardýr?
Ah þu mutlu deliler... Yaptýklarý bin bir deliliðe ne de güvenirler. Tanrý kat
ýna yüz akýyla çýkmak için nasýl da
hazýrlanýyorlar, deliliklerini armaðanlandýrmak için cennet bile az gelecek. Tan
rýnýn karþýsýna dizilince kimi balýkla
dolmuþ karnýný gösterecek. Kimi günde þu kadar yüz hesabýyla okunmuþ bin ölçek d
uayý ortaya dökecek. Bir
üçüncüsü, uzun uzun tuttuðu oruçlarý sayacak ve günde bir kez yediðinden ötürü k
arnýnýn kaç kez patlamak üzere
olduðunu anlatacak. Biri, taþýmaya yedi geminin yetmeyeceði kadar çok tören, tes
pih,. mýrýltý götürecek. Bir
baþkasý altmýþ yýl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokunmadýðýný söyleyerek öv
ünecek. Öteki, gemicilerin en
yoksulunun bile giymekten utanacaðý pis cüppesini gösterecek. Baþka biri de kaya
ya yapýþýk sünger gibi elli yýl
ayný manastýra baðlý kaldýðýný haykýracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin k
ýsýldýðýný ilerisürecektir. Kimileri
de yalnýzlýktan avanaklaþtýklarýný ya da susmaktan dillerinin uyuþtuðunu anlatac
aklar. Tanrýyý iyice þaþýrtacaklar.
Bütün bunlardan hiçbir þey anlamýyorum, diyecek Tanrý, benden daha mübarek olmak
isteyenlere verecek cennetim
yok benim, gidin kendinize benimkinden baþka bir cennet arayýn!.. Oysa önemi yok
bu sonucun. Onlar þimdi benim
verdiðim umutlarla mutludurlar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Eðer þu piskopos, giymiþ olduðu ak kaftanýn kusursu
z bir ömür sürmek, baþýný örten çift
boynuzlu ve uçlarý birbirine tek düðümle baðlý külahýn eski kutsal kitapla yeni
kutsal kitabý birleþtirmek,
ellerindeki eldivenin dünyanýn kötülüklerini ellerine bulaþtýrmamak, asasýnýn ke
ndi güdücülüðüne býrakýlan sürüyü
sürekli olarak gütmek ve dikkatini onlarýn üstünden bir an bile eksik etmemek an
lamlarýna geldiðini bilseydi, mutlu
olabilir miydi? Böylesine bir sorumluluðun altýnda yaþayamaz, ezilir giderdi elb
et. Oysa piskoposlarýmýz o kadar
budala deðildirler. Kendileri otlamaya bakar, sürüleri otlatmak iþini Ýsa'ya býr
akýrlar.
AYNA. O güne kadar aynaya bakanlar, kendilerini güzel görmek istediler. O gün,
yeniden doðuþ Ýtalya'sýnda, ilk
olarak, korkmadan, kendini olduðu gibi görmek isteyen bir adam aynaya baktý. Bu
adam Floransalý Niccolo
Macchiavelli'dir (1469-1527).
Ayna tüm gerçeði gösteriyordu. Geriye, gördüðünü yapmacýk utanca, kapýlmadan a
çýklamak kalýyordu.
Niccolo Macchiavelli de sadece bunu, bir bakýma hiçbir güçlüðü bulunmayan bu kol
ay iþi yapacak, bu yüzden de
mezar taþýna þu sözleri yazdýracaktý: Hiçbir övgü bu adýn büyüklüðüne eriþemez.
Devlet, Tanrýya dayanmalýdýr diyen
Aquinolu Thomas'ý hatýrlarsanýz, devlet insana dayanýr diyen Macchiavelli'nin gü
cünü daha iyi ölçebilirsiniz.
Macchiavelli'ye göre bir ulusa dayanan devlet, güçlü devlettir. Devlet, gücünü
kiliseden deðil, ulustan alýr. Din,
töre; hukuk da kiliseye deðil; devlete baðlýdýr. Devlet, gerekiyorsa, bütün bunl
arý birer araç olarak kullanacaktýr.
Amaç devlettir. Araçlar bu amaca yararlý olmak zorundadýrlar.
Hükümdar adlý yapýt, Macchiavelli'nin aynada gördüklerini açýklar: Ýnsanlar, n
ankör, yalancý, iki yüzlü, tehlike
karþýsýnda korkak, kazanç karþýsýnda çýkarcýdýrlar (Hükümdar, XVii'nci bölüm). B
ütün bunlarý bilerek onlarý
yönetmek gerekir. Ýyi olmayan insanlar arasýnda iyi kalmak isteyen bir insan er
geç ortadan silinir. Þu halde,
hükümdar iyi olmamayý öðrenmelidir (Hükümdar, XV'nci bölüm).
Devleti yaþatmak için her türlü kötülüðü yapabilirsiniz. Ýþte, iyice bakýnýz v
e görünüz ki, nice erdemler
mutsuzluðu, nice erdemsizlikler de mutluluðu doðururlar. Gerçeði görebilirseniz
cömert olunamayacaðýný
anlarsýnýz. Cömert olabilmek için sonuna kadar açýk elli olmak gerekir. Böylesin
e bir açýk ellilik karþýsýndaysa
boþalmayacak kese yoktur. Þu halde sonuna kadar cömert olunamaz. Önce cömert gör
ünüp, sonra suyu kesmekse
insaný cömert deðil, gülünç eder. Keseniz boþalýnca, cömertlik ününü yitirmemek
isteyeceksiniz, halka yeni vergiler
salmak, ötekinin berikinin mallarýna el koymak zorunda kalacaksýnýz. Bu halde de
cömertliðiniz hiçbir iþe
yarayamayacak, halkýnýzýn gözünden düþecek, sevilmeyeceksiniz. Bu yola sapmayara
k yoksul bir hükümdar kalmayý
seçerseniz, þunu unutmayýnýz ki, yoksul bir hükümdarý sevebilecek bir halk yoktu
r, hele dünya üstünde eski
cömertliðinizi hatýrlayabilecek bir insan yaratýlmamýþtýr. Cömertlik, gerçek olm
ayan bir kuruntudan baþka bir þey
deðildir, bundan baþka hiçbir etkisi de düþünülemez. Çünkü verebildikleriniz, ve
remediklerinizin yanýnda devede
kulak kalacaktýr. Býrakýn bu kuruntuyu, adýnýzýn pintiye çýkmasýndan çekinmeyin.
Geliriniz kendinize yetiyorsa,
ülkenize saldýranlara karþý koymak için paranýz varsa, yeni vergiler koyup halký
nýzýn canýný sýkmýyorsanýz, ötekinin
berikinin malýna el atmadan yeni iþler baþarabiliyorsanýz cömertlik ünü kendilið
inden gelir size. Büyük iþleri ancak
pinti sayýlan hükümdarlar yapabilmiþtir. Bir hükümdar pinti sayýlmasýndan ürkmem
elidir, çünkü kusur denilen bu
haldir ki onu tahtýnda tutar. Becerebilirsen cömert görün, ama sakýn cömert olma
.
Macchiavelli, yapýtýnýn Xvi'ncý bölümünde verdiði bu öðütten þu sonucu çýkarýy
or: Hükümdar ya kendinin, ya
halkýnýn, ya yabancýlarýn parasýný harcar. Kendi parasýný yukarda sayýlan nedenl
erden ötürü harcamamalýdýr.
Halkýnýn parasýný harcamakta cömertlik göstermelidir. Çünkü baþkalarýnýn parasýn
ý harcamakla kolayca þeref
kazanýlýr. Keyhüsrev, Sezar, Ýskender böyle yapmýþlardý. Yabancýlarýn parasýnýys
a su gibi harcamalýdýr, çapulculuða
alýþmýþ olanlara pintilik edilmez.
Sevilmekten çok korkulmak iyidir. Tüm sevilmek de, tüm cömertlik gibi bir kuru
ntudur. Sezar Borgia korkuttuðu
için baþardý, Sipyon korkutamadýðý için baþaramadý. Ölüm cezasý, mallara el koym
aktan iyidir. Ölüm, sadece
ölenleri ilgilendirir ama, mallar pek çok kiþiyi ilgilendirir. Oðul, babasýnýn ö
ldüðünü unutur, oysa malýnýn elden
gittiðini unutmaz.
Macchiavelli, yapýtýnýn XViii'nci bölümünde, verilen sözlerin tutulmasý gereki
p gerekmediðini inceliyor. Ona göre
sözünde durmak büyük bir erdemdir, ama bütün büyük iþleri sözünde durmayanlar ba
þarmýþlardýr. Bir hükümdar
ancak kendine yararlý olduðu sürece sözünde durabilir. Hükümdarýn sözüne güvener
ek boyun eðenlerin boynu,
gerekiyorsa, hemen vurulmalýdýr. Baþarý, sözünde durmakla deðil, aldatmakla elde
edilir. Eski masallarda hükümdar
çocuklarýnýn beslenmek için yarýsý insan yarýsý hayvan Þiron'a verildiklerini ha
týrlayýnýz. Bunun anlamý açýktýr,
hükümdarlarýn yarý insan yarý hayvan yapýsýný taþýmalarý gerekir. Çünkü hayvanlý
k olmadan insanlýk sürekli olamaz.
Hem tilki hem aslan olunuz, çünkü aslan kendini tuzaklara karþý nasýl savunamazs
a tilki de öylece kendini kurtlara
karþý savunamaz. Tuzaklardan korunmak için tilki, kurtlarý korkutmak için aslan
olmak gerekir. Ýnsanlar iyi
yaratýlýþlý olsalardý hükümdarlar da sözlerinde durabilirlerdi. Oysa insanlar kö
tüdürler, kötülükler iyiliklerle
yönetilemez. Papa Vi'ncý Aleksandr, insanlarý aldatarak baþarýya ulaþmýþtýr, hiç
kimse onun kadar hiçbirini
tutmadýðý yeminler etmemiþtir. Tilkilik insana asýl niyetleri gizleyebilmek hüne
rini öðretir ki hükümdarýn
baþarýsýnda gereken de budur.
Macchiavelli'ye göre töre (ahlak), ancak devlet için vardýr, devletten ayrý, b
aðýmsýz olarak hiçbir anlam taþýmaz.
Devletin sýnýrlarýnýn bittiði yerde töre de biter. Burjuva devletinin temelleri
böylelikle atýlmaktadýr.
BRE ZAVALI ÝNSAN. Baktýðý ayna yeni insaný ürkütmüyor, kuþkusunu artýrýyor büs
bütün. Özgür düþüncenin ilk
büyük yazarý Montaigne (1533-1592) þöyle seslenmektedir: Bre zavallý insan, az m
ý derdin var ki kendine yeni
dertler uyduruyorsun? Az mý kötü haldesin ki bir de kendi kendini kötülemeye öze
niyorsun? Ne diye yeni
çirkinlikler yaratmaya çalýþýyorsun, içinde ve dýþýnda o kadar çirkinlikler var
ki... O kadar rahat mýsýn ki rahatýnýn
yarýsý sana batýyor? Doðanýn (tabiatýn) seni zorladýðý bütün yararlý iþleri görd
ün bitirdin, iþsiz güçsüz kaldýn da mý
baþka iþler çýkarýyorsun kendine? Sen tut doðanýn þaþmaz, hiçbir yerde deðiþmez
kanunlarýný hor gör, sonra o senin
yaptýðýn, tek yönlü, acayip kanunlara uymaya çabala. Üstelik bu kanunlar ne kada
r kendine özgü, dayanýksýz,
gerçeðe aykýrý olursa gayretlerin de o ölçüde artýyor senin. Mahalle papazýnýn s
ana emrettiði gündelik iþlere sýký
sýkýya baðlanýrsýn; Tanrýnýn, doðanýn emirleri umurunda deðildir. Bak, bir düþün
bunlar üstünde, bütün hayatýn
böyle geçip gidiyor (Denemeler, kitap iii, bölüm V, Aþk üstüne).
Montaigne'e göre biz insanlar, kendimizi kötülemede gösterdiðimiz zekayý hiçbi
r yerde gösteremeyiz. Kafamýzýn, o
her þeyi bozabilen tehlikeli aletin peþine düþtüðü, öldürmeye kasdettiði av kend
i kendimizdir. Ýnsaný öldürmek için
gün ýþýðýnda geniþ meydanlar ararýz, ama onu yaratmak için karanlýk köþelere giz
leniriz. Ýnsaný yapmak gizlenip
utanýlan bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok ,erdemleri içine alan bir þer
eftir. Biri günah, öbürü sevaptýr.
Bizi yaratan iþi hayvanlýk saymaktan daha büyük hayvanlýk mý olur? Öbür yandan,
birçoklarýnýn yaþamanýn ereði
(gayesi) saydýklarý erdem, ya da Aristippos'un sözünü ettiði haz, katýksýz olara
k elde edilememiþtir. Sokrates der
ki: Tanrýlardan biri hazla elemi birleþtirip karýþtýrmak istemiþ, bunu baþaramay
ýnca, bari þunlarý kuyruklarýndan
birbirlerine baðlayayým, demiþ. Gülme son haddine varýnca göz yaþlarýyla karýþýr
, aðlayan insanla gülen insanýn
yüzünde beliren çizgiler aynýdýr. Kendi kendime günahlarýmý açarken görüyorum ki
en iyi huylarýmda bile kötüye
çalan bir yön var. Korkarým ki Platon, en saðlam bildiði doðruluðu iyi yoklasayd
ý, bu doðrulukta insanýn karýþýk yapýsýndan
gelen bir bozukluk bulurdu. Oysa bu bozukluk çok derinlerde gizlidir, onu ancak
kendimiz görebiliriz.
Yüz yýl sonra bir Fransýz düþünürü, La Rochefoucauld, bu bozukluðu uluorta açýkl
ayacaktýr. Dört yüzyýl sonra da
bir Fransýz romancýsý, Roger Martin du Gard, bu benciliðin sonucu olarak Tanrý t
anýmazlýðýn metafiziðini
gerçekleþtirecektir. Rönesansýn oluþturduðu bireyci-insancý düþünce-sanat anlayý
þý, metafizikten kaçmak isterken
ters açýdan ve bundan ötürü de besbeter bir metafiziðin içine gömülen bu iki Fra
nsýzý þaheser'ler vermiþ olmakla
niteleyerek göklere çýkaracaktýr.
ÜTOPYA. Ýnsan, artýk insanlýðýný ve deðerini sezmeye baþlamýþtý. Ýnsanca yaþam
anýn koþullarýný araþtýrmak
gereðini duyuyordu. Antikçaðýn bütün deðerleriyle birlikte Hesiodos'un altýnçað
özlemi de dirilmiþti. Ýçinde
yaþanýlan düzenin temelden bozukluðu meydandaydý. Ne var ki bu bozukluðun gerçek
nedenlerini meydana
çýkarabilecek koþullar henüz gerçekleþmemiþti. Gereken bilgiden yoksun bulunan k
afalar, özledikleri düzeni hayal
güçleriyle biçimlendirmeye çalýþýyorlardý. Üç yüz elli yýl sonra Engels'in söyle
yeceði gibi, az geliþmiþ bir üretimden
ve az geliþmiþ bir sýnýf çatýþmasýndan birtakým kusurlu teoriler ortaya çýkmýþtý
: Bu bilimdýþý düþçülüðün üç büyük
temsilcisi vardýr: More, Bacon, Campanella.
Platon'dan yirmi yüzyýl sonra bir Ýngiliz düþünürü, Thomas More (1478-l535), i
nsanlarý mutlu kýlmak için
Platon'unkine benzer bir devlet düþünüyor. Çað, Yunan düþüncesinin yeniden diril
diði Rönesans çaðýdýr.
Humanisme adý verilen insancý düþünce akýmlarý Avrupa'yý kaplamýþtýr. Ýnsan, bir
araç olmaktan çýkarak bir amaç
olma yolundadýr. Ýngiltere adasý da, ayrýca yeni bir düzeni gerektiren toplumsal
bir kargaþalýk içindedir. Savaþlar,
toprak üretiminin kökünü kazýmýþ; açlýk ve hýrsýzlýk almýþ yürümüþtür. Ýnsanlýk,
kendisini bir süre oyalamaktan
baþka hiçbir iþe yaramayacak da olsa, yeni bir öðreti beklemektedir. Gözler, ner
eden gelirse gelsin, bir kurtuluþ
yolu araþtýrmaktadýr.
Thomas More, böyle bir ortamda meydana çýkmýþtýr. Hiçbir yerde bulunmayan anla
mýna, Ütopya adýný taþýyan
yapýtý, kendisini, Platon'dan sonra ikinci toplumcu olarak düþünce zincirine sok
tu. Ütopya'yý yazdýðý yýl, kýrk
yaþýndaydý. Mutluydu. Ýngiltere Kralý Viii'nci Henry onu seviyor, yanýndan ayýrm
ýyor, Ýngiltere baþvekilliðine kadar
yükseltiyordu. O Viii'nci Henry ki, on yedi yýl sonra, tutup onu astýracaktý. Ya
pýtýndan ötürü assaydý, hiç deðilse
ünü büsbütün artardý. Oysa, koyu Katolikliðinden ötürü asýldý.
Yapýtýn kuruluþu da, Platon'un kuruluþunu andýrmaktadýr. Rafael, Gilles ve Mor
e karþýlýklý konuþarak yeni
toplumu düzenlemektedirler. Rafael, yolculuktan dönmüþtür. Gördüðü Ütopya adasýn
ý anlatmaktadýr. Kimi
araþtýrýcýlara göre Ütopya adasý, Kanarya adalarýdýr. Amerika'ya adýný veren den
izci Amerigo Vespucci yazdýðý bir
mektupta, bu adalarda yaþayanlarýn kolektif yaþayýþlarýný anlatmýþtýr. Kanarya a
dalarýnda özel mülkiyet yoktur.
Thomas More'un, Platon'dan olduðu kadar, bu mektuptan da yararlandýðý sanýlmakta
dýr.
Platon, düþünü on iki bölgeye ayýrýyordu, bu mistik sayý Thomas More'a yetmiyo
r. More'un adasý, elli dört kentten
kuruludur. Platon her bölgeye 5040 aile yerleþtiriyordu, More her kente 6000 ail
e yerleþtirmektedir. Her aile yirmi
iki kiþilik olacaktýr; bu yirmi iki kiþinin yirmisi erkek, kadýn, çocuk, ikisi d
e esirdir. Thomas More, Platon gibi
sevgili esircikleri unutmamaktadýr. Öyle ya, esirler olmazsa uþaklýðý, hizmetçil
iði, kaba iþleri kim yapaca?..
Her iki düþünürde de esirler, toplumun temelidirler. Onlarsýz edilemez. Bu bakým
dan Ýngiliz aristokrasisi
Yunan aristokrasisini andýrmaktadýr. Thomas More, humanisme'e bu açýdan baþýný ç
evirip bakýnýyor.
Mutluluk hakký, esirler için deðil, özgür Ýngilizler içindir.
Platon, toplumunu sýnýflara ayýrýyor, her sýnýfý ayrý bir statüye baðlýyordu.
Thomas More'da, esirler dýþýnda, sýnýf
yoktur. Herkes eþittir. Kadýn ya da erkek her toplum üyesi iki yýl tarlada çalýþ
mak zorundadýr. Ýki yýllýk tarla
çalýþmasý toplum üyesini bu yükümden kurtarmaktadýr. Bu yükümden kurtulanlar zen
aatlarýna döneceklerdir. Ziraat
çalýþmasý, Ütopya'da, bir çeþit askerlik yükümü gibidir. Buna karþýlýk askerlik
yükümü yoktur. Ütopyalýlar
saldýrma savaþý yapmayacaklardýr. Bir savunma savaþý gerektiði zaman da gönüllül
er toplanacaktýr. Thomas More,
zorla asker edilenlerin savaþta hiçbir iþe yaramayacaklarý kanýsýndadýr.
Platon, özel mülkiyetle birlikte aileyi de sarsýyordu. Thomas More aileye doku
nmuyor. Ütopya adasýnda aþk,
üstün tutulmaktadýr. Birbirlerini sevenler evlenmelidirler. Ancak kýzlar on seki
z, erkekler de yirmi iki yaþýndan önce
evlenemezler. Bir de, niþanlýlar, evlenebilmek için çýplak vücutlarýný üçüncü bi
r kiþiye göstererek saðlam
olduklarýný tanýtlamak zorundadýrlar. Boþanmaya da izin vardýr. Birbirleriyle an
laþamayanlarý zorla baðlý tutmamak
gerekir. Ancak, boþanmak kötüye kullanýlmamalýdýr; evlilikte bir kez boþanmak mü
mkündür, ikinci evlilikte boþanmak
yasaktýr. Çocuklar, ana babalarýnýndýr. Çok çocuklular, çocuklarýndan birini çoc
uksuz ailelere vermeye
zorlanabilirler. Her ailenin bir evi vardýr. Evler, her on yýlda bir, kura çekil
erek daðýtýlýr. Her aile, on yýlda bir, yeni
kuraya katýlarak oturduðu evi deðiþtirmek zorundadýr.
Thomas More, Platon'dan bir adým daha ileriye giderek, özel mülkiyeti bütün Üt
opyalýlar için yasaklamýþtýr.
Platon bu yasaðý sadece yöneticiler (yargýçlarla askerler) için koymuþtu, amacý
da yöneticileri her türlü sosyal
baðlardan sýyýrarak iyi yönetimi saðlamaktý More'un Ütopya'sýnda özel mülkiyet y
asaðýnýn gerekçesi deðiþmektedir.
Özel mülkiyet her türlü kötülüklerin, hýrsýzlýklarýn, öldürmelerin kaynaðýdýr. Ö
zel mülkiyetten kurtulan toplum,
mutlu bir toplumdur. Oysa, bu düþüncenin bilimsel gerekçesi nedir ve bilimsel so
nucu ne olacaktýr? Thomas More
bu sorularý karþýlayamýyor. Bu yüzdendir ki ütopya deyimi, günümüze, bir masal t
erimi olarak kalmýþtýr.
Üretim toplumundur. Tüketim için gerekenler genel ambarlarda saklanmaktadýr. Her
otuz aile birleþerek bu genel
ambarlardan gruplar halinde yararlanacaklardýr. Üretim planlýdýr, sadece gereken
ler üretilmektedir, lüks üretim
yasaktýr. Her otuz aile bir phylarkhos (þef) seçecektir. Her on phylarkhos da ar
alarýndan bir proto-phylarkhos
seçecektir. Devlet baþkaný, halkýn göstereceði dört aday arasýndan proto-phylark
hoslarca seçilmektedir.
Devlet gücünü bunlar yürütmektedir. Devlet baþkanlýðý, diktatörlüðe kaçmamak þar
týyla, ömürlüktür. Tiranlaþmaya
özendi mi kendisine iþten el çektirilir. Bu yöneticiler yasa koyamazlar, konulan
yasalarýn iyi yürütülmesini
saðlarlar. Yasa koyuculuðu, Ütopya vatandaþlarýnýn seçtiði ayrý bir kurulun göre
vidir.
Protestanlarla savaþan, koyu Katolikliðinden ötürü kralýna direnerek asýlmayý
göze alan Thomas More, din
konusunda özel bir anlayýþ gösteriyor. Ütopyalýlar çeþitli dinlere baðlý olabili
rler. Birbirlerini hoþ görmek,
birbirlerine saygý göstermek zorundadýrlar. Hoþgörü (tolerance, müsamaha) yasasý
ný çiðneyenler sürgün cezasýyla
cezalandýrýlýrlar. Bir dinin öbürüne üstünlüðünü savunmak, herhangi bir dini küç
ümsemek yasaktýr. Gerekli olan,
sadece, bir Yaratýcýnýn varlýðýna inanmaktýr. Bütün Ütopyalýlar, hangi din ya da
mezhepten olurlarsa olsunlar,
böylesine yüksek bir inançta birleþeceklerdir. Ütopya vatandaþý bir Yaratýcýya i
nanmak zorundadýr, ama bu
Yaratýcýya dilediði yoldan varabilir, yollarýn da (dinler) birbirine hiçbir üstü
nlüðü yoktur. Þu yolla Tanrýya varan,
öteki yolla varana sataþmayacaktýr; sataþýrsa ceza görür. Bu hoþgörürlük anlayýþ
ý öylesine geniþ tutulmuþtur ki
Tanrýsýzlar bile Ütopya'da yaþayabilirler, ancak memurluk yapamazlar. Dinsizlik
suç deðildir, herhangi bir dini
küçümsemek suçtur: Thomas More, kendinden sonrakileri bir hayli etkileyen bu ye
ni düþünceyle, Rönesans
çaðýnýn ileri adýmlarýndan birini atmýþ bulunmaktadýr. Dinsel hoþgörü, ortaçaðýn
koyu karanlýðýndan sýyrýlan
Avrupa'nýn ilk kez karþýlaþtýðý yepyeni bir düþüncedir. Ancak bu düþünce, Xvi'nc
i yüzyýl için ileri bir adým olmakla
beraber, bilimsel açýdan, insanlarýn hiçbir zaman tek anlayýþta birleþemeyecekle
ri gibi geri bir temele
dayanmaktadýr. Bilimsel açýdan bakýnca, hoþgörü yasasý da günümüzdeki anlamýyla
tam bir ütopyadýr.
Ütopya'nýn dýþ politika anlayýþý da bir hayli ilgi vericidir. Bu anlayýþ, Kral
içe Elizabeth çaðýndan bu yana sürüp
gelmiþ bulunan Ýngiltere politikasýný andýrmaktadýr. Ütopya adasý da, Ýngiltere
gibi, birçok devletlerin kaynaþtýðý
büyük bir kara parçasýnýn (kýta) yanýndadýr. Ütopyalýlar, bu kara parçasýndaki d
evletlerden hiçbirini ötekine üstün
kýlmamak politikasýný güdüyorlar. Bunu saðlamak için iki yol tutmaktadýrlar: Güç
lenmeye yeltenen devlette
karýþýklýklar çýkararak onu içinden çökertmek ve o devletin saldýrmaya yeltendið
i güçsüz devletlere yardým etmek...
Bu yardým, birlikte dövüþmekten çok, para yardýmýdýr. Ütopya'da para yoktur ama,
dýþ politikayý yürütmek için
deðerli madenler bulundurulmaktadýr. Para yardýmý yetmez de savaþmak zorunda kal
ýnýrsa pek az sayýda asker
gönderilebilir. Bu askerlerin de mümkün olduðu kadar saðlam yerlerde bulunarak k
endilerini boþu boþuna
öldürtmemeleri gerekir. Ütopya, böylesine bir dýþ politikayla, her zaman, güçsüz
devletlerin dostudur. (Thomas
More, yapýtýnýn yayýmlanmasýndan on bir yýl sonra, 1529'da Ýngiltere baþbakaný o
lmuþtur. Güttüðü dýþ politika, bu
politikadýr. 1558'de Ýngiltere tahtýna oturacak olan, More'un kralý Viii'nci Hen
ry'nin kýzý Elizabeth doðmak üzeredir.
Elizabeth çaðý, More'un bu politikasýný gelenekleþtirecektir).
Görüldüðü gibi Thomas More, Latince yazdýðý Ütopya'sýnda, mutluluk alanýna iki
yenilik getirmektedir: Özel
mülkiyetin kaldýrýlmasý ve dinsel hoþgörü... Her iki düþünce de, Thomas More'dan
önceki düþünürlere göre, çok
ileri düþüncelerdir. Çünkü Platon, insanlarýn mutluluðunu iyi yönetilmelerinde b
uluyordu. Özel mülkiyeti sadece
yönetici sýnýflar için kaldýrýrken insanlarýn iyi yönetilmeleri amacýný güdüyord
u. Daha açýk bir deyiþle, Platon'un
insan mutluluðu için düþündüðü amaç, özel mülkiyetin kaldýrýlmasýyla saðlanacak
olan sýnýfsýzlýk ve eþitlik deðil,
iyi yönetilmeydi. Ýnsanlar iyi yönetilirlerse mutlu olacaklardý, iyi yönetilmele
ri için de yöneticilerin mülkiyet
baðýndan kopmalarý gerekirdi. Thomas More'a göre insanlarýn mutluluðunu iyi yöne
tilme deðil, eþitlik saðlar;
eþitlik için de özel mülkiyetin kaldýrýlmasý gereklidir. Bundan baþka, özel mülk
iyet, toplum kötülüklerinin tek
nedenidir. Özel mülkiyetin kaldýrýlmasý bu kötülüklere son verecektir. Örneðin h
ýrsýzlýk özel mülkiyet yüzündendir,
özel mülkiyet olmazsa hýrsýzlýk edilmez. Kavga, özel mülkiyet yüzündendir, özel
mülkiyet olmazsa kavga edilmez.
Yalan özel mülkiyetin ürünüdür, özel mülkiyet kalkarsa yalan söylenmez. Platon,
özel mülkiyeti, sadece iyi
yönetilmeye engel olmasý bakýmýndan kötü bulmaktadýr. Platon'la Thomas More aras
ýndaki kökten ayrýlýk
buradadýr.
Ayrýca Ütopya'da her insan üreticidir. Ne yönetici ne de koruyucu adý altýnda
üretime katýlmadan hazýrdan yiyiciler
yoktur. Üretim çalýþmasý, askerlik yükümü gibi bir yükümdür (mükellefiyet). Üret
imin planlaþtýrýlmasý, gereksiz ve
lüks üretimin yasaklanmasý üretim bolluðunu saðlamaktadýr. Üretim bolluðu, tüket
imi artýrýr ve bu açýdan da
insanlarý mutlu kýlar. Bundan baþka, insanlarý mutsuz eden aç kalma korkusu, ist
ifçilik kuþkusu da ortadan
kalkmaktadýr. Platon, konuyu bu açýdan ele almamýþtýr. Platon'a göre her sýnýf,
iyi yönetilmeyle saðlanacak olan
toplumsal mutluluktan kendi payýný kendi ölçüleri içinde almaktadýr. Ýyi üretim
için özel mülkiyet gereksiz deðil,
tersine, gereklidir. Üretici sýnýf, daha iyi üretebilmek için, özel mülkiyetle g
üçlendirilmelidir. Görüldüðü gibi,
Platon iyi üretimde özel mülkiyeti gerekli sayarken, Thomas More özel mülkiyeti
iyi üretime engel saymaktadýr.
PASÝFÝK OKYANUSUNDA BÝR ADA. Francis Bacon, Yeni Atlantis'i, ölümünden iki yýl
önce, 1624'te yazdý.
Altmýþ üç yaþýndaydý; bütün tutkulardan elini çekmiþ, yükselme umutlarýný yitirm
iþti. Yazýlarýný önce Ýngilizce
yazýp sonra Latinceye çeviriyordu. Ýngilizcenin birkaç yüzyýl içinde unutulup gi
deceðine, Latinceninse ölümsüz bir
dil olduðuna inanmýþtý. Düþüncelerinin gelecek kuþaklarca benimsenmesini istiyor
du. Bugünün kuþaklarýysa onun
betiklerini anlayabilmek için yeniden Ýngilizceye çeviriyorlar.
Yeni Atlantis, insanlýðýn çok eski bir düþünün Bacon'ýn açýsýndan yeniden ele
alýnýþýdýr. Bu düþ, bir erdemler
ülkesi düþüdür. Bacon, bu ülkeyi Pasifik Okyanusu'nda bilinmez bir adanýn üstünd
e kuruyor. Bu ada, Ben Salem
adasýdýr. Alýþýlmýþ anlatýþa uyarak telleyip pulluyor önce; Peru'dan yelken açar
ak Güney denizi yoluyla
Japonya'ya doðru yola çýktýk diyor, yanýmýza on iki aylýk yiyecek almýþtýk. Beþ
ay doðudan uygun yeller esti,
sonra batýdan esmeye baþladý. Bu yüzden gün oluyor pek az yol alabiliyor, gün ol
uyor hiç yol alamýyorduk. Geri
dönmeyi düþündüðümüz sýrada güneyden doðuya doðru esen bir fýrtýna çýktý, kuzeye
doðru sürüklendik. Ölçülü
kullandýðýmýz halde yiyeceðimiz tükendi, uçsuz bucaksýz sularýn üstünde yiyeceks
iz kaldýk. Ölüme
hazýrlanýyorduk. Gönüllerimizi göklerdeki Tanrý'ya yönelttik, yardýmýna sýðýndýk
, denizini nasýl gösterdiyse
topraðýný da göstermesi için yalvardýk. Gerçekten de, ertesi gün, akþam üstüne d
oðru kuzey yönünde bulutlar
gördük. Bu, bize, karaya yaklaþtýðýmýz umudunu verdi. Çünkü Güney denizinin insa
nlarca gereði gibi
tanýnmadýðýný, orada þimdiye kadar bulunmamýþ adalar olabileceðini biliyorduk. R
otamýzý kara gibi bir þeyler
görünen kuzey yönüne çevirdik, bütün gece yol aldýk. Ertesi sabah gün aðarýrken
gözlerimizin önünde dümdüz bir
kara parçasýnýn uzandýðýný gördük. Kara parçasý, ormanlarla kaplý olduðundan bir
hayli karânlýk görünüyordu. Bir
buçuk saat gittikten sonra iyi bir limana girdik. Burasý, pek büyük deðilse de,
iyi yapýlmýþ, denizden pek hoþ
görünen güzel bir þehirdi.
Bacon'a göre bu erdemler ülkesini yöneten Süleyman evi, bir baþka adýyla Altý
Günlük Ýþler Koleji'dir. Bu ev ya da
kolej, deneysel bilimin simgesidir. Bacon, bu simgesiyle, Xi'nci yüzyýldan XV'nc
i yüzyýla kadar güçlü bir egemenlik
kurmuþ olan skolastik düþünceye karþý koymaktadýr. Dinsel gerçeklerden baþka hiç
bir gerçek tanýmayan, aklýn
hiçbir tartýþmasýna izin vermeyen skolastik düþünce, Bacon'ýn yaþadýðý XVi'ncý y
üzyýlla XVii'nci yüzyýlda da
gücünü duyurmaktaydý. Bacon, kuramsal bilimi denemelerle insanlýða yararlý kýlma
k istiyordu. Bu bakýmdan,
ömrünce taþýdýðý Süleyman evi düþüncesi, incelenmeye deðer bir düþüncedir. Süley
man evi'nin amacý, olaylarýn
nedenlerini araþtýrmak, gizli güdülerini çözmek, olabilen her þeyi yapabilmek iç
in insanýn doða üstündeki
egemenliðini geniþletmektir.
Süleyman evi'ni yöneten otuz altý ustadýr. Bu ustalar birçok çýrakla usta aday
larýný yetiþtirmektedirler. Çalýþmalarý
gizlidir. Tapýnak olarak kullandýklarý iki uzun, özellikle döþenmiþ salonlarý va
rdýr. Bu salonlar çeþitli simgelerle
süslenmiþtir. Bu tapýnaklarda toplanýp gizlilik andý içerler. Otuz altý usta, üç
er üçer gruplandýrýlmýþlardýr. Ýlk dört
üçlük grup, on iki usta, ýþýk toplayýcýlarý adýný taþýrlar. Bunlar, gizlice baþk
a ülkelere giderek bilimin en , yeni
örneklerini toparlar, henüz ulaþamadýklarý yeni ýþýklar varsa, kendi ülkelerine
taþýrlar. Beþinci üçlüðün adý
yaðmacýlar'dýr, bunlar bir çeþit filozofturlar. Altýncý üçlük sýr adamlarý'dýr,
betiklerde bulunmayan denemeleri
toplarlar. Yedinci üçlüðün adý öncüler'dir, kendi düþüncelerine göre yeni deneme
lere giriþirler. Sekizinci üçlük
çeþitli deneyleri belirli bir yönteme göre sýralamakla görevlidir, bunlara sýral
ayýcýlar derler. Dokuzuncu üçlüðün
adý hayýr sahipleri ya da drahomacýlar'dýr, görevleri çeþitli denemelerden genel
kurallar çýkarmaktýr. Bu
çalýþmalarýn üstünde düþünüp tartýþmak üzere bütün ustalarýn katýldýklarý bir to
plantýdan sonra, sonuncu üçlük,
yüksek bir ýþýk altýnda yeni denemeleri yönetir, bu sonuncu üç ustanýn adýna lam
ba denmektedir.
Süleyman evi'nin ustalarý, ilk yaratýlan ýþýðý, bütün evreni aydýnlatabilecek ol
an ýþýðý aramaktadýrlar. Bu ýþýðý
görmüþlerdir. Ülkelerinin halký bu yüzden erdemlidir. Bir daðýn yüksekliðiyle bi
r maðaranýn derinliðinin ayný þey
olduðunu, her ikisinin de göðün ýþýnlarýndan ayný oranda uzak bulunduðunu bilmek
tedirler. Süleyman evi'nin
hazýrlýk gereçleriyle çalýþma araçlarý yirmi bir grupta toplanmaktadýr: Derin ma
ðaralar, yüksek kuleler, göller, yapma
kaynaklar, yapma doða evleri, saðlýk odalarý, hamamlar, bahçeler, parklar, özel
havuzlar, dispanserler, makineler, ýsý
fýrýnlarý, optik laboratuvarlar, uzaklaþtýrýp yakýnlaþtýran araçlar, deðerli taþ
lar, ses evleri, koku evleri, makine evleri,
matematik evleri, marifetler evi.
Bacon, bu araçlarla gereçlerin her birinin görevlerini ayrý ayrý, uzun uzun an
latmaktadýr. Bütün bu çalýþmalar,
sonunda, erdemli bir ülke yaratmýþtýr. Bacon, Ben Salem halkýnýn erdemleri üstün
e çeþitli örnekler veriyor. Bu
örneklerden biri þudur: Gemiciler karaya çýktýklarý zaman, adanýn saðlýk memurun
a bahþiþ vermek isterler. Memur,
bir iþ için iki kere para alamayacaðýný söyler. Ben Salem'de rüþvetin adý bir iþ
için iki kere para almaktýr.
GÜNEÞ ÜLKESÝ. Ýtalyan Giordano Bruno 1600 yýlýnda Roma'da diri diri yakýlýrken
Fransýz Michel de Montaigne
yaþamýyordu, öleli sekiz yýl olmuþtu. Ama bir baþka Ýtalyan, Tommaso Campanella,
o sýrada otuz iki yaþýndaydý ve
Bruno'nun diri diri yakýlýþýný gördü. Oysa, onun da baþýna gelecekler vardý, dir
i diri yakýlmayacaktý ama, Ýspanya
egemenliðine karþý çýktýðýndan ötürü ömrünün yirmi yedi yýlýný Napoli zindanlarý
nda geçirecekti: XVi'ncý yüzyýldan
XVii'nci yüzyýla geçiyor, XViii'nci yüzyýla yöneliyoruz. Görüyorsunuz ki Xii'nci
yüzyýlda öldüðü sanýlan ortaçað
henüz gizli gizli yaþamakta, can çekiþmektedir. Bu koca karanlýk çaðý öyle birka
ç yüzyýl içinde temizleyivermek
olacak iþ deðildi elbet.
Kendilerini mutlu kýlacak devleti yeryüzünde bulamayan insanlar, onu masallard
a tasarlýyorlar. Ýngiliz Thomas
More'un Ütopya masal devletinden sonra, Ýtalyan papazý Tommaso Campanella'nýn (1
568-1639) Güneþ Ülkesi
masal devleti böylesine bir düþünce ürünüdür. Örnek, Platon' dan gelmiþtir. Röne
sans, yeni Platonlar
yaratmaktadýr. Aranýlan, insan mutluluðudur. Tommaso Campanella da, Platon'la Th
omas More gibi, bu
mutluluðun, düzenli bir devletle gerçekleþebileceði kanýsýndadýr. Her üçüne göre
de kiþilerin mutluluðu için devlet
gereklidir. Ancak bu devletin nasýl olmasý gerektiði yolunda birbirlerinden ayrý
lmaktadýrlar. Bununla beraber, kiþiyi
mutlu kýlacak devletin toplumcu bir devlet olmasýnda birleþmektedirler.
Campanella'nýn Güneþ Ülkesi (Civitas Solis), Topraban adasýndadýr (Seylan). Ül
ke, yedi bölgeye ayrýlmýþtýr ve her
bölge bir yýldýzýn adýný taþýmaktadýr. Tepedeki tapýnaðýn içinde yedi þamdan yan
ýyor. Pythagoras'tan kalma sayý
mistikliðinin Campanella'da da sürüpgittiði görülmektedir. Koyu dinci olan bu de
vletin baþýnda büyük metafizikçi
ya da soy adýný taþýyan bir papaz vardýr. Campanella, böylelikle, Mesih Monarþis
i (Monarchia Messiae) adlý
yapýtýnda savunduðu, bütün prenslerin papanýn yönetimi altýna girmeleri düþünces
ini de gerçekleþtirmektedir:
Büyük metafizikçi iþbaþýna seçimle gelir, koltuðunu bilgeliðinin gücüyle kazanmý
þtýr. Daha açýk bir deyiþle, büyük
metafizikçi, güneþ ülkesinin en bilge kiþisi olduðu için seçilir. Ömrünün sonuna
kadar bu koltukta oturabilir.
Ancak, kendisinden daha bilge bir kiþi yetiþirse büyük metafizikçiliði ona býrak
mak zorundadýr, Büyük metafizikçi
ya da sol; memurlarýný kendi seçer. Kesin ve karþý konulmaz yetkileri vardýr. Ke
ndisinden daha bilge bir kiþi
yetiþmediði sürece bir çeþit diktatördür. Dinsel ve siyasal yönetim, tümüyle ona
býrakýlmýþtýr. Kendi seçtiði üç
büyük bakan vardýr: Pon (pouvoir, güç) adýný taþýyan güç bakanýdýr, askerlik ve
savaþ gibi güçe dayanan bütün iþleri
o yönetir. Sin (sagesse, bilgelik) adýný taþýyan bilgelik bakanýdýr, dinsel ve e
ðitimsel bütün iþleri o yönetir. Mor
(amour, aþk) adýný taþýyan aþk bakanýdýr, saðlýk iþleriyle cinsel iþleri o düzen
ler.
Platon, özel mülkiyeti sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi saðlamak amacý
yla yasaklýyordu. Thomas More,
özel mülkiyeti eþitliði saðlamak ve kötülüklerin kökünü kurutmak amacýyla bütün
vatandaþlara yasaklamýþtýr.
Campanella bu konuda Thomas More'a katýlmaktadýr. Güneþ ülkesinde de özel mülkiy
et bütün vatandaþlar için
kaldýrýlmýþtýr. Her þey devletindir. Güneþ ülkeliler birlikte üretip birlikte tü
ketmektedirler. Thomas More'un
yasakladýðý lüks üretime Campanella izin vermektedir. Ona göre, kiþilerin mutlul
uðu için lüks de gereklidir.
Platon'un sekiz saat olarak yasalaþtýrdýðý çalýþma yükümü (mükellefiyet), Thomas
More' da altý saat,
Campanella'da dört saattir: Çalýþma saatlerinin gittikçe azalmasýnýn nedeni, pla
nlý çalýþmanýn az emeði gerektirdiði
düþüncesidir. Campanella'ya göre lüksü de içine alan bütün üretim için vatandaþl
arýn dört saatlik çalýþmalarý
yetecektir. Böylelikle vatandaþlar eðlenmeye, güzel sanatlarla uðraþmaya, Tanrý'
ya baðlanmaya daha çok vakit
bulacaklar ve daha mutlu olacaklardýr. Güneþ ülkesinde tembellik suçtur ve cinse
l birleþmeden yoksun býrakýlmak
cezasýyla cezalandýrýlmaktadýr.
Platon, aileyi de özel mülkiyet gibi sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi
saðlamak amacýyla yasaklýyordu.
Thomas More aileye dokunmamýþ, tersine, aileyi desteklemiþti. Campanella bu alan
da Platon'la birleþmektedir.
Güneþ ülkesinde aile yoktur, kadýnlarla erkekler evlenmeden birbirleriyle birleþ
irler. Çocuklar, Platon'da olduðu
gibi, toplumundur, ana babalarýný tanýmazlar. Devlet onlarý toplu olarak büyütür
, eðitir ve iyi vatandaþ yapar.
Ancak, Thomas More özel mülkiyet yasaðýný Platon'a karþý nasýl bütün topluma yay
mýþsa, Tommaso Campanella
daaile kurmak yasaðýný Platon'a karþý bütün topluma yaymaktadýr. Bir baþka deyiþ
le, Platon'da sýnýflar vardýr ve
yasaklar bu sýnýflar için ayrý ayrýdýr; Thomas More'la Tommaso Campanella'da sýn
ýflar yoktur, konulan yasaklar da
bundan ötürü bütün toplum içindir. Güneþ ülkesinde aile bulunmadýðý halde cinsel
birleþmeler pek o kadar kolay
deðildir, isteyen istediðiyle birleþemez. Kimin kiminle birleþeceðine memurlar k
arar verir. Bu yasa, gelecek
kuþaklarýn saðlýðý ve yetkinliði gerekçesine dayanmaktadýr, aþk bakanýnýn yürütm
ek zorunda bulunduðu baþlýca
görevlerden biridir. O kadar ki, aþk bakaný, sadece insanlarýn yetkinliðiyle deð
il, hayvanlarýn yetkinliðiyle de
görevlidir. Bu açýdan üretim araçlarý olarak ele alýnan insanlar ve hayvanlar, y
etkin olmalýdýrlar. Aile konusunda
Campanella'nýn bir özelliði de, Thomas More'un özel mülkiyette bulduðu bütün köt
ülükleri ailede bulmasýdýr.
Thomas More bütün kötülüklerin (hýrsýzlýk, kavga, öldürme, kýskançlýk, yalan) ka
ynaðýný özel mülkiyetin varlýðýnda
bulmaktaydý. Tommaso Campanella da bütün bunlarýn kaynaðýný ailenin varlýðýnda b
ulmaktadýr. Ona göre
kötülüklerin tümü kadýna ve çocuklara verilen deðerden doðar. Bu deðerler ortada
n kalkarsa kötülükler çok
azalacaktýr. Bu noktada da More'la Campanella arasýnda bir ayrýlýk vardýr. More,
özel mülkiyetin kaldýrýlmasýyla
kötülüklerin tümüyle ortadan kalkacaðýna inanýyordu. Campanella, ailenin kaldýrý
lmasýyla kötülüklerin büsbütün
ortadan kalkacaðýna inanmýyor, sadece azalacaklarýný söylüyor. Bu düþüncesinin s
onucu olarak da Güneþ ülkesinde
güçlü bir ceza hukuku ve ceza sistemi vardýr. Campanella'nýn pratik etkileri, Pl
aton'la More'a göre, çok geniþ
olmuþtur. Öncekiler, pratik alanda hiçbir yanký uyandýrmadýklarý halde, Tommaso
Campanella uzun bir süre
gerçekleþmiþtir. Kalabriya ayaklanmasý, Güneþ ülkesinin gerçekleþtirilmesi için
yapýlmýþtý. Rinaldi adýndaki bir
sosyalist þefin yönetiminde yapýlan ayaklanma, önceden haber alýnýp bastýrýlmasa
ydý, Campanella'nýn düþü, daha o
yaþarken gerçekleþecekti. Bu ayaklanmaya otuz çektirmeyle Türkler de katýlmýþlar
dý.
Campanella'nýn öldüðü yýl olan 1639'da, cizvit papazlarý, onun düþünü Paragu
ay'da gerçekleþtirdiler. Ýspanya'nýn
olaya önemsememesinden yararlanan papazlar, Paraguay yerlilerini Güneþ ülkesi ör
neðine uygun olarak
örgütlediler. Toprak mülkiyeti, Tanrý'ya (Paraguay yerlilerinin dilinde Tupanbak
) býrakýlmýþtý. Ülke otuz köye
ayrýlmýþtý. Üretim, Tanrý için yapýlmaktaydý, tüketimse bütün vatandaþlar içindi
. Her köyde iki cizvit papazýyla bir
yerli yardýmcý, üretimi ve tüketimi düzenliyordu. Ancak aileye dokunulmamýþ, ail
e cizvitlerce de, Thomas More'da
olduðu gibi, desteklenmiþti. Daha da ileri gidilerek, birtakým erdemsizlikler do
ðurduðundan ötürü bekarlýk
yasaklanmýþtý. Evlenme zorunluðuna karþý, çocuklar toplumundu. Çocuk, memeden ke
silinceye kadar anasýnda
býrakýlýyor, memeden kesilince toplumsal eðitime veriliyordu. Çocuklara, aileye
baðlýlýk yerine topluma baðlýlýk
duygusu aþýlanýyordu. Çocuklar, koyu bir Katolik eðitimiyle yetiþtiriliyorlardý.
Esir avcýlarýndan kaçan bütün
yerliler Güneþ ülkesine sýðýnýyorlardý. 1765 yýlýnda .ülkenin nüfusu yüz elli bi
ne çýkmýþtý. Paraguay Güneþ ülkesi
1773 yýlýna kadar, yüz otuz yýl yaþadý. 1767 yýlýnda, dinsel nedenler yüzünden,
Ýspanyollar Paraguay'dan cizvit
papazlarýný kovdular. Yerliler, alýþtýklarý düzeni bir süre daha uyguladýlarsa d
a saðdan soldan gelen baskýlara
dayanamayarak daðýlmak zorunda kaldýlar. Tupanbak, topraklarýný koruyamamýþtý. B
öylece, Tommaso
Campanella'nýn Katolik egemenliði ütopyasý da tarihin derinliklerine karýþmýþ ol
du.
ATÝNA'LI TÝMON. Yenidendoðuþun getirdiði erdem ne türlü bir erdemdir? Bunu en
iyi biçimde ancak sanatýn
aynasý yansýtabilir. Bu çaðýn yetiþtirdiði en büyük sanatçý William Shakespeare
Atina'lý Timon adlý oyununda
bakýþýný özgür ve erdemli yeni insanýn üstüne çeviriyor: Timon, Atina'nýn cömert
liðiyle ün salmýþ bir hemþerisidir.
Kýlýcýyla Atina'yý kurtarmýþ, erdemleriyle de süslemiþtir. Kesesi, devletin kese
si gibidir. Senato, kýlýcýna güvendiði
kadar, kesesine de güvenir Timon'un. Kentinin karþýlaþtýðý her güçlüðe yetiþen e
rdemli bir kiþidir. Sofrasý da, kesesi
gibi, herkese açýktýr. Hemen bütün Atina, onun bir sarayý andýran konaðýnda yiyi
p içmektedir. Atina'nýn babasý
sayýlmakta, bütün Atinalýlarca sevilmektedir. Timon, seçtiði bu yolda mutludur.
Böylesine bir cömertliðe dayanamayan kese elbette tükenecektir. Alacaklýlar, ö
nce yavaþtan, sonra hýzlýca hýzlýca
kapýsýna birikmeye baþlýyorlar. Timon, kuþkusuzdur. Yakýnlarýna, dostlarýna, sen
atoya güvenmektedir. Atina'nýn
babasý, soylu, erdemli Timon'u ortada býrakacak deðiller ya... Yardýma koþmak sý
rasý Atina'ya, Atinalýlara
gelmiþtir. Kahyasýnýn her kapýdan kovulduðunu, Atina'nýn kendisine sýrt çevirdið
ini duymak Timon'u þaþýrtýyor
önce.. Kulaklarýna inanmýyor. Sonra, yüreðinde bir acý, her an biraz daha artan
bir acý duymaya baþlýyor. Kendisine
rastlamamak için evlerine saklanan yakýnlarýnýn, dostlarýnýn, senato üyelerinin
hikayesini duymaz kulaklarla
dinliyor. Kirpikleri aðlamak isteðiyle titremektedir, ama aðlayamýyor, içindeki
sýcak duygularla birlikte göz yaþlarý
da kurumuþ gibidir. Artýk, benliðini saran tek bir duygu var: Tiksinti. Timon, t
iksiniyor Atina'dan. Oysa belli
etmiyor. Yeniden para bulduðu, eski gösteriþine kavuþtuðu söylentisini yayarak A
tina'ya son bir þölen vermek
isteðindedir. Gizlendikleri yerlerden birer ikiþer çýkan Atinalýlar, soylu
Timon'un þölenine koþuyorlar. Onu övmek, onun erdemlerini belirtebilmek için bir
birleriyle yarýþ etmektedirler.
Yazarlar övgüler dizmekte, þairler þiirler düzmektedir. Sofra, eski günlerin mut
luluðu içindedir. Herkes yerine
oturunca Timon soðukkanlýlýkla ayaða kalkýyor: Sahanlarýnýzýn kapaklarýný kaldýr
ýn da, diye baðýrýyor, yalayýn
köpekler!.. Atinalýlar þaþkýnlýkla sahanlarýnýn kapaklarýný kaldýrýyorlar. Sahan
lar boþtur.
Ýnsanlara karþý duyduðu tiksinti öylesine sonsuzdur ki, Timon, Atina'yý býraký
p tek baþýna yaþamak için bir ormana
çekiliyor. Dönüp son bir kez baktýðý Atina'nýn duvarlarý onu tiksintiyle titretm
ektedir. Þu haykýrýþ, bencil, ama
insanca bir haykýrýþtýr: Ey o kurtlarý çeviren duvar, yere bat da Atina'yý korum
a. Analar, iffetinizi bir yana býrakýn;
çocuklar, itaat nedir unutun. Köleler, alný kýrýþýk senato üyelerini yerlerinde
n zorla çekip atýn da onlarýn yerine
sizler geçin. On altýsýndaki oðul, topallayan babanýn elindeki deðneði kap da on
un beynini daðýt. Büyüklere saygý,
Tanrýlara inan, barýþ, adalet, iyi komþuluklar, bilgi, görgü, sanatlar, meslekle
r; mertebeler birbirinizi yok eden zýtlar
haline gelin de kargaþalýk bitmesin. Tanrýlar, Atina'nýn üstüne çökün. Zevk düþk
ünlüðü gençlerin iliklerine kadar
iþlesin de çamur yýðýný içinde boðulsunlar. Kaþýntýlar, donmalar Atinalýlarýn gö
ðüslerinde kök salýn ki biçtikleri
hasat baþtan baþa cüzam olsun!.
Timon'un insanca bencilliði baþ kaldýrmýþtýr artýk. Merhaba diyenlere, ne olur
du biraz temiz olsaydýn da üstüne
tükürseydim diye karþýlýk veriyor. Al þu ekmeði, yemeðine katýk yap diyen olursa
, önce sen defol da aðzýmýn
tadý gelsin diyor. Hele biri, seni seviyorum demeyegörsün, karþýlýðýný alýyor he
men: Niçin sevesin, sana para
vermedim ki?.. Bir baþkasýna verdiði karþýlýk da, erdem konusunda, birçok sorunl
arý çözebilir: Aslan olsan tilki
sana oyun oynardý. Kuzu olsan kurt seni yerdi. Tilki olsan da eþeðin suçlamasýna
uðrasan aslan senden kuþkullanýrdý.
Eþek olsan sersemliðin yüzünden dert çeker, ayýya kahvaltý olurdun. Ayý olsan at
seni öldürürdü. At
olsan parsýn pençesine düþerdin. Hangi hayvan olmalýydýn ki baþka bir hayvana bo
yun eðmeyesin. Ne türlü bir
hayvansýn ki hayvan olmakla neler kaybettiðini görmüyorsunla.
Timon'un bütün erdemleri bencilliðinden doðmuþtur. Yaþama yolunda cömertliði,
iyilikseverliði seçmiþti. Kendini
koruma içgüdüsünü bu duygularla karþýlamaktadýr. Varlýðýný cömertliðiyle, iyilik
severliðiyle duyuyor. Seçtiði yol
olumlu bir yoldur. Varlýðýný cimriliðiyle, kötülük severliðiyle de duyabilirdi;
kendini koruma içgüdüsü bu yollarla
da karþýlanabilirdi. Karayý deðil de aký, olumsuzluðu deðil de olumluluðu seçmiþ
olmasý Timon'u daha yolun
baþýndayken sevimli kýlýyor. Bu yol, onu kendine karþý da övündürmektedir. Yardý
mýma güvenen birini silkip
atacak bir yaratýlýþta deðilim diyor. Yardýmýna güvenen birini silkip atacak yar
atýlýþta bir insan olmayýþý onu
mutlulandýrmaktadýr. Düþkünlerin kalkýnmasýna yardým etmek yetiþmez, sonra da on
lara destek olmalý... diyor.
Düþkünlerinin kalkýnmasýna yardým etmekle yetinmeyip sonra da onlara destek olma
k onu mutlulandýrmaktadýr.
Ben karþýlýk beklemeksizin veririm diyor. Karþýlýk beklemeksizin vermek onu mutl
ulandýrmaktadýr. Timon, bu
duygularýyla kendini doyuruyor. Böyle olabildiðinden ötürü mutludur. Bu mutluluk
onu büsbütün böyle olmaya
zorlamaktadýr. Ýsteðiyle mutluluðu birbirini etkileyerek gittikçe daha çok geliþ
ecektir. Bu geliþmenin sonucuysa
doðal bir sonuçtur: Timon tükenecektir.
Timon, bu ilk görünüþünde; erdemleriyle deðil, bencilliðiyle insandýr. Cömertl
iðiyle iyilikseverliðinin,
mutluluðunun birer aracý olduklarý gün gibi bellidir. Ýnsanca olan karþýlýksýz a
lmak yerine, insanüstüce olan
karþýlýksýz vermek yolunu seçmiþtir. Güçlü bir bencillik onu buralara kadar götü
rmüþtür. Tükenen Timon, çevresinin
birdenbire boþalmaya baþladýðýný görünce þaþýrýyor, Bacon kadar akýllý olmadýðý
için, bunun nedenlerini
kavrayamýyor: Çevresinde dostlarý varken Timon'un sýkýlacaðýný ne söyle, ne de a
klýna getir Flavius. Ne diye
aðlýyorsun? Dost bulamayacaðýmý sanacak kadar güvenin mi yok? Merak etme, dostta
n yana hiç yoksul deðilim....
Timon, bu ikinci görünüþünde, budalalýðýyla insandýr.
Timon'un üçüncü görünüþü, insanca olan tepkisiyle beliriyor. Bu tepki, insan b
encilliðinin tepkisidir; bir inanç
kýrýklýðýndan çok, bir benlik kýrýklýðýnýn sonucudur. Timon'un benliðini doyuran
araçlar yok olmuþtur. Kendini
koruma içgüdüsü olumlu bir yolda ilerleyemeyince olumsuz yollara sapmak zorundad
ýr. Timon, aký býrakarak
yeniden karaya dönüyor. Ýnsanlardan tiksinmektedir. Üstünden insanca olan her þe
yi çýkarýp atmýþtýr; çýplaktýr, aðaç
yapraklarýyla örtünmektedir. Artýk yapabildiði, cömertlik yerine sövmek, iyilik
yerine kötülük dilemektir. Ak bir
hayli güçlüydü, kara da o kadar güçlü olacaktýr. Çünkü, bu üçüncü görünüþte, ben
liðini doyuran, kendini koruma
içgüdüsünü karþýlayan tiksintiyle sövmedir. Yapabileceði sadece budur, baþkaca y
apabileceði hiçbir þey
kalmamýþtýr: Ey insanlara iyilik gönderen ulu Tanrýlar... Ýçimize þükran duygusu
serpin, kendi armaðanlarýnýz
kendi adlarýnýzý yükseltsin. Ama verecekleriniz büsbütün tükenmesin, yoksa Tanrý
lýðýnýz hor görülür. Her insana
yetecek kadar verin ki birinin ötekine vermesine meydan kalmasýn. Çünkü siz, ey
Tanrýlar, insanlardan ödünç
almaya kalksaydýnýz insanlar sizlere de sýrt çevirirlerdi.
DÜÞÜNÜYORUM, DEMEK KÝ VARIM. XVii'nci yüzyýlýn ilk çeyreði içindeyiz. 1619 yýl
ýnýn 10 kasým günü,
ordular otuz yýl savaþlarýnda çarpýþadursun, gözlerini Tuna nehrinin mavi sularý
na dikmiþ yirmi üç yaþýnda genç bir
subay, Rene Descartes (1596-1650) kendi kendine þöyle düþünüyor: Evet, insanýn a
macý mutluluða eriþmektir.
Mutluluðumuzu saðlamak içinse aklýmýzý kullanmamýz gerekir. Ýyi ama, bu aklý bu
amaca eriþebilecek bir güçle
nasýl iþletmeli? Aklýmýz pek daðýnýk. Aristoteles mantýðý onu gereði gibi çalýþt
ýrmamýza yetmiyor. Aklýmýzý iþletmek
için yeni bir metot bulmalýyýz. Bu metot, matematik metodu olmalýdýr. Bir düþünc
eyi bu metotla bölüp parçalayarak
o düþünceyi meydana getiren ana düþünceleri bulup ayýrmak, sonra bu ana düþüncel
eri birleþtirerek o düþünceyi
yeniden kurmak (analitik geometri)... Ýnsanlarýn bütün düþünceleri birbirlerine
baðlýdýr, birbirinden çýkar, baþka bir
deyiþle, bir düþünceyi doðuran baþka bir düþüncedir. Þu halde, sýrayý titizlikle
kovalarsam, doðru olmayan bir
düþünceyi doðru sanmaktan sakýnabilirsem (baþka bir deyiþle, düþünce zincirinin
arasýna yanlýþ bir düþünce
karýþtýrmazsam), ne kadar gizli olursa olsun sonunda bulamayacaðým hiçbir bilgi
kalmayacaktýr.
Kesin olan tek þey var: Bir þeyin doðruluðundan þüphe etmek... Þüphe etmek, düþü
nmektir. Þu halde düþünmekte
olduðum þüphesiz. Düþünmekse var olmaktýr. Þu halde var olduðum da þüphesizdir.
Ýþte bilgim: Ben varým. Þimdi
bütün öteki bilgileri bu saðlam bilgimden çýkarmalýyým.
Ýþte Descartes'ý yeniçað felsefesinin kurucusu yapan metot, bu metottur.
Descartes, bu metotla düþünerek, þu sonuçlara varýyor: Varlýðýmýn amacý ne?..
Mutluluk. Mutluluðu elde etmek
için iyi yaþamamýz gerek. Þu halde iyi yaþamanýn bilgilerini elde etmeliyiz. Bu
bilgileri bize felsefe verecektir.
Felsefeye baþlamak içinse hayatýmýzýn iþlerini düzenleyen bir töre (ahlak) edinm
eliyiz. Þu halde önceden birkaç
iðreti ilke koyarak yaþamamýzý düzenleyelim, sonra da bu düzen içinde asýl törey
e, asýl mutluluða, asýl ilkelere
eriþelim.
Descartes, iyi yaþamak için gereken erdemin geçici ilkelerini Metot Üstüne Kon
uþma adlý ünlü yapýtýnýn üçüncü
bölümünde veriyor:
1- Dine, kanunlara, göreneklere, akýllý insanlarýn uyguladýklarý aþýrýlýktan u
zak ölçülere uygun olarak
yaþamak.
2- Ýþlerimde kanýlara varmak ve vardýðým bu kanýlarýn üstünde titizlikle diren
mek (baþka bir deyiþle, artýk bu
kanýlardan kuþkulanmamak ve bu kanýlarý deðiþtirmemek).
3- Düþüncelerimden baþka hiçbir þeyin elimde olmadýðýný bilerek dünyanýn düzen
inden çok kendi
isteklerimi deðiþtirmeye ve talihten çok kendimi yenmeye çalýþmak.
4- Yaptýðým iþi baþkalarýnýn yaptýklarý iþlerle ölçerek deðerlendirmek (baþka
bir deyiþle, yaptýðým iþin
analitik geometri metoduyla aklýmý iþletmek iþinin yapabileceðim en iyi iþ olduð
una inanmak).
Descartes'a göre bu kurallar insaný bahtiyar (bonheur) eder, felsefeyle uðraþa
bilmek için gereken kafa ve beden
rahatlýðýný saðlar, gerçek mutluluðu (beatitude) verecek olan bilgeliðe hazýrlar
. Çünkü mutluluk, bilgeliktedir
(antikçað Yunan felsefesi idealini hatýrlayýnýz). Bilgeliðe de felsefeyle varýlý
r.
Descartes'ý böylesine bir kolaylýða götüren nedir? Bana öyle geliyor ki Descarte
s, bütün bunlarla þunu demek
istiyor: Her þeye razýyým. Beni tedirgin etmeyin. Býrakýn da rahat rahat düþüney
im ve size gerçek mutluluðun,
erdemin kurallarýný bulayým.
Ya böylesine bir boyun eðiþten sonra bulduðu nedir?.. Descartes, Prenses Eliza
beth'e 4 aðustos 1645 günlü
mektubunu yazmamýþ olsaydý bunu hiçbir zaman bilemeyecektik. Çünkü bu asýl amacý
n kurallarýný hiçbir
yazýsýnda, hiçbir kitabýnda söylememiþtir. Prenses Elizabeth'e yazdýðý kýsa mekt
up, sonradan Töre Üstüne
Mektuplar (Lettres sur la Morale) adlý bir kitaba alýnarak Descartes'ýn bütün bi
r ömür boyun eðiþinin amacý biraz
olsun aydýnlatýlabilmiþtir. Descartes bu mektubunda asýl töreye, asýl erdeme, ge
rçek mutluluða eriþebilmek için þu
ilkeleri koymaktadýr:
1- Yapýlmasý ya da yapýlmamasý gerekeni bilmek için elden geldiði kadar düþünc
eyi kullanmak.
2- Aklýn öðütlediði her þeyi, tutkulara kapýlmaksýzýn yerine getirebilmek için
saðlam ve deðiþmez bir karar
sahibi olmak.
3- Bizim edilmesi elimizde olmayan bütün ergilere (nimetlere) istek duymamaya
alýþmak.
4- Gerçeðin bilgisinde aklýmýzla ilerleyerek üstün iyiye ve onun vereceði hoþn
utluða (mutluluða, beatitude
anlamýnda) varmaya çalýþmak. Geçici kurallarýyla saðladýðý rahatça düþünmek süre
si sonunda
Descartes'ýn vardýðý bu kesin ilkelerden erdemin tanýmýný çýkarabiliriz. Descart
es'a göre erdem, düþünce, ölçüsünü
kullanmaktýr. Mektubunda açýkça söylediði gibi, yaþamaktan hoþnut olmamýz için y
alnýz erdem yeter.
Descartes, Ýsveç Kraliçesi Christin'e yazdýðý 20 kasým 1647 günlü mektubunda, va
rdýðý bu sonucu daha da
açýklýyor: Böylelikle eskilerin en ünlü ve en karþýt iki görüþünü uzlaþtýrdýðýmý
sanýyorum Madam. Bunlar da
Zenonia Epikouros'un görüþleridir. Zenon üstün iyiyi erdem ya da namusta, Epikou
ros zevk ya da þehvet adýný
verdiðimiz hoþnutlukta görüyordu. Bütün kötülükler bilgisizlikten doðan ve piþma
nlýklar doðuran kararsýzlýktan
geldiðine göre erdem, iyi sandýðýmýz þeyleri iþlemekte gösterdiðimiz karardan ib
arettir. Yaptýðýmýz kötü bile olsa,
biz onu iyi sandýðýmýza göre, erdemli davranmýþ oluruz. Nitekim, yaptýðýmýz iyi
bile olsa, eðer biz onu kötü sanarak
yapmaya baþlamýþsak, erdemli davranmýþ olmayýz. Erdem, bizim kararýmýzdadýr. Övü
lmeye deðer biricik þey
erdemdir. Ondan baþka bütün iyiler övülmeye deðil, beðenilmeye deðerler. Amacýmý
z iyi olaný bilmek ve onu
istemektir. Ýyi sandýðýmýzý istemek erdemiyle yetinelim. Meðer ki bu iyi sandýðý
mýz þeyler, Tanrýdan elde
edildiklerine inandýðýmýz þeyler olsun. Þunu açýkça görüyorum ki, bizde kendilið
inden bulunan en soylu biricik þey
özgür iradedir. Çünkü özgür irade bizi her bakýmdan Tanrýya benzer kýlmakta ve o
na baðlý olmaktan
kurtarmaktadýr. Þu halde onu iyi kullanma, bütün iyilerin en büyüðüdür. Böylece,
en büyük hoþnutluklarýmýz ancak
ondan gelebilir. Ýyiyi bilmek için olduðu kadar elde etmek için de ellerinden ge
leni yapmaktan geri kalmadýklarýný
bilenlerin benliklerinde duyduklarý mutluluk, hiçbir zevkle ölçülemeyecek kadar
tatlý, sürekli, saðlam bir zevktir.
Descartes'ýn yaptýðý, bir yýkma ve yeniden kurma iþidir. Nitekim bu düþüncesini
bir yapýtýnda daha da açýklýyor:
Oturduðumuz evi yeniden yapmaya baþlamadan önce nasýl yýkmak, araç ve gereçler b
ulmak, planýný çizmekle
yetinmeyip yeni evimizi yapýncaya kadar içinde rahatça oturabileceðimiz geçici b
ir ev bulmak gerekirse... (Discours
de la methode pour bien conduire sa raison et chercher la verite dans les scienc
es, üçüncü bölüm).
Ýçinde rahatça oturulabilecek bu geçici ev þudur: Tanrýnýn, çocukluðumdan beri
içinde yetiþmeme izin verdiði ve
bana baðýþladýðý dine sýkýca baðlý kalmak (ayný kitap ve bölüm)... Kendilerinden
kuþkulandýðýmýz her þeyi yanlýþ
sayarken ne Tanrý, ne gök, ne de yerin var olmadýðýný, bedenimizin de bulunmadýð
ýný kolaylýkla düþünüyoruz. Ama
kendimizin var olmadýðýmýzý düþünemiyoruz. Varýz, çünkü düþünüyoruz. Bizim için
ilk doðru, bu olsa gerektir
(Principes de la Philosophie, birinci bölüm, yedinci ilke).
Günümüzde olduðu gibi, XVii'nci yüzyýl Fransa'sýnda da her deðerin karþýsýna d
ikilen ufaklýklar bütün güçleriyle
saldýrýyorlar, Descartes'ý Tanrýsýzlýkla suçluyorlar. Descartes, bir dostuna yaz
dýðý mektupta þöyle yakýnmaktadýr:
Tanrýnýn varlýðýný kanýtlamaya çalýþtýðýmý kanýt olarak ilerisürmekten baþka hiç
bir kanýt gösteremeyenler beni
Tanrýsýzlýkla suçluyorlar (Chanut'ye Mektup, 1 kasým 1646)... Buna karþý, onu bü
yük bir Tanrýcý sayanlar da vardýr.
Descartes'ý inceleyen Charles Adam, incelemesini þu sözlerle bitirmektedir: Desc
artes sadece bilim alanýnda
önemli bir yer tutmakla kalmaz, bütün çaðlarýn metafiziði de ona çok þey borçlud
ur. O, metafizikte fiziðin zorunlu
temelini kurmuþtur. Fizik, bu temel olmadan, eski ahlak gibi, kocaman bir yapý o
lurdu, ama sadece kum üstüne
otururdu (Charles Adam, Descartes'ýn Hayatý ve Yapýtlarý).
Ýt ürür kervan yürür deyimince ufaklýklar saldýradursun, Descartes güzel yeni
evinin temellerini atmaktadýr. O,
olaðanüstü bir mimardýr ama, ne edelim ki XVii'nci yüzyýl araç ve gereçleriyle b
öylesine bir yapý kurabildi. Nitekim
on üçüncü ilkeden sonra tuðlalarýný dizmeye baþlamýþtýr: Tanrý bilinmedikçe baþk
a hiçbir þey hakkýnda kesin bir
bilgi elde edilemez (on üçüncü ilke). Peþin yargýlar, çoðumuzun, var olmak zorun
luðunun Tanrýdan geldiðini
anlamamýza engel olur (on altýncý ilke). Bir þeyde ne kadar olgunluk varsa o þey
i meydana getiren Tanrýda da o
kadar olgunluk vardýr (on yedinci ilke). Tanrýnýn varlýðý, sadece bununla bile,
bir daha kanýtlanabilir (on sekizinci
ilke). Tanrýda bulunanlarý tümüyle anlayamadýðýmýz halde hiçbir gerçeði, onu bil
diðimiz açýk seçiklikle bilemeyiz
(on dokuzuncu ilke). Biz kendi kendimizi yaratmadýk, yaratanýmýz Tanrýdýr ve sad
ece bu yüzden bile Tanrý vardýr
(yirminci ilke). Bir an için var olduðumuza göre bir an sonraki varlýðýmýzý sakl
ayan bizden baþka bir güç var
demektir, buysa Tanrýdýr (yirmi birinci ilke). Tanrýnýn nitelikleri ancak doða ý
þýðýnda bilinebildiði kadar bilinebilir
(yirmi ikinci ilke). Tanrý, cisim. deðildir, günah iþlemez (yirmi üçüncü ilke).
Önemli olan, Descartes'ýn, bu metafizik
tuðlalarýn arasýna insan özgürlüðü harcýný nasýl karýþtýrdýðýdýr. Gerçek þu ki,
Descartes, yýktýðý Tanrýnýn yerine,
Hýristiyan kilisesinin anlayýþýndan büsbütün baþka, insanlarýn hemen hiçbir iþle
rine karýþmayan yepyeni bir Tanrý
koymak istiyordu. Descartes'ý yetkiyle incelemiþ bulunan La Bertoniere bunu þöyl
e belirtiyor: Önce, pratik bir
güçlüðü karþýlamasý gerekiyordu. Ýlahiyata saygý göstermek, ona boyun eðer görün
mek, sonra da serbestçe bir bilim
kurmak, her iki alaný birbirinden kesin olarak ayýrmak, bu iki alandan birinde ç
özümlenecek sorular bulunduðunu
ve bunun da ancak düþünce gücüyle çözümlenebileceðini kanýtlamak... (La Bertonie
re, Descartes Üstüne Ýnceleme).
Descartes, insan gücünü, gene Ýlkeler kitabýnda, yavaþ yavaþ Tanrý gücünün ara
sýndan þöylece çekip çýkarmaya
baþlar: Kuþkulandýðýmýz þeylere inanmaktan sakýnmamýzý saðlayarak aldanmamýza en
gel olan özgür bir irademiz
vardýr (altýncý ilke). Sonsuzu anlamaya çalýþmak hiç de gerekli deðildir. Sýnýrý
ný bulamadýðýmýz her þeyin sýnýrsýz
olduðunu düþünmemiz yeter (yirmi altýncý ilke). Tanrý, yanýlmalarýmýzýn nedeni d
eðildir (yirmi dokuzuncu ilke).
Ýnsanýn baþlýca olgunluðu özgür bir iradeye sahip olmasýdýr, insaný övülür ve ye
rilir kýlan da bu özgür iradesidir
(otuz yedinci ilke). Ýrademizin özgürlüðü, kendinden edindiðimiz deneyle, kanýts
ýz olarak bellidir (otuz
dokuzuncu ilke).
Kýrkýncý ilkeye gelince... Çatýþma, zorunlu olarak, baþlýyor: Tanrýnýn her þey
i önceden düzenlediði kesindir...
Descartes, bizlerden önce davranmak telaþý içinde, kýrk birinci ilkede, gerekli
soruyu ortaya atmaktadýr: Özgür
irademiz, Tanrýnýn kurduðu bu düzene nasýl uydurulabilir?.. Sorunun karþýlýðýný
verirken, aradan bunca yüzyýl
geçtiði halde, zavallý Descartes'ýn nasýl terlediðini gözlerinizle görebilirsini
z: Tanrýnýn sonsuz, düþüncemizin sonlu
olduðunu göz önünde tutarsak bu güçlükten kurtulabiliriz. Gücün Tanrýda olduðunu
anlayacak zekamýz var, ama bu
gücün bizleri nasýl özgür býraktýðýný kavrayacak zekamýz yok. Özgürlüðümüzden ku
þkulanamayýz. Tanrýnýn büyük
gücü bu özgürlüðe inanmamýza engel olmamalýdýr. Çünkü, içten bildiðimiz ve deney
lerle doðruladýðýmýz bir
gerçekten (irade özgürlüðünden) kuþkulanmamýz mümkün olmadýðý gibi yapýsý gereði
anlaþýlmaz olduðunu
bildiðimiz þeyleri (Tanrý gücünü) anlamaklýðýmýz da mümkün deðildir (kýrk birinc
i ilkenin açýklamasý).
Filozofumuz, Düþünceler adlý kitabýnýn Doðru ve Yanlýþ Üstüne baþlýðýný taþýya
n dördüncü bölümünde gene bu
konuya dönmek ve gene böylece kývranmak zorunda kalmýþtýr. Þöyle diyor: Tanrýnýn
bizi aldatmasý mümkün
deðildir. Öyleyse bize verdiði aklý iyi kullanacak olursak hiçbir zaman yanýlmay
ýz. Ama yanýldýðýmýz da bir
gerçektir. Öyleyse bizde bir eksiklik var. Ama Tanrýnýn bizi böylesine eksik býr
akmasý da imkansýzdýr. Öyleyse biz
yeteneklerimizi iyi kullanamýyoruz. Algýmýz (müdrikemiz) ve irademiz ayrý ayrý y
etkindirler, yanlýþ yapamazlar.
Ancak biz onlarý çalýþtýrýrken irademizi, algýmýzda bulunan bilgimizin sýnýrýnda
tutmalýyýz. Ýrademiz, bilgimizin
sýnýrý içinde kaldýkça doðru, bu sýnýrý aþýnca; yanlýþ iþler. Bize özgürlük verm
iþ olmasý Tanrýnýn kusuru deðil,
tersine, bu özgürlüðü iyi kullanmamak bizim kusurumuzdur. Bununla beraber Tanrý
bu özgürlüðü iyi kullanmamýzý
saðlayabilirdi. Ne edelim ki, yanýlmamak gücünü de verdiðine göre, yanýlmamýza e
ngel olmadýðýndan ötürü
yakýnmaya hakkýmýz olmamalýdýr (Les Meditations Metaphysiques Touchant la Premie
re Phllosophie, dördüncü
düþünce).
Descartes'ýn bütün bu sözlerinden çýkan sonuç nedir?.. Bu sonuç þöyle özetlene
bilir: Bilmiyorum. Üstüme
varmayýn. Önceden kurulmuþ düzenle özgürlük, öyle bir çýkmazdýr ki çözmeye uðraþ
mak saçmadýr. Yapmak
istediðim de bu deðil. Ben, sadece insan düþüncesinin gücünü araþtýracaðým. Sokr
ates gibi baldýran zehiri içmek
istemem. Lütfen yakamý býrakýn.
Nitekim, Ýlkeler kitabýnda, o büyük üslupçulara özgü terbiyeli deyiþiyle, bunu
açýklamaktan da çekinmiyor:
Tanrýnýn dünyayý niçin yarattýðý üstünde durmayacaðýz ve büyük amaçlara yönelen
nedenleri felsefemizden
büsbütün çýkaracaðýz. Biz, sadece akýl gücümüzle algýlarýmýzýn nasýl meydana gel
diðini araþtýracaðýz (yirmi
sekizinci ilke)... Baþka bir yapýtýnda da þunlarý söylemektedir: Saðduyulu insan
, bütün kitaplarý okumak zorunda
deðildir. Ömür süresini iyice hesaplayarak birtakým iyi iþler yapacaktýr. Bu' iþ
leri ona sadece kendi aklý öðretir.
Ýnsan, yöntemini bilirse, bütün yaþamý boyunca gerekli olan bilimi kendisinde bu
labilir. Ýþte ben yalnýz bu yöntemi
öðretiyorum (La Recherche de la Verite par la LumIere Naturelle, önsöz).
KARINCA'YLA YABAN KEÇÝSÝ. XVii'nci yüzyýl düþüncesi Dekartçýlýðýn egemenliði a
ltýndadýr, Descartes'ýn
metafiziði özellikle Port Royal manastýrýnýn tanrýsal bahçelerinde filizleniyor.
Piskopos Jansenius (1585-l638) þöyle demektedir: Ýnsan, yaratýlýþýndan bozuk, gü
nahlarla kirlenmiþ, aþaðýlýk bir
yaratýktýr. Bu aþaðýlýk yaratýk kendi çabasýyla kendini kurtaramaz, onu ancak ta
nrýnýn baðýþ'ý {inayet, gratia)
kurtarabilir. Bunun için de tanrýya baðlanmasý ve oturup beklemesi gerekir. Baþk
aca yapabileceði hiçbir þey yoktur.
Gerçek erdem, temiz bir yürekle tanrýya baðlanmak ve onun baðýþýný beklemektir.
Tanrýya baðlanmayanlar
erdemsizdirler. Port Royal manastýrýnda toplanan Janseýüstlerden biri de Blaise
Pascal'dir (1623-1662). Bilim
alanýndan baþarýlarla yola çýkan bu çok akýllý matematikçi, sonunda iþi tam bir
mistikliðe dökmüþtür. Önceleri
aklýna pek güvenirken sonra aklýndan da kuþkulanmaya baþlayan Pascal bu kuþkusuy
la Descartes'tan ayrýlmaktadýr.
Descartes'la birlikte matematiði en kesin bilim saymakta, oysa matematiðin de iç
inden çýkamayacaðý sorunlar
bulunduðunu, bu sorunlarýn ancak gönül sezisiyle çözülebileceðini söylemektedir.
Bu açýdan Pascal, bir þey
biliyorum, o da hiçbir þey bilmediðimdir diyen Sokrates'e yaklaþýyor. Ona göre a
kýl tam gerçeðe varamaz, akýl
ülkesinin sýnýrlarýnýn bittiði yerde gönül ülkesi baþlar. Erdem, Tanrýya baðlana
n ve Tanrýnýn baðýþýný bekleyen
temiz bir gönüldür. Akýldan gelen bilgilerin ötesinde duygudan gelen bilgiler va
rdýr ki önemli olan da bu
bilgilerdir.
Pascal de, Jansenius gibi, benin bilinmesini Tanrýnýn bilinmesine baðlayan Des
cartes düþüncesinin doðurduðu bir
sonuçtur. Ancak Descartes bu önermeye (kaziye) akýl yoluyla varýyordu. Pascal gö
nül yoluyla varýyor.
Sayýlarýn kesinliklerinden bir sonuca varamayan büyük matematikçi ve fizikçi Pas
cal, Düþünceler (Pensees) adý
altýnda toplanan notlarýnda Tanrýnýn büyüklüðünü belirtmek için insanýn küçüklüð
ünü tanýtlamaya çalýþýyor. Hangi
yöne dönse karþýlaþtýðý sonsuzluk, yücelik onu korkutmaktadýr. Soruyor: Bu sonsu
zluðun içinde insanýn deðeri
nedir? Her þey bir hiçlikten çýkýp sonsuzluða doðru sürüklenmektedir. Eþyanýn ne
ilk nedenini ne de son ereðini
tanýyamamak umutsuzluðu içinde ancak gelip geçici birtakým belirtileri seyretmek
ten baþka ne yapabilir insan? Bu
akýl durdurucu akýþý kovalamaya kimin gücü yetebilir? Öyleyse haddimizi bilelim.
Aklýmýzý yitiren bu sonsuzluk,
Tanrý gücünün en büyük kanýtýdýr.
Pascalin açýsýndan alýnýnca, bir karýnca için de bir yaban keçisinin Tanrý say
ýlmasý gerekeceði düþünülebilir.
Ýnsan ancak bir þey bilebilir, diyor Pascal; yakýnda öleceðini. Bundan baþka hiç
bir þeyi kesinlikle bilemez. Ölüme
karþý gözlerimizi kapamaya çalýþmak neye yarar, gerçek þu ki, ister açýklayalým
ister açýklamayalým, bu ölüm
hepimizi korkutmaktadýr. Þu halde Tanrýya inanarak bu korkudan kurtulmak daha ka
rlý deðil mi? Tutun ki bir
kumar oynuyorsunuz, ya yazý atacaksýnýz ya tura. Ýkisinden birini seçmek zorunda
sýnýz. Tanrýnýn yokluðunu
seçerseniz bir iki geçici mutluluk elde edebilirsiniz, ama ömrünüz de ölüm korku
su içinde kývranmakla geçer.
Tanrýnýn varlýðýný seçmek her bakýmdan daha yararlýdýr. Çýkarýnýzý düþününüz.
Pascal bu düþüncesiyle bir çeþit faydacýlýk, pragmacýlýk yapmaktadýr. John Stu
art Mill'den (1806-1873) önce
faydalýdan yana olmak gerektiðini, William James'ten (1842-1910) önce pratik iþe
yararlýðý savunmaktadýr.
Kimi insanlar, diyor Pascal, en üstün iyiyi baþkalarýna söz geçirmekte, kimileri
bilimsel araþtýrmalarda, kimileri de
þehvette aramýþlardýr. Oysa, en üstün iyi, hiçbir küçülme ve kýskançlýk duymaksý
zýn herkesin birden olabilendir.
Buysa Tanrýdýr.
Pascal'ýn açýsýndan alýnýnca, Tanrýnýn yerine güneþin, suyun, havanýn da konul
abileceði düþünülebilir.
Pascal, Düþünceler'inde þu sonuca varýyor: Tanrýnýn varlýðý yolunda kanýt ve tan
ýtlarýn sayýsýný artýrmakla deðil,
ruhumuzdaki tutkularýn sayýsýný azaltmakla inana (iman) varmaya çalýþýnýz. Ey ge
rçeði yalnýz aklýn ýþýðýyla aramaya
kalkýþan insanlar, sonunuz ne olacak? Ne siz bu felsefelerden geçebiliyorsunuz,
ne de onlar size gereken karþýlýðý
verebiliyorlar. O halde, ey kendini beðenmiþ insanlar, kendi benliðinizin kendin
iz için nasýl bir aykýrýlýk (paradoks)
olduðunu biliniz. Ey beceriksiz akýl, zavallýlýðýnýzý anlayýnýz. Ey budala doða,
susunuz. Biliniz ki insan insanlýðýn
sonsuzca üstüne yükselebilir. Gerçek deðerinizin ne olduðunu Tanrýnýzdan öðrenin
iz. Tanrýnýn sesini dinleyiniz
(Pensees, üçüncü bölüm).
Cartesianisme (Renee Descartes'ýn Latinceleþtirilmiþ adý Renatus Cartesius'tur
) yolunda yürüyen Jansenistlerin
yanýnda vesilecileri (occasiona-listler) de anmak gerekir. Bu ad altýnda toplana
n düþünürler asýl nedeni Tanrý
saymakta, öteki bilinen nedenleriyse vesile nedenler olarak görmektedirler. Vesi
leci düþünürlerin baþýnda,
kendinden sonraki birçok düþünürleri etkileyen Arnold Geulincx (1624- 1669) gelm
ektedir. Geulincx'e göre, siz
beni itmekle bana birkaç adým attýrabilirsiniz ama, benim birkaç adým atmamýn as
ýl nedeni siz deðilsiniz, Tanrýdýr.
Siz bir vesilesiniz. Cisimler, sontular etkin olamazlar. Etkin olan sadece sonsu
zdur, Tanrýdýr. Bizler Tanrýnýn
yaptýklarýnýn seyircisiyiz, onun iþlemlerinde hiçbir rolümüz yoktur. Kendi kendi
mizi bile etkileyemeyiz. Erdem,
Tanrýnýn düzenine boyun eðmektir. Bu boyun eðiþ, Tanrýnýn örneði olan akla uygun
davranmakla olur.
Baþka bir deyiþle, Geulincx, hem boyun eðmemizi istiyor, hem de bununla yetinmey
erek, bu boyun eðiþi aklýmýzla
yapmamýzý öðütlüyor. Aklýmýz bu boyun eðiþe karþý koyarsa ne yapmamýz gerektiðin
i bildirmediði gibi bu karþý
koyuþta aklýn da bir vesile sayýlacaðýný, asýl karþý koyanýn Tanrý olmasý gerekt
iði düþüncesi üstünde de durmuyor.
Bununla beraber Geaulinexin düþüncesi bir bakýma açýktýr: Karþý koyan akýl, akýl
deðildir.
Vesilecilerin bir ikincisi de Nicole Malebranche'týr (1638-1715). Berkeley'le
yaptýðý bir görüþmenin heyecanýndan
ölen bu hasta düþünüre göre de erdem, Tanrý sevgisidir. Mutluluk bu sevgidedir.
Çeþitli varlýklar Tanrýnýn birer
görünüþünden baþka bir þey deðildir, þu halde bütün istemlerimizin amacý Tanrýdý
r. Her istek gerçekte bir Tanrý
sevgisini taþýr. Gerçeði ortaya koyacak, insaný Tanrýyla birleþtirecek tek yol d
ine uygun olarak yaþamak yoludur.
Dine uygun olarak yaþamak, aklýmýzdan çok inanýmýzý dinlemek demektir. Baþka yol
lardan yürüyüp eksik ve aksak
bilgilerle oyalanmaktansa, ömrümüzü, birçok þeyleri hiç bilmeden geçirip sonunda
sonsuz olarak aydýnlanmak çok
daha iyidir (De la Recherche de la Verite, altýncý kitabýn son yapraðý).
Descartes'ýn izinden yürüyen dinci düþünürlerin içinde erdemi kendine özgü, öz
el bir biçimde tanýmlayan bir baþka
düþünür de Pierre Bayle'dýr (1647-1706). Bayle'a göre erdem, aklýn aldýðýna deði
l, aklýn almadýðýna inanmaktýr.
Akla uygun olana inanmak kolaydýr, bunu herkes yapabilir. Güç olan, herkesin bec
eremediði akla uygun olmayana
inanabilmektir. Gerçek dincinin erdemi bu güç eylemde belirir. Tanrý düþüncesini
, bilimle, akýlla baðdaþtýrmaya
çalýþmak boþunadýr. Bunlar hiçbir zaman baðdaþamazlar. Þu halde her birinin alan
ýný ötekinden ayýrmak,
birbirlerine karþý hiçbir üstünlük düþünmeksizin, her birini kendi alaný içinde
deðerlendirmek gerekir. Aklýn gücü
kendi sýnýrý içindedir, bu sýnýrý aþamaz. Hiçbir bilimde gerçek bir kesinlik yok
tur. Buna karþý inanýn da sýnýrý
çizilemez, inan inanabildiðin kadar... Her ikisi birbirlerine karþý da çeliþikti
r. Ýsteyen dilediði yolu tutsun. Ben
kendi payýma her iki yolu birden tutuyorum, diyor Bayle.
TAP VE ÝSTE. Küçük bir çocuðun denize düþtüðünü görünce hemen atlayýp onu kurt
armaya çalýþýrsýnýz. Bu
davranýþýnýz erdemli bir davranýþtýr. Yüzme bilmiyorsanýz siz de boðulabilirsini
z. Üstünüzdeki yeni elbise
sýrýlsýklam olur. Ýçi para dolu cüzdanýnýz denizin dibine düþebilir. Hiç deðilse
üþütüp hastalanabilirsiniz. Þu halde
erdeme uygun olan bu davranýþýnýz akla aykýrýdýr. Öyleyse akýl karþýsýnda erdemi
n durumu nedir?
Bu sorumuzun karþýlýðýný Baruch Spinoza'dan (1632-1677) alýyoruz. Descartes'ýn ö
ldüðü yýl Spinoza on sekiz
yaþýndaydý. Otuz bir yaþýnda ilk denemesini yayýmlayacak, Descartes düþüncesini
açýklayacaktýr. Descartes'ýn
analitik geometri yöntemini gereði gibi uygulayarak, o kocaman Etika'sýný geliþt
irebilmek için önünde daha on dört
yýl vardýr. Oysa kýrk beþ yaþýnda ölecek, Etika'nýn basýldýðýný göremeyecektir.
Engizisyondan kaçarak Hollanda'ya
sýðýnan Ýspanyol Yahudisi soyundan bir göçmen ailesinin oðludur. Haham olmak içi
n yetiþtirilmiþse de düþünür
olmuþ, havradan kovulmuþtur. Spinoza'ya göre erdem, akla uygun davranmaktýr. Öyl
eyse akla uygunluðun ölçüsü
nedir? Bu soruyu karþýlayabilmek için Spinoza düþüncesini biraz deþmek gerekir.
Spinoza, en geniþ anlamýyla
özgürlüðü (hürriyet) düþüncede bulmaktadýr. Her þeyi anlamak özgür olmaktýr. Açý
k düþünceye kavuþan insanýn
tutsaklýðý (esaret) yok olur. Ýnsanlar bilmediklerinin tutsaðýdýrlar, bilgiye er
iþince özgürleþirler. Þu halde
erdemliliðimizin ölçüsü eþyayý anlayýþýmýzdadýr, özgür oluþumuzdadýr. Töresel ba
kýmdan iyi, zekayý geliþtiren þey;
kötü, zekayý bulandýran þeydir. Erdem, güçlü olmaktýr (erdem karþýlýðý olan Lati
nce virtus sözcüðünün baþlangýçta
güç, kuvvet anlamýna geldiðini hatýrlayýnýz). Güçlü olmak için de özgür olmak ge
rekir. Özgür olmak için de akla
uygun davranmak gerekir.
Spinoza bu düþüncesini tanýtlamak (ispat etmek) için önce tanýmlamalarla (tari
f) iþe giriþiyor: Ýyi deyince, kesin
olarak bize yararlý olduðunu bildiðimiz þeyi anlýyorum. Kötü deyince, bir iyilið
in tadýný almakta bize engel
olacaðýný bildiðimiz þeyi anlýyorum. Sonra, önermelere (kaziye) baþlýyor: Ýyi ya
da kötü üstündeki bilgi,
kendisinden haberimiz oldukça bir sevinç ya da acý duygulanýmýndan (affection, t
ahassüs) baþka bir þey deðildir.
Herkes kendi tabiatýnýn kanunlarýna göre iyi olduðunu sandýðý þeyi zorunlu olara
k ister, kötü olduðunu sandýðý þeyi
zorunlu olarak istemez. Birisi kendisine yararlý olan þeyi aramak, baþka bir dey
iþle kendi varlýðýný korumak için ne
kadar çok çabalarsa ve bunu baþarmak için ne kadar gücü varsa, onun o kadar erde
mi var demektir. Kendi kendini
korumak çabasý, erdemin ilk ve biricik temelidir. Kendi kendini koruma çabasýnda
n önce gelen erdem tasarlanamaz.
Erdemle iþlemek; aklýn buyurduðu kurallara göre iþlemek, yaþamak ve kendi varlýð
ýný korumaktan (bu üç þey birdir)
baþka bir þey deðildir ve erdemin bu temeline göre onun kendi yararýný araþtýrma
sý gerekir. Kimse kendi varlýðýný
baþka bir þey için korumaya çalýþmaz. Akýlla yaptýðýmýz bütün çabalar ancak anla
maya savaþýr ve insan, aklýný
kullanmasý dolayýsýyla, ancak onu anlamaya götüren þeyin kendisi için yararlý ol
duðunu bilir. Bizler ancak bizi
anlamaya götüren þeye iyi, ona engel olan þeye de kötü diyebiliriz. Aramýzda bir
leþik bir þey olmadýkça hiçbir þey
bizim için iyi ya da kötü olamaz. Bir þey bizim tabiatýmýza uygun olmasý bakýmýn
dan zorunlu olarak iyidir, bizim
tabiatýmýza aykýrý olmasý bakýmýndan zorunlu olarak kötüdür. Daha sonra da bu ön
ermelerden þu sonuçlara varýyor:
Aklýn ilkelerine (prensip) göre yaþamaklýðýmýzdan ileri gelen iyilik yapma isteð
ine dindarlýk diyorum. Ýnsaný, aklýn
ilkesine göre, dostluk baðýyla baþka insanlara baðlanmaya zorlayan isteðe namusl
uluk diyorum. Aklýn ilkelerine
göre yaþayan insanlarýn övdükleri kimseye namuslu diyorum. Dostluk baðýndan kaçý
nan ve ona aykýrý davranan
kimseye namussuz diyorum. Böylelikle, söylediklerimden, gerçek erdemle güçsüzlük
arasýndaki fark, baþka bir
deyiþle gerçek erdemin aklýn ilkelerine göre yaþamaktan baþka bir þey olmadýðý v
e güçsüzlüðün de ancak insanýn
kendi dýþýnda olanlarca yönetilmesine kendini býrakmasýndan baþka bir þey olmadý
ðý kolayca anlaþýlýr.
Spinoza, aklýn ilkelerini de þöyle anlatýyor: Aklýn ilkesi, insanýn kendi kaza
ncýný ve kendine yararlý olan þeyi
araþtýrmasýdýr. Akýl, tabiata aykýrý hiçbir þey istemez. O halde o, herkesin ken
di kendisini sevmesini, kendi iyiliðini
istemesini, gerçekten kendisine yararlý olan þeyi aramasýný, onu daha çok yetkin
liðe götürecek olan þeylere
yönelmesini, kendi varlýðýný korumasýný buyurur. Erdemin temeli, insanýn kendi v
arlýðýný korumak için yaptýðý
çabadan baþka bir þey deðildir ve üstün mutluluk insanýn ancak kendi varlýðýný k
orumasýndan ibarettir. Dýþýmýzda
bize yararlý olan þeyler vardýr, varlýðýmýzý korumak için gereksediðimiz bu þeyl
eri de istemeliyiz. Yan yana gelen iki
insan, ayrý ayrý iki insandan iki kat daha güçlüdür. Þu halde insana insandan da
ha yararlý bir þey yoktur. Öyleyse
insanlar, bütün tenlerin tek ten, bütün nefislerin tek nefis olacak biçimde birl
eþmesinden baþka bir þey istemezler.
Böylece birleþince kendi varlýklarýnýn korunmasý için birleþik çabada bulunurlar
, birleþik yararlarý olan þeyi ayný
istekle araþtýrýrlar. Bundan þu sonuç çýkar ki, akýlla yönetilen insanlar, aklýn
ilkelerine göre kendi kazançlarýný
araþtýran insanlar baþkalarýna olmasýný istemedikleri þeyi kendilerine de isteme
zler ve bunun içindir ki onlar
adaletli, sadýk, namusludurlar (Etika, dördüncü bölüm, XViii'nci önermenin schol
ie'si). Spinoza'ya göre, insanýn
kendi
çýkarýný ve kendine yararlý olan þeyi araþtýrmasýný gerektiren aklýn bu ilkeleri
ni dindarlýðýn ve erdemin temeli deðil
de, tersine, dinsizliðin ve erdemsizliðin temeli sananlar aldanmaktadýrlar. Erde
m, insanýn kendi varlýðýný korumasý
için en yararlý þeydir ve hiçbir þey insanýn varlýðýný korumak bakýmýndan ondan
daha yararlý deðildir. Erdem, iþte
bunun için, bütün insanlarca istenmelidir.
Þu halde denize düþen küçük bir çocuðu kurtarmak için elbisenizin ýslanmasýný,
cüzdanýnýzýn denizin dibine
düþmesini, hastalanmayý, boðulmayý göze alarak hemen atlamalýsýnýz. Çünkü siz de
denize düþerseniz sizin için de
atlamalarý gerekir. Baþkalarýna olmasýný istemeyeceðiniz þeyi kendiniz için de i
stemeyeceðinize göre, kendiniz için
istediðinizi baþkalarý için de isteyeceksiniz. Bu türlü davranýþ, akla aykýrý bi
r davranýþ deðil, Spinoza'ya göre akla
uygun bir davranýþtýr. Sonunda gene kendi çýkarýnýz söz konusudur.
Akla uygun davranmak, tabiatýmýzýn zorunluðundan çýkan þeyleri yapmaktan baþka
bir þey deðildir, diyor Spinoza.
Þu halde akýllý insanlar acý duymazlar, kimseye acýmazlar, piþman olmazlar. Aklý
n ilkelerine göre yaþayan bir
insanda bütün bunlar kötüdür, yararsýzdýr, iþleme gücünü azaltýr. Ýnsan, erdemin
in elverdiði kadar, iyi iþlemeye ve
sevinç duymaya çalýþmalýdýr. Spinoza, önce, þu gerçeði ortaya atýyor: Öz varlýkt
a (nefis) özgür bir irade yoktur. Öz
varlýðýn bir þeyi ya da baþka bir þeyi istemesi, nedenle (sebep) gerektirilmiþ o
lup o neden de baþka bir nedenle
gerektirilmiþtir ve bu sonsuz olarak böyle gider (Etika, ikinci bölüm, önerme XL
Viii'nci).
Descartes'cý Spinoza'yý Descartes'tan ayýran özellik, bu zorunluðu Tanrýya kad
ar götürmesidir. Spinoza, bu açýdan,
eski Yunan düþünürleriyle birleþiyor. Tanrý da (eski Yunan'da Tanrýlar da) bu zo
runluða baðlýdýr. Descartes bütün
bilgilerin temelinde Tanrý özgürlüðünü buluyordu Descartes'a göre gerçek özgürlü
k Tanrýdaydý, Tanrý isteseydi
baþka türlü olabilirdi. Spinoza'nýn doða Tanrýsýysa zorunlu olarak vardýr ve her
þeyi, özgür iradesiyle deðil,
tabiatýndan gelen bir zorunlukla belirlemiþtir.
Spinoza, bu düþüncesini, Etika'nýn birinci bölümüne yazdýðý ekte þöyle açýklýy
or: Ýnsanlar, kendi isteklerini güden
nedenleri bilmedikleri için, kendilerini özgür sanýrlar. Çevrelerindeki her þeyi
n de kendileri için yapýldýðýný
kafalarýna koymuþlardýr. Bundan ötürüdür ki, kendi özgürlüklerine benzer güçlü b
ir özgürlüðün, hep kendilerini
düþünüp kendileri için çalýþtýðýna inanýrlar. Bu üstün varlýðýn ne kendisini, ne
nedenini, ne düþünce biçimini
bilirler. Bundan ötürüdür ki ona, kendi biçimlerini; kendi nedenlerini, kendi dü
þüncelerini yakýþtýrýrlar. Bunca,
birbirinden ayrý görünen, tapýnýþlarýn özeti budur. Bütün bu yanýlmalarýn zorunl
u sonucu olarak da, ona tapmakla,
onu hoþnut ettiklerini sanýrlar. Doymak bilmez hasisliklerini doyurabilmek için
bütün doðayý hizmetlerinde
kullanmak isteðindedirler. Tanrý da, elbet, onlarýn hizmetinde olacaktýr. Tapmak
, gerçekte, hizmete çaðýrmaktýr. Bu
yanlýþ ön düþüncenin (prejuge, peþin yargý, boþ inan) zorunlu sonucu da, onlarý
ereksel nedenselliði (gai illiyet)
aramaya sürüklemiþtir (daha açýk bir deyiþle, insan kafasýna takýlan gereksiz so
ru þudur: Bütün bu olup bitenlerin
gayesi nedir acaba?). Eh, bu erek, insanlarýn mutluluðu olmalýydý her halde. Böy
lesine bir ön düþünceden doðacak
metafiziði düþünün artýk. Ýnsanlar, kendi mutluluklarý için doðada bulduklarý bi
rçok þeylerin yanýnda canlarýný
sýkan fýrtýnalar, yer depremleri, hastalýklar, kötülükler gibi birçok þeylere de
rastladýlar. Ya bunlar nedendi?..
Bunlar da Tanrýlara gerekli saygýnýn gösterilmediði zamanlarda oluyordu her hald
e. Kýsýr döngüye (daire-i faside)
girilmiþti bir kez. Tap ve iste. Tapýnmaný çoðalt ve isteðini artýr. Deney, duru
p dinlenmeksizin bu yanlýþ
uslamlamalara karþý kendini gösterdiði ve her gün milyonlarca örnekle iyilikler
ve kötülükler sofularla sofu
olmayanlarýn baþýna ayný oranda geldiði halde, insanlar kendilerini bu peþin yar
gýlarýndan kurtaramazlar. Tanrýlarý,
içinden çýkýlmaz bir çeliþmeyle hem iyi hem kötü saymak, daha akla uygun bir sis
tem kurmaktan kolay geldi. Buysa,
insanlarý, Tanrý yargýsýnýn sonsuz derecede insan aklýnýn üstünde bulunduðu kura
mýný yerleþtirmeye götürdü. Eðer,
þeylerin-ereksel nedenselliðini bir yana býrakarak özlerini ve özelliklerini göz
önünde tutan matematik bilimler,
insanlara doðru yolu göstermeseydi bu karanlýðýn içinde boðulup gitmek iþten bil
e deðildi. Gerçekte, ereksel
nedensellik bir kuruntudan ibarettir. Doða, belli bir ereðe göre deðil, tabiatýn
dan gelen bir zorunluktan ötürü
davranýr.
Spinoza'ya göre Tanrý, doða demektir. Doða, var olmak için kendinden baþka bir
þeyi gereksemeyen þeydir. Her
þey, bu tek varlýktan zorunlukla meydana gelmiþtir. Zorunluk, doðanýn tabiatýnda
vardýr ve doða ne yapmýþsa bu
zorunluktan ötürü yapmýþtýr. Özgürlük yoktur. Spinoza gibi matematiksel bir kafa
nýn bu sonuçla yetinemeyeceði
açýktýr. Nitekim Etika adlý ünlü yapýtýnýn son bölümü þu baþlýðý taþýmaktadýr: A
klýn gücü ya da insanýn özgürlüðü
üstüne... Spinoza bu bölüme þöyle baþlýyor: Sonunda, Etika'nýn insaný özgürlüðe
götüren yolu inceleyen bu
bölümüne geçiyorum. Bu bölümde aklýn gücünü anlatacaðým. Aklýn, duygulanýmlar (a
ffection, teessür, tahassüs)
üstünde ne yapabileceðini, özgürlük ya da öz varlýðýn üstün iyiliðinin (beatitud
e) ne olduðunu göstereceðim.
Burada, bilgili kiþinin bilgisiz kiþiye ne kadar üstün olduðunu göreceðiz. Aklýn
yetkinleþtirilmesi ve vücudun
korunmasý týbbýn iþidir. Benim yapacaðým sadece aklýn, duygulanýmlarý dizginleye
bilmek için ne kadar gücü
bulunduðunu göstermektir. Önceki bölümlerde bu gücün salt (mutlak) bir güç olmad
ýðýný göstermiþtim.
Spinoza'nýn bu sözlerinde altýný çizeceðimiz gerçekler þunlardýr:
1- Ýnsanýn özgürlüðü, aklýn gücünde belirir.
2- Aklýn gücü, bilgiyle gerçekleþir.
3- Aklýn gücü, salt (mutlak) bir güç deðil, baðýntýlý bir güçtür.
Karþýt bir düþünce olarak, burada,Spinoza'nýn da yaptýðý gibi, stoacýlarý kýsa
ca anmak yararlý olacaktýr: Salt
zorunlukçu olan stoacýlar, duygulanýmlarýn salt irademize baðlý olduðunu ilerisü
rmüþlerdi. Onlara göre, irademiz
vücudumuzu eðitebilir, duygulanýmlarýmýza kesin olarak egemen olabilirdi. Niteki
m stoacý köle Epiktetos, bacaðýný
kýran efendisine, yüzünü bile buruþturmadan, bu kadar oynarsan bacaðýmý kýrarsýn
dememiþ miydim? diye
mýrýldanmýþtý.
Spinoza, haklý olarak, bu düþüncenin karþýsýndadýr. Duygulanýmlarýmýza böyle b
ir güçle egemen olmamýz mümkün
deðildir (Epiktetos'un acý duymamasý deðil, duyduðu acýyý belli etmemesi baþka b
ir konudur). Bu arada Descartes'ýn
da, stoacýlarýn bu görüþünü desteklediðini, kayýtsýz irademizin salt gücünü kaný
tlamaya çalýþtýðýný hatýrlayalým.
Descartes, özgürlüðümüzü bu irade gücümüze baðlýyordu. Özgürdük, çünkü irademiz
tasdik edebildiði gibi ret de
edebilirdi. Bunda, sýnýrsýz olarak, serbestti. Spinoza'ysa, ondokuzuncu yüzyýlda
doðrulanacaðý gibi, böylesine bir
özgürlüðe hiçbir zaman eriþemeyeceðimiz kanýsýndadýr. Spinoza bu doðru sonuca ke
ndi yöntemiyle (Descartes'ýn yöntemi)
varmýþtýr ve irademizin tasdik ya da ret iþinde belirleyici koþullarýn oynadýðý
önemli rolü bilmemektedir. Pek
derinden ve yetkiyle kavradýðý tek þey, doðal zorunluktur.
Spinoza, ünlü yapýtýnýn beþinci bölümünün iii'ncü önermesinde, insan özgürlüðü
nü iþlemeye baþlýyor: Pasif bir hal
olan duygulaným, bulanýk bir düþüncedir. Biz, bu duygulanýmdan açýk seçik bir dü
þünce elde edersek, bu
düþünceyi, aklýmýzla o duygulanýmdan ayýrmýþ olacaðýz. O halde, biz bir duygulan
ýmý ne kadar çok tanýrsak, o
duygulaným o kadar egemenliðimiz altýna girmiþ olacaktýr.
Ayný bölümün Vi'ncý önermesinin scholie'sinde de þu pek önemli sonuca varmakta
dýr: Þeylerin zorunlu olduðu
bilgisine, daha açýk seçik bildiðimiz tikel þeylerde ne kadar çok rastlarsak, öz
varlýðýn (nefis) duygulanýmlar
üstündeki gücü de o kadar büyük olur. Gündelik deneyin bize gösterdiði budur. Ni
tekim, kaybolan bir maldan
dolayý duyduðumuz acýnýn, onu korumanýn bizce mümkün olmadýðý bilgisiyle yumuþad
ýðýný görmekteyiz. Spinoza,
saðlam bir yolda yürümektedir: Özgürlük, zorunluðun bilgisini gün yüzüne çýkarma
ktadýr. Ýnsan, özünü anlamadýðý
nedenlerin kölesidir. Bu nedenleri bilirse, bilgiyle davranýr ve özgürleþir. Ýra
de, akýldan baþka bir þey deðildir: Aklý
da akýl eden bilgidir. Aklýn dýþýnda olarak düþünülen irade özgürlüðü boþ bir ku
runtudur. Seçmek zorunda bulunduðumuz
için seçeriz. Önemli olan, neyi seçmek zorunda bulunduðumuzu açýk seçik bilmemiz
dir. Bu gerçeði,
Sokrates, verdiði bir örnekle, aydýnlatmýþtý: Sonraki acýyý bilmeyen bilgisiz ya
kýn mutluluðu seçer, yarasýna býçak
vurdurmaz. Sonraki mutluluðu bilen bilgili yakýn acýyý seçer, yarasýna býçak vur
durur. Her ikisi de, seçimlerinde,
zorunluðun peþinden gitmektedirler. Ancak, bilgidir ki gerçek zorunluðu sahtesin
den ayýrabilir. Bilgisizin
zorunluðu mutsuzluða, bilgilinin zorunluðu mutluluða ulaþtýrýr. Yarasýna býçak v
urdurmazsa öleceðini ya da
yarasýna býçak vurdurursa kurtulacaðýný bilmeyen bilgisizin zorunluðu, elbette,
býçaðýn vereceði acýdan kaçmak
olacaktý. Ýþte bu bilgidir ki kiþiyi özgür kýlar, zorunlu olaylara egemen yapar.
Bu seçim, hiçbir zaman, bilgisiz bir
iradenin keyfine göre gerçekleþmemiþtir. Kayýtsýz irade gibi görünenin altýnda,
her zaman, bir zorunluk
yatmaktadýr.
BOÞ KAÐIT. Yeni doðmuþ bir çocuðu düþünün. Diyelim ki, onun ruhu bir yaprak ka
ðýttýr. Ýþte soru: Bu kaðýt boþ
mudur, dolu mudur?.. Descartes'ýn da savunduðu Platoncu düþünceye göre bu kaðýt
doludur: Bilgi, doðuþtandýr. Bu
bilgileri meydana çýkarmak için aklý iþletmek, usa vurmak (muhakeme etmek) yeter
. Spinoza'yla ayný yýlda doðan
bir baþka XVii'nci yüzyýl çocuðu, Ýngiliz düþünürü John Lock'a (1623-1704) göre,
bu kaðýt boþtur. Bu kaðýt,
yaþadýkça, deneyler ve gözlemlerle doldurulacaktýr. Aptallarýn ve bilgisizlerin
kaðýtlarý ömürleri boyunca bomboþ
kalýr. Doðuþtan bilgi yoktur. Hem doðuþtan olmak, hem de bilinmemek saçmadýr, çe
liþiktir. Kaðýt doðuþtan dolu
olsaydý bilinmesi gerekirdi. Kimi gerçekler üstünde bütün insanlar birleþiyorsa
böyle bir gerçek yoktur ya bu
birleþme, o gerçeðin doðuþtan olduðunu tanýtlamaz. Kendisine sözü edilmeyen bir
gerçeði kendiliðinden bilen tek
kiþi gösterilemez çünkü. Hoþlanma ve tiksinme (haz ve elem) eðilimleri doðuþtan
olabilir ama, bunlar birer bilgi
deðildirler. Bilgiler, duyularla alýnýr, kendiliðinden (a priori) deðildir. Duyu
lar yoluyla alýnmamýþ olan hiçbir bilgi
gösterilemez. Soyut kavramlar bile duyular yoluyla edinilir. Erdemin doðuþtan ol
madýðý her bakýmdan bellidir,
çünkü her çaðda ve herkesçe benimsenmiþ genel bir erdem yoktur. Vicdanlar da çað
lara, uluslara, dinlere,
anlayýþlara göre deðiþmektedir. Benim vicdanýmý sýzlatan, ayný eðitimi görmemiþs
ek, sizin vicdanýnýzý
sýzlatmayabilir. Ýlkelerin doðuþtan olduðunu ilerisürmek erdemsel eðitimin gerek
sizliðine inanmak demektir.
Gereksizdir de yüzyýllardan beri niçin onun peþindeyiz? (Pensees sur l'Eduction,
Eðitim Üstüne Düþünceler). Hem
eðitimi önermek, hem de bilginin doðuþtan olduðunu savunmak çeliþiktir.
Ruh baþlangýçta düz, yazýsýz, boþ bir kaðýttýr. Bu kaðýt, duyumlarýn getirdiði
deneylerle dolar. Duymadan önce
düþünemeyiz. Erdem düþüncesi de duyularla gelmiþtir. Erdem, bir otoriteye uymakt
ýr. Erdemi buyuran baþlýca üç
otorite vardýr: Tanrý otoritesi, devlet otoritesi, görenekler otoritesi... Erdem
, ancak bu otoritelerden birine, ikisine,
ya da tümüne baðlanmakla var olabilir. Baðlanmayan için erdem zorunlu deðildir.
Ýngiliz düþünürü Lock, görüldüðü gibi, düþünce zincirinin önemli ustalarýndan
biridir. Deneyden baþka hiçbir
yöntem tanýmamakla, Bacon' la beraber, günümüze kadar varan Ýngiliz düþüncesini
büyük ölçüde etkilemiþtir.
Doðuþtan bilgi olamayacaðýný savunarak Descartes'ý bir hayli yýpratmýþtýr. Skola
stik anlayýþa en yýkýcý
vuruþu indirmiþtir. Erdemi bir buyruðun sonucu saymakla törebilimcilerin yolunu
aydýnlatmýþtýr. Gene bu açýdan,
duyumculara, faydacýlara temel olmuþtur. John Lock, evrene ve onun olaylarýna öz
dekçi bir gözle bakýyor. Spinoza
ve Locke'la ayný yýlda doðan bir baþka XVii'nci yüzyýl çocuðu, Richard Cumberlan
d (1632-1716), erdem alanýnda
XViii'nci yüzyýl düþüncesine öncülük etmektedir. XViii'nci yüzyýl erdemcileri ba
þlýca iki yolda yürüyeceklerdir:
Cumberland'ýn yolu, Hobbes'ýn yolu... Cumberland, Hobbes'a karþý bir direnmedir.
Bilindiði gibi Thomas Hobbes
(1588-1679) erdemi, herkesin herkesle kavgasýnýn zorunlu bir sonucu saymaktaydý.
Devlet, bir dereceye kadar,
herkesin herkesle kavgasýna son verdiði için erdem de, devlet buyruklarýný yerin
e getirmek demekti. Bu bakýmdan
Hobbes da Locke gibi düþünmüþtü. Ýþte Cumberland bu düþünceye karþý çýkmaktadýr.
Cumberland'a göre, erdem bir güvenlik gereksemesi deðildir. Ýnsan, toplum, dev
let ve evren ayný amaca doðru
yürümektedirler. Bu amaç, en üstün iyiye varmak amacýdýr. Ýnsan, ne topluma, ne
devlete, ne de evrene karþý
deðildir, tersine, onlarla uyumludur, büyük bütünün bir parçasýdýr. Erdem, korku
nun deðil, bu bütüne varmak
eðiliminin bir sonucudur. Ýnsaný kendine sevdiren bencil içgüdünün yanýnda insan
ý insana sevdiren özgecil bir
içgüdü de vardýr. Doðal yasa (tabii kanun), bütün evrenin, her türlü varlýklarýy
la birlikte, en yüksek iyiye
yönelmesini buyurur. Ýþte akýl insana bu doðal yasayý gösterir. Ýnsan da bu doða
l yasaya özgecil (diðergam, alturist)
içgüdüleriyle uyarak bütün insanlarýn, bütünüyle evrenin iyiliðini ister. Çünkü
kendi mutluluðu da bu isteðin
peþinden gitmektedir. Bencil (hodgam, egoist) içgüdünün verdiði bir mutluluk da
vardýr elbet. Ama bu mutluluk
sürekli deðildir. Öteki mutluluksa süreklidir, sonsuz haz vericidir. Çünkü insan
, ancak evren ve toplumla uyumlu
olarak yaþarsa mutlu olabilir. Þu halde Cumberland'a göre erdem, Hobbes'ýn dedið
i gibi bir korkunun sonucu deðil,
bir sevginin sonucudur; bir bencilliðin sonucu deðil bir özgeciliðin sonucudur;
bir güvenlik gereksemesi deðil, bir
mutluluk gereksemesidir; bir devlet buyruðu deðil, bir Tanrýya yönelme eðilimidi
r. Bir duygu iþi deðil, bir us iþidir.
(De Legibus Naturae, Doða Yasalarý Üstüne).
HER ÞEY ÝYÝDÝR. Bu üç yýldaþtan (ayný yýlda doðan Spinoza, Locke, Cumberland)
on dört yýl sonra bir baþka
XVii'nci yüzyýl çocuðu, Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1717) doðacak ve fiziði
metafizikle açýklamaya çalýþarak,
düþünce zincirini aydýnlanma çaðýna doðru aðýr aðýr izlemekten hoþlanan bizleri
bir hayli þaþýrtacaktýr. Çaðýnýn
bütün teknik bulgularýyla ilgilenmiþ, bu bulgulara katkýda bulunmaya çalýþmýþ, t
eoriyi pratikle birleþtirmeye
uðraþmýþ ilginç bir düþünürdür.
Varlýk, som bir bütün deðil. Taþ, böcek, ot, insan, yýldýz vb. gibi çeþitli bi
çimlerde beliriyor. Bu biçimler, deðiþik
görünüþlerinin altýnda, ayný yapýyý taþýyorlar. Demek ki bunlar, özdeksel ya da
ruhsal olsun, ayný temel öðenin
bileþikleridir. Bu bileþikleri meydana getiren temel öðe nedir? Ýþte monat düþün
cesi de, felsefenin bu ana sorusuna
verilmiþ karþýlýklardan biridir. Evrendeki bu çeþitli bileþikleri belki sonsuzca
parçalayabiliriz. Ama bu soruyu
karþýlayabilmemiz için artýk baþkaca parçasý olmayan (Yu. Atoma), yani parçalana
mayan bir birim tasarýmlamamýz
gerekir. Bu birim, kuvve halinde de olsa, çeþitli bileþiklerin som bütünlüðünü,
yani tüm varlýðý içermelidir. Daha
açýk bir deyiþle, özdeksel ve ruhsal, tüm varlýkta ne varsa bu birimde de bulunm
alýdýr. Böyle olmasaydý varlýk bu
birimlerin bir bileþiði olamazdý. Fizikte atom ve metafizikte monat adý verilen
bu birim çeþitli düþünürlerce
(Pitagorasçýlar, Platon, Yeniplatoncular, Giordano Bruno, Van Helmont, Henry Moo
re, Diderot, Voltaire, Kant,
Renouvier vb.) çeþitli açýlardan yorumlanmýþtýr. Ne var ki monat'ý, felsefesinin
temel kavramý yaparak, üne
kavuþturan Alman düþünürü Leibniz olmuþtur. Monat düþüncesini, Leibniz'den önce
ki zincirin sözü edilmeye
deðer son halkasý olarak kullanan ve Leibniz'e kaynaklýk eden Ýtalyan düþünürü G
iordano Bruno, onu bireysel
Tanrýlýk olarak tanýmlamaktadýr. De Monade ve De Triplici Minimo (1591) adlý yap
ýtlarýnda Bruno, doðayla
Tanrýyý bir sayan kamutanrýcý bir anlayýþla doða Tanrýnýn monatlardan geldiðini
ilerisürer. Her monat, bu doða
Tanrýnýn bireysel bir biçimidir. Bu yüzdendir ki evren, en küçük zerresinde bile
ayný niteliði taþýr ve canlý-ruhludur.
Doða-Tanrý ya da Tanrý-doða (Bruno'nun kamutanrýcýlýðý kendine özgü ve çok parla
k bir bilinçle meydana
getirilmiþ bir doða-Tanrýcýlýktýr), sonsuz ve sayýsýz bireysellikleri olan monat
larda bütünüyle içkindir. Bu
yüzdendir ki monatlar sonluyla sonsuzu, kendi özel yasalarýyla evrenin genel yas
alarýný, özdeksellikle ruhsallýðý
birlikte taþýrlar. Alman düþünürü Leibniz, kendi monat kavramýný, özdekçi yanýnd
an temizlediði Bruno
düþüncesine dayamýþtýr. Onun için monat, ruhsal bir töz'dür (cevher). Monadologi
e (1714) adlý yapýtýnda,
monatlarý, Bruno gibi sonsuz sayýda tasarlar; bu tasarýmýyla da Descartes' ýn üç
ve Spinoza'nýn tek töz
tasarýmlarýndan ayrýlýr. Leibnizin monatlarý da, Bruno'nunkiler gibi, evrenin bü
tününü içerirler; ne var ki yer
kaplamazlar ve tüm ruhturlar. Leibniz'e göre karmaþýk olan yalýn olanlardan kur
ulu olmalýdýr, yalýn olanlarsa yer
kaplamazlar, yer kaplamayan özdek deðildir, özdek olmayýnca da mutlaka zihinseld
ir. Doðanýn gerçek atomlarý (Fr.
Les Veritables Atomes de la Nature), monatlardýr.
Bütün bileþikleri onlar meydana getirirler. Monatlar, çeþitli derecelerde birb
irlerine benzerlerse de biri ötekinin
ayný deðildir, çünkü evrende birbirinin ayný olan iki þey yoktur ve bir þeyin ay
ný olan ancak onun kendisidir.
Leibniz bu savýyla ruhsal monatlarý özdeksel atomlardan ayýrmaktadýr; atomlar ay
ný nitelikte olarak sonsuz
sayýdaydýlar, monatlarsa ayrý niteliklerde olarak sonsuz sayýdadýrlar. Evren mon
atlardan kurulmuþtur. Bu bakýmdan
monatlar, geliþmemiþ monatlardan geliþmiþ monatlara yükselen bir sýralanma düzen
i içindedirler. Her monat kendi
geliþme olanaðýný kendi içinde taþýr, baþkaca bir monattan etkilenmez ve baþkaca
bir monatý etkileyemez (Leibniz'in
ünlü deyimiyle: Monatlarýn pencereleri yoktur). Monatlarýn tasarýmlama ve iþtahl
anma güçleri vardýr, bu güçlerle
bilgiler edinirler. Yüksek bir monatý daha aþaðý bir monattan ayýran da bu bilgi
derecesidir. Her monat, gelecekteki
bütün durumlarýný da içinde bulundurur ve sonsuzca geliþme olanaðýna açýktýr. Mo
natlar arasýndaki ilgi ve düzen,
Tanrýca önceden kurulmuþ bir uyumun sonucudur. Bu uyum, pencereleri olmadýðýndan
ötürü birbirlerine hiçbir
etkide bulunamayan monatlarda bir karþýlýklý etki görünüþü doðurur. Monatlar düz
eninin en altýnda özdek monatý
(Leibniz'e göre bu özdek, özdeksiz ve ruhsal bir özdektir) en üstünde de en yetk
in monat olarak Tanrý monatý
bulunur. Aradaki monatlarsa inorganik evrenle organik evrenin monatlarýdýr. Orga
nik evrenin monatlarý aþaðý
derecedeki hayvanlarýn, yukarý derecedeki hayvanlarýn ve insanlarýn monatlarý ol
mak üzere üç ana bölümde
sýnýflanýr. Bu sýnýflama, bulanýk duyum ve algýlardan açýk seçik algý ve duyumla
ra doðru yükselen bir geliþmeyi
gösterir. Bu anlayýþa göre sýralanmanýn en altýndaki özdek monatýnda da en yükse
ðindeki olanaklar (algýlama,
tasarým ve iþtah güçleri) kuvve halinde bulunmaktadýr. Bu özdek, Leibniz'e özgü
bir paradoks olan özdeksiz bir
özdek olsa bile, Tanrýlýk olanaðý da içeren bir özdektir. Leibniz' in dolaylý ol
arak meydana koyduðu bu özdeksel
sonuç, kaçýnýlmazlýðý oranýnda, pek parlak bir sonuçtur.
Bütün bunlara karþý Leibniz, Tanrýlýk düzeyde, olabildiðince iyimserdir (optim
ist). Sanki Nietzsche'nin
kötümserliðini (pesimist) yüz elli yýl öncesinden sezmiþ de onu þimdiden karþýla
mak istermiþ gibidir. Þöyle der:
Dünyamýz, mümkün olan dünyalarýn en yetkinidir. Bu yetkin dünyada her þey en iyi
dir. Voltaire, Candide adýný
taþýyan çok hoþ kitabýnda, ona, mümkün olan alemlerin bu en mükemmelinde sana bi
r temiz sopa çekersem bu da
mý en iyidir? sorusunu soracaktýr, ama bu soruya daha bir hayli yýl vardýr (Alma
n düþünürü Leibniz öldüðü yýl,
Fransýz düþünürü Voltaire yirmi iki yaþýndaydý).
Leibniz'e göre özdek (madde) sadece, Spinoza'da olduðu gibi, yer kaplama nitel
iðiyle açýklanamaz, Özdek, cansýz
bir yer kaplamadan ibaretse çekme, itme, sýcaklýk, ýþýk nedir? Özdek, her þeyden
önce bir direnmedir, bir güçtür
(kuvvet). Evrendeki sayýsýz güçler arasýndaki birliði saðlayan, Tanrýca önceden
kurulmuþ ve saptanmýþ bir uyum, bir
öncel düzen'dir (Fr. L'harmonie preetablie). Leibnizin açýsýndan erdem, doðuþtan
dýr, dýþarýdan gelmiþ bir bilginin
sonucu deðildir. Çünkü dýþarýdan hiçbir bilgi gelemez. Ne doðum ne de ölüm vardý
r. Bunlar, ancak, monatlarýn
sonsuz geliþmesinde birer görünüþten ibarettir. Ölmezlik, bir zorunluluktur. Ýns
an, kendi öz tabiatýna karþý
baðýmsýz, kendi kendine karþý özgür olamaz. Þu halde, erdem, bir zorunluktur. Ta
nrý, bu monatlar monadý, mümkün
olan alemlerin en iyisini zorunlu olarak yaratmýþtýr. Kötülükler, ancak, eþyanýn
ayrýntýlarýndadýr ve iyiliklerin
parlaklýðýný artýrmaya yararlar. Yoksa, bütün, en yüksek derecede mükemmeldir. B
u mükemmel bütünde her þey
mükemmeldir. Þu halde erdem, bu mükemmelliðin zorunlu sonucudur. Mükemmel bütünd
e hiçbir þey, isteyebilse
de, bu mükemmellikten kurtulamaz. Þu halde erdemsizlik, mümkün deðildir. Tanrýlý
k irade, Tanrýlýk zekanýn
emrindedir. Tanrý, ne tabiatýn ve ne de erdem yasalarýnýn özgür yaratýcýsý deðil
dir. Yaratmak zorundaydý, yarattý.
Evren gibi, erdem de; bu zorunluðun ürünüdür. Mutlu olmak için mutlu bir çevrede
yaþamak gerekiyor. Leibniz,
mutluluklarýný arayan insanlara bu çevreyi göstermektedir: Dünya Tanrýlýk düþünc
ede sonsuz sayýda mümkün
evrenler vardý, diyor Leibniz. Bunlardan ancak bir tanesi var olabilirdi. Tanrýn
ýn baþka bir evren yerine bunu
seçmesini gerektiren neden, onun sonsuz iyiliði, sonsuz bilgeliði, sonsuz gücüdü
r. Tanrý iyiliðinin, bilgeliðinin,
gücünün ona seçtirdiði en iyi olacaktý elbet. Sevilen þeyin mutluluðu, kiþiyi mu
tlu kýlar. Tanrýnýn yetkinliðini seyre
dalarak, her türlü iyiyi yarataný gereði gibi seven kiþilerin zorunlu mutluluðu
da bundan ötürüdür. Evrenin düzenini
biraz anlayabilseydik, onun, en bilgili insanlarýn istediklerini kat kat geçtiði
ni, onu olduðundan daha iyi kýlmanýn
mümkün olmadýðýný görürdük. Bu evren, yalnýz genel olarak bütün için deðil, ayný
zamanda ayrý ayrý her birimiz
için de en iyi evrendir (Monadoloji, 53, 55, 90. fýkralar). Fransýz düþünürü Vol
taire (1674-1778), ünlü Felsefe
Sözlüðü'nün Her þey iyidir (Bien-tout est) maddesinde, Leibnizin bu düþüncesini
þöyle eleþtirmektedir: Bir elmayý
yedik diye sonsuz bir ömür süreceðimiz bir haz ülkesinden kovulmuþuz. Bin bir yo
ksuluk içinde, hepsi acý çekecek
ve baþkalarýna da çektirecek çocuklar meydana getirmiþiz. Önümüzde bütün hastalý
klara tutulmak, bütün dertlere
uðramak, acýlar içinde ölmek, sonra da, bir fenalýk olarak, yüzyýllarýn sonsuzlu
ðu içinde yanmak var. Leibnizin
iyilik, yetkinlik dediði bu mu? Mesanemde bir taþ mý peydahlanýyor, bu hayran ol
unacak bir mekaniktir. Taþlý
usareler yavaþ yavaþ kanýma karýþýyor, oradan böbreklere süzülüyor, sidik borusu
ndan geçip mesaneye yerleþiyor,
orada yetkin (mükemmel) bir Newton çekimiyle birikiyor. Ben de bu dünyanýn en ye
tkin düzeni içinde ölümden bin
beter sancýlar çekiyorum. Bir cerrah geliyor, apýþ arama sivri bir þiþ saplýyor,
taþ zorunlu bir mekanikle parçalanýyor,
ben de ayný mekanikle dayanýlmaz acýlar içinde ölüyorum. Bütün bunlar iyidir, öy
le mi? Ýþte taþtan, damla
hastalýðýndan, bütün cinayetlerden, bütün acýlardan, ölümden meydana gelmiþ anla
þýlmaz bir genel iyilik (Felsefe
Sözlüðü, I. cilt, s. 105).
Voltaire, ayrýca, dünya görüþünü de bir Suriye masalýyla açýklamaktadýr: Erkek
le kadýn, dördüncü kat gökte
yaratýlmýþlar. Cennet yemeði yerine kuru peksimet yemeye kalkmýþlar. Cennet yeme
ði deri deliklerinden uçup
gidermiþ. Ama peksimet yiyince ayakyoluna gitmek gerekmiþ. Ýyice sýkýþmýþ oldukl
arý halde ayakyolunu arayan
kadýnla erkek, rastladýklarý bir meleðe yol sormuþlar. Melek de onlara, dünyamýz
ý göstererek, iþte, demiþ, buradan
altmýþ milyon fersah ötede þu, gördüðünüz küçük yuvarlak yok mu, evrenin, ayakyo
lu orasýdýr. Mümkün olan
alemlerin en yetkininde yaþýyoruz, öyle mi?.. Fransýz alaycýlýðýný dürtmek için
bu saf Alman düþüncesinden daha
uygun bir konu bulunamazdý. Alman düþünürü Leibnizin bu iyimserliði, Fransýz düþ
ünürü Voltaire'i bir hayli
eðlendiriyor. Candide adlý yapýt, böylesine bir eðlencenin ürünüdür. Candide, sö
zcük anlamýný canlandýran, açýk
yürekli, budalamsý bir kiþidir. Eskilerin safderun dedikleri, Leibnizin bu iyims
erliðine inanmýþ, bön bir
oðlancaðýzdýr. (Voltairein L'Ingenu adýný taþýyan, aþaðý yukarý ayný anlama gele
n bir romaný ve bir kiþisi daha
vardýr. Onda da XVii'nci yüzyýl Fransa'sýyla alay eder. Voltairein örnek Fransýz
lara özgü kiþiliði bu
alaycýlýðýndadýr). Voltaire, Candidei altmýþ beþ yaþýnda yazdý. Leibniz öleli ký
rk üç yýl olmuþtu. Oysa, düþünceleri,
bir baþka büyük Alman düþünürü Christian Wolff'un (1679-1754) da yardýmýyla çaðý
ný etkilemiþ, geniþ yankýlar
uyandýrmýþtý. Wolff, Leibnizin daðýnýk düþüncelerini bilimsel bir sistem içinde
toplamýþtý. XViii'nci yüzyýlýn ikinci
yarýsý baþlarken, bütün Alman üniversitelerinde bu iki büyük düþünürün Leibnizo-
Wolffien adý verilen karma
öðretisi okutuluyordu.
Bu öðreti, evrenin iyi bir Tanrý eliyle yaratýldýðýný, mümkün alemler içinde m
ümkün olan en iyi alem olduðunu
ilerisürmekteydi. Görülen kötülükler bir zorunluðun sonucuydu. Tanrýsal sorumlul
uðun bu kötülüklerde parmaðý
yoktu. Doðada her þey zorunlu olarak var olmaktaydý. Yeter neden (sebeb-i kafi)
olmadan hiçbir sonuç doðmazdý.
Bununla beraber, insanoðlunun tikel buyrultusu (cüzi irade) da vardý. Yeter nede
nlerin zorunlu sonuçlara götüreceði
þu ya da bu yolu seçebilirdi. Ýnsanoðlu, önüne açýlmýþ olan birçok yollardan dil
ediðini seçmekte özgürdü. Candide,
Baron Tunder-ten-Tronk'un þatosunda oturuyor. Sayýn Baronun kýz kardeþinin evlil
ik dýþý çocuðudur. Ekmek elden
su gölden keyfince yaþamaktadýr.
Mutludur. Öðretmeni sayýn Pangloss, genç ve saf Candide'e, yeter nedensiz hiçb
ir sonuç olamayacaðýný ve
mümkün alemlerin en iyisinde Baron hazretlerinin þatosunun mümkün þatolarýn en i
yisi olduðunu öðretmektedir.
Ancak zavallý Candide, Baronun kýzý sevimli Bayan Kunegond'a aþýk olduðu için, m
ümkün alemlerin en iyisindeki
mümkün þatolarýn en iyisinden kovulacak, bu rahat yaþayýþtan ayrýlmak zorunda ka
lacaktýr. Kafasý, Leibnizo-
Wolffien iyimserliðiyle doldurulmuþ olan delikanlýnýn acýklý ve gülünç öyküsü bö
ylece baþlamaktadýr. Ýlkin, onu,
Bulgarlarýn asker toplayýcýlarý yakalýyorlar (Voltairein Bulgarlar dediði Prusya
lýlardýr).
Abarlara karþý savaþa sokuyorlar (Voltairein Abarlar dediði de Fransýzlardýr,
sözünü ettiði savaþ da 1756'da
baþlayan Yedi Yýl Savaþlarýdýr). Candide, mümkün alemlerin en iyisindeki mümkün
savaþlarýn en iyisinden
mümkün davranýþlarýn en iyisini yaparak, sývýþýyor. Oysa, gene de, þöyle düþünme
ktedir: Yeter nedensiz hiçbir
sonuç yoktur. Her þey zorunlu olarak zincirlenmiþ, en iyi amaç için düzenlenmiþt
ir. Sayýn Bayan Kunegond'un
yanýndan kovulmam, kýrbaçlanmam, ekmeðimi kazanmak için dilenmem gerekiyordu elb
et. Bütün bunlar baþka
türlü olamazdý. Bundan sonra, mümkün alemlerin en iyisinde, Candide'in baþýna ge
lmedik bela kalmýyor.
Soyuluyor, dayak yiyor, bindiði gemi batýyor; insanlarýn birbirlerini ezdiklerin
i, birbirlerinin kuyularýný
kazdýklarýný, kendi mutluluklarýný baþkalarýnýn mutsuzluklarýnda bulduklarýný gö
rüyor. Ona göre bütün bunlar yeter
nedenler yüzünden, mümkün alemlerin en iyisinde olup biten, zorunlu sonuçlardýr.
Candide, bu arada, sayýn Bayan Kunegond'u; sevgili öðretmeni Pangloss'u, Pangl
oss'un öðretisine karþý çýkan
kötümser düþünür Martini bulmuþtur. Bunlarýn da baþlarýna, mümkün alemlerin en i
yisinde, gelmedik bela
kalmamýþtýr. Hastalanmýþlar, dövülmüþler, çirkinleþmiþlerdir.
Hep birden Ýstanbul'a geliyorlar. Voltaire, gerçek saydýðý düþünceyi, bir Türk
düþünürüne söyletmek istemiþtir. Bu
gerçek düþünce, ne Pangloss'un öðrettiði iyimserlik, ne de Martinin öðrettiði kö
tümserliktir. Gerçek düþünce,
iyimserlikle kötümserliðin ortasýnda, dünyayý olduðu gibi gören, iyi yönleriyle
olduðu kadar, kötü yönleriyle de
kabul eden bir düþüncedir. Artýk Candide, bütün bönlüðüne raðmen, kuþkulanma yol
una girmiþtir. Sayýn öðretmeni
Pangloss'a soruyor: Peki, sevgili Pangloss, asýldýðýnýz, parçalandýðýnýz, dayak
yediðiniz, kürek cezasýnda acý
çektiðiniz zamanlarda da gene dünyada her þeyin yolunda gittiðini düþündünüz mü?
. Oysa Pangloss da, Martin
gibi, kendi düþüncesinde direnmektedir.
Panglossia Martin, durup dinlenmeden, tartýþmaktadýrlar. Bu sýrada Candide, Pa
ngloss ve Martinin gözlerinin
önünden kocaman kayýklarla Erzurum'a, Limnos'a, Midilli'ye sürülen paþalarla bey
ler geçmektedir. Sürülenlerin
yerlerini almak için baþka paþalarýn; baþka beylerin geldikleri görülmektedir. S
onra, sýralarý geldikçe; bunlar da
sürülmekte, öldürülmektedirler. Babýali'ye sunulmak üzere içleri samanla dolduru
lmuþ sýra sýra insan kafalarý
geçirilmektedir. Tartýþmalarýnýn hiçbir sonuca baðlanamayacaðýný anlayan Candide
, Pangloss ve Martin, bir Türk
derviþine baþvuruyorlar. Pangloss söz alarak: Sayýn derviþ, diyor, size, insan d
enilen bu acayip yaratýðýn niçin
yaratýldýðýný sormaya geldik?.. Derviþ, onlara ters ters bakarak: Sen ne karýþýy
orsun be adam, diye karþýlýk veriyor,
bu senin iþin mi ki?..
Candide, araya girerek: Fakat sayýn efendim, diye sýzlanýyor, yeryüzünde ne ka
dar çok kötülük var?.. Derviþ gene
süzüyor onlarý: Ýyilik olmuþ, kötülük olmuþ, bundan ne çýkar, diye karþýlýk veri
yor, padiþahýmýz Mýsýra bir gemi
gönderdiði zaman içindeki sýçanlarýn rahat olup olmadýklarýný düþünüyor mu? Pang
loss dayanamýyor: Peki, o halde
ne yapmalý? diye soruyor. Türk derviþi tek sözle karþýlýyor bu soruyu: Susmalý.
Pangloss: Sizinle, nedenler ve
sonuçlar üstüne, mümkün alemlerin en iyisi üstüne, kötülüðün doðuþu, ruhun özü ü
stüne konuþmaya gelmiþtik, diye
direnmek istiyor: Ama bu sözleri duyunca derviþ, onlarý kapý dýþarý ediyor.
Susmak... Elde ettiðimiz sonuç bu mudur? Bir bakýma, bütün mümkünlerin arasýnd
a uygulanabilecek tek mümkün,
buymuþ gibi görünmektedir. Oysa, Voltaire de, bizler gibi, bu sonuçla yetinmeyec
ektir. Türk derviþi, sadece
kuramsal gerçeði ortaya koymuþtur. Bu kuramsal gerçeðin uygu alanýndaki anlamýný
da bir Türk bahçývaný
belirtecektir. Ýyimser, kötümser ve kuþkucu üç filozofumuz, derviþin yanýndan ko
vulduktan sonra, bir müftünün
boðdurulduðunu duyuyorlar. Pangloss, rastladýklarý ihtiyar bir Türk bahçývanýna,
boðulan müftünün adýný soruyor.
Bahçývan, bahçesinin önündeki aðaçlarýn gölgesinde, serinlemektedir. Onlara: Bil
miyorum, diyor, hiçbir zaman ne
bir müftünün, ne de bir vezirin adýný öðrenmedim. Sözünü ettiðiniz olaydan da ha
berim yoktur. Genel iþlere
karýþanlarýn çoðu zaman kötü bir biçimde öldüklerini, buna da layýk olduklarýný
sanýyorum. Ýstanbul'da olup
bitenlerle ilgilenmem, bahçemin yemiþlerini Ýstanbul'a göndermekle yetinirim.
Pangloss'un sorusunu yeniden sorabiliriz: Peki, o halde ne yapmalý?.. Sorunun
karþýlýðýný ihtiyar bahçývandan
almýþ bulunuyoruz: Bahçemizin yemiþlerini yetiþtirmeli. Ama Pangloss inatçýdýr.
Ýhtiyar Türk'ün öðüdünü tutarak,
üç büyük kötülük olan sýkýntýyý, utancý ve yoksulluðu uzaklaþtýracak böylesine b
ir iþle uðraþacaðý yerde,
usanmaksýzýn çene çalmaktadýr (Voltaire'e göre, týpký Leibniz gibi). Ýkide bir,
Candide'e: Mümkün dünyalarýn en
iyisinde mümkün bütün olaylar zincirlenmiþtir, demektedir, eðer siz, sayýn Bayan
Kunegond'un aþký için güzel bir
þatodan tekmeyle kovulmamýþ olsaydýnýz, eðer engizisyon iþkencelerine katlanmamý
þ olsaydýnýz, eðer yaya olarak
bütün dünyayý dolaþmamýþ olsaydýnýz, eðer Baron hazretlerini kýlýçla biçmemiþ ol
saydýnýz, eðer güzel Eldorado
ülkesinden aldýðýnýz koyunlarý yitirmemiþ olsaydýnýz, þimdi burada, turunç reçel
iyle fýstýk yiyemezdiniz.
Artýk aydýnlanmýþ ölan Candide, Pangloss'un bu gevezeliklerine, romanýn son sözü
olan þu karþýlýðý veriyor: Bütün
bunlar güzel sözler ama... bahçemizi iþlemek gerek. Ama Leibniz, Voltaire'den ha
bersiz olduðu halde (Voltairein
Candide ou L'optimisme adlý yapýtý 1759 yýlýnda yayýmlanmýþtý, Leibniz kýrk üç y
ýl önce ölmüþtü) insan
düþüncesinde beliren her türlü soruyu karþýlamaya çalýþýyor: Tanrýnýn kötülükler
e neden izin verdiðini kesinlikle
anlamamýz mümkün olsaydý, bilebildiðimiz küçük nedenlerin yanýnda koskocaman ned
enler, bizim
düþünemeyeceðimiz büyüklükte nedenler görecektik. Tanrý, bütün parçalarý birbiri
ne baðlý olan bu yetkin evreni
titizlikle yaratmýþ, bunu yaparken her ihtimali hesap etmiþ, bu hesabýn sonunda
da birtakým kötülüklere göz
yummamazlýk edilemeyeceðini anlamýþtýr. Tanrýsal bilgeliði kötülüðe göz yumduran
kaçýnýlmaz nedenlerin varlýðýna
inanmak zorundayýz. Gerçi, Tanrýnýn böyle bir þeye izin vermiþ olmasý bizi þaþýr
týyor, çünkü biliyoruz ki, Tanrýdan
Tanrýsal iyiliðe aykýrý hiçbir þey çýkamaz. Þu halde, olaya bakarak, bu iznin ka
çýnýlmaz bir zorunluk olduðu
sonucunu çýkaracaðýz. Tanrýnýn suçsuzluðunu tanýtlamaya (ispat etmeye) çalýþmak
gerekmez. Kötülükler bir kez
dünyaya girmiþ bulunuyor, þu halde Tanrý yetkinliðinden hiçbir þey yitirmeden on
a göz yummuþ olsa gerektir.
Mademki Tanrý kötülüklere izin vermiþtir, o halde izin verdiðine iyi etmiþtir (Ý
nanla Aklýn Uygunluðu Üstüne
Konuþma, s. 48 ve sonrasý).
Voltaire henüz ortada yoksa da, Leibnizin karþýsýnda, baþka bir Fransýz düþünü
rü, Pierre Bayle (1647-1706) var.
Bayle'a göre, akýlla inan uyuþamaz. Akla uygun olana inanmak kolaydýr, bunu herk
es yapabilir. Güç olan, herkesin
yapamadýðýný yapmak, akla uygun olmayana inanmaktýr. Tanrý düþüncesini akýlla ba
ðdaþtýrmaya çalýþmak
boþunadýr. Þu halde her birinin alanýný ötekinden ayýrmak, birbirlerine karþý hi
çbir üstünlük düþünmeden, her birini
kendi alaný içinde deðerlendirmek gerekir. Her ikisi birbirlerine karþý da çeliþ
iktir. Ýsteyen inan yolunu, isteyen akýl
yolunu tutabilir: Birbirlerine karýþmadan her iki yolu birden tutmak da mümkündü
r. Yoksa, Tanrýyla bu dünyadaki
eksiklik, bozukluk asla uzlaþtýrýlamaz.
Leibniz, Bayle'a karþýlýk vermek için, Theodicee (Tanrýyý Savunma) adlý yapýtý
ný yazdý. Yapýt 1710 yýlýnda
Amsterdam'da yayýmlandýðý zaman Bayie öleli dört yýl oluyordu. Leibniz bu yapýtý
nda kötülüðü, iyiliðin eksikliði
olarak tanýmlýyor ve bu eksiklik olmasaydý iyiliðin de olamayacaðýný ilerisürüyo
rdu. Leibniz'e göre bu eksiklik,
Tanrýnýn yetkinliði karþýsýnda yok olmaktadýr. Ýyimser olabilmek için bütünü göz
önünde bulundurmak gerektir.
Tanrý düþüncesiyle insan aklý arasýnda hiçbir çeliþmezlik yoktur, elverir ki ins
an aklý Tanrý yetkinliðini kavrayabilsin.
Leibniz, Theodicee'de Monadoloji'ye göre biraz daha yumuþamýþ görünüyor. Tanrý,
bu dünyayý yetkinliðini
göstermek için yarattý, diyor. Dünyanýn sonlu varlýklardan kurulmasý bir zorunlu
ktu. Sonlu varlýklarýnsa eksik
oluþlarý, yetkin olmayýþlarý bir zorunluktu. Sonlu varlýklar, sonlu olduklarý i
çin, yetkin deðildirler. Çünkü sonsuz
varken, sonlu yetkin olamaz. Þu halde dünyanýn eksik, kusurlu oluþu da bir zorun
luktur. Leibniz, bir hayli
direndikten sonra, baklayý çýkarýyor aðzýndan sonunda: Bu dünya iyi bir dünya de
ðildir. Ancak mümkün olanlar
arasýnda en iyisidir. Tanrýnýn iyiliði, birçok eksik dünyalar arasýndan, en az e
ksik olanýný seçmekle belirmiþtir.
Tanrýnýn sonsuz iyiliði olmasaydý daha çok eksik olanýný da seçebilirdi.
YAÞASIN BENCÝLLÝK. Bencillik kolundan tutmasa, erdem pek uzaklara gidemezdi di
yen La Rochefoucauld,
bilim yolundan gelmiyor. O, daha çok, Sainte-Beuve'ün dediði gibi, yemeklerden s
onra eðlenmek için düþünceler
karalayan, giderek yaptýðýndan etkilenen, düþüncelerinin tadýna varan, tadýna va
rdýkça da onlarý daha bir
düzenlemek gereðini duyan akýllý bir adamdýr: Çeþitli davranýþlarý tek açýdan el
e almýþ, soyut olarak yorumlamýþtýr.
Yaþadýðý çað, XVii'nci yüzyýl, Fransa'nýn en aydýnlýk, en mutlu çaðlarýndan biri
dir. Xiii'ncü Louis, Richelieu,
Mazarin, ondördüncü Louis bu soylu düþünüre altmýþ yedi yýl süren güvenli bir öm
ür saðlamýþlardýr. Dük de la
Rochefoucauld, Prens de Marsillac, Vi'ncý François adlarýndan da anlaþýlacaðý gi
bi, mutlu doðmuþ bir kiþiydi.
Büyük tutkularý yüzünden aþkta, siyasal alanda çeþitli tedirginliklere uðramýþ,
sekiz gün kadar Bastille zindanýna
bile kapatýlmýþtý ama; gene de birçok insanlarýn imrenecekleri gibi yaþamýþtýr.
Kraliçe-Richelieu çatýþmasýnda
kraliçeyi tuttu, Fronde ayaklanmasýnda iç savaþýn þeflerinden biriydi; taþýdýðý
ad kendisini kötü sonuçlardan
koruyordu. Özdeyiþlerin (Maximes), 1665 baskýsýna yazdýðý önsözde þöyle demekted
ir: Okuyucu için en doðru yol,
kendisini kural dýþý tutmaktýr. Þöylelikle, sözlerimin doðruluðuna ilk katýlan k
endisi olacaktýr. La
Rochefoucauld'ya göre bir kötülüðüne rastladýðýmýzda þaþmamýz gereken tek insan
yoktur. Bir kötülüðe
tutulmamýza engel olan þey, bir çok kötülüklerimiz oluþudur. Birini övüþümüz, bi
r baþkasýný yermek içindir. Sadece
yermek için övdüðümüz de olur. Dürüst insanlar, kötülüklerini hem baþkalarýndan
hem kendilerinden
gizleyebilenlerdir. Ýki yüzlülük, kötülüðün erdeme saygýsýdýr. Erkeklerin cesurl
uðuyla kadýnlarýn erdemi, benlik
tutkusuyla utanma duygusunun sonucudur. Borcumuzu ödemek için deðil, bize ödünç
verecekleri daha kolay
bulabilmek için öderiz. Ýyilik, tembellikle iradesizliktir. Cömertlik, daha büyü
klerine ulaþmak için küçük
çýkarlardan vazgeçebilmektir. Ýncelik, ince sayýlmak isteðinden baþka bir þey de
ðildir. Deðerbilirlik, daha büyük
alýmlara kavuþmak isteðidir. Bizi ne kadar överlerse övsünler, bize yeni bir þey
öðretmiþ olmazlar. Taptýklarýmýzý
deðil, bize tapanlarý severiz. Beðenmediklerimizi sevmek güçtür ama, kendimizden
çok beðendiklerimizi sevmek
ondan daha güçtür. Önemsiz iyiliklere karþý deðerbilir olabiliriz, büyük iyilikl
ere karþýysa nankör olmamak elimizde
deðildir. Günahlarýmýzýn sorumluluðunu taþýyan çýkar duygusu, sevaplarýmýzdan öt
ürü de övülmelidir.
Gülünçlükleri göze çarpmamýþ insanlar, iyi incelenmemiþ olanlardýr. Göz tokluð
u, büyüklere sýnýr çizmek,
küçükleri de avundurmak için erdem sayýlmýþtýr. Nankörlüklerle karþýlaþmamak içi
n verebilmek gücünü elde tutmak
gerektir. Küçük suçlarýmýzý açýklayýþýmýz, büyük suçlarýmýz olmadýðýna herkesi i
nandýrmak içindir. Aklý baþýnda
adam, bizim gibi düþünendir. Bize kurnazlýk edenlere kýzmamýz, kendilerini bizde
n daha becerikli
sandýklarýndandýr. Baþkalarýnýn gururuna dayanamayýþýmýz, kendi gururumuzu incit
tiði içindir. En beðendiði
adamdan daha aþaðý olduðunu sanan tek kimse yoktur. Övünmenin bir yolu da baþkal
arýný kötülemektir. Yaptýðýmýz
iyilikler, ceza görmeden kötülük yapabilmemiz içindir. Baþkalarýna karþý maske t
aþýmaya o kadar alýþmýþýzdýr ki,
sonunda kendimiz bile gerçek yüzümüzü unuturuz. Acýlarýmýzda çeþitli iki yüzlülü
kler vardýr. Sevdiðimiz kiþinin
ölümüne acýrken kendi yoksunluðumuza aðlarýz. O ölünün bizim için iyi duygularýn
ý düþünerek acýrýz. O ölüyle
birlikte ya malýmýz, ya mutluluðumuz, ya da gücümüz gitmiþtir. Gerçekte acýndýðý
mýz bunlardýr. Ölüler sadece,
diriler için akan göz yaþlarýnýn þerefini taþýrlar. Bu türlü acýlarda insan kend
i kendini de aldatabilir. Ýki yüzlülüðün
bir baþka çeþidi de vardýr ki herkesi aldatýr. Bu, güzel bir yasa özenen kimsele
rin acýsýdýr.
Bunlarýn aðlayýp sýzlanmalarý bir türlü dinmez, acýlarýnýn ömürlerince süreceð
ine herkesi inandýrmaya çalýþýrlar.
Böylesine bir benlik tutkusu, daha çok büyüklük düþkünü kadýnlarda bulunur. Kadý
n oluþlarý ünlenmeye giden
birçok yollarý onlara kapadýðý için bu yolu tutarlar. Bir baþka çeþit göz yaþý v
ardýr ki kaynaklarý küçüktür, kolayca
akar, diner. Adlarý iyiye çýksýn diye aðlarlar, acýnmak için aðlarlar, aðlamak i
çin aðlarlar, aðlamamak ayýp sayýlýr
diye aðlarlar. En cömertçe baðýþlanan þey öðüttür. Üðüt istemek ya da vermek kad
ar iki yüzlülük olamaz. Öðüt
isteyen, verenin duygularýna karþý saygý besler görünürken gerçekte kendi duygul
arýný ona onaylatmaktan,
davranýþýnýn sorumluluðunu onunla paylaþmaktan baþka bir þey düþünmez. Öðüt vere
n de kendisine gösterilen
güveni öder görünürken gerçekte kendi çýkarýndan ya da böbürleniþinden baþka göz
ettiði bir þey yoktur.
Gerçek yiðitlik gibi tam korkaklýk da yoktur. Bunlarýn arasýndaki alan öylesine
geniþtir ki, cesaretin bütün
biçimlerini içine alýr. Bu biçimler, huylarýmýz kadar deðiþiktir. Baþlangýçta se
ve seve ileri atýlan kimseler vardýr ki
hemen usanýverirler. Görevlerini yapmýþ sayýlmak için ileri atýlmýþlardýr. Korku
larýný gizleyebilenler de çeþitlidir.
Kimi, yerinde kalmak gücünü gösteremediði için ileri atýlýr. Herkesin karþýsýnda
yapabileceðini kendi kendine
yapabilen yiðit yoktur. Geri dönebileceðine inanmak da ileri atýlmayý saðlayabil
ir. Kahramanlýk, tehlikeyi gereði
gibi görmemektir. Acýma, baþkalarýnýn dertlerinde kendi dertlerimizi anmaktýr. U
ðrayabileceðimiz, kendi baþýmýza
gelebilecek yýkýmlarýn kurnazca bir sezisi dir. Baþkalarýna yardým etmemiz, gere
kirse bizim de yardýmýmýza koþsunlar
diyedir. Onlara yaptýðýmýz iyilikler, aslý aranýrsa, önceden kendimize yaptýðýmý
z bir iyiliktir. Bizim erdem
dediðimiz þeyler, talihin ya da kendi hünerimizin düzenlediði davranýþlarla çýka
rlarýn bir araya gelmesinden
ibarettir. Erkeklerin yiðit, kadýnlarýn iffetli oluþlarý cesaretlerinden, iffetl
erinden ileri gelmez. Çeþitli nedenlerin
dýþýnda tutkular, gün olur, karþý tutkularý doðururlar. Cimrilik el açýklýðýna y
ol açar; güçsüzlük direnmeyi,
sýkýlganlýk küstahlýðý yaratýr. La Rochefoucauld'ya göre, hiçbir þey üzerinde ta
m bir bilgi edinilemez. Çünkü bir
þeyi bilmek için ayrýntýlarýný bilmek gerekir. Ayrýntýlar sonsuz olduðuna göre b
ilgilerimiz eksik kalmak zorundadýr.
La Rochefoucauld bu düþüncelerinde yalnýz deðildir. Dünya edebiyatýnýn sayýsýz y
apraklarý, böylesine derli toplu
deðilse de, bunlara benzer deyimlerle doludur. Fenelon, ölmünden bir yýl önce, b
ir dostuna þöyle yazýyordu:
Ýnsanlardan çok az þey istediðimi sanmakta haklýsýnýz. Ýnsanlara çok þey vermeye
, buna karþýlýk onlardan hiçbir
þey beklememeye çalýþtým. Bu alýþveriþten hoþnudum. Öyle sanýyorum ki, en iyisi
bütün insanlardan uzak
durmaktýr. Ýyi insanýn azlýðý, insanlýk için yüz karasýdýr. Montaigne'le La Font
aine de aþaðý yukarý bu
düþüncededirler. Fontenelle þöyle demektedir: En içten gelen davranýþlar, kendil
erini en az duyuranlardýr.
Özseverliðin doðurduðu davranýþlarýmýzý hemen hemen anlamayýz, baþka ilkelere uy
arak davrandýðýmýzý sanýrýz.
J.J. Rousseau'nun ünlü Açýklamalar'ý da bu alanda kurulmuþ yapýtlardandýr. P.
Jannat'nin yayýmladýðý 1853
baskýsýna yazdýðý önsözde, Sainte Beuve, Özdeyiþler için, yazarýnýn adýný sonsuz
luða baðlayan pek hoþ yapýt
dediði halde, þunlarý da eklemekten kendini alamamýþtýr: Ýnsanoðlu, bilmeden bað
lý bulunduðu gizli teli kendisi
ortaya atmazsa, siz hiçbir zaman o teli ona göstermeyin, adýný anmayýn. Çünkü bu
bilgisizliðin içinde daha ince,
daha deðerli bir tel vardýr. Achilleus'un yokluðunda Troia ordusunun yükünü sýrt
ýnda taþýyan Aiax'la Friedland
savaþýnda ateþin içine atýlan Ney'i býrakýn kendi hallerine. Bu gibi anlarda sa
kýn onlara yaklaþmayýn. Gerçeðin
peþini býrakmaktansa ölüme katlanan Archimedes'e de yaklaþmayýn. Yakaladým seni
ey bencil, þen kendini harcarken
mutluluk payýný alýyorsun, diyerek cüppesinin eteðine asýlmayýn sakýn. Ne diyoru
m, bana bile yaklaþmayýn,
ormandaki þu küçük oduncu kulübesini seyrederken içimi bilmediðim bir barýþ, bir
durgunluk, bir mutluluk sardýðý
sýrada; lekesiz, günahsýz düþlerime gömülmüþken bana bile yaklaþmayýn. Nedenin b
öylesine güzel bir biçime
büründüðü, böylesine bir beceriklikle gizlendiði sýrada söz etmeyin çýkardan, öz
severlikten. Ayný neden o kadar
doðalca kalýp deðiþtirmiþtir ki artýk onu kiþinin davranýþýnda kendine özgü bir
ilke, bir eðilim olarak görmek
gerekir. Voltaire de Felsefe Sözlüðü'nün insan erdemlerinin sahteliði bölümünde
bu konuda þunlarý söylüyor: Dük
de la Rochefoucauld onun üzerine düþündüklerini yazýp da insanoðlunu iþleten o d
uyguyu açýða vurunca, yüksek
Katolik ruhani meclisi üyelerinden Esprit adýnda bir kiþi, Ýnsan Erdemlerinin Sa
hteliðine Dair adlý göz boyayan bir
betik yazdý. Bu kiþi, erdem diye bir þey olmadýðýný söylüyor, her bölümü Hýristi
yanlýk yararýna baðlayarak bitiriyor.
Böylece, Bay Esprit'ye göre Cato, Aristides, Epiktetos iyi adamlar deðillermiþ d
e iyiler yalnýz Hýristiyanlarda
bulunabilirmiþ. Hýristiyanlar arasýnda da yalnýz Katoliklerde erdem varmýþ. Kato
liklerden de cizvitleri bir yana
býrakmalýymýþ. Sözün kýsasý, cizvit düþmanlarýndan baþka hemen kimsede erdem yok
muþ. Bizimle dostlarýmýzdan
baþkasýnda erdem olamaz demek istiyor. Doðrusu küstahlýðýn bu kadarý insaný çile
den çýkarýyor. Dostum, nedir
senin o erdem dediðin? Ýyilik etmek deðil mi? Sen bize iyilik et, yeter. Nedenin
i sana hemen baðýþlarýz. La
Rochefoucauld, Spinoza felsefesinin aristokrat eðlenceliðidir.
DEFOLUN, AÞK VE ÖCALMA DUYGULARI. Wollaston, Clarke, Shaftesbury gibi bir ayak
larý XViii'ncü
yüzyýlda bulunan XVii'nci yüzyýl adamlarýný daha sonraya býrakarak bu yüzyýlý ka
patýrken düþünce dünyasýnýn
duygusal etkilerini yansýtmak için gene bir sanat ürününün aracýlýðýndan yararla
nmaya çalýþacaðýz. Bu yüzyýldan
seçtiðimiz sanatçý XVii'nci yüzyýl Fransa'sýnýn gözde ozaný Pierre Corneille'dir
(1606-1684). Fransýzlar ona, Fransýz
trajedisinin babasý diyorlar. Ünlü ozan Corneille, yedisinden yetmiþine kadar bü
tün insanlarý duygulandýracak bir
oyun yazmak istedi. Kaynaklar boldu. Fransa'yý Ýspanyol modasý kaplamýþtý. Mutfa
klarda Ýspanyol yemekleri
piþiriliyor, çalgýlý kahvelerde Ýspanyol þarkýlarý söyleniyor, bayanlar Ýspanyol
dantelleriyle süsleniyor, baylar
Ýspanyol býyýklarý býrakýyorlardý. Böylesine bir Ýspanyolluðun ortasýnda eline b
ir Ýspanyol oyunu geçirdi. Oyun, Las
Morcedades del Cid adýný taþýyordu. Yazarý Güilhem de Castro, olaya klasik bir a
çýdan bakmýþ, erdemleri gereði
gibi yarýþtýrmayý becerememiþti. Corneillein ustalýðý, hele Ýspanyol tarihçisi J
uan Mariana'nýn Historia d'Espana'sýna
kulaklarýný týkayýnca, bu olaydan toplumu þaþýrtacak bir oyun çýkarabilirdi. Las
Morcedades fazlaydý. Le Cid
yetiyordu. Tarihçi Juan Mariana'ya göre olay þudur: Kendisine Araplarýn taktýkla
rý Cid (Seyyid) adýyla anýlan
Rodrige, Xi'nci yüzyýlda yaþamýþ bir satýlýk kýlýçtý. Paraya düþkün, gözüpek bir
savaþçýydý. Ýspanyol olmasýna
raðmen hangi ulustan fazla para alýrsa o ulusun hesabýna savaþýyordu. Kýlýcýný ç
oðun Araplarla birlikte, Ýspanyollara
karþý kullanmýþtý. Castil Kralý Vi'ncý Alphonce, hýsýmlarýndan Ovideo kontu Don
Gormaz'ýn güzel kýzý Ximeneþ
Diaz'ý, kendine bendetmek istediði Rodrig'e verdi. Bu evlenme, siyasal bir evlen
meydi.
Ýspanyol halk masallarýna göre olay þuydu: Kahraman Rodrig, Gormaz kontu Don G
ormaz'ý öldürmüþtü: Ya
öldürdüðü adamýn kýzýyla evlenmesi, ya da cezalandýrýlmasý gerekiyordu. Rodrig,
kýzla evlenmeyi uygun buldu.
Dona Ximena'nýn getirdiði drahomayla zenginleþti üstelik, büyüklüðü arttý.
Güilhem de Castro bu olaydan þu oyunu çýkarmýþtý: Ximena'nýn babasýný öldürünc
e, evlenmeleri zorlaþtý. Toplum
hiçbir kýzýn, babasýný öldüren adamla evlenmesini hoþ görmezdi. Oysa, aþk her þe
yden üstündü, sonunda toplumu
da yenecek, sevgilileri birleþtirecekti.
Bu kadarý Corneille'e yetmiyordu. Doðal bir sonuca böylesine kolaylýkla varmak
ustalýðýna yakýþmazdý. Ýþler bir
hayli karýþtýrýlmalý, erdemler kalýn çizgilerle belirtilerek birbirleriyle yarýþ
týrtýlmalýydý: Rodrig, Ximena'yý çok
sevdiði için babasýný öldürmek zorunda kalmýþtý. Çünkü Ximena'nýn babasý, Rodrig
in babasýný tokatlamýþtý.
Ximena, aþaðýlanmýþ bir adamýn oðluyla evlenemezdi. Rodrig erdemliydi, önce alný
ndaki lekeyi temizleyip
Ximena'ya layýk olmalýydý. Ýþler böylelikle gereði gibi karýþacaktý. Ximena da R
odrigi çok sevdiði için kraldan onun
öldürülmesini, babasýnýn öcünün alýnmasýný isteyecekti. Ximena erdemliydi, görev
ini aþkýndan üstün tutan bir kýz
olarak Rodrig'e layýk olmalýydý. Ama bu iki layýk böylesine bir çýkmazda, nasýl
birleþebileceklerdi? Kolayý
bulunurdu elbet. Önce toplumu yeni erdemlerle uyutmak gerekiyordu Tam sýrasýydý.
Araplar ortaya çýkýverdiler,
Castilin üstüne saldýrmak üzereydiler. Rodrig'e yeni erdem gösterileri fýrsatý ç
ýkmýþtý. Rodrig vatanýný kurtaracak,
kral da onun suçunu baðýþlayacaktý. Yeter miydi?.. Yetmiyordu. Ximena'yý seven g
enç bir þövalye onun öcünü
almak için Rodrigi düelloya çaðýracaktý. Ximena önce genç þövalyenin ölmesi, Rod
rigin kazanýp o zavallý
delikanlýyý öldürmesi için Tanrýya yalvaracaktý. Olur muydu?.. Ximena her þeyden
önce insan olduðuna göre pekala
olurdu ama, o güzelim erdemleri de, toplumun gözünde, hapý yutardý. Öyle bir çöz
üm bulunmalýydý ki, hem Ximena
sevinsin, hem Rodrig sevinsin, hem kral sevinsin, hem zavallý þövalye sevinsin,
hem toplum sevinsin.
Bu düelloya önce kral karþý koyacaktý: Eðer ben bu eski göreneði uygulayacak o
lursam, haksýz bir saldýrýþýn
cezasýný vereyim derken, devletimi en kahraman savaþçýlarýndan yoksun býrakarak
zayýflatmýþ olurum. Görülüyor
ki, kral kendi mutluluðunu savunmaktadýr. Gerçekte ne Ximena, ne Rodrig, ne de g
enç þövalye umurunda deðildir.
Sonra, karþýlýklý bir diyalog: Ben dövüþmeye deðil, cezamý çekmeye gidiyorum. On
un vuruþlarýnýn sizden
geldiðini, onun silahlarýnýn sizin þerefinizi savunduðunu bildiðim için ona karþ
ý koymayýp göðsümü açacaðým
diyecek Rodrig. Ximena da þu karþýlýðý verecek: Öleceksin ha? O delikanlý o kada
r korkunç mu ki bu korku
bilmez yüreði korkutuyor? Demek sen, benim babamý o kadar hor görüyorsun ki onu
yendikten sonra baþkalarýna
yenilmeyi düþünüyorsun?. Görülüyor ki, genç þövalye zavallý bir araçtan baþka bi
r þey deðildir. Gerçekte Rodrig
gösteriþiyle, Ximena da duygularýnýn tepkisiyle kendi mutluluklarýný savunmaktad
ýrlar.
Bir de kralýn kýzý var; o da Rodrigi sevmekte, ancak bir kral oðlu olmadýðý iç
in onunla evlenemeyeceðini
düþünerek aþkýný gizlemektedir. Aristokratça erdemi böylelikle beliriyor, oysa g
ene de Ximena'ya þöyle söylemekten
kendini alamýyor: Onun ölmesini nasýl isteyebilirsin? Öyle bir kahramanýn ölümün
ü istemek devletin yýkýlmasýný
istemek demektir. Hiç insan babasýnýn öcünü almak için vatanýný düþmanlara býrak
ýr mý? Senin yapabileceðin, onu
aþkýndan yoksun býrakman, hayatýnýysa bize baðýþlamandýr. Görüldüðü gibi, prense
s bir taþla üç kuþ vuruyor.
Hem sevgilisini kurtarýyor, hem babasýnýn tahtýný kurtarýyor, hem de Ximena'yý
aþk alanýndan siliyor. Bu da ona
özgü bir erdem örneðidir.
Ximena'nýn bencilliði bir baþka açýdan da þahlanmak üzeredir. Bütün bu olup bi
tenlerden yorulmuþ, býkmýþtýr. Bir
ara dayanamayýp, defolun ey kalbimi altüst eden aþk ve öc alma duygularý, her ik
iniz de defolun, ikinizin de
vereceði mutluluk, doðuracaðý acýlara deðmez! diye baðýrýyor. Elinden gelse aþký
da, öç almayý da bir kenara itip
keyfine bakacaktýr. Ama yapamýyor, çýkmaza girmiþ bir kez. Ýnsan, karmakarýþýk e
ttiðini bir anda silkip kurtulamaz.
Sonunda çözüm bulunuyor: Rodrig, genç þövalyeyi yenecek, ama öldürmeyecektir. De
likanlýyý ayakta gören
Ximena, Rodrigin öldüðünü sanarak acýsýný açýklýyor: Bütün gayretime raðmen gizl
eyemediðim bir sýrrý artýk
sizden saklamayý gerekli görmüyorum, haþmetlim. Ben seviyordum. Görevimi aþkýmda
n üstün tuttuðumu
gözlerinizle gördünüz. Gerçekten de bütün bu çekilenler böyle olmak için deðil,
böyle olduðunu göstermek içindi.
Oysa gene yetmiyor. Toplum bir hayli yumuþamýþ olduðu halde soðumamýþ bir mezarý
n üstüne düðün sofrasý
kurulamaz. Kahraman Rodrig vataný uðruna yeni savaþlara katýlacak, bu savaþlarda
n döndükten sonra Ximena'yla
evlenecektir. Toplum, tiyatronun kapýsýndan rahatlýkla çýkabilir. Sonuçtan emind
irler; yapýlmamasý gereken bir
düðün yapýlmamýþtýr, yapýlmasý gereken bir düðünse kýsa bir süre sonra yapýlacak
týr. Ayrýca, kralýn þu sözleri de
gönüllerini ferahlatmýþtýr: Bu kadar temiz ve güzel bir aþk insanýn yüzünü kýzar
tmamalýdýr. Ximena'nýn þerefi
kurtulmuþtur artýk. Sevgilisini bunca tehlikelere atýþý, babasýnýn öcünü almak d
emektir.
AYDINLIK, AMA KAÇ MUMLUK? Geniþ bir kapýdan giriyoruz. Kapýnýn ardý aydýnlýk.
Bu kapý, XViii'nci yüzyýl
kapýsýdýr. Böylesine bir aydýnlýk, XVii'nci yüzyýlýn loþluðunu, XVi'ncý yüzyýlýn
karanlýðýný daha bir belirtiyor. Artýk
insan kendi aklýný kullanarak kendi anlamýný kavramak üzeredir. Evrendeki yerini
bulacak, yaþama düzenini
kuracaktýr. Yeniden doðuþ, üç yüzyýl sonra, ürünlerini vermeye baþlamýþtýr. XVii
i'nci yüzyýl göðü, parlak bir güneþ
ýþýðý içinde, masmavidir. Akýl, büyük Fransýz devrimini kotarmaktadýr. Parolayý
ünlü Alman düþünürü Kant veriyor:
Aklýný kullanmak gücünü göster.
Felsefe tarihi, XViii'nci yüzyýla aydýnlanma çaðý adýný koyuyor. Kant'ýn taným
ýna göre insan, aklýný kullanmayýþý
yüzünden düþmüþ olduðu durumdan aklýný kullanarak kurtulmuþ; aydýnlanma yoluna g
irmiþtir. Akýl, hep o akýldýr.
Ama insan onu bugüne deðin kullanmaktan ürküyor, aracýlarýn yardýmýný arýyordu:
Artýk aklýný kullanmak gücüne
kavuþmuþtur.
Gök ölçüsü yerini yer ölçüsüne býrakmak zorundadýr. Öbür dünya bu dünyaya inmi
þtir. Eskimiþ yaþama düzeni
yeni bir yaþama düzeniyle deðiþtirilecektir. Ýnsan, artýk, evrendeki yerini bilm
ektedir. Artýk bütün deðerler; din,
devlet, toplum, eðitim ve erdem hallaç pamuðu gibi yeniden atýlacak, yeniden did
iklenecektir. XViii'nci yüzyýl, yeni
bir düzen içinde insanlýðýn birleþeceðine inanmaktadýr.
Antikçað aydýnlanmasýnýn baþkenti Atina'ydý. XViii'nci yüzyýl aydýnlanmasýnýn
baþkenti Londra'dýr. XViii'nci
Yüzyýlýn Ýngiliz düþünür yazarlarý ellerine geçirdikleri her sorunu aklýn öçlüsü
ne vurmaktadýrlar. Artýk düþünürlük
sanatý, toplum çoðunluðuna yayýlabilmek için, elini, yazarlýk sanatýna uzatmýþtý
r. Soyut düþünce somut edebiyatla
kaynaþmaktadýr.
John Locke (1632-1704), bu büyük Ýngiliz düþünür-yazarý, XViii'nci yüzyýlýn sa
dece dört yýlýný yaþadýðý halde,
XViii'nci yüzyýl aydýnlanmasýnýn kurucusu sayýlmaktadýr. Çünkü Locke, davranýþla
rýmýzý akla göre düzenlemek
gerektiðini çoðunluða yayan ve çoðunluðu etkileyen ilk düþünürdür. Locke'a göre
erdem, bir otoriteye uymaktý. Bu
otoriteler de Tanrý otoritesi, devlet otoritesi, görenekler otoritesiydi. Erdem,
ancak, insanýn bu otoritelere kendini
baðýmlý kýlmasýyla var olabilirdi. Bu otoriteleri kaldýrýrsanýz ortada erdem adý
na hiçbir þey kalmayacaktý. Oysa birey
özgür olmalý, görenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulmalýydý. Erdemimizi, y
eni baþtan, akla göre düzenlemek
gerekiyordu.
Baþka bir Ýngiliz, William Wollaston (1659-1724), erdeme, nesnelerin tabiatýnd
a bulunan objektif bir ölçü
aramaktadýr. Ona göre erdem, doðru bir yargýdýr. Bu yargý, doðru olmayana, baþka
bir deyiþle, yalana dayanýyorsa
erdemsizlik belirir. Örneðin bir köpeði kamçýlayan bir kiþi, köpeðin duygusu yok
muþ gibi davranmakla doðru
olmayan, yalan olan bir yargýya dayanmakta, bu yüzden erdemsiz olmaktadýr. Buna
karþý sözünü tutan bir kiþi,
sözünü yadsýmamýþ (inkar), yalana sapmamýþ, doðru bir yargýya uygun davranmakla
erdemli olmuþtur. Tüm
erdemler doðru yargýlara, tüm erdemsizlikler de yalan yargýlara dayanýr. Wollast
on'a göre, erdemin ölçüsü
mantýksal doðruluktur. Doðru bir yargýya dayanan davranýþ ayný zamanda evrendeki
uyuma da uygun bir davranýþtýr.
Erdemin insaný mutlu kýlýþý bu yüzdendir Erdem, doðruculuktur. Çünkü erdemsizlik
yalancýlýktýr. Çeþitli
erdemsizlikleri düþününüz, bunlarýn altýnda her zaman bir yalancýlýðýn gizlenmiþ
olduðunu göreceksiniz. Hýrsýzlýk
erdemsizliði mülkiyet hakkýný yok saymak yalancýlýðýna dayanýr, korkaklýk erdems
izliði korkutan olayýn
büyümsenmesi yalancýlýðýna dayanýr.
Erdeme, nesnelerin tabiatýnda bulunan objektif bir ölçü arayan baþka bir Ýngil
iz düþünürü de Samuel Clarke'tir
(1675-1729). Clarke'e göre töre yasalarý, nesnelerin doðal niteliklerinden doðmu
þtur. Ýnsan, bu doðal niteliklere
uymak zorundadýr. Erdem, nesnelerin doðal niteliklerine uygun davranmaktýr. Bir
odun küfesini sýrtlayýp
sýrtlamamak bizim elimizdedir, ama sýrtlarsak aðýrlýðýný da duymak zorundayýz, ç
ünkü aðýrlýk onun doðal niteliðidir,
bu yüzdendir ki bu aðýrlýða katlanmak bir erdemdir. Korunmak, zayýfýn doðal nite
liðidir; bu yüzdendir ki zayýfý
korumak bir erdemdir. Karanlýk ve soðuk bir kýþ günü, bir gece yarýsýnda bir orm
ana giren kiþinin cesareti bir
erdemdir. Erdemsizliklerse bu doðal niteliklere uygun davranmamakla belirir.
Bir baþka Ýngiliz, Shaftesbury (1671-1713) de erdeme estetik açýsýndan bakmakt
adýr. Ona göre erdem, güzelle
iyinin uyuþmasýdýr. Erdemli insan, kendini bir sanat ürünü gibi biçimlendirebilm
iþ insandýr. Bencil ve özgecil
içgüdüler, insanýn doðal nitelikleridir. Gereken, ne birinin eksikliði, ne de öt
ekinin fazlalýðý, her ikisinin de en
uygun oranda uyuþmasýdýr, insan elbette kendisini düþünecektir, ama gereken odur
ki, kendisiyle birlikte
baþkalarýný da düþünecektir. Kendisini nasýl yüceltiyorsa, toplumu da öylece yüc
eltecektir. Ýþte bu bencillikle
özgeciliðin uyuþmasý insana özgüdür, yoksa bu nitelikler hiçbir oranda uyuþmadan
hayvanlarda da vardýr. Evren
nasýl uyumlu bir bütünse insan da öylece uyumlu bir bütün olmalýdýr. Erdemli ins
an, uyumlu bir bütün olarak
yetiþmiþ insandýr. Bu uyumda güzelle iyi birleþirler. Uyumlu bir bütün olarak ye
tiþmiþ insanda töresel yargýlama
gücü vardýr. Shaftesbury, erdem alanýnda hem estetikçi hem toplumcudur. Ona göre
insan tek baþýna ne iyi, ne de
kötüdür; insan ancak toplum içinde iyi ya da kötü olabilir, bencil ve özgecil iç
güdüleri ancak toplum içinde
geliþebilir, töresel yargýlama gücüne de ancak toplum içinde uyumlu bir bütün ol
makla kavuþabilir. Þu halde
Shaftesbury'ye göre erdem, toplumsal bir eðitim iþidir.
Shaftesbury'nin yolunda yürüyen birçok Ýngiliz düþünürleri vardýr. Akýl ölçüsü
, akla uygunluk zorunluðu hepsinde
ortaktýr. Joseph Butler la (1692-1752) Francis Hutcheson (1694-1747) da bu yolda
dýrlar. Butler, Shaftesbury'nin
töresel yargýlama gücünü adlandýrmýþ, bunun vicdan olduðunu söylemiþtir. Akýlla
yönetilen ve uyuþturulan bencil
ve özgecil eðilimler vicdanýn sesiyle yargýlanýrlar. Bu sürekli yargýlama kiþiyi
erdemli kýlar. Þu halde Butlera göre
erdem, Shaftesbury'den daha kesinlikle, kiþinin kendi kendini yargýlamasýdýr. Hu
tcheson da bencil ve özgecil
eðilimlerin yanýna bir üçüncü eðilim koymaktadýr; bu üçüncü eðilim insaný, bütün
ün mutluluðu içinde kendi sürekli
mutluluðuna götüren daha yüksek bir eðilimdir. Ýþte bu yüksek eðilimdir ki insan
ý erdemli kýlar. Mutluluk, antikçað
Yunan düþüncesinde olduðu gibi, erdemli olmakla saðlanýr.
Bernard de Mandeville (1670-1733), Arýlar, Efsanesi ya ,da Genel Zenginliði Ya
pan Kiþisel
Kötülüklerdir (The fable of the bees or private vices made public benefits) adlý
küçük yapýtýný 1714 yýlýnda
yayýnladý. Yapýt, XViii'nci yüzyýlýn aydýnlarý arasýnda gerçek bir fýrtýna kopar
dý. Kavgalar, dövüþler oldu. Düþünce,
kendi gücünün heyecanýný yaþýyordu. Sokratesin tohumlarýný attýðý, birçok büyük
düþünürlerin geliþtirdikleri
olumlu erdem kuramý kökünden sarsýlýyordu. Mandevillein düþüncesi, bilimsel bir
denemeye dayanmaktaydý;
Shaftesbury'nin The Moralist adlý yapýtýna karþý yazýlmýþtý.
Mandeville, insan toplumunu bir arý kovanýnda inceliyordu Ýnceleme bir hayli i
lgi çekiciydi. Arýlarý durmadan
çalýþtýran, güvendiren, zengin eden, örgütleyen, örnek bir toplum haline koyan n
eden, erdemlilik deðil,
erdemsizlikti. Arý kovanýndaki yükselmenin nedenleri hýrsa, çekememezliðe, kendi
ni beðenmiþliðe, açgözlülüðe,
zevk düþkünlüðüne dayanýyordu. Geliþme, refah kötülüklerden doðuyordu. Genel zen
ginlik, özel kötülüklerin
çatýþmasýndan çýkmýþtý. Kiþisel tutkular, hýrslar, açgözlülükler, çekememezlikle
r birbirleriyle karþýlaþýp çatýþtýkça
arýlar toplumu geliþip güçlenmekteydi. Genel çýkarlar, özel çýkarlarýn toplamýnd
an baþka bir þey deðildi
(Dostoyevski'nin Raskolnikof'u da, Suç ve Ceza'da, bu düþünceden yola çýkmýþtý).
Mandeville, bundan sonra, düþüncesini masallaþtýrýyor: Erdemsizlikle zengin ol
muþ bir arý düþünürü, bu genel
erdemsizliði gözleyerek, insan toplumlarýnda olduðu gibi, erdem elden gidiyor, h
alimiz nice olacak! diye
haykýrmaktadýr. Kuþkusu gün geçtikçe, öteki arýlarý da etkilemiþtir. Þimdi bütün
arýlar erdemliliði özlemektedirler.
Oysa Jupiter (Yunanlýlarýn Zeus'ü) gerçeði görmekte, arýlarýn bu nankörlüklerind
en ötürü öfkelenmektedir.
Sonunda, onlarý bir çýrpýda erdemli kýlarak cezalandýracaktýr.
Erdemli arýlarýn kovaný ýssýz bir çöle dönmüþtür. Mahkemeler kapanmýþ, yargýçl
ar ekmeksiz, papazlar aç kalmýþ;
devlet memurlarý, iþsizlikten bunalmaya baþlamýþlardýr. Her arý azla yetinmekte,
kimse çalýþmamaktadýr. Sadece
gerekli olan iþ yapýlmaktadýr; herkes tutumlu olduðu, aþýrý zevklerinden sýyrýld
ýðý, baþkalarýný kýskanmadýðý, pek
azla doyduðu için çok az þey gereklidir. Lüks, düþünce, sanatlar sýfýra yönelmiþ
tir. Ýþsizlik almýþ yürümüþtür. Ýyi
arýlar savaþ güçlerini de yitirmiþlerdir. Düþmanlarý bundan kolaylýkla faydalaný
p onlarý kýlýçtan geçirirler. Canýný
kurtarabilen pek azý da bir aðaç kovuðuna sýðýnýrlar. Artýk, erdem yoluyla mutlu
luða kavuþmuþlardýr.
Sokrates þunu demiþti: Erdemlerimiz olmazsa, toplumumuz çürür. Bernard de Mandev
ille de ters açýdan þunu
demektedir: Erdemsizliklerimiz olmazsa, toplumumuz geliþmez.
Mutluluk erdemli olmaya baðlýdýr, diyen Shaftesburycilere karþý çýkan Mandevil
le'e göre mutluluk, erdemsiz
olmaya baðlýdýr. Kiþiyi mutlu kýlan bencilliðidir. Bencil olmadýklarý, birbirler
ini kýskanmadýklarý, azla yetindikleri
gün arýlar toplumu ýssýz bir çöle döner. Mandeville'e göre erdem, kendimizi baþk
alarýndan üstün tutmak çabasýdýr.
Bir baþka deyiþle, bir çeþit komplekstir, aþaðýlýk duygusudur. Erdemimizi böbürl
enmek için ediniriz. Ýyiliði sadece
iyilik için istediðimiz zaman da kendimize karþý böbürleniriz. Oysa uygarlýðý ya
ratan erdemsizliklerdir. Bir yandan
erdem oyunlarýyla kendimizi pöhpöhlerken, öbür yandan sürüyle erdemsizlikler etm
eseydik toplumumuz
geliþmezdi. Erdemsizlikler insanlarý ileriye götüren bir kamçýdýr. Bencillikle k
amçýlanmayan insan miskinin biridir,
ne kendine hayrý olur ne de toplumuna.
Giderek karþýmýza bir baþka Ýngiliz çýkacaktýr. Bu Ýngiliz David Hume'dur (171
1-1776). Hume, akýldan
kuþkulanmakla iþe baþlýyor ve soruyor: Akýl, her sorunu çözebilir mi?.. Þu halde
aklýn yetkisini iyice tanýmamýz
gerekir. Aklýmýzý iþleten düþüncelerimiz, dýþ duyulardan ya da iç duygulardan al
ýnmýþtýr. Anadan doðma körde renk
kavramý yoktur. Tanrý düþüncesi de, kendi bilgeliðimiz ve iyilik etmek niteliðim
ize sýnýrsýz bir geniþlik vermemiz
sonunda, bizde doðmuþtur. Þu halde erdemin kaynaðý bizdedir. Ama bu kaynak aklým
ýzda mýdýr?.. Hayýr. Bir
davranýþýn erdemli ya da erdemsiz olduðunu sadece aklýmýzýn ölçüsüyle çýkaramayý
z. Ölçümüz, akýldan çok, bir
duygu ölçüsüdür. Duygudaþlýk (sempati) adýný verdiðimiz bir duygu akýmýdýr bu. H
em de öyle güçlü bir akýmdýr ki,
baþkasýnda gördüðümüz bir erdem, bize engel olsa bile, hayranlýk uyandýrýr. Bu d
uygudaþlýk bizi baþkalarýnýn
davranýþlarýný deðerlendirmeye götürür, bu deðerlerle kendimize dönüþümüz daha s
onradýr. Bir baþka deyiþle,
ölçüyü baþkalarýnda bulup kendimize uygularýz. Þu halde vicdan, yaratýlýþýmýzla
birlikte iþleyen bir yargýç deðildir,
bir toplum ürünüdür. Toplum içinde duygudaþlarýmýz olmasaydý vicdanýmýz da olmaz
dý. Ama bu gene de bir dýþtan
geliþ deðildir; çünkü toplum, ortak bir iç yaþama, ortak bir iç dünyadýr. Toplum
biziz; toplum, bizim dýþýmýzda bir
þey deðildir. Duygudaþlýk, bizi baþkalarýnýn iyiliðine götürür. Çatýþtýðý haller
de, kendi iyiliðimizi isteyen bencilliði
bile yener. Þu halde erdem, toplum içinde doðal bir duygudaþlýktýr.
XViii'nci yüzyýl aydýnlýðý Ýngiltere'den, önce Fransa'ya, sonra Almanya'ya geç
miþtir. Fransýz ve Alman düþünür
yazarlarýnýn bu aydýnlýða kattýklarý ýþýk Ýngilizlerinkinden az deðildir.
Baþka bir XViii'nci yüzyýl düþünürü, Fransýz maddecilerinin öncüsü Julien de l
a Mettrie (1709-1751), olsun,
diyor, ne zararý var, akýl bizi gerçek nedenlere doðru götürüyor, oysa bu sonuçl
arý deðiþtirmez ki!.. Böbürlenme
duygumuzu toplumun yararýna kullanýyoruz, iþte bu erdemdir. Mademki toplumun iyi
liðini altýný kazýyýnca gene
kendi iyiliðimiz çýksa bile birçok davranýþlarýmýzda kendi iyiliðimize üstün tut
uyoruz, bunun adýna erdem
diyebiliriz elbet. Kendi hayatýmýzý hiçe sayarak denize atlayýp bir baþkasýnýn h
ayatýný kurtarýyoruz. Yaþama
iyiliðimizin yerine böbürlenme iyiliðimizi koyabilmiþsek bu elbette önemli bir a
dýmdýr. Mutluluðu engelleyen
önyargýlardýr, iþte akýl önyargýlarýn hakkýndan geliyor artýk. Vicdan sýzýsý, pi
þmanlýk gibi boþ ve deðersiz
üzüntülerden kurtulmalýyýz (Spinoza'yý hatýrlayýnýz).
Bir baþka Fransýz düþünürü, Claude Adrien Helvetius (1725-1771) de bencillikle
erdemin uyuþabileceði
düþüncesindedir. O da, Mandeville gibi, Ýngiliz düþünürü Hobbes'tan yola çýkýyor
. Nedeni ne olursa olsun erdem
toplumun yararýna olan davranýþlardýr. Bütünün mutluluðu, kiþilerin mutluluðunun
toplamýdýr. Þu halde bütünün
mutluluðunu saðlayan erdem bencillikle çatýþmaz. Mademki toplumun yararýný saðlý
yor, erdem bir çeþit bencillik
olsun, ne çýkar? Toplum, bu çeþit bencilliði geliþtirmeye çalýþmalýdýr. Helvetiu
s da, Sokrates gibi, erdemin ancak
eðitimle meydana çýkarýlýp geliþtirilebileceðini savunmaktadýr.
Bu sýralarda özdeði (maddeyi) tümüyle yadsýyan özdeksizcilik (immateryalizm) ö
ðretisi bir papaz cüppesi altýnda
karþýmýza çýkýyor. Özdeði yadsýma deyiminden alýnan bir önekle Yadözdekçilik dey
imiyle de çevrilmiþtir. Ýngiliz
Protestan piskoposu ve düþünürü Georges Berkeley (1685-1753) tarafýndan ilerisür
ülen bu öðretiye göre varlýk
algýlamadýr (La. Esse est percipi), algýlarýmýzýn ve düþüncelerimizin dýþýnda öz
dek diye bir þey yoktur. Özdeði
felsefesel bir kavram olarak bir yana iten ve onu somut biçimleri ve o somut biç
imlerin özellikleriyle aynýlaþtýrma
yanýlgýsýna düþen Berkeley, Treatise on the Principles of Human Knowledge (Ýnsan
Bilgisinin Ýlkeleri Üstüne .
Araþtýrma, 1710) adlý yapýtýnda þöyle demektedir: Tasarýmlarýn zihinsiz varolmad
ýðýný ve varolamayacaðýný herkes
bilir. Çeþitli duyumlarýn da onlarý algýlayan zihinden baþka bir yerde varolamay
acaklarý bana hiç de daha az açýk
gelmemektedir. Varolmak deyimiyle ne denmek istendiði iyice incelenecek olursa b
u savým çok daha iyi
anlaþýlacaktýr. Üstünde yazý yazdýðým masa vardýr dediðim zaman, onu görme ve do
kunmayla algýladýðýmý söylemiþ
oluyorum. Bunun gibi bir koku vardý, demek ki koklamakla algýlamýþtým; bir ses v
ardý, demek ki iþitmekle
algýlamýþtým. Bütün bu anlatýmlarda varolan'ýn algýlanan olduðu açýkça görülmekt
edir (Kimi sözcüklerin altý
tarafýmýzdan çizilmiþtir). Bu savýyla özdekçiliðe savaþ açan piskopos Berkeley,
fiziksel nesnelerin tasarýmlar
olduðu savýndan yola çýkarak tasarýmlarýn algýlanarak varolduðu ve bundan ötürü
de fiziksel nesnelerin
algýlanmadan ibaret bulunduðu sonucuna varmaktadýr. Felsefe açýsýndan yukarda sö
zü edilen büyük yanýlgýsýnýn
dýþýnda mantýk açýsýndan da birçok yanýlgýlara düþmüþ bulunan Berkeley, bu yapýt
ýndan üç yýl sonra yayýmladýðý
Three Dialogues Between Hylas and Philonous (Hylas ve Philonous Arasýnda Üç Konu
þma, 1713) adlý yapýtýnda
öznel düþünceci savýný daha da geliþtirmiþtir. Bu yapýtýnda da Duyulur evren, du
yularýmýzla algýladýðýmýz evrendir.
Duyularla tasarýmlardan baþka hiçbir þey algýlanamaz. Hiçbir tasarým zihinden
baþka hiçbir yerde varolamaz (s.
425) demektedir. Ona göre Düþünmeyen bir varlýðýn bir zihin tarafýndan algýlanma
ksýzýn varolduðunu ilerisürmek
olanaksýz bir çeliþmedir (Ýbid, s. 462). Berkeley bu yapýtýnda Philonous'tür, Hy
las da ona karþý koymaktan çok,
konuþma olanaðý saðlayan, bilimsel öðrenim görmüþ saðduyuyu simgeler. Philonous,
Hylas'a karþý mantýksal ve
görgül kanýtlarýný bir bir sýralamaktadýr: Renk ancak onu gören için, koku ancak
onu duyan içindir. Onlarý vareden
bizim onlarý algýlayan ruhsal varlýðýmýzdýr, bizim onlarý algýlayan ruhsal varlý
ðýmýz olmasaydý onlar da olmazlardý.
Nesnelerle onlarýn bizdeki düþüncesi bir ve ayný þeydir, nesneler düþüncelerdir.
Cisimlerin nesnel varlýklarý yoktur,
onlarý vareden bizim ruhumuzdur. insanlar, sonsuz güçlü ruhun (Tanrýnýn) etkisiy
le düþünceler algýlayan ruhlardýr.
Kumaþýn kýrmýzý olduðu kesin deðildir, gözlerimiz sarýlýða tutulmuþsa bu kumaþ
ý sarý gördüðümüz gibi, gözleri
bizim gözlerimizden baþka yapýda olan hayvanlar bu kumaþý baþka renklerde görebi
lirler. Demek ki renk, kumaþta
deðil, gözlerdedir. Varolan bir þey, kendinden baþka olmasý olanaklý bulunmayan
bir þeydir. Oysa nesneler, çeþitli
algýlara göre çeþitli þeyler, eþdeyiþle kendileriyle ayný kalamayan þeylerdir. Ö
rneðin önümüzde duran bir kap su,
elimiz sýcaksa soðuk ve elimiz soðuksa sýcaktýr, eþdeyiþle kendi kendisiyle ayný
deðildir. Ýnsanýn hafif bulduðunu
karýnca aðýr bulur. Tatlý bir tatla güzel bir koku haz, acý bir tatla kötü bir k
oku acý verir; demek ki tatlar ve kokular
da zihnimizdedir. Berkeley, antikçað Yunan þüphecisi Ainesidemos'un yüzyýllarca
önce ilerisürdüðü kanýtlarý bir bir
yineledikten sonra, Philonous'la Hylas'ý þöyle konuþturur: Hylas: Ama Philonous,
zihnin dýþýnda varolan
algýlamasýz bir töz düþüncesini býrakmaya razý olduðumdan, özdek sözcüðünü isted
iðim gibi kullanmak ve yalnýz
zihinde varolan duyusal düþünceler toplamýna vermekten beni alýkoymamalýsýnýz. G
erçek anlamýnda ruhtan baþka
bir töz olmadýðýný kabul ediyorum. Ne var ki özdek deyimine uzun zamandan beri a
lýþmýþým, ondan nasýl
ayrýlacaðýmý bilemiyorum. Dünyada özdek yoktur demek benim hala canýmý sýkýyor.
Oysa, gerçekten de bu sözcükle
zihin dýþýnda düþüncesiz bir töz kastedildiðine göre özdek yoktur. Ne var ki özd
ekten eðer varlýðý algýlanmakla
beliren bir þey kastediliyorsa özdek vardýr. Bu ayrým, ona büsbütün baþka bir do
ðrultu verir. Ýnsanlar bunu
anlayabilirler, çünkü nihayet özdek üstündeki anlaþmazlýk tam olarak kabul edild
iði takdirde sizinle filozoflar
arasýndadýr. Onlarýn ilkeleri sizinkiler kadar doðal ve insansal, saðduyuya ve k
utsal kitaba uygun deðildir. Bizim
istediðimiz ya da sakýndýðýmýz þey, mutluluðumuzu ya da acýmýzý meydana getirece
ðini anladýðýmýz þeydir. Fakat
mutluluk ya da mutsuzluk, haz ya da acý, zevk ya da ýstýrabýn saltýk varlýðýyla
bizimle bütün iliþkileri kesilmiþ
meçhul þeylerin ne ilgisi var? Nesnelerin bizi ilgilendiriþi, bizi mutlu kýlýp k
ýlmamalarýna baðlýdýr ve mutlu kýlýp
kýlmamalarý da sadece algýlandýklarý derecededir. Bunun ötesinde onlarla ilgili
deðiliz ve onlarý býrakabiliriz.
Bununla beraber savýnýzda bir yenilik seziyorum. Filozoflar ya da halk gibi dü
þünmediðimi görüyorsunuz.
Öðretinizin eski düþüncelerime ne eklediðini ya da onlarda ne deðiþtirdiðini bil
mek isterim... Philonous: Yeni
kavramlar ilerisürmüþ deðilim. Yapmak istediðim sadece eskiden filozoflarla halk
arasýnda bölünmüþ olan hakikati
birleþtirmektir. Halk, algýladýðý nesnelerin gerçek nesneler olduðunu sanýyordu.
Filozoflarsa algýlanan þeylerin
zihinde varolan þeyler olduðunu söylüyordu. Yan yana konan bu iki anlayýþýn birl
eþtirilmesi, benim ilerisürdüðüm
savýn temelidir... Hylas: Uzun zamandan beri duyumlarýma güvenmiyordum, eþyayý d
onuk bir ýþýk altýnda ve sahte
bir gözlükle gördüðümü seziyordum. Þimdi gözlük çýkarýldý ve aydýnlandým. Þimdi
onlarý asýl biçimleriyle
görüyorum ve saltýk varlýklarý hakkýnda üzüntü çekmiyorum. Bununla beraber beni
buraya getiren yolu henüz
tümüyle kavramýþ deðilim. Siz de akademiciler, kartezyenler ve buna benzer öðret
ililer gibi ayný ilkelerle söze
baþladýnýz ve uzun zaman onlarýn felsefesel þüpheciliklerini ilerletiyor gibi gö
ründünüz. Oysa vardýðýnýz sonuçlar
onlarýnkine tümüyle karþýt çýktý. Hylas'ýn bilimsel bir karþý koyucu olmaktan ço
k, destekleyici ve Karagöz'deki
Hacivat gibi konuþturucu durumunu belirttiði için olduðu gibi aktardýðýmýz bu pa
rçanýn temel ilkeleri, kýsaca
Principles adýyla anýlan yukarda sözünü ettiðimiz yapýtta verilmektedir. Bu yapý
týn on yedinci paragrafý özdeksel
tözün iki bölüme ayrýlmasýndaki felsefesel anlam baþlýðýný taþýr, þöyledir: Özde
ksel tözden en titiz filozoflarýn bile
ne anladýklarýný incelersek görürüz ki bundan maksatlarý, genel bir varlýk düþün
cesi ve bunun olaylarý meydana
getiriþindeki göreli anlamdýr. Varlýk üstündeki genel düþünce bana soyut ve anla
þýlmaz görünmektedir. Varlýðýn
olaylara destek olmasýysa büsbütün anlaþýlamaz. Her halde baþka bir anlam kasted
iyorlar, ne var ki bunu
açýklamýyorlar. Özdeksel töz deyiminin dilegetirdiði anlamýn iki bölümünü düþünd
üðüm zaman bunlarýn
birbirlerinden ayrýlamayacaklarýný görüyorum. Ama bu özdeksel dayanak, ya da dev
im, biçim ve duyumlanabilen
öteki nitelikler sorunuyla neden uðraþýp kendimizi üzelim? Bunlarýn zihin dýþýnd
a var bulunduklarý kabul edilmiyor
mu ve bu da hiç mi hiç anlaþýlmayan bir varsayým deðil mi?. Yapýtýn on sekizinci
paragrafý da dýþýmýzdaki
nesnelerin varlýðý tanýtlanmak ister baþlýðýný taþýr, þöyledir: Her ne kadar kat
ýlýk, biçim ve devim niteliklerini
taþýyan özdeklerin zihin dýþýnda varolmalarý mümkünse de bunu bizim bilmemiz nas
ýl mümkün olabilir? Bunu
ya duyularýmýzla ya da usumuzla bilmiþ olabiliriz. Duyularýmýz bize sadece duydu
klarýmýzýn, düþüncelerimizin ya
da duyumlarýmýzla araçsýz olarak algýlanabilen þeylerin bilgisini verir. Ne var
ki nesnelerin zihin dýþýnda, ya da
algýlanmaksýzýn var bulunduklarýný bildirmez.
Bunu özdekçiler söyler sadece. Bundan ötürü nesnelerin varlýðý hakkýnda herhan
gi bir bilgimiz varsa bunu
usumuzla, eþdeyiþle duyularýmýzla doðrudan doðruya algýlanabilenle yapabileceðim
izi uslamlamayla anlarýz. Bu da
nesnelerin zihin dýþýnda, eþdeyiþle algýlamamýz dýþýnda var olduklarýna bizi ina
ndýracak bir neden deðildir. Kaldý ki
özdeðin ateþli yandaþlarý bile özdekle düþüncelerimiz arasýnda zorunlu bir baðýn
tý bulunduðunu söylemek cesaretini
gösterememektedirler. O halde her bakýmdan görülüyor ki, hiçbir cisim düþüncesiz
varolamaz, düþüncemizde
varolana benzeyemez. Rüyalarda, sayýklamalarda ve buna benzer olaylarda meydana
konan nesneler bunu her türlü
tartýþmanýn dýþýnda tutar. Bundan da anlaþýlýr ki, düþüncelerimizi meydana getir
mek için dýþýmýzda birtakým
nesneler bulunmasý hiç de zorunlu deðildir. Berkeleyin çeþitli yanýlgýlarla dolu
olan bu varsayýmýna temel aldýðý
özdek tanýmý da baþka yanýlgýlarýn ürünüdür. Berkeley'e göre özdek, tanrýnýn yok
luðu'dur. Þöyle der: Bir kez
özdeðe evet densin, tanrýnýn özdek olmadýðýný kimse kanýtlayamaz (Common-place B
ook, s. 32). Berkeley'e göre
tanrýnýn özdek olmasý, tanrýnýn olmamasýdýr. Buysa olanaklý deðildir, çünkü tanr
ý olmadan evrensel düzen
açýklanamaz. Demek ki Berkeley, özdeðin varolmadýðýný ilerisürerken, varolmakla
yok olmak arasýnda bir seçme
yapmaktadýr ve varolmayý tanýtlamak için özdeðin yokolduðunu tanýtlamaya çalýþma
ktadýr. Berkeley yapýtlarýnýn
kimi yerinde de, temel savýna aykýrý olarak, nesnel gerçekliði yadsýmadýðýný ve
ancak onun zihinsiz varolabileceðini
yadsýdýðýný söylemektedir ki bu da nesnel gerçekliði yadsýmak demektir. Þöyle de
r: Duyularýn üstüne etki yapan
tasarýmlar gerçek nesnelerdir ya da gerçekten vardýrlar, bunu yadsýmýyoruz. Ama
onlarý algýlayan zihinler
varolmaksýzýn varolabileceklerini ya da zihinsiz varolan ilkörneklerin kopyalarý
olduklarýný yadsýyoruz (Principles,
paragraf 90), Nesnelerin gerçekliðinden azýcýk olsun indirme yaptýðýmý düþünmek,
yanlýþtýr (Ýbid, paragraf 91).
Burada Berkeley gerçekliðin tanýmýnda da yanýlgýya düþmektedir, nesnel gerçek
ya da gerçeklik bilincimizin
dýþýnda ve biz algýlamasak da varolan bir gerçekliktir. Nitekim insanýn varlaþma
sýndan önce de bir dünya vardý, onu
algýlayacak hiçbir bilinç bulunmadýðý çaðlarda da nesnel gerçeklik bulunuyordu.
Berkeley þöyle demektedir:
Duyulur nesnelerin zihinsiz varolduklarý da söylenebilir, ama baþka bir zihinde
varolurlar (Ýbid, paragraf 91). Bu
baþka zihin, Berkeley'e göre tanrýnýn zihnidir. Bunu açýkça da söyler: Son çözüm
lemede, ben'lerin algýladýklarý
tasarýmlar tanrýnýn zihnindedir, eþdeyiþle tanrý tarafýndan sürekli olarak yarat
ýlmaktadýrlar (Ýbid, paragraf 91).
Demek ki Berkeley'e göre varlýk ya bizim algýmýzda ya da biz algýlamadýðýmýz zam
an baþkalarýnýn algýlarýnda,
algýlayacak hiçbir bilinçli insanýn bulunmadýðý çaðlarda da tanrýnýn algýsýnda v
arolmaktadýr. Þöyle diyor:
Diyorsunuz ki, benim için aðaçlarýn bir parkta ve kitaplarýn bir dolapta onlarý
kimse algýlamaksýzýn varolduðunu
imgelemekten daha kolay bir þey yoktur. Haklýsýnýz, ama yaptýðýnýz sadece zihnin
izde kitaplar ve aðaçlar diye
adlandýrdýðýnýz belli tasarýmlar kurmaktan ve bu tasarýmlarý algýlayabilecek bir
kimsenin tasarýmýný kurmayý ihmal
etmekten baþka bir þey deðildir. Þu halde bu, varmak istediðiniz amaca yaramaz,
sadece imgeleme ya da zihninizde
tasarýmlar kurma gücüne sahip olduðunuzu gösterir. Düþünce nesnelerinin zihin ol
madan varolduðunu
düþünebileceðimizi göstermez. Bunu göstermek için onlarýn düþünülmeden, kavranma
dan varolduklarýný
göstermemiz gerekir ki bu, açýkça saçmadýr (Ýbid, paragraf 23).
Ferkeley duyum ve tasarým deyimlerini eþanlamda kullanýyor ki bu da baþka bir
yanýlgýdýr. Ben ve benim gibi
olanlarýn dýþýnda bir de some Eternal Spirit (Öncesiz ve sonrasýz bir Ruh, eþdey
iþle tanrý) zihninden ve algýsýndan
tasarýmýndan da söz etmektedir ki bu yüce varlýðýn varolmasý da ben ve benim gib
ilerin algýlamasýna baðlýdýr.
Berkeleyin düþüncelerinin zorunlu çeliþik sonucu budur. Ne var ki Berkeley, sade
ce özdeksel töz'ün algýdýþý
varlýðýný yadsýyarak ruhsal töz'ün algýdýþý varlýðýný kabul etmektedir. Bu kabul
se, havada kalan ve hiçbir tanýta
gerek duymadýðý bir dogmadýr. Berkeleyin bütün öðretisi böylesine bir dogmayla t
emellenmekte ve bu dogmanýn
doðruluðu varsayýmý üstüne kurulmaktadýr. Tanýtlamak istediði de, bu dogmaya day
anarak, nesnelerin bilinç dýþýnda
varolmadýklarý deðil, sadece bu nesnelerin özdeksel bir töz olmayýp ruhsal bir t
öz olduklarýdýr. Bu yüzden
Berkeleyin öznel düþünceciliðine Özdekyadsýcýlýðý anlamýnda immateryalizm (Bu de
yimi ilkin A. A. Luce
yazdýðý bir kitabýn baþlýðýnda kullanmýþtýr: Berkeley's Immaterialism) denilmiþt
ir. Richard H. Hophins da
Berkeley öðretisini Yenigerçekçilik (Ýng. New Realism) adýyla nitelemektedir. Fr
aser de ona Düþünsel gerçekçilik
(Ýng. Ideal Realism) demektedir. Kimi yapýtlarda özdeksizci düþüncecilik (Fr. Id
ealýsme immaterialiste) de
denmiþtir. Berkeley özdeksizciliði, temelde, Leibniz metafiziðine dayanýr. Alman
metafizikçisi Leibniz Yalnýz
ýþýk, renk ve sýcaklýðýn deðil; devim, biçim ve geniþliðin de ancak görünüþte ni
telikler olduðunu tanýtlayabilirim
diyor ve özdeði somut biçimlerindeki özelliklerle aynýlaþtýrma yanýlgýsýna düþüy
ordu Bu büyük yanýlgý, birçok
bilim adamý ve düþünürü olduðu gibi Berkeleyi de Her nesne yalnýzca niteliklerin
in toplamý olduðuna, nitelikler
de yalnýz zihinde varolduklarýna göre özdek ve erke, atomlar ve yýldýzlardan mey
dana gelen tüm nesnel evren ancak
bilinçteki bir kuruluþ olarak vardýr saçmasýna götürmüþtür. Oysa bilme sürecinin
öznelliði, hiçbir zaman bilginin
nesnel temelini yok etmez.
Tüm öznel düþüncecilik gibi Berkeley özdeksizciliði de tekbenciliðe düþmekten,
ben yoksam evren de yoktur
saçmasýna varmaktan kurtulamamýþtýr. Nitekim Berkeley bunu açýk'ça da söylemekte
dir: Göðün tüm korosu ve
yerin yapýsýnýn, kýsaca, dünyanýn güçlü çatýsýný meydana getiren tüm cisimlerin
zihnin dýþýnda hiçbir varlýklarý
yoktur: Ben onlarý algýlamadýkça, onlar zihnimde ya da baþka bir yaratýðýn zihni
nde varolmadýkça onlarýn hiçbir
varlýklarý yoktur. Ya da bir ölümsüz ruhun zihninde varolduklarýný kabul etmek g
erekir. Demek ki sonuç da, çýkýþ
noktasý gibi, Leibnitz'ci bir Tanrý savunusu'dur. Fransýz özdekçisi Diderot, Kör
ler Üstüne Mektup'unda Ýnsan
zekasýnýn yüzünü kýzarttýðý ve bütün sistemlerin en saçmasý olduðu halde savaþýl
masý en güç sistem olarak
tanýmladýðý Berkeley öðretisini, eytiþimsel olmayan metafizik yapýlý bir özdekçi
lik izlediði için savaþýlmasý en güç
sistem saymýþtýr. Çünkü metafizik özdekçilik de, düþüncecilik gibi, özdeði nitel
iklerine indirger. Yanýlgý her iki
kampta da ortaktýr. Çaðdaþ idealizm ve metafizik, Diderot'nun deyimiyle bütün si
stemlerin en saçmasý olan
Berkeley özdeksizciliðini savunmakta devam etmektedir. Bu savunu, özellikle, özd
eðin varolmadýðý savýyla
özdeðin zihinde varolduðu savýnýn ayný þey olmadýðý varsayýmýna dayanmaktadýr. D
aha açýk bir deyiþle,
birçoklarýna göre, özdek sadece zihinde vardýr demek özdeksel dünya yoktur demek
deðilmiþ. Oysa pek açýktýr ki
özdek sadece zihinde vardýr demek, özdeksel dünya yoktur demektir. Bu gerçek, sö
zcük oyunlarýyla
gizlenemeyecek kadar açýktýr. Örneðin Amerikalý Profesör W. T. Stace þöyle demek
tedir: Halk arasýnda
Berkeleyin, maddenin varolmadýðý yolundaki saçma düþünceyi önerdiði sanýlýr. Dok
tor Johnson da bunu iþitince
taþa tekme atarak onu çürütmeye giriþmiþ. Ama Doktor Johnson bunu yapmakla, fels
efeden anlamayan akýlsýz bir
filisten sayýlmayý hak etmiþtir. Aslýnda Berkeley, ilerisürdüðü sanýlan çýlgýn ö
nermeyi gerçekten söylemiþ olsa,
Doktor Johnson'un tekmesi de bu düþünceyi kesin bir biçimde çürütmüþ sayýlabilir
di. Gerçekte Berkeleyin dile
getirdiði görüþler ise istediðiniz kadar tekme atýn, çürütemezsiniz bunlar þunla
rdýr: Madde yalnýz bizim ve
tanrýnýn zihinlerimizde ve zihinlerimiz için varolur, maddenin özü algýlanýr olm
aktýr, maddenin görünebilir ve
elle tutulabilir görünüþünün altýnda bilinmeyen ve bilinemez bir alttabaka yoktu
r. Bildiðim kadarýyla, aklý
baþýnda hiç kimse maddi dünyanýn varolmadýðýný iddia etmemiþtir. Belki bir tek G
orgias. Ama Gorgias galiba
yalnýzca bir þakacýydý. Maddi dünya vardýr, oradadýr þüphesiz, Doktor Johnson'un
ispatladýðý gibi. Buna isterseniz
düþ, isterseniz yanýlsama ya da sadece bir görünüþ deyin. Ama gene de bu düþ, bu
yanýlsama, bu görünüþ oradadýr.
Kesinlikle varolmaktadýr (bkz. Stace, Hegel Üstüne, Birikim Yayýnlarý, Ýstanbu
l 1976, Murat Belge çevirisi, s. 19-
20. Kimi tümcelerin ve sözcüklerin altýný ben çizdim. O.H.). Profesör Stace' ýn
bu sözlerinde birçok yanýlgýlar
vardýr: Ýlkin, Berkeley ileri sürdüðü sanýlan çýlgýn önermeyi gerçekten söylemiþ
tir; bunu, yukarda, bizzat kendi
yapýtýndan aktardýðýmýz alýntýlarda göstermiþ bulunuyoruz. Ýkinci olarak, tanrý
ve zihni bilimsel açýdan ciddi bir
tartýþma konusu deðildir. Üçüncü olarak, Madde yalnýz bizim zihinlerimizde ve zi
hinlerimiz için varolur demek,
pek açýk olarak özdeðin zihin ya da zihinler dýþýnda varolmadýðýný söylemek deme
ktir. Dördüncü olarak, özdeðin
zihin ya da zihinler dýþýnda varolmadýðýný söylemek, gene pek açýk olarak özdek
sel dünyanýn varolmadýðýný
savlamak demektir. Beþinci olarak, özdeðin özü hiç de algýlanýr olmak deðildir;
insana duygularýyla algýlanamayan
sayýsýz özdekler vardýr, örneðin elektromanyetik alanlar algýlanamazlar, ama özd
ekseldirler. Einstein'ýn
matematiksel denklemlerinde açýk seçik göründükleri gibi pusula ibrelerini kuvve
t çizgileri boyunca yöneltirler;
kaldý ki bunu tanýtlamak için elektromanyetik alanlara kadar uzaklaþmak da gerek
mez, örneðin saniyede yirmiden az
ve yirmi binden çok titreþimler algýlanamazlar, ama vardýrlar, Berkeleyin ünlü s
özü esse est percipi (Varolmak,
algýlanmaktýr) hiçbir söz oyunuyla gizlenemeyecek biçimde bunlarý yoksayar. Altý
ncý olarak; profesör Stace için
özdeksel dünya vardýr demek, yukardaki parçada açýkça söylediði gibi o bir düþ,
bir yanýlsama, bir görünüþ
vardýr demektir; oysa varolan ne düþ, ne yanýlsama, ne de görünüþtür, özdeksel d
ünyanýn ve eþdeyiþle nesnel
gerçekliðin ta kendisidir. Özetle, bizzat idealizm gibi özdeksizcilik savý da, n
eresinden tutarsanýz tutun, ipe sapa
gelmez bilimdýþý bir savdýr. Ünlü bir diyalektikçi þöyle der: Öðretilerinde bir
otobüsü düþünce sayanlar, onun
altýnda ezilmemek için karþý kaldýrýma seðirtirken, otobüsün düþünceden ibaret o
lmadýðýný pekala bilirler.
Evren ve tüm evrensel olanlar özdektirler. Bunlarýn dýþýnda özdek diye ayrý bi
r þey elbette yok. Nasýl ki elma,
armut, üzüm, karpuz ve baþkalarýnýn dýþýnda meyve diye bir þey yoksa. Elmayý, ar
mudu, üzümü, karpuzu
yadsýmadan meyve de nasýl yadsýnamazsa taþ, toprak, kuþ, aðaç yadsýnmadan özdek
de öylece yadsýnamaz.
XViii'nci yüzyýl akýlcýlýðýnýn doðal sonucu olan deneycilik, Ýskoçya okulunun el
inde biçim deðiþtirmiþtir. Bu
okulun kurucusu Glasgow Üniversitesi Profesörü Thomas Reid'dýr (1710-1796). Rei
d'a göre dýþ deneylerden baþka,
onlar kadar önemli olan, bir de iç deneyler vardýr. Ýnsan ruhunu, doðuþunda, hen
üz hiçbir þey yazýlmamýþ, bomboþ
bir kaðýt (tabula rasa) sayan Locke'la, onun yolunda yürüyen Berkeley ve Hume ya
nýlmaktadýrlar. Öyle bir çeþit
yargýlar vardýr ki bunlar kendiliðinden, insan ruhunda meydana gelirler. Erdem y
argýsý bunlarýn baþýnda gelir. Erdem
yargýsýnýn meydana gelmesi için hiçbir dýþ deney gerekmez. Doðruyla yanlýþý, iyi
yle kötüyü ayýrt eden insanla
beraber doðmuþ olan bu yargý gücüdür. Reid, ancak iç deneylerin ürünü saydýðý bu
yargý gücüne saðduyu (common
sense) adýný vermektedir. Bu yargýlar, Reid'a göre, zihnin içgüdüleridir ve bizi
mle birlikte doðarlar. Bu yargýlarýn
doðruluklarýndan kuþkulanmamalý, onlarý olduklarý gibi benimseyip uygulamalýyýz.
Saðduyu, her saðlam insanda
aynýdýr, deðiþmez. Þu halde, Reid'a göre erdem, bir içgüdüdür.
Fransýz maddecilerinden Paul-Henri Baron d'Holbach'sa (1723-1789) bu düþünceni
n tam tersini savunmaktadýr.
Küçük yaþta Fransa'ya göçmüþ bir Alman olan Baron d'Holbach'a göre, maddeyi gere
ði gibi anlayamayanlar hemen
ruha baþvurmaktadýrlar. Nedenini çözemediðimiz bir olayla karþýlaþtýk mý Tanrýda
n medet umuyoruz. Mademki bu
olayýn nedenini bulamýyorum, þu halde bu bir Tanrý iþidir, demek kadar sakat bir
düþünce olabilir mi? Bu davranýþ,
insan aklýnýn henüz gücüne kavuþmadýðý çaðlarda hoþ görülebilirdi. Ýlkel insan,
içinden çýkamadýðý gök
gürültüsünün nedenini nasýl cinlere baðlýyorsa, aklýn gerçek gücüne kavuþamamýþ
insan da erdemini Tanrýya
baðlamaktadýr. Oysa, düþünce, bir molekül hareketidir. Madde, canlýdýr. Cansýz s
anýlan bir madde, örneðin bir
elma, midemize girip kanýmýza karýþarak canlanýr. Kaldý ki aslýnda da cansýz deð
ildi o. Büyümekle, olgunlaþmakla,
kýzarmakla hareket ettiðini pekala tanýtlýyordu. Bizimle birleþtikten sonra canl
ýlýðý su götürmez bir biçimde belirdi.
Bütün nedenler maddeden doðmaktadýr. Maddeyle açýklanamayan hiçbir neden yoktur.
Tek bilim, fiziktir. Þu halde
erdem fiziktir, bir molekül hareketidir.
Burada, Fransýz Ansiklopedicilerini de gözden geçirmek zorundayýz. Bir ansiklo
pedi kurmak davranýþý, XViii'nci
yüzyýlýn en önemli davranýþlarýndan biri olmuþtur. Fransýz Ansiklopedisi, pek kü
çük bir azýnlýðýn elinde bulunan
bilimi geniþ toplumlara yaymýþtýr. Ansiklopedinin ilk cildi 1751 yýlýnda yayýnla
nmýþtý ve XViii'nci yüzyýl
aydýnlanmasýna uygun olarak Akla Göre Düzenlenmiþ Bilimler, Sanatlar ve Zanaatla
r Ansiklopedisi
(Encyclopedie ou Dictionnaire Raisonne des Sciences, des Arts et des Metiers) ad
ýný taþýyordu. Bu ilk ansiklopedi
35 cilt olarak 1780 yýlýnda tamamlandý.
Bu büyük iþte emeði bulunanlarýn baþýnda d'Alembert, Diderot, Voltaire, Rousse
au, Baron d'Holbach gelmektedir.
Ansiklopedinin ilk yayýnlayýcýsý Jean d'Alembert (1717-1783) ne maddeye, ne de r
uha bel baðlamayan bir
kuþkucuydu. Bu bakýmdan ansiklopedinin onun yönetiminde yayýnlanan ciltleri bu k
uþkuculuðun etkisi altýndadýr.
Deneylerin dýþýndaki bilgilere sýrt çevirmiþtir, deneylere bile kuþkuyla bakmakt
adýr. D'Alembert'e göre salt hiçbir
bilgimiz yoktur. Dünyayý böyle biliyoruz, çünkü bize böyle görünüyor, aslýnda be
lki bambaþkadýr.
François Marie Voltaire'se (1694-1778) bir düþünürden çok bir yayýcý, bir dilc
i, bir etkileyicidir. Gününe göre
aþýrý sayýlan birçok yeni düþünceleri Fransa'ya o sokmuþ, o tanýtmýþtýr. Voltair
e yeni bir dünya görüþü peþindedir.
Bu dünya, aklýn egemenliðine girmelidir. Ruhu maddeden ayýranlara kýzdýðý kadar,
ruhu maddeyle birleþtirenlere de
kýzmaktadýr. Ona göre varlýk, hem maddesel hem de ruhsaldýr. Bu ikiliði birbirin
den ayýrmak kadar, bir saymak da
akýlsýzlýktýr. Ruhu maddeden ayýrmaya çalýþmak boþuna, gereksiz bir soyutlamaya
giriþmek demektir. Ruhu
maddeyle birleþtirmek de gülünçtür. Ruhun görevleri maddeye baðlýdýr ama, onun k
endine özgü bir yapýsý da vardýr.
Voltaire, ünlü Felsefe Sözlüðü'nün Erdem (Vertu) maddesinde erdemi kýsaca, benze
rine iyilik etmek'le
tanýmlamaktadýr: Erdem nedir? Benzerine iyilik etmek. Bana iyi gelen þeyden baþk
asýna erdem adýný verebilir
miyim? Ben yoksulum, sen cömertsin. Ben tehlikedeyim, sen yardýmýma koþarsýn. Sa
na hiç düþünmeden erdemli
bir insan derim. Dinsel erdemlerin seni ilgilendirir, inancýn varsa bundan bana
ne? Ermiþ Pavlus sana
iyilikseverliðin inandan da, umuttan da ileri bir þey olduðunu söylemekte haklýy
dý. Topluluk halinde yaþýyoruz. Þu
halde bizim için gerçekten iyi olan, topluluk için yararlý olandýr: Dünyadan el
etek çekmiþ bir adam kendi baþýna
iyi bir insan olabilir, ama ben ancak baþka insanlarýn yararlanacaðý erdemli bir
davranýþta bulunduðu zaman ona
erdemli insan diyebilirim. Tek baþýna kaldýkça ne iyi, ne de kötü adamdýr, bizim
için hiçbir þey deðildir. Ýnsanlar
arasýndaki erdem bir iyilik alýþveriþidir. Neron, Papa Vi'ncý Alexandre gibi can
avarlar birçok iyiliklerde de
bulunmuþlardýr, deniliyor. Hiç çekinmeden söyleyelim, o iyilikleri ettikleri gün
hepsi de erdemli insanlar
olmuþlardýr. Kimi Tanrýbilimciler Ýmparator Antonius'un böbürlenmek için adaletl
i, çalýþkan, iyiliksever olduðunu
ve erdemleriyle insanlarý aldatmaktan baþka bir þey yapmadýðýný söylerler. O zam
an ben de kendimi tutamýyor:
Tanrým, diye haykýrýyorum, ne olur, bize sýk sýk böyle yalancýlar gönder!..
Peki, ya kötülük?..
Gene ayný sözlüðün Kötü (Mechant) maddesinde de þunlarý söylemektedir: Ýnsanýn
, yaratýlýþýndan kötü olduðunu
haykýrýp duruyorlar. Bundan daha yanlýþ bir düþünce olamaz. Ýnsanoðlu hiç de köt
ü olarak yaratýlmamýþtýr. Ama
hastalandýðý gibi kötüleþebilir de. Yeryüzünde bir milyar insan 'varsa bunun, aþ
aðý yukarý beþ yüz milyonu dikiþ
diken, yün eðiren, çocuklarýný emziren, birazcýk da komþularýný çekiþtiren kadýn
lardýr. Bu zavallýlarýn yeryüzünde
ne gibi kötülükler ettiklerini anlamýyorum. En az iki yüz bin de çocuk vardýr ki
elbette ne adam öldürür, ne de
yaðma ederler. Aþaðý yukarý bir o kadar da kocamýþ ya da hasta çýkar. Geriye pek
pek yüz milyon güçlü, cinayetler
iþleyebilecek delikanlý kalýr. Bu yüz milyondan doksan milyonu sürekli olarak di
dinip topraðý zorladýklarýndan
kötülük etmeye vakitleri yoktur. Geriye kalan on milyona yaþamaktan mutluluk uma
n iþsiz güçsüz kimselerle
aristokratlarý, çeþitli ve saygýdeðer meslekler tutanlarý katýnýz. Demek oluyor
ki gerçekten kötü olarak, daima
dünyayý karýþtýrmak isteyen kimi politikacýlarla kendilerini bu politikacýlara k
iralayan birkaç bin serseriden baþkasý
kalmýyor. Bu yýrtýcý hayvanlardan da ayný zamanda kullanýlanlarýn sayýsý hiçbir
zaman bir milyonu bulmaz. Hem bu
sayýda yol kesen eþkýyalarý da hesaba katýyorum. Þu halde, yeryüzünde; en fýrtýn
alý zamanlarda bile, kötü
denilebilecek binde bir kiþi vardýr, o da her zaman kötü deðildir. Ayný sözlüðün
Töre (Morale, Ahlak) maddesinde
þöyle der: Nasýl tek geometri varsa, öylece, tek töre vardýr. Hintli boyacý da,
Tatar çoban da haklýyla haksýzý bilir.
Konfüçyüs bir fizik sistemi kurar gibi bir töre sistemi kurmuþ deðildir, o bunu
bütün insanlýðýn kalbinde bulmuþtur.
Bu töre dincilerde olduðu kadar paganlarda da vardýr. Töre; ne boþ inançlarda, n
e de dinsel dogmalardadýr. Bütün
dogmalarýn birbirlerine karþýt olduklarý halde akýllarýný kullanmasýný bilen büt
ün insanlarda törenin ayný kaldýðý ne
kadar söylense azdýr.
Voltaire, sözlüðünün Doðruya Eðriye Dair (Du Juste et de 1'Injuste) maddesinde
de þu düþünceyi ortaya
atmaktadýr: Bize doðruluk, eðrilik duygusunu kim vermiþ? Bize bir beyinle bir de
kalp vermiþ olan Tanrý. Peki,
aklýnýz size erdemi ne zaman öðretiyor? Ýki kere ikinin dört ettiðini öðrettiði
zaman. Ey Sonde adalarýnýn sapsarý
insanlarý, kara Afrikalýlar, tüysüz Kanadalýlar, Platon, Cicero, Epiktetos... Pi
rincinizin fazlasýný, gelip sizden
isteyen yoksulu öldürmektense, bunu ona vermenin daha iyi bir þey olduðunu hepin
iz biliyorsunuz. Bu duygu
hepinizde ortaktý. Doða her zaman þunu haykýrmýþtýr: Eðri deðil, doðru olunuz.
Voltaire, ünlü sözlüðünün Eþitlik (Egalit6) maddesine de þöyle baþlamaktadýr: Kö
pek köpeðe, at ata ne borçludur?
Hiçbir þey. Hiçbir hayvan ötekinin buyruðu altýnda deðildir. Ama insanoðlu akýl
denen Tanrý ýþýðýna kavuþmuþ. Ne
kazanmýþ biliyor musunuz? Dünyanýn her yerinde köle olmayý.
Voltaire'e göre hayvanlar akýlsýz olduklarý için özgürdürler. Öyleyse insanlar
sadece hayvansal yanlarýyla eþit
olabilirler. Nitekim sözlüðün 1711 baskýsýnda þu parça eklenmiþtir: Yaratýlýþlar
ýna baðlý olan yetiler bakýmýndan
bütün insanlar, eþittirler. Çin kralý, Moðol imparatoru, Türk padiþahý kullarýný
n en aþaðýsýna bile, sana, düþünmeyi,
ayakyoluna gitmeyi, yediklerini hazmetmeyi yasaklýyorum! diyemez. Bir ineðin peþ
inde dolaþan bir boða, baþka bir
boðanýn saldýrýsýna uðradý mý öteki çayýra gidip kendisine baþka bir sevgili bul
ur, özgürdür. Bir horozdan dayak
yiyen horoz baþka bir kümeste kendini avutur: Ama bizler için iþ böyle deðildir.
Bir vezir bir bostancýyý Limni
adasýna sürer, baþvezir veziri Bozcaada'ya sürer, padiþah baþ veziri Rodos adasý
na sürer, yeniçeriler de padiþahý
tutuklayýp dini bütün' Müslümanlarý keyfine göre sürgün edecek bir baþkasýný tah
ta çýkarýrlar. O da kutsal gücünü
böyle ufak tefek iþlerde kullanmakla yetinirse ne mutlu.
Hiçbir iþe ihtiyacýmýz olmasaydý iþçi arar mýydýk? diye soruyor Voltaire. Deme
k oluyor ki ihtiyaçlarý olmasa bütün
insanlar zorunlu olarak eþit olacaklardý. Peki, sadece düþünmek, ayakyoluna gitm
ek ve yediklerini hazmetmek
bakýmýndan eþit olan insanlardan birinin kaldý ki insanlar düþünmek, ayakyoluna
gitmek ve yediklerini hazmetmek
bakýmýndan da eþit deðildirler öteki insanýn iþine neden ihtiyacý olsun?.. Volta
ire'e göre, doðal yaþayýþta böyle bir
ihtiyaç duyulmamýþtýr: Bütün dört ayaklýlarýn, kuþlarýn, sürüngenlerin yararland
ýklarý doðaya pek uygun olan bir
yaþayýþta insanoðlu da onlar kadar mutlu yaþamaktaydý. O zaman, bir baþkasýna eg
emen olmak kimsenin aklýna bile
getirmeyeceði bir kuruntuydu.
Görüldüðü gibi, Voltaire, insanlarý hayvanlaþtýrmak için kafa patlatmakla suçl
adýðý Rousseau'nun vardýðý ayný
sonuca varmaktadýr. Bu sonuç, Yunanlý Hesiodos'tan beri yirmi beþ yüzyýldýr özle
mi çekilen altýnçað övgüsüdür.
Ne var ki Voltaire ötekiler gibi bu çaða dönülmesini öðütlemiyor. Tersine, artýk
bu çaða dönülemeyeceði
kanýsýndadýr. Çünkü insan akýllanmýþtýr. Akýl, hayvansal gereklerin dýþýnda, bir
çok ihtiyaçlar doðurmuþtur.
Ýnsanoðlunun alageyiklerin, karacalarýn barýnaðýndan, yataðýndan baþka bir eve,
yataða ihtiyacý vardýr. Çünkü
insanoðlu, yapýsýna uygun bir iklim bulmamýþtýr. Açýk bir deyiþle, insanoðlu, ha
yvanlar gibi doðaya
uymamaktadýr.
Öyleyse insanoðlunun doðayla çatýþmasý akýlla, bir baþka deyiþle, insanlýðýyla
baþlamaktadýr. Ama bu akýl, bu
insanlýk niçin eþitsizliði doðuruyor? Eþit olmak için her halde doðaya uygun olm
ak mý gerekir? Voltaire, bu gerekli
soruyu þöyle karþýlýyor: Soyumuza kancayý takan yoksulluk, bir insaný bir ba.þka
insanýn buyruðuna vermektedir.
Peki, yoksulluk soyumuza neden kancayý takmýþtýr?.. Voltairein' bu konudaki düþü
ncesini ki asýl sorun budur þu
sözlerinden çýkarabiliriz: Kalabalýk bir aile verimli bir tarlayý ekip biçiyor.
Yaný baþýndaki iki küçük ailenin de
nankör, verimsiz topraklarý var. Topraðýn paylaþýlmasýnda kimine verimli, kimine
verimsiz topraklar düþmüþ.
Öyleyse eþitsizlik talihsizlik'le baþlýyor. Ama sadece bu da deðil. Her insan, d
oðuþtan, baþkasýný ezmeye, zengin
olmaya, zevke, safaya eðilimlidir, tembellikten de pek hoþlanýr. Onun için her i
nsan baþkalarýnýn parasýný, karýlarýný
elde etmek, onlarýn efendisi olmak, hepsini kendi keyfine boyun eðdirmek, sonra
hiçbir þey yapmamak, ya da ancak
pek zevkli þeyler yapmak ister. Voltaire bu nedenleri pek olaðan bulmaktadýr: Þu
talihsiz dünyamýzda bir arada
yaþayan insanlarýn iki sýnýfa, buyuran varlýklýlarla iþ gören yoksullara ayrýlma
masý, yukarda sayýlan eðilimleri
yüzünden, imkansýzdýr. Eþitsizlik, iki papazýn birbirlerini kýskanmasý kadar ola
ðandýr.
Dahasý var: Her insanýn yüreðinin ta içinde kendisini öteki insanlarla eþit sa
ymaya yerden göðe kadar hakký vardýr.
Böyle olunca, bir kardinal aþçýsýnýn efendisine yemek hazýrlatmasý gerekmez. Ama
aþçý þöyle diyebilir: Ben de
efendim gibi bir insaným, ben de onun gibi viyaklayarak dünyaya geldim, o da ben
im gibi ayný acýlarla, ayný
törenlerle ölecek: Ýkimiz de ayný beden iþini görüyoruz. Þayet Türkler Roma'yý z
aptederler, ben kardinal, efendim
de aþçý olursa onu yanýma alýrým. Bu sözlerin hepsi akýllý uslu, doðru sözlerdir
. Ama Türk padiþahý Roma'yý
alýncaya kadar aþçý görevini yapmalýdýr. Yoksa insan topluluðu bozulur gider.
Kuralar çekilmiþ, paylar daðýtýlmýþ, talihlilerle talihsizler yerlerini almýþl
ardýr. Voltaire 1771 baskýsýna þu sözleri
ekliyor: Kuralar çekildikten sonra gelmiþ bize diyorsun ki, ben de sizin gibi bi
r insaným, benim de iki elimle iki
ayaðým, belki sizden fazla gururum, hiç deðilse sizinki kadar karýþýk, saati saa
tine uymaz, sizinki kadar çeliþmeler
içinde bir aklým var. Bana da payýma düþen topraðý verin. Þu bilinen dünyamýzda
verimli verimsiz elli bin milyon
arpent (beþ bin metrekarelik toprak ölçüsü) ekilecek toprak var. Dünyada topu to
pu bir milyar kadar iki ayaklý
hayvanlarýz, her birimize elli arpent düþer. Hakkýmý yemeyin, verin bana elli ar
pentimi. Aldýðý karþýlýk þudur:
Burada herkesin payý daðýtýlmýþtýr. Bizim aramýzda karnýný doyurmak, üst baþ edi
nmek, baþýný sokacak bir yer
bulup ýsýnmak istiyorsan, babanýn yaptýðý gibi sen de bizim için çalýþ, ya da bi
zi eðlendir. Merak etme, karþýlýðýný
öderiz. Yoksa dilenmek zorunda' kalýrsýn ki bu da senin gururunu büsbütün kýrar.
Görüldüðü gibi, Voltaire'e göre insan toplumunun bozulmamasý için köleler köle
liklerini yapmalýdýrlar. Bu,
dilencilik ederek gururu büsbütün kýrmaktan iyidir. Hem, köleler talihsizlikleri
nden baþka niçin köleleþmiþler,
biliyor musunuz? Voltairei dinleyin: Kalabalýk bir aile iyi bir tarlayý ekip biç
iyor, yaný baþýndaki iki küçük ailenin
de nankör, verimsiz topraklarý var. Bu iki yoksul ailenin varlýklý aileye ya hiz
met etmesi, ya da onu boðazlamasý
gerekir. Yoksul ailelerden biri karnýný doyurmak için zengine kolunun emeðini su
nar.
Öbürü gidip üstüne saldýrýr, dayaðý da yer. Ýþte hizmetçiler, ýrgatlar hizmet
eden ailenin, köleler de dayaðý yiyen
ailenin torunlarýdýrlar.
Voltaire'e göre, hiçbir þeyi olmayan bir sürü insanlar bulunmalýdýr. Çünkü, ha
li vakti yerinde bir adam kendi
topraðýný býrakýp sizinkini sürmeye elbette gelmeyecektir. Hem, bir çift kundura
ya ihtiyacýnýz olursa bunu size
Danýþtay baþkaný yapamaz. Bütün yoksullar mutsuz deðillerdir, çünkü þöyle doðmuþ
lardýr. Sonra, sürekli çalýþma
ne halde olduklarýný pek fazla duymalarýna engel olur.
Topraðýn paylaþýlmasýnda talihsiz bir atanýn torunu olmak talihsizliðine uðram
ýþsanýz, artýk, sonsuza kadar,
payýnýza ya ýrgatlýk, ya da dayak yemek düþecektir. Metafiziðe saldýrýlarýyla ün
lenen Voltaire, kýsýr döngüye
tutulmuþ bu düþüncesiyle katýksýz bir metafizikçidir.
Voltairein, bütün yapýtlarýndan çýkarabileceðimiz genel düþüncesi þöyle özetle
nebilir: Ayaktakýmý hiçbir zaman
akýldan yararlanamayacaktýr. Bu sýnýfýn kendisini aydýnlatmaya ne vakti ne de ye
teneði vardýr. Aydýnlanmýþ monarþi
bunlarý yönetir. Akýllý bir kral en iyisidir. Tarihsel deðiþmeler, akýl ve din ç
ekiþmesinden doðmuþtur. Akýl, doðal
dindir. Uluslarý, aydýnlatarak, hurafelerin pençesinden akýllý kiþiler kurtaraca
klardýr. Tanrý, en yüksek varlýktýr.
Din, bu yüksek varlýða tapmaktan ibarettir. Akýl, bu yüksek varlýðýn varlýðýný t
anýtlar. Çünkü, her yapýlan, bir
yapýcýyý gerektirir. Tanrý düþüncesinden baþka icat edilen her þey saçmadýr, Ýsa
adlý bir Yahudiye ne lüzum var?.
Töre (ahlak), Tanrýnýn insanlara verdiði akýlla kavranan doðal bir güçtür. Bütün
gönüllere serpilen ayný tohumdur.
Çeþitli töreciler çatýþmýþlardýr ama, ayný töreyi öðretmiþlerdir. Ýki kere iki h
er yerde dört eder, çünkü akýl her yerde
ayný ilkeden ayný sonucu çýkarýr. En büyük töre yasasý haksýzlýk yapmamaktýr, bu
nu da, dünyanýn hangi köþesinde
olursa olsun, bütün insanlar bilirler.
Diderot (1713-1784), Madam Puisieux'ye, 1749 yýlýnda Londra'dan þöyle yazýyord
u: Körlerin erdemli
olabileceklerine inanmýyorum Madam. Bir kör için, iþeyen biriyle hiç ses çýkarma
dan kaný boþalan biri arasýnda ne
ayrýlýk vardýr? Bizler de, eþyanýn uzaklýðý ya da küçüklüðü yüzünden, týpký körl
er gibi, acýma duygumuzu yitirmiyor
muyuz? Erdemlerimiz, duyumlarýmýza, eþyanýn bizim üstümüzdeki etkilerine o kadar
baðlý ki... Ceza korkusu
olmasa, pek çok kimsenin uzaktan kýrlangýç kadar görünen bir insaný öldürürken,
bir öküzü elleriyle boðazlamaktan
daha az acý duyacaðý besbellidir. Acý çeken bir ata acýdýðýmýz halde umursamadan
bir karýncayý çiðnemez miyiz? Ah
Madam, bilseniz, körlerin erdemi bizimkinden, bir sýðýrýn erdemi bir körün erdem
inden ne kadar baþka.
Bizimkilerden daha çok duyularý olan biri de bizim erdemimizi, kötü bir þey söyl
emeye dilim varmýyor, ne kadar
kusurlu bulurdu.
Büyük Fransýz düþünürü Diderot, XViii'nci yüzyýl Fransýz özdekçiliðini, yukard
a görüldüðü gibi, duyumculukla
temellendirmektedir. Ünlü devrimci Georges Politzer, onun için, Marx ve Engels't
en önceki en büyük özdekçi
(materyalist) düþünür diyor. Lenin, Diderot'nun, hemen hemen çaðdaþ diyalektik m
ateryalizmin sonuçlarýna
vardýðýný söylemiþtir. Engels, Tarihsel Özdekçilik (1892) adlý yazýsýnda, baþta
Diderot olmak üzere, bütün Fransýz
özdekçileri için þunlarý yazmaktadýr: Bu arada maddecilik, Ýngiltere'den Fransa'
ya geçerek, bu ülkede
Descartesçýlýktan gelen bir baþka maddecilikle karþýlaþtý ve onunla kaynaþtý. Ma
ddecilik, baþlangýçta, bu ülkede de
tamamen aristokratik bir öðreti olarak kendini gösterdi ama, aradan çok geçmeden
içindeki devrimci öz açýða çýktý.
Fransýz maddecileri, sadece dinsel konularý eleþtirmekle kalmadýlar; yollarýnýn
üstüne çýkan her çeþit bilimsel
geleneði ve politik kurumu da eleþtirdiler. Savunduklarý maddecilik öðretisinin
her konuya evrensel bir biçimde
uygulanabileceðini göstermek için bu öðretiyi bilimin bütün konularýnda, Encyclo
pedie adlý büyük eserlerinde
uyguladýlar ve daha sonralarý bu yüce eserin adýyla anýldýlar. Böylece, bu öðret
i, her iki biçimde de (apaçýk
maddecilik ya da deisme) Fransa'nýn bütün okumuþ gençliðinin kabullendiði bir öð
reti haline geldi (bkz. F.
Engels, Sosyalist Düþüncenin Geliþmesi, Salahattin Hilav çevirisi, 1964, s. 45,
46).
Denis Diderot'nun düþünceleri kýsaca þöyle özetlenebilir: Evrendeki bütün olgu
larýn özü bir'dir. Madde dýþýnda
bir ruhun varlýðý boþ bir kuruntudan ibarettir. Bitkide süren, hayvanda duyan, i
nsanda düþünen hep o bir þeydir ki
bu da madde'dir. Sýrf düþünceyle felsefe yapýlamaz, çünkü düþünce maddesel olayl
ardan gelir ve onlarla oluþur.
Metafizik, yüzyýllardan beri payandalanarak ayakta tutulmaya çalýþýlan çürük bir
yapýdýr, hiçbir deney karþýsýnda
tutunamaz. Evrim, doðaldýr ve doðanýn seçmesiyle, ayýklanmasýyla sürüp gider. Bü
tün varlýklar birbirlerinden türemiþ
ve birbirlerine katýþmýþlardýr (Diderot'nun bu ilginç görüþünü Lamarck ve Darwin
, çok daha sonra,
tekrarlayacaklardýr):
Diderot'nun bu Herakleitos'vari seziþleri, gerçekten hayranlýk vericidir.
Bu yüzyýlýn yetiþtirdiði bir baþka Fransýz düþünürü de, çeþitli konular üstüne
Demeç'leriyle (Fr. Discours)
ünlenen J. J. Rousseau'dur. Dijon Akademisi, 1749 yýlýnda, bir yarýþma düzenlemi
þti: Bilimlerle sanatlarýn
ilerlemesi erdemimizi geliþtirdi mi? Ýþte o güne kadar kendini müzikçi sanan Ýsv
içreli Jean-Jacques Rousseau'yu
(1712-1778), çaðýnýn en önemli yazar düþünürlerinden biri yapan soru, bu sorudur
.
Ýnsan iyiydi, onu kötü eden uygarlýktýr (medeniyet). Otuz yedi yaþýndaki Rouss
eau, soruyu böyle karþýlayarak
Dijon Akademisi'nin armaðanýný kazanacak. Hem de öylesine bir baþarýyla ki, ünü
bir anda bütün Avrupa'ya
yayýlacak ve yazarlýk hayatý bu ünlenmeden sonra . baþlayacak. Genç Rousseau, þi
mdi, kocaman bir aydýnlanma
çaðýna bir baþýna karþý çýkmanýn övüncü içindedir.
Rousseauya göre, birkaç yüzyýl önce Avrupalýlar mutlu bilgisizlikleri içinde e
rdemli yaþýyorlardý. Bu bölgede
edebiyat sanatýnýn yeniden dirilerek erdemsizliklerin türemesine Müslümanlar seb
ep oldu. Bizans'ýn çökmesi
Yunan sanatýnýn kalýntýlarýný Ýtalya'ya göçtürdü. Yazma sanatýný düþünme sanatý
izledi. Avrupalýlarýn mutsuz
bilgiçlikleri, erdemsiz uygarlýklarý da böylece baþlamýþ oldu. Müslümanlar, Biza
ns'ý silip süpürmeseydiler
Avrupa'da bir yeniden doðuþ (Renaissence) olmayacak; Avrupalýlar da mutlu bilgis
izlikleri içinde erdemli erdemli
yaþayýp gideceklerdi.
Rousseau, bu düþünceleri savunan Bilimlerle Sanatlar Üstüne Demeç (Discours su
r les Sciences et les Arts) adlý
yapýtýnýn sonradan yapýlan bir yeni baskýsýna þöyle baþlamaktadýr: Ün nedir? Ýþt
e ünümü borçlu olduðum yapýt.
Bana bir armaðan kazandýrmýþ ve adýmý tanýtmýþ olan bu parça orta derecededir, b
ir bakýma hiç de önemli deðildir
diyebilirim. Eðer bu ilk yazýya gereðinden çok deðer verilmeseydi yazarý da nice
mutsuzluklardan korunmuþ olurdu.
Oysa önceden gösterilen bu yersiz övgünün, sonradan, çok daha yersiz yergileri ü
stüme çekmesi kaderimmiþ benim.
Rousseau'nun, sonradan önemsizliðini böylece açýkladýðý bu yapýtýnda savunduðu d
üþünceye göre, edebiyat, sanat
ve bilim insanlarý kuþatan zincirleri çiçeklerle süsler, özgür yaþamak için doðm
uþ görünen insanlardaki o doðal
duyguyu boðar, tutsaklýklarýný (esirliklerini) sevdirir ve onlarý sözde uygar ul
uslar kýlýðýna sokar. Bilimler ve
sanatlar kral tahtlarýný saðlamlaþtýrmýþlardýr. Sanat, davranýþlarýmýza yapmacýk
katmadan önce yaþayýþýmýz ne kadar
sadeydi, törelerimiz kaba ama, ne kadar doðaldý. Doðrusu, insanýn tabiatý þimdik
inden iyi deðildi ama, insanlar
birbirlerinin ruhlarýna kolayca girebildiklerinden ne kadar rahat yaþýyorlardý.
Bugünse hoþa gitmek sanatý daha
kurnazca özentilerle birtakým kurallara baðlandýðýndan törelerimiz bayaðýlaþtý.
Bütün ruhlar ayný kalýba dökülmüþ
görünüyor. Ýçimizden geldiði gibi yaþayamýyoruz. Kimse, olduðu gibi görünmek güc
ünü gösteremiyor. Bu sürekli
baský altýnda toplum adlý bir sürü meydana getiren insanlar, daha güçlü bir nede
n davranýþlarýný deðiþtirmezse, ayný
durumlar karþýsýnda hep ayný þeyleri yapacaklardýr. Ýnsanlarýn özlerini asla bil
emeyeceðiz.
Bilim ve sanat yükseldikçe erdemin silindiði görülür. Bu olay, her yerde ve he
r zaman olagelmiþtir. Astronomi
saçma inançlardan doðmuþtur; hitabet tutkudan, kinden, dalkavukluktan; geometri
cimrilikten; doða bilgisi boþ bir
meraktan; her þey, töre (ahlak) bile insanýn kibrinden... Bilimlerin ve sanatlar
ýn bizim kötü eðilimlerimizden
çýktýklarý açýktýr. Þu halde bunlarýn hiçbiri bizim erdemlerimizden doðmuþ deðil
. Hele varmak istedikleri yere
bakýnca doðuþlarýndaki kusur büsbütün beliriyor. Lüks onlarý beslemese sanatlar
ne iþe yarardý, haksýzlýk olmasa
hukukun ne yararý olurdu? Sonunda, mutlu bir rastlantýyla, gerçeði bulsak bile o
ndan hangimiz gereðince
yararlanabileceðiz ki? Söyleyin bana ünlü filozoflar, boþlukta cisimlerin neden
birbirlerini çektiðini öðretmemiþ
olsaydýnýz sayýmýz daha mý az olurdu, daha kötü mü yönetilirdik, daha güçsüz; da
ha erdemsiz mi olurduk? Elde
ettiðimiz sonuç nedir?
Lüksün zorunlu sonucu olan törenin bozulmasý, böylelikle zevklerimizin de bozu
lmasýna sebep olmuþtur.
Ýlkçaðlarýn sadeliðini özlemle anmadan erdemi düþünemiyoruz artýk. Romalýlar san
at zevklerini geliþtirdikçe
askerlik deðerlerinin azaldýðýný görmüþlerdir. Yunanlýlar, Prometeus'u Kafkasya'
daki bir daða boþuna
çivilemediler. Eski Yunan cumhuriyetleri, vatandaþlarýný evlerine kapayýp uyuþtu
ran, bedenlerini çökertip ruhlarýný
gevþeten durgun sanatlarý yasaklamýþlardý. Bilgisizliðe övgünün en güzelini yapa
n ünlü bilgin Sokrates deðil midir,
Tanrýlarýn bana verdiði akýl üstünlüðü hiçbir þeyi bilmediðimi bildiðimde beliri
yor, diyerek.
Bahçelerimiz heykellerle, salonlarýmýz tablolarla süslü. Halka beðendirilmek i
stenen bu yapýtlar neler söylüyor
dersiniz? Bunlar, insan aklýnýn, insan duygusunun ne kadar sapýklýðý varsa iþte
onlarý canlandýrýrlar. Bütün bu
kötülükler, bilimlerle sanat deðerlerinin yükselip töre deðerlerinin alçalmasýyl
a insanlar arasýna sokulmuþ olan o
uðursuz eþitsizlikten deðilse, neden doðuyor? Artýk bir insanýn namuslu olup olm
adýðý deðil, bir sanata kabiliyeti
olup olmadýðý aranmaktadýr. Bir kitabýn yararlý olmasý deðil, güzel yazýlmýþ olm
asý aranmaktadýr. Her türlü övgü
parlak zekayadýr, erdeme deðil. Bu sonuç bilimlerle sanatlarýn yeniden diriltilm
esiyle bir kez daha belirmiþtir. Evet,
yazarlarýmýz, düþünürlerimiz, astronomlarýmýz, þairlerimiz, ressamlarýmýz var da
deðerli vatandaþlarýmýz yok. Sultan
Ahmet, matbaayý yurduna sokmamak için direnmekte haklýydý. Ýnsan kafasýnýn bütün
saçmalýklarýný yarýna iletecek
olan bu makine ne kadar korkunçtur. Krallar bu korkunç makineyi kapý dýþarý etme
lidirler. Yarýnýn çocuklarý,
bizden daha budala deðillerse eðer; ellerini havaya kaldýrýp acý acý þöyle baðýr
acaklardýr: Ey ulu Tanrý, sen bizi
babalarýmýzýn bilgilerinden ve uðursuz sanatlarýndan koru. Bize bilgisizliðimizi
, saðlýðýmýzý, yoksulluðumuzu
baðýþla. Bizi mutlu edebilecek ve senin en deðerli saydýðýn þeyler iþte
asýl bu nimetlerdir.
Rousseau, yapýtýný; þu sözlerle bitirmektedir: Ey erdem, sade ruhlarýn ince ve
yüksek bilgisi, seni öðrenmek için bu
kadar araca ve zahmete ne lüzum var? Senin ilkelerin bütün yüreklerde kazýlý deð
il mi? Senin kanunlarýný öðrenmek
için kendine kapanmak, hýrsýzlardan uzak kalýndýðý bir anda, vicdanýnýn sesini d
inlemek yetmez mi? Ýþte asýl felsefe
budur, onunla yetinelim.
Bir baþka yapýtýnda da, bu düþüncesini, þöyle tamamlamaktadýr: Ruhun derinliði
nde bir tüze (adalet) ve bir töre
(ahlak) ilkesi vardýr. Bu ilke ruhla birlikte doðmuþtur. Ne dersek diyelim, yapt
ýðýmýz iþin iyi ya da kötü olduðunu
biz onunla ölçeriz; baþkalarýnýn iþlerini de bu ilkeyle ölçeriz. Ýþte ben buna v
icdan diyorum.
1754'te Dijon Akademisi'nin açtýðý yarýþmaya ikinci kez katýlan Jean-Jacques Rou
sseau, ünlü Eþitsizlik üstüne
Söylev'ine þöyle baþlýyordu: Ey insan, hangi ulustan olursan ol ve ne türlü düþü
nürsen düþün, dinle. Yalancý
kitaplardan deðil de, asla yalan söylemeyen doðadan okuduðumu sandýðým biçimiyle
iþte tarihin... Öyle bir çað ki,
bunu hissediyorum, kiþi orada durmak ister. Sana gelince, insanlýðýn durmasýný i
steyebileceði çaðý arayacaksýn.
Bahtsýz torunlarýna daha da büyük hoþnutsuzluklarý hazýrlayan nedenlerden ötürü
þimdiki durumundan yakýnan sen
belki de geri dönmek isteyeceksin ye bu duygun, atalarýn için bir övgü, çaðdaþla
rýn için bir eleþtirme, senden sonra
yaþamak bahtsýzlýðýna katlanacaklar içinse acýma ve korku olacaktýr.
Rousseau, iki türlü eþitsizlik belirtiyor: Doðal eþitsizlik, siyasal eþitsizli
k... Doðal eþitsizlik saðlýksal ve bedensel
güçlerin eþitsizliðidir. Siyasal eþitsizlikse toplumsal üstünlüklerin yarattýðý
eþitsizliktir. Acaba bu iki eþitsizlik
arasýnda bir iliþki var mýdýr, daha açýk bir deyiþle örneðin bir patron, çalýþtý
rdýðý iþçilerinden kolunun ya da
kafasýnýn gücü bakýmýndan her halde daha üstün müdür?.. Rousseau, ünlü Söylev'in
in birinci bölümünde doðal
eþitsizliði inceliyor. Ona göre doðal eþitsizlik, gerçek bir eþitsizlik deðildir
. Gerçek eþitsizlik, uygarlýkla
baþlamaktadýr.
Rousseau'nun bu söylevinin tadýna varabilmek için onun bütün yapýtlarýnda beli
ren genel düþüncesini bilmek
gerekir. Rousseau'ya göre ilkel insan, eþit ve özgürdü. Toplumsal insan da eþit
haklarla yapacaðý sözleþme (contrat
social) ve yasalarla kendi özgürlüðünü kendisi saðlayacaktýr. Tek devlet biçimi,
halk egemenliðidir. Toplumda
herkes aklýnýn yasasýna uyar. Bilindiði gibi, Rousseau akýlcýdýr, akýlsa ortaktý
r, bu yüzden aklýna uyan herkes ayný
þeyi yapacak ve isteyecek demektir. Ýnsan, aklýnýn almadýðý þeylere zorlanamaz.
Genel özgürlüklerinden vazgeçen
kiþiler genel iyiliði ancak kendi çýkarlarýyla uyuþtuðu oranda isterler.
Öyleyse insanlar baþka çýkarlarýný saðlamak için özgürlük çýkarýndan vazgeçece
klerdir. Gerçek siyasa bu
uyuþmaya dayanýr. Çeþitli gelenek, görenek ve toprak koþullarý çeþitli yasalar g
erektirir. Ýnsan, kiþisel
yorgunluðunu azaltmak için uygarlýðý istemiþ, oysa uygarlýk ondan daha büyük yor
gunluklar isteyerek onu
aldatmýþtýr. Baþlangýçta doðal özgürlük, töre, eþitlik vardý. Mülkiyetin ortaya
çýkmasý uygar toplumlarý doðurdu ve
özgürlüðün, törenin, eþitliðin çöküntüsü baþladý. Devlet baskýsý bu çöküþün en y
üksek noktasýdýr. Bunun sonu ya
genel kölelik ya da ereksel bir düzenle baskýnýn yok edilmesi olacaktýr. Tanrý,
en yüksek özdür. Din, bu yüksek
varlýðýn bize verdiði dinsel duygudan ibarettir. Yeter ki tapýnma biçimciliði, k
urallar, din adamlarý gibi aracý ve
yabancý güçler onu bozmasýn. Her vatandaþa görevlerini sevdirecek bir uygarlýk d
ini olmalýdýr. Töre (ahlak) de, din
gibi, Tanrýsal bir duygudan meydana gelir. Bu duygu ben sevgisinin geliþmesi son
ucu olan vicdan duygusudur.
Vicdan, akýl yoluyla aydýnlatýlýr ve insanlarý yönetir. Ýnsan iyidir, yabancý bi
r þey onu deðiþtirmedikçe de iyi
kalacaktýr. Ýnsanýn tek tutkusu ben sevgisidir ki onun da iyilik ya da kötülükle
hiçbir ilgisi yoktur. Ýnsan, içinde
bulunduðu koþullara göre iyi ya da kötü olur (Lettres de A. M. de Beaumont).
Rousseau, doðal eþitsizliðin gerçek eþitsizlik olmadýðýný tanýtlamak için iþe
baþýndan baþlýyor. Ýlkel insaný,
Aristotelesin zannettiði gibi, bir, hayvan türü olarak deðil, bugünkü biçimiyle
gerçek bir insan olarak ele alacaktýr.
Ama ilkel insan da, kimi hayvanlardan daha çevik, kimi hayvanlardan daha güçsüz
olsa da, hayvanlar gibi karnýný
doyuruyor, susuzluðunu gideriyor ve birleþiyor. Birinin öbürüne hiçbir üstünlüðü
yoktur. Çünkü bu üstünlük hiçbir
iþe yaramayacaktýr. Eðer onu bir aðaçtan kovarlarsa öteki aðaca gidebilir. Hiçbi
r hüneri, dili, tartýþmasý, ilgisi, evi
barký yoktur. Buysa hiçbirinin ötekine ihtiyacý olmadýðýný belirtmektedir. Bir b
aþkasýna ihtiyacý olmadýðýna göre
ona zarar vermek isteðini de duymayacaktýr. Hem ne türlü bir zarar verebilirdi k
i? Biri, ötekinin topladýðý yemiþleri
ele geçirebilirdi ama, ona söz geçiremezdi. Söz geçirmek isteyenin köleleþtirmek
istediðini ayaðýnýn altýna alýp
kaçmamasý için sürekli bir çaba harcamasý gerekirdi. Buysa, köleleþtirilmek iste
nilenden çok köleleþtirmek
isteyenin özgürlüðünü yok ederdi.
Kölelik baðý, insanlarýn karþýlýklý iliþkileriyle baþlamaktadýr. Kendisini öte
ki için kesin olarak gerekli kýlamayan
adam, onu hiçbir zaman köleleþtiremez. Öyleyse gerçek eþitsizlik bu gereklilikle
, daha açýk bir deyiþle uygarlýkla
baþlamaktadýr.
Eþitsizlik Üstüne Söylevin ikinci bölümü þu sözlerle baþlýyor: Bir topraðý ilk
olarak çevirip, burasý benimdir
demeye cesaret eden ve çevresinde buna inanacak kadar budalalar bulan adam, uyga
r toplumun babasýdýr. Kazýklarý
çekip atarak ya da hendeði doldurarak öteki insanlara, bu adamý dinlemeyiniz, me
yvelerin herkesin olduðunu ve
topraðýn hiç kimsenin olmadýðýný unutursanýz mahvolursunuz diyebilecek bir adam,
insanlýðý ne kadar suçlardan,
savaþlardan, yoksulluktan ve acýlardan korumuþ olurdu.
Öyleyse bu iþ nasýl oldu? Bir adam çýkýp da bir toprak parçasýnýn çevresine ka
zýklar çakýp, nasýl, burasý benimdir
diyebildi?.. Rousseau bu sonucu þöyle bir geliþmeye baðlamaktadýr:
1- Ýnsanýn ilk duygusu, korunma duygusudur. Ýlkel insan korunabilmek için doða
engellerini aþmayý, gerektiðinde
öteki. hayvanlarla dövüþmeyi er geç öðrenmek zorundaydý. Çünkü zorluklar gittikç
e baþ göstermeye baþlamýþtý.
Kurak yýllar, uzun ve dondurucu kýþlar insanlarýn yeni hünerler elde etmelerini
gerektiriyordu. Kara yemiþleri
donunca ya da kavrulunca göllerden ve denizlerden yararlanmalýydý. Olta, zoka, y
ay ve ok bu zorunlukla yapýldý.
Tüylü hayvanlarýn derilerini yüzüp bu derilere bürünmek böylelikle öðrenildi.
2- Zihin aydýnlandýðý oranda hünerler geliþti. Odunlar kesilmeye, kulübeler ya
pýlmaya baþlandý. Ýþte bu kulübeler,
ilkel ailelerin birbirlerinden ayrýlmalarýný doðuran ve belki de ilk çatýþmalarý
gerektiren ilk mülkiyet tohumlarýdýr.
3- En hünerli, en sayýlan oldu. Bu durum ilk eþitsizliðe atýlan en büyük adýmd
ý. Sayýlan, uyandýrdýðý bu saygýdan
yararlanmaya baþlayacaktýr. Önce bunu kurnazlýkla saðlayacak, iki yüzlülük ve ya
lan böylelikle filizlenecektir. Bu
durumu, bir gün gelecek, elbette sertlik ve korkutma kovalayacaktýr. Ýlkel insan
artýk yepyeni bir duyguyla baþ
baþadýr, baþkalarýna karþý üstün olmak istemektedir. Bir yandan rekabet, öteki y
andan çýkarlar çatýþmasý ve sürekli
olarak kendi yararýný baþkalarýnýn zararýndan saðlamak durumu gibi kötülükler, m
ülkiyetin ilk sonucu ve doðmakta
bulunan eþitsizliðin ayrýlmaz nedenleridir.
4- Para doðmadan önce varlýk, toprak ve hayvanlardan ibaretti. Babalardan çocu
klara geçen bu varlýk gittikçe
büyüyünce, kimileri için mülklerini ancak baþkalarýnýn zararýna büyütebilmekten
baþka yapacak bir þey kalmamýþtý.
Kimileri de ister güçsüzlük, ister tembellik yüzünden olsun, büsbütün malsýz kal
mak zorundaydýlar. Çevrelerinde
her þey deðiþtiði halde sadece kendileri deðiþmemiþ olan bu gibiler için de geçi
mlerini varlýklýlarýn elinden ya bir
hizmet karþýlýðýnda ya da zorla almaktan baþka yapýlabilecek hiçbir þey yoktu. Ý
þte; huy ve yapýlarýn çeþitliliðine
göre, ezmek ve ezilmek böylelikle belirmeye baþladý. Tüzenin (adaletin) pek güçs
üz bulunduðu bir çaðda çeþitli
kötülükler olaðanüstü bir hýzla geliþtiler.
5- Varlýklýlar, çýkarlarý gereði, birbirleriyle dayanýþmak zorundaydýlar. Buna
karþý yoksullar da kendilerini
korumak için barýþ ve düzen yasalarý koymak zorunda kaldýlar. Gerçekte hepsi ken
di özgürlüklerini saðlamak
kuruntusu içinde kendi zincirlerine koþuyorlardý. Ýçlerinden en akýllýlarý, özgü
rlüklerinin bir parçasýný korumak için
özgürlüklerinin öbür parçasýný harcamak gerektiðini anladýlar. Toplumsal sözleþm
e (contrat social) gereði devlet
böylece doðmuþ oldu.
Rousseau, ünlü Söylevini þu sözlerle bitirmektedir: Eþitsizlik, doðal deðildir
, gücünü insan aklýnýn geliþmesinden
almakta ve sonunda mülkiyet yasalarýyla gerçekleþmektedir. Çoðunluk yoksulluktan
kývranýrken bir avuç kiþinin
gerektiðinden çok þeyleri bol bol ellerinde tutmasý doðal yasaya bu doðal yasa n
e türlü yorumlanýrsa yorumlansýn
açýkça aykýrýdýr.
Voltaire'se, kendisine yapýtýný gönderen Rousseau'ya þu karþýlýðý vermektedir:
Yapýtýnýzý aldým. Teþekkür ederim.
Ýnsanlara ne olduklarýný söyleyerek onlarý sevindiriyorsunuz ama, düzeltmiyorsun
uz. Bilgisizliðimiz ve
güçsüzlüðümüz yüzünden bizi hoþnut eden toplumumuzun kusurlarý öyle güçlü sözler
le anlatýlamaz. Bizi yeniden
hayvan yapmak için kimse bu kadar kafa patlatmamýþtýr. Yapýtýnýzý okuyan, elinde
olmadan, dört ayakla yürümek
isteði duyuyor. Bu huyu býrakalý altmýþ yýldan çok olduðu için kendi payýma imka
nsýzlýðýný görüyor, bu doðal
gidiþi sizden ve benden çok hak edenlere býrakýyorum. Eðer geliþmeden ve bunun s
onucu olan sanatlardan
yakýnmasý gereken biri varsa o da ben olmalýyým. Kötüye kullanýldýðý halde sanat
larý sevmek gerektir, kötülükler
bulunduðu halde toplumu sevmek gerektiði gibi...
SAKAL BIRAKMA ÖZGÜRLÜÐÜ. Ýnsan özgür olmak istiyor. Soru þudur: Özgürlük nedir
ve nasýl elde
edilir?.
1789'da yayýmlanan Ýnsan Haklarý Bildirisi'nin birinci maddesi, özgürlük (erki
nlik, hürriyet) ilkesini þu özdeyiþle
dile getiriyordu: Ýnsan özgür doðar, özgür yaþar... Doðru muydu? Doðru olsaydý,
bu ilkeyi ortaya atabilmek için
yapýlan Fransýz Ýhtilali'nin hiçbir anlamý kalmazdý. Ýnsanlar özgür doðmuyorlar,
özgür yaþamýyorlar ama, özgür
olmak istiyorlar, yüzyýllardan beri de bunun için savaþýyorlar. Doðrusu þuydu: Ý
nsan özgür doðmalý, özgür
yaþamalýdýr.
Niçin? diye sorulabilir. Tarih, bu soruyu gerekli kýlan örneklerle doludur. 19
22 yýlýnda faþizmin sözcüsü
Mussolini þöyle demektedir: Bizden özgürlük deðil, ekmek istiyorlar, ekmek!.. Bu
sözde, ekmek, özgürlüðün
karþýsýna bir karþýt güç olarak çýkarýlmýþtýr. Oysa özgürlükle ekmeðin doðal ili
þkisini ortaya koymaktadýr. Ýtalyan
grevcilerinin istedikleri ekmekti elbet. Ama özgürlüðü vererek karþýlýðýnda alýn
acak ekmek mi, yoksa ancak
özgürlükle elde edilebilecek ekmek mi?.. Önemli olan buydu ve Mussolini'yi çöker
ten yanýlma da bu olmuþtur.
Ýnsan Haklarý Bildirisi, özgürlüðü þöyle anlatmaktadýr: Baþkalarýna zarar verm
eden istediðini yapabilmek... Bu
tanýmda özgürlük bir hayli kýsýtlýdýr ve yeni sorularý getirmektedir: Baþkalarý
kimlerdir? Baþkalarýna zarar Vermek
ne demektir? Ýnsan, kendisinden baþka olan o kiþilere zarar vermeden istediðini
nasýl yapabilir?.. Nitekim, 1818
Connecticut Anayasasý, bu sorularý daha da pekiþtirmiþtir: Her yurttaþ, her konu
daki düþüncelerini serbestçe
konuþmak, yazmak ve yaymak hakkýný taþýr, ancak bu özgürlüðün kötüye kullanýlmas
ýndan da sorumludur.
Büyük Fransýz Devrimi'nden etkilenen bütün anayasalar, ilk maddelerinde, özgürlü
ðün bu tanýmýný kullanmýþlardýr.
Görünüþ þudur: Özgürlük doðaldýr. Ama bu özgürlük, sorumluluðu gerektirir. Gene,
bu özgürlük, baþkalarýna zarar
vermemelidir... Bu ilkeleri saðlamak için de, örneðin yüz maddelik bir yasa, ilk
maddesinde ortaya attýðý özgürlük
ilkesini, geriye kalan doksan dokuz maddesiyle kýsýtlamaya çalýþmaktadýr.
Özgürlüðün kök anlamý, sonralarý, çeþitli yeni anlamlara itilmiþtir. Montesqui
eu (Charles-Louis de Secondat,
1689-1755), sözcüðün serüvenini þöyle anlatmaktadýr: Özgürlük sözcüðü kadar çeþi
tli anlam verilmiþ, onun kadar
insan kafasýný yormuþ baþka bir sözcük yoktur. Kimileri özgürlüðü, önceden kendi
sine sýnýrsýz bir zor kullanma
yetkisi verilmiþ kiþiyi düþürmekteki kolaylýk anlamýna almýþlar, kimileri de boy
un eðecekleri kiþiyi seçmek yetkisi
olarak. Baþkalarý silahlanmak ve zor kullanmak hakký olarak benimsemiþler, daha
baþkalarý da yapacaklarý
kanunlarla yönetilmek sanmýþlardýr. Bir ulus da, uzun bir süre, özgürlüðü sakal
býrakmak geleneði saymýþtý (Ruslar,
sakallarýný kestirmek isteyen Büyük Petro'ya özgürlüklerini ileri sürerek direnm
iþlerdi). Kimileri bu adý bir hükümet
biçimine vererek öteki hükümet biçimlerini ondan yoksun býrakmýþlardýr. Demokras
inin tadýný alanlar demokrasiye,
monarþiden yararlananlar monarþiye mal etmiþlerdir (Kapadokyalýlar, Romalýlarýn
getirmek istediði demokrasiyi
istememiþlerdi). Sözün kýsasý, herkes, kendi geleneklerine ya da eðilimlerine uy
gun düþen hükümet biçimine bu adý
verip iþin içinden sýyrýlmýþtýr. Sonunda, demokrasilerde ulus her istediðini yap
ýyormuþ göründüðünden,
özgürlüðü demokrasiye mal etmiþler, ulusun yetkisiyle özgürlüðünü birbirine karý
þtýrmýþlardýr (De l'Esprit des
Lois, on birinci kitap, konu II).
Montesquieu, özgürlüðün serüvenini böylece anlattýktan sonra ona kendi açýsýnd
an yeni bir anlam vermektedir:
Özgürlük, kanunlarýn izin verdiði her þeyi yapabilmek hakkýdýr. Demokrasilerde u
lus her istediðini yapýyormuþ
görünür. Oysa siyasal özgürlük her istediðini yapmak demek deðildir. Bir devlett
e, baþka bir deyiþle kanunlarý olan
bir toplumda, özgürlük, ancak istememiz gerekeni yapmak olmalýdýr. Bir vatandaþ,
kanunlarýn yasak ettiði þeyi
yapabilseydi özgür olamazdý; çünkü öteki vatandaþlar da ayný þeyi yapacaklardý.
Özgürlük, yetkinin kötüye
kullanýlmadýðý yerde vardýr. Öteden beri denenmiþtir, kendisine yetki verilen he
r insan bu yetkiyi kötüye kullanma
eðilimindedir. Bir sýnýrla karþýlaþýncaya kadar kötüye kullanýr. Erdemin bile sý
nýrlanmaya ihtiyacý vardýr. Yetkinin
kendi kendisini durdurmasý gerek. Yetki, gene yetkiyle sýnýrlanýr. Bir anayasa ö
yle olmalýdýr ki, o yasa gereðince hiç
kimse, kanunun kendisini yapmaya çaðýrmadýðý bir þeyi yapmaya ve kanunun izin v
erdiði þeyleri de yapmamaya
zorlanmasýn (De l'Esprit des Lois, on birinci kitap; konu üçünçü ve dördüncü).
Montesquieu'yü bu sonuca götüren, devlet ve hukuk, tarih felsefesi, din, ahlak
ilkelerini kapsayan genel düþünce
yapýsý þöyle özetlenebilir: En yetkin devlet biçimi, Ýngiliz þartlý monarþisidir
(meþrutiyet). Hükümet güçleri kanun
yapmak, yapýlan kanunu uygulamak, uygulanan kanunu yargýlamak olmak üzere üçe bö
lünmeli ve bu üç güç
birbirlerine karþý baðýmsýz olmalýdýr. Her ulusa uygulanabilecek kanun yapýlamaz
, kanun her ulusun yapýsýna göre
deðiþik ve o yapýya uygun olmalýdýr. Coðrafya baþkalýðý, büyüklük ya da küçüklük
, bolluk ya da yoksulluk, din
baþkalýðý, yaþama biçimleri uluslarý birbirinden ayýrýr. Ýnsan aklý, bütün bu ay
rýlýklarý karþýlayabilecek güçtedir.
Güçlü akýl, tarihi etkiler. Üstün bir güç olan Tanrý vardýr ama, bu Tanrý belki
de bir kanundan baþka bir þey
deðildir. Din, toplumsal bir güç olmalýdýr, toplum kanunlarýnýn gücüyle uyuþmalý
dýr. Din, siyasal bir
mekanizmadýr. Kanunlarýn yetmediði yerde baþlamalý ve kanun eksikliðini tamamlam
alýdýr. Ýnsan, yaratýlýþtan
iyidir. Çünkü akýl, insanlarý iyi olmaya zorlar. O akýl ki Tanrýyý da iyi olmaya
zorlamýþtýr. Akýl, evreni (insanlarý ve
Tanrýyý) yöneten baðýmsýz bir güçtür. Akýl, her ulus ve her devlet biçimi için a
yrý ahlak kurallarý gerektirir.
Görünüþteki çeþitlilik de bunu tanýtlamaktadýr.
Montesquieu, plansýzlýkla suçlandýrýlan yapýtý ilerledikçe, özgürlüðü, daha aç
ýk anlamlarda da ele almak
zorunluðunu duyuyor: Siyasal özgürlüðü yalnýz anayasayla olan ilgisi bakýmýndan
incelemek yetmez. Bir de bu
özgürlüðü vatandaþla olan ilgisi bakýmýndan belirtmek gerek. Burada özgürlük, ki
þinin duyduðu güvenlik ya da
güvenliði üstüne edindiði kanýdýr. Kimi devletin yönetim biçimi özgür olur da va
tandaþ özgürlükten yoksun olur.
Gene öyle olur ki vatandaþ özgür olur da yönetim biçiminin özgürlükle ilgisi olm
az. Bu gibi hallerde devletin
yönetim biçimi, uygulama bakýmýndan deðil de hukuk bakýmýndan özgürdür, vatandaþ
da hukuk bakýmýndan deðil
de uygulama bakýmýndan özgürdür. Devletin yönetimiyle ilgili özgürlüðü meydana g
etiren, yalnýz temel kanunlarýn
hükümleridir. Dahasý var. Devletlerin çoðunda, özgürlük, devlet yönetiminin iste
diðinden çok daha fazlasýyla
sýnýrlanmýþ, baskýya uðramýþ, ya da sindirilmiþ olduðundan her yönetim biçiminde
vatandaþlarýn özgürlük ilkesine
olan eðilimini destekleyecek ya da köstekleyecek özel kanunlar vardýr. Felsefe a
nlamýnda özgürlük, kiþinin
istediðini yapabilmesi, hiç olmazsa istediðini yapabildiði kanýsýný taþýmasýdýr.
Siyasal anlamda özgürlük, kiþinin
güvenliðidir, hiç olmazsa güvenlik içinde yaþadýðý kanýsýný taþýmasýdýr. Hiçbir
þey bu güvenliði, genel ya da özel
suçlandýrmalar kadar bozamaz. Þu halde vatandaþ özgürlüðünün baþlýca dayanaðý, c
eza kanunlarýnýn iyi niyetidir.
Vatandaþlarýn suçsuzluðu güven altýna alýnmazsa özgürlüðü de güvenli olamaz. Özg
ürlük, cezalarýn özü ve
orantýsýyla deðiþir. Ceza kanununun her cezayý, suçun özünden çýkarmasý özgürlüð
ün baþarýsý demektir. Böylece
her çeþit bireysel yargý ortadan kalkar. Ceza, kanun koyucunun keyfine deðil, ol
ayýn özüne baðlanýr. Ýnsanýn insaný
ezmesi söz konusu olmaz artýk. Ýyi bir kanunu uygulayan bir ülkede duruþmasý ger
çekten yapýlarak asýlan kiþi,
Osmanlý imparatorluðunda yaþayan paþalarýn herhangi birinden daha özgürdür (De l
'Esprit des Lois, on ikinci
kitap, konu bir, iki, dört).
Montesquieu, özgürlüðü, ters açýdan da tanýmlamaya çalýþýyor: Ýki çeþit köleli
k vardýr. Gerçek kölelik, köleyi
topraða baðlayandýr. Bu çeþit köleler evlerde çalýþmazlar; efendilerine belli öl
çüde buðday, kumaþ, hayvan verirler.
Kiþisel kölelikse ev iþlerine özgü, daha çok efendinin kiþiliðine baðlýdýr: Köle
lik demek, bir insanýn malýyla ve
vücuduyla baþka bir insanýn avcunun içinde olmasý demektir. Böyle bir durum için
iyidir denemez elbet. Kölelik,
kölenin iþine yaramadýðý gibi, efendinin iþine de yaramaz. Kölenin iþine yaramaz
, çünkü erdemden tümüyle
uzaklaþmaktadýr. Köleliðin baþlangýcýnýn acýma duygusunda bulunduðunu söylerler.
Devletler hukuku, savaþ
tutsaklarýnýn öldürülmemeleri için köle olarak kullanýlmalarýna izin vermiþ, san
ki savaþ tutsaklarýnýn öldürülmeleri
gerekliymiþ. Mal ve mülkün insanlar arasýnda bölüþülmesine izin veren kanun, böl
üþen insanlardan bir kýsmýnýn
bölünen mallar arasýna konulmasýna izin vermez. Kölelik, doðal hukuka olduðu kad
ar medeni hukuka da aykýrýdýr
(De l'Esprit des Lois, on beþinci kitap, konu i, ii, X).
Özgürlüðün ne olduðunu anlayabilmek için yüzyýl daha geçecek. Bugün artýk onu
açýk seçik biliyoruz. Ýnsanýn
özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eðilimlerini, beðenilerini serbestçe geli
þtirebilmesi olanaklarýna sahip
olmasý demektir. Buysa, ancak doðanýn ve toplumun nesnel yasalarýný insanlarýn k
endi yararlarýna kullanabildikleri
ve geliþmenin bütün ön koþullarýný yaratabildikleri bir toplumda gerçekleþebilir
. Böylesine bir toplum
varlaþmadýkça özgürlük bir boþ sözden ibarettir ve sakal býrakma özgürlüðü anlay
ýþýndan öteye geçemez. Ünlü bir
diyalektikçi þöyle der:
Özgürlük, doða yasalarýndan baðýmsýzlýk düþü deðildir. Tersine, bu yasalarý öð
renmek ve onlarý belli amaçlar için
kullanabilmek demektir. Bu, dýþ doða yasalarý için olduðu kadar, insanýn beden v
e ruh varlýðýný yöneten yasalar için
de böyledir. Demek ki irade özgürlüðü denilen þey, nedeni bilerek karara ulaþmak
yetisinden baþka bir þey
deðildir. Bir insanýn belli bir sorun üstünde karara varma özgürlüðü, bu kararýn
tutarlýlýðýný belirten zorunluða
baðlýdýr. Kararsýzlýk, çeþitli ve çeliþik bir sürü karar olanaðý arasýndan bilgi
sizliði seçmek demektir. Sonuç olarak
özgürlük, doðadan gelen zorunluklarý tanýyýp bilerek, hem kendi üstümüzde hem de
dýþ doða üstünde sözünü
yürütür olmaktýr. Böylece özgürlük, tarihsel geliþimin zorunlu bir ürünüdür.
METAFÝZÝÐE KARÞI FÝZÝK. Bir yanda, fiziðin denetiminden yoksun metafizik, düþü
nce gücüne güvenerek
çeþitli hayaller kuradursun; öte yanda, emekleme döneminden kurtulan fizik ayaða
kalkmýþ, hýzla ilerlemeye
baþlamýþtýr. Aristoteles, cisimlerin doðal durumlarýnýn dinginlik (sükunet) oldu
ðunu sanýyor ve onlarý devindirmek
için bir dýþ etkinin gerektiðini düþünüyordu (Kendisi devinmeyen bir ilk devindi
rici, eþdeyiþle tanrý düþüncesine de
böylelikle varmýþtý). Ýtalyan fizikçisi, büyük öke Galileo Galilei (1564-1642)'y
e gelinceye kadar fizik alanýnda
Aristoteles anlayýþý egemendi. Galile, parlak bir seziþle, cisimlerin doðal duru
mlarýnýn dinginlik (sükun) olmayýp
devim olduðunu anlamýþtý. Cisimlerin devimli ya da dingin görünüþleri hýz farkla
rýndan doðuyordu. Dinginlik, sýfýr
hýzda bir devimden baþka bir þey deðildi. Oysa Aristoteles, sýfýr sayýsýný yoklu
k sayýyor ve onun bir nicelik deðil,
bir nitelik olduðunu ilerisürüyordu. Gerçi Aristotelesin bu anlayýþýna Galile'de
n önce de karþý çýkanlar olmuþtu.
Örneðin Vi'ncý yüzyýlda Ýskenderiyeli Philoponos, havayla engellenmese, atýlan b
ir okun yoluna devam edeceðini
söylemiþti (Xii'nci yüzyýl düþünürleri cisimlerin devim deðiþikliðine karþý göst
erdikleri dirence inclýnatio viölenta
adýný verdiler. öndördüncü yüzyýlda da Paris Üniversitesi Profesörü Buridanus bu
güce impetus adýný taktý. Her iki
deyim de Osmanlýca'ya meyli kasri deyimiyle çevrilmiþtir). Ne var ki Galile, eði
k düzeyler üstünde küçük toplarla
yaptýðý deneylerde, diyelim daðýn tepesinden kopan bir kaya parçasýnýn, eðer sür
tünme etkileriyle yavaþlayýp bir
engelle karþýlaþmazsa (eþdeyiþle, bir dýþ etkiyle durdurulmazsa) sonsuza kadar y
uvarlanacaðýný tanýtlýyordu. Bunun
gibi, diyelim odamýzýn bir köþesinde duran masa da, eðer biz onu itip çekmezsek,
kendiliðinden odanýn öbür
köþesine gidemezdi. Galile'nin ileri sürdüðü durgunluk ya da dinginlik bu anlamd
adýr (Durgunluk ya da dinginliðin
göreli olduðu ve bir cismin durumunu ancak baþka bir cisme göre dile getirdiði u
nutulmamalýdýr). Durgunluk ya da
dinginlik, belli bir hýzda dengede kalmaktan ibarettir. Süredurum yasasý, cisiml
erin, devim deðiþikliðine karþý
dirençlerini dile getirir ve genellikle dýþ bir güç tarafýndan zorlanmadýkça her
cisim olduðu yerde durur ya da doðru
bir çizgi üstünde devimini sürdürür formülüyle dile getirilir. Kullandýðýmýz ara
ba bir dönemeci hýzla dönerse bu
yasanýn gerçekliðini kendi bedenimizde de duyarýz. Sola dönmüþsek saða, saða dön
müþsek sola yýkýlýrýz. Çünkü
gövdemiz doðru bir çizgi üstünde devimini sürdürmek ister, araba köþeyi dönerken
karþý bir etkide bulunur,
bedenimizse bu karþý etkiye süredurum (atalet) direnci gösterir. Ýlkin Newton, d
aha sonra Einstein, Galile'nin bu
buluþundan çok önemli sonuçlar çýkarmýþlardýr. Süredurum gücünün ivme, geri tepm
e, merkezkaç vb. gibi çeþitli
biçimleri vardýr. Gerçekte Newton'un yerçekimi adýný verdiði olgu da süredurumun
bir biçiminden baþka bir þey
deðildir. Örneðin hýzla dönen bir atlýkarýncadaki adam, gövdesinin, atlýkarýncan
ýn merkezinden dýþarýya çekildiðini
duyar. Oysa bu duygu, doðru bir çizgi üstünde gitmek isteyen gövdenin bir merkez
çevresinde dönme etkisine karþý
gösterdiði süredurum tepkisidir.
Ýngiliz fizik bilgini Isaac Newton'un 1665 yýlýnda Kepler yasalarýndan çýkardý
ðý bu kuram 1687 yýlýnda yayýmlanan
Philosophiae Naturalis Principie Matematica (Doða Felsefesinin Matematik Ýlkeler
i) adlý yapýtýnda açýklanmýþtýr.
Gezegenlerin güneþ çevresindeki devimlerini açýklayan Kepler yasalarý, gezegenle
ri güneþe doðru çeken bir gücün
varlýðýný gösteriyordu. Newton'un uslamlamasýna göre güneþte ve gezegenlerde bul
unan bu güç, onlara ait özdeksel
elemanlarda da olmalýydý. Daha açýk bir deyiþle, tüm cisimler karþýlýklý olarak
birbirlerini çekmekte olmalýydýlar.
Bu tümevarýmsal uslamlamadan yola çýkan Newton, kütleleri m ve m kare ve aralarý
ndaki uzaklýk r olan iki
özdeksel cismin birbirlerini þiddeti f, mm / r kare olan bir güçle çekeceðini he
sapladý. Buradaki f, evrensel çekim
deðiþmezidir ve 6,7.10 üzere eksi sekiz'e eþittir, eþdeyiþle birer gramlýk iki k
ütle bir santimetre uzaktan
birbirlerini bu sayýdaki dinlik bir güçle çeker. Çeker ama, çekim gücü adý veril
en bu güç nedir, ne türlü bir güçtür?
Newton bunu açýklayamamýþ ve açýklayamadýðý için de Alman düþünürü Leibniz taraf
ýndan kýyasýya eleþtirilmiþtir.
Newton, çekimin nedenlerini ve içyüzünü açýklayamadýðýný adý geçen Principia'sýn
da söyler, yapýtýný þu sözlerle
bitirir: Þu ana kadar çekimin nedenlerini bulamadým, bunun için de hypotheses no
n fingoo (Newton'un varsayým
kurmuyorum anlamýndaki ünlü sözü). Çekim gücünün gerçek yüzü, niteliði ve nedenl
eri iki yüzyýl sonra Einstein
tarafýndan açýklanacak. Yürümemiz gereken daha pek çok yol var.
USUN SINIRLARI. Metafiziðin dayanaðý olan us (akýl) ne türlü bir ustur? Neyi b
ilebilir, neyi bilemez? Nesnel
gerçeklikten koparýlýp soyutlanmýþ olan bu usun sýnýrlarý nedir? Bu sorularýn ka
rþýlýðýný da ünlü Alman düþünürü
Immanuel Kant (1724-1804) vermeye çalýþacak.
Gerçeðe us yoluyla varýlabileceðini ileri süren ilk metafizikçi Parmenides (I.
Ö. 540-450)'ten beri us, hemen hiçbir
fiziksel engelle karþýlaþmaksýzýn, bunca yüzyýl, ipi kopmuþ bir balon gibi baþýb
oþ; hayal alemlerinde gezip
dolaþmýþtýr. Ne var ki artýk onun, kimi yerde gerçeklere de yaklaþmasýný beceren
, gücünden þüphelenme baþlýyor.
Bu þüphelenmeyi baþlatan, özellikle Hume'un temsil ettiði Ýngiliz þüpheciliðidir
. Ýngiliz düþünürü David Hume
(1711-1776) bir açýdan, tüm çaðdaþ düþünceci yanýlgýlarýn babasý sayýlabilir. Ka
ntçý ve olgucu bilinemezcilik onun
ürünüdür. Çaðdaþ düþünceci öðretileri geniþ çapta etkilemiþtir. Kant, onun, kend
isini metafizik uykusundan
uyandýrdýðýný söyler. Eleþtiricilik, olguculuk, yeni olguculuk, yararcýlýk, prag
macýlýk, varoluþçuluk vb. gibi birçok
çaðdaþ düþünceci öðretiler, Hume'cu öðretilerdir. Hume, bilgi edinmek için deney
den baþka hiçbir kaynak
bulunmadýðý düþüncesinden yola çýkar. Ne var ki bunu düþünceci bir biçimde yorum
lar. Hume'a göre deney ve
duyum, nesnel gerçekliði deðil, onun sadece izlenimler (Ýng. Impressions, Os. Ýn
tibaat)'ini verir. Anlýðýmýz bu
izlenimlerden düþünceler (Ýng. Ideas, Os. Fikirler) yapar. Nesnel gerçeklik hiçb
ir zaman bilinemez. Çünkü onu
bilmek için deneyden baþka hiçbir kaynaðýmýz yok. Deneyse evrensellik ve zorunlu
k öðelerinden yoksundur. Deney
evrensel deðildir, çünkü sýnýrlýdýr, daha yeni bir deneyin nasýl bir sonuç verec
eðini bilemeyiz. Deneyin bugüne
kadar hep ayný sonucu vermesi, bundan sonra da o sonucu vereceðini kanýtlamaz. D
eney zorunluktan yoksundur,
çünkü örneðin bize soðuma olayý donma olayýnýn izlediðini verir, ama bu sadece b
ir olgudur ve zorunlu bir olgu
deðildir, eþdeyiþle deney bize soðuma olayýný donma olayýnýn izlediðini verir, a
ma soðuma olayýný her zaman ve her
yerde zorunlu olarak donma olayýnýn izleyeceðine dair gerekçe vermez. Soðuma ola
yýný örneðin buharlaþma olayý
da izleyebilir. Bu ikisinden hangisinin gerçekleþeceðini anlamamýz için gene den
eyi izlemek ve olgu'ya bakmak
zorundayýz. Demek ki bilebileceðimiz sadece olgulardýr, onlarýn zorunlu olduðu d
eðil (Kantçý eleþtiriciliðin ve
Comte'cu olguculuðun ne kadar basit bir temel üstünde yükseldikleri de böylelikl
e açýkça görülmüþ oluyor).
Hume'a göre deney, evrensel ve zorunlu olmadýðýndan, gerçek deðil, yanýlsama (Ýn
g. Illusion, Os. Vehmi
havas)'dýr. Bu yanýlsamayý saðlayan da çaðrýþým (Ýng. Association, Os. Tedai)'dý
r. Soðuðu donmanýn izlediðini
birçok kez görmüþüz, soðuðu yeniden görünce anlýðýmýz bu eski görgülerini çaðýrý
r, bizler de bu yüzden bu ikisi
arasýndaki iliþkiyi evrensel ve zorunlu sanýrýz. Buysa bir kuruntudan baþka bir
þey deðildir. Hume, böylelikle,
sadece nesnel gerçekliði deðil, bilimin temeli olan nedenselliðin de nesnelliðin
i yadsýr. Ýþte, metafizik uykusundan
uyanan Kant bu temelden yola çýkacak.
Bir zamanlar gök bilgini Copernic þöyle düþünmüþtü: Yýldýzlarýn; dünyamýzýn çe
vresinde döndükleri inancýna
dayanarak gök olaylarýný çözemiyorum. Bir de tersini deneyeceðim. Dünyamýzýn, on
larýn çevresinde döndüklerine
inanarak bakacaðým gök olaylarýna... Copernici örnek alan Kant da þöyle düþünüyo
r: Bilgimiz, dýþýmýzdaki
nesnelerden gelenlerle düzenleniyor inancýna dayanarak metafizik olaylarý çözemi
yorum. Bir de tersini
deneyeceðim. Dýþýmýzdaki nesneler, bilgimizden gidenlerle düzenleniyor inancýna
dayanarak bakacaðým metafizik
olaylara... (Kant, Kritik der Reinen Vernunft, ikinci baskýnýn önsözü).
Ýþte, ünlü düþünür Immanuel Kant'ýn ruhçuluk serüveni böylelikle baþlar. Bu se
rüven, Kant'ýn en güç anlaþýlan
serüvenidir. Kant, koskoca doðanýn karþýsýna insan aklýný çýkarýyor ve bütün doð
asal nesnelerin bu akýlla
kurulduðunu (inþa edildiðini) ileri sürüyor. Gerekir ki bu akýl, Tanrýlaþsýn (Ni
tekim ondan sonra gelip onun
yolunda yürüyenler bu aklý Tanrýlaþtýracaklardýr). Oysa Kant, bunu yapmýyor. Ter
sine, bütün doðasal nesnelerin
kurucusu olduðunu savunduðu insan aklýna sýnýr çiziyor, onun güçsüzlüðünü göster
iyor ve aklýn sýnýrlarý dýþýnda
asla bilinemeyecek olan bir metafizik gerçekler alemi bulunduðuna inanýyor. Ýnsa
n aklýnýn gücüyle güçsüzlüðü
çeliþme'sini böylesine ortaya koymak, diyalektik yönteme götüren adýmlardan en b
üyüðünü atmak demektir.
Nitekim Kant, kocaman sistemi içinde, pek az kimsenin farkýna vardýðý önemli bir
gerçeði belirtmektedir: Ben,
sadece incelemekle görevimi yerine getireceðim. Doða, sýrasý gelince, gerçeði aç
ýklayacak olan adamý da ortaya
çýkaracaktýr (Immanuel Kant'ýn Yapýtlarý, Ernst Cassirer yayýný, Berlin, 1922-19
23, cilt dört, s. 151).
Kant'a göre felsefe araþtýrmasý, bir deðerlendirme (eleþtiri) olmalýdýr. Felse
fe, us'la (Al. Vernunft) yapýlýyor.
Öyleyse usu deðerlendirmek, onun ne olduðunu ve ne olmadýðýný iyice bilmek gerek
. Felsefe nasýl bir usla
yapýlýyor?.. Deneyden yararlanmayan bir salt usia (Os. Akl-ý mahýz, Fr. Raison p
ure, Al. Reinen vernunft). Öyleyse
salt us nedir?.. Kant'ýn üç büyük yapýtýndan ilki olan Salt Usun Eleþtirisi (Kri
tik der Reinen Vernunft, 1781) bu
sorunun karþýlýðýný araþtýrýr. Salt us, duyarlýðýn (Al. Sinnlichkeit) verilerind
en alýnmamýþ olan (a priori) bir bilgiyi
gerçekleþtirdiði iddiasýndadýr. Buysa nesneler düzenini aþarak düþünce düzenine
yükselmek demektir. Öyleyse, salt
usun bilme yöntemi bir aþkýnlýk yöntemi'dir. Salt us bu yöntemle gerçek bir bilg
i edinebilir mi?.. Öyleyse bilgi
nedir, önce onu tanýmlamak gerek. Kant'a göre her bilgi, bir yargýdýr (Al. Urtei
l). Ne var ki her yargý, bir bilgi (Al.
Kenntnis) deðildir. Örneðin, her cisim yer kaplar yargýsý bize yeni bir bilgi ve
rmez, çünkü cisim kavramý esasen
yer kaplamayý içerir; bu yargýda sadece bir çözümleme yapýlýyor ve cisim kavramý
çözümlenerek kendisinde
esasen bulunan bir bilgi hiçbir gereði yokken yeniden ortaya konuyor. Oysa, bu y
ük aðýrdýr yargýsý bize yeni bir
bilgi verir, çünkü yük kavramý kendiliðinden aðýr ya da hafif olduðunu bildirmez
; burada, ötekinin tersine, bir
çözümleme deðil bir bilgi elde ediyoruz. Demek ki bize bilgi veren yargýlar, çöz
ümsel yargýlar deðil, bireþimsel
yargýlardýr. Salt us bu bireþimsel yargýyý aþkýnlýk yöntemiyle, deneyi aþarak ge
rçekleþtirebilir mi? Kant bu soruya
kesin olarak þu karþýlýðý veriyor: Gerçekleþtiremez. Böylece metafiziði kesin ol
arak yýkmýþ oluyor: Salt us, deneyden
yararlanmadan hiçbir bilgi gerçekleþtiremez. Öyleyse metafizik tasarýmlar, insan
larýn romantik düþlerinden baþka
bir þey deðildirler (Bu yargý, Kant' ýn özdekçi yanýný belirtir ve Engels bunun
içindir ki kendisine Utangaç özdekçir
der). Kant öncesi felsefenin Tanrýlaþtýrdýðý us, böylelikle tahtýndan indirilmiþ
olmaktadýr; artýk, aþkýnlýk yöntemiyle
çalýþan salt usa güvenilmeyecektir. Kant araþtýrmakta, eþanlamda eleþtirmekte de
vam ediyor: Salt us, bireþimsel
yargý olan bilgi'yi niçin gerçekleþtiremez?.. Çünkü us, sadece bir bireþtirme iþ
ini gerçekleþtirmektedir ve bu iþ için
gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadýr. Elimizle tuttuðumuz taþý yere
býrakýnca onun düþtüðünü
görüyoruz ve ancak ondan sonradýr ki (a posteriori) Býrakýlan taþ, düþer bilgisi
ni edinebiliyoruz. Bu deneyi
yapmadan önce (apriori) bu konuda hiçbir bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri vere
n duyarlýk'týr. Duyarlýk, bu
gereçleri bize nasýl veriyor?.. Zaman ve mekan içinde veriyor. Oysa nesneler düz
eninde zaman ve mekan diye bir þey
yoktur.
Demek ki bunlar duyarlýðýn dýþarýdan almadýðý, kendinden çýkardýðý bir þeylerd
ir ve duyarlýk bunlarý katmadan,
dýþarýdan aldýðý hiçbir þeyi bize gönderemez. Bunlar, deneyden elde edilemeyecek
lerine göre, usun verileri olamaz.
Çünkü küçük çocuklar, zaman ve uzayý düþünmeksizin bilirler, hiçbir ussal iþlemi
gerçekleþtiremedikleri halde
sevdikleri þeylere yaklaþýr ve sevmedikleri þeylerden uzaklaþýrlar. Öyleyse, duy
arlýk, ne nesneler düzeninden ne de
düþünce düzeninden aldýðý bu þeyleri nasýl elde etmiþtir?.. Kant, bu soruya, ken
dine özgü bir karþýlýk veriyor:
Sezi'yle (Al. Anschauung). Kant'a göre bunlar birer biçim'dir ve ancak duyarlýðý
n seziþiyle elde edilebilir. Zaman, iç
duyarlýðýn biçimidir, içimizden gelen her duygu zamanla birliktedir; mekan, dýþ
duyarlýðýn biçimidir, dýþýmýzdan
gelen her duygu mekanla birliktedir. Katýlmadýklarý hiçbir duyumun gerçekleþemey
eceði bu biçimler, usun verileri
olmadýklarý halde Deneyüstü'dürler (Al. Transzendentale): Deneyden çýkarýlmamýþl
ardýr ama, bunlarsýz da deney
yapýlamaz. Görüldüðü gibi, Kant, artýk Aþkýn (Al. Transzendent) kavramýndan Dene
yüstü (Al. Transzendental)
kavramýna geçmektedir; ona göre aþkýn bilgi olamaz ama, deneyüstü bilgi olabilir
. Bir soru daha gerekiyor:
Deneyden gelen verilere duyarlýðýn seziyle elde ettiði biçimlerin katýlmasý, bil
imsel bir bilgiyi gerçekleþtirmeye
yeter mi?.. Yetmeyeceðini söyleyen Kant, sonunda, usa deneyüstü bir görev bulmuþ
tur: Bireþtirme iþi. Kant'a göre
us bu görevi gerçekleþtirmeseydi, ne duyularýn verileri ve ne de duyarlýðýn katk
ýlarý bilimsel bilgiyi
gerçekleþtirebilirdi. Öyleyse us, bu bireþtirme iþini nasýl yapýyor?.. Duyarlýðý
n katkýsýyla birlikte gelen bilgi
gereçlerini düzenleyici kalýplara (Fr. Ulam, Ar. Kategorie) sokarak, us, bu kalý
plarý ne deneyden ve ne de duyarlýðýn
sezisinden almýþtýr; bu kalýplar onda temel olarak vardýrlar ve kendisiyle birli
ktedirler. Demek ki, Kant'a göre bilgi,
gene de, nesneler düzeninde deðil, us'un düþünme düzeninde (Al. Verstand) gerçek
leþmektedir. Kant, böylelikle
kendi düþünme yöntemini de bulmuþ oluyor: Deneyüstü yöntem (Al. Transzendental m
ethbde). Kendi kurduðu bu
terimle, eleþtirici bakýþýný dilegetirerek, bilgi'nin duyularýn ürünü olduðunu s
avunan Duyumculuk'la anlýðýn ürünü
olduðunu savunan Anlýkçýlýk'ýn üstüne aþýyor ve gerçeðin, her ikisinin birleþik
bir üstünde'liðinde olduðunu
ilerisürüyor. Önemli olan þudur ki, Kant, deneyüstü'ne deney'le baðýntý'sýný kes
meden çýkmaktadýr. Us, bireþtirme
görevini gerçekleþtirirken deneyle baðýntýsýný koparýrsa ki fiziðin üstüne yükse
lme anlamýnda metafizik budur
aþkýn'ýn alanýna girer ve köksüz düþler kurmaya baþlar. Kant'ýn deneyüstücülüðü,
bir Baðýntýcý deneyüstüçülük'tür.
Bu düzeyde ancak deneyden gelen veriler birleþtirilir, salt us'un kurgularý bire
þtirilemez. Us'un bireþtirici kalýplarý,
deneyle hiçbir ilgileri olmayan ve deneyden çýkarýlmamýþ önsel (a priori) kalýpl
ardýr ama, ancak deneyin verilerini
bireþtirmekte iþe yarayabilirler. Kavramlar' la nesneler asla kopmaksýzýn baðýnt
ýlý olmalýdýr. Metafizik, bu baðýntýyý
gerçekleþtiremediði içindir ki metafizik bilgi olamaz. Yoksa, Kant'a göre kesin,
tümel, her zaman ve her yerde
geçerli bilgi elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargýlarýn tümü son
saldýr, deneyden sonra
gerçekleþmiþlerdir ve bu yüzden bilimsel ve kesin bir bilgi vermezler. Bireþimse
l yargýlarýn da önsel olanlarý vardýr
ama, sonsal olanlarý da vardýr. Ýþte asýl kesin ve bilimsel bilgi bu önsel bireþ
imsel yargý'lardadýr. Örneðin,
matematik yargýlarýn tümü bu niteliktedir, iki kez ikinin dört ettiði yargýsý hi
çbir deneyden çýkarýlmamýþtýr.
Çünkü deney sýnýrlýdýr, bin deney yaparýz ama, bin birinci deneyde ne elde ede
ceðimizi bilemeyiz. Matematik
yargýlar, deneyden çýkmamýþ önsel bireþimsel yargý'lardýr ama, bir bakýma bu kar
akterde olan metafizik yargýlara
benzemezler, çünkü her zaman deneye uzanabilirler. Ýki kez ikinin dört ettiði he
r zaman denenebilir, Tanrýnýn
varlýðý hiçbir zaman denenemez (Kant, bu düþüncelerden ötürü, 1794'te Gillaume I
I. hükümetinden bir ihtar almýþ ve
din konusunda yazý yazmasý yasaklanmýþtýr). Kant, us'un önsel kalýplarýný, Arist
oteles'ten de yararlanarak, yargý
biçimlerinden çýkarýyor. On iki yargý biçimi vardýr, öyleyse bunlardan her birin
i meydana getiren kendisiyle
biçimlendiren on iki kalýp olmalýdýr. Bir yargý, ya insanlar ölümlüdür önermesin
de olduðu gibi, Tümel (Os. Külli,
Fr. Universel), ya kimi insanlar erdemlidir önermesinde olduðu gibi Tikel (Os. C
üz'i, Fr. Particulier), ya da
Sokrates, düþünürdür önermesinde olduðu gibi Özel (Os. Hususi, Fr. Singulier) ol
ur. Bunlarý meydana getiren
kalýplar, sýrasýyla: Tümellik (Os. Külliyet, Al. Allheit), Çokluk (Os. Kesret, A
l. Vielheit), Teklik (Os. Vahdet, Al.
Einheit) kalýplarýdýr ki Nicelik (Os. Kemmiyet, Al. Quantitaet) ana kalýbýnda to
planýrlar. Bir yargý, ya Herakleitos
us'ludur önermesinde olduðu gibi Olumlu (Os. Ýcabi, Fr. Affirmatif), ya Diogenes
, us'lu deðildir önermesinde
olduðu gibi Olumsuz (O,s. Selbi, Fr. Negatif), ya Ruh, ölmezdir önemesinde olduð
u gibi Sýnýrlayýcý (Os. Tahdidi,
Fr. Limitatif) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Varlýk (Os. Ha
kikat, Al. Realitaet), Yokluk (Os.
Selb, Al. Negation), Sýnýrlýlýk (Os. Mahdudiyet, Al. Limitation) kalýplarýdýr ki
Nitelik (Os. Keyfiyet, Al. Qualitaet)
ana kalýbýndan toplanýrlar. Bir yargý, ya Tanrý, iyilikçidir önermesinde olduðu
gibi Kesin (Os. Hamli, Fr.
Categorique), ya Tanrý, iyilikçiyse kötüleri sevmez önermesinde olduðu gibi Vars
ayýmsal (Os. Þarti, Fr.
Hypothetique), ya Tanrý ya iyilikçi, ya da kötülükçüdür önermesinde olduðu gibi
Ayrýk (Os. Münfasýl, Fr.
Disjonctif) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Tözlülük (Os. Cev
heriyet, Al. Substantialitaet),
Nedensellik (Os. Ýlliyet, Al. Kausalitaet), Karþýlýklýk (Os. Müþareket, Al. Wech
eelwirkung) kalýplarýdýr ki Ýliþki
(Os. Ýzafet, Al. Relation) ana kalýbýnda toplanýrlar. Bir yargý, ya insanlýk bel
ki dik yürümeyle baþlamýþtýr
önermesinde olduðu gibi Belkili (Os. Ýhtimali, Fr. Problematique), ya Tanrýnýn i
yilikçi olmasý gerekir önermesinde
olduðu gibi Zorunlu (Os. Zaruri, Fr. Apodictique), ya dünya yuvarlaktýr önermesi
nde olduðu gibi Savlý (Os.
Tahkiki, Fr. Assertorique) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Ol
anaklýlýk (Os. Ýmkan; Al.
Möglighkeit), Zorunluk (Os. Vücub, Al. Nothwendigkeit), Gerçeklik (Os. Haliyet,
Al. Wirklichkeit) kalýplarýdýr ki
Kiplik (Os. Daýp, Al. Modalitaet) ana kalýbýnda toplanýrlar. Görüldüðü gibi Kant
, deney verilerinin ancak on iki
biçimde birbirleriyle bireþtirilebileceðini ilerisürmektedir. Bu on iki biçimi d
e dört ana biçimde (Nicelik, Nitelik,
Ýliþki, Kiplik) topluyor. Bunlarýn içinde en önemli bulduðu Ýliþki'dir. Çünkü he
r bireþim bir iliþkiyi dile getirir. Bu
iliþkilerden de zorunlu olarak Nedensellik ve Süreklilik yasalarý çýkar. Bu yasa
lar, kendilerinden çýkarýldýklarý
kalýplar gibi, önseldirler.
Kant, bu önsel, deneyden alýnmamýþ, us'un kendi malý olan kalýplarýn, ilkeleri
n ve yasalarýn uygu alanýný
sýnýrlarken sadece metafizik yolunu kapamakla kalmýyor; fizik yolunu da kapayara
k Bilinemezci üçüncü felsefe'nin
kapýlarýný açýyor. Kant'a göre us, deneyin verileriyle baðýný koparýp metafizik
yapamayacaðý gibi, deneyin verilerinin
arkasýna geçerek fizik de yapamaz. Çünkü deney bize sadece görünenleri (Al. Ersc
heinung) vermektedir. Bizse bu
görünenlerin ardýnda bir de kendilik (Al. Ding an sich) hayal ediyoruz ve yukarý
sýnýrý aþmaya çalýþtýðýmýz gibi bu
aþaðý sýnýrý da aþmaya çalýþýyoruz. Kant, bu her iki aþmayý da ayný aþma (Al. Tr
anszendent) saymakta ve us'un
kalýplarýnýn sadece þeyin görüneni'ne (Fenomen) uygulanýp, þey'in kendisine (Num
en) uygulanamayacaðýný
söylemektedir. Kant, böylelikle, us'un sýnýrýný kesinlikle çizmiþ oluyor: Bu sýn
ýr, þeyin kendiliði'dir ve hiçbir
zaman aþýlmamalýdýr, çünkü bilinemez. Kant'ýn oluþtuðu ortam, bir matematik-fizi
k-usçuluk ortamýdýr. Nitekim
genç Kant da üniversiteyi fizik doktora teziyle bitirmiþtir. Matematiðin ve fizi
ðin ilkeleri us'un ürünü sayýlmakta,
gerçeðe us yoluyla varýlabileceðini savunan ântikçað Elea'lýlarýnýn düþüncesi Le
ibniz-Wolf öðretisinde en yüksek
aþamasýna ulaþmýþ bulunmaktadýr. Ýngiltere'den gelen yepyeni bir ses, David Hume
'un sesi, us'un eleþtirilmesini ve
yetilerinin gereði gibi belirtilmesini öðütlemektedir. Tarihsel düþünce diyalekt
iði XViii'nci yüzyýl sentezini Us'ta
gerçekleþtirmiþtir. Böyle bir ortamda Kant, zorunlu olarak yapmasý gerekeni yapm
ýþ ve þu sonuca varmýþtýr: Bizler,
gizlerle dolu bir evrende bir düþ'ün düþünü görmekteyiz. Gerçekte bildiðimiz hiç
bir þey yoktur. Seziþlerimizin,
kavramlarýmýzýn, deneydýþý idelerimizin içine gömülmüþüz; bir þeyler kuruyoruz.
Ne var ki, bildiðimizi sandýðýmýz
þey sadece olay'lardýr. O olaylar ki, bilmediðimiz nesneyle asla bilemeyeceðimiz
bir öznenin birbirlerine olan
iliþki'sinden doðmuþtur. Nesne'yi bilmiyoruz, özne'yi de asla bilemeyeceðiz, us'
a zorunlu olarak bu iki
bilinemez'in ortasýndaki iliþki alaný kalýyor. Oysa us, özgür olma dileðindedir;
aþma çabalarý bu yüzdendir. Salt
us'un eleþtirisi'nde bu özgürlük dileðinin iþe yaramadýðý anlaþýlmýþtýr; salt us
deneyle olan baðýný kopararak
kuram yapamýyor, ama eylem de yapamaz mý?.. Kant'ýn ikinci büyük yapýtý Uygulayý
cý Us'un Eleþtirisi (Kritik der
Praktischen Vernunft, 1788) bu sorunun karþýlýðýný arayacaktýr. Zorunlukla olan'
ýn karþýsýnda bir de özgürlükle
olan var. Öteki bilim, buysa törebilim alanýdýr. Us, salt olamýyor ama, uygulayý
cý olabilir. Ne var ki bu durumda adý
deðiþerek Ýrade olur. Doðru'nun duyusu nasýl nesneler düzeninden düþünce düzenin
e yükselip biçimlenmek
zorundaysa, iyi'nin duyusu da öylece düþünce düzeninde biçimlenip nesneler, düze
nine inmek zorundadýr.
Özgürlükle olmayan iyiliðin hiçbir anlamý olamaz. Ceza korkusu, armaðan umudu,
beðenilme isteði, göreneðe
uyma zorunluðu vb. gibi etkenlerle gerçekleþtirilen iyilik, gerçek iyilik deðild
ir. Demek ki us'un uygulayýcý olarak
çok önemli bir görevi var: Ýyiliði, özgürlükle, salt iyilik için gerçekleþtirmek
. Bu özgürlük, duyarlýðýn bütün
etkilerinden kurtulmuþ bir özgürlük olmalýdýr. Özgürlük zorlamaz, sadece yükümlü
kýlar. Törebilimsel yasa, fizik
yasa gibi zorunlu olamaz. O, serbest bir seçim iþidir. O, kendi yasasýný kendisi
koyar. Önceden konmuþ ve verilmiþ
bir yasaya uymaz. Demek ki Tanrýsal ve dinsel bir törebilim, gerçek bir törebili
m deðildir. Yasa'yla özgürlük'ün
çeliþkisi, ancak kendi yasaný kendin koymakla aþýlabilir. Ancak bu yasayý insanl
ýðý bir araç olarak deðil, bir erek
olarak belirtecek bir biçimde koymalý. Yoksa deney alanýyla yeniden bir iliþki k
urup özgürlüðünü yitirmiþ olursun;
çünkü insanlýðý araç olarak gözeten bir yasa, us'un özgür yasasý deðil, kiþisel
çýkarýnýn yasasýdýr. Bu yasa evrensel
olmalý. Yoksa bu yasa us'un gerçek ürünü olan önsel bireþimsel yargý niteliðini
taþýmaz ve tümel geçerli'lik niteliðini
elde edemez. Törebilimsel yasa, deneylerden elde edilmiþ bir Koþullu (Al. Hypoth
etisch) yasa deðil, uygulayýcý
us'un kendi kalýplarýnda biçimlendirdiði bir Düzenlenmiþ (Al. Kategorisch) yasa'
dýr. Bir þey elde etmek için deðil,
iyilik için iyilik edilecek. Ýþte Kant'ýn Ýyi irade (Al. Gute wille) adýný verdi
ði özgür irade budur (Kant, bu
törebilimsel düþüncelerini, söz konusu yapýtýndan çok, Grundlegung zur Metaphysi
k der Sitten ve Metaphysik der
Sitten adli yapýtlarýnda incelemiþtir). Görüldüðü gibi Kant, Salt Us'un Eleþtiri
si'nde yadsýdýðý metafiziði, Pratik
Us'un Eleþtirisi'nde diriltmeye çalýþmaktadýr. Kant'ýn bu idealist eðilimi üçünc
ü büyük yapýtýnda daha da
belirecektir. Doðru ve iyi ideleri incelendikten sonra geriye us'un üçüncü bir i
þlevi kalmýþtýr: Güzel idesi. Us,
doðayla törebilim arasýnda kalan estetik alanda nasýl iþliyor ve bu iþleyiþin de
ötekiler gibi önsel ilkeleri var mýdýr?..
Kant'ýn üçüncü büyük yapýtý, Yargý Gücünün Eleþtirisi (Kritik der Urteilskraft,
1790) bu sorunun karþýlýðýný
arayacaktýr. Kant, duyulardan gelenle (salt us) düþünceden giden (uygulayýcý us)
arasýndaki köprüyü Yargý gücü
adýný verdiði (yargýlayýcý us) ussal bir yetiyle kurmak istiyor. Deneylerden gel
en' le düþünce gerçekleþiyor,
düþünceden giden de deneyde gerçekleþecek. Oysa bu gerçekleþmenin us'un buyruðun
a uygun olup olmadýðýný
Yargý gücü denetleyecek (Bu tema, diyalektik özdekçiliðin teori, pratikle doðrul
anýr önermesinin Kantçý sezisidir).
Doðru, bir düþünceyle gerçekleþtirilen bir iyi'liðe güzel bir davranýþ diyoruz
. Öyleyse güzel, bu iki ideyi birbirine
baðlayan bir köprüdür ki bunu da Yargý gücü gerçekleþtirir. Kant, güzeli yüce'de
n ayýrýyor. Bir fýrtýnada denizin
kudurmuþ dalgalarýna bakarak: Ne güzel diyebiliriz ama, gerçekte duyduðumuz güze
llik deðil; büyüklük, güçlülük
ve ürkünçlükten doðan yücelik'tir (Al. Erhabene). Yücelik, böylesine güzel (Fr.
Dynamique) olabildiði gibi yýldýzlý
bir gecenin ihtiþamý gibi matematiksel (Fr. Matheniatique) de olabilir. Böylece
yüce'den ayrýlan güzel; iyi'den,
hoþ'tan, yarar'dan da ayrýlmaktadýr. Güzel'in niteliði, hiçbir karþýlýk gözetmek
sizin yargýlanýr oluþudur. Kantçý
törebilime göre iyi de bu niteliði taþýr, oysa iyi, eylemsel bir irade iþidir; g
üzelinse ne eylem ne de iradeyle
ilgisi vardýr. Hoþ duysal bir beðeni, güzel'se yargýsal bir beðenidir. Bir tabak
meyve tablosu, onlarý yemek isteðini
duyurursa hoþ ve ancak bu isteði duyurmadýkça güzel'dir. Yararlý elde edilmek is
tenir, güzel'se sadece seyredilir.
Hiçbir karþýlýk gözetilmeden beðenilmek onun temel niteliðidir. Güzel'in baþka b
ir niteliði de tümel geçerli
oluþudur. Kant böylece önsel bireþimsel yargý'yý burada da yakalamýþ oluyor. Dem
ek ki güzel'de de bir önsellik
var, bu önsellik bizi kendisine karþý belli bir tutuma zorlar. Bu tutum, özel de
ðil, genel bir tutumdur; sadece bizim
için deðil, herkes için geçerlidir. Güzellik yargýsý kavramsýz (Fr. Sans concept
) bir yargýdýr, demek ki bir bilgi iþi
deðildir.
Güzellik, ereði düþünülmeyen bir ereksellik'tir. Bir müzik parçasýnda bize zev
k veren onun besteleme
nedeni deðildir, oysa o gene de bir ereðe uygun olduðu için güzel'dir. Kant, böy
lece, estetik yargý'yý (Fr. Jugement
esthetique) ereksel yargý'dan (Fr. Jugement teleologique) ayýrýyor. Sanatçý güze
li yaratýrken onu belli bir ereðe
göre biçimlendirir, bizse o güzeli ereðini düþünmeden kavrarýz. Güzelin bizler i
çin anlamý, kendi ereðine
uygunluðu deðil, bizim ereðimize uygunluðu'dur. Kant, yapýtýnýn ikinci bölümünde
, Ereklik (Al. Finalitaet)
kavramý'ný incelemektedir. Kant'a göre ereklik, Aristotelesin Entellekheia'sý gi
bi, kendi nedenine uygunluk'tur. Ýki
türlü uygunluk (Al. Zweckmaessigkeit) var: Biri güzeli doðuran öznel uygunluk, i
kincisi yararlý'yý doðuran nesnel
uygunluk. Bunun içindir ki bir çiçek, yaðlýboya bir tabloda estetik yargýnýn kon
usu olurken bir ilaç kutusunun
içinde ereksel yargýnýn konusu olabilir. Cansýz doða, sürekli bir nedensellik iç
inde Descartesçý bir mekanizmle
düzenlenmektedir. Canlý doðaysa kendi ereðiyle düzenlenir. Kömür bir neden-sonuç
zincirinin ürünüdür, ama göz
pek bellidir ki görmek için yapýlmýþtýr. Bu yüzden, doðanýn açýklanýþýnda erekli
k kavramýndan vazgeçemiyoruz.
Kant, burada, us'un metafizik yapamayacaðýný söylediði halde metafiziðin alanýna
yeniden ve iyice girmekte
olduðunu görerek sakýntýlý bir dil kullanmaktadýr. Ne nedensellik ne de ereklik
doðanýn kendiliðini açýklayamaz,
der. Cansýz ve canlý, tümüyle doða, Kant'a göre bilinemez olmakta devam etmekted
ir. Duyular bize bu bilginin
anahtarýný veremez, ama duyulur üstü'nde anlak alýr'da birtakým anahtarlar gizli
dir. Görüldüðü gibi, idealizmin
kapýsýný her þeye raðmen aralýk býrakmak bilinemezciliðin zorunluðudur. Kendisin
den önceki felsefe akýmlarýnýn
düþünsel sentezini ustaca gerçekleþtiren Immanuel Kant'ýn, kendisinden sonraki f
elsefe akýmlarýný büyük ölçüde
etkileyen bu üç önemli yapýtýný toparlarsak þu sonucu saptarýz: Doðru'yu us kura
r, iyi'yi us buyurur, güzeli us
yargýlar. Bilinemez kendilik' in dýþýndaki bilinir olaylar dünyasýný tek sözle u
s düzenler. Bu yargý, idealist bir
vargýdýr.
Kant, tarih görüþünü açýklayan dokuz önermesinde, düzensizlikler düzen içindir
, demektedir. Uyuþmazlýk, bütün
istidatlarýn geliþmesi için doðanýn koyduðu bir araçtýr. Ýnsan birlik ister ama,
doða ikilik istemiþtir. Bunda da
doðanýn bir ereði vardýr elbet. Her davranýþýn bir karþý davranýþý vardýr. Bu ka
rþý davranýþlar insan gücünü uyarýp
onun istidadýný geliþtirirler. Ýnsan tüm iyi olsaydý geliþemezdi. Kötülükler, in
saný, iyilikler için geliþtirmektedir ki
bunun da sonucu, bir toplum düzenine varacaktýr. Doða, insanýn hem çalýþmasýný,
hem de çalýþmaktan kaçmaya
uðraþmasýný istemiþtir. Çalýþmaktan kaçmaya uðraþmak çalýþmayý gerektirir çünkü.
Ýnsan, bir gün çalýþmadan
yaþayabilmek ereðine ulaþmak için çalýþmak zorundadýr. Ýnsanýn kötü bencilliði o
nu geliþtirmekte, büyük düzeni
yaratacak çabaya katýlmasýný saðlamaktadýr. Doðanýn bu inceliðini gereði gibi an
lamamýz gerekir. Tutkular
olmasaydý insan sünepeleþirdi, geliþemezdi (Bernard de Mandevillein Arýlar Masal
ý'ný hatýrlayýnýz). Ýnsanlýk tarihi,
yetkin bir toplum yasasýný meydana getirmek için, doðanýn gizli bir planýnýn ger
çekleþtirilmesinden ibarettir.
Uyuþmazlýklar, çatýþa çatýþa, o yetkin toplumu hazýrlamaktadýrlar. Erdemsizlikle
rden gocunmamalý. Çünkü insaný
büyük erek olan erdeme götürecek bu erdemsizliklerdir. Doðanýn insan cinsini çöz
meye zorladýðý en güç sorun
(problem), tüze'yi (adalet) gerçekleþtiren uygar bir topluma eriþmek sorunudur.
Ýnsan, en geç bu sorunu
çözebilecektir. Bu sorun, insanlýðýn son sorunudur.
Þöyle düþünüyor Kant: Tarihsel gidiþ pek düzenli görünüyor. Kiþilerin ayrý ayr
ý gidiþleri düzensiz olabilir ve
kiþiler bu tarihsel düzenin farkýnda olmayabilirler. Ama insan türünün genel gid
iþi, bu düzenli gidiþe uygundur (bu
konuda bkz. Macit Gökberk, Kant ile Herder'in Tarih Anlayýþlarý, Ýstanbul, 1948)
.
Sonra, bu tarihsel düzeni araþtýran ünlü önermelerini sýralýyor (Idee zu Einer
Allgemeinen Geschichte in
Weltbürgerlicher Hinsicht, yukarda adý geçen Cassier baskýsýnýn 4. cildinde, s.
151-166):
1- Bir varlýðýn doðal güçleri, tam ve ereðe uygun olarak geliþmek için belirle
nmiþlerdir.
2- Ýnsan aklý, tam olarak, insan türü çerçevesi içinde geliþebilir (Baþka deyi
þle, geliþen akýl, kiþilerin ayrý ayrý
akýllarý deðildir).
3- Doða, kendi mekanik düzeninin üstünde kalan her þeyi, insanýn kendi özgür a
klýyla elde etmesini istemiþtir
(Baþka deyiþle, akýl mekanik düzenden yararlanmayý gerektirmeyen bir güçtür).
Yunanca kökünde doða gücü anlamýna gelen fizyokrasi, evrende bir doðal düzenin
(ordre naturel) varlýðý
düþüncesi üstünde oturmaktadýr. Doðal düzen, doðal yasalarla kurulmaktadýr. Ekon
omi de bu doðal yasalara
baðlýdýr. Fizyokrasi, XVi'ncý yüzyýldan beri ortaya atýlmýþ bulunan doðal hukuk
(droit naturel) sistemi içindedir.
Ancak, sosyal eþitsizliði yararlý ve gerekli, mülkiyet hakkýný titizlikle korunm
asý gereken en güçlü bir hak saymakla
geliþmeye yönelmiþtir. Bununla beraber, ekonomik yaþâmý bir bütün olarak ele ala
n ilk bilimsel çalýþma, fizyokrasi
çalýþmasýdýr.
Fizyokrat düþünce þöyle özetlenebilir:
1. Tek üretici güç toprak, tek üretici sýnýf çiftçi sýnýfýdýr. Sadece topraktý
r ki yatýrýmýný aþabilen ürün verir.
Ulusal zenginliðin temeli, topraðýn verdiði bu artýkdeðer (kýymet fazlasý)'dir.
Toprak dýþý emek, sanayi ve
ticaret, toprak ürünlerine sadece biçim deðiþtirir, yeni ve artýk bir deðer ekle
mez. Biçim deðiþtirmek
(fizyokratlarýn deyimince, toplamak), çoðaltmaz (fizyokratlarýn deyimince, çarpm
az). Toprak dýþý bütün
emekler, ancak, hammaddenin deðerine emekçinin yaþamasý için gerekli toprak ürün
lerinin deðerini ekler;
buysa, bir çoðalma, yeni bir deðer elde etme deðildir. Bu ekleme deðer, doðal dü
zen gereði, yeniden
topraða dönmek zorundadýr.
2. Ekonomik alaný doðal yasalar yönetir. Topraktan çýkan artýkdeðer, zorunlu o
larak, gene topraða
dönecektir. Üretici sýnýfýn, örneðin beþ milyar lira ürettiði düþünülse bu beþ m
ilyarýn iki milyarý tohum,
gübre, çiftçinin ve hayvanlarýnýn beslenmesi karþýlýðý olarak üretici sýnýfýn (ç
iftçinin) elinde kalacaktýr.
Geriye kalan üç milyarýn bir milyarý sanayi ürünleri satýn almak için kýsýr sýný
fa (sanayi ve ticaret iþçileri,
sermayedarlar, memurlar, serbest meslekçiler), iki milyarý da mülkiyet hakký ola
rak toprak sahipleri
sýnýfýna verilir. Toprak sahipleri sýnýfý eline geçen bu iki milyardan bir milya
rýný beslenmek için gerekli
toprak ürünlerini satýn almak üzere gene üretici sýnýfa, bir milyarýný da gerekl
i sanayi ürünlerini satýn almak üzere
kýsýr sýnýfa verir. Kýsýr sýnýf; bir milyarý üretici sýnýftan, bir milyarý topra
k sahipleri sýnýfýndan gelerek eline geçen
iki milyarýn bir müyarýný beslenme, bir milyarýný da hammadde için gene üretici
sýnýfa verir. Böylece, topraktan
çýkan beþ milyar gene topraða dönmüþ olmaktadýr (ekonomik hareketin cyclique kar
akteri).
3. Toplumda üç sýnýf vardýr: Üretici sýnýf, toprak sahipleri sýnýfý, kýsýr sýn
ýf... Topraktan elde edilen
artýkdeðer, topraklarýný tarýmýn emrine vererek ilk avansý yapmýþ olan toprak sa
hiplerinin hakkýdýr. Bu
hak, tarýma elveriþli bir toprak hazýrlamak için birtakým masraflarýn yapýlmakta
olduðu düþüncesine
dayanýr. Bununla beraber, bu hak da, Dr. Quesnay'in yukardaki tablosunda görüldü
ðü gibi, zorunlu olarak
gene topraða dönecektir. Kýsýr sýnýfýn yaptýðý dýþ ticaret, toprak deðiþiklikler
i yüzünden kaçýnýlmaz bir
kötülüktür. Bir memleket kendi topraklarýnýn yetiþtirmediði bir ürünü baþka bir
memleketten almak
zorundadýr. Bununla beraber, dýþ ticaret bir memleketi zenginleþtirmez, tersine
yoksullaþtýrýr. Ýç ticaret ve
iç pazarlar önemlidir ve serbest olmalýdýr. Ýç pazarlar çoðaldýkça dýþ ticaret a
zalýr ki amaç da budur.
Kiþilere özel çýkarlarýný gütmeleri imkanýný saðlamak yeter, iþlerine karýþmak g
erekmez (doðal düzen
düþüncesinin zorladýðý liberalizm).
Fizyokrasi, baþta Mably olmak üzere, birçok yazarlarca eleþtirilip bir hayli h
ýrpalanacaktýr. Kaldý ki, XViii'nci
yüzyýlýn sonlarýna doðru büyük kapitalizm doðmakta, uluslararasý geniþ bir sanay
ileþme tarým alanýný silip
süpürmektedir. Kumaþ fabrikalarýna yapaðý yetiþtirebilmek için çiftçiler tarlala
rýndan atýlmakta, tarlalar
otlaklaþtýrýlmaktadýr. Uluslararasý sanayin kaçýnýlmaz gereði olan emperyalizm g
ücünü duyurmaya baþlamýþtýr (bkz.
W. Sombart, L'Apogee du Capitalisme, Paris 1932). Din (Calvinizm ve püritanizm),
kapitalist düþünceyi
desteklemektedir. Kapitalizm, bir yandan büyük zenginlikler saðlayarak genel yaþ
ama çizgisini yükseltirken, öbür
yandan sosyal eþitsizliði artýrnýaktadýr (bkz. A. Birni, Histoire Economigue de
l'Europe, Paris 1932).
Tam bu sýrada karþýmýza Ýskoçyalý Adam Smith (1723-1790) çýkýyor. Klasik okul ad
ýyla anýlan öðretisi, liberal ve
kapitalcidir. Smith, ulusal zenginliðin tek kaynaðý olarak fizyokratlarýn toprað
ýna karþý emeði göstermektedir.
Öyleyse sadece çiftçiler deðil, bütün çalýþanlar üreticidirler. Çalýþanlar arasý
nda sýký bir iþbirliði baðlantýsý vardýr.
Bu iþbirliði {cooperation) sosyal iþbölümünün sonucudur. Ýþbölümü, emeðin ürünün
ü artýrýr. Adam Smith, bunu
belirtmek için, bir iðne fabrikasý örneði veriyor. Ýðne fabrikasýnda her iþçi, b
ir iðnenin meydana gelmesi için gerekli
on sekiz iþten birini yapmaktadýr. Ýþbölümü, ihtisasý artýrýr, yeni buluþlara yo
l açar, zaman kazandýrýr ama, bir
yandan da iþçiyi otomatlaþtýrarak körleþtirir, kiþiliðini yok eder.
Eskiden tek baþýna herhangi bir þeyi yapabilen sanatçý iþçi, artýk kocaman bir
makinenin küçük bir vidasý kadar
önemsizleþmiþtir. Smith, ekonomi alanýna, çok önemli bir düþünce getiriyor: Deðe
ri yaratan, emektir... Smith,
iþçinin, ilkel ekonomi çaðýnda emeðinin tam karþýlýðýný aldýðýný, þimdiyse bunu
alamadýðýný söylemektedir.
Eskiden, iþçi ya da çiftçi, emeðiyle ürettiði bütün ürünlerin tek sahibiydi. Þim
diyse, sermayenin yardýmý olmaksýzýn
üretmesi mümkün bulunmadýðýndan, elde ettiði ürünün bir kýsmýný sermayeye býrakm
ak zorundadýr. Bununla
beraber Smith, bu durumu, tüzeye ve töreye (adalet ve ahlak) aykýrý buluyor. Smi
th'e göre üç türlü fiyat vardýr:
Gerçek (reelle), doðal (naturelle) ve piyasa (courant) fiyatlarý... Gerçek ve do
ðal fiyatlar, yerine göre ad alan ayný
özü taþýrlar ve piyasa fiyatýný doðururlar. Piyasa fiyatý, arz ve talebin karþýl
aþmasýyla belirir. Smith, ilk kez,
sermayeyi durgun ve deðiþir (sabit ve mütehavvil) olmak üzere ikiye ayýrmakta ve
aralarýndaki farký göstermektedir.
Makineler, avadanlýklar, iþletme yapýlarý ve çeþitli bilgiler durgun sermaye; ha
m ve yapýlmýþ maddelerle para deðiþir
sermayedir. Kazanç, müteþebbisin karýyla sermayenin faizidir. Smith'e göre zengi
nleþmiþ memleketlerde kazanç
azalýr, iþçi ücretleri yükselir. Bundan baþka, iþçi ücreti en az geçim çizgisiyl
e sýnýrlanýr ve bunun altýna düþemez.
Üç türlü gelir vardýr: Kazanç, rant, ücret... Bütün öteki gelirler bu üç gelirin
deðiþik görünüþlere bürünmesinden
baþka bir þey deðildirler. Üretimde bir denge eðilimi vardýr, bu dengeyi saðlaya
n, kazançtýr. Sermaye ve iþgücü,
kazanç getirmeyen alandan kaçar ve denge böylelikle saðlanmýþ olur. Adam Smith,
nüfus sorunlarýnda da yeni
görüþler ilerisürmektedir: Nüfus azsa, piyasaya iþçi arzý da azdýr. O zaman iþçi
ücretleri yükselir, bu da doðumu
artýrýr. Nüfus çoksa bu olayýn tersi gerçekleþir. Smith, para konusunda da bu de
ngenin sözünü etmektedir. Ona göre
para da bir maldýr ve mal deðiþtirme (emtia tedavülü) yasalarý para alanýnda da
geçerlidir. Devlet, ekonomik alana
karýþmamalý, kiþisel çýkarlarý serbest býrakmalýdýr. Devletin bu konudaki tek gö
revi, mülkiyeti savunmaktýr.
Kapitalistler, iþçilere insanca davranmalý, onlara iyi ücretler vermelidirler. U
luslarýn zenginliði böylelikle
gerçekleþebilir.
Adam Smith, Uluslarýn Zenginliði (The Wealth of Nations) adlý ünlü yapýtýnýn i
kinci bölümünü þu sözlerle
bitirmektedir: Üretim ve yoðaltým denkleþmesi, bir ulusun sürekli olarak yararýn
a, ticaret denkleþmesiyse sürekli
olarak zararýna bulunabilir. Bir ulus, üst üste belki yarým yüzyýl ihraç ettiðin
den çok deðerde ithalde bulunabilir.
Bütün bu süre içinde giren altýnla gümüþ oradan bir çýrpýda, olduðu gibi dýþarýy
a gönderilebilir. Yerine, türlü kaðýt
para geçtiði için, memleketin elden ele dolaþan parasý gitgide tükenebilir. Hatt
a alýþveriþ ettiði uluslara karþý
yüklenmiþ olduðu borçlar boyuna artabilir.
Gene de gerçek zenginliði, topraðýyla emeðinin yýllýk hasýlasýnýn deðiþebilir
deðeri, ayný süre içinde pekala
artabilir. Þu son patýrtýlarýn baþlamasýndan önce (1775) Kuzey Amerika'daki sömü
rgelerimizin durumu ve bunlarýn
memleketimizle (Ýngiltere) yaptýklarý ticaret, bunun hiç de imkansýz bir þey olm
adýðýný göstermektedir.
Adam Smith, görüldüðü gibi, katýksýz bir liberal, sermayeci, sömürgecidir. Yukar
da sayýlan bütün dengeleri
ekonomi alanýndaki tam serbestliðin saðlayacaðýna inanýr. Ýleride, sosyalistler,
hem onun deðerli görüþlerinden
yararlanacaklar, hem de onu kýyasýya eleþtireceklerdir. Daha þimdiden, birçok ko
nularda çeliþmeye düþmekle;
deðeri yaratan emektir, dediði halde sonradan deðer yaratýcýlarý arasýna toprak
ve sermayeyi de katmakla, kullanma
deðeriyle deðiþtirme deðeri arasýndaki kökten iliþkiyi görememekle, emeðin ürünü
nü sermayeyle paylaþmasýný
erdeme aykýrý bulduðu halde sonradan sermayenin emeðin verimini artýrdýðýný iler
isürmekle, rant konusunda
gereken açýklýðý bulamamakla, müteþebbisle sermayeciyi ve karla faizi birbirine
karýþtýrmakla suçlandýrýlmaktadýr.
Klasik okulun ikinci yazarý, Protestan papazý Robert Malthus (1766 -1834), Essay
on the Principle of Popcýfation
(1798) adlý yapýtýnda bir nüfus yasasý ilerisürmüþtür. Bu yasaya göre . insanlar
geometrik bir oranla (2, 4, 8, 16...
olarak), tarýmsal üretim aritmetik bir oranla (1, 2, 3, 4... olarak) artmak eðil
imindedir. Bu yüzden, insan üremesi
tarýmsal üretimle sýnýrlanmýþtýr. Açlýk ve sefaletle bunlarýn doðurduðu ölümleri
artýran ve doðumlarý azaltan her
türlü kötülükler doðaldýr. Tarýmsal üretimin sýnýrlamasýndan doðan bu kötülükler
engellemese insanlarýn üremesi
besin üretimini aþar ve insanlýk aç kalýr (Ýbid, c. i, s. 1-29). Ýnsanlar eþit o
lmamalý, yoksullara yardým edilmemeli ve
ölümleri önleyici tedbirler alýnmamalýdýr, her eþitlik sistemi sonunda yoksulluk
ve sefalete varýr (Ýbid, c. ii, s.
151). Osmanlý devleti, kötü yönetimi ve zulmüyle tarýmsal üretimi ve dolayýsýyla
nüfusu sýnýrlamýþtýr (Ýbid, c. i, s.
211). Ýþçi ücretlerinin en az geçim çizgisinde bulunmasý kaçýnýlmazdýr, çünkü üc
retler artarsa nüfus da artar ve
ücretler zorunlu olarak gene en az geçim çizgisine iner. Ýngiliz oligarþisinin ç
ýkarlarýna uygun bulunan Malthus'ün
bu savý geniþ çapta tutulmuþ ve desteklenmiþtir. Malthus ekonomik bunalýmlarý da
nüfus yasasýndaki mantýkla
açýklamaktadýr. Bunalýmlarýn üretimin satýn alma gücünden daha büyük bir hýzla a
rtmasýndan doðduðunu; üretimle
tüketim arasýndaki bu dengesizliði gidermek için nasýl nüfus yasasýnda insanlarý
ölüme býrakmak gerekiyorsa parayý
da öylece üretici olmayan amaçlara býrakmak gerektiðini söyler. Eþdeyiþle, nasýl
insanlarýn bir bölümünü öldürmek
gerekiyorsa paranýn da öylece bir bölümünü öldürmek gerekir. Görüldüðü gibi, Mal
thus, anamalcý çoðalmayý
sezmiþ, ama nerede bir çoðalmaya rastlamýþsa hemen onu yoketmek gerektiðini iler
isürmüþtür. Doðal düzen insan
artýþýna karþý yoksulluðu ve ahlaksýzlýðý, para artýþýna karþý da eðlenceyi ve l
üksü koyarak dengeyi saðlamaktadýr.
Ýnsanlarýn buna karýþmamalarý ve bu dengeyi bozmaya çalýþmamalarý yeter.
Liberalizmin býrakýnýz yapsýnlar formülünü býrakýnýz ölsünler formülüne döuüþt
üren Malthus'ün bu savlarý, kýsa
bir süre içinde, pratikle yalanlanmýþtýr. XiX: yüzyýlda teknik yenilikler, üreti
mi, deðil aritmetik, geometrik bir oraný
da aþan bir hýzla artýrmýþ ve toplumu, nüfus artýþý deðil, üretimin artýþý tedir
gin etmiþtir. Bunun sonucu olarak da,
doðumlarý azaltmak yerine, aþýrý üretimi azaltmak yoluna gidilmiþtir. Kaldý ki M
althus'ün nüfus yasasý, keyfi ve
bilimdýþý bir konuta dayanmaktadýr; insanlarýn geometrik ve tarýmsal üretimin ar
itmetik bir oranla arttýðý hiçbir
zaman tanýtlanmamýþtýr. Bu varsayýmýn her bakýmdan yanlýþlýðý, gittikçe çoðalan
insanlýðýn gittikçe artan
ihtiyaçlarýný giderecek bütün araçlarý saðlamasýyla da meydana çýkmýþ bulunmakta
dýr. Evrensel geliþme, artan her
ihtiyacýn onu karþýlayacak aracý da birlikte getirmesiyle sürüp gitmektedir. Mal
thus, insansal iliþkileri, ne doða
yasalarýna ve ne de tarih yasalarýna dayanan, bilimdýþý sayýsal iliþkilere, dönü
þtürmüþ ve böylelikle de sözde emekçi
sýnýfýnýn yoksulluðunu ve savaþýn kaçýnýlmazlýðýný açýklamýþtýr. Demek ister ki,
emekçilerin çektikleri sefalet de,
savaþ da anamalcýlýðýn suçu deðildir; bunlar doða yasalarýnýn zorunluðuyla olmak
tadýr. Klasik ekonomi okulunun
çok deðerli bilginleri olduklarý halde bir Smithçilik'ten, bir Ricardoculuk'tan
söz edilmeyip günümüzde bile ikide
bir Maltüsçülüðün ilerisürülmesinin nedeni budur. Papaz Malthus'ýn bu bilimdýþý
varsayýmý nüfus kuramcýlarýnýn
büyük çoðunluðu Protestan papazlarýdýr, açlýk ve yoksulluðun, anamalcý üretimin
zorunluðu deðil, bir doðal
zorunluk olduðunu tanýtlama gayretine dayanýr. Hindistan kumpanyasý hizmetinde o
lan ve verdiði derslerin ücretini
bu kumpanyadan alan papaz Malthus'a göre açlýk da, yoksulluk da doðaldýr, mukadd
erdir, hiçbir güç bunlarý
önleyemez, devlet bu konuya boþuna müdahale etmemelidir (liberalizm). Yoksullarý
koruma yasalarý (Ýng. Poor
Law), nüfus artýþýný saðlamak ve yoksulluktan ölümlere engel olmakla, topluma kö
tülük etmektedirler. Ýnsanlarýn ve
besinlerin gerekli oranlarý Tanrýca düzenlenmektedir ve devlet, beceremeyeceði b
ir iþe karýþmamasý gerektiðinden
baþka, Tanrýnýn iþine de burnunu sokmamalýdýr.
Klasik okul adý altýnda toplanan liberal kapitalistlerin en ünlü kuramcýsý Dav
id Ricardo'dur (1772- 1823).
Bodin'in XVi'ncý yüzyýlda sezdiði para miktarýyla fiyat arasýndaki kökten iliþki
yi Ricardo gün ýþýðýna çýkarýyor:
Kaðýt paradaki deðer düþüklüðü, kaðýt para miktarýnýn çoðalmasýyla orantýlýdýr (
enflasyon). Buna karþý, yeni bir
altýn madeninin bulunmasý altýný çoðaltarak altýnýn deðerini düþürür ve böylelik
le mal fiyatlarýný yükseltir. Öyleyse
paranýn deðeri, para miktarýyla belirlenir (miktar kuramý, theorie quantitative)
. Ricardo, buna, çok ilgi çekici bir
düþünce de ekliyor: Piyasadaki parayla piyasadaki mallarýn birbirlerine tam uygu
n bulunduklarý ideal bir
durumda deðerli madenlerin deðiþtirme deðerleri bunlarý çýkarmak için harcanan e
meðin deðerine eþittir. Örneðin,
böyle bir durumda, gümüþün gramý beþ lira ederken, altýnýn gramý on lira ediyors
a, altýný çýkarmak (istihsal etmek)
için gümüþe harcanan emeðin iki katý harcanýyor demektir. Ricardo'ya göre, böyle
ideal bir durumda, paranýn
deðeri bile emeðin tam karþýlýðý olmaktadýr. Deðeri yaratan, emektir (say, iþgüc
ü; XVii'nci yüzyýlda John Locke'un
bu sonuca pek yaklaþtýðý hatýrlardadýr). Ricardo'ya göre, uluslararasý ticaret,
piyasanýn gerektirdiði para miktarýný
otomatik olarak dengeler. Ancak, bunun için, paranýn ya deðerli maden, ya da deð
erli maden karþýlýðý kaðýt olmasý
ve dýþ ticaret fiyatlarýnýn tam bir serbestlik içinde belirmesi gerekir. Böyle b
ir durumda ne enflasyon olur, ne de
deflasyon. Karþýlýksýz kaðýt paraysa önemlidir ama, her bakýmdan da tehlikelidir
. Para çýkarmak, bir devlet
bankasýnýn iþi olmalýdýr (liberal Ricardo'nun kural dýþý tek önerisi budur). Ban
ka, karþýlýk miktarýnca kaðýt para
çýkarabilir. Ancak bu karþýlýk da deðerli külçeler halinde olmalýdýr ki halk iki
de bir kaðýt parasýnýn altýn ya da
gümüþle deðiþtirilmesini isteyemesin, bundan sadece büyük tüccarlar ticaret deng
esini düzeltmek için
yararlanabilsin (birçok memleketler, Ricardo'nun bu öðüdünü hala tutmaktadýrlar)
. Ricardo, deðiþmez bir deðer
ölçüsünün bulunamayacaðý kanýsýndadýr. Deðeri yaratan emektir, sermaye de deðer
yaratýr ama, sermaye, birikmiþ
bir emekten baþka bir þey deðildir (Ricardo'nun, ayný sonuca vardýðý halde sonra
dan vazgeçen Adam Smith'e göre,
büyük baþarýsý bu düþüncededir; Smith, sermayenin birikmiþ bir emek olduðunu sez
ememiþti). Bu kural, yeniden
üretilebilen mallar için doðrudur, diyor Ricardo. Sanat ürünleri, antika eþya, e
skitilmiþ þarap gibi bir daha
üretilemeyecek mallarýn deðerini nedret yasasý düzen1er. Her malýn tek fiyatý va
rdýr, bu tek fiyat da o malýn en
kötü ortamda üretilmesi için gerekli emeðin karþýlýðýdýr (çünkü, en kötü ortamda
ki emeðin deðeri karþýlanamazsa, o
mal bir daha üretilemeyecektir).
Rant, fiyatý belirlemez. Çünkü rant, salt bir deðer deðildir (Anderson ve Malt
hus gibi yazarlar rantýn, doðanýn
verim gücüyle belirlenen salt bir deðer olduðunu söylemiþlerdi). Rantý ancak yük
sek verimli topraklar elde edebilir,
çünkü rant bu verim farkýndan doðan görece (izafi, tefazuli) bir deðerdir. Piyas
aya yakýn olmak, daha verimli
bulunmak gibi avantajlardan yararlanan iþletmelerin maliyet fiyatý, kötü durumda
ki iþletmelerin maliyet fiyatýndan
elbette daha düþük olacaktýr. Oysa, her malýn tek fiyatý vardýr ve piyasa fiyatý
, en kötü durumdaki emeðin fiyatýdýr.
Ýyi iþletme, piyasa fiyatýyla kendi maliyeti arasýndaki farktan yararlanacaktýr
ki iþte bu fark ranttýr (rant kuramý da
Ricardo'nun büyük baþarýlarýndan biridir). Ricardo, sermayeciye pek önem verdiði
ve onu ekonomik yaþamýn
yöneticisi saydýðý halde toprak sahiplerini toplumun parazitleri olarak adlandýr
maktadýr. Bu parazitlerle burjuva
sýnýfý arasýndaki büyük çatýþmayý da açýkça ortaya koyuyor: Endüstrinin geliþmes
i þehirleri geniþletir ve besin
ürünleri gereðini artýrýr. Bu yüzden, besin ürünlerinin fiyatlarýyla toprak kira
sý sürekli olarak artar. Sonundaysa,
sermayenin ve iþgücü gelirinin (kar ve ücretlerin) büyük bir parçasý toprak sahi
plerinin cebine girer, hem de sadece
topraklarýný kiralamakla yetinip hiçbir iþ görmedikleri halde... Besin ürünlerin
in fiyatlarý artarsa iþçi ücretleri de
artar, çünkü iþçi ücretleri en az geçim çizgisinin altýna düþemez. Buysa, sermay
ecinin kazancýnýn azalmasý demektir,
çünkü iþçi ücretleriyle kazanç ters orantýlýdýr. Öyleyse endüstrinin geliþmesi,
sermayecinin deðil, parazit toprak
sahiplerinin cebini dolduruyor demektir. Ýþte, 1789' büyük Fransýz Devrimi'ni ge
rektiren ekonomik çatýþma.
Görüldüðü gibi Ricardo, kapitalist. ya da Marksist olsun, çaðdaþ ekonominin te
mellerini atan çok önemli bir
kuramcýdýr. Kimileri, böylesine güçlü bir kuramcýnýn akademik yoldan, üniversite
kürsülerinden gelmemiþ olmasýný
þaþkýnlýkla karþýlamaktadýrlar (borsacý ve iþadamýydý). Ricardo, iþçi sýnýfýný i
þ hayvanlarý, avadanlýklar, fabrikalar
gibi bir üretim aracý saydýðý halde sermaye kazancýyla iþçi ücretleri arasýndaki
ters orantýyý yakalamýþtýr.
Burada, bir zamanlar ekonomi dünyasýný bir hayli uðraþtýran pek ilginç bir tartý
þmayý da belirtmemiz gerekir:
Geleceðin neo merkantilistleri klasik akulun Ýngiltere'nin dünya egemenliðini sa
ðlamak için kasýtlý olarak yanlýþ
kuramlar kurduklarýný ilerisürmüþler, geleceðin neo klasikleri de neo merkantili
stleri Almanya'nýn dünya
diktatörlüðünü hazýrlamakla suçlamýþlardýr. Bir bakýma, yukarda sayýlan klasik o
kul kurucularýnýn tümü (Smith,
Malthus, Ricardo) Ýngiliz, neo merkantilistlerin tümü Almandýr. Ancak, anlatmak
üzere bulunduðumuz bir de
Fransýz klasiði vardýr ki, bu açýdan, durumu bir hayli ilginçtir.
Bu klasik, Jean Baptiste Say'dýr (17671832). Say, koyu bir dev(etçilik düþmaný
, aþýrý bir serbestçilik dostudur.
Ona göre arzýn tümü, talebin tümüne eþittir. Öyleyse, ekonomik çöküntüyü gerekti
recek bir üretim çoðalýþý
(surproduction) söz konusu olamaz. Olsa olsa, herhangi bir malýn satýþýnda gevþe
klik olabilir ki bu da piyasanýn
tam serbestliði halinde hemen dengesini bulur. Çünkü, her mal, karþýlýðý olan bi
r malla deðiþtirilmek için üretilir.
Her üretim, bir baþka üretimin hem nedeni, hem sonucudur. Daha açýk bir deyiþle,
karþýlýðý üretilmeyen mal, esasen
üretilemez, bu yüzden; de üretim çokluðu olayý imkansýz bir kuruntudur.
Say'ýn getirdiði bir baþka yenilik de, Adam Smith'in birbirine karýþtýrdýðý se
rmaye geliri faiz'le müteþebbis geliri
kar'ý kesinlikle ayýrmasýdýr.
Bu Fransýz klasiðini, hemen ardýndan, gene bir Ýngiliz klasiði izliyor. John S
tuart Mill (18061873), kendinden
sonrakileri felsefe açýsýndan da etkileyen (örneðin, pragmatisme) önemli bir düþ
ünürdür. Mill, gelirlerin
bölüþümünü kýyasýya eleþtirmiþ, miras hakkýnýn kaldýrýlmasýný önermiþtir. Ancak,
insan eþitliðinin miras
kurumunun kaldýrýlmasýyla hemen gerçekleþivereceðini sanmaktadýr. Bundan baþka,
Mill, üretim kooperatifleri
kurulmasýný önermekte, toprak rantýnýn devletleþtirilmesini (socialisation) savu
nmakta, hiç deðilse yüksek bir
toprak vergisi alarak rantýn ortadan kaldýrýlmasýný istemektedir. Bu pek ileri d
evletçi düþüncelerini, tam bir
serbestlik düþünceleriyle nasýl baðdaþtýrdýðý ilk bakýþta yadýrganabilir. Burada
, Mill'in felsefeci kiþiliði iþe
karýþmaktadýr. Mill, faydacýdýr. Bireylerin çýkarýný toplumun çýkarýnda, toplumu
n çýkarýný da bireylerin çýkarýnda
bulmaktadýr. Sonralarý, pragmacý felsefenin bir hayli geliþtirdiði gibi, Mill'e
göre insanlarý, kiþisel çýkarlarý yönetir.
Mill'i, gerektiði hallerde toplumsallaþtýrma düþüncelerine götüren iþte bu temel
anlayýþý olmuþtur. Gerçekte Stuart
Mill, ekonomik dengenin tam bir rekabet serbestliði içinde gerçekleþebileceðine
inanmaktadýr. Bu açýdan, fiyat ve
uluslararasý ticaret konularýnda, yeni görüþler ortaya atmýþtýr: Arz ve talep fi
yat dalgalanmalarýný, fiyat
dalgalanmalarý da arz ve talebi etkilemektedir. Arz biraz fazlalaþýnca fiyat düþ
er, fiyatýn düþmesi talebi çoðaltýr ve
dolayýsýyla arzýn gereken çizgiye inmesini saðlar. Talebin biraz fazlalaþmasý ha
linde de durum aynýdýr. Öyleyse,
diyor Mill, fiyat, arz ve talebi dengede tutan bir güçtür. Bununla beraber, arz
ve taleple fiyat arasýndaki yükseliþ ya
da alçalýþlar ayný oranda deðildir, oranýn derecesi (nispetin mikyas'ý) mallarýn
cinsi ve karþýlayacaðý ihtiyaç gibi
çeþitli etmenlere baðlýdýr. Uluslararasý ticarette de faydayý, ihracatta deðil,
ithalatta bulmaktadýr (merkantilistleri
hatýrlayýnýz). Çünkü, diyor Mill, ihracat, bir memlekette üretilemeyen ya da çok
pahalý üretilebilen mallarýn ithalini
saðlamak için yapýlýr. Öyleyse, bu konuda önemli olan, tüccarlarýn hangi malý ge
tirmekten daha çok kar edecekleri
sorunu deðil, tüketmek için hangi malýn gerekli bulunduðu sorunudur.
Kök anlamýnda ticaret kavramý bulunan merkantilizm, daha XVi'ncý yüzyýlda devl
etçi bir sistem olarak belirmeye
baþlamýþtý (Bodin'i hatýrlayýnýz). Bütün serbestçi sistemlerin karþýsýnda, çeþit
li kýlýklara bürünmüþ de olsa, onu
bulmak mantýk gereðidir. Þimdi de karþýmýza neo merkantilizm adý altýnda iki yen
i kýlýkla çýkmaktadýr: Romantik ve
ulusçu... Her iki kýlýk da Alman düþüncesinin ürünüdür.
Romantik neo merkantilist okulun en ünlü yazarý Adam Müller (1779-1829), örnek
bir devletin yüceliðini öne
sürmektedir. Ona göre devlet, töresel ve organik bir birliktir ve her alaný kaps
amaktadýr (l'Etat totaliste). Ýnsanýn
varlýðý devletin varlýðýna baðlýdýr. Ekonomi, serbest bir alanda at oynatamaz. E
konominin düzenleyicisi devlettir.
Ulusal zenginlik (milli servet), sadece maddesel ürünleri deðil, düþünsel ürünle
ri de kapsar. Bütün düþünce
alanlarýnda çalýþanlar da, tarýmcý ve sanayiciler kadar, üreticidirler. Sermaye
kavramýnda, sadece maddesel sermaye
deðil (capital physique), düþünsel sermaye (capital intellectuel) de vardýr. Mül
ler ve F. V. Baader (1765-1841) gibi
düþünürlere romantik denmesinin nedeni, rasyonalist felsefeye karþý ve mistik eð
ilimli olmalarýdýr.
Ulusçu neo merkantilist okulun en ünlü düþünürü Frederic List (1789-1846), kla
sikleri, bireyci olmakla ve tarihsel
geliþmeye önem vermemekle suçlandýrmaktadýr. List'e göre, bireyle insanlýk arasý
nda tarihsel bir geliþimi olan bir
de ulus vardýr ki, ekonomik alan asýl onun gerekleriyle düzenlenir. Çünkü ulusl
ar arasýnda sürekli bir barýþ
düþünülemez, klasik okulun bütün yasalarý böylesine düþsel bir barýþýn varlýðý ü
stüne kurulmuþtur, bu varlýk
gerçekleþmeyeceðine göre, o yasalarýn hiçbir deðeri yoktur. List'e göre tarihsel
geliþim þu sýrayý izlemiþtir: Ýlkçað
(vahþet), çobanlýk çaðý, tarým çaðý, tarým manüfaktür çaðý, tarým manüfaktür tic
aret çaðý... Uluslarý bu son ve yetkin
çaða ancak devlet eriþtirebilir. Uluslararasý iliþkiler, klasik mekanizmanýn iþl
emesine engel olurlar. Ekonomik
düzen, ancak ulus içinde ve devlet yöneticiliðiyle gerçekleþtirilebilir. Devlet
korumaz ya da koruyamazsa, geliþmiþ
bir yabancý sanayi, geliþmemiþ ya da az geliþmiþ uluslarýn ilerlemesine kesinlik
le engeldir. List, sadece sanayi ve
ticaret alanýnda kalmamakta, bu konuda ulusun bütün üretici güçlerinin seferber
edilmesini öðütlemektedir.
Bununla beraber, List için de amaç, ticaretin tam bir serbestliðe kavuþacaðý ulu
slararasý sonsuz bir barýþtýr. Devlet
koruyuculuðu, bu amaca götürecek olan bir araçtýr. Kiþi, bugünün çýkarýný gelece
ðin yararý uðruna harcayamaz.
Bunu ancak devlet yapabilir. Sanayisiz, tarýmsal bir devlet tek bacakla yürümeye
çalýþan bir insana benzer. Bu
bakýmdan, herhangi bir ulusu, tarým çaðýndan sanayi çaðýna geçirebilecek bir sav
aþ bile, mutlu bir olaydýr.
Romantik ve ulusçu neo merkantilizm ki görüldüðü gibi, eski merkantilizmden bir
hayli farklýdýr gerçekte, ünlü
Alman filozofu Johann Gottlieb Fichte'nin (17621814) kurduðu kapalý ticaret devl
eti (l'Etat commercial ferme,
1800) temeli üstünde yükselmektedir. Fichte, otarþik ekonominin en yetkinini mey
dana koymuþ bir düþünürdür.
Fichte'ye göre para, bütün gücünü devletten alýr. Ýnsan, ancak toplum içinde bir
varlýktýr. Öyleyse devlet, insan
varlýðýna anlam veren bir kuruluþtur. Ulusal geliþme, kapalý bir ticaret devleti
içinde mümkündür. Müller ve List''in
kökleri büyük düþünür Fichte'de bulunmaktadýr. Fichte, ünlü yapýtýný yayýmladýðý
zaman, Müller yirmi bir, List on
bir yaþýndaydýlar.
Bu arada, yaptýklarý tarih araþtýrmalarýyla ekonomik olaylarýn daha iyi anlaþý
lmasýna yol açan tarihçi okuldan da
sözetmek gerekir. Titiz araþtýrýcýlar olan bu okul düþünürleri, ekonomi alanýna
göreciliði (relativisme, izafilik)
getirmiþlerdir. Altý çizilmesi gereken bir düþünce olarak, özetle, þunu söylemek
tedirler: Ekonomik yasalarýn ve
eðilimlerin geçerliði belli tarihsel devrelere baðlýdýr. Her eðilim, belli tarih
sel koþullar içinde geçerlidir. Öyleyse,
gerçeklerin meydana çýkarýlmasý için, karþýlaþtýrmalý bir yöntem (mukayese usulü
) kullanmak gerekir... Tarihçi okul
düþünürlerine örnek olarak W. Roscher, C. Schmoller, B. Hilldebrand, F. Knapp, K
. Knies, G. Gohn, Vagner,
Schaeffle, L. Brentano, Took, Leslie ve Ashley gösterilebilir. Tarihçi okul, Alm
an üniversitelerinde büyük etkiler
yapmýþtýr. Örneðin, Schmoller (1838-1917), ekonomi bilimini dogmatik kadercilikt
en (liberallerin doðal, ezeli ve
ebedi yasalarýndan) kurtarmaya çalýþmýþtýr. Ne var ki bütün bu çabalar, bilimsel
likten uzak olduklarý ölçüde kaba
ya da ham kalmaya mahkumdular. Metafizik ve idealist bir alanda at oynatýyorlard
ý. Bu yüzden de bilimsel
gerçekleri meydana koyamadýlar. Toplumsal yaþamda neler olup bittiðini ve neden
böyle deðil de þöyle olup
bittiðini bir türlü açýklayamadýlar.
XiX'ncu yüzyýlýn ikinci yarýsý, bilimin, toplumun her alanýný, en ince ayrýntý
larýna kadar, ýþýl ýþýl aydýnlattýðý bir
çaðdýr. Ýnsan düþüncesi metafizik ve idealist spekülasyonlardan kurtulmuþ, toplu
msal yaþamýn ve onun temeli olan
ekonomik yaþamýn tüm gerçeklerini öðrenmiþtir. Ama bunun doðal bir sonucu olarak
da bu gerçeklerin
öðrenilmesinden çýkarlarý tehlikeye düþenler, metafiziðe ve idealizme büsbütün s
arýlmak zorunda kalmýþlardýr.
Kaba ekonomi, yeni biçimlere. dönüþerek sürüp gitmektedir.
Bilimselliðin gittikçe geliþip yayýlmasý ve süregelen ekonomik düzenin zorunlu
çeliþkilerinin gittikçe
gerginleþmesi üzerine idealist ekonomi kuramcýlarý, ekonomik deðerin insan emeði
nden doðduðu gerçeðini gizlemek
için öznel bir kuram geliþtirmek gereðini duymuþlar ve marjinalcilik (Fr. Margin
alisme) adý verilen yeni bir deðer
kuramý ilerisürmüþlerdir. Bu anlayýþýn kurucularýndan Stanley Jevons bunu açýkça
söyler, Toplumsal Ekonomi
Kuramý adýný taþýyan ünlü yapýtýnda þöyle der: Sayýlarý gittikçe artan ve örgütl
enme güçlerini geliþtiren iþçi
sýnýfýmýz siyasal ve ekonomik özgürlüðümüzün geliþmesini durdurmaya yöneltilebil
irler. O halde emeðin hiçbir
biçimde deðeri yaratmadýðýný ortaya koyan bir kuram geliþtirmeliyiz (Ýbid, 4. ba
ský, s. 164-165). Bu kuram, eski
ihtiyaç kuramý'yla eski fayda kuramý eski nedret kuramý'yla birleþtirilerek orta
ya atýlmaktadýr. Bu anlayýþa göre, bir
malýn, azlýðý ya da çokluðundan ötürü deðiþik ihtiyaçlarda kullanýlmasýyla belir
lenen son biriminin faydasý (ki buna
marjinal fayda adý verilmiþtir, okulun. adý da buradan türetilmiþtir) onun deðer
inin ölçütüdür. Böylelikle ekonomik
deðer, üretim alanýndan tüketim alanýna ve nesnellikten öznelliðe kaydýrýlmaktad
ýr. Bu anlayýþa göre, bir malýn
deðeri, malýn kendisinde bulunan bir þey deðil, malýn alýcýsýnda bulunan bir þey
dir.
Ýsviçreli Leon Walras, Avusturyalý Karl Menger ve Ýngiliz Stanley Jevons'un ku
rduklarý bu okula sübjektivist okul
ve neo-klasik okul da denir. Ýzdaþlarý yöntem ayrýlýðý yüzünden psikolojik okul
ve matematik okul adlarý altýnda iki
kola ayrýlmýþtýr. Psikolojik okul, son birimin yararýný, tüketicilerin ruhsal eð
ilimlerine göre ölçer. Matematik
okulsa bunu matematik formüllere baðlamaya çalýþýr. Her iki okulun da amacý; bir
malýn, o mala duyulan ihtiyaç, o
malýn saðladýðý fayda ve o malýn az ya da çok bulunurluðunu saptayarak kullanma
deðerini hesaplamak ve bu
kullanma deðeri yoluyla deðiþtirme deðerini bulmaktýr. Marjinal sözcüðü, burada,
son (Ar. Nihai) anlamýndadýr.
Klasik ekonomiciler deðeri üretim maliyetinde buluyorlardý. Bu, yanlýþ olmasýna
raðmen nesnel bir anlayýþtý.
Marjinalciler deðeri faydada bulmaktadýrlar ki bu öznel bir anlayýþ olmakla büsb
ütün yanlýþtýr. Bu demektir ki,
deðer, artýk, üretim alanýnda deðil, tüketim alanýnda aranmaktadýr. Bu anlayýþa
göre üreticinin, deðerin
belirlenmesinde, tüm belirleyici olmak bir yana, hiçbir rolü yoktur. Örneðin çöl
deki bir insan için, bir testi suyun
ikinci testinin bulunamayacaðýný varsayarsak son damlasýnýn deðeri (marjinalistl
erin deyimiyle marjinal deðeri)
paha biçilemeyecek derecede büyüktür. Oysa çeþmeleri gürül gürül akan bir kentte
su bedavadýr, çünkü marjinal
deðeri sýfýrdýr. Etin deðeri ekmeðin deðerinden yirmi kat fazlaysa, son lokma et
son lokma ekmekten yirmi kat fazla
deðer taþýyor demektir. Deniz çok boldur ve bu yüzden bedavadýr, ama denize giri
lebilecek yerler azsa oralarda
plajlar kurulmaya ve deniz ona duyulan ihtiyaçla az bulunurluðu oranýnda deðerle
nmeye baþlar. Bu hesap, mallarda
böyle olduðu gibi, hizmetlerde de böyledir. Örneðin marjinalcilere göre müteþebb
isler iþçilerden daha çok
kazanýrlar, çünkü müteþebbislerin hizmet türü iþçilerin hizmet türünden daha nad
irdir (bkz. J.-B. Say, Oeuvres
Diverses, s. 80). Ýþçilerin de marjinal üretkenlikleri, aldýklarý ücrete eþittir
. Her iþçi saat baþýna, ücretine eþit bir
deðer üretir (bkz. H. Denis, Valeur et Capitalisme, s. 85-6). Ýþçinin ücreti, bu
anlayýþa göre, çalýþma süresinin son
biriminin ürünüyle belirlenmektedir. Ne var ki, anamalcý üretimde anamalcýlar, m
arjinalcilerin bütün bu
öðrettiklerine raðmen, maliyet hesaplarýný klasik bilgilere göre yapmakta devam
etmektedirler (bkz. Alderer ve
Mitchell, Economics of American Industry, s. 128).
Paris Hukuk Fakültesinde yapýlan bir tartýþmayý toplayan Le Fonctionnement des
Entreprises Natonalisees en
France'ta þöyle yazýlýdýr: Çeþitli anketlerin, özellikle Hall ve Hitch'in yaptýk
larý anketlerin gösterdiði gibi
iþletmeler, marjinal fiyatlarýný bilmemekte, önceden tasarlanmýþ bir kar marjý e
kleyerek ortalama toplam maliyete
göre hüküm vermektedirler (s. 261). Bunun nedeni çok açýktýr: Çünkü, marjinal de
ðer hesaplanamaz. Nitekim,
marjinalciler, üretim mallarýnýn marjinal deðerini, 1871'den bu yana yüzyýl geçt
iði halde hala
hesaplayamamýþlardýr. Örneklerini hep tüketim mallarýndan, özellikle de lüks tük
etim mallarýndan seçmektedirler
(bkz. Leon Walras, Abrege des Elements d'Economie Politique). Klasik liberaller
deðerin belirlenmesi için
deðiþtirme deðerini temel aldýklarý halde marjinalciler, bunun tam tersini, kull
anma deðerini temel almýþlardýr.
Onlara göre deðiþtirme deðeri, kullanma deðerinin yani malýn faydasýnýn ürünüdür
. Oysa kullanma deðerini de
nicelik olarak dile getiremediklerinden kullanma deðerinin karþýladýðý ihtiyacý
miktarca saptamaya çalýþmaktadýrlar.
Ne var ki bir insanýn bedava olan havaya, çok deðerli olan elmastan çok daha faz
la ihtiyacý vardýr. Bunun içindir ki
marjinalciler, doðrudan doðruya ihtiyacýn niteliðini deðil, tatmin edilmeyen iht
iyacýn son biriminin niceliðini
ölçmeye çalýþmýþlardýr. Marjinalcilerin, klasik ekonomiyi tersyüz etme çabalarýn
ýn nedeni de çok açýktýr ve bunu
kendileri de açýklamaktadýrlar: Paris komünü hareketinden (1871) sonra ciddileþm
iþ bulunan toplumculuk
tehlikesini saf dýþý edebilmek için, onun dayandýðý bütün klasik ve liberal teme
lleri de kökünden deðiþtirmek
gerekmiþtir. Bunun için de, bütün klasik anamalcý ekonominin dayanaðý olan üreti
mden hareket yerine,
marjinalcilik (1871), tüketimden hareket etmeyi yeðlemiþtir. Marjinalcilik, böyl
elikle, Hermann Oossen ve
Richards Jennigs'in hazýrladýðý temeller üstünde Walras, Jevons ve Menger tarafý
ndan toplumculuðu kökünden
yýkma gayretiyle kurulmuþtur. Onlarý, Anglo-Amerikan okulundan Alfred Marshall,
J. B. Clarck; Avusturya
okulundan F. von Wiesser; Lozan okulundan Vilfredo Pareto izlemiþtir (bkz. W. St
ark, The History of Economics
in its Relation to Social Development). Faydanýn ölçülüp ölçülemeyeceði aralarýn
da tartýþma konusudur. Sencer
Divitçioðlu þöyle yazmaktadýr: Marjinal ve neo klasik okul temsilcilerinden çoðu
faydanýn kardinal olarak
ölçülebileceðine inanmýþlardý. Marshall'e göre bir malýn azalan marjinal fayda e
ðrisiyle o malýn talep eðrisi özdeþ
olduðundan mala atfedilen fayda, dolaylý olarak fiyatlarla ölçülebilir. Talep ed
ilen mal miktarýnýn azalan marjinal
faydanýn bir fonksiyonu olduðunu kabul eden Marshall'ýn kýsmi analizine karþýlýk
, Lozan okulundan Pareto
faydanýn ordinal olup ölçülemeyeceðini savunmuþtur. Maldan talep edilen miktar y
alnýz o malýn faydasýnýn bir
fonksiyonudur. Böylece kýymet teorisinde kýsmi analiz bir yana býrakýlmýþ, genel
analiz uygulanmaya baþlanmýþtýr.
Bu görüþ tarzýna göre, birey, karþýlaþtýðý mallar karþýsýnda bir seçiþ yapmak
zorunda kalacaktýr. Birey, seçiþini
yaparken, kendisine maksimum faydayý, yahut baþka bir deyiþle maksimum tatmini s
aðlayacak birleþimi arayacaktýr
(bkz. Mikro-iktisat, Ýstanbul 1971, s. 3, 4). Marjinalcilik, deðerin her mal içi
n ayrý ayrý belirlenmesi gerektiðini
ilerisüren, mikro ekonomik bir anlayýþtýr. Deðeri, üretim maliyetlerinin ürünü d
eðil, aranýmýn bu üretim maliyetleri
üstündeki etkisinin ürünü sayar. Yani, deðeri araným belirler. Ernest Mandel þöy
le yazmaktadýr: Ricardo'nun
ortaya attýðý ve Marx tarafýndan geliþtirilen toprak rantý teorisi, ondokuzuncu
Yüzyýlýn ikinci yarýsýnda emek deðer
teorisini mesele haline getiren marjinal deðer teorilerinin hareket noktasýdýr:
Marx'ýn toprak rantý teorisine göre
gerçekte, tarýmsal ürünlere talep, son tahlilde bu ürünlerin fiyatýný belirler.
Bu toprak rantý teorisinin genel bir deðer
teorisi haline getirilmesi iki tahlil hatasýndan ileri gelmektedir: Önce, toprak
rantýný yaratmýþ olan toprak
mülkiyetinin özel þartlarýný hesaba katmýyor. Sonra, kapitalist rejimde toprak m
ülkiyeti, sermaye mülkiyeti ve
iþgücü mülkiyeti ile ilgili kuramsal bakýmdan farklý þartlarý göz önünde tutmuyo
r. Toprak rantý, toprak üretim
sürecinin temel bir unsuru olduðu için doðmaz. Bu, toprakla bu üretim süreci ara
sýna, bu üretim sürecinde
yaratýlmýþ toplam gelirlerden öþrü keyfi olarak isteyen bir toprak sahibinin gir
mesinden doðar. Üretim süreci içinde
yaratýlmýþ gelirler hakkýnda bir teori ortaya atmak için bu öþrün veriliþ tarzýn
dan hareket etmek büyük bir mantýk
hatasýdýr (Mandel, Ekonomi Elkitabý, Orhan Suda çevirisi, c. i, s. 305-6). Marji
nalciler liberaldir, çünkü kurmaya
çalýþtýklarý sistem ancak toptan bir rekabet halinde iþleyebilir (bu yüzden kend
ilerine neo klasik adý verilmiþtir).
Böylesine bir rekabet alanýnda, bütün üretimin deðerini belirleyen marjinal ürün
ün deðeri; amorti edilen anamal
ücret, faiz ve toprak halinde erir. Bu durum, marjinalist genel denge kuramýyla
saptanmýþtýr (bkz. Walras, op. cit., s.
187-9). Ernest Mandel þöyle yazmaktadýr: Bugün, ekonomistlerin çoðu, neo klasik
denge sisteminin gerçeklikten
yoksun bulunduðunu kabul etmektedirler. Bu sistem, emekçinin ücretinin emek müdd
etinin son biriminin ürünü
tarafýndan belirleneceði görüþünün saçmalýðýný ortaya koyan kapitalizmin özel ku
rumsal kadrolarýný da kabul
etmemektedir. Rekabetin dinamik karakterini ve bu rekabetin meydana getirdiði de
ngenin daimi sarsýntýlarýný kabul
etmemektedir. Esas itibariyle statiktir ve dinamiðe olsa olsa dengeyi bozan bir
unsur olarak kendi sisteminde yer
vermektedir. Oysa gerçekte denge devamlý sallantý halindeki spazmodik bir ekonom
ik hareketin sadece geçici bir
anýdýr. Bu sistem ne periyodik buhranlarý, ne de yapýsal buhranlarý açýklamaktad
ýr.
Kendi mantýðý gereði emperyalizm fenomenini bile, daha doðrusu emperyalizmin k
apitalizmin geliþme kanunlarýyla
herhangi bir ilgisi bulunduðunu bile inkar etmektedir (op. cit., c. ii, s. 474-5
). Gossen, doyurulmuþ ihtiyacýn son
dozuna marjinal doz (Fr. Dose marginale) adýný vermiþtir. Gossen'e göre kimi mal
larda doyma (tatmin) noktasýna
daha çabuk, kimi mallardaysa daha geç ulaþýlmaktadýr. Bu doz, her mal için baþka
dýr. Örneðin lüks mallarda doyma
noktasý, marjinal doz, daha geç belirir. Bundan baþka, bu doz, kiþilere ve ihtiy
açlara göre de deðiþir. Bir kimse,
ayný mala, ötekinden daha çabuk doyabilir. Yatýrým malýna eklenecek yeni bir bir
imin ona harcanacak paraya oranla
getireceði kazanç yüzdesine de anamalýn marjinal etkinliði (F'r. Efficacite marg
inale du cagital, Al.
Grenzleistungsfaehigkeit des Kapitals, Ýng. Marginal efficiency of capital) denm
ektedir. Böylelikle anamalcý
müteþebbisler, yatýrým kararlarýný etkileyen kar etme ölçütünü bulduklarý kanýsý
ndadýrlar. Sürümün bir birim
artmasýyla toplam gelirde kaydedilen artýþa marjinal gelir (Fr. Revenu marginal,
Al. Grenzerlös, Ýng. Marginal
revenue) denmektedir. Bir üretim etmeni birimi eklendiðinde üretim toplamýnda gö
rülecek artýþa da marjinal ürün
(Os. Marjinal hasýla, Fr. Produit marginal, Al. Grenzprodukt, Ýng. Marjinal prod
uct) adý veriliyor. Bir malýn artan
bir biriminin öteki malýn bir ya da birkaç birimiyle deðiþtirilebilen niceliðine
, marjinalcilik sözlüðünde marjinal
ikame haddi denmektedir. Marjinalci anlayýþa göre bu had, tüketicinin ayný yarar
düzeyinde bir maldan bir birim
vazgeçmesini karþýlayan öteki malýn nicelik oranýdýr. Dýþalým mallarýna yönelen
aranýmýn gelir artýþýna oraný da
marjinal dýþalým eðilimi (Os. Marjinal ithal meyli, Fr. Propension marginale a i
mporter, Al. Grenzhang zum
Einfuhr, Ýng. Marginal propensity to import) deyimiyle dilegetirilmektedir. Örne
ðin yüz milyonluk bir gelir artýþý
var, bunun yirmi beþ milyonu dýþalým mallarýna yöneliyorsa, marjinal dýþalým eði
limi dörtte bir oranýndadýr.
Üretimde bir birim artýþýnýn daha önceki üretim giderlerine eklediði harcamaya m
arjinal maliyet (Fr. Cout
marginal, Al. Grenzkosten, Ýng. Marginal cost) denmektedir. Diyelim ki, bir iþle
tme günde dört makine yapýyor ve
50.000 lira harcýyor, günde beþ makine yaptýðý takdirde 57.000 lira harcarsa mar
jinal maliyet 7.000 lira demektir.
Artan birimlerin maliyeti önce azalýrken sonra artmaya baþlar. Marjinal maliyeti
n bilinmesi demek, maliyetin
azalma seyrinde en son birimin hangisi olduðunu bilmek demektir. Daha açýk bir d
eyiþle, örneðimizdeki iþletme
maliyeti artýrmadan günde kaç makine yapabilecektir? Diyelim ki sekizinci makine
biriminde maliyet artmaya
baþlýyor, demek ki bu iþletmenin ekonomik verimi günde yedi makinedir. Ýþçi ücre
tlerini, son iþçinin üretimde
yarattýðý artýþla belirleyen görüþe de marjinal verimlilik kuramý (Fr. Theorie d
e marginale productivite) adý
verilmektedir. Bu kuram, özellikle Alman ekonomicisi H. von Thünen ve Amerikan e
konomicisi John Bates Clark
tarafýndan ilerisürülmüþ, ufak tefek deðiþikliklerle bütün marjinalcilerce kabul
edilmiþtir. Ýþçi ücretlerinin nasýl
saptanacaðýný gösterir. Bu anlayýþa göre iþçi ücreti, bir fabrikaya alýnan son i
þçinin marjinalist deyimle marjinal
iþçinin saðladýðý ürüne eþittir. Diyelim ki bu son iþçi fabrikaya on liralýk has
ýlat saðladý, öyleyse bütün iþçilerin
ücretleri on lira olacaktýr.
Ýngiliz marjinalisti Marshall bunu þöyle bir örnekle açýklýyor: Yirmi koyunu o
lan ve bunlarý bir çobanla yetiþtiren
bir kimsenin ikinci bir çoban tutabilmek için eskisine göre pazara yirmi koyun d
aha fazla gönderebileceðine
inanmasý gerekir. Eðer bu koyuncu, pazara gönderebileceðine inandýðý fazla koyun
larýn deðerinden daha az ücret
isteyen bir çoban bulabilirse bu çobaný tutar, yoksa ikinci bir çoban tutmaz. Gö
rülüyor ki çobanýn ücreti, toplam
hasýlaya eklediði deðere eþit olmakta ve ikinci bir çobanýn iþe alýnmasý söz kon
usu olduðu takdirde bu ikinci çoban,
yani marjinal çoban, kendinden önceki çobanýn ücretini de belirlemektedir (Erol
Zeytinoðlu, Ýktisat Dersleri,
Istanbul 1969, s. 282-3). Amerikalý ekonomici John Bates Clark da son birimin ve
rimine marjinal verim (Fr.
Rendement marginale) adýný vermiþtir. Son birimin yeðinliðine marjinal yeðinlik
(Os. Marjinal þiddet, Fr: Intensite
marginale) denmektedir. Aranýmý karþýlamasý gereken sürüm ne kadar azsa marjinal
þiddet de o kadar büyük olur.
Örneðin çölde susuz kalan bir adamýn güçlükle bulduðu bir testi suyun son damlas
ýnýn þiddeti çok büyüktür, buna
karþý evinde sürekli akar su bulunan bir adam için marjinal þiddet sýfýrdýr. Jev
ons, kullanýlan son birimin faydasýna
faydanýn son derecesi diyordu, onun bu deyiminin yerini Wieserin marjinal yarar
terimi almýþ bulunmaktadýr.
Marjinal yarar, bir malýn saðladýðý en büyük yarar deðil, onun akýllýca kullaným
ýnýn saðladýðý en küçük yarardýr.
Marjinal yarar ve þiddet dozlar arttýkça azalýr. Ekonomik olgularý ruh bilimsel
açýdan ele alan metafizik düþünce
yapýlý ekonomicilerden Gossen'e göre, herhangi bir mala karþý istek sonsuz olara
k artmaz, istek giderildikçe azalma
eðilimi gösterir. Ekonomici Marshall, Gossen'in bu yasasýndan azalan marjinal fa
yda kavramýný çýkarmýþtýr.
Azalan marjinal fayda ilkesine göre bir malýn tüketilen miktarý arttýkça o mal
ýn marjinal faydalý azalma eðilimi
gösterir. Buradaki marjinal fayda, o malýn son biriminin faydasýdýr. Bunu daha i
yi anlamak için þu basit örnekten
yararlanýlabilir: Diyelim ki karnýnýz açtýr. Bu açlýðýnýzý gidermek için bir ekm
ek satýn alýyorsunuz. Ýlk lokmanýn
ruhbilimsel faydasý sizin için çok büyüktür. Ama yediðiniz lokmalarýn sayýsý çoð
aldýkça bu ruhbilimsel fayda
azalacaktýr. Buysa ekmeðin son lokmasýnýn getirdiði ek faydanýn gittikçe azalmak
ta olduðunu gösterir. Amerikalý
ekonomi profesörü Paul Samuelson, Ýktisat adlý yapýtýnda þu örneði vermektedir:
Farzedelim ki insanýn gözlerini
kapatýp elini, avcunun içi yukarý bakacak þekilde, tutmasýný söylüyorsunuz. Avcu
na bir aðýrlýk koyduðunuz
takdirde þüphesiz ki bunu hissedecektir. Aðýrlýðý artýrdýðýnýz takdirde ek aðýrl
ýklarý da hissedecektir. Fakat aðýrlýk
epeyce arttýktan sonra, deneye baþlarken koyduðunuz aðýrlýða eþit bir aðýrlýk ko
yduðunuz takdirde bu eki
hissetmediðini söyleyecektir. Eþdeyiþle, avcun taþýdýðý toplam aðýrlýk ne kadar
çoksa ek veya marjinal aðýrlýk o
kadar az olacaktýr (Ýbid, Ýstanbul 1970, çeviren: Demir Demirgil, s. 479). Gelir
deðiþikliðine karþý biriktirme
(tasarruf) niceliðinde görülen deðiþiklik oranýna marjinal biriktirme eðilimi (O
s. Marjinal tasarruf meyli, Fr.
Propension marginale a epargner, Al. Marginale Sparneigung, Ýng. Marginal propen
sity to save) denmektedir.
Marjinalcilere göre bu eðilim, biriktirmedeki artýþý gelirdeki artýþa bölmek yol
uyla bulunacak niceliktir. Gelir
deðiþikliði halinde tüketim niceliðinde görülen deðiþikliðe de marjinal tüketim
eðilimi (Os. Marjinal istihlak meyli,
Fr. Propension marginale â consommer, Al: Marginale Konsumneigung, Ýng. Marginal
propensity to consumption)
adý veriliyor. Bu eðilim niceliði de tüketimdeki artýþ niceliðini gelirdeki artý
þ niceliðine bölmek yoluyla
bulunmaktadýr. Marjinalciler, bütün bu savlarýyla, bilimsel ekonominin ortaya ko
yduðu gerçekleri örtbas edecekleri
kanýsýndadýrlar. Marjinalci varsayýmlarla belini doðrultamayan kaba ekonomi düze
ni, çýkarlarýna uygun gelenlerce
pek ince sayýlan yeni bir kabalýða yöneliyor. Cambridge Üniversitesi ekonomi pro
fesörü John Maynard Keynes
(1883-1946), Profesör Galbraith'ýn deyimiyle anamalcýlýðýn rahminde toplumculuk
cücüðünün hýzla geliþtiðini
görmüþ ve özellikle 1929-1933 yýllarý arasýndaki anamalcýlýk bunalýmýna çare ara
yarak liberalizmin alýþýk olmadýðý
birtakým aykýrý düþünceler ilerisürmüþtür. Bu düþüncelere Keynesiyen yenilikler
adý verilmiþ ve Keynes
anamalcýlýðýn büyük kurtarýcýsý sayýlarak anamalcýlýkta bir Keynes ihtilali'nin
sözü edilmiþtir. Keynes, Marx'ýn
Kapital'ini iyice okumuþ ve anamalcýlýðýn çeliþkilerini iyice saptamýþtý. Bir ku
ramcýdan çok, yurdunun çýkarlarýný
gözeten bir pratikçi olan Keynes her þeyden önce iþsizliðe çare bulunmasý ve art
ýk deðerin tümüyle yatýrýmlara
harcanmasý gerektiðini görmüþtür. O günlerin Ýngiltere'sinde iþçi sýnýfýnýn yüzd
e onu iþsizdi. Keynes, yeni iþ
alanlarý açýlmasý için tam kullanma kuramý (Os. Keynes'in tam istihdam nazariyes
i, Fr. Theorie Keynesienne de
l'emploi, Al. Beschaeftigungstheorie von Keynes, Ýng. Keynesian theory of employ
ment)'ný ilerisürmüþ ve faizlerin
düþürülmesini önermiþtir. Bu, anamalcýlýðýn o güne kadar akýl edemediði bir düþü
nceydi. Faizler düþük olunca
anamal zorunlu olarak yatýrýmlara akacaktý, bir yandan devlet halktan topladýðý
vergileri anamalcýlýðýn hizmetine
vererek yeni yatýrým alanlarý yaratmakla görevlendiriliyordu.
Örneðin devlet, hiçbir gereði olmasa bile yollar yaptýrmalý ve bütün iþsizlere
böylelikle iþ bulmalýydý. Bundan
baþka altýn fetiþizmi adýný verdiði paranýn altýn temeline dayanmasý geleneðiyle
de alay ederek bunu barbarlýðýn bir
kalýntýsý olarak niteledi ve enflasyondan korkmamak gerektiðini ilerisürdü. The
General Theory of Employment,
Interest and Money adlý yapýtýnda hiç çekinmeden ve en açýk deyimlerle iþçilerin
nasýl olsa bunu anlayacak bilgileri
olmadýðýný, iþçilerin fiyatlarýn düþük ya da yüksek oluþundan çok ceplerine gire
cek paranýn azlýðýna ya da
çokluðuna önem verdiklerini söylüyordu. Bu, açýkça þu anlama geliyordu: Budalala
ra deðerli on lira vereceðine
deðersiz yirmi lira ver, onlar buna aldanýrlar (bkz. Ýbid, s. 36-39, 266-270). B
u düþünce de, gerçekten, liberalizmin o
güne kadar akýl edemediði bir Keynesiyen yenilik'ti. Keynes, Churchill'in dýþarý
ya kömür satabilmek için iþçi
ücretlerini düþürmesiyle de alay etmiþ ve onu ahmaklýkla suçlamýþtý (Keynes, Eco
nomic Concequences of Winston
Churchill, 1923). Gerçekte ücretler, böyle budalacasýna deðil, enflasyonist oper
asyonlarla iþçiye farkettirmeden
düþürülmeliydi. Bundan baþka ücret düþüklüðü satýn alma gücünü de azaltýrdý ki b
u dýþarýya kömür satmanýn
getireceði kardan çok daha büyük bir zarar doðururdu. Keynes açýkça kömür ocakla
rý iþçileri umurumda deðil, ben
yurdumun anamalcý düzeninin geleceðini düþünüyorum diyordu. Bundan ötürü Keynes'
e lordluk unvaný verilmiþ ve
Ýngiltere bankasýnýn genel müdürlüðüne getirilmiþtir. Keynes'e göre iþsizlik, ar
aným yetersizliðinden doðmaktadýr.
Araným yetersizliðiyse insanlarýn psikolojik etmenlerle gelirlerinin bir bölümün
ü saklamalarýndan ve anamalcýlarýn
yatýrým yapmamalarýndan ilerigelir. Öyleyse devlet iþe el koymalý, enflasyonist
operasyonlarla anamalýn verimliliðini
artýrdýðý gibi bizzat yatýrýmlar yaparak tam istihdamý saðlamalýdýr. Devlet, ver
gi yoluyla tüm halktan topladýðý
paralarý anamalýn emrine vererek anamalcýlýðýn güçsüz yanlarýný onaracaktýr. Key
nes'in The General Theory of
Employment, Interest and Money adlý yapýtýyla ortaya atýlan Keynesçilik, ekonomi
politik alanýnda, liberal
tutkularýn bir yana býrakýlýp pratik çarelere yönelmeyi dilegetirir. Keynes'e gö
re birey için doðru olan toplum için
doðru olmayabilir. Bu yüzden bireysel incelemeyle (mikro) global inceleme (makro
) sonuçlarý birbirine
karýþtýrýlmamalýdýr. Bireysel incelemeleri genelleþtirmek klasikleri yanýltmýþtý
r. Örneðin bir kiþinin kazancýndan
tasarruf etmesi ve gelirinin bir bölümünü saklamasý kendisi için yararlýdýr ama,
toplum için zararlýdýr. Çünkü
toplumun bütün kiþileri bu yola giderlerse tüketim azalýr, gelir düþer ve toplum
un para biriktirme olanaðý kalmaz.
Otomatik tam kullanma dengesi yoktur; bütün üretici güçlerin tam olarak kullanýl
dýðý haller nadirdir. Klasiklerin
tam kullanma kuramý yanlýþtýr. Aranýmý yaratan sürüm deðil, tersine, sürümü yara
tan gelecekteki aranýmdýr. Bu
araným (efektif talep), müteþebbisin gelecek için tahmin ettiði aranýmdýr. Müteþ
ebbisin yatýrým yapmasý, tahmin
ettiði bu marjinal verimin faiz haddinden büyük olmasýna baðlýdýr. Faiz de, saný
ldýðý gibi, anamal sürüm ve
aranýmýnýn fiyatý deðildir. Faizi belirleyen insanlarýn para biriktirme tutkular
ýdýr. Bu tutkuyu yenmek için yüksek
faiz vermemek gerekir, demek ki faiz psikolojik bir etmenle alçalýp yükselir. Bu
psikolojik etmene, müteþebbisin
geleceði tahmini gibi ikinci bir psikolojik etmen de eklenir. Yatýrýmý gerçekleþ
tiren, tam kullanma dengesi kuramý
deðil, bu psikolojik etmenlerdir. Klasikler parayý sadece bir deðiþtirme aracý o
larak görüyorlar ve ekonomik olaylarý
etkilemediðini sanýyorlardý. Oysa para miktarýný ayarlayarak faizi düzenlemek ve
böylelikle de üretimi azaltmak ya
da çoðaltmak mümkündür. Yatýrýmlar para miktarýyla etkilenebilirler, çünkü faizi
düþürerek marjinal verimi çekici
göstermek para ayarlamasýyla düzenlenebilir. Tüketim, biriktirme, yatýrým eðilim
leri psikolojik etmenlerle belirlenir.
Keynes, klasiklerin fiyat kuramýnýn yerine gelir kuramýný koyar. Klasikler yat
ýrým yapabilmek için önce para
biriktirmek gerektiðini sanýyorlardý, oysa para biriktirmek için önce yatýrým ya
pmak gerekir. Çünkü yatýrým gelir
doðurur, gelir de tüketim ve biriktirme eðilimlerine yol açar. Bu gelir, daðýtýl
an ulusal gelirdir. Öyleyse yatýrýmlarla
biriktirmeler arasýndaki dengeyi ulusal gelir kuracaktýr. Yatýrým, üretim, gelir
, gelirin daðýlýmý, biriktirme devresi
sonunda yatýrýmlarla biriktirmeler birbirlerine eþit olurlar; eþdeyiþle devre ba
þýnda mümkün olmayan denge devre
sonunda gerçekleþir. Bu dengeyi saðlayan, klasiklerin sandýðý gibi fiyat hareket
leri deðil, gelir hareketleridir.
Keynes, Engels ve Schwabe yasalarýný da geliþtirerek, gelirlerle tüketimler aras
ýndaki iliþkilerin psikolojik
nedenlerini ilerisürer. Gelirleri artanlarýn tüketimleri de artmaktadýr, gelirle
ri azalanlarýnsa tüketimleri azalmaktadýr.
Ne var ki tüketimdeki azalma ve çoðalma, gelirdeki azalma ve çoðalmayla ayný ora
nda deðildir. Çünkü, burada,
alýþýlmýþ olan yaþama biçimini bozmamaya çalýþmak ve gelecekteki gelirin artacað
ýný ummak gibi psikolojik
etmenler rol oynar. Düþük gelirlerdeki zorunlu tüketim harcamalarý, yüksek gelir
lerdeki zorunlu tüketim
harcamalarýndan çok daha büyüktür. Örneðin yoksullar varlýklýlara göre çok daha
yüksek ev kirasý öderler; bir
varlýklýnýn örneðin gelirinin binde birini götüren ev kirasý bir yoksulun örneði
n gelirinin yüzde altmýþýný götürür.
Ulusal geliri belirleyen tüketim ve yatýrým harcamalarý arasýndaki optimal denge
yi ancak devlet belli bir çizgide
tutabilir. Öyleyse devlet, özel sektörün yetersiz bulunduðu alanlara yatýrým yap
malýdýr ki bütün üretici güçlerin
üretim alanýna sürülebilmesi (tam istihdam) gerçekleþebilsin. Az gelirli sýnýfla
rý koruyarak tüketimi artýrmak ve
böylelikle yatýrýmlara imkan hazýrlamak da devletin görevi olmalýdýr. Para mikta
rýný, gerektiðinde çoðaltýp
gerektiðinde azaltarak, ekonomiyi düzenlemek de devletin iþidir. Düþük kullanma
hallerinde devlet iþsizlere iþ
bulmalý ve bütçe harcamalarýyla iþ alanlarý açmalýdýr. Ünlü Alman tarihçisi Ýsaa
c Deutcher þöyle yazar: 1925'te
Moskova'yý ziyaret eden Keynes, Milli ekonomi yüksek konseyinde yaptýðý bir konu
þmada, Ýngiltere'deki iþsizliði
nüfusun artmasýyla açýklamýþ ve þöyle demiþti: Rusya'nýn da savaþtan önceki sefa
letinin nufus artmasýndan
ilerigelmiþ olduðunu sanýyorum. Bugün de, ölümden çok fazla doðum olduðu görülüy
or. Bu durum, Rusya'nýn
geleceði için büyük bir tehlikedir... Bu sýrada Rusya'da hala iþsizlik vardý. Am
a üç yýl sonra planlý ekonomi
baþlayýnca en büyük tehlýke'nin, tersine, insan gücü azlýðý ve nüfusun yavaþ art
masý olduðu görüldü.
Bu da, sanayileþen bir toplum ekonomisine Malthus'un ve Neo Malthuscülerin düþ
üncelerinin uygulanamayacaðýný
gösterdi (Deustcher, Troçki, Aðaoðlu Yayýnevi, çev. Rasih Güran, cilt II, s. 190
). 1943 yýlýnda Ýngiltere hükümeti
hesabýna paralarýn uluslararasý tutarlýlýðýný korumak için bir plan hazýrlamakla
görevlendirilmiþti. Keynes Planý (Fr.
Plan de Keynes, Al., Ýng. Keynes Plan) adýyla ünlenen bu plan Bretton Woods konf
eransýnda baþarýsýzlýða uðramýþ
ve reddedilmiþtir. Eksik istihdam koþullarý altýnda yapýlan uluslararasý ticaret
i tam istihdam koþullarýnda
gerçekleþtirmeyi amaçlayan bir baþka anamalcý kuramýna da Keynes'in dýþ ticaret
kuramý (Os. Keynes'in ticareti
hariciye nazariyesi, Fr. Theorie Keynesienne des changes internationaux, Al. Aus
senhandelstheorie von Keynes,
Ýng. Keynesian theory of international trade) denir. Bu kurama, gelirle yatýrým
arasýndaki belli oraný saptayan ünlü
çarpan'ýný da uygulamýþtýr. Çarpan, bir çarpma iþleminde çarpýlanýn kaç kez tekr
arlanacaðýný gösteren sayýdýr.
Keynes'e göre yatýrýmlar ulusal geliri bu katsayý oranýnda etkiler. Eþdeyiþle ul
usal gelir, yatýrýmlarýn bu çarpanla
çarpýmý kadar artar. Keynes, çarpaný saptamak için, marjinal tüketim eðiliminin
bilinmesini þart koþar. Örneðin
marjinal tüketim eðilimi 2/3 ise yani, bireyler kazandýklarý her 300 liranýn 100
lirasýný biriktirip 200 lirasýný
harcýyorlarsa bu katsayý, eþdeyiþle Keynes çarpaný 3'tür. Bu halde 500 liralýk b
ir yatýrým 500 X 3=1500 liralýk bir
ulusal gelir artýþý saðlayacaktýr. Keynes çarpanýna çoðaltan da denir. Keynesçil
ik, teksözle, tüm halkýn parasýný
anamalcýlara vermeyi ve devleti tüm varlýðýyla anamalcýlarýn hizmetine koþmayý d
ilegetirir.
Kaba ekonomi kuramlarý Keynes'le bitmiyor elbet. Kaba ekonomi düzeni sürdükçe
kaba ekonomi kuramlarý da
sürecek. Günümüzde kaba ekonomi kuramlarýnýn baþlýca temsilcisi Chicago okulu li
deri Milton Fried'man
(Doðumu: 1912)'dýr. Ýnsanýn insaný daha çok sömürmesini saðlamak için onun da ke
ndine özgü reçeteleri var.
GERÇEK AYDINLIK. ondokuzuncu yüzyýl, insanlýk tarihinde, insanýn bilimin ýþýðý
yla gerçekten aydýnlandýðý, en
üstün bir insanlaþma dönemidir. Doðayý, bilinci ve toplumu (demek ki tüm evreni)
tanýyýp bilme yöntemi ondokuzuncu
Yüzyýlda keþfedildi. Bu yöntem, eytiþim sözcüðüyle dilimize getirdiðimiz diyalek
tik yöntemdir. Bu yöntem
doðanýn, bilincin ve toplumun iþleyiþ biçiminden çýkarýldý. Doða, bilinç ve topl
um (eþdeyiþle, tüm evren)
diyalektikle iþliyordu. Öyleyse onu kavramanýn yolu da diyalektik olmalýydý. Bir
bakýma bunu ilk sezen düþünür
gene bir antikçað düþünürüdür, evrende her þeyin sonsuz bir devim (hareket) için
de bulunduðunu ilkin Herakleitos
anlamýþtý. Ne var ki bu anlayýþý bir bilgilenme yöntemine dönüþtürebilmek için d
aha pek çok yüzyýllar gerekiyordu.
Diyalektik sözcüðü Yunanca kökeninde tartýþmacýlýk anlamýnda kullanýlmaktaydý ve
soru karþýlýk yöntemiyle
oluþan tartýþmalarý dilegetiriyordu. Oysa doðal varlýklar ve düþünsel kavramlar
da, týpký bu tartýþmalarda olduðu
gibi, kendi karþýt'larýyla çatýþarak eþdeyiþle devinerek (hareket ederek) oluþuy
orlardý. Devim, evrenin her alanýnda
(doðada, bilinçte ve toplumda) karþýtlarýn birbirlerini itme (dýþýndalama) ve çe
kme (birlikte olmaya
zorlama)'lerinden doðuyordu. Örneðin bir atoma bakmalýydýk. Elektronlarý çekirde
ðin çevresinde tutan dengenin, iki
karþýt güç olan itici kinetik enerjiyle çekici elektrostatik enerjinin savaþýmýn
dan (mücadelesinden, eþdeyiþle týpký
bir tartýþmada olduðu gibi çatýþmasýndan) meydana geldiðini görürdük. Bunun gibi
, elektrik iki karþýt güçten
(negatif ve pozitif), mýknatýs iki karþýt kutuptan (kuzey ve güney) oluþur. Bunl
ardan biri olmayýnca elektrik ve
mýknatýs da olmaz. Bu karþýtlýklar ve karþýtlýklarýn çatýþmasý doðanýn hemen her
zerresinde gözlemlenebiliyordu.
Bizzat doða, yaþamla ölüm karþýtlýðýnýn savaþýmýndan oluþmuþtu. Bireyde yaþamý a
lteden ölüm, türde yaþama
altoluyordu. Birey olarak bir çiçek solup ölüyordu ama, tür olarak çiçekler yaþa
makta devam ediyorlardý. Ya
toplum, maymunumsu atalarýmýzýn doðayla savaþýmýndan oluþmamýþ mýydý? Hem bu sav
aþým (insanýn doðayla
savaþýmý) hala sürmüyor muydu ve sonsuzca sürmeyecek miydi? Toplumu geliþtiren b
u savaþým deðil miydi? Ýþte
bütün bunlar ve bunlar gibi bilimlerin ortaya koyduðu daha nice gözlemler, diyal
ektiði, bilimsel bir bilgilenme
yöntemine dönüþtürdü. Bu yöntemi meydana koyup açýk seçik sergileyen eytiþimsel
ve tarihsel özdekçi öðretidir.
Ondokuzuncu yüzyýlýn bu gerçek ve büyük aydýnlýðýna ulaþýlýncaya kadar doðabil
imleri olgularý tek tek toplayýp
sýnýflandýrýyordu. Bir nesneyi tanýmak için onu baþkaca bütün nesnelerden koparý
p ayýrmak gerekiyordu. Olaylarý
ayrý ayrý ve tüm iliþkilerinin dýþýnda ele almak alýþkanlýðý böylece doðmuþtu. B
u, bir tarihsel zorunluktu ve bilimin
ilk evrelerinde az çok yararlý da olmuþtu. Ne var ki bu metafizik yöntem, tek te
k aðaçlarla uðraþýrken ormaný
göremiyordu ve doðasal toplumsal karmaþýk süreçlerin açýklanmasýnda baþarýsýz ka
lmaya mahkumdu. Metafiziðin
olaylarý ayrý ayrý ve tüm iliþkilerinin dýþýnda ele alma yöntemi, olaylarýn nede
nlerinin anlaþýlmasýný, evrimlerini,
kendilerinden farklý baþka nesnelerden nasýl çýktýklarýný ve nereye yöneldikleri
ni; kendilerinden, tümüyle farklý
daha ne gibi olaylar ve nesneler türeyeceðini bilmeyi kesinlikle engelliyordu.
Metafizik yöntem, en yeni kullanýmlarýnda bile, nesne ve olaylarý asla deðiþme
miþ ve deðiþmeyecek bir nitelikte
görür. Bundan ötürü de zorunlu olarak varolaný, eþdeyiþle eski'yi savunur ve var
laþmakta olan yeni'nin karþýsýna
dikilir. Buysa bilginin bütün alanlarýnda tutucu bir davranýþtýr ve bilimdýþýdýr
. Bu yüzdendir ki metafizik, çaðdaþ
anlamýnda, ilerici diyalektiðin karþýsýnda gericiliði simgeler.
Doðasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular eytiþimsel geliþme yasalarýyla o
luþur. Öyleyse bu oluþmayý anlamak
için ona eytiþimsel yöntemle yaklaþmak zorunludur. Eytiþim, bu yüzden, geliþmeni
n yasasý olduðu kadar, onu
inceleme yöntemidir. Ayný zamanda, inceleme ve bilme yöntemi olduðu kadar, gerçe
kliði deðiþtirme yöntemidir.
Çünkü oluþmanýn nasýl gerçekleþtiði bilinince o oluþmayý nasýl incelemek ve o ol
uþmayý deðiþtirmek için ne türlü
davranmak gerektiði de bilinir. Herhangi bir olgunun incelenmesinde eytiþimsel y
öntemi kullanmak, o olguya
eytiþimsel bilgilerle bakmak demektir. Bu bilgiler, metafizik ve mekanik bilgile
rin tam karþýtý olan bilgilerdir.
Eytiþimsel kavrayýþ, çok yönlü bir kavrayýþtýr; bu yüzden de formüllere baðlanýp
reçetelenemez. Her þeyden önce
metafizik ve mekanik düþünme alýþkanlýðýndan kurtulmak gerekir, bunun için de ey
tiþimin iyice bilinmesi baþlýca
koþuldur. Doðayý, tarihi ya da bilinçsel etkinliðimizi incelediðimiz zaman hiçbi
r þeyin olduðu gibi ve olduðu yerde
kalmadýðýný, her þeyin deðiþip geliþtiðini görürüz. Ýliþkiler, tepkiler, deðiþme
ler ve bileþimlerle karþýlaþýrýz. Her
örgensel varlýk her an hem aynýdýr, hem ayný deðildir. Her an dýþardan saðlanmýþ
maddeleri özümler ve baþka
maddeleri dýþarý atar, öyle ki her an kendisidir ve gene de kendisinden baþka bi
r þeydir. Daha yakýndan incelenince
bir karþýtlýðýn iki ucunun, örneðin olumluyla olumsuzun, karþýt olduklarý kadar
ayrýlmaz ve karþýtlýklarýna raðmen
birbirleriyle iç içe olduklarýný görürüz. Bunun gibi, nedenle sonucun ancak tek
olaylarda geçerli kavramlar
olduklarýný, oysa o tek olayý evrenin bütünüyle olan genel iliþkisi içinde düþün
ünce birbirleriyle rastlaþtýklarýný ve
sürekli olarak yer deðiþtirdiklerini; evrensel etki ve tepkiyi göz önüne aldýðým
ýz zaman nedenle sonucun birbirine
karýþtýðýný, burada sonuç olan þeyin orada neden ve orada neden olanýn burada so
nuç olduðunu anlarýz. Böylesine
süreçlerin hiçbiri metafizik yöntemin çerçevesine giremez. Oysa eytiþim yöntemi,
nesneleri ve onlarýn
betimlenmelerini, düþüncelerini; iliþkileri, sýralanmalarý, devimleri, baþlangýç
larý ve bitimleri içinde kavrar: Doða,
eytiþimin kanýtýdýr ve metafizik olarak deðil eytiþimsel olarak iþler. Doðada hi
çbir þey kalktýðý yere dönen bir
çemberin deðiþmezliðinde devinmez, tersine, gerçek bir tarihsel evrimle devinir.
Yöntem belli bir amaca varmak
için izlenmesi gereken ilkeleri saptar.
Doðru düþünme ve doðru uygulama amacýna da bunu saðlayabilecek bir yöntemle va
rýlýr. Eytiþim yöntemi
bilimseldir ve bilimlerin geliþmesiyle oluþmuþtur, metafizik yöntemse kurgusaldý
r ve kurgusal soyutlamalarla
oluþmuþ, hiçbir zaman da bilimlerle baðdaþamamýþtýr. Eytiþimsel inceleme somutta
n soyuta ve sonra yeniden
somuta varan bir yol izler. Eytiþimsel yöntem, parçalarýný da tanýyarak bütünü d
aha iyi tanýmak için en soyuta
indiði evrede bile doða ve son çözümlemede doðanýn ürünü olan toplum ve insan bi
linci olay ve olgularýný: 1-
bütünsellikleri, 2- çok yanlýlýklarý, 3- baðýmlýlýklarý, 4- devimsellikleri, 5-
çeliþmeleri, 6- deðiþkenlikleri, 7.
geliþkenlikleri içinde inceler. Eytiþimsel yöntemle inceleme önce bu olgu ve ola
ylarý tanýyýp bilmeyi (bilim), sonra
onlar üstünde doðru düþünmeyi (kuram), daha sonra da bu doðru düþünmenin sonucu
olarak doðru uygulamayý
(kýlgý) gerçekleþtirir. Bilimsel veriler göstermiþtir ki doða, toplum ve bilinç
eytiþimsel olarak iþlemektedir; öyleyse
bunlarýn olay ve olgularýný incelemek için bunlara ayný yöntemle, eþdeyiþle eyti
þimsel bir düþünüþle yaklaþmak
gerekir. Eytiþimsel olarak iþleyen doða, toplum ve bilinç olaylarýna onlara ters
düþen metafizik yöntemle
yaklaþýlamaz. Doða, toplum ve bilinç olaylarýný eytiþim yöntemiyle tanýmak, onla
r üstünde düþünmek ve onlarý
insansal eylemle etkileyebilmek için: 1- Onlarý somut bütünlükleriyle ele almak
gerekir. Soyutlama, ancak, onlarý
parçalarýnda da tanýyarak bütünlüklerini daha iyi tanýmak için yapýlýr. Onlarýn
gerçek bilgisi bu soyutlamanýn
yeniden somutlanmasýyla elde edilir. 2- Onlarý bütün yanlarýyla ele almak gereki
r. Her olay ve olgu çok yanlýdýr,
tek yanýný tanýmakla bütünü tanýnamaz. 3- Onlarý baðýmlýlýklarý içinde ele almak
gerekir. Her olay ve olgu,
baþkaca birçok olay ve olgularla baðýmlýdýr. Bu baðýmlýlýklarýndan kopararak onu
incelemek, onun tanýnmasýný
olanaksýz kýlar. 4- Onlarý devimlilikleri içinde ele almak gerekir. Her olay ve
olgu devimseldir. Geçmiþi, þimdisi ve
sonrasý vardýr. Bu, her olay ve olgunun bir tarihi olduðunu dilegetirir. Hiçbir
olay ve olgu geçmiþinden koparýlarak
ve sonrasýna baðlanmadan tanýnamaz. 5- Onlarý çeliþmeleri içinde ele almak gerek
ir. Devimselliði, gerçekleþtiren
çeliþmedir. Neyle, neden, nasýl ve hangi yöne doðru çeliþtiði bilinmeyen hiçbir
olay ve olgu tanýnamaz. 6- Onlarý
deðiþkenlikleri içinde ele almak gerekir. Tüm olay ve olgular, kimi yavaþ kimi h
ýzlý, ama tümü de sürekli olarak
deðiþirler. Bu deðiþkenlik, devimselliðin zorunlu sonucudur. Onlarý deðiþmez ola
rak ele almak tanýnmalarýný
olanaksýz kýlar. 7- Onlarý geliþkenlikleri içinde ele almak gerekir. Geliþme, de
vim ve deðiþmenin zorunlu sonucudur.
Olay ve olgularýn deðiþmeleri basitten karmaþýða, alttan üste ya da aþaðýdan yuk
arýya, az geliþmiþten daha geliþmiþe
doðru geliþen bir süreç izler. Onlarý bu geliþmelerinin dýþýnda ve geliþmez olar
ak ele almak tanýnmalarýný olanaksýz
kýlar. Bu ilkeleri tersine çevirmekle metafizik yöntemin ilkeleri elde edilir ve
metafizik yöntemin geniþ
araþtýrmalardaki tüm yanýlgýlarýnýn nedeni de kolaylýkla anlaþýlmýþ olur. Eytiþi
m yöntemi doða, toplum ve bilinç
olaylarýný tanýmanýn ve onlar üstünde düþünmenin yöntemi olduðu kadar onlarý deð
iþtirmenin ve yeniden kurmanýn
da yöntemidir. Yöntemin bu niteliði, olgularý bütünüyle tanýmasý ve bilmesi sonu
cudur. Ancak bilinen
deðiþtirilebilir, bilinmeyen deðiþtirilemez. Bundan baþka doða, toplum ve bilinç
olaylarýný deðiþtirme iþlemi bir
bakýma zorunludur da. Doða, toplum ve bilincin bizzat kendileri her an bilinçli
insan pratiðiyle deðiþtirilmekte ve
insansal yaþama daha elveriþli biçimlere dönüþtürülmektedir. Deðiþtirmenin yönte
mi olan eytiþimsel yöntem bu
yüzden yenici ve ilerici, bunun tam karþýtý olan deðiþmezliðin yöntemi metafizik
yöntemse bu yüzden tutucu ve
gericidir. Eytiþim yöntemi tüm inceleme ve gözlemlerinde eytiþimin üç temel geli
þme yasasýný (karþýtlarýn birliði ve
savaþý, nicelikten niteliðe ve nitelikten niceliðe geçiþ, olumsuzlanmanýn olumsu
zlanmasý yasalarýný) daima göz
önünde tutar, onlarýn bilgisiyle olay ve olgulara egemen olur.
Eytiþimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin büyük baþarýlarýndan biri de üç evren
sel (evrenin her alanýnda; doðada,
bilinçte ve toplumda geçerli olan) yasayý keþfetmiþ ve meydana koymuþ olmasýdýr.
Bu üç yasanýn keþfi, evrenin
bütün oluþma ve geliþme sýrlarýný aydýnlatmýþtýr. Ama, önce, yasa nedir? Bunu da
iyice bilmemiz gerekiyor. Yasa,
doðasal ve toplumsal bütün olgularýn doðal geliþmelerini belirleyen temel iliþki
lerini dilegetirir. Doðanýn düzenli
iþleyiþinin birtakým yasalara baðlý olduðu ilk düþüncelerce de sezilmiþti. Toplu
mun da doða gibi nesnel yasalarla
geliþtiði tarihsel özdekçilikle keþfedildi. Metafizik düþünce doðanýn düzenli iþ
leyiþini bir önceden belirlenme sayar
ve bunu birtakým doðaüstü güçlere baðlar. Dinsel düþünce bu açýdan metafizikten
daha açýktýr, metafiziðin çeþitli
varsayýmlarýný tek bir tanrý varsayýmýnda özetler. Yasa anlayýþý, antikçað düþün
celerinde kader anlayýþýyla
karýþmýþtýr ve törebilimsel kural (Os. Kaide, Fr. Regle, Al. Regel, Ýng. Rule, Ý
t. Regola)'la ilgili kýlýnmýþtýr...
Kanon sözcüðü Yunancadýr ve örnek, yöntem anlamlarýný dilegetirir. Ýslam düþünür
leri bu terimi Yunanlýlardan
almýþlar ve kanun deyiþiyle kural ve ilke terimleriyle anlamdaþ kýlmýþlardýr. Os
manlý düþünürleri Araplardan
aldýklarý bu terime yasa anlamýný vermiþler ve asýl yasa anlamýný dilegetiren Yu
nanca nomos sözcüðünden
Arapçaya namus sözcüðüyle geçen terimi de törebilimsel bir anlama çekmiþlerdir.
Epikurosçular bu sözcüðü mantýk
anlamýnda kullanmýþlardýr. Çoðunlukla örneklik edecek ve yöntem gösteren toplama
lar bu terimle dilegetirilir.
Örneðin Roma imparatorluk çaðý baþlangýcýnda örneklik edecek on söylevciyi (Anti
phon, Andokides, Lysias,
Ýsokrates, Ýsaios, Demosthenes, Lykurgos, Hypereides, Aiskhines, Deinarkhos) top
layan listeye Attika söylevcileri
kanonu denir. Katolik kilisesinin buyruk ve kararlarý da kanon hukuku (Fr. Droit
canon, Al. Kanoniches Recht, Ýng.
Canon Law, Ýt. Diritto canonico) adý altýnda toplanmýþtýr. Ýngiliz düþünürü John
Stuart Mill, mantýðýnda saptadýðý
beþ tümevarým kuralýna tümevarýmsal felsefenin gerçek kanonlarý (Ýng. The true C
anons of inductive philosophy)
der. Leibniz bu terimi genel kurallar anlamýnda kullanmýþtýr. Kant da þöyle der:
Kanon terimiyle, bilgi güçlerinin
pratik kullanýlýþýný saptayan önsel ilkelerin topunu dilegetiriyorum. Görüldüðü
gibi, spekülatif felsefe, doðasal ve
tarihsel olaný kendi alanýna, düþünsel ve mantýksal olana çekmiþ bulunmaktadýr.
Tarihsel olan, nesnelerin yasalý
(doðal ve toplumsal yasalarla) geliþmesi; mantýksal olan, düþüncenin yasalý (man
týk yasalarýyla) geliþmesidir.
Eytiþimsel özdekçilik, bu ikisinin sýký iliþkisini ve baðýmlýlýðýný meydana ko
ymuþtur. Tarihselle mantýksal
eytiþimsel bir birliktir, her ikisi de birbirini içerir. Mantýksal (Os. Mantýki,
Fr. Logique), kuramsal olarak
belirtilmiþ tarihsel, tarihsel (Os. Tarihi, Fr. Historique) somut olarak belirmi
þ mantýksaldýr. Bu birliktelik, geliþme
sürecinde, öznelle nesneliin, eytiþimsel birliðini de meydana koyar. Nesnel yasa
lara baðlý olan insansal eylem öznel
amaçlar taþýr, böylelikle yasalarýn nesnelliðine öznel bir yan da eklenmiþ olur.
Felsefesel yasa kavramý, eytiþimsel
ve tarihsel özdekçilik öðretisiyle açýklanmýþtýr. Nesnel gerçekliðin bütün alanl
arýnda; inorganik doðada, organik
doðada, toplumda, düþüncede iþleyen çeþitli yasalar vardýr. Bütün bu yasalarýn o
rtak özellikleri felsefesel yasa
kavramýnda özetlenirler. Felsefesel bir ulam olarak yasa; nesnel gerçekliðin nes
ne, olay ve olgularý arasýnda ve
bunlardan herhangi birinin çeþitli yanlarý arasýnda, onlarý geliþtiren zorunlu,
nedensel ve nesnel iç iliþkidir. Yasa
iliþkisi, nesnel gerçekliðin çeþitli iliþkilerinin en temel olanýdýr. Rastlantýs
al, geçici, ayrýntýlara özgü ve dýþsal bir
iliþki deðildir. Dýþsal iliþkiler, felsefesel koþul ulamýyla dilegetirilir. Yasa
larýn iþlemesi için koþullar gereklidir,
ama hiçbir koþul içsel yasa olmaksýzýn nesne ve olgularý geliþtiremez (eþdeyiþle
; oluþturamaz). Örneðin bir
yumurtanýn içinde civcivin oluþmasý için ýsý (dýþsal koþul) gerekir; ama ýsý, iç
inde yaþambilimsel bir süreç (içsel
yasa) bulunmayan bir taþý civcivleþtiremez. Her yasa, belli bir anlamda evrensel
dir; eþdeyiþle, belli bir sýnýf, olgu
ya da olayýn, sadece bir bölümü için deðil, tümü için geçerlidir. Bundan ötürüdü
r ki yasanýn ayrallýðý (istisnasý)
yoktur. Örneðin, bir cismin kapasitesiyle direnci arasýndaki iliþkiyi ortaya koy
an Arþimed yasasý, sývý
içine konulan her cisim için geçerlidir. Evrende, sývý içine konulup da bu yasan
ýn geçerliði dýþýnda kalan hiçbir
cisim yoktur. Bundan ötürüdür ki Engels, yasa, doðadaki evrenselliðin biçimidir
der. Nesneler, olgular ve olaylar
nesnel olarak (insan bilincinden, isteðinden ve iradesinden baðýmsýz olarak) var
olduklarý için, bunlarýn içsel
iliþkileri olan yasalar da nesneldirler. Ýnsanlar tarafýndan yaratýlamaz ve yoke
dilemezler. Ne var ki insanlar, bu
yasalarýn bilgisini edinmekle, yasalarýn iþlemesi için gerekli bulunan dýþsal ko
þullarý hazýrlayarak ya da yokederek
bu yasalara egemen olabilirler; eþdeyiþle onlarýn iþleyiþini daraltýp geniþleteb
ilirler, yavaþlatýp hýzlandýrabilirler.