You are on page 1of 427

ORHAN HANÇERLÝOÐLU

Dört Bin Yýllýk Düþünce, Sanat ve Bilim Tarihinin Klasik Yapýtlarý Üzerine Ele
þtirel Ýnceleme
6. Basým
Remzi Kitabevi
BÜYÜK FÝKÝR KÝTAPLARI DÝZÝSÝ, 8
Altýncý Basým, Eylül, 1995
YAZARIN ÖTEKÝ YAPITLARI
KARANLIK DÜNYA (Roman)
BÜYÜK BALIKLAR (Roman)
ÝNSANSIZ ÞEHÝR (Hikayeler)
OYUN (Roman)
EKÝLMEMÝÞ TOPRAKLAR (Roman)
ALÝ (Roman) (TDK Edebiyat Ödülü)
KUTU KUTU ÝÇÝNDE (Roman)
YEDÝNCÝ GÜN (Roman)
BORDAMIZA VURAN DENÝZ (Roman)
BAÞKA DÜNYALAR (3 Roman)
BÜTÜN ROMANLARI (Toplubasým, 2 cilt)
MUSAHÝPZADE CELAL (Ýnceleme)
ERDEM DÜÞÜNCESI (Düþünce Tarihi'nin 1. cildi)
MUTLULUK DÜÞÜNCESÝ (Düþünce Tarihi'nin 2. cildi)
ÖZGÜRLÜK DÜÞÜNCESÝ (Düþünce Tarihi'nin 3. cildi)
FELSEFE SÖZLÜÐÜ
FELSEFE ANSÝKLOPEDÝSÝ (Kavramlar-Akýmlar, 7 cilt)
FELSEFE ANSÝKLOPEDÝSÝ (Düþünürler, 2 cilt)
EKONOMÝ SÖZLÜÐÜ
TÝCARET SÖZLÜÐÜ
ÝNANÇ SÖZLÜÐÜ
ÝSLAM ÝNANÇLARI SÖZLÜÐÜ
RUHBÝLÝM SÖZLÜÐÜ
TOPLUMBÝLÝM SÖZLÜÐÜ
TÜRK DÝLÝ SÖZLÜÐÜ
Remzi Kitabevi A.Þ.
Selvili Mescit S. 3 34440 Caðaloðlu-Ýstanbul
Tlf: 5116916-5220583, Fax: 5229055
BÝRÝNCÝ BASKIDAN ÖNCE
Bu yapýt; erdem, mutluluk ve özgürlük üstüne yaptýðým çalýþmalardan meydana ge
lmiþtir. Bu kavramlarý
incelemeye giriþtiðim yýllarda böylesine bir bütünlemeyi düþünmemiþtim. Ne var k
i her üç kavramýn da tarihsel
serüveni zorunlu olarak birbirlerine baðlýydý ve sonunda kaynaþtýrýlmalarý gerek
iyordu. Elinizdeki yapýt, bu gereðin
ürünüdür.
O. H.
ÜÇÜNCÜ BASKIDAN ÖNCE
Daha önce söylediðim kaynaþtýrma iþlemini bu baskýda geliþtirmeye çalýþtým. Öze
llikle Kant, Comte,
Hegel gibi düþünürlerin sunulmasýnda ayrýntýlara girmek gereðini duydum. Buna ka
rþý, kimi düþüncelerin de
gereksiz ayrýntýlarýný ayýkladým. Amacým, yapýtý daha bir derleyip toplamaktý. Ö
ðrenmek benim mutluluðumdur.
Öðrendiklerimi özetleyip yayýmlarken bu mutluluðu okurlarýma da aktarmak istemiþ
tim. Ataç ustanýn bir zamanlar
dediði gibi; pek büyümsemeyin, ama pek de küçümsemeyin, yeter.
O. H.
BU BASKIDAN ÖNCE
Bir roman rahatlýðýyla okunmasýný istiyordum. Yeniden düzenledim ve geliþtirdi
m. Kimi ayrýntýlardan
vazgeçemedim, daha iyi açýklayabilmek için yeni ayrýntýlara da girdim. Düþünceni
n tarihi, insanlaþma
sürecinin de tarihidir. Yýllarca önce yaptýðým çalýþmalarýn zorlamasýyla giriþti
ðim bu öykü, anlatýlmasý kolay bir
öykü deðildi. Eksiklerim var belki. Ama bunca yýllýk çalýþmanýn sonunda bir þey
öðrendim: Eksiksiz
ve yanýlgýsýz bir yapýt yazmak olanaksýz. Bizler nasýl bizden öncekilerin eksikl
erini gidermeye çalýþmýzsak bizden
sonrakiler de bizim eksiklerimizi giderirler, yanýlgýlarýmýzý düzeltirler. Gelec
ek kuþaklarýn çok daha geliþmiþ
bilgilerine güvenerek hiçbir kuþku duymadan yayýnlýyorum bu yapýtý. Elimden gele
ni yaptým.
O. H.
ÝÇÝNDEKÝLER
Gök Boþluðunda Bir Dünya
Suda Bir Hücre
Yaþamak
Yeryüzünde Bir Ýnsan
Ýnsanda Bir Korku
Korkuda Bir Kavram
Kavramda Giz
Altýnçað
Özdeði Biçimlendiren Marduk
Tanrýlara Kafa Tutan Kral
Ölüler Kitabý
Evren-Tanrý
Aydýnlýk ve Karanlýk
Eloah'lar Arasmda Bir Yahova
Antikçað
Zeus
Dionysos
Apollon
Eros
Anteros
Aphrodite
Psykhe
Pan
Prometheus
Pandora
Uyum
Ýlk Fizikçiler
Kutsal Matematik
Karanlýklar Ýçinde Ýlk Iþýk
Gök Boþluðunda Bir Zeka
Düþsel Varsayýmlar Baþlýyor
Büyük Öðütçüler
Mutluluk Köpeklikte
Mutluluk Keyfetmede
Alýnyazýsý
Düþsel Bir Evren
Öðütler Yetmeyince
Her Ýþe Yarayan Erdem
Theos ve Theoria
Þüphe
Çiçekli Bir Bahçe
Direkler Arasýnda Bir Galeri
Baba ve Oðlu
Gerekli Olan
Ýki Kurum
Ýlk Kavga
Ýki Kavram
Dinsel Bireþim
Tanrýya Götüren Üç Yol
Üç Üçüzlüler
Ortaçað
Bütün Bunlar Yetmeyince
Ýslam ve Düþüncesi
Tasavvuf
Ýnsanýn Ýnsanla Savaþý
Ýnsanýn Kendisiyle Savaþý
Yenidendoðuþ
Ýnsan ve Deliliði
Ayna
Bre Zavallý Ýnsan
Ütopya
Pasifik Okyanusunda Bir Ada
Güneþ Ülkesi
Atina'lý Timon
Düþünüyorum, Demek ki Varým
Karýnca'yla Yaban Keçisi
Tap ve Ýste
Boþ Kaðýt
Her Þey Ýyidir
Yaþasýn Bencillik
Defolun Aþk ve Öcalma Duygularý
Aydýnlýk, Ama Kaç Mumluk?
Sakal Býrakma Özgürlüðü
Metafiziðe Karþý Fizik
Usun Sýnýrlarý
Krallýk Etmekten Býkýlýr mý?
Heykel
Ben
Ben Olmayan
Evrensel Ruh
Nane Ruhu
Taþý Parçalayan Mantar
Evet Diyen Ýnsan
Doktor Jekyll ve Mister Hyde
Üçüncü Yol
Her Þey Benim Ýçin
Öyleyse Yararlanalým
Suç ve Cezasý
Aþk
Kazýk
Kaba ya da Ham
Kaba Ekonomi
Gerçek Aydýnlýk
Bilgi
Ýnsandýþý
XX'nci Yüzyýl Çalparalarla Baþlýyor
Çalpara Orkestrasýnýn Þefi
Çocuklar Ýçin Özgürlük
Bilincin Altý ya da Dýþý
Aþaðýlýk Duygusu
Bilimi de Býrakýn
Keyfinize Bakýn
Olmak ya da Olmamak
Saçma
Varlýðýn Bilimi
Varmýþ Gibi
Varsayým
Metafiziðe Karþý Metafizik
Hayýr Diyen Ýnsan
Ýnsan Artýk Sade Ruh
Ýnsan Uzayýn Derinliklerinde
Biraz Daha Öðüt
Mutlu Olmak Ýçin Daðlara Týrmanmak Gerek
Mavi Kuþ
Evrenimiz Kýrmýzýya Kayýyor
Öðüt Dinlemeyen Ýnsan
GÖK BOÞLUÐUNDA BÝR DÜNYA. Milyonlarca yýl önce, gök boþluðunda sýcak bir gaz b
ulutu belirdi. Bu bulut,
uzun bir geliþme sonunda dünyamýz olacak. Biz insanlar, acý ve tatlý bütün serüv
enlerimizi onun üstünde
yaþayacaðýz: Öykümüz, güneþin parlak ýþýklarý altýnda renklenen bu bulutla baþlý
yor. Sýcaklýðýn bulutumuzdaki
hidrojen ve oksijen bireþimini göðe uçurduðunu varsayýyoruz. Yaþamýmýzýn gerçekl
eþmesi için gereken su kalýn bir
bulut halinde dünyamýzý çevrelemiþ olmalý. Yoksa dünyamýz soðuyamazdý. Bu, öyles
ine kalýn bir buluttu ki güneþ
ýþýnlarýnýn dünyamýza ulaþmasýna engel oluyordu. Dünyamýz karanlýktý, bundan ötü
rü de soðumasý hýzlanmýþtý.
Soðuma, milyonlarca yýl sürmüþtür herhalde. Isý, kaynama derecesinin altýna düþt
üðü zaman, dünyamýzý çevreleyen
bulut saðanaklar halinde boþanmaya baþlamýþtýr. Böyle olmasaydý suyu nereden bul
abilirdik? Dünyamýzdaki
boþluklar sularla dolmuþtur. Yaðmurlarýn tuzsuz olduðunu biliyoruz. Tuz, okyanus
lara, uzun jeolojik çaðlar
boyunca kara parçalarýndan taþýnmýþtýr: Ýnsan tohumlarýnýn varlaþabilmesi için t
uzlu sular gerekiyordu.
SUDA BÝR HÜCRE. Canlýlýðýn gerçekleþebilmesi için hücre (cellule) yaþamýna elv
eriþli bir ortam oluþmalýydý.
Ýþte, canlýlýðýn ilk adýmý olan hücre, okyanuslarýn bu tuzlu sularýnda gerçekleþ
miþ olmalý. Bilgin Oparin,
hidrokarbonlarýn, tuzlu suyun etkisiyle inorganik karbon bileþimlerinden meydana
geldiðini tanýtlamýþ bulunuyor.
Okyanuslarda erimiþ olarak bulunan hidrokarbonlarýn birbirleriyle birleþerek git
tikçe daha geliþmiþ bileþikler
meydana getirmiþ olmalarý düþünülebilir. Kimya laboratuvarlarýnda yapýlabilen bu
bileþiklerin, geniþ okyanus
laboratuvarlarýnda da yapýlabileceði yadsýnamaz. Bu bileþiklerin içinde, canlýlý
ðýn temel özdeði olan proteinler de
vardýr. Proteinler, amino asitler denilen çok küçük parçacýklardan meydana gelmi
þlerdir. Ýçlerinde karbon, hidrojen,
oksijen, azot ve kimi durumlarda da fosfor ve kükürtlü elementler bulunur. Canlý
lýðýn en gerekli özdeði olan
enzimler de proteinlerden baþka bir þey deðildirler. Canlý hücrenin plazmasýnýn
büyük bölümü proteindir. Bütün
canlý organizmalarýn bileþimini meydana getiren bu canlý özdeðe protoplazma deni
r. En küçüðünden en büyüðüne
kadar bütün canlýlar, içlerinde protoplazma bulunan hücrelerden dokunmuþtur.
YAÞAMAK. Yaþamak, devimlilik (hareketlilik) demek. Taþýyla topraðýyla, göðüyle
yýldýzýyla tüm evren
yaþamakta. Ama biz insanlar bu deyimi, gözlerimizle görebildiðimiz kýmýltýlar öl
çüsünde kullanmýþýz. Bitkilerle
hayvanlarý canlý, bunlarýn dýþýndaki tüm nesneleri cansýz saymýþýz. Öyle olsun.
Biz de, gerçekte henüz bir baþlangýç
olduðu halde bizlere pek uzun gelen insanlýk serüvenimizde bu yanlýþ anlamý sürd
üreceðiz. Bu anlamda yaþam,
protein özdeðinin varlýk biçimidir ve bütün gizleri çözümlenmiþtir: Yaþam, bir ö
zdeðin (maddenin) baþka bir
özdekten bir þeyler almasý ve baþka özdeklere bir þeyler vermesiyle gerçekleþiyo
r. Canlanma, böylesine bir
alýþveriþle baþlamaktadýr. Bu alýþveriþi saðlayan da doðanýn yansýma (in'ikas, r
eflexion) özelliðidir. Doðada her
nesne baþka nesneleri yansýtýr ve baþka nesnelerde yansýr. Cansýz doðada bu yans
ýma, örneðin suyun güneþi
yansýtmasý ve güneþin suda yansýmasý gibi, pasif bir olgudur. Bu pasif yansýma,
uzun bir geliþme süreci sonunda,
protein özdeðinde aktif bir yansýmaya ulaþmýþtýr. Protein özdeði, artýk çevresin
in etkilerine aktif tepkiler göstermeye
baþlýyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak zorunda bulunduðu bir enerji harcý
yor. Demek ki bu enerjiyi
çevresinden geri alma yeteneðini oluþturmaktan baþka çýkar bir yolu yok. Protein
özdeðinin çevresiyle bu sürekli
özdek alýþveriþi mayalanma (fermentation) özelliðini oluþturmuþtur. Mayalanma da
, zorunlu olarak, metabolizma
(deðiþtirme ve dönüþtürme) olayýný gerçekleþtiriyor. Metabolizma çeliþkili bir s
üreçtir, hem özümler hem ayrýþtýrýr.
Bir yandan besinsel özdekler canlý dokulara dönüþtürülürken, öbür yandan canlý d
okular cansýz özdeklere
dönüþtürülür. Soðuyan gaz bulutundaki o güzelim yaþam, böylelikle baþlar: Cansýz
doðadaki yansýma, bu canlý
organizmanýn oluþumuyla yaþambilimsel (biyolojik) bir yansýmaya, uyarýlganlýða (
tenbih yeteneðine) dönüþmüþtür.
Canlý organizmanýn geliþmesi, zamanla, daha yüksek bir yansýtma biçimi olan duyu
m (ihsas)'larý oluþturacaktýr.
Giderek, çok daha yetkin bir yansýtma aracý olan sinir sistemleri meydana gelece
ktir. Canlý organizmanýn en
geliþmiþ biçimi olan insandaysa düþünme ve bilgi edinme süreci, çok özelleþmiþ b
ulunan bu sinirler aracýlýðýyla
baþlar. Ýnsanýn dýþýnda bulunan tüm nesnel gerçeklik bu sinirler aracýlýðýyla ya
nsýr ve bilgileþir. Ne var ki, kýsaca
özetlediðimiz bu pek açýk ve yalýn sonuca varmak için, yüzlerce bilginin bilimse
l çabalarý ve bulgularý gerekmiþtir.
YERYÜZÜNDE BÝR ÝNSAN. Taþlardan, topraklardan, madenlerden; bitkilerden, hayva
nlardan insana kadar
gelen bu süreç, ne türlü bir süreçtir? Bu akýl durdurucu görünümün altýnda yatan
nedir?
Þimdi artýk bu çok yalýn doða yasasýný açýk seçik biliyoruz. Milyonlarca yýl s
üren bu dramatik serüvenin altýnda
yatan, doðanýn evrensel evrim yasasý'dýr. Ama bu yasayý bilimsel olarak açýklaya
bilmek için Charles Darwin (1809-
1882) gibi bir bilgin gerekiyordu.
Öküze, korunmasý için, boynuz verilmiþ. Ya mürekkepbalýðý korunmayacak mý? Onu
n da boyasý var.
Mürekkepbalýðý öylesine boyar ki suyu, saldýranlar ne etseler onu bulamazlar. Bo
ynuzsuz, boyasýz tavþan da çevik
bacaklarýna güvenir. Kuþlar kanatlanýp uçarak kendilerini kurtarýrlar. Ya boynuz
suz, boyasýz, kanatsýz, hantal
bacaklý insan? Onu da usu (aklý) koruyacak. Ýyi ama neden kimine boynuz, kimine
boya, kimine çevik bacak,
kimine kanat, kimine us? Örneðin bütün varlýklar boynuzlu olamazlar mýydý?
Bu soruya Darwin'den çok önce Fransýz bilgini Jean Lamarck (1744-1829) karþýlý
k vermiþti: Hayýr, olamazlardý.
Çünkü her varlýk; içinde varlaþtýðý özdeksel koþullara göre oluþuyordu. Ne türlü
koþullar içindeyse o türlü olmak
zorundaydý. Kuþu varlaþtýran koþullar çevik bacaklarý gerektirmediði gibi öküzü
varlaþtýran koþullar da usu
gerektirmiyordu. Gereksinme (ihtiyaç) organ yaratmaktaydý. Buna karþý, artýk ger
eksenmeyen organlar da köreliyor
ve ortadan kalkýyorlardý. Ortamýn zorlamasýyla meydana gelen özellikler kalýtýml
a kuþaklardan kuþaklara geçiyor,
geçerken daha da geliþiyorlardý. Örneðin zürafa, önceleri otla beslendiði için n
ormal boyunlu ve normal bacaklý bir
hayvandý. Yaþadýðý çevre çölleþince baþka bir çevreye geçerek yiyeceðini yüksek
dallardan saðlamak zorunda
kalmýþtý. O yüksek dallara eriþebilmek için de zorunlu olarak bacaklarý ve boynu
uzamýþtý.
Ne var ki bu karþýlýk evrimi açýklamaya yetmiyordu. Daha baþka ve haklý sorula
rý da karþýlayabilmek gerekiyordu.
Çevresel koþullarýn etkisiyle varlaþan özellikler nasýl oluyor da kuþaklardan ku
þaklara geçebiliyordu? Ortam adý
verilen bilinçsiz bir güç bu kadar düzenli ürünler meydana getirebilir miydi?
Darwin'in büyük önemi, bu sorularý bilimsel olarak karþýlamasýndadýr. Darwin
bu alana bol sayýda bilimsel
kanýtlar getiriyor. Kendinden önce bu alanda çalýþan Lamarck, Diderot, Robinet,
Charles de Bonnet vb. gibi
evrimcilerin kuramsal varsayýmlarýný düzeltiyor ve bilimsel olarak doðruluyor. Ö
zellikle Lamarck'ýn soyaçekim ve
çevreye uyma varsayýmlarýný yepyeni doðal ayýklama ve yaþama savaþý bulgularýyla
güçlendiriyor. Darwin'e göre
yaþam kasýrgasý içinde ancak yaþama gücü olanlar canlý kalýrlar ve türlerini sür
dürürler. Bu, bir doðal ayýklanma ya
da doðal seçme (selection naturelle)'dir. Yaþama savaþýnda ayakta kalanlar belli
özellikler gösterenlerdir. Bu
özellikler, soyaçekimle yeni kuþaklara geçmektedir, hem de daha geliþerek. Bitki
ve hayvan yetiþtirenler kuraldýþý
(müstesna) özellikler gösterenleri birbirlerine aþýlaya aþýlaya yeni türler elde
ederler. Ýnsanlarýn bile yapabildiði bu
aþýlamayý doða daha kolaylýkla ve doðal olarak yapmaktadýr.
Gerçekten de, bu seçim, doðumdan önce baþlamaktadýr. Örneðin bir insan yaratma
k için iki yüz yirmi beþ milyon
erkek tohumu sekiz saat süren bir yarýþa giriþirler. Kadýn yumurtasý karanlýk bi
r köþede gizlenmiþtir. Ýki yüz yirmi
beþ milyon yarýþçý arasýndan hangisi amaca daha önce varýr, yumurtayý gizlendiði
köþede bulabilirse, doðacak
çocuðu o meydana getirecektir. Kazanan, en güçlüdür. Çünkü, en iyi koþucu, en iy
i bulucu ve en iyi delici olarak üç
sýnavda da baþarýya ulaþmýþtýr. En güçlü, en iyi, en uygun böylelikle seçilir ve
yenilen iki yüz yirmi dört milyon
dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz olanak (imkan), doðal süpürgen
in acýmak bilmeyen
süpürüþü önünde ölüp giderler. Cinsi yaþatan, sürdüren en güçlülerdir (Dr. Fritz
Kahn, Ýnsan ve Hayat, s. 38).
Darwin'e göre böylesine bir evrim sonunda hayvandan insana geçiþte son hayvan h
alkasý maymundur. Ýnsan, çok
geliþmiþ bir maymun türünün uygun koþullar altýnda evrimi sonunda meydana gelmiþ
tir.
Bir fille bir kertenkelenin, bir insanla bir solucanýn ayný soydan olduklarýný
hemen kavramak kolay deðildir elbet.
Prof. Alfred Weber, insanýn bir maymun deðiþimi olduðunu bir türlü anlamak istem
eyenlere: Utanmayýn, diyor,
aslandan ya da gül aðacýndan geldiðiniz söylenseydi, hiç kuþku yok, hoþunuza gid
ecekti. Kutsal Kitap size,
yüzyýllarca, bir toprak külçesinden var olduðunuzu söyleyip durdu da niçin utanm
adýnýz? (Felsefe Tarihi, s. 345-
346). Gerçekte insanla hayvan arasýnda, sanýldýðý kadar, büyük bir uçurum yoktur
. Hayvanýn insana oraný,
tomurcuðun çiçeðe oraný gibidir.
Antropoloji bilgini Sir Arthur Keith þöyle diyor: Darwinisme'i maymundan hemen
insana geçivermiþ bir evrim
zinciri olarak anlamak yanlýþtýr. Büyük insan familyasýnýn çeþitli gruplara ve b
u gruplarýn da çeþitli türlere ayrýldýðý
bir eski dünya düþünün. Bugün maymunlar nasýl büyüklü küçüklü çeþitli gruplar ha
linde görünüyorlarsa, o eski
dünyanýn insanlarý da öyle görünmekteydiler. Ýþte bu çeþitli türler girdabý için
de bir tür, yaþama kavgasýndan
artakalarak bugünkü insan türünü meydana getirmiþtir (A. Keith, Ýnsanlýðýn Eskil
iðine Dair).
Darwin kuramý, evrene altý bin yýllýk bir yaþ biçen, gökle yer arasýndaki bütü
n varlýklarýn altý gün içinde
yaratýldýðýný bildiren Kutsal Kitaplarý kökünden çürütmektedir. Ondokuzuncu yüzy
ýlýn bütün dincileri, bu yüzden,
Darwin'e geniþ çapta tepki göstermiþlerdir. Oxford Piskoposu Wilberforce, Darwin
'i savunan Th. Huxley'e,
kendisinin baba yönünden mi, yoksa ana yönünden mi maymundan geldiðini sormaktad
ýr. Huxley, bu kabalýða þu
karþýlýðý veriyor: Bilimsel gerçekleri baltalamak için diller döken bir adamýn s
oyundan gelmektense, alçakgönüllü
ve haddini bilen bir maymunun soyundan gelmeyi tercih ederim (A. Adývar, Tarih B
oyunca Ýlim ve Din, c. II, s.
109). Yurdumuzda da bu kuramý tanýtmaya çalýþan Ahmet Mithat Efendi'nin yazýlarý
na karþý o günün hükümeti þu
buyruðu vermiþtir: Ahmet Mithat Efendinin maymunlarýna dair matbuata zinhar nesn
e yazdýrýlmamasý...
Antropoloji alanýndaki son bulgular günümüzden 400 milyon yýl önceki Silür dön
eminde deniz hayvanlarýnýn
yaþadýðýný, 300 milyon yýl önceki Karbon döneminde kara bitkilerinin belirdiðini
, 150 milyon yýl önceki Jura
döneminde dinozorlarla sürüngenlerin göründüðünü, 60 milyon yýl önceki Eosen dön
eminde de maymun ve ilerde
insanlaþmasý muhtemel primatlarýn çoðaldýðýný meydana koymuþtur. Bu çaðlardan ka
lma fosil kalýntýlarý,
günümüzden 35 milyon yýl önceki Oligosen döneminde yaþamýþ olan Aegyptopitehecus
Zeuxis'in insanlaþmayý
hazýrlayan maymun türlerinden Drvopithecus'ün atasý olabileceði kanýsýný uyandýr
mýþtýr. Dryopithecus Africanus
adý verilen bu maymun türüyse, günümüzden 25 milyon yýl önceki Miosen döneminde
yaþamýþtý. Bu çaðda bulunan
Ramapitehecus punjabicus ve Kenyapithecus Africanus'ün insan türünü meydana geti
recek olan ilk insanýmsýlar
(Latince: Hominidae) olduklarý sanýlmaktadýr. 12 milyon yýl önceki Pliosen dönem
inden hiçbir fosil
bulunamamýþsa da 3 milyon yýl önceki Pleistosen döneminden ilk insanlaþan maymun
grubu olduðu sanýlan
Australopithecus fosilleri bulunmuþtur. Çünkü, bunlara gelinceye dek bütün maymu
n gruplarý çoðunlukla aðaçlarda
yaþarken bu grubun yerde yaþadýðý saptanmýþtýr. Bu maymun-insan fosillerinin ilk
i 1924 yýlýnda Rodezya'da
bulunmuþtu. Daha sonra bu türden düzinelerle fosil meydana çýkarýlmýþtýr. Bu fos
illerle birlikte bunlarca yapýldýðý
sanýlan yontulmuþ çakýl taþlarý da bulunmuþtur. Pleistosen döneminin üçüncü buz
çaðýndan önce insan tüzünün
geniþ ölçüde yayýldýðý sanýlmaktadýr. Neandertal adamý bu ilk insanlardan biridi
r ve Homo sapiens
Neanderthalensis adýyla anýlmaktadýr. Bu dönemin dördüncü buz çaðý Neandertal ad
amýný hemen tümüyle yok
etmiþtir. Ama, bu çað sona ermeden Homo sapiens sapiens adý verilen gerçek insan
lar dünya üstünde
görünmüþlerdir. Sürüp gitmekte olan soyumuzun atalarý bunlardýr. Bu insanlar çeþ
itli ýrklar halinde var olmuþlardýr.
Bu ýrklarýn ilki de Cro-Magnon ýrkýdýr.
Zaman içindeki bu tarihsel serüveninden de anlaþýlacaðý gibi, insan, doðanýn ü
rünüdür ve yaþambilimsel evrimin
sonucudur. Yaþambilimsel evrimden insansal tarihe geçiþ emek'le baþlamýþtýr. Ýns
ansal emeði hayvansal çaba'dan
ayýran, bu emeðin bilinç'li oluþudur. Emek ve bilinç, birbirlerinin koþulu olara
k, insana özgü bir diyalektik
ikileþme'dir. Yüksek hayvan türlerinde beliren zeka ve onunla sýnýrlý olarak gel
iþmiþ bulunan çaba, evrim sonucunda
insansal bilinç ve bilinçli emeðe dönüþmüþtür. Bu geliþme, pek uzun bir evrimin
ürünüdür. Hayvansal zeka ve çaba,
sadece doðadan yararlanmak'la kalmýþ, doðayý yararýna uygun olarak deðiþtirip, o
na egemen olmak'la insanlaþmýþtýr.
Ýnsan, kendisini meydana getiren doðasal koþullarý aþmakla varlaþmýþtýr ve bunda
n ötürüdür ki, artýk o, doðasal
koþullara indirgenemez. Bilinç ve eyleminin birbirlerini karþýlýklý olarak etkil
emesiyle gerçekleþen uzun bir evrim
sonunda alet yapmýþ ve hayvandan farklý olarak kendi kendini üretmiþtir. Hayvan,
tek baþýna bir varlýk olduðu
halde, insan ancak toplumsal bir varlýk'týr: Ýnsan, toplumsal iliþkilerinin topl
amýdýr.
Ama gene de karþýlanmasý gereken bir soru var: Ýnsan nedir? Madenler, bitkiler
ve hayvanlar arasýnda böylesine
baþkalaþmak (insanlaþmak) neden?
Hollandalý anatom Louis Bolk'a göre, bu baþkalaþmanýn nedeni, bireysel geliþme
deki gecikmedir (Retardation
kuramý). Ýnsana özgü nitelikler, bu gecikmenin sonucudurlar. Hayvan doðduktan bi
rkaç gün, ya da birkaç hafta
sonra yürür, insan ancak bir yýl sonra yürümeye baþlar. Hayvanýn büyümesi birkaç
gün ya da birkaç yýlda biter,
insanýn büyümesi on dokuz yýl sürer. Üretme yeteneði hayvanda birkaç ay ya da bi
rkaç yýlda, insanda on beþ yýlda
baþlar. Hayvanlar tüylü doðarlar, insan on beþ yýl sonra tüylenir. Daha pek çok
alanlarda da görüleceði gibi insan,
pek uzun yýllar, doðuþ sýrasýndaki durumunda (embrional durum) kalýr. Bu gecikme
, sonunda insanýn kýlsýzlýðýnda
görüldüðü gibi büsbütün yok olmaya varacak olan (elimination) bir organ gerileme
sini, güçsüzlüðünü doðurur. Her
hayvan çevresine uyar, insansa bu güçsüzlüðünden ötürü çevresine uyamaz. Bu yüzd
en de yaþayabilmek için
çevresini kendisine uydurmak zorundadýr. Tükenip yok olmamasýný da gene bu gecik
meye borçludur. Profesör
Bolk'a göre, geliþmenin gecikmesi, bir iç engelleme yüzündendir. Bu engellemeyi
de iç guddelerin ürünleri olan
hormonlar saðlamaktadýr. Ýnsan vücudunda engelleyici hormonlarýn çoðalmasý, beyn
in büyümesiyle baðlantýlýdýr.
Zekanýnsa, beynin bedene göre büyüklüðüyle arttýðýný biliyoruz. Þu halde, denile
bilir ki, insanýn gücü
güçsüzlüðündedir. Ýnsan çevresine uyamayacak kadar güçsüzleþtiðinden, çevresini
kendisine uydurabilmek için
akýllanmak zorunda kalmýþtýr. Beyni büyümüþ, zekasý artmýþtýr. Maymun, soðuða ka
rþý, kýllanarak yaþar. Ýnsan
kýllanamayýnca, maymunun derisini yüzüp kendi sýrtýna geçirerek yaþar. Bu yüzden
dir ki, dað hayvaný daðda, ova
hayvaný ovada, deniz hayvaný denizde, sýcak hava hayvaný sýcakta, soðuk hava hay
vaný soðukta yaþayabildiði halde
insan, dünyanýn her köþesinde yaþamaktadýr.
Ýsviçreli zoolog Portmann da, insangillerin (hominid) baþkalaþmasýný erken doð
umlarýna baðlamaktadýr. Bu
erken doðuþ, kuþaklar boyunca, olaðanlaþmýþtýr. Ýnsan, doðduktan sonra daha bir
yýl ana rahmindeki gibidir, hýzlý
bir büyüme içindedir. Bir yýl sonra bu büyüme yavaþlar. Maymungiller (anthropoid
) yetiþme çaðýna eriþtikleri
zaman insangiller henüz erginleþmeye baþlamýþlardýr. Ýnsanýn erken doðuþundan il
eri gelen bu gecikme, ömrü
boyunca sürmektedir. Bu gecikme, insan yavrusunun uzun yýllar ana babasýnca besl
enmesini gerektirir. Evlilik
kurumunun biyolojik temeli budur. Güçsüzlüðün nedeni olan erken doðum, güçsüzlüð
ün gereði olan beyni
zorlamýþtýr. Portmann'a göre insan, insanlýðýný erken doðuþuna borçludur. Görüld
üðü gibi, Adolf Portmann'la Louis
Bolk, bu konuda birbirlerini tamamlamaktadýrlar.
Alman antropologu Profesör Arnold Gehlen, ortak bir atadan gelmiþ olduklarý ha
lde, insanla hayvan arasýnda bir
nitelik (mahiyet) ayrýmý bulunduðu kanýsýndadýr. Ýnsanda bir hayvanlýk vardýr am
a, insan denilen varlýk, bu
hayvanlýðýn sýnýrýný aþtýktan sonra baþlar (A. Gehlen, Der Mensch, Seine Natur a
nd Seine Stellung in der Welt,
1940). Hayvanýn her organý; bir çevreye uymadýr. Ýnsanýn hiçbir organý, çevreye
uyma deðildir. Hayvanýn herhangi
bir organýný ele alarak onun yaþadýðý çevreyi, yediði þeyleri, karþýlaþtýðý düþm
anlarý ortaya koyabiliriz. Devekuþu
step için, þempanze orman için yapýlmýþtýr. Buna karþý insanýn, doðanýn hiçbir k
oþuluna uygun gelen hiçbir organý
yoktur. Buz çaðý hayvanlarýnýn hepsi tüylüdür. Buz çaðý insaný tüylü deðildir. Ý
nsan, yaþamasýný, hayvan gibi
çevreye uymasýna deðil, kendine özgü bir özellikle çevreyi kendisine uydurmasýna
borçludur. Ýþte insan demek, bu
özellik demektir. Hayvanlýk alanýnda çevreye göre organlarýn özelleþmesi kavramý
(specialisation), insanlýk
alanýnda çevrenin özelleþtirilmesiyle elde edilmiþtir. Hayvan, doða karþýsýnda t
am ve uygun, insansa eksik ve
doðaya karþýt bir varlýktýr. Hayvanýn bütün davranýþlarý doðanýn isteðine göre d
üzenlenmiþtir, insanýn bütün
davranýþlarýysa doðaya karþýdýr. Ýnsan varlýðý, dik yürüme ve bunun ardýndan bey
nin büyümesi ve zekanýn ortaya
çýkmasýyla baþlar. Dik yürüme, insanýn ellerini serbest kýlmýþtýr. Ayaklýk etmek
ten kurtulan eller boþ kalýnca,
zekanýn güdümüyle, aletleri iþlemeye ve kullanmaya baþlamýþtýr. Hayvan, organlar
ýnýn özelleþmesi yüzünden
çevresine baðlýdýr. Ýnsansa, organlarýnýn özelleþmemesi yüzünden çevresine karþý
özgürdür. Ýnsan, özgürlüðünü,
beyin-el diyalektiðine borçludur. Bu yüzdendir ki, hayvan uygunsuz koþullar için
de türünü yok ettiði halde, insan
her çeþit koþullar içinde türünü sürdürmektedir. Beyin ve el, insaný bütün özel
durumlar karþýsýnda özgür kýlmýþtýr.
Ýnsan bu çevre, koþullarýný deðiþtirebilir ya da onlara karþý kendini koruyabili
r, doðayla savaþabilir ve doðayý
yenebilir. Böylesine bir güç, insandan baþka hiçbir canlýda yoktur. Hayvan alets
iz yaþayabildiði halde, insan aletsiz
yaþayamaz. Ateþ, balta, silah vb. gibi aletlere sahib olmayan insan doðayý yenem
ez ve tükenip gitmek zorunda
kalýrdý. Þu halde insan, doðayla deðil, kültürle bir baðlantý içindedir. Kültür,
zekayla deðiþtirilen bir doða, yeniden
ve insana göre yapýlmýþ bir doðadýr.
Buna karþý, insanla hayvan arasýnda hiçbir nitelik ayrýlýðý bulunmadýðýný; ins
anýn geliþmiþ zekalý bir hayvan
olduðunu ileri süren kuramlar da vardýr. Bu kuramlara göre; insan yetenekleri (k
abiliyetleri) hayvan yeteneklerinin
yetkinleþmiþ (mükemmelleþmiþ) bir biçiminden baþka bir þey deðildir. W. Köhler,
zekanýn hayvanlarda da bulunduðunu
tanýtlamýþtýr. Ýnsanda karþýlaþtýðýmýz töre (ethik), deðer ölçüleri, toplumsallý
ðýn meydana koyduðu, doðayla
hiçbir ilgileri bulunmayan fenomenlerdir. Ýnsanca bir özellik olarak ileri sürül
en dil fonksiyonu da nihayet geliþmiþ
bir beyin iþidir. Dil fonksiyonu, beyinde, silvius yarýðý dolaylarýna yayýlmýþtý
r (bkz. J. Lhermitte, Les MEcanismes
da Cerveau). Maymungillerde kendilerine göre bir dil bulunduðu Gerner ve Schwide
tzky'nin gözlemleriyle
doðrulanmýþtýr. Kohts yirmi üç sözcüklü, Blanche W. Learned otuz iki sözcüklü bi
r maymunca bulunduðunu ileri
sürmektedirler (bkz. Jean Rostand, Biyoloji Açýsýndan Ýnsan, Ender Gürol çeviris
i, 1964). Ýnsanlýk yapýyla
hayvanlýk yapý arasýnda, temelde, hiçbir ayrýlýk yoktur. Ýnsanlýk yapýda görülen
organ eksiklikleri, bu organlarýn
görevlerini beynin yüklenmesi yüzünden meydana gelen doðal gerilemeler, daha açý
k bir deyiþle, gereksiz
kýlýnmalardýr. Tüylü bir hayvanýn derisini yüzüp sýrtýna geçirmeyi beceremeseydi
, soðuktan donmamak için, insan
da tüylenecekti.
Bilimsel bulgular, insaný insan edenin emek (iþ) olduðunu tanýtlýyor. Hayvan d
oðada bulduklarýyla yetinir,
insansa doðayý emek harcayarak üretir. Ýnsan, alet yapan bir hayvandýr. Ancak al
et iþi deðil, iþ aleti doðurmuþtur.
Elin geliþmesi, insangillerin baþkalýðýnda, atýlmýþ en önemli bir adýmdýr. Kant'
ýn da dediði gibi, el, dýþarýya doðru
uzamýþ bir beyindir. Tüylü atalarýmýz dik yürümeyi, bir zorunluk olarak göze alm
ýþlarsa, bunun nedeni, ellerin
baþka türlü iþler yapmak zorunda kalmýþ olmasýdýr. Maymunlarda bile eller, týrma
nmak için, ayaklardan baþka türlü
kullanýlmaktadýr. El, iþin bir aleti deðil, iþin ortaya çýkardýðý bir üründür. E
l, yetkinleþmesini yaptýðý iþlere
borçludur. Elin geliþmesi, insan yapýsýnýn bütün bölümlerini doðrudan doðruya et
kilemiþtir. Ýþin eli ve karþýlýklý
olarak elin de iþi geliþtirmesi insangillerin iþbirliðini zorunlu kýlmýþtýr. Bu
iþbirliði, baþka bir deyiþle toplumsallýk,
insanlarý, birbirlerine söylemeleri gereken bir þeyleri olmak durumuna getirmiþt
ir. Dil, bu zorunluktan doðmuþtur.
Ýnsanbilim (antropoloji) alanýna büyük katkýlarda bulunan, Friedrich Engels, D
oðanýn Diyalektiði adlý ünlü
yapýtýnda þöyle der: Ekonomi politikçiler iþ (emek) bütün zenginliklerin kaynaðý
dýr, derler. Fakat iþ, bundan da
öte sonsuz bir þeydir. Ýnsanýn tüm varlýðý için ilk temel þart odur ve bu ölçüde
dir ki bir anlamda insaný iþ
yaratmýþtýr, dememiz gerekir. Yüz binlerce yýl önce, jeologlarýn üçüncü zaman de
dikleri, henüz kesinlikle
saptanamayan dünya tarihi dönemi sýrasýnda, belki de onun sonlarýna doðru, dünya
nýn sýcak bölgesinde
muhtemelen þimdi Hind Okyanusunun dibine batmýþ büyük bir kara parçasý üzerinde
insan benzeri maymunlarýn
son derece geliþmiþ bir kuþaðý yaþýyordu. Bizim bu ecdadýmýzý Darwin aþaðý yukar
ý tanýmlamýþtýr. Bunlarýn bedeni
tamamen kýllarla örtülüydü, sakallarý ve sivri kulaklarý vardý ve topluluk halin
de aðaçlarýn üstünde yaþýyorlardý. Bu
maymunlar, belki de özellikle yaþayýþ biçimleri dolayýsýyla aðaçlara týrmanýrken
ellerine ve ayaklarýna farklý
fonksiyonlar kazandýrarak düz yerde yürürken ellerini kullanma alýþkanlýðýný yav
aþ yavaþ býrakmaya, dik biçimde
bir yürüyüþ kazanmaya baþladýlar. Böylece maymundan insana geçiþ'in en önemli ad
ýmý atýlmýþ oldu. Bugün bütün
insan-benzeri maymunlar ayakta durabilirler ve iki ayak üzerinde hareket edebili
rler. Ama bunu yalnýz zorunlu
hallerde ve pek beceriksizce yaparlar. Doðal yürüyüþleri yarý dik'tir ve ellerin
i de kullanýrlar: Çoðu ise el
kemiklerini yere dayar ve sakat bir kimsenin koltuk deðnekleriyle yürüyüþü gibi
bükük bacaklarla uzun kollarýn
arasýnda bedenlerini titretirler. Genel olarak maymunlarda dört ayak üzerinde yü
rümeden iki ayak üzerinde
yürümeye geçiþin bütün basamaklarýný bugün bile görebiliyoruz. Ama iki ayak üzer
inde yürüme onlar için bir son
çare olmaktan öte gitmemiþtir. Kýllý ecdadýmýz arasýnda dik yürüme zamanla bir g
ereklilik haline geldiyse, bu, arada
geçen zamanda eller için gittikçe deðiþik çalýþma þekilleri geliþmesini zorunlu
kýlmýþtýr. El ve ayaðýn
kullanýlmasýnda bazý farklarýn meydana geliþi maymunlar arasýnda da görülür. Bel
irtildiði gibi aðaca týrmanýrken el,
ayaktan baþka türlü kullanýlýr. Daha aþaðý memeli hayvanlarýn ön ayaklarýnýn kul
lanýlýþý gibi, el daha çok
yiyeceklerin toplanmasýna ve tutulmasýna yardým eder.
Bazý maymunlar aðaçlarda yuvalarýný ellerle yapar, hatta þempanze gibi kötü ha
vadan korunmak için dallarýn
arasýnda çatý meydana getirirler. Düþmanlara karþý korunmak için sopalarý ellerl
e yakalar, ya da meyveleri ve taþlarý
bunlarla fýrlatýrlar. Yakalandýklarýnda insanlardan kopya ettikleri birçok basit
hareketler için ellerini kullanýrlar.
Ama insana en çok benzeyen maymunlarýn bile geliþmemiþ eli ile binlerce yüzyýllý
k iþ yoluyla son derece geliþmiþ
insan eli arasýndaki farkýn ne kadar büyük olduðu burada anlaþýlýr. Kemiklerin v
e kaslarýn sayýsý ile genel düzeni
ikisinde de aynýdýr. Ama en ilkel vahþinin eli, hiçbir maymun elinin taklit edem
eyeceði yüzlerce iþ yapar. Hiçbir
maymun eli taþ býçaðýn en kabasýný bile meydana getirememiþtir. Ecdadýmýzýn binl
erce yýllýk sürede maymundan
insana geçiþ sýrasýnda yavaþ yavaþ eli uydurmayý öðrendikleri ilk hareketler baþ
langýçta herhalde en basitleriydi. En
ilkel vahþiler, hatta ayný zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hay
vana benzer bir duruma dönüþenler
bile, bu geçiþ dönemi yaratýklarýndan çok daha üstündür. Ýlk çakmak taþý insan e
liyle býçak haline getirilinceye
kadar, öyle zaman dönemleri geçmiþtir ki, bizce bilinen tarihsel dönem onunla ka
rþýlaþtýrýlýnca önemsiz kalýr. Ama
asýl adým atýlmýþtý, el özgür hale gelmiþti ve artýk durmadan yeni beceriler kaz
anabiliyordu. Böylece kazanýlan daha
büyük esneklik kuþaktan kuþaða geçiyor ve artýyordu. O halde el, iþ organý olmak
la kalmaz, ayný zamanda bu iþin
ürünüdür de.
Ancak iþ, gittikçe yeni hareketlere uyma, bu yoldan geliþtirilmiþ kaslarýn, ba
ð organlarýnýn, daha uzun dönemler
içinde kemiklerin kalýtsal yoldan geçmesi bu kalýtsal inceliðin yeni, gittikçe d
aha karmaþýk hareketlere gittikçe
yenilenen biçimde uygulanmasý, insan elini Rafael'in tablolarýný, Thorwaldsen'in
heykellerini ve Paganini'nin
müziðini yaratabilecek bir mükemmellik düzeyine kadar getirmiþtir. Ama el tek ba
þýna deðildi. O, son derece
karmaþýk bir tüm organizmanýn ancak tek bir organýydý. Elin yararlandýðý þeyden
bütün beden de yararlandý, hem de
iki yoldan. Önce, Darwin'in dediði gibi, büyüme korelasyonu yasasýndan yararland
ý. Bu yasaya göre, bir organik
varlýðýn ayrý parçalarýnýn belli biçimleri, görünüþte onlarla baðýntýsý olmayan
baþka parçalarýn belli biçimleriyle her
zaman baðýntýlýdýr. Böylece, çekirdeksiz kýrmýzý kan hücrelerine sahip ve kafaný
n iki eklemle (kondil) kaburganýn
ilk kemiðine baðlandýðý bütün hayvanlarda hiç eksiksiz; yavrularý emzirmek için
süt bezeleri de vardýr. Bunun gibi,
memeli hayvanlarda çatal týrnaklar kural olarak geviþ getirmek için kýrkbayýr il
e baðýntýlýdýr. Belli biçimlerdeki
deðiþmeler, aradaki baðýntýyý açýklayabilecek durumda olmamýza raðmen, öteki bed
en kýsýmlarýnýn biçiminde de
deðiþmelere sebep olur. Gözleri mavi olan tamamen beyaz kediler her zaman ya da
hemen her zaman saðýrdýr. Ýnsan
elinin gittikçe geliþmesi ve buna paralel olarak ayaðýn dik yürüyüþe uymasý, hiç
þüphesiz böyle bir korelasyon
yoluyla organizmanýn öteki kýsýmlarý üzerinde de etkisini göstermiþtir. Elin gel
iþmesinin dolaysýz, belirlenebilecek
biçimde geri kalan organizmaya yaptýðý etki çok daha önemlidir. Daha önce deðini
ldiði üzere, bizim maymun
ecdadýmýz sürü halindeydi, bütün hayvanlarýn en toplumsalý olan insanýn, toplums
al olmayan bir önceki ecdattan
çýkýþýný aramanýn imkansýzlýðý açýktýr. Elin geliþmesiyle, iþle baþlayan doða üz
erindeki egemenlik her yeni
ilerlemede insanýn görüþ açýsýný geniþletti. Ýnsan, doðadaki maddelerde sürekli
olarak yeni, o güne kadar bilinmeyen
özellikler keþfetti. Öte yandan iþin geliþmesi, karþýlýklý destekleme, ortaklaþa
etkinlik hallerini çoðaltma ve bu
ortaklaþa etkinliðin her birey için saðladýðý yararýn bilincine varma yoluyla to
plum üyelerinin birbirine gittikçe
yaklaþmasýna zorunlu olarak yardým ediyordu. Kýsacasý, oluþan insanlar, birbirle
rine söyleyecek bir þeylerinin
bulunduðu noktaya eriþtiler. Ýhtiyaç, kendine bir organ yarattý. Maymunun geliþm
emiþ gýrtlaðý, durmadan daha
geliþmiþ modülasyon elde etmek için yapýlan modülasyon yoluyla yavaþ, ama saðlam
biçimde deðiþti ve aðýz
organlarý yavaþ yavaþ birbiri ardýndan ahenkli harfleri söylemesini öðrendi... Ö
nce iþ, sonra onunla birlikte dil, bir
maymunun beynini etkileyen en önemli iki dürtü bunlardýr ve bu etki altýnda maym
un beyni, bütün benzerliðine
raðmen çok daha büyük ve çok daha üstün bir insan beynine doðru geliþmiþtir (Ýbi
d, Ankara 1970, Arif Gelen
çevirisi).
Görüldüðü gibi, insan usunun, ne kökeninin ne de özünün, sadece doðal ve yaþam
bilimsel (tabii ve biyolojik)
etkenlerle açýklanamayacaðý açýktýr. Usun ve bilincin özü, ancak toplumsal (içti
mai, sosyal) karakteriyle
kavranabilir. Ýnsan toplumu olmaksýzýn insan usu, insan bilinci ve insan düþünce
si de olamazdý. A. Spirkin ve O.
Yakhot, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm adlý yapýtlarýnda bu konuda þu somut ör
neði verirler: Hepimiz
ormanlarda hayvanlar tarafýndan yetiþtirilen ve sonradan insanlar tarafýndan bul
unan çocuklarýn öykülerini
duymuþuzdur. Bu tür olaylarýn en heyecanlýsý 1920 yýlýnda Hindistan'da ortaya çý
kanýdýr. Öksüzler evinin baþkaný
olan Mr. Singh, birtakým garip varlýklarýn kurtlarla birlikte bir maðarada yaþad
ýklarýný duyar. Halk bunlarýn hayalet
olduklarýný söylemektedir, fakat daha sonra bunlarýn iki küçük kýz çocuðu oldukl
arý anlaþýlýr. Bu çocuklar kurtlarýn
elinden alýnýr ve öteki çocuklarla birlikte yetiþtirilmek üzere öksüzler evine g
etirilir. Ancak kýzlar çevreleri için
büyük bir dert kaynaðý olurlar. Çünkü, bir insandan doðmuþ olmalarýna raðmen; ik
i küçük hayvan gibi
davranmaktadýrlar. Hayvanlarýn arasýnda geçen yaþamlarý yalnýz davranýþlarýný de
ðil, ayný zamanda bedensel
yapýlarýný da etkilemiþtir. Ýnsanlarýn önemli özelliklerinden biri olan dik yürü
me bu çocuklarca bilinmemektedir.
Ayrýca insan bilincine ve düþünme yeteneðine veya insanca duygulara, heyecanla
ra sahip olduklarý yolunda da
hiçbir belirti yoktur. Alacakaranlýkta yaþarlar, gündüzleri uyur, gece olunca ha
reketlilik gösterirler. Yýllar geçer.
Zamanla, büyük çabalar sonucunda, fakat yavaþ yavaþ, insanca özellikler belirmey
e baþlar. Ýlk sözcükler söylenir.
Çevrelerinde olup bitenleri kavradýklarýný gösteren insanca kavrayýþýn ilk belir
tileri ortaya çýkar. Baþlangýç
kavramlarý biçimlenir ve küçük hayvanlar insana dönüþmeye baþlarlar. Ne yazýk ki
büyüyemeden ölürler. Bu
gerçekler bize neyi anlatýr? Ýlkin bilincin doðal yaþambilimsel kaynaðý kuramýný
n tamamen yanlýþ olduðunu gösterir.
Kaba ya da bilimsel olmayan özdekçiler (maddeciler) insanýn, doðanýn çocuðu oldu
ðunu ileri sürerlerdi. Bu iddiada,
bilincin kaynaðýnýn doðaüstü olduðu yolundaki idealist ve teolojik iddialarla çe
liþtiði ölçüde gerçeklik payý vardý.
Fakat, insan bilincinin yalnýz doðal temelini vurgulayan metafizik özdekçilik de
tümüyle doðru deðildir. Bu gerçek,
kurtlardan kurtarýlan çocuklar olayýnda hiç kuþku býrakmayacak bir biçimde kanýt
lanmýþtýr. Bilinç, örneðin
ellerimiz, kanýmýz, gözlerimiz ve saçýmýzda sözkonusu olduðu gibi doðanýn basit
bir ürünü deðildir. Bilincin ortaya
çýkabilmesi ve görevini yapabilmesi için, doðal yaþambilimsel temelinin yanýsýra
, toplumsal koþullar (toplumsal
yaþam ve insan toplumu) da gereklidir. Ýnsan bilinci karakteri itibariyle toplum
saldýr. Ýnsanýn toplumsal
iliþkilerinden, toplumsal yaþamýndan ve hareketliliðinden soyutlanmýþ olarak ort
aya çýkamaz. Bir
çocuk, ancak bir insan topluluðu içinde yaþayarak, bir insan olabilir (Ýbid, Bil
im Yayýnlarý, Engin Karaoðlu
çevirisi, s. 53-5). Ýnsanýn özü, tek baþýna bir bireye özgü ve soyut bir þey deð
il, toplumsal iliþkilerinin tümüdür.
Bu gerçek, genel olarak insan konusunda herhangi bir akýl yürütmeyi gereksiz ve
olanaksýz kýlar. Ýnsan, bütün
insanlýðýn geliþmesinin bir ürünüdür (Nasýl ki bir elma da, elma aðacýnýn deðil,
bütün bir doðanýn ürünüdür). Ýnsan,
toplumsal soyunun, yüzbinlerce yýllýk deney ve bilgi mirasýna sahiptir.

Ýnsanbilim (antropoloji), doðal varlýklar içinde insanýn özelliklerini içgüdül


er, dil ve düþünce, teknik, us ve
eylem alanlarýnda da en ince ayrýntýlarýna kadar incelemiþ ve bilimsel gerçekler
ortaya koymuþtur.
Ýnsaný insan eden, kendine özgü içgüdüleri midir?.. Bu sorunun karþýlýðý kesin
dir: Hayýr. Önce, içgüdülerin,
þimdiye kadar sanýldýðý gibi psiþik deðil, fizyolojik olduklarý anlaþýlmýþtýr. Ý
çgüdü, bir düþünce iþi deðil, bir beden
yapýsý iþidir. Her hayvan türü için baþka olan davranýþ biçimleri, hayvan fizyol
ojisini biçimlendirip, soydan soya
geçerek içgüdü haline gelmiþlerdir. Ýçgüdüler öðrenilmezler ve deneme yoluyla ka
zanýlmazlar. Dahasý var, içgüdüsel
davranýþlarla öðrenilmiþ davranýþlarýn geliþmeleri birbirleriyle ters orantýlýdý
r. Öðrenebilen hayvanlarýn içgüdüleri,
öðrenebildikleri oranda, azalmaktadýr. Bu anlamda, insan denilen varlýkta hiçbir
içgüdü bulunmamaktadýr. Ýçgüdü,
belli bir olay karþýsýnda belli bir davranýþtýr. Düþmanýný görmek, hayvaný ya ba
ðýrtýr, ya kaçýrtýr, ya da düþmanýna
saldýrtýr. Ýnsanýnsa ne türlü davranacaðý belli deðildir, daha doðrusu ne türlü
davranacaðý o anda içinde bulunduðu
sosyal, ethik ve entellektüel koþullara baðlýdýr. Baðýrmak, kaçmak, saldýrmak þö
yle dursun, insan eðer o anda iþine
öyle geliyorsa düþmanýný yanaklarýndan öpebilir. Ama, içinde, gene de hoþ olmaya
n bir duygu kývranýr. Ýnsanýn
içgüdüsü iþte bu kadarcýktýr ve pek güçsüzdür. Onu fizyolojik bir davranýþa sürü
kleyemez. Ýnsanýn soydan gelen
içgüdüsel davranýþlarýnýn yerini, zeka ile ilgili plastik (birbirleriyle kaynaþa
bilen) davranýþlarý almýþtýr. Ýnsanýn,
içgüdüleri deðil, içgüdü kalýntýlarý olan içtepileri (ilcalarý, impuls'leri) var
dýr. Ýnsanýn özelleþmiþ organlarý olmadýðý
gibi, özelleþmiþ davranýþlarý da yoktur.
Buna karþý, dil ve düþünce, insaný insan eden insanca özelliklerin baþýnda gel
iyor. Ýnsan, dünyaya açýlan ilk
canlýdýr. Ýnsanýn dünyaya açýlmasýný dili ve düþüncesi saðlamýþtýr. Yirmi milyon
yýl önce yaþadýðý sanýlan ayný
türden geldikleri halde, çaðdaþ maymunun bilgisizliðine karþý çaðdaþ insanýn üst
ün bilgisi, insangillerin
aðýzlarýndaki dili gereði gibi kullanabilmelerinden doðmuþtur. Çaðdaþ maymun, aþ
aðý yukarý, yirmi milyon yýl
önceki ortak atamýzýn deneylerini tekrarlamaktadýr. Maymun, pek yavaþ geliþen bi
reysel deðerleriyle birlikte göçüp
gidiyor. Ýnsanýn bireysel deðerleriyse, sözcüklerin gücüyle gittikçe toplumsalla
þmaktadýr. Maymun, çocuðuna
hemen hiçbir bilgi veremeden ölür. Ýnsan, çocuðuna yirmi milyon yýllýk bir bilgi
býrakýr. Dil, insangillere, kendisini
öteki canlýlara pek üstün kýlan hýzlý bir geliþme saðlamýþtýr. Ýnsanýn dilini ku
llandýðý günden beri yepyeni bir
diyalektik gerçekleþmeye baþlamýþtýr. Bu diyalektik, dil düþünce diyalektiðidir.
Ýnsanýn özgürlüðü, diliyle
gerçekleþmektedir. Düþüncenin dile baðlýlýðý (identik birliði) tanýtlanmýþtýr. Ý
lk düþünen ilk konuþandý.
Konuþmadan düþünme yetisi, uzun bir süre sonra geliþmiþtir. Dil ve düþünce, birb
irlerini karþýlýklý etkileyerek,
genel diyalektiðin içinde, çok hýzla geliþen özel bir diyalektiðe baþlamýþ bulun
maktadýrlar. Ýnsan, sözcüklerle
özetleyerek dünyanýn fizik yükünden kurtulmuþtur, bilgi elde edebilmek için harc
amak zorunda bulunduðu gücü ve
süreyi kazanmýþtýr. Artýk gitmesi, görmesi, dokunmasý, bulmasý, iþitmesi, aramas
ý, koklamasý, tatmasý gerekmez.
Düþünmesi yeter. Dil ve düþünce diyalektiði, geçmiþle geleceði birleþtirmiþ, uza
klýðý yakýna getirmiþtir. Hayvan
geçmiþini bilemez, insan bilir. Hayvan geleceðini tasarlayamaz, insan tasarlar.
Ýnsan, dillenmesi yüzünden, süreyi ve
uzayý (zaman ve mekaný) eline geçirmiþtir, baþkalarýnýn deneyleriyle eylemde bul
unmaktadýr. Ralp Waldo
Emerson'un dediði gibi: Eðitilmiþ bir köpek, baþka bir köpeði eðitemez. Bu baþar
ý, dil düþünce gücüyle, insanca bir
baþarýdýr. De la Mettrie'nin dediði gibi, aðýzdan sözcükler çýkmadan önce neydi
insan? Öteki türlere göre daha az
içgüdüsü olan kendi türünün hayvaný. Kendini kral görmezdi. Maymun kendine neyse
, o da kendine oydu (La
Mettrie, L'Homme-Machine, 1748).
Ýnsanca özelliklerden biri de, tekniktir. Ýnsan, içgüdülerinin eksikliðini nas
ýl zekasýyla gideriyorsa, organlarýnýn
eksikliðini de teknikle giderir. Uçmak için kanatlarý olmayan insan uçma makines
i yapar, kanat organýnýn
eksikliðini teknikle giderir. Ayrýca insan, birçok organlarýnýn görevlerini de t
ekniðe yükler. Araba yapýp ayaklarýyla
yürümekten kurtulur, asansör yapýp merdivenleri týrmanmaktan kurtulur. Bunlardan
baþka insan, birçok organlarýnýn
görevini de teknikle aþar. Sesini iþittiremeyeceði uzaklýklara telefon telleri ç
eker, yumruðuyla vuracaðýna bir taþla
vurarak iþini daha iyi yapar, gözleriyle göremediðini dürbünle görür. Teknik, he
r gün biraz daha, organik doðayý
görev dýþý býrakmaktadýr. Uygarlýðýmýzda yük taþýyýcý hayvanlarýn yeri her gün b
iraz daha azalmaktadýr. Ýnsan,
dünyayý teknikle deðiþtirebilen tek canlýdýr. Ya kendine organlar yaratýr, ya or
ganlarýnýn iþgücünü artýrýr, ya da
kendi organlarýnýn iþini doðaya gördürür. Ýnsan, tekniði zekasýyla ortaya koyar.
Teknik, doðada yoktur: Örneðin bir
mihverin çevresinde dönen tekerlek, insan zekasýnýn ürünüdür, doðada böyle bir þ
ey bulunamaz. Ýnsanýn yarým
milyon yýl önce yaptýðý býçak, doðada yoktur. Çividen, düðmeden tutun da buhar m
akinesine kadar hiçbir teknik
aleti doðada bulamazsýnýz. Ýnsan, iþlerini tekniðe gördürürken, kafa çalýþmalarý
na ayýracaðý süreyi de artýrmýþ
olmaktadýr. Teknik, ayrýca, insaný doðaya baðlýlýktan da kurtarmýþtýr. Artýk ins
an, atýn yürüme, aðacýn büyüme
hýzýna baðlý deðildir. Atýn yerine otomobili, aðacýn yerine kömürü ve petrolü ko
yarak bütün kültür süreçlerini
hýzlandýrmýþtýr. Ýnsan, yepyeni bir doða yapabilmek gücünü kazanmaktadýr. Örneði
n doðada yirmi milyon
elektrovoltluk elektrik gerilimleri yoktur. Oysa insan, böyle bir gerilimi tekni
kle meydana getirerek bu durumda
doðanýn nasýl davranacaðýný deneyebilmektedir.
Görüldüðü gibi, insaný insan eden emek, iþ, tek sözle eylem (action)... Kafada
ki beyni us, ön ayaklarý el, aðýzdaki
tad alma organýný konuþan dil eden hep o.
Ýnsan türünü meydana getiren hayvanýn, öteki hayvanlara baskýn çýkan eylemsell
iði nereden doðmuþtur? Soru,
karþýlýðýný, insanýn atasý hayvanýn öteki hayvanlara göre daha çok oyunseverliði
nde bulmaktadýr. Nitekim, insan
çocuðunun maymun çocuðundan daha oyuncu olduðu bilinmektedir. Ýnsan, duyulur izl
enimler yýðýnýný oyunla
düzenlemiþtir. Oynayan çocuk, ilkin, hiçbir ayýrma yapmaksýzýn, bütün duyularýyl
a birlikte davranýr. Eþyayý görür,
dokunur, koklar, sesini iþitmek için birbirine çarpar, tadýný almak için aðzýna
sokar. Bu oyun, ona duyu niteliklerini
ayýrt etmeyi öðretir. Çiçeði koklar artýk, aðzýna sokmaya çalýþmaz. Oysa, çiçeði
n bir tadý da vardýr. Ama çocuk,
çiçekte kokunun tattan önemli olduðunu öðrenmiþ, kokuyu öteki önemsiz nitelikler
den soyutlayabilmiþtir. Bu
soyutlama, insanlaþmada, çok önemli eylemsel bir baþarýdýr. Artýk þeker yeþil, k
ýrmýzý, ya da sarý renkte olabilir.
Çocuðun þekerde arayacaðý renk deðil, tat olacaktýr. Çocuk, bu oyun deneyleriyle
, eþyanýn tepkilerini ve kendi
davranýþýyla olan ilgilerini de öðrenmektedir. Avuçta sýkýlan cam elini kesmekte
dir, elden býrakýlan tabak düþüp
kýrýlmaktadýr. Yanmayan sobaya dokunulabilir, yanan sobaya dokunulmaz. Önemli bi
r sonuç daha meydana çýkar:
Göz, ellerin görevini üstüne almýþ, ellerin yükünü azaltmýþtýr. Çocuk artýk bir
þeyin yaþ mý kuru mu, aðýr mý hafif
mi, sert mi yumuþak mý olduðunu görebilir. Bunlarý anlamak için o þeye elleriyle
dokunmasý gerekmez. Görevleri
azalan eller þimdi daha çok eylemde bulunabileceklerdir, el bilgi iþinden kurtar
ýlmýþtýr. Daha sonra göz, oyunun
saðladýðý duyularýn iþbirliðinden güçlenerek, öteki duyularýn da görevlerini yük
lenmektedir. Sessiz bir filmde bir
kiþinin þarký söylediðini görebiliriz, önümüze getirilen, bir tabakta tatlý bulu
nduðunu görebiliriz, bahçemizde
bulunan bir karanfilin güzel koktuðunu görebiliriz. Duyularýn bu iþbirliði, insa
ndan baþka hiçbir hayvanda
gerçekleþmemiþtir. Cisimlerin, öteki duyularýn niteliklerini de kapsayan bu opti
k görünüþleri sembollerdir. Ýnsan,
artýk, eylemsel oyunlarýyla edindiði bir semboller dünyasýnda yaþamaktadýr. Opti
k (görünen) dünya, yükü azaltýlmýþ
bir dünyadýr. Þu halde, yükü azaltýlmýþ bir dünyaya açýlan insan atasý hayvan, i
nsanlaþma yolunda, öbür hayvanlara
göre, çok daha eylemde bulunmak imkanýna kavuþmuþtur. Bu geniþ eylemsel çalýþma,
onu, ele, dile ve akla
götürmektedir. Daha açýk bir deyiþle, eylemin dürtüsüyle el-dil-akýl diyalektiði
baþlamýþtýr. Buysa, tümüyle,
insanlaþma iþidir.
ÝNSANDA BÝR KORKU. Ýlk insan, soðumuþ lav kayalarýnýn üstüne çýkýp çevresine b
akýnca, kendisine göre
deðerlendirdiði iki þey gördü: Kendisinden aþaðýda olanlar, kendisinden yukarda
olanlar... Kendisinden aþaðýda
olanlara aldýrmadý ama, kendisinden yukarda olanlardan ölesiye korktu. Uçsuz buc
aksýz bir doðanýn ortasýnda ne
kadar yalnýzdý. Gökler gürlüyor, þimþekler çakýyor, yýldýrýmlar düþüyor, kendisi
nden pek güçlü hayvanlar saldýrýp
parçalýyorlardý. Kendisinden yukarda olanlarýn en üstünde gök vardý. Artýk, yüzy
ýllar boyunca korkacaktý bu
gökten, saygý duyacaktý bu göðe. Öylesine bir korku, öylesine bir saygýydý ki bu
, gelecek kuþaklarýn en akýllýlarý
bile kendilerini bundan kurtaramayacaklardý. Milyonlarca yýl yücelik, tanýlýk, g
üçlülük ölçüsünü mavi ellerinde
tutacaktý, gök. Gök, ona baðýrýyor, parmaðýný sallýyor; onu boðmak için saðanakl
arýný, onu yakmak için
yýldýrýmlarýný gönderiyordu. Ona yalvarýr, tapar, yaltaklanýrsa belki kendisini
korurdu da.
KORKUDA BÝR KAVRAM. Bir XViii'nci yüzyýl düþünürü, Volney (Constantin François
, Comte de
Chasseboeuf, 1757-1820), gök ölçüsünün hikayesini kendi açýsýndan; þöyle anlatýy
or: Ýlk insanlarýn hiçbir
düþünceleri yoktu. Önce kollarýný, bacaklarýný kullanmasýný öðrendiler. Gittikçe
; babalarýnýn deneylerinden
yararlanarak geliþtiler. Yaþama araçlarýný saðlama baðladýkça zekalarý, ilkel ge
reksemeler (ihtiyaçlar) zincirinden
kurtularak dolayýsýyla anlamalara; sonuç çýkarmalara (istidlallere) yöneldi. Ýns
an zekasý, giderek, soyut bilgileri
kavramak gücünü de kazandý. Yeryüzünde kendilerinden baþka birçok varlýklar kayn
aþýyordu, bu varlýklarýn çoðu
karþý gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateþ yakýyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su
boðuyor, yel sürüklüyordu. Uzun
yýllar bu etkilerin nedenlerini düþünmeden katlandýlar. Bütün bunlarýn neden böy
le olduklarýný anlamak isteyen ilk
insan þaþkýna döndü. Sonra, þöyle düþünmeye baþladý:
1- Onlar kendisinden güçlü, kendisine üstündüler. Tanrý düþüncesinin temeli bu
dur. Kimileri acý, kimileri tatlý
etkiler uyandýrmaktadýrlar. Acýyla etkileyenlerden korkuyor, onlardan uzaklaþmak
istiyordu. Tatlýyla etkileyenlere
umut baðlýyor, onlara yaklaþmak istiyordu. Ýþte korku ve umut, gök ölçüsünün bu
ilkeleri, böylece doðdular.
Kendisi nasýl bir baþkasýný itmek isteyince itebiliyorsa onlar da yakmak isteyin
ce yakabiliyorlardý. Þu halde onlarda
da kendisininki gibi bir irade, bir zeka olmalýydý. Ýþte Tanrýlýk irade, Tanrýlý
k zeka düþüncesi böyle baþladý.
Kendisine kötülük etmek isteyen bir soydaþýnýn önünde nasýl alçalýyor, ona nasýl
yalvarýyorsa, ötekilerinin önünde
de alçalabilir, onlara da yalvarabilirdi. Ýþte ilk yere kapanýþ, ilk dua. Yoluna
engel olan daða yer deðiþtirmesi için
yalvarýrken onu düþüncesinde varlýklaþtýrdýðýnýn, ilk düþünce varlýklarýný yarat
maya baþladýðýnýn farkýnda bile
deðildi. Kendisinden güçlü, kendisine üstün olan bu düþünce varlýklarý pek çoktu
lar, þu halde evren, sayýsýz
Tanrýlarla doluydu (politeisme). Bunlarýn kimisi iyilik ediyordu, kimici kötülük
. Ýyilikle kötülük, iyilikçi ruhlarla
kötülükçü Tanrýlar böylece doðdular. Ýþte ilk insanlarýn dini böyle baþladý (Ýlk
sistem: Fizik güçlere tapmak).
2- Yeryüzünde ve insan düþüncesinde baþlayan bütün bu ilkeler (üstünlük, korku
ve umut, üstün irade ve üstün
zeka, güçlünün önünde eðiliþ, yalvarýþ, düþünce varlýklarý, bu varlýklarýn çoklu
ðu, iyilikçi ya da kötülükçü varlýklar)
insanlarýn tarým gereksemeleri için göðe yöneldiler. Tarým, toplulukla yaþamaya
baþlayan insanlar için bir
zorunluktu. Tarýmý baþarmak içinse göðün gözetlenmesi gerekiyordu. Topraðýn gökl
e ilgisi belirmeye baþlamýþtý.
Bir yýldýz kümesinin görünmesi, en yüksek yerine varmasý ve batmasýyla bir bitki
nin gövermesi, büyümesi ve
kurumasý arasýndaki ilgi, olanca açýklýðýyla insanlarýn gözüne çarpýyordu. Þu ha
lde yeryüzünü yýldýzlar, bu gök
varlýklarý, yönetiyorlardý. On beþ bin yýl önce Mýsýr'da yaþayanlar yýldýzlara t
apmaya baþladýlar. Bunlar, Nil nehrinin
yukarý kýyýlarýnda yaþayan zenci ýrktan ilkel topluluklardý (Ýkinci sistem: Yýld
ýzlara tapmak).
3- Ýnsan bu yýldýzlara birer ad takma gereðini duyunca, bunlara yeryüzü adlarý
ný yakýþtýrmaya baþladý. Tebli
Habeþ, ýrmaðýn taþmasý sýrasýnda görünen yýldýzlara taþma yýldýzlarý, sapan sürm
e sýrasýnda görünen yýldýzlara öküz
ya da boða yýldýzlarý, aslanlarýn susuzluktan çölleri býrakýp ýrmak boylarýna ge
ldiði sýrada görünen yýldýzlara aslan
yýldýzlarý, kuzularýn ya da oðlaklarýn doðduðu zaman görünen yýldýzlara kuzu ya
da oðlak yýldýzlarý adýný veriyordu.
Bu benzetmeler sayýsýzdý. Artýk kuzu, kýþ mevsiminin kötülük eden ecinnisinden g
ökleri temizliyor, boða
yeryüzüne bereket tohumlarý saçýyordu. Ýnsan dili böylelikle mecazlara alýþýyor,
gittikçe zenginleþiyordu. Artýk
insan, göðün boðasýndan (boða adýný verdiði yýldýzlardan) beklediði gücü, yeryüz
ündeki boðadan da bekler
olmuþtu. Yerden göðe çýkan mecazlar böylelikle. gene yeryüzüne indiler. Birtakým
yanlýþ kýyaslamalar baþladý.
Öküz, balýk ve daha bir sürü þey kutsallaþtý (Üçüncü sistem: Putlara tapmak).
4- Kýyaslamalar insanlarý maddi anlamlardan manevi anlamlara geçirdiler. Ýyili
k getiren tanrýlara bilgi, temizlik,
erdem melekleri; kötülük getiren tanrýlara da cahillik; günah, kabahat zebaniler
i denilmeye baþlandý. Tanrýlarýn
özleri birbirlerine uymadýðýndan tapýnma ikiye bölündü. Ýyi tanrýlara yapýlan se
vgi ve sevinç tapýnmasýydý, kötü
tanrýlara yapýlan korku ve ýstýrap tapýnmasýydý (Dördüncü sistem: Karþýt ilkeler
e tapmak).
5- Yolculuktan dönen Fenike gemicileri, okyanusun öbür ucundaki ölümsüz bahar
ülkelerini, kuzey bölgelerinin
ölümsüz gecelerini anlata anlata bitiremiyorlardý. Ýþte cennet ve cehennem düþün
celeri bu hikayelerden doðdu.
Yüzyýllardan beri öldükten sonra ne olacaðýný kendi kendine soran insan, bu yerl
erde yaþayabilmek düþüncesinden
hoþlanýyordu. Böylelikle sevgili ölülerini barýndýracak bir yer de bulmuþ oluyor
du. Sonsuz bahar ülkesi çekiyor,
sonsuz karanlýk ülkesi korkutuyordu. Þu halde iyiler birinciye, kötüler ikinciye
gitmeliydiler. Bundan da tanrý
tüzesinin (adaletinin) insanlarýn tüzelerindeki yanlýþlarý düzelttiði düþüncesi
doðdu (Beþinci sistem: Mistiklik,
büyük yargýca tapmak).
6- Ýnsanlar giderek üstünde yaþadýklarý yeryüzünü tanýmaya baþladýlar. Dünyaný
n çapý ölçüldü. Bu çap, bir
kocaman pergel gibi göklere açýlarak göklerin akýllar durdurucu, sonsuz yörüngel
eri hesaplandý. Dünyanýn evren
içindeki küçüklüðü meydana çýktý. Tanrý düþüncesi önce dünyadan, sonra güneþten
koparak bütün evrene yayýldý.
Evren Tanrý, nedenle sonucu, etkenle edilgeni, güdücü ilkeyle güdülen þeyi kendi
nde toplayan çok daha büyük, çok
daha yaygýn bir varlýk olmalýydý (Altýncý sistem: Evrene tapmak).
7- Sonralarý etkenle edilgeni, nedenle sonucu, güdücüyle güdüleni tek varlýkta
birleþtirmeyi doðru bulmayarak
bunlarý birbirlerinden ayýrdýlar. Her türlü kýyaslamalarý ancak kendi varlýklarý
na bakarak yapabildikleri için, evrenin
güdücü ilkesine cin, akýl, ruh adýný verdiler. Tanrý da, evrenin kocaman gövdesi
ni hareket ettiren, bütün varlýklara
daðýlmýþ yaþama ruhu oldu. Her varlýk, büyük varlýðýn bir parçasýný taþýmaktaydý
. Bu parça, ateþ ya da tözdü
(Yedinci sistem: Evrenin ruhuna tapmak).
8- Matematik ve fizik geliþiyordu ama, insanlarýn büyük çoðunluðu bilgisizdi.
Bu yüzdendir ki bilginin getirdiði
bilimsel deyiþler, çoðunluðun elinde bayaðýlaþýveriyordu. Böylelikle evrenin her
hangi bir makineden baþka bir þey
olmadýðý ileri sürüldü. Bir makine de kendi kendine yapýlamayacaðýna göre, herha
lde bunun bir iþçisi olmalýydý
(Sekizinci sistem: Büyük iþçiye tapmak).
Volney'e göre, bütün bu basamaklardan eski Mýsýr'da çýkýlmýþ, sonralarý yeryüz
ünde tekrarlanmýþ bütün þeyler
eskiden Nil kýyýlarýnda da olmuþtur. Volney, gök ölçüsünün, doðum yeri olarak Mý
sýr topraklarýný görmektedir.
Volney'e göre, bütün din sistemleri, eski Mýsýr'ýn güneþe tapmakla baþlayan fizi
k güçlere tapmak sisteminden
çýkmýþtýr. Hintlilerin Chrisna'sý (Kriþna), Hýristiyanlarýn Christos'u (Hristos)
hep eski Mýsýrlýlarýn güneþe
taktýklarý koruyucu anlamýndaki chris sözcüðünden gelmedir. Ayrýca, eski Mýsýrlý
lar güneþe Yes de diyorlardý! ki
Latinceleþmiþ Yessu ya da Jesus adýnýn kaynaðý budur. Eski Yunanlýlar bu adý Tan
rý Baküs'e de vermiþlerdi.
Bilindiði gibi, Tanrý Baküs de, Meryem'den babasýz olarak doðan Ýsa'ya örnek ola
rak Minerva'dan babasýz olarak
doðmuþtu.
Bir yanda sonsuzdan gelip sonsuza giden sonsuz bir uzay, öteki yanda düþünen y
epyeni bir varlýk insan... Bir
XX'nci yüzyýl düþünürü, Felicien Challaye, din duygusunu bu sonlu varlýkla sonsu
z varlýk arasýnda kurulan baðda
bulmaktadýr. Felicien Challaye'a göre, sonlu ve kutsal olmayan varlýk, sonsuz ve
kutsal varlýkla karþýlaþýnca
kendinden geçer. Gök ölçüsü, bu kendinden geçiþ halinin sonucudur. Challaye gök
ölçüsünün hikayesini, kendi
açýsýndan, þöyle anlatmaktadýr: Ýlk insanlar, kendi kiþiliklerinin dýþýndaki yay
gýn gücü (Mana) kavradýklarý anda
sonsuzu duymuþlardýr. Ben varým, varlýða katýlýyorum. Ne yalnýz anam babam, büyü
kanamla büyükbabam, atalarým,
ne de bütün insanlýk ve bütün hayvanlýk beni var edemezdi. Evrenin bütün güçleri
bende toplanýyor. Bir güneþ, bir
samanyolu, bir evcen olmasaydý, ben de var olamazdým. Ben, evrensel hayatýn ürün
üyüm. Varlýðýmýn derinliðinde
varlýðý buluyorum. Bu varlýk, benim dar kiþiliðimi her yandan sarmakta ve onu aþ
maktadýr. Bu varlýk sonsuzdan beri
benden önce gelmekteydi, sýnýrsýz akýþý boyunca sonsuza kadar benden sonra gidec
ektir. Ýþte bu, sonsuz varlýk'týr.
Sonlu varlýðýn, kendisinden çýkmýþ olduðu sonsuz varlýða baðlýlýk duymasý, onu
n önünde eðilip ona tapmasý, onu
evlatçý bir sevgiyle sevmesi, onda evrensel hayatýn bütün yönlerini bulmasý akla
uygundur. Bu akla uygunluk ve
sevgi, gök ölçüsünün temelidir.
Sonlu varlýðýn sonsuzluk duygusuna eriþmesi þöyle olmuþtur: Ýlk eðilim, karþýl
andýðý zaman sevinç,
karþýlanmadýðý zaman acý veren bir duygudur (haz ve elem). Bu eðilim, zekanýn iþ
e karýþmasýyla ruhsallaþýr,
toplumun etkisiyle de sosyalleþir. Bu sevinç ve acý eðilimi, korunma içgüdüsü, i
nsaný yalnýz bütün hayatý boyunca
gözetmekle kalmaz, ölümle yok oluþ düþüncesinden ötürü acý çekmesine de engel ol
ur. Ýnsan, bu yok oluþ
düþüncesini sevimsiz, aþaðýlatýcý bularak reddeder. Korunma içgüdüsü, yok oluþ d
üþüncesinin doðurduðu
sonsuzlukla sonluyu baðdaþtýrmaya çabalar. Ýnsanýn doðal eðilimlerinden bir baþk
asý da, merak eðilimi, bu çabayý
destekler. Evreni tanýmak, onun köklerine ve derinliklerine inebilmek bu merak e
ðiliminin karþýlanmasý
zorunluðundan doðmuþtur. Ýnsanýn üçüncü bir doðal eðilimi olan sevgi (sempati) d
e ilk iki eðilimin iþini
tamamlamaktadýr. Sevgi, sonlu varlýklardan aþarak sonsuz varlýða yönelmiþtir (mi
stisizm). Din, bu üç doðal
eðilimin, korunma içgüdüsünün, merakýn ve sevginin zekayla ruhsallaþmasýndan ve
toplumla sosyalleþmesinden
doðmuþtur.
Felicien Challaye din düþüncesinin geliþimini de þöyle sýralamaktadýr:
1- Ýnsan, önce, kendi kiþiliðinin dýþýnda her yönde belirmiþ bulunan yaygýn bi
r güç gördü. Bu güç, hem maddede,
hem ruhta beliriyordu. Ýlkel insanlar bu güce Mana adýný taktýlar. Mana düþünces
ine bütün dinlerde çeþitli
semboller halinde rastlanmaktadýr. En ileri felsefelerde bile çýkýþ noktasý hep
bu ilkel Mana düþüncesidir.
2- Toteme olan inanç bu Mana düþüncesinden çýkmýþtýr. Totem, Mananýn cisimleþm
esidir. Bir klanýn insanlarý
belli bir hayvan, ya da bitki çeþidini en çok Mana toplayýcý saymýþlar ve onu ku
tsal görmüþlerdir.
3- Ýnsan, kendi canýný düþününce Mana'yý kiþileþtirmiþtir. Bundan da ölümden s
onra yaþama düþüncesi doðmuþ,
ölümden sonra yaþama düþüncesi ölülere tapýnmaya yol açmýþtýr.
4- Mana'nýn kiþileþtirilmesi canlýcýlýðý (animizm) meydana getirmiþtir. Canlýc
ýlýk, doðada insanýn ruhuna benzer
ruhlar bulunduðuna inanmaktadýr. Önceleri fetiþizm adýyla adlandýrýlan animizmin
büyücülüðe yol açmasý
kolaylýkla anlaþýlýr bir
olaydýr.
5- Ýnsan, Mana'da bir düzen ilkesi bulduðu zaman, dine töresel kaygýlar girmiþ
demektir. Erdem, bu düzeni
saðlamak için gereklidir.
6- Ýnsan, Mana'yý kiþileþtirince artýk onu her baktýðý yerde görmeye baþlamýþt
ýr. Bunun sonucu da elbette
çoktanrýcýlýk olacaktý.
7- Soyutlamadaki ve tek olan evrenin açýklanýþýndaki ilerleme bu çok tanrýlarý
tek tanrýda birleþtirmeye yol
açmýþtýr. Bu birleþtirme, önce bir hiyerarþiden (tanrýlarý sýralayarak en büyüðü
nü bulmaktan) geçerek, evrenin tek ve
biricik Tanrýsýna varmýþtýr.
8- Budizmde olduðu gibi, din düþüncesinde bir adým daha ilerleme, engin evreni
n varlýðýný anlamak ve açýklamak
için tanrý düþüncesinin gerekmediðini, bu anlama ve açýklamanýn tanrýsýz da yapý
labileceðini ilerisürer.
Kurban, dua, yasalara saygý, erdem, bayram, efsaneler ve kendinden geçiþ hali
en ilkel totemizmden çok geliþmiþ
dinlere kadar bütün dinlerin ortak temalarýdýr.
Mutluluðunu saðlamak için çabalayan insan, epeyce uzun bir tarih süresi sonund
a, kendini rahat ettirecek, mutlu
kýlacak yeni bir ölçü buldu. Bu ölçü, gök ölçüsüdür. Gerçekte bu ölçü önce yerde
n baþladý, sonra göðe çýktý.
Bilimsel açýdan ele alýnýnca hikayesi bir hayli ilgi çekicidir. Bu ölçü, insanýn
çevresini sarýp onu ürküten
gizlilikleri açýklýyor, karanlýklarý aydýnlatýyor, ona güven veriyor, geleceðine
umutla bakmasýný saðlýyordu. Hele,
insanlýðýn en büyük korkusu olan ölüm korkusunu karþýlamasý bu ölçüyü büsbütün v
azgeçilmez kýlmýþtý. Ölçü,
karanlýklarý olduðu kadar, aydýnlýklarý da düzenliyor, hemen her alanda yararlý
oluyordu. Ýnsanlar birbirleriyle olan
anlaþmazlýklarýný bile bu ölçüye vurarak çözmeye baþlamýþlardý. Toplumlar, bu öl
çüye sýðýnarak birleþmeye
çalýþýyorlardý. Ölçü, gerçekte, insan yapýsýný çeþitli açýlardan kavramasý bakým
ýndan, çok güçlü bir ölçüydü.
Fransýz düþünürü Auguste Comte (1798-1857) bu ölçüye, insanlýðýn açýklama gere
ksemesi (ihtiyacý) açýsýndan
bakmaktadýr. Üç hal kanununun, insanlýðýn birbiri ardýnca geçirdiði üç hale baký
þ açýsý budur:
1- Auguste Comte'a göre insanlýk, önce teolojik hal içindeydi. Evren, insan ir
adesinin týpkýsý iradelerle
yönetilmektedir. Ýnsan düþüncesinin ilk vardýðý açýklama budur. Oysa, bu ilk düþ
ünce de üç basamaklýdýr, yavaþ
yavaþ geliþmiþtir. Birinci basamakta insan, çevresindeki eþyayý týpký kendisi gi
bi canlý, akýllý olarak düþünmüþtür
(fetiþizm). Ýkinci basamakta insan düþüncesi, çevresindeki olaylarýn görünmez va
rlýklarca yönetildiði inancýna
yönelmiþtir (çoktanrýcýlýk-politeizm). Üçüncü basamakta bu görünmez varlýklarýn
tek ve büyük bir iradenin
yönetimi altýnda bulunduðu inancýna varýlmýþtýr (tektanrýcýlýk-monoteizm).
2- Ýnsanlýðýn bu halini metafizik hal kovalamýþtýr. Ýnsanlýk bu süre sonunda t
eolojik halden metafizik hale
geçmiþtir. Metafizik hal, bir soyutlama (tecrit) halidir. Evreni yöneten artýk i
nsana benzeyen bir varlýk deðil, soyut
bir güçtür, soyut bir ilkedir: Oysa bu halde de insan, soyutladýðý nitelikleri,
soyut iyiliði, soyut güzelliði, soyut
tamlýðý (mükemmelliði) gerçek varlýklar saymaktadýr.
3- Ýnsanlýðýn üçüncü halinde, metafizik hal, yerini pozitif hale (olumlu hal,
müspet hal) býrakmýþtýr. Bu hal;
ortaçaðýn sona ermesiyle baþlar. Yeniçað düþüncesi artýk olaylarý baþka olaylarl
a açýklamaktadýr. Bilimsel
ilerlemeler, bu hale gelinceye kadar nedeni bilinemeyen birçok olaylarý, bilim y
asalarýyla açýklamaya baþlamýþtýr.
Baþka bir deyiþle, önce teolojik açýklama, sonra metafizik açýklama, yerini pozi
tif açýklamaya býrakmýþtýr.
Baþka bir Fransýz düþünürü, Henri Bergson (1859-1941) da gök ölçüsü gereksemes
inin kaynaðýný yaþanýlan
hayatýn içinde bulmaktadýr. Bergson, Töreyle Dinin Ýki Kaynaðý (Des deux Sources
de la Morale et de la Religion)
adlý yapýtýnda bu konuyu inceleyerek þu sonuca varýyor: Ýnsan, düþünmeden önce y
aþamak zorundadýr.
Toplumsallýk eðilimi (içtimailik meyli), insanýn yaþama zorunluðunun sonucudur.
Toplum nasýl insan içinse, insan
da öylece toplum içindir. Toplumunsa birtakým gerekleri vardýr, iþte bu gerekler
, insaný töreye ve dine zorlar.
Hayvan toplumlarýnda örneðin bir arýnýn, toplumunu unutarak sadece kendi istekle
rinin peþinden gitmeye
baþladýðýný düþünelim. Bilinçsiz içgüdüsü bu haylaz arýyý toplum yükümüne (mükel
lefiyetine) çaðýracaktýr. Çünkü,
arýlar yükümlü olmazlarsa kovan yaþayamaz. Ýnsan toplumlarýnda da bu yüküm insan
ý ödevine iter. Toplumsallýk,
insan varlýðýnýn en büyük parçasýdýr. Suçunu sadece kendisi bilen, cezadan yakay
ý kurtaran bir katilin çektiði
vicdan acýsý; insanýn kendi varlýðýna, kendi benliðine dönmek isteyiþidir. Suçun
u açýklarsa vicdan acýsýndan
kurtulacaktýr, çünkü ödevini yerine getirmiþ, benliðinin büyük parçasý olan topl
uma dönmüþtür. Toplum
alýþkanlýðýndan doðan, içgüdülerin zorladýðý bu ödevseverlik, insaný töreye ve d
ine götürür. Bu ödevseverlik, törenin
ve dinin birinci kaynaðýdýr. Bu ödevseverlik iyice deþilirse, insanlarýn korunma
içgüdüsüne dayandýðý görülür.
Ýnsan, açýkçasý, bu görevseverliðiyle kendisini korumakta, yaþama zorunluðuna uy
maktadýr. Bu kaynak, kiþinin,
iradesini iten bir kaynaktýr. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insaný koruyan bir
din ve töredir.
Din ve törenin ikinci kaynaðý, insan heyecanýdýr. Toplumsal insan bir taklit,
bir benzeme gereksemesi içindedir.
Ýnsan yapýsý, örnek almak, benzemek eðilimini taþýr. Bu ikinci kaynaktan çýkan d
in ve töre, model olarak alýnan
kiþiliðin yarattýðý heyecaný yaþamak ve taklit etmekle gerçekleþir. Toplum, kiþi
yi, toplumca beðenilenleri taklide
çaðýrýr. Bu kaynak, birinci kaynak gibi, kiþinin iradesini iten bir kaynak deðil
, tersine, çeken, çaðýran bir kaynaktýr.
Bu, heyecandan doðan taklitçilik kaynaðý iyice deþilirse, insanlarýn yaratma içg
üdüsüne dayandýðý görülür. Ýnsan,
açýkçasý, bu taklitçiliðiyle, gene yaþama zorunluðunun sonucu olan yaratma gerek
semesini karþýlamaktadýr. Bu
kaynaktan gelen din ve töre, insanýn yaratma gereksemesini karþýlayan bir din ve
töredir.
Bu iki çeþit din ve töre, ayrý nitelikler, ayrý özellikler taþýmaktadýr. Birin
ci kaynaktan (alýþkanlýktan, korunma
içgüdüsünün sonucu olan görevseverlikten gelen) din ve töre statiktir, toplumsal
dýr, tutucudur, eskiye baðlýdýr,
kolektiftir. Ýkinci kaynaktan (heyecandan, yaratma içgüdüsünün sonucu olan takli
tçilikten gelen) din ve töre
dinamiktir, bireyseldir, eskiyi aþýcýdýr, ileriye götürücüdür, kiþiseldir.
Bergson, yapýtýnýn ikinci bölümünde gök ölçüsünün asýl gerekçesi olan ölüm kor
kusu üstüne þunlarý
söylemektedir: Hayvanlar öleceklerini bilmezler, öleceðini bilmek insancadýr. Ýn
sandan baþka bütün canlýlar,
doðanýn (tabiatýn) istemiþ olduðu gibi, hayat hamlesine uymaktadýrlar. Ýnsanýn ö
leceðini bilmek düþüncesiyse,
doðanýn verdiði zeka ile elde edildiði halde, doðanýn karþýsýna dikilmekte, insa
nýn hayat hamlesini
yavaþlatmaktadýr. Öleceðini bilmek düþüncesi umut kýrýcý bir düþüncedir. Ýnsan,
öleceði günü de bilseydi, bu
düþünce, daha da umut kýrýcý olurdu. Ölüm olayý bir anda meydana gelecektir, oys
a her an meydana gelmediði
görüldüðüne göre sürekli olarak tekrarlanan bu deney, insanda belirsiz bir kuþku
yaratmakta, ölüm düþüncesiyle
eriþilen kesinliðin etkilerini hafifletmektedir. Bu hafifletme olmasaydý insanýn
hayat hamlesi büsbütün kýrýlýrdý.
Ölmek kesinliðinin, yaþamayý düþünmek için yaratýlan canlýlar dünyasýnda, insan
düþünce ve anlayýþýyla belirmesi,
doðanýn niyetine açýkça karþýdýr. Doða, böylelikle, kendi yoluna konulan engel ü
stünde sendelemektedir. Ýþte bu
sendeleyiþ onu yeniden doðrulamaya, ölümün kaçýnýlmazlýðý düþüncesine karþý yaþa
manýn ölümden sonra da
süreceði düþüncesini koymaya zorluyor. Doða, düþüncenin yerleþtiði zeka alanýna
bu hayali atmakla, her þeyi yerli
yerine koymuþ olmaktadýr. Bu hayalin ölüm düþüncesinin kötü tepkilerini önleyebi
lmesi, kendisini uçuruma
kaymaktan alýkoyan doðanýn dengesini gösterir. O halde bize dinin kaynaklarýný b
elirten hayal ve düþüncelerin özel
bir oyunu karþýsýnda bulunuyoruz. Bu açýdan bakýlýnca din, zekanýn ölümü kaçýnýl
maz olarak düþünmesine karþý
doðanýn savunucu bir tepkisi olmaktadýr.
Bu tepki, kiþi kadar, toplumla da ilgilidir. Toplum, kiþisel emekten yararlaný
r. Kiþinin hamlesi yavaþlamamalýdýr
ki toplumun hamlesi de yavaþlamasýn. Bundan baþka uygarlýkta ilerlemiþ toplumlar
, sýrtlarýný sürekli yasalara,
sürekli kuruluþlara (müesseselere), zamana bile meydan okuyan anýtlara dayarlar.
Ýlkel toplumlarsa sadece
kiþilerden kuruludur. Onlarý kuran kiþilerin sürekliliðine inanýlmazsa etkileri
de kalmaz. Þu halde ölülerin de
dirilerle birlikte bulunmasý gerekmektedir. Bunun sonu, atalara tapma olacaktýr.
O zaman da ölüler, tanrýlara
yaklaþacaktýr. Bunun için de tanrýlarýn hiç olmazsa anýlar halinde var olmasý, b
ir din bulunmasý, düþüncenin
mitolojiye doðru yönelmesi gerekecektir. Zeka, çýkýþ noktasýnda, ölüleri, iyilik
ya da kötülük yapabildikleri bir
toplumda dirilere karýþmýþ olarak düþünmek zorundadýr.
KAVRAMDA GÝZ. Üstün güçlerle çevrili olduklarýný gören, bu üstün güçlerden kor
kan ilk insan topluluklarý
koruyucularýný çevrelerinde aradýlar. Bu koruyucu çoðu zaman bir hayvan, kimi to
pluluklarda bir bitki, pek az
rastlanmakla beraber kimi topluluklarda da deniz ya da yýldýz oldu. Bu koruyucun
un adýna totem dendi. Ýnsan
denilen yaratýðýn ilk dini, totem dinidir. Artýk her topluluðun (klanýn) kendisi
ni koruyan bir totemi vardý. Yüzyýllar
böylece geçti. Ýnsanlar bir hayli mutluydular. Tanrýlarý yanýbaþlarýndaydý ve on
larý koruyup gözetiyordu. Totem
çaðýndan sonra tanrý, insanlardan gittikçe uzaklaþacak, bir daha bu kadar yakýnl
arýna sokulmayacaktý. Totemin ana
düþüncesi, bir Malenezya deyimi olan Mana'dýr. Mana, her yere daðýlabilen, bir b
akýma tapan insanlarýn kendisinde
de bulunan yaygýn ve kutsal bir güçtür.
Gün geldi, insanlar, totemle yetinemez oldular. Çevrelerinde gözleriyle görmed
ikleri birtakým yaþayan ruhlar
düþünmeye baþladýlar. Ölülerinin de yaþamakta devam ettikleri düþüncesi kafalarý
ný kurcalýyordu. Canlýcýlýk diye
çevirebileceðimiz bu animizm, insanlarýn ikinci dinidir. Görünmez ruhlar, yaþaya
n ölüler elbette büyücülüðü
doðuracaktýr. Bunun içindir ki, nerede animizme rastlarsak yanýbaþýnda büyücülüð
ü de buluyoruz. Totemizmin
temel düþünceleri (mana, tabu, yarý insan yarý hayvan atalar), animizmde de deva
m etmektedir. Ýlk dinin bu ilk
ilkeleri en geliþmiþ tektanrýcý dinlerde bile devam edecektir. Animizme önceleri
fetiþizm deniyordu. Bu sözü
zencilerin perili ve büyülü nesnelerine bakarak Portekizli gemiciler yakýþtýrmýþ
lardý. Feitiçio, Portekiz dilinde
büyülü nesne demektir.
Bütün güzel sanatlarýn kökünde animist büyücülüðün izleri vardýr. Ýlk insanlar
ýn erdemleri de toteme tapmalarý;
totemin isteðine aykýrý davranýþta bulunmamalarýnda belirmektedir. Klanýn toteme
saygý duyan üyeleri
erdemlidirler. Ýnsanýn çevresinde korkulacak, tapýlacak bu kadar çeþitli güçler,
ruhlar, yaþayan ölüler bulunmasý
elbette çoktanrýcýlýðý doðuracaktý. Çok sayýdaki tanrýlara ilkin Mýsýr'da rastlý
yoruz. Eski Mýsýr çoktanrýcýlýðý açýkça
totemizm ve animizm kalýntýlarýna dayanmaktadýr. Mana, tabu, ölümden sonra yaþam
a düþünceleri, çoktanrýcýlýkta
devam ediyor. Ýyi ruhlar iyi tanrýlarý, kötü ruhlar da kötü tanrýlarý meydana ge
tirmiþtir. Çoktanrýcýlýðýn totemizmden
doðduðuna baþka bir kanýt da, her klanýn ayrý birer totemi olduðu gibi, eski Mýs
ýr'da yaþayan her topluluðun da ayrý
bir tanrýsý bulunmasýdýr. Bu yerli tanrýlar baðlý olduklarý topluluðun öbür topl
uluklar üstündeki etkilerine göre öne
geçmiþler ya da geride kalmýþlardýr. Mýsýr çoktanrýcýlýðýnýn en önemli üçgeni, k
arýsý Ýzis ve oðlu Horus'la birlikte
Tanrý Oziris üçgenidir. Eski Mýsýr çoktanrýlarý üçlü, sekizli, dokuzlu gruplar h
alinde toplanmaktadýrlar. Bu güçlü
tanrýlarýn yanýnda akýl da iþlemektedir. Eski Mýsýr edebiyatýnda ölen bir kadýný
n yaþayan kocasýna gönderdiði þöyle
bir mektup vardýr: Ey benim arkadaþým, benim kocam. Hiçbir zaman yemekten, içmek
ten, sarhoþ olmaktan,
kadýnlarla seviþmenin zevkini tatmaktan ve þenlikler yapmaktan geri kalma. Gündü
zün de, geceleyin de kendini her
türlü zevke terk et. Kalbinde kaygýlarýn yer etmesine sakýn meydan verme. Çünkü,
Batý ülkesinde uyku ile karanlýk
hüküm sürmektedir. Burasý öyle bir ülkedir ki, içinde bulunanlar hiçbir zaman dý
þarýya çýkamayacaklardýr.
Uyumaktadýrlar ve artýk hiç uyanmayacaklardýr. Burada hüküm süren tanrýnýn adý t
am bir sönmedir.
Gök ölçüsü araþtýrýsýnda eski Mýsýr'ýn çok önemli bir yeri vardýr.
Öncesizlik ve sonrasýzlýk içinde bilincin bilinçle kavranmasý (þuurun, þuurla
idrak edilmesi) insanla baþlýyor. Bu,
gerçek bir baþlangýç deðil, baþsýz ve sonuz olmakta olan'ýn insan maddesince sez
ilmesidir. Baþka bir deyiþle, bu
hikaye, evrensel diyalektiðin hikayesi deðil, kendi kendini sezen maddenin hikay
esidir. Biz insanlar henüz bu
büyük hikayenin içindeyiz. Açýklamaya çalýþtýðýmýz macera, kendi maceramýzdýr.
Günümüzden beþ bin yýl önce Mýsýr'da bir terzi yaþadý. Bu terzi, yüz bin yýllý
k bilinç diyalektiðinin oldurduðu bir
düþünceydi. Beþ bin yýldan beri, gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ýþýkl
arda, bu terzinin kývýlcýmý vardýr.
Terzi, Mýsýr papirüslerinde Hermes Tut adýný taþýyor. Yunanlýlar ona Ermis ya da
üç kez bilgin anlamýna
Trismegiste diyorlar. Yahudilere göre adý Honok'tur. Araplar, Hermes-ül-Heramise
adýyla anmaktadýrlar. Kur'an'a
göre o, Adem ve oðlu Þit'ten sonra gelen, üçüncü peygamber Ýdris'tir.
Kýsas-ý Enbiya, onu þöyle anlatýyor: Hazreti Þit'ten sonra peygamberlik Ýdris
aleyhisselama geldi. Ve ona dahi
otuz sahife nazil oldu. Kalemle yazý yazan ve elbise diken ilk insan odur. Ondan
önce insanlar, hayvan derisi
giyerlerdi. Ýdris aleyhisselama göklerin, esrarý açýlmýþtý. Sonunda Tanrý, onu d
iriyken göðe kaldýrdý. Hazreti Ýdris
göðe çekildikten sonra insanlar doðru yoldan ayrýldýlar, putlara tapar oldular.
Tanrý, onlara Nuh aleyhisselamý
gönderdi (Ahmet Cevdet, Kýsas-ý Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, 1323 baskýsý, s. 4).
Oysa Yunan kaynaklarý onun kýrk iki yapýtý bulunduðunu yazmaktadýrlar. Hermes'
in bu deðerli papirüsleri
kaybolmuþtur. Bugün, onun düþüncelerini, öðrencilerinden gelen Mýsýr ve Yunan ka
ynaklarýndan öðreniyoruz.
Tevrat, onu þöyle anlatmaktadýr: Ve Yared yüz altmýþ iki yaþýnda Hanok'un baba
sý oldu. Hanok, üç yüz yýl
Tanrý'yla yürüdü ve Hanok'un bütün günleri üç yüz altmýþ beþ, yýl oldu ve gözden
kayboldu. Çünkü, onu Tanrý aldý
(Tevrat, Tekvin kitabý, 5. bap, 18-24).
Tevrat'ýn hesabýna göre terzi Hermes, ilk insanlardan biridir, altýncý kuþakta
ndýr. Baba-oðul dizisi þöyle
sýralanmaktadýr: Adem (930 yýl yaþamýþ), Þit (912 yýl yaþamýþ), Enoþ (905 yýl ya
þamýþ), Kenan (910 yýl yaþamýþ),
Mahalel (895 yýl yaþamýþ), Yared (962 yýl yaþamýþ), Hermes ya da Hanok (365 yýl
yaþamýþ).. Tevrat, Hermes'in Ý.Ö.
3000 yýlýnda yaþadýðý bilindiðine göre, insan soyunun günümüzden on bin yýl önce
baþladýðýný bildirmektedir.
Oysa bilim, günümüzden kýrk milyon yýl önce insana pek benzeyen yaratýklarýn yaþ
amaya baþladýðýný hesaplamýþ
bulunuyor. Çaðdaþ bilimle Tevrat'ýn arasýnda, otuz dokuz milyon dokuz yüz doksan
bin yýl var.
Terzi Hermes'in, kendinden sonraki bütün düþünsel akýmlara ýþýk tutan düþünces
i þudur: Ýnsanlar ölümlü tanrýlar,
tanrýlar ölümsüz insanlardýr.
Terzi Hermes, evrensel düþünü þöyle kuruyor: Kocaman boþluðun en altýnda ölüml
ülük yeri dünya var, en
üstünde de ölümsüzlük yeri Zuhal yýldýzý... Zuhal yýldýzý, evrensel aklýn bütün
esrarýný taþýmaktadýr, yedinci ve son
kattýr, ölümsüzlüðe orada eriþilir. Zuhal, parlak bir ýþýk içindedir. Ruhlar, or
adan koparak, dünyaya doðru düþmeye
baþlarlar. Bu düþüþ bir sinavdýr. Düþüþ, büyük ýþýktan, inildikçe yavaþ yavaþ ko
yulaþan karanlýða doðrudur. Iþýk
ruh, karanlýk maddedir. Ruh, kýsa bir sýnama için yeryüzüne inip maddeyle birleþ
ecek, ama maddeye boyun
eðmeyecektir. Ruhun maddeye boyun eðmesi, ona yenilmesi demek, sonsuz olarak yok
olmasý demektir. Ýnsan ruhu,
tümel ruhun (Tanrý'nýn) çocuðudur. Sýnavý kazanamazsa, o ruhta bulunan tümel ýþý
k (Tanrýsal nur) sönecek, ýþýk
yalnýz baþýna çýktýðý yere dönerek ruhu karanlýkta býrakacaktýr. Ruh da, ýþýksýz
kalýnca, karanlýðýn içinde eriyip
tükenecektir. Büyük boþluk, inen çýkan ve arada eriyip tükenen sayýsýz ruhlarýn
kasýrgasýyla kavrulmaktadýr. Sýnavý
kazanan ruhlar, yedi kat göðe baþarýyla yükselip ölümsüzlüðe kavuþurlar. Salt ge
rçeði (mutlak hakikat) öðrenirler.
Maddeye boyun eðmeyen baþarýlý ruh, yeryüzündeki kýsa sýnavýný verdikten sonra,
ilk basamak olarak ay'a yükselir.
Ay, düþünce dehasýdýr, elinde gümüþ bir orak tutar, doðumlarý ve ölümleri düzenl
er. Ruhlarý cesetlerden kurtararak
büyük ýþýða doðru çeker (cezbeder). Göðün ikinci katýný yöneten Utarit yýldýzýdý
r. Utarit, soyluluk dehasýdýr,
sýnavýný baþarýyla vermiþ ve birinci katta cesetlerinden ayrýlmýþ ruhlara çýkaca
klarý yolu gösterir. Bu kata çýkan
ruhlar, soyluluklarýný (asaletlerini) tanýtlamýþ ruhlardýr. Üçüncü katý Zühre yý
ldýzý yönetmektedir. Zühre, aþk
dehasýdýr, elinde aþk, aynasýný tutar, birbirlerini unutan ruhlar aþk aynasýnda
birbirlerini bulurlar. Dördüncü kat
gök, güneþin egemenliði altýndadýr. Güneþ, güzellik dehasýdýr, baþarý ýþýklarý,
saçmaktadýr, pýrýl pýrýldýr. Baþarýlý
ruhlar, ölümsüzlüðe yükselebilmek için böyle bir tüm güzellikten geçerler. Güneþ
, onlarý tatlý ýþýklarýyla okþayarak
ölümsüzlüðe hazýrlar. Beþinci katý Merih yýldýzý yönetir. Merih, tüzenin (adalet
in) dehasýdýr, elinde tüzenin keskin
kýlýcýný tutmaktadýr. Altýncý katý yöneten Müþteri yýldýzýdýr. Müþteri, bilimin
dehasýdýr, elinde büyük gücün asasýný
tutmaktadýr. Yedinci ve son katsa, ölümsüzlüðe kavuþulan büyük aydýnlýk, tümel a
klýn tüm sýrrýný saklayan Zuhal
yýldýzýnýn katýdýr.
Ruhlarý ölümsüzlüðe götüren, dünya sýnavýnda, iradelerini kullanarak, güçlerin
e dayanarak, acý çekerek elde
ettikleri aydýnlýk bilinç'tir. Bu bilince (þuura) kavuþabilmek için, yükselmeyi
istemek yeter. Yükselen ruh, aydýnlýk
bilincine dayanarak, tüm güzellik, tüm güç, tüm akýl olacaktýr. Buysa ölümsüzlük
tür.
Terzi Hennes'in bu öðretisi, eski Mýsýr'ýn Tep ve Memphis tapýnaklarýnýn büyük
ve kutsal sýrrýdýr. Bu yüzden de
hiçbir papirüste yazýlmamýþtýr. Sadece yeraltýnda gizlenmiþ bir maðaranýn duvarl
arýna sembolik iþaretlerle
kazýlmýþtýr. Yüzyýllar boyunca, tapýnaklar baþkanlarý birbirlerine aðýzdan anlat
maktadýrlar. Böylelikle sýr, ona
layýk olandan baþka, kimsenin eline geçmez. Tep ve Memphis tapýnaklarýna baðlana
rak yýllarca sýnav geçirip çile
çektikten sonra bu sýrra kavuþanlar, onu, en dayanýlmaz iþkenceler altýnda bile
açýklamazlar.
Dinler, hemen hepsi, kendilerine en büyük kývýlcýmý yollayan üçüncü peygamber
Ýdris'i birkaç satýrla
geçiþtirmiþlerdir. Bunun nedeni de kolaylýkla anlaþýlmaktadýr.
Hermes'in öðrencilerinden Asklepios, büyük ustasýnýn þu sözlerini de açýklamak
tadýr: Ýnsanlar, ölümlü tanrýlardýr,
tanrýlar da ölümsüz insanlar... Eþyanýn dýþý, içi gibidir. Ýçle dýþ arasýnda hiç
bir ayrýlýk yoktur. Küçük büyük gibidir.
Küçükle büyük, arasýnda hiçbir ayrýlýk yoktur. Evrende hiçbir þey ne iç, ne dýþ,
ne küçük, ne büyüktür. Bir tek yasa
ve o yasanýn gördüðü bir tek iþ vardýr. Bu sözlerin anlamýný anlayan, gerçeði gö
rür. Kimi insanlar, bu anlayýþlarý,
olaðanüstü çabalarý ve yetkinlikleriyle öteki insanlarýn görmediklerini görebili
rler. Oysa nedenler nedeni daima
gizlidir. Çünkü sonsuzluk, pek kýsa bir son olan zaman ve gene pek kýsa bir son
olan mekan içinde anlaþýlamaz ve
anlatýlamaz. Bizler, ancak, öldükten sonra onu anlayabilir ve anlatabiliriz. Çün
kü, yaþarken zaman ve mekanla
sýnýrlýyýz. Sýnýrsýzlýk, sýnýrlýlýk içinde kavranamaz.
Ýþte, dinleri ve felsefeleriyle, elli yüzyýlý kaplamýþ bulunan ýþýk karanlýk d
iyalektiði buralardan gelmektedir.
Hermes'in büyük sýrrýný öðrenebilmek için geçirilecek sýnavlar pek güçlüdür. A
klý ve iradesi güçsüz olan
istekliler, ya yolun dönülebilecek parçasýndan tersyüz edip geriye dönerler, ya
korkudan çýldýrýrlar, ya da bin bir
ürkütücü görünüþ içinde yürekleri durur, bir uçuruma yuvarlanýr, ölür giderler.
Sýnavý baþarýyla geçiren pek az kiþi
vardýr.
Ýstekliyi önce Ýzis tapýnaðýna götürürler. Tapýnak, yeraltý mezarlarýna giden
deliklerle doludur. Tapýnaðýn
kapýsýnda Ýzis heykeli vardýr. Ýzis, oturmuþtur, dizlerinde kapalý bir kitap var
dýr, yüzü örtülüdür.Heykelin altýnda þu
söz yazýlýdýr: Yüzümdeki örtüyü hiçbir ölümlü kaldýramadý.
Þu halde?.. Bu yolda yürüyebilmek için ölümsüzlüðe hazýrlanmak gerekmektedir.
Buysa, uzun yýllar isteyen,
katlanýlmasý pek zor bir çabadýr. Ýstekli, buna katlanmayý göze alýrsa, tapýnak
hizmetçilerinin yanýnda kalmak,
ortalýðý süpürmek, bulaþýk yýkamak, ayakyollarýný temizlemek zorundadýr (kendile
rini hor gören ve hor gördüren
kyniklerle melamileri hatýrlayýnýz). Bütün bu iþleri yaparken tek söz söylemek,
konuþmak yasaktýr. Bu sýnavdan
geçen istekli, isteðinde direniyorsa, küçük bir deliðin içinden karanlýk bir lab
irente býrakýlýr. Kapý, üstüne,
gürültüyle kapatýlýr. Ýstekli, dizleri ve dirsekleri üstünde sürüne sürüne, çamu
rlu ve yýlanlý dehlizlerde uzun uzun
dolaþacaktýr. Arasýra küçücük odalara yolu düþerek ayaða kalkabilecek, bu küçük
odalarda, çeþitli iskeletlere,
hayvanlara ve yýlanlara rastlayacaktýr. Sonra, gene küçük deliklerden karanlýk y
ollara girerek, sürüne sürüne
ilerleyecektir. Bu küçük odalarda, kimi zaman, sessiz bir rahibe rastlayacak, ra
hip ona, geriye dönmek isteyip
istemediðini soracaktýr. Sýrrý öðrenmek için direniyorsa, gene kaderiyle baþ baþ
a kalarak, karanlýk yollarda
sürünmeye devam edecektir. Derinlerden kulaðýna, þöyle seslenen çýðlýklar gelece
ktir: Bilim ve güç isteyen deliler,
burada gebermiþlerdir... Artýk geriye dönülemez yollara girmiþ bulunmaktadýr, ki
mse karþýsýna çýkýp geriye dönmek
isteyip istemediðini sormayacaktýr buradan kurtulmak için ölmekten baþka bir þey
yapýlamaz. Soðuk, karanlýk,
yýlanlar, akrepler, korkunç çýðlýklar, açlýk, susuzluk; sürünmekten paralanmýþ d
izler, kanayan avuçlar... Ýstekli, ya
da artýk çaresiz, dizlerinin gittikçe gömülerek ayaklarýnýn yükseldiðini, çok di
k bir yokuþtan aþaðýya doðru
sürüklenmekte olduðunu hissetmektedir. Güçlükle sürüklendiði bu yolun sonunda da
, korkunç bir uçurumla
karþýlaþacaktýr. Tutunabilir de düþmekten kurtulursa, çýldýrmasý iþten bile deði
ldir. Çýldýrmayacak kadar güçlüyse
çevresine bakýnabilir ve süründüðü dehlizin sol ucunda küçük bir kurtuluþ kapýsý
bulunduðunu görebilir. Uçuruma
yuvarlanmadan o kurtuluþ kapýsýna sýçrayabilirse uzun bir merdiveni týrmanarak m
asallardaki gibi renk renk
döþenmiþ bir odaya varacaktýr. Odanýn duvarlarýnda yirmi iki sýrrý belirten naký
þ semboller, harfler ve sayýlar vardýr
(Hermes'in öðrencisi olan Pythagoras'ýn sayý mistikliðini, Ýslam hurufiliðini ve
noktaviliðini hatýrlayýnýz). Burasý,
Oziris'in ýþýklý tapýnaðýdýr. Burada, insan, gerçeði belirtmek ve tüzeyi gerçekl
eþtirmek için tanrýsal güçle birleþir.
Ýsteklinin çilesi henüz baþlamýþtýr ve daha pek uzun yýllar sürecektir. Geçire
ceði sayýsýz sýnavlar arasýnda ateþ
sýnavý, su sýnavý, þehvet sýnavý vardýr. Bunlarýn her biri, yukarda anlattýklarý
mýzdan da ürkütücü ve yorucu
sýnavlardýr. Ateþ sýnavý, cehennem ateþi gibi yanan kýzgýn bir fýrýndan cesaretl
e geçmeyi gerektirmektedir. Gerçekte,
bu fýrýn, isteklinin cesaretini denemek için hazýrlanmýþ yapma bir fýrýndýr. Þeh
vet sýnavý, kimileri için belki de çok
daha güç bir sýnavdýr. Ýstekli, günlerce, aç ve susuz, karanlýk dehlizlerde dola
þtýktan sonra çeþitli renklerle
döþenmiþ bir yatak odasýna varacak, orada, bir þehvet müziði dinleyerek, kendisi
ne içki ve yiyecek sunan çýplak ve
genç bir güzelle karþýlaþacaktýr. Güzel kýz, ona, bugüne kadar çektiklerinin kar
þýlýðý olarak, kendisini ve
elindekileri sunacaktýr. Eðer bu genç kýza kanar da açlýðýn, susuzluðun ve þehve
tin gücüne boyun eðerse, o güne
kadar çektiði bütün çileler boþuna harcanmýþ olacaktýr. O zaman, artýk, ömrü boy
unca tapýnakta tutsak olarak
hizmetçilik etmek zorundadýr, kaçmaya çalýþýrsa hemen öldürülür.
Ýstekli, bu sýnavlarýn her birinin sonunda, tek baþýna taþ bir odaya kapatýlar
ak, aylarca, kendi kendine düþünmeye
býrakýlmaktadýr. Böylelikle, hamur gibi yoðrulan insan yapýsý, gittikçe, tanrýlý
k yapýya yaklaþmaktadýr. Eski Mýsýr
rahiplerinin o büyüleyici ve etkileyici güçleri, böylesine bir yoðrulma sonunda
elde edilmiþtir.
Son sýnav, mezar sýnavýdýr. Ýstekli, diri diri ve özel bir törenle bir mezara
gömülür. Oysa artýk, dünyalýlýðýndan
hemen, hiçbir þey kalmamýþ, mezara pek yaraþan bir yapýdýr. Mezarda, tam bir let
arjiye düþerek, kendi ruhuyla
karþýlaþýr. Uzun yýllar sonunda elde ettiði bu sonuç, onu, büyük sýrra, gereði g
ibi hazýrlamýþtýr. Mezardan çýktýktan
sonra, kendine gelince, büyük rahiple birlikte, Mýsýr'ýn sýcak, sessiz ve derin
bir gecesinde, tapýnaðýn rasathanesine
çýkacak ve orada yedi kat göðün yedi yýldýzýný seyrederek, büyük rahibin aðzýnda
n Hermes'in sýrrýný öðrenecektir.
Ýsteklinin geçirdiði sýnav, tek ruhtan kopan sayýsýz ruhlarýn yeryüzünde geçir
mekte olduklarý sýnavýn küçük bir
örneðidir. Hermes'e göre, insanca ölümlü olmak da, tanrýca ölümsüz olmak da elim
izde... Ancak, Hiyerofan denilen
baþrahibin yeni ermiþine söylediði gibi, her akýl bu gerçeði kavrayamaz... Büyük
sýrrý gönlümüzde saklayarak
eylemlerimizle söyleyelim. Bilim gücümüz, inan kýlýcýmýz, sükut kalkanýmýz olsun
. Ufaklýklar, ki büyük
çoðunluktur, ya aptal ya da kötüdürler. Aptalsalar, bu gerçek karþýsýnda akýllar
ýný büsbütün yitirirler. Kötüyseler,
bu gerçeði kötüye kullanarak büsbütün kötülük ederler. Gerçeði gizlemekten baþka
çýkar bir yol yoktur. Bilmek,
bulmak, susmak gerek.
ALTINÇAÐ. Ýsa'dan önce 700 yýllarýndayýz. Yunanlýlar üç yüzyýldan beri derebey
lik çaðýný yaþamaktadýrlar. Mal
edinenlerle mal edinemeyenler yerlerini almýþlar, sýnýflar doðmuþ. Tedirginlikle
rinin nedenlerini henüz
kavrayamýyorlar ama, eþitlik ve özgürlük içinde geçen eski altýnçaðlarýnýn özlem
ini çekmeye baþlýyorlar. Ozan
Hesiodos þöyle yakýnýyor:
Heyhat, demek ki gökyüzünün beni
Alçakça yaþanýlan bu kederli zamana atmasý gerekiyormuþ.
Bu çað daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?
Oysa bugün yeryüzünde bet bereketin kalktýðý
Acý ve kederli bir yokluk çaðý yaþýyoruz.
Zeus'ün görevlendirdiði, gece ve gündüz
Çalýþan insanlar türlü sýkýntýlar içinde bocalýyor.
Ama yakýnda Zeus, insanýn beþikten çýktýðý an
Yaþlandýðý bu çaðý mezara sokacaktýr.
Bu çað ki çocuklarý babadan; babalarý çocuklardan uzaklaþtýran
Kimsenin kimseye saygý duymadýðý, görevlerin unutulduðu
Kimsenin dostu ve konuðu kalmadýðý bu çað son bulacak.
Amansýz saldýranlar antlarý hiçe sayacak, hakka karþý
Alay ederek bir tek canlý býrakmayacaklar.
Ýþte o zaman, gök kubbeye doðru birlikte
Utanç ve Nemesis, gövdeleri parlak giyitlerle, uçacaklar
Ýnsanýn kendilerini sürüp attýðý uzak yerlere gidecekler
Tanrýlarýn gösterecekleri yere yerleþecekler
Bizse burada acýlar içinde kalacaðýz.
Yýrtýcý kuþlar gibi güçlüler güçsüzlere saldýracak.
Özlemi çekilen bu altýnçað nasýl bir çaðdýr?.. Yüzyýllarca önce, kuzeyden gele
rek Balkan yarýmadasýnýn güneyine
inen Ýyon, Dor ve Eolya boylarý, buralarý ele geçirerek yerleþtiler. Çobanlýkla
geçiniyor, eþitlik ve özgürlük içinde
yaþýyorlardý. Kimsenin kimseye üstünlüðü yoktu. Herkes doðadan ortakça ve eþitçe
payný alýyordu. Bolluk vardý ve
yoksulluk bilinmiyordu. Düzeni, doðal yasalar saðlýyordu. Devlet, yasa, dýþ ve i
ç baskýlar yoktu. Hemen hiçbir suç
iþlenmiyor, buna karþý da hiçbir ceza düþünülmüyordu. Mutluydular. Öylesine mutl
uydular ki, altýnçaðýn özlemi,
sonralarý, Kutsal Kitaplarda bile dile getirilmiþtir. Altýnçað, Tevrat'ta Eden b
ahçeleri (cennet) olarak belirtilir.
Ýnsan, buradan, bir hýrsýzlýk sonunda kovulmuþtur.
Ýþte Askralý Hesiodos, bu çaðýn özlemini çekmektedir. Çiftçi çocuðudur. Kardeþ
i Perses, soylu kiþilerden seçilen
yargýçlara para yedirerek mallarýnýn üstüne oturmuþtur:
Ey Perses, kulaðýna küpe et diyeceklerimi:
Karnýný doyur da öyle kalkýþ kavga dövüþe
Baþkalarýnýn malý için, gücün yetmeyecek bir daha
Bunu yapmaya, neyse burada bitirelim kavgamýzý
Artýk üleþtik mirasýmýzý, ama çok þeyleri
Çalýp götürdün, hediye yiyici baylara
Yaltaklanýp iyice, gönüllüdür onlar böyle iþlere.
Budalalar bilmiyorlar yarýmýn bütünden ne kadar çok olduðunu
Ebegümecinde ve çiriþ otunda ne büyük yarar bulunduðunu.
Çünkü, artýk mal kavgalarý vardýr, yasalar vardýr. Yaþanýlan bu yeni çaðda, al
týnçaða göre nedenleri bir türlü
anlaþýlmayan bir sürü dalavereler dönmektedir. Eþitlik bozulmuþ, insanlarýn kimi
güçlenirken kimi güçsüzleþmiþtir.
Ýnsanlýðý utanç ve pervasýzlýk kaplamýþtýr:
Kötü bir utanç yoksula yoldaþlýk eder.
Utanç insanlara hem dokunur hem de yarar.
Utanç yoksullarda, pervasýzlýk zenginlerde bulunur.
Malýn çalýnmýþý deðil, Tanrý vergisi olaný hayýrlýdýr.
Bir kimse büyük varlýk toplarsa yumruk gücüyle
Ya da diliyle, yaðma ederse çok kez olduðu gibi
Kazanç hýrsý aklýný yanýltýnca
Ýnsanlarýn, utanmazlýk utancý susturunca.
Ne olur? diyeceksiniz. Hesiodos, çaresiz, böylelerini Tanrý'yla ürkütmeye, düz
ensizliði Tanrý korkusuyla
önlemeye çalýþýyor:
Karartýverirler Tanrýlar bahtýný, kalmaz evinin bereketi
Bu adamýn, pek kýsa sürer varlýðýn yoldaþlýðý
Böylesine Zeus kendi kýzar, sonunda da ona
Haksýz iþlerine karþýlýk yükler aðýr bir ceza.
Çünkü, artýk suçlar ve cezalar vardýr. Ama ne suçlar cezalardan ürkmekte, ne d
e cezalar suçlarý önleyebilmektedir.
Bu yüzden insanlar, töresel nitelikler edinmeli, örneðin Hesiodos'un dediði gibi
, yarýmýn bütünden çok olduðunu
bilmelidirler. Yakýnda Yunan topraklarýnda boy gösterecek olan töreci düþünceler
, ezenleri önlemekten çok
ezilenleri teselliye yarayacak olan töresel kurallarý hazýrlayacaklardýr. Þimdil
ik Tanrý'ya yalvarmaktan baþka
yapacak bir þey yoktur:
Fakat sen uzak tut deli yüreðini bunlardan
Gücün yettiði kadar kurban sun ölümsüz Tanrýlara
Saf ve temiz olarak, yak güzel but parçalarýný
Ayrýca þarap tütsü sunarak dost kýl kendine
Yatacaðýn vakit yataðýna, bir de kutlu ýþýk çýkýnca
Ta ki sana dost olsun yürekleri ruhlarý
Ta ki satýn alasýn baþkasýnýn malýný, deðil seninkini baþkasý.
Peki ama, bu altýnçað birdenbire neden yok oluverdi?.. Göðün en tepesinden býr
akýlan bir çekicin yere on günde
düþeceðini sanan zavallý Hesiodos bunu nereden bilsin:
Fakat Zeus gizledi geçimi öfkelenince yüreði
Aldattýðý için onu Prometeus'un düzeni
Bu yüzden insanlar için acýlar tasalar buldu
Þöyle dedi öfkeyle bulut toplayýcý Zeus ona:
Lapetes oðlu, çok bilmiþlikte olmayan eþi.
Seviniyorsun ateþi çaldýðýna, aldattýðýna beni
Fakat büyük dert açacaðým gelecekteki insanlarýn baþýna
Onlara ben ateþ yerine bir afet yollayacaðým, hepsi
Neþelenecekler yürekten okþayýp severek afetlerini:
Hesiodos'un hakký var. Nitekim aradan bunca yüzyýl geçtiði halde, insanlarýn p
ek küçük bir azýnlýðý bilerek ve
pek büyük çoðunluðu bilmeyerek bu afetlerini yürekten okþayýp sevmektedirler (*)
. (*) Hesiodos'tan aktardýðým
þiirsel parçalar, genç yaþýnda ölen deðerli bilim adamý Suat Yakup Baydur'un çok
baþarýlý çevirisinden alýnmýþtýr.
ÖZDEÐÝ BÝÇÝMLENDÝREN MARDUK. Bulabildiðimiz ilk düþünce ürünlerine Sümerlerde
rastlýyoruz. Bu ilk
düþünceleri Sümer Tanrýsý Marduk simgelemektedir.
Sümer Tanrýsý Marduk'un büyük önemi, bugün dünya uluslarýný etkileyen üç büyük
dine kaynaklýk etmiþ
olmasýdýr. Tevrat'la Ýncil'deki hikayelerin, kurallarýn kaynaðýný görmek isterse
niz, Ý.Ö. dördüncü bin yýla kadar inmeniz
gerekecek. O zamanlar Dicle'yle Fýrat nehirleri arasýnda (Mezopotamya) Sümerler
diye adlandýrýlan bir kavim
yaþýyordu. Sümerlerin birçok tanrýlarý arasýnda Marduk, maddeye biçim veren, ve
deltayý yaratan tanrý sayýlýyordu.
Tevrat'la Ýncil'deki hikayelerin çoðu Sümer efsaneleridir.
Bu efsanelere göre öteki tanrýlar, Marduk'u, okyanus tanrýsý Tiamat'la savaþma
ya çaðýrdýlar. Marduk, Tiamat'ý
yendi ve denizlere sýnýrlar çekti. Tanrýlara tapýnan bir varlýk bulunsun diye de
balçýktan insaný yarattý. Sonralarý
insanlardan hoþnut kalmayan tanrýlar, onlarý yok etmeyi kararlaþtýrdýlar. Tanrý
Ea, tanrýlar kurulunun bu kararýna
karþý, çok sevdiði bir insan olan Ut-Napiþtim'i kurtarmayý düþünür. Onun düþüne
girerek bir gemi yapmasýný
fýsýldar. Ut-Napiþim, yaptýðý geminin içine karýsýný, çocuklarýný, iþçilerini, h
ayvanlarýný ve tohumlarýný doldurur.
Tufan baþlamýþtýr, bütün insanlar boðulmuþlardýr. Ut-Napiþtim'in gemisi yüzmekte
dir. Ýnsanlarýn boðulduðunu
gören tanrýlar, kuþkuya kapýlmýþlardýr. Tanrýlar kraliçesi olan Ýþtar sýzlanmaya
baþlamýþtýr: Ýnsan yeniden balçýk
oldu. Tanrýlar kurulunun bu kararýna katýldýðým için ben de sorumluyum bundan...
Fýrtýna, yedi gün sürdükten sonra kesilir: Ut-Napiþtim, önce bir güvercin salý
verir, güvercin geri gelir: Ertesi gün
bir kýrlangýç salýverir, o da geri gelir. Üçüncü gün bir karga salýverir, karga
geri gelmeyince, gemisini durdurur ve
gemisinin konduðu daðýn doruðunda bir kurban keser. Tanrýlar, kurbanýn çevresine
sinekler gibi üþüþürler. Tufaný
tertipleyen tanrý Enlil, tanrýlar kurulunun kararýna ihanet ettiði için tanrý Ea
'ya bir güzel çýkýþýr. Tanrýlar artýk
yapacaklarý bir þey kalmadýðý için, Ut-Napiþtim'le karýsýna ölmezlik baðýþlarlar
.
Nuh ve Tufan hikayesinin aslý olan bu Sümer efsanesi, Tevrat'la Ýncil'den dört
bin yýl (kýrk yüzyýl) öncedir.
Gene ayný bölgede, Ý.Ö. XX'nci yüzyýlda yaþamýþ kral Hamurabi'nin (2003-1961)
kanunlarýný inceleyiniz. Sümer
efsanelerinin mirasçýsý olan Asur-Babilonya uygarlýðýnýn bu büyük yapýtý, Hamura
bi kanunlarý, Tevrat kurallarýna
kaynaklýk etmiþlerdir. Samuel Reinach, Qrpehus adlý kitabýnda þöyle demektedir:
Hamurabi kanunlarý, Musevi
kanunlarý için ilerisürülmesi gelenek haline gelen tarihten yedi yüzyýl önce yap
ýlmýþtýr. Eðer Musevi kanunlarýnýn
Musa'ya tanrý tarafýndan yazdýrýldýðý doðruysa, tanrý, Hamurabi'nin yapýtýný aþý
rmýþ demektir.
TANRILARA KAFA TUTAN KRAL. Ýlk mitolojik tanrýlara Sümerlerde rastladýðýmýz gi
bi tanrýlarý hiçe sayan ilk
insanlara da gene Sümerlerde rastlýyoruz. Felsefesel düþüncenin temeli mitolojik
düþüncedir. Özellikle antikçað
Yunan felsefesinde mitolojik düþüncenin izlerine Platon'da bile rastlanýr. Hint,
Çin, Ýran vb. gibi uluslarýn ilk
felsefeleri mitolojileriyle kaynaþýktýr. Bu bakýmdan Gýlgamýþ'ýn önemi bugün ins
anlýðýn elinde bulunan en eski
mitolojik metin olmasýdýr. Ýnsanlýðýn en eski destaný olan Gýlgamýþ Destaný, düþ
ünce yapýsý bakýmýndan da
mitolojik kalýntýlarýn en ilgincidir. Babillilerin ilk sözcükleriyle adlandýrdýk
larý destan Sha Nagba Ýmuru (Her þeyi
görmüþ olan) deyimiyle anýlýr. Sümer, Asur, Akad vb. gibi çeþitli Mezopotamya to
pluluklarýnca iþlenmiþ olan
destanýn bugün elde bulunan metni Sümerlerden kalmadýr. Asur ve Akadlardan kalma
bölümler de bulunmuþtur.
Ýlkin Thompson tarafýndan Ýngilizce The Epic of Gilgamish (Oxford 1930) adýyla y
ayýmlanmýþ ve daha sonra
Almanca, Fransýzca, Türkçe çevirileri yapýlmýþtýr. Bu destanýn bulunmasýyla Hera
kles Mitosu ve Tufan öyküsü gibi
birçok geliþmiþ mitlerin kaynaklarý da meydana çýkmýþ olmaktadýr. Destan, temel
düþünce olarak, doðanýn sýrlarýný
bilmek isteyen insanýn araþtýrýcý çabasýný iþler ve tanrýlara bile kafa tutacak
ölçüdeki gücünü belirtir. Ölümsüzlüðün
insan için olanaksýz bulunduðunu saptar. Ýnsan, karþýsýna çýkacak doða engelleri
ni yenip aþarak kendi yolunu kendi
yaratacaktýr. Ýnsanýn kendi yolunu açmasýna tanrýlar bile engel olamayacaktýr. T
ufan bile gönderseler insan soyunu
yok edemeyeceklerdir. Tanrýlar ve doða, insana her gün biraz daha yenilecek ve s
ýrlarýný her gün biraz daha
kaptýracaktýr. Destan, ayný zamanda, insanýn idealist düþlerle kendini kendine y
abancýlaþtýrmadan önce çok daha
gerçekçi bulunduðunu da tanýtlamaktadýr. Tanrýlar, insana yardým etmemekte, ters
ine, güçlükler çýkarmaktadýrlar.
Ýnsan bu güçlükleri kendi alýnteriyle, bilinçli çabasýyla yenmektedir. Destanýn
bir baþka özelliði de, insanýn inançla
deðil, bilgiyle davranmasý gerektiðini belirtmesidir. Gýlgamýþ inanmaz, ancak he
r þeyi görüp bilir (Sha Nagba
Ýmuru). Bilmek ve anlamak, onun insanlýk niteliðidir. Gýlgamýþ, efsaneleþtirilmi
þ gerçek bir kahraman
sanýlmaktadýr. Kimi incelemecilere göre Mezopotamya'da iki ýrmak vadisinin güney
inde gerçekten yaþamýþ ve
hüküm sürmüþtür. Ünlü destanlarýnda yarý insan, yarý tanrý sayýlmýþtýr. Kimi yor
umculara göre de tanrýlara kafa
tutan insanýn, insan gücünün simgesidir. Gördüðü iþler, týpký Yunan mitolojisind
eki Herakles'in iþleri gibi on iki
tanedir. Bu çok eski mitosun Herakles mitosunu geniþ ölçüde etkilediði bellidir.
Destanlarda anlatýldýðýna göre
Gýlgamýþ, çok akýllý ve çok çalýþkan bir genç kralmýþ. Halkýný da, kendisi gibi
boþ oturmamalarý için, iþe koþarmýþ.
Uruklu kýzlar ve kadýnlar tanrýlara yalvarýp kocalarýnýn ve sevgililerinin biraz
da kendilerine býrakýlmasýný
istemiþler.
Tanrýça Aruru kadýnlara acýmýþ ve toprak vücutlu yarý hayvan Enkidu'yu yaratar
ak Gýlgamýþ'la dost etmeye karar
vermiþ. Böylelikle genç ve cesur kralý çeþitli serüvenlere sürükleyip Uruk erkek
lerini rahat býrakmasýný saðlamýþ.
Gerçekten de bu iki güçlü yaratýðýn dostluðu, birçok tehlikeli serüvenlere atýlm
alarýný gerektirmiþ. Bu dostluk bir
güreþle baþlamýþ, Gýlgamýþ olaðanüstü gücüyle. Enkidu'yu tuttuðu gibi yere çarpý
vermiþ. Yaratýldýðýndan beri ilk kez
yenilgiye uðrayan Enkidu çok þaþýrmýþ. Oysa bu yenilgide bir çeþit orospular ola
n Ýþtar rahibelerinin de rolü varmýþ.
Genç kral, ormanlarda yaþadýðýný duyduðu bu yarý hayvan yaratýðý kandýrýp kente
getirmesi için onlardan birini
görevlendirmiþ. Enkidu da yedi gün ve yedi gece bu rahibeyle yatmýþ, ondan insan
cýl olmasýný öðrenmiþ. Ýki yiðitin
ilk serüvenleri, tanrý Enlil'in Sedir daðýný korumakla görevlendirdiði Humbaba y
a da Kumbaba adlý devi öldürmek
olmuþ. Bu baþarý Gýlgamýþ'ý öylesine yüceleþtirip güzelleþtirmiþ ki, tanrýça Ýþt
ar dayanamamýþ, onunla evlenmek
istemiþ. Ama genç kral bu evlenmeye yanaþmamýþ, üstelik de tanrýçayla alay etmiþ
. Onuru kýrýlan tanrýça çok kýzmýþ
ve tanrý Anu'ya baþvurarak öcünü alabilecek kutsal bir boða yaratmasýný dilemiþ.
Kahramanlarýmýzýn ikinci iþi bu
boðayý öldürmek olmuþ. Genç kral, Uruk kentini çevreleyen duvarlarýn üstüne çýký
p öcünün alýnýþýný seyretmeye
hazýrlanan tanrýçanýn gözleri önünde, bir baltayla boðanýn kafasýný uçuruvermiþ.
Daha pek çok olaðanüstü baþarýlar
kazanan iki yiðidin bu serüvenlerinde sonucu alan, eþdeyiþle devleri, boðalarý v
b. öldüren hep Gýlgamýþ'týr, arkadaþý
Engidu sadece yardýmcý durumdadýr. Bütün bu serüvenlerden sonra Engidu hastalanm
ýþ ve ölmüþ. Arkadaþýnýn
ölümüne çok üzülen genç kral böylelikle ilk kez ölümün acýlýðýný öðrenmiþ ve ölü
msüzlüðe eriþmenin yollarýný
araþtýrmaya baþlamýþ. Dedelerinden Ut Napiþtim (Mezopotamya Nuh'u)'in Tufandan k
urtularak ölümsüzlüðe
kavuþtuðunu hatýrlamýþ ve onu bulup ölümsüzlüðün yolunu öðrenmek istemiþ. Birçok
serüvenlerden sonra dedesini
bulmuþ, ondan ünlü Tufan öyküsünü dinlemiþ (Bu öykü, destanýn on birinci bölümün
dedir). Dedesi ona, denizlerin
dibinde büyülü bir ot bulunduðunu, bu otu bulup yiyebilirse ölümsüzlüðe kavuþaca
ðýný söylemiþ. Dönüþünde,
denizlerin dibine dalýp bu otu koparan Gýlgamýþ tam onu yiyiceði sýrada otu bir
yýlana kaptýrmýþ. Ölümsüzlük
umudunu yitiren Gýlgamýþ, Uruk'a dönmüþ ve yeraltý tanrýsý Nergal'in izniyle yer
yüzüne dönmüþ olan arkadaþý
Engidu'nun ruhuyla konuþup avunmaya çalýþmýþ. Ölümün kesin olduðunu bildiðinden,
dostuna öbür dünya üstüne
birçok sorular sormuþ. Destan bu sorulardan meydana gelen bir bölümle sona ermek
tedir.
ÖLÜLER KÝTABI. Yirmi dört saatlik günler ve yediþer günlük haftalar tertipleye
n ilk takvimin günümüzden
yetmiþ yüzyýl önce (Ý.Ö. V'nci bin yýl) eski Mýsýr'da yapýldýðýný hatýrlarsanýz,
gök bilgisinin eski Mýsýr'da ne kadar
geliþmiþ bulunduðunu bütün gerçekliðiyle belirtmiþ olursunuz. Kont de Volney, gö
k ölçüsünün kaynaðýný Mýsýr
topraklarýnda bulmakta haklýdýr. XVi'ncý yüzyýlda Paris dolaylarýndaki Issy köyü
nde bir Ýzis tapýnaðýnýn
bulunduðunu da hatýrlayýnýz. Eski Mýsýr tanrýlarý Ýzis, Oziris ve Serapis'e eski
Yunan'da, eski Roma'da, Latin
Ýtalyasýnda, dünyanýn hemen her köþesinde rastlayacaðýz. Güneþin çevresinde topl
anan bir gök sistemi akýmý, eski
Mýsýr'dan yola çýkarak dünyaya yayýlmýþtýr.
Bütün dinlerdeki erdem kurallarýný toplayýnýz. Sonra da bunlarý papirüs tomarl
arýnda gizlenen eski Mýsýr Ölüler
kitabýnýn, ölümden sonra Oziris'in muhakemesinde okunan, þu bölümüyle karþýlaþtý
rýnýz: Hiç kimseye kötülük
etmedim. Yakýnlarýmý bahtsýzlýða sürüklemedim. Gerçek evinde alçaklýk etmedim. K
imseyi gücünün dýþýnda
çalýþtýrmadým. Benim yüzümden kimse korku duymadý, yoksulluk ve acý çekmedi, bah
tsýz olmadý. Tanrýlarýn kötü
gördükleri þeyleri hiçbir zaman yapmadým. Kölelere kötü muamele ettirmedim. Kims
eyi aç býrakmadým. Kimseye
göz yaþý döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin kahpece öldürülmesini emretme
dim. Kimseye yalan
söylemedim. Hiçbir utandýrýcý davranýþta bulunmadým. Zina etmedim. Yiyecekleri p
ahalý ve eksik satmadým.
Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastýrmadým. Teraziyle tartarken hi
çbir zaman hile yapmadým. Süt
çocuklarýnýn aðýzlarýndan sütü uzaklaþtýrmadým. Hayvanlarý çalmadým. Tanrý'nýn k
uþlarýný að kurup avlamadým.
Ölmüþ balýðý tutmadým. Hiçbir arkýn suyunu baþka yöne çevirmedim. Ben temizim, t
emizim, temizim.
Eski Mýsýr'ýn ölümden sonra yaþama düþüncesi, gök ölçüsünün bu en çekici yaný,
yeryüzü erdemini
güçlendirmektedir. Çünkü, ölümden sonra sonsuza kadar mutlulukla yaþayabilmek iç
in dünya üstündeki çok kýsa
süreli erdem sýnavýný baþarýyla vermek gerekir. Bu sýnavý baþarýyla veremeyenler
, öldükten sonra yeniden öldürülüp
yok edilirler. Tanrý Oziris tahtýnda oturmaktadýr. Önündeki terazinin bir kefesi
nde dirhem yerine gerçek (hakikat)
vardýr. Ölünün , tartacaktýr. Ölü, hayatýnýn hesabýný doðru vermiþse cennetlik o
lur ve
sonsuz mutluluða kavuþur. Eski Mýsýrlýlar buna inanmaktadýrlar. Þu halde, erdeml
i bir yaþayýþ, eski Mýsýr dininin
temelidir. Nitekim dünyanýn dört bucaðýndaki çeþitli dinler de hep bu temele day
anmaktadýrlar.
Ý.Ö. ondördüncü yüzyýlda Mýsýr'da Thebae kentinde çok akýllý genç bir kral yaþ
adý. Bu kralýn adý dördüncü Amenotep
(ya da Amenofis)'tir. Ýnsanlarý tek tanrýya baðlamayý düþündüðü sýrada henüz yir
mi yaþýndaydý. Tarihçiler, onun bu
ileri ülküsüne çeþitli nedenler yakýþtýrýyorlar. Kimine göre Amenotep, Thebae ra
hiplerinin siyasal egemenliklerini,
kýrmak istemiþtir. Kimine göre de Mýsýrlý olmayan uyruklarý baðlamak amacýný güt
müþtür. Ýçinden gelen bir tek
tanrý sevgisine uyduðunu söyleyenler de var. Nedeni ne olursa olsun, dördüncü Am
enotep'in baþarmak istediði iþ,
tarih çapýnda önemli bir iþtir.
O zamanlar Mýsýr'da her kentin, her kasabanýn ayrý tanrýsý vardý. Bu tanrýlar,
totem düþüncesinin kalýntýlarýydý.
Nasýl totem sadece kendi klanýný koruyup gözetiyorsa, kasaba tanrýlarý da kendi
kasabalarýný koruyup gözetiyordu.
Thebae kasabasýnýn da Amon adýnda bir tanrýsý vardý. Thebae baþkent olmadan önce
önemsiz bir tanrýydý bu.
Büyük tanrý Ra'nýn yanýnda adý bile anýlmazdý. Thebae baþkent olunca Amon baþ ta
nrý oldu, gene de Ra'yý bir
kalemde silemediði için, adýna Amon-Radendi. Amon, artýk her adýn baþýnda ya da
sonunda yer alýyordu. Kendisiyle
savaþacak olan Amenotep'in adý bile onunla süsleniyordu. Amenotep, Amon hoþnuttu
r anlamýna geliyordu.
Amon'un ondan hoþnut olup olmadýðý bilinemezdi ama, bu genç adamýn Amon'dan hoþn
ut olmadýðý pek yakýnda
görülecekti.
Bütün tanrýlar güçlerini güneþten alýyorlardý. Ra da Doðan Güneþ Tanrýsýydý. A
menotep, evrensel güneþin
evrensel bir din yaratmaya yeteceðini düþünmüþ olmalýdýr. Güneþ yuvarlaðýný kiþi
leþtiren Aton genç, kral tahta
çýkýncaya kadar pek önemsenmemiþti. Amenotep, egemenliði eline alýr almaz büyük
din devrimine Amon'un yerine
Aton'u getirmekle baþladý. Baþta Amon olmak üzere bütün tanrýlarýn adlarýný sild
iriyor, onlara tapmayý kesinlikle
yasak ediyordu. Genç kralýn korkusundan bütün Amonlu adlar Atonlaþmaya baþladýla
r. Kendisi de Amenotep adýný
býrakarak Aton'un büyüklüðü anlamýna gelen Akhnaton adýný aldý. Bu büyük devrimi
Thebae kentinde dilediði
çabuklukla baþaramayacaðýný anlayan genç Akhnaton, krallýðýnýn dördüncü yýlýnda
baþkenti de deðiþtirdi. Orta
Mýsýr'da güneþ yuvarlaðýnýn ufku anlamýna gelen Akhhetaton adlý yeni bir baþkent
kurdu. Bu yeni baþkent, Aton
tapýnaklarýyla süslenmiþti (bu kentin bugünkü adý Tel-el-Amarna'dýr). Artýk bütü
n Mýsýr'da tek tanrý egemendi.
Aton'dan baþkasýna tapmak yasaktý. Çoktanrýcýlýk bir akýllý delikanlýnýn özel gü
cüyle bir anda silinivermiþti
ortadan.
Amenotep'in tek tanrýsý Aton için yazdýðý þu þarký, onun bu kocaman devrimle n
e büyük bir amaç güttüðünü
açýkça anlatýyor: Sen ki eþyanýn oluþu sýrasýnda zaten yaþamaktaydýn ey canlý At
on, ufukta parlayarak
yükseliyorsun. Güzelliðin bütün ülkeleri aydýnlatýyor. Güçlü büyüklüðünle dünyan
ýn üstünde göründüðün zaman
ýþýklarýn, yarattýðýn alemin son uçlarýna kadar bütün uluslarý kucaklýyor...
Evrensel güneþi evrensel bir düþünce olarak bütün uluslara yaymak... Ýþte Amen
otep'in büyüklüðü buradadýr. Ne
yazýk ki ömrü bu büyük devrimin kökleþmesine yetmemiþtir. Öldüðü zaman yirmi dok
uz yaþýndaydý. Ölümünden
pek az sonra gericiliðin tepkisi baþladý, birkaç yýl içinde de insanlarý birleþm
eye ve özgürlüðe çaðýran bu düþünce,
yobaz ve çýkarcý kafalarýn saldýrýlarý karþýsýnda yýkýlýp gitti.
EVREN-TANRI. Ýlk din kitabý, Ý.Ö. 2000 yýlýnda Hindistan'da düzenleniyor. Evre
ni kiþileþtirip tanrýlaþtýrmak da
Hind'lilere özgü bir buluþ. Aþýrý zengin azýnlýkla aþýrý yoksul çoðunluðun yaþad
ýðý bu büyük ülke, ayný zamanda,
gizemciliðin (mistisizmin) de kaynaðý.
Tarihte bilinen ilk kutsal kitap, Vedizm dininin kitabý olan Rig-Ved'dir. Veda
larýn ilk þarkýlarý büyücülük
þarkýlarýdýr. Bunlarda henüz büyük tanrýlarýn adlarý geçmemektedir. Boðazköy kaz
ýlarýnda bulunan çok önemli bir
antlaþma Vedizm'in kaynaklarýný baþka ülkelere çekmektedir. Bu antlaþma Ýsa'dan
önce ondördüncü yüzyýlda
Hititlerle Mitanniler arasýnda yapýlmýþtý. Antlaþmada adý geçen tanrýlar (Ýndra,
Mithra, Varuna) sonralarý Vedizm'in
büyük tanrýlarý olmuþlardý. Ý.Ö. 1000 yýllarýnda tertiplenen Vedizm þarkýlarý ar
týk bu tanrýlarýn sözünü
etmektedirler.
Vedalarýn en büyük tanrýsý Ýndra'dýr. Ýndra bir doða tanrýsýdýr, savaþçýdýr da
. Oysa onun karþýsýna bir akýl tanrýsý
dikmek gerekiyordu. Bu akýl tanrýsý da Varuna'dýr. Varuna evrensel düzeni saðlýy
or, erdemi gerçekleþtiriyordu. Tam
bir gök tannsý, yýldýzlý göðün tanrýsýydý (Varuna sözcüðünü ses bakýmýndan, gök
anlamýna gelen Uranus ve eski
Ýran'ýn büyük tanrýsý Ahura'yla karþýlaþtýrýnýz). Bunlarýn yanýnda baþka bir gök
tanrýsý, güneþli gündüz göðünün
tanrýsý Mithra yer almaktadýr. Mithra bir hukuk tanrýsýdýr, insanlar arasýndaki
tüzeyi saðlamaktadýr. Veda
þarkýlarýna göre Varuna'yla Mithra'nýn analarý Aditi'dir. Aditi, evrendeki bütün
varlýklarýn ortak özü sayýlmakta ve
totemizmin Mana'sýnýn yerini tutmaktadýr. Vedalarda eski Yunan'ýn Zeus Pater'ini
n karþýlýðý olarak Diyaus Pitar
vardýr. Bu tanrýlar gittikçe önemlerini kaybedecekler ve yerlerini kurban tanrýl
arýna býrakacaklardýr. Çünkü,
Vedizm'e göre tanrýlarý yaratanlar kurbanlardýr, bir baþka deyiþle varlýðý yarat
an eylemdir.
Vedizm'de erdem, kurban yoluyla elde edilir. Kurbanlar tanrýlarý yaratýrlar. T
anrýlar da insanlarý iyiliðe ve
güvenliðe ulaþtýrýrlar. Bu sistemde gök ölçüsünün dýþýnda baþkaca bir erdem düþü
nülmemektedir. Veda sözü Hint
dilinde bilgi anlamýndadýr. Ancak bu bilgi kulak yoluyla edinilen bir bilgidir.
Veda'nýn bilgisi erdemdir.
Ýnsanlýðýn en eski kutsal kitabý olan Rig-Veda, doðal bir sonuç olarak, Hindis
tan'da sýnýflanmalarý doðurmuþtur.
Kast adý verilen bu sýnýflarýn baþýnda din adamlarýnýn, Brehmenlerin (rahip) kas
tý gelmektedir. Din adamlarýnýn
altýnda prenslerle savaþçýlarýn kastý olan arya kastý vardýr. Bundan sonra, iþçi
lerin ve kölelerin çudra kastý yer
almaktadýr. Bunlarýn dýþýnda da insanlýðýn en aþaðýlýðý sayýlan paryalar vardýr.
Erdem bütün bu sýnýflarda ayrý bir ölçü taþýmaktadýr. Bir kastýn erdemi, öbür
kastýn erdeminden baþkadýr. Erdem
bir sýnýfa göre almak, bir baþka sýnýfa göre vermek'tir. Rig-Veda'nýn onuncu kit
abýnýn onuncu þarkýsý þöyle biter:
Ýnsan bir Brehmene bir inek verirse bütün alemleri elde etmiþ olur.
Vedizm'in geliþmesi, ölümden sonra yaþamanýn birbirini kovalayan çeþitli hayat
lar içinde gerçekleþmesi yolunda
olmuþtur. Buysa, yeni bir erdem ölçüsü getirmiþ bulunmaktadýr. Ýnsan iyi davraný
þlarla yaþamýþsa sonraki hayatýnda
iyi bir bedene, kötü davranýþlarla yaþamýþsa sonraki hayatýnda kötü bir bedene g
irecektir. Buysa, iyiliðin armaðaný,
kötülüðün cezasýdýr.
Hindistan'ýn temel dini Brahmanizm, bunun da sayýsýz tanrýlarý arasýnda yaratý
cý olarak tektanrý niteliðindeki
tanrýsý Brahma'dýr. Bu ad, Sanskritçe tüm varlýðýn kaynaðý, ilkesi, ruhu anlamla
rýný dile getiren ve sözcük olarak
saltýk (Os. Mutlak, Fr. Absolu) anlamýnda kullanýlan brahman deyiminden gelir. D
enilebilir ki Brahma, kavram
olarak brahman'ýn kiþileþtirilmesidir. Hint inançlarýna göre brahman, üç ayrý bi
çimde belirmiþtir: Yaratýcý tanrý
olarak Brahma, koruyucu tanrý olarak Viþnu, yýkýcý tanrý olarak Siva, Hýristiyan
lýðýn üçlüðünü andýran bu üçlüðe
Sanskritçe trimurti denir. Bu üçlük de, Hýristiyan üçlüðünde olduðu gibi, bir, ü
çlükte teklik'dir. Çünkü yaratýcý,
koruyucu ve yýkýcý olarak beliren ayný saltýk varlýktýr ve brahman'dýr. Brahman'
ýn asýl kiþiliði yaratýcýlýkta
belirmiþtir ve bundan ötürü de Brahma, Hint çoktanrýcýlýðýnýn sayýsýz tanrýlarý
arasýnda en soyut tanrýdýr. Bu yüzden
onun üstüne tasarýmlanmýþ hemen hiçbir öykü yoktur. Sadece bütün bilgilerini Ved
a adý verilen dört kutsal kitaba
yazmýþ olduðu söylenir. Bundan anlaþýldýðýna göre, tektanrýcý dinlerde olduðu gi
bi, kutsal kitaplar da bu yaratýcý
tanrýnýn sözleri ya da bilgileridir. Görüldüðü gibi, tektanrýcý dinlerin deðiþme
z niteliði olan yaratan ve kitabý Hint
düþüncesinde Ý.Ö. 2000 yýllarýnda gerçekleþmeye baþlamýþtýr. Tektanrýcý dinlerin
baþka bir niteliði olan peygamber
de bir süre sonra Buda'nýn kiþiliðinde meydana çýkacaktýr. Onun meydana çýkýþýna
kadar peygamberlik görevini
güçlü bir sýnýf halinde kendilerine brahman adýný vermiþ olan rahipler yapmýþlar
dýr. Budist inançlarýna göre Buda,
bütün bilgilerini Brahma'dan almýþtýr, artýk olgunlaþtýðýný ve bildiklerini baþk
alarýna öðretmesi gerektiðini kendisine
Brahma söylemiþtir, Buda da Brahma'dan aldýðý bu buyrukla kalkýp Benares'e gelmi
þtir. Buda'nýn ünlü Benares
söylevi, Brahma'nýn kendisine verdiði bilgilerin ürünüymüþ. Evrensel oluþmanýn,
eþdeyiþle, evrimin çatýþan
karþýtlýklarýn aþýlmasýyla oluþtuðu ilk düþüncelerce de sezilmiþtir. Hintlilerin
Brahma Siva, Çinlilerin Yin-Yang,
Yunanlýlarýn Eros Anteros karþýtlýklarý ve bu karþýtlýklar arasýndaki çeliþme ve
çatýþmalar, bu bilim öncesi sezinin en
belli örnekleridir. Hemen bütün mitolojilerin temel belirleyici düþüncesi iyilik
kötülük çeliþkisi'dir. Hint
mitolojisinde yaratýcý Brahma'nýn karþýsýna yýkýcý Siva çýkar ve bu temel çeliþm
e olumlu Viþnu'yla aþýlýr. Düþünsel
insan yaþamýnýn en eski kaynaklarýndan biri olan Hint inançlarýna göre yaratýcý
tanrý Brahma, sadece iyilik temeli
üstüne kurulmuþ bir dünya yaratmak istemiþ. Ama karþýsýna yýkýcý Siva çýkmýþ ve
buna her seferinde engel olmuþ,
çünkü çeliþmesiz bir dünyanýn yaratýlabileceðine inanmýyormuþ.
Brahma Siva Viþnu üçlüsü, Hint mitolojisinin en ünlü ve ilginç tanrý üçlüsüdür
. Diyalektik bir üçlü olan bu
tanrýlýk grup yaratmayý (Brahma), yokederken yapmayý (Siva) ve geliþtirmeyi (Viþ
nu) simgeler. Diyalektik bir sav,
karþýsav, bireþim (Tez, antitez, sentez) üçlüsüdür. Tanrý Viþnu bu geliþmeyi ve
geliþtirmeyi sanki daha iyi
belirtebilmek için çeþitli avatara (yeryüzüne iniþ)'larda bulunur, yeryüzüne her
iniþinde bozulan düzeni daha
geliþmiþ olarak kurar. Halk efsanelerinde serüvenleri pek çoktur. Özellikle Balý
k, Kaplumbaða, Yabandomuzu,
Aslan, Cüce, Rama ve Krisna biçimlerinde cisimleþmelerinin çeþitli efsaneleri va
rdýr ve pek ünlüdür. Evrenin her an
geliþmekte olduðu ve sonsuza kadar sürekli olarak geliþeceði düþüncesi Hint fels
efesinin en bilimsel savýdýr. Tanrý
Viþnu bu savýn temsilcisidir. Evrenin bir sonu olduðunu tasarýmlayan halk efsane
lerinde bile onun dünyanýn
sonuna doðru yeni bir cisimleþmeyle yeniden dünyaya ineceði ve dünyayý büsbütün
yetkinleþtireceði anlatýlýr. Hint
mitolojisinin Tufan öyküsünde de balýk olup insan Manu'yu sýrtýna alarak kurtara
n ve insan soyunun yeniden
türemesine olanak hazýrlayan odur. Tanrý Viþnu, en önemli serüvenlerinden biri o
lan Krisna cisimleþmesinde
Pandava'lardan Argiuna'yla dost olur ve Bhagavadghita (Cennet þarkýsý)'nýn konus
u olan ünlü söylevini verir. Bu
söylev, Hint felsefesinin, ölüm ve görev üstüne en ilginç düþüncelerini dilegeti
rir. Viþnu'ya göre ölüm diye bir þey
yoktur, sadece oluþma ve geliþme vardýr, ölüm denilen þey bu oluþma ve geliþmele
rin belli birer aþamasýdýr, bütün
varlýklar gibi insanlar da bu aþamalardan geçerek daha üstün bir düzeyde, daha g
eliþmiþ olarak varlaþýrlar ve böylece
varlýklarýný sonsuzca sürdürürler. Viþnu tasarýmý, bütün ayrýntýlarýyla, ilkel i
nsan zekasýnýn en parlak belirtilerinden
biridir.
AYDINLIK VE KARANLIK. Zerdüþt (Zaratustra), Ý.Ö. 1000 yýlýnda yaþadýðý sanýlan
bir Ýranlýdýr. Kurduðu dinin
adýna Mazdeizm denilmiþtir. Ancak Mazdeizm'in kökü Zerdüþt'ten çok öncedir. Zerd
üþt, bu dini arýtýp
biçimlendirmiþ, insan erdemlerini geliþtirerek tektanrýcý bir amaca yöneltmiþtir
. Mazdeizm'in kutsal kitabý Zend
Avesta'dýr. Aslýnda gerçek bir ozan ve çok bilgili bir düþünür olan Zerdüþt, Zen
d Avesta'nýn kendisine iyilik tanrýsý
Ahura Mazda (Hürmüz) tarafýndan vahyedildiðini söylemektedir. Mazdeizm, iyi tanr
ýyla kötü tanrý ikiliðine, Ahura
Mazda'yla Angra Mainyu (Ehrimen) çatýþmasýna dayanan bir dindir.
Zerdüþ'te göre, iyiliði ruhta, kötülüðü maddede bulanlar aldanmaktadýrlar. Ýyi
likle kötülük hem ruhlarý, hem
maddeleri kaplamýþtýr. Savaþ, her iki alan üstünde olagelmektedir. Ýyilik tanrýs
ý (gök tanrýsý) Hürmüz'ün çevresinde
nasýl yarýtanrýlar varsa Ehrimen'in çevresinde de yarýtanrýlar vardýr. Hürmüz ya
ratýyorsa Ehrimen de yaratmaktadýr.
Ehrimen, Hürmüz'ü yenip maddeler ve ruhlarý ele geçirmek için göklere saldýrmýþt
ýr. Savaþ, dehþet vericidir.
Ýnsanlar, göðün korunmasýna yardým etmelidirler. Bu savaþta gökten yana olanlar
erdemli insanlardýr ve savaþa
katýldýklarý ölçüde sonsuz mutluluða hak kazanacaklardýr.
Hürmüz, gök-ýþýk ülkesinde oturmaktadýr. Ehrimen, yeraltý-karanlýk ülkesindedi
r. Dünya, bu iki ülkenin
ortasýnda bir sýnav alanýdýr. Ýnsanlar bu sýnavý baþarýyla vererek evrensel sava
þa iyiliðin saflarýnda katýlmalýdýrlar.
Zerdüþt, baþlýca amacý, ekonomik düzen olan bir plan gütmektedir. Ona göre, Hü
rmüz'ün bakýþý her zaman
çalýþkan çiftçinin üstündedir. Gerçek dindarlýk, oruçla ve tapýnmayla deðil, tar
ým çalýþmalarýyla elde edilir. Bacasý
tüten, içi tarým hayvanlarý ve çocuklarla dolu bir çiftçi evini seyretmek kadar
Hürmüz'ü sevindiren hiçbir þey yoktur.
Zend Avesta, tarým hayvanlarýna iyi bakýlmasý, topraðýn iyi sürülmesi üstüne öðü
tlerle doludur.
Ýnsanlar, iyilikle kötülük arasýndaki bu evrensel savaþa nasýl katýlacaklardýr
? Zerdüþt, bu sorunun karþýlýðýný
þöyle veriyor: Dindar olarak, açýk yürekli olarak, çalýþkan olarak... Ýþte insan
larýn üç büyük ödevi.
Zerdüþt dini, bir evrim (tekamül) dinidir. Dünya, evrim yasalarýna baðlýdýr. Ý
nsan güçleri bu evrimi
gerçekleþtirmek, bu evrime katýlmak zorundadýrlar.
Kont de Volney (1757-1820), Yýkýntýlar (Les Ruines) adlý ünlü yapýtýnda din ad
amlarýný çatýþtýrýrken bir Zerdüþt
din adamýna þunlarý söyletmektedir: Ey Yahudilerle onlarýn çocuklarý olan Hýrist
iyanlar, Musa'nýn sandýðýmýz kitap,
Musa'dan altý yüzyýl sonra yazýlmýþtýr. Bunu yirmi gerçek belgeye dayanarak taný
tlayabiliriz. O kitapta Musa'ya
yakýþtýrýlan düþüncelerin hiçbirini Musa bilmezdi. O kitabý kaleme alanlar, ki b
u kaleme alýnýþýn bir büyük papazla
bir kralýn anlaþmasý sonunda yapýldýðý su götürmez bir gerçektir; ruhun ölümsüzl
üðünü, ölümden sonraki yaþayýþý,
cennet ve cehennemi, insanlarýn çektiði acýlarýn en büyük nedeni olan kötülüðün
baþkaldýrmasýný bizim
peygamberimiz Zerdüþt'ten öðrenmiþlerdir. Hem de bu düþünceler, ilk krallarýnýzý
n yaþadýðý yüzyýldan sonra sizin
yazýlarýnýzda görünür. Zerdüþt, o yazýlardan yüzyýllarca önce, bütün bunlarý söy
lemiþti. Babil ve Ninuva krallarý
tarafýndan yenilen atalarýnýzýn kralýmýz Serhas tarafýndan kurtarýldýðýný ne çab
uk unuttunuz? Atalarýnýz, o zamanlar,
bizi örnek edinmiþler, bizden ders almýþlardý. Kudüs'e yeni düþüncelerle döndüle
r. Siz, gücünüzü yeniden
yüceltecek bir kral bekliyordunuz, bizse onarýcý ve kurtarýcý bir evrensel iyili
k tanrýsýnýn geleceðini müjdeliyorduk.
Ýþte Hýristiyanlýðý bu iki düþüncenin birleþmesinden yarattýnýz. Zerdüþt'ün yolu
nu þaþýrmýþ çocuklarýndan baþka
hiçbir þey deðilsiniz siz.
ELOAH'LAR ARASINDA BÝR YAHOVA. Üç bin yýl öncesine kadar otuz beþ bin tanrý, i
nsanlarýn erdemleriyle
uðraþtý. Ýnsanlar arasýndaki düzen ancak bir törenin (ahlak) varlýðýyla kurulabi
lirdi. Otuz beþ bin tanrýnýn çabasý
boþuna deðildi. Ne var ki çeþitli tanrýlarýn çeþitli töreleri birbirleriyle çatý
þýyorlar, düzeni büsbütün bozuyorlardý.
Ýnsanlýða tek ölçü gerekiyordu, bunu da tek tanrý saðlayabilirdi. Mýsýr'dan kaça
rak Sina çölüne çekilen Musa,
tarihçilerin Medyan kahini dedikleri Yetro'nun yanýna sýðýnmýþtý. Yetro, ona kýz
ýyla beraber düþüncelerini de verdi.
Ýsrailoðularýný Mýsýr köleliðinden kurtarmak amacýný güden genç damat, akýllý ol
duðu kadar becerikliydi de. Gerçi
bütün insanlýðý deðil, sadece kendi soyunu (Ýsrailoðullarýný) düþünüyordu. Ama y
apmak istediði iþ gene de önemli
bir iþti. Yüzlerce yýllýk tutsaklýðýn bütün niteliklerini benimsemiþ bir insan s
ürüsünden, benliklerini yüzyýllarca
koruyacak güçlü bir ulus çýkaracaktý.
Yahudi sözcüðü, en büyük Ýsrail kabilesi olan Yahuda kabilesine iliþkinliði di
legetirir, Yahuda kabilesinden
olan demektir, daha sonra Musa dininden olan'ý adlandýrmýþtýr. Yahudiliðe, Musa'
nýn adýna baðlanarak Musevilik
denir. Yahudilerin kutsal kitabý bu dinin kurucusu olarak peygamber Ýbrahim'i gö
sterir. Ýlkin tanrýnýn buyruklarýný
kabilesine ileten oymuþ. Oðlu Ýshak ve Ýshak'ýn oðlu Yakub da bu dini sürdürmüþl
er. Daha sonra Musa (Yahudi
inançlarýna göre Ý.Ö. 1440'da ölmüþ) Sina daðýnda Tanrý'nýn on buyruðunu alýyor
ve Yahudi dini böylelikle
biçimleniyor. Yahudilik, çaðýmýzda da geçerli olan üç büyük dinin en eskisi ve e
n önemlisidir. Çünkü Hýristiyanlýk
ve Müslümanlýk onun attýðý temeller üstünde kurulmuþ ve onun bir uzantýsý olmuþt
ur. Bundan ötürüdür ki bir
sonraki din bir öncekini tanýmýþ ve kabul etmiþ, ama ayný tanrýnýn buyruðuyla ke
ndisine uyulmasý gerektiðini ve
artýk bozulmuþ olan eski dine baðlý kalýnmamasýný istemiþtir. Önceki dinse kendi
nden sonrakini tanýmamýþ ve sahte
saymýþtýr. Beliren din düþmanlýklarýnýn nedeni budur. Yahudilerin kutsal kitabý
Tevrat (Tora) evrenin ve insanýn
yaratýlýþýný anlattýktan sonra insanlarýn tek soydan nasýl çeþitli soylara (ulus
lara) ve tek dilden nasýl çeþitli dillere
geçtiðini metafizik gerekçeleriyle açýklar ve insan soyunu Adem'den baþlayarak h
er birinin oðullarýný ayrý ayrý
saymak yoluyla birbirlerine zincirleyip Musa'ya kadar getirir. Ýbrahim, Ýshak, Y
akub, Yusuf ve Musa peygamberler
hep Nuh'un üç oðlundan Sam'ýn soyundandýr (Samiler adý da buradan gelir). Birinc
i kitap olan Tekvin peygamber
Yusuf'a kadar bütün peygamberlerin yaptýklarýný anlatýr. Musa'nýn doðumu ve yapt
ýklarý ikinci kitap Exodus (Çýkýþ,
Ýsrailoðullarýnýn Mýsýr'dan çýkýþý)'de anlatýlýr. Musa, kaynatasý Medyan kahini
Yetro'nun sürüsünü güderken tanrý
ona Horeb'de görünür ve þöyle der: Musa, Musa... buraya yaklaþma, çarýklarýný ay
aklarýndan çýkar, çünkü üstünde
durduðun kutsal topraktýr. Ben, babanýn, Ýbrahim'in, Ýshak'ýn ve Yakub'un Allahý
yým (Exodus, iii, 4-6). Tanrý,
Ýsrailoðullarýnýn Mýsýr'da çektiklerini bildiðini anlatýr ve Musa'yý onlarý Mýsý
r'dan çýkarmakla görevlendirir ve
onlarýn feryadýný iþittim ve onlarý Mýsýrlýlarýn elinden kurtarmak, o diyardan i
yi ve geniþ bir diyarda, süt ve bal
akan diyarda, Kenanlý, Hitti, Amor, Perizzi, Hivi ve Yebusi'lerin yerine çýkarma
k için indim der (Ýbid. 8). Musa,
tanrýya adýný sorar, tanrý: Ben, ben olan'ým. Atalarýnýzýn Allahý, Ýbrahim'in Al
lahý, Ýshak'ýn Allahý, Yakub'un Allahý
YAHOVA'yým. Sonsuza kadar adým bu, çaðlardan çaðlara anýlmam budura karþýlýðýný
verir (Ýbid, 14-15). Buyruðu
þudur: Ýsrail ihtiyarlarýyla Mýsýr kralýna gideceksin ve ona, Ýbranilerin Allahý
bize rastgeldi, rica ederiz, çölde üç
günlük yol gitmemize ve Allahýmýz Yahova'ya kurban kesmemize izin ver, diyeceksi
n. Ben bilirim ki Mýsýr kralý
izin vermeyecektir. O zaman ben elimi uzatacaðým ve Mýsýr'ý bütün harikalarýmla
vuracaðým. Sizi ondan sonra
salýverecektir. Eli boþ çýkmayacaksýnýz. Her kadýn komþusundan ve evindeki konuð
undan gümüþ þeyler, altýn
þeyler, giysiler istesin. Oðullarýnýzý ve kýzlarýnýzý onlarla süsleyin. Mýsýrlýl
arý soyun (Ýbid, 18-22). Musa, tanrýnýn
dediklerini yapar, tanrý da Mýsýr'a on afet göndererek firavunu Ýsrailoðullarýný
azatlamaya zorlar. Ýsrailoðullarý
Mýsýr'dan böylelikle çýkarlar ve tanrýnýn on buyruðunu Sina daðýnda alýrlar (Ýbi
d, XX, 1-17), Yahudilik, bu on
buyrukla kurulmuþtur. Bu on buyruk þunlardýr: Ben, seni kölelikten kurtaran Yaho
va'yým. Benden baþka bir tanrýya
tapmayacaksýn. Put yapmayacaksýn. Kendini büyümseyip Yahova adýný almayacaksýn.
Altý gün çalýþýp cumartesi
günü dinleneceksin. Ananý, babaný sayacaksýn. Öldürmeyeceksin. Çalmayacaksýn. Ya
lan söylemeyeceksin. Zina
etmeyeceksin. Komþunun varlýðýna göz dikmeyeceksin... Bu buyruklarýn çoðu Mýsýrl
ýlarýn Ölüler kitabýnda da vardý
ve Ýsrailoðullarý bunlarý biliyorlardý. Ancak buyruklardan iki tanesi yeniydi: H
aftada bir gün dinlenmek ve
Yahova'dan baþkasýna tapmamak...
Mýsýrlýlarýn birçok tanrýlarý vardý ve Yahova bu buyruðuyla onlarý yadsýmýyor,
ancak kendisinden baþkasýna
tapýlmasýný yasaklýyordu. Yahudi dininin iki ayýrýcý niteliði vardýr. Bunlardan
biri ulusçu bir din oluþu ve sadece
Ýsrailoðullarýna sesleniþidir, zaman zaman baþka uluslardan da Yahudiliðe kabul
edilenler olduðu halde Musa dini
Ýsrailoðullarýna özgü kalmýþ, Nasýralý Ýsa'nýn onu evrenselleþtireceði güne kada
r yayýlmamýþtýr. Yahudiliðin ikinci
ayýrt edici niteliði, tek peygamber tarafýndan getirilmeyip birçok peygamberleri
n ürünü olmasýdýr. Bu
peygamberlerden Musa'dan öncekileri kendi kitaplarýnda bizzat Musa anlatmaktadýr
. Musa'dan sonrakiler de
eklenmek suretiyle Eski Ahit adý verilen Tevrat kutsal kitabý, meydana gelmiþtir
. Tevrat'ýn sadece ilk beþ kitabý
Musa'nýndýr: Tekvin, Çýkýþ, Levililer, Sayýlar, Tesniye... Tevrat, Musa'nýn beþ
kitabýndan baþka sýrasýyla þu
kitaplardan meydana gelmiþtir: Musa'nýn ölümünden sonra hizmetçisi Nuh'un oðlu Y
eþu'nun kitabý, Hakimler
kitabý, Rut'un kitabý, birinci ve ikinci Samuel'in kitaplarý, her biri ikiþer ki
taptan Krallar ve Tarihler adlarýný taþýyan
dört kitap; Erza, Nehemya, Ester, Eyup peygamberlerin kitaplarý, Davut peygamber
in (ayný zamanda kral)
Mezmurlarý, Süleyman peygamberin, (ayný zamanda kral) Meselleri, Davud'un oðlu V
aiz'in kitabý, Süleyman
peygamberin Neþideler Neþidesi kitabý; Ýþaya, Yeremya peygamberlerin kitaplarý,
ayrýca Yeremya'nm Mersiyeleri;
Hezekiel, Daniel, Hoþea, Yoel, Amos, Obadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefa
nya, Haggay, Zekerya,
Malaki peygamberlerin kitaplarý... Bu peygamberlerin içinde Tanrý'yla yüz yüze g
eldiði bildirilen sadece Musa'dýr ve
din onun Tanrý'dan getirdiði on buyrukla kurulmuþtur. Ondan sonraki peygamberler
hep onun getirdiði þeriatý
korumak için çalýþmýþlardýr. Son kitap, Malaki peygamberi Tanrý'nýn aðzýndan nak
letliði þu sözlerle sona
ermektedir: Kulum Musa'nýn þeriatýný, yasalarýný, yargýlarýný anýn. O þeriatý Ho
reb'de bütün Ýsrail için ona ben
buyurdum. Büyük ve korkunç gün gelmeden önce size peygamber Ýlya'yý göndereceðim
. O da, babalarýn yüreðini
oðullara ve oðullarýn yüreðini babalara döndürecektir; dünyayý lanetle vurmayayý
m diye... Hýristiyanlýðýn kurucusu
Ýsa'yý meydana getiren sözler, Tevrat'ýn içindeki daha birçok yoruma yatkýn sözl
erle birlikte, bu sözlerdir.
Tanrý'nýn bildirdiði on buyruðun dýþýnda, Yahudi tanrýbilimcilerince saptanan
dinsel kurallar da vardýr. Bu kurallar
Yahudi tanrýbilimcisi Musa bin Meymun (Maimonides, 1135-1204) tarafýndan on üç m
addede özetlenmiþtir: 1-
Tanrý tektir, 2- Tanrý ruhtur ve asla temsil edilemez, 3. Tanrý ölümsüzdür, 4- D
ua sadece Tanrý'ya edilir, 5- Ýsrail
peygamberlerinin bütün sözleri doðrudur, 6- Tanrý, dünyanýn yarýtýcýsý ve koruyu
cusudur, 7- Musa, peygamberlerin
en büyüðüdür, 8- Yasa ve töre tanrýca Musa'ya verilendir, bunun dýþýnda hiçbir y
asa ve töre yoktur, 9- Bu yasa ve
töre asla deðiþtirilemez, 10. Tanrý, insanlarýn bütün düþüncelerini ve eylemleri
ni bilir, 11- Tanrý, buyruklarýný yerine
getirenlere armaðan verir ve getirmeyenleri cezalandýrýr, 12- Tanrý, peygamberle
rin bildirdiði Mesih'i gönderecektir,
13- Tanrý, ölüleri diriltecektir... Tanrý'nýn Ýsrailoðullarýna ilk verdiði söz (
Ahit) þudur: Ve Abram doksan dokuz
yaþýndayken Rab ona göründü: Ben kaadir Allahým, dedi, benim önümde yürü ve yetk
in ol, seninle aht edeceðim,
seni çoðaltacaðým, birçok uluslarýn babasý olacaksýn, artýk adýn Abram olarak ça
ðrýlmayacak, Ýbrahim (Ýbr. bütün
halklarýn babasý, yüce baba, demektir) olarak çaðrýlacak, seni çokverimli kýlaca
ðým, senden krallar çýkacak, senin
soyunla aht'imi sonsuz ahit (Ebedi anlaþma) olarak saptýyorum, bütün Ken'an diya
rýný sonsuz mülk olarak soyuna
vereceðim ve onlarýn Allahý olacaðým (Tehvin, XVii, 2-8)... Tanrý, bu söz'ü Ýbra
him'in oðlu Ýshak'a da yeniler:
Baban Ýbrahim'e ettiðim yemini pekiþtiriyorum, senin soyunu göklerdeki yýldýzlar
kadar çoðaltacaðým ve sana bütün
bu ülkeleri vereceðim (Ýbid, XXVi, 3-4)... Ýshak'ýn oðlu peygamber Yakub'u Ýsrai
l adýyla adlandýrýr (Ýbraniler,
bundan sonra Ýsrailoðullarý adýný taþýrlar): Yakub yalnýz baþýna kaldý ve gün að
arýncaya kadar bir adam onunla
güreþti. Yakub'un uyluk baþý incindi, býrak gideyim, gün doðuyor, dedi. Güreþen
tanrýydý ve dedi: Beni mübarek
kýlmadýkça seni býrakmam, çünkü sen Allahý yendin, artýk sana Yakub deðil Ýsrail
denecek (Ýb. Ýsrail deyimi
Tanrýyla güreþen demektir). Yakub, Allahý yüz yüze gördüm ve caným sað kaldý, de
di. Uyluðu üzerinde aksýyordu.
Bunun için bugüne kadar Ýsrailoðullarý uyluk baþý üstündeki kalça adalesini yeme
zler, çünkü oraya Tanrý eli
dokunmuþtur (Tekvin, XXXii, 24-31)... Tanrý, Musa'ya on buyruk vermeden önce pey
gamber Nuh'a yedi buyruk
vermiþtir. Nuh, tufandan önce Tanrý'ya yalvarmýþ ve Ved, Suva, Yegus, Yeuk, Nesr
gibi putlara tapanlarýn
cezalandýrýlmasýný istemiþti. Kutsal kitaba göre Tufan bu yüzden olmuþ.
Musa, bir tutsaklar soyundan dövüþken kuþaklar yaratmayý amaçlamýþtý. Ýsrailoð
ullarýný Mýsýr'dan çýkardýktan
sonra kýrk yýl çöllerde dolaþtýrmasý bu yeni kuþaklarý beklemek içindi. Tanrý on
lara bir vatan vaadetmiþti, ama bu
arzý mev'ud (vaadedilen toprak, Filistin) gene de dövüþerek elde edilebilirdi. K
ölelikten dövüþçülüðe geçmek için
sadece on buyruðu kulaklara küpe edivermek yetmiyordu. Özgürlüðü tatmýþ, güçlü,
genç kuþaklarýn yetiþmesi
gerekliydi. Yüz yirmi yaþýna kadar yaþadýðýna inanýlan Musa, yaþadýðý sürece, çe
vresinde dönüp dolaþtýðý bu vatana
saldýrmayý göze alamadý. Ulusçuluða yönelen yeni dinin amacý o öldükten sonra ge
rçekleþti. Sonuç baþarýlýydý.
Yüzyýllarca acý çekmiþ, insanlýk gücünü yitirmiþ, ezik bir soy, tarihin en güçlü
devletlerinden biri olan Süleyman
Ýmparatorluðuna kadar yükselmiþti. Ne var ki Süleyman'ýn ölümünden sonra bu impa
ratorluk parçalandý ve
Ýsrailoðullarý gene topraklarýndan sürüldüler. Yahudi tanrýbilimcileri bu olayý,
Tanrý'nýn on buyruðuna baðlý
kalmadýklarý için Tanrýca cezalandýrýldýklarý yolunda yorumlarlar. Ýsrailoðullar
ý dünyanýn dört bir yanýna daðýldýlar
ve çok acý çektiler. Özellikle 1930'larda Hitler faþizminde canavarlaþan soykýrý
mý, uygarlýk masallarýna karþýn
insanlýðýn henüz vahþet çaðýnda bulunduðunun en büyük kanýtýdýr. Ýsrailoðullarý,
yüzyýllarca sonra, vatanlarýný
yeniden ele geçirmek için, Tanrý gücünü bir yana býrakýp, çaðýmýzda en geçerli g
üç olan para gücüne baþvurdular ve
Filistin'i satýn aldýlar. Çaðýmýzýn bir uygarlýk çaðý olmayýp bir vahþet çaðý ol
duðunu bir kez daha kanýtlamak için
þimdilerde, vaktiyle Hitler'in kendilerine uyguladýðý soykýrýmýný Filistin Arapl
arýna uyguluyorlar.
Düþünce tarihi açýsýndan Yahudi tanrýbiliminin büyük önemi, þu iki kavramý ins
an düþüncesine bela etmiþ
olmasýdýr: RUH (Ýbranice: Eloah) ve ODUR (Ýbranice: Yahova). Yirmi beþ yüzyýldýr
insan düþüncesini saçmasapan
hayallere sürükleyen ve her türlü bilimselliðin karþýsýna dikilen bu iki kavramd
ýr. Fantastik düþüncecilik (idealizm)
akýmý bu iki kavrama dayanýr. Bu iki kavramýn düþünsel serüveni kýsaca þudur: Mu
sa'nýn yaþadýðýna inanýlan çaðda
canlýcýlýk eþdeyiþle ruhçuluk (animizm) inancý yaygýndý. Doðadaki tüm nesnelerin
canlý ve ruhlu olduðuna
inanýlýyordu. Daðlar ruhluydu, tepeler ruhluydu, kayalar ruhluydu, aðaçlar ruhlu
ydu, çalýlýklar ruhluydu. Yahudi
tanrýbilimine göre, Horeb'de Musa'ya görünen bu sayýsýz çalýlýk ruhlarýndan sade
ce biridir. Bu çalýlýk ruhu,
eþdeyiþle çalýlýk eloah'ý (Araplarýn Allah deyimi de buradan geliyor) Musa'ya be
n Ýsrailoðullarýnýn tanrýsýyým,
benden baþka elohim (Ýbranice eloah'ýn çoðulu: Ruhlar)'e tapmayýn diyor. Görüldü
ðü gibi, bu katýksýz bir tektanrý
anlayýþý deðil. Sayýsýz eloah'lar var ama, sadece buna tapýlacak. Müslümanlýkta
da sürüpgiden Allah'tan baþka
tapacak yoktur (Arapça: La ilahe ill-Allah) dogmasýnýn kaynaðý da bu. Demek ki t
ek tanrý, canlýcýlýk inancýna göre
doðanýn her yanýnda bulunan sayýsýz ruh'lardan biridir ve tapýlacak sadece o old
uðu için tektir. Bu ruh, yirmi beþ
yüzyýl, tüm idealist felsefelerde karþýmýza çýkacak, ondokuzuncu yüzyýlda koca H
egel bile evrensel oluþumu onunla
açýklamaya çalýþacak. Elea'lýlarýn Parmenides'inden günümüzün varoluþçuluðuna ka
dar tüm idealist öðretilerin
üstünü kazýyýn, altlarýndan kesinlikle bu eloah çýkar. Sözde bilimci geçinen poz
itivist Auguste Compte
bile sonunda bir insanlýk dini idealiyle ona varýr. Ýlerde bunlarý daha ayrýntýl
ý olarak anlatmaya çalýþacaðým. Ýkinci
kavrama gelince: Musa, Horeb'de karþýlaþtýðý çalýlýk eloah'ýna adýný soruyor. O
da ben, ben'imdir karþý'lýðýný
veriyor. Musa iyi ama, kavmim adýný sorarsa ne diyeyim? deyince çalýlýk ruhu ODU
R (Yahova) dersin diyor.
Ýþte bu odur kavramý, artýk tüm idealizme temellik edecek. Antikçað Yunanlýlarýn
ýn Elea'lýlarýndan günümüze
gelinceye kadar idealizmin temel savýna göre varoluþu bulunanlarýn (eþdeyiþle, b
ireysel olanlarýn) varlýðý yoktur,
varlýðý olanýnsa (eþdeyiþle, tümel olanýnsa) varoluþu yoktur. Daha açýk bir deyi
þle, doðada ak çiçek, ak böcek, ak
taþ var, ama aklýk yok. Ýdealizme göre ak çiçek, ak böcek, ak taþ gelip geçicidi
r ve görüntüden ibarettir. Asýl
gerçeklik yok olan aklýk'týr. Çünkü ak böcek ölüp gidecek ama, aklýk hep vardý v
e hep var kalacak. Ýdealizm diliyle
gerçek varlýðýn varoluþu yok. Demek ki varoluþu bulunanlarýn tümü (ister masa, i
ster aðaç, ister kuþ, ister insan
olsun) soyutlanarak tek ve deðiþmez olan varlýða, eþdeyiþle odur'a indirgenir. Ö
rneðin bu kuþtur diyoruz, kuþ
nedir? Onu ancak birçok kavramlar yükleyerek tanýmlayabiliriz: Omurgalýdýr, yumu
rtlayandýr, akciðerlidir, sýcak
kanlýdýr, tüylüdür, hayvandýr vb. Kuþu bütün bu niteliklerinden (eþdeyiþle, onu
tüm öteki nesnelerden ayýrdetmek
ve dilegetirmek için ona yüklediðimiz bütün bu kavramlardan) soyutlayalým. Ortad
a sadece bir ODUR, mantýk
diliyle DIR, idealist dille VARLIK kalacaktýr. Masayý, taþý, insaný, eþeði, teks
özle neyi isterseniz soyutlayýn. Ortada
kalacak olan ve varoluþu bulunmayan tek ve deðiþmez (tüm varoluþ'larda, eþdeyiþl
e bireyselliklerde ortak) bir
ODUR (varlýk)'dan baþka bir þey deðildir.
Ýþte idealizm, Yahudi tanrýbiliminden kaynaklanan bu iki kavramla daima bilimi
n karþýsýna dikilecek. Yirmi
birinci yüzyýla pek yaklaþtýðýmýz, þu günlerde bile hala dikiliyor.
ANTÝKÇAÐ. Ý.Ö. Viii'nci yüzyýlda baþlayýp Ý.S. V'inci yüzyýlda sona eren devre
de eski Yunan ve Roma
kültürlerini içine alan felsefeye antikçað felsefesi denir. Bu devreye, ayrýca,
klasik ilkçað adý da verilmiþtir.
Antikçað felsefesinin ilkçað felsefesinden ayrýlýðý; Uzakdoðu, Hint, Mýsýr, Süme
r, Akad, Babil, Asur, Hitit, Fenike,
Ýsrail, Pers, Kartaca gibi birçok kültürleri dýþýnda býrakmýþ olmasýdýr. Ýlkçað
felsefesi deyimi, Yunan ve Roma
kültürüyle birlikte, bütün bu kültürleri de kapsar.
Yunan felsefesi deyiminden, felsefenin kaynaðý olan antikçað felsefesi anlaþýl
ýr. Antikçað Yunan felsefesi, klasik
sýralamaya göre, Ý.Ö. 600 yýllarýnda ilk düþünür sayýlan Thales'le baþlar ve Ý.S
. 529 yýlýnda politeist Yeni
Platonculuðun son sýðýnaðý olan Atina okulunun Roma Ýmparatoru Justinianus'un bu
yruðuyla kapatýlmasýyla son
bulur. Atina okulunun son yöneticileri sýrasýyla þunlardýr: Proklos, Neapolis'li
Marinos, Ýskenderiyeli Ýsidoros,
Zenodotos ve Þanýlý Damaskios... Okul, Damaskios'un zamanýnda kapatýlmýþtýr. Ünl
ü Sicilyalý Simplikos da
Damaskios'un öðrencisi ve sürgün arkadaþýydý. Aristoteles'e göre ilk filozof, Ý.
Ö. X'uncu yüzyýlda yaþadýðý sanýlan
Homeros'tur. Homeros'tan sonra, Aristotetes'in deyimince, ilk teologlar gelmekte
dir, bunlarýn baþýnda da Ý.Ö. 700
yýllarýnda yaþayan Askralý Hesiodos vardýr. Hesiodos'un Teogonia adlý yapýtý tan
rýlarýn ve dolayýsýyla dünyanýn nasýl
meydana geldiðini anlatmaktadýr.
Dünya edebiyattnýn, Mýsýrlý Amenotep'ten sonra, ilk büyük ozaný Homeros'tur. H
omeros'un Ý.Ö. X'uncu yüzyýlda
yaþadýðý söylenir. Homeros belki gerçekten yaþamýþtýr ve eþsiz destanlarýnýn ilk
temel taþlarýný koymuþtur. Ne var ki
Homeros adý, kendi kiþiliðinden çok, bir ozanlar grubunu nitelemektedir. Prof. W
alter Kranz Antik Felsefe adlý
yapýtýnda Ýlias ve Odysseia'nýn, ayný ozanýn deðil, ayný ozan okulunun malý oldu
ðunu söyler. Ýlias'ýn Ý.Ö. 750 ve
Odysseia'nýn Ý.Ö. 700 yýllarýnda bittiði bilinmektedir. Aristoteles, haklý olara
k, Homeros'u ilk filozof sayar.
Antikçað Yunan felsefesinin ilk temalarý Homeros'un mýsralarýnda içerilmiþtir. Ö
rneðin Homeros, Tanrýlarýn
babasý ve anasý Okeanos'tur der ki bu, Thales felsefesinin özüdür. Homeros, insa
ný tutar ve tanrýlar karþýsýnda
yüceltir. Ona göre insan iradesi, tanrý iradesinden de üstündür: Akhilleus yenid
en savaþa katýlacaktýr; ne zaman ki
göðsündeki yürek buyuracak ve tanrý kýþkýrtacak der. Görüldüðü gibi, burada asýl
irade, insanýndýr, tanrýya sadece
kýþkýrtýcýlýk düþmektedir. Homeros'ta açýkça bir tektanrý eðilimi vardýr, sýk sý
k: Zeus, insanlarýn ve tanrýlarýn
babasý sözünü tekrarlar. Ýlk nedenin (arkhe) su ve toprak olduðunu sezdirir, kah
ramanlarýný Sizler su ve toprak
olun! diye azarlatýr.
Ýlkçaðda insanlarý otuz beþ bin tanrý yönetiyordu. Bütün bu tanrýlar Yunan mit
olojisinde özümlenir. Bu
özümlenmiþ mitolöjiye Homeros Hesiodos dini deniyor. Hesiodos mitolojisinde ilk
özdeksel gerçeklik olarak Gaia
(evrenin yaratýcýsý diþi ilke) ilerisürülmektedir. Gaia'nýn Homeros mitolojisind
e adý geçmez. Ge adýyla da anýlýr.
Dünya ya da toprak ana olarak da nitelenir. Romalýlar Tellus'u onunla bir tutarl
ar. Ne var ki Tellus yer tanrýçadýr,
Gaia'ysa bir tanrý deðildir, kozmik bir güçtür. Kendiliðinden doðurma (Yu. Parth
enogenesis)'yla erkek ilkeler gök
Uranus'la deniz Pontos'u doðurmuþ. Sonra kendi doðurduðu bu erkek ilkelerle birl
eþip yersel ve göksel bütün
varlýklarla tanrýlarý meydana getirmiþ. Ýlkin birleþtiði Uranus doðan çocuklarýn
dan tiksinmiþ ve hepsini onun
karnýna týkmýþ. Bu tasarým, topraðýn bütün canlandýrdýklarýný yeniden içine alma
sýný simgeliyor. O da oðlu zaman
Kronos'a babasýnýn erkeklik örgenini kestiriyor ve bundan sonra Pontos'la birleþ
iyor. Evrenin ilk egemeni Uranus
böylece oðlunun eliyle tahttan indirilince yerine kendisini tahttan indiren oðlu
(Gaia'nýn da torunu) Kronos geçmiþ.
Ama o da çocuklarýný yutmaya baþlamýþ. Bunun üzerine Gaia, onun oðlu Zeus'ü kurt
arýp bu kez de onun eliyle
Kronos'u tahtýndan indirmiþ (yani, gene oðul babayý tahtýndan indiriyor). Zeus b
öylelikle tanrýlar tanrýsý olmuþ.
Gerçek bilimin henüz var bulunmadýðý dünyamýzda bu gibi düþsel tasarýmlara bil
im deniyordu. Bu anlamda
tanrýlarýn yaratýlýþýný inceleyen bilim dalýna Teogoni, evrenin yaratýlýþýný inc
eleyen bilim dalýna Kozmogoni,
insanlarýn yaratýlýþýný inceleyen bilim dalýna Antropogoni denir. Bu bilimlerde
tanrýlarýn, evrenin ve insanlarýn
doðum (nasýl oluþtuklarý)'larý söz konusudur. Bilimlerin gerekli açýklamalarý ge
rçekleþtiremedikleri çaðlarda
kozmogoni ve antropogoni de, teogoni gibi, mitolojik alanýn sýnýrlarý içindeydi.
Evrenin ve insanlarýn oluþumu da,
tanrýlarýn oluþumu gibi, hayal gücüyle açýklanýyordu. Hiçbir bilimsel veriye day
anmayan insanýn hayal gücü, büyük
dinlerin, tanrýlýk savlarýndan daha bilimsel varsayýmlarla yaratýlýþ olayýnda da
ima doðaya öncelik tanýmýþtýr.
Örneðin Sümerlerin yaratýlýþ efsanelerinde, gökyüzünün henüz bomboþ olduðu bir ö
n zaman'da, biri diþi ve biri
erkek iki tanrý olarak tasarýmlanmakla beraber, tatlý ve tuzlu sularýn varlýðý i
lerisürülmektedir. Bomboþ da olsa bir
gökyüzü vardýr. Ýskandinav tasarýmlarýnda tanrýlar sýcak buharlarla buzlu sisler
in, eþdeyiþle iki doðal öðenin
karýþýmýndan meydana gelirler. Hint tasarýmlarý ilkin doðanýn varlýðýný kabul et
miþler ve onu Brahman adý altýnda
soyut bir kavramla dile getirmiþlerdir. Brahman, giderek Brahma, Viþnu, Siva adl
arý altýnda üç görünümlü tek bir
tanrý olarak belirir. Mýsýr tasarýmlarýnda baþlangýç, su ve bataklýk, eþdeyiþle
doðadýr. Zamanla sular alçalarak bir
bataklýk ada meydana çýkar, bu adada bulunan bir yumurtadan da kaz biçiminde tan
rý Ra oluþur. Japon tasarýmlarý
da ilkin biçimsiz bir yumurtanýn varlýðýný kabul eder, tanrýlar gökyüzü ve yeryü
züyle birlikte bu yumurtanýn
tohumundan oluþur. Kimi Japon yaratýlýþ efsaneleri gökyüzüyle birlikte insanýn d
a varlýðýný ilerisürerler. Bu
tasarýmlara göre, insan göðe bir ok atmýþ ve yeryüzünün bütün varlýklarý bu okun
deldiði delikten dökülmüþtür.
Demek ki yeryüzünde bulunan her þey gökyüzünde de vardýr. Bu Japon tasarýmý ayný
zamanda, yer ve yerüstü'yle
birlikte, gene her þeyin var bulunduðu bir yeraltý ilerisürmektedir. Ne var ki y
erüstündeki yaþam yeryüzünden daha
tatlý, yeraltýndaki yaþamsa yeryüzündekinden daha acýdýr (Cennet ve cehennem tas
arýmlarý da böylelikle
oluþmuþtur).
Çin yaratýlýþ efsanelerine göre ilkin hava, eþdeyiþle doða vardýr. Zamanla Pen
-Gu ya da Pan-Ku adýný taþýyan iki
tanrýsal varlýk bu havadan oluþur. Bu tanrýsal varlýk havayý yeryüzü ve gökyüzü
olmak üzere ikiye böler ve ölür.
Soluðundan rüzgarlar, sesinden gökgürültüleri, saçlarýndan yýldýzlar, gözlerinde
n güneþ ve ay, terinden yaðmurlar,
gövdesinden daðlar, kanýndan ýrmaklar ve denizler meydana gelir. Borneo'da yaþay
an Nigaju-Dayak'lar baþlangýçta
iki daðýn varlýðýný ilerisürerler, gökler ve yerler bu daðlarýn birbirlerine çar
pmasýndan meydana gelir. Bütün bu
tasarýmlarýn altýnda evrenin, tanrýsal bir iradeyle deðil, zorunlu bir kendiliði
ndenlik sürecinde oluþtuðu düþüncesi
yatmaktadýr. Ne var ki bunu gereði gibi belirtebilmek için doða (Fr. Natura), ev
ren (Fr. Cosme) ve dünya (Fr.
Monde) kavramlarýný titizlikle birbirinden ayýrmak gerekir (Bu kavramlar, özelli
kle evren ve dünya kavramlarý,
birçok dillerde birbirleriyle karýþtýrýlmakta ve yanlýþ olarak ayný anlamda kull
anýlmaktadýr). Yukarda sergilenen
tasarýmlarda görüldüðü gibi, ilkin su, hava, dað, buzlu sis, sýcak buhar, yumurt
a vb. biçiminde bir doða vardýr. Evren
ve tanrýlar bu doðadan oluþurlar. Dünya, genellikle, tanrýlar tarafýndan meydana
getirilir ya da tanrýsal bir varlýðýn
parçalanýþýndan meydana gelir. Dünyalý varlýk insan da genellikle tanrýlarca yar
atýlýr. Ýnsanýn, bir yaratýcýya, gerek
duyulmaksýzýn, kendiliðinden oluþtuðunu ilerisüren yaratýlýþ efsaneleri de vardý
r. Her þeyden önce bir tanrý'nýn
varolduðunu ilerisüren Yahudi dini bile tanrý yaratýmý olarak doðanýn deðil, evr
enin sözünü etmektedir:
Baþlangýçta tanrý, gökleri ve yerleri yarattý. Ve yer ýssýz ve boþtu. Ve enginin
yüzü üzerinde karanlýk vardý. Ve
tanrýnýn ruhu sularýn yüzü üzerinde hareket ediyordu (Tevrat, Tekvin, Bap I). Ka
ranlýk ve su, biri göðe ve öbürü
yere baðlý olarak doðanýn bu iki parçasý, tanrýlýk irade dýþýnda, yer ve gökle b
irlikte kendiliðinden meydana
çýkmaktadýrlar: Ve tanrý dedi: Iþýk olsun. Ve ýþýk oldu. Ve tanrý ýþýðýn iyi old
uðunu gördü, ýþýðý karanlýktan ayýrdý
(Ýbid, 3-4), Ve tanrý dedi: Sular bir yere biriksin ve kuru toprak görünsün. Ve
böyle oldu. Ve tanrý bunun iyi
olduðunu gördü (Ýbid, 9-103). Görüldüðü gibi, tanrý, ýþýk ve toprak'ý, kendiliði
nden meydana çýkan ve hatta tanrýyý
biraz da þaþýrtmýþ görünen karanlýk ve su'ya karþý birer güç olarak yaratmaktadý
r ve yarattýktan sonradýr ki
böylesinin daha iyi olduðunu kavrayabilmektedir. Ýnsansal tasarým, en üstün aþam
asý olan tektanrý varsayýmýnda
bile, doðanýn kendiliðinden varlýðýna dokunmaya cesaret edememiþtir.
ZEUS. Tanrýlarýn ve insanlarýn babasý olarak nitelendirilen Zeus (sözcük olara
k Hint, Avrupa dillerinin göðün
parlaklýðý anlamýndaki div kökünden geliyor), evren egemenliðini babasý Kronos'u
n elinden alýnca Hint
Avrupalýlarýn yaðmur ve hava tanrýsý olduðunu unutarak hükümdarlarýn ulu'su olma
yý kabullenip Yunanlýlarýn
hizmetine girmiþtir. Atmosferden baþlayýp aileye, ahlaka, tarýma, devlete varýnc
aya kadar sayýsýz görevler yüklenmiþ
bulunmaktadýr. Bu arada kadýn peþinde koþmaktan, kýz kaçýrmaktan, yalan söylemek
ten, çeþitli düzenler kurmaktan,
öc almaktan da geri kalmamaktadýr. Sekizi ölümsüz tanrýça ve on beþi ölümlü olma
k üzere yirmi üç kadýnla
evlenmiþ, sayýsýz çocuk ve torun sahibi olmuþtur.
Oðullarýndan Apollon ve Dionysos her ne kadar dördüncü bir tanrýlar kuþaðý ola
rak evren egemenliðini ondan
alamamýþlarsa da, onu bir hayli korkutup tedirgin etmiþlerdir. Egemenliði süresi
nce bu iki oðlunu yakýndan
denetlemek zorunda kalmýþtýr. Antikçað Yunanlýlarý, her ne kadar onun oðlu saymý
þlarsa da, bu iki eski ve güçlü
tanrýyý onun yerine geçirmemek için kendilerini güçlükle tutmuþ olsalar gerek.
DÝONYSOS. Dionysos Yunan öncesi tanrýlardandýr, Trakya'dan ya da Frigya'dan ge
ldiði sanýlmaktadýr. Zeus ve
Apollon'la birlikte antikçað Yunan düþüncesinin üç büyük tanrýsýndan biridir. Ta
pýmý baþlý baþýna bir din meydana
getirmiþtir. Kiþiliði, birçok eski tanrýlarýn karýþýmýndan meydana gelmiþtir. Çi
ftçiliðin, baðcýlýðýn, meyve ve
özellikle üzümün koruyucusudur. Romalýlar ona Bakkhos (Baküs) derler ve verimlil
ik tanrýsý Liber'le bir tutarlar.
Yunanlýlar onu, Zeus'ün Semele'den doðma oðlu saymýþlardýr. Semele, kendisiyle b
irleþen Zeus'ün ýþýðýna
dayanamayýp ölmüþ, Zeus de çocuðunu bacaðýnda saklayýp büyütmüþ, sonra da kýskan
ç karýsý Hera'nýn
kötülüklerinden korumak için onu keçi kýlýðýna sokmuþ, su perileri arasýnda büyü
yen küçük keçi Dionysos,
üzümden þarap yapmasýný at kulaklý ve at kuyruklu Silenos'tan öðrenmiþ ve þarap
tanrý olmaya karar vermiþ. Arkaik
çaðýn gizemsel din anlayýþý Dionysos'a baðlýdýr. Bu dinin büyük özelliði baðlýla
rýnýn kudurmuþcasýna kendinden
geçmeleri (Yu. ekstasis) ve tanrýyý kendi içlerine aldýklarýna (Yu. enthousiasmo
s) inanmalarýdýr. Dionysos'a
tapanlar, onun kendilerine vahþi hayvanlar biçiminde göründüðüne inanýyorlardý.
Bu yüzden þarap içip kalabalýk
sarhoþ sürüleri halinde daðlara çýkarlar, naralar atarak döne döne raksederler,
karþýlarýna çýkan hayvanlarýn üstüne
kudurmuþcasýna atýlýp parçalarlar ve çið çið yerlerdi. Böylelikle tanrýyý içleri
ne almýþ oluyorlardý. Tanrýyý içlerinde
bulundurduklarý inancý onlarý büsbütün coþturuyor ve kendilerinden geçirtiyor, b
üsbütün kudurgan ve saldýrgan bir
hale getiriyordu. Dionysos dini, geniþ halk yýðýnlarýnda, özellikle kadýnlar ara
sýnda, yayýlmýþ ve tutulmuþtur. Bu
tapým, Delphoi tanrýsý Apollon tarafýndan da tanýnmýþ ve Dionysos'a tapýlmasý De
lphoi kahinlerince Apollon'un
buyruðu olarak halka iletilmiþtir. Bu yüzden de her iki tanrýnýn bu tapýmda birl
eþtiði inancý yayýlmýþtýr. Orfik din
ve Eleusis gizemciliðinin kaynaðý da Dionysos tapýmý'dýr. Özellikle Orfik inançl
ar, Dionysos gizemciliðinden
geliþtirilmiþtir, örneðin ölümsüzlük inancý Dionysos'un ölümüyle yeniden doðuþu
öyküsünün ürünüdür.
APOLLON. Geleceði haber veren tanrýdýr. Genellikle þiir ve müzik tanrýsý olara
k bilinen Apollon'un ana niteliði,
geleceði haber vermektir. Homeros, onu Lykia'li ve bu yüzden de Yunanlýlarýn düþ
maný olarak tanýtýyor. Oysa,
Yunanlýlar onu en kutsal tanrý saymýþlardýr. Tanrýlar tanrýsý Zeus'ün, Leto'dan
doðma, en sevgili oðluymuþ.
Tanrýlarýn en güzeliymiþ. Tanrýça Artemis'in de ikiz kardeþidir. Leto, Hera'nýn
kýskançlýðýndan doðuracak yer
bulamamýþ ve ilden ile kaçmýþ. Sonunda, ikizlerini Delos adasýndaki Kynthos daðý
nda doðurmuþ. Iþýk-güneþ tanrýsý
olarak beliriyor, her zaman elinde bulundurduðu þaþmaz oklarý güneþ ýþýnlarýdýr.
Bu açýdan Helios'la aynýlaþýyor ve
Phoibos (ýþýldayan) adýný alýyor. Açýk havada yapýlan her türlü iþin; tarla baký
mýnýn, hayvan bakýmýnýn, kentlerin ve
kolonile'rin koruyucusudur. Þiir ve müzikte de kutsal coþkunluðun uyandýrýcýsý s
ayýlýyor. Hem hastalýk saçar, hem
iyileþtirir. Tanrýlýk gücün sözcüsüdür. Heykelleri, erkek güzelliðinin simgesi o
labilecek ölçülerle yapýlmýþtýr.
Romalýlarýn da en çok benimsedikleri ve taptýklarý Yunan tanrýsý odur. Çeþitli d
iyalektik karþýtlýklarý içermesi
bakýmýndan ilginç bir yapýsý vardýr. Kardeþi Eros'un karþýtlýðýyla oluþmuþtur, h
em hastalýk saçmak hem de
hastalýklarý iyi etmek gibi karþýt niteliklidir.
EROS. Yunan mitolojisinin en ilginç tanrýlarýndan biridir. Kaynaðýnýn pek eski
olduðu bilinmektedir. Doðumu
üstüne çeþitli anlatýmlar vardýr. En doðrusu, onu iki kiþilik içinde ele almaktý
r: Bu kiþiliklerden birincisi, evreni
meydana getiren sevgi'dir. Bu kiþiliðinde, Eros, Hesiodos'un anlatýmýnda olduðu
gibi, evrensel oluþmayla birlikte ve
kendi kendine bir doðumla meydana çýkar. Hesiodos'a göre ilkin Khaos (boþluk) va
rmýþ. Ondan toprak ana Gaia'yla
Eros oluþmuþ. Eros'un ikinci kiþiliði sevgi tutkusu'dur ve bu kiþiliðinde kimi a
nlatýmlarda Ares'le Aphrodite'in oðlu,
kimi anlatýmlarda Hermes'le Aphrodite'in ve kimi anlatýmlarda da Hermes'le Khton
'lu Artemis'in oðlu olarak
gösterilir. Baþka anlatýmlarda da annesi Eileithyia ya da Ýris olarak gösterilme
ktedir. Antikçað Yunanlýlarýnýn Orfik
dinine göre de evren yumurtasý ikiye bölününce içinden Eros çýkmýþtýr. Platon'un
bir yapýtýnda da onun bolluk tanrý
Poros'la yoksulluk tanrýça Penia'nýn oðlu olduðu söylenir. Romalýlar onu Latinle
þtirmiþler ve Amor adýný
vermiþlerdir. Ýkinci kiþiliðinde kanatlý ve güzel bir erkek çocuðu olarak tasarl
anmýþtýr. Baþý güllerden örülmüþ bir
çelenkle süslüdür; ok ve yay taþýr, attýðý oklarýn saplandýðý kiþi çýlgýnca bir
aþka tutulur. Oklarýnýn etkisinden
tanrýlar tanrýsý Zeus bile kendini kurtaramaz. Tanrýlar, birini aþk ateþiyle tut
uþturmak isteyince bu görevi Eros'a
verirler. Ýkinci kiþiliði, iyice geliþmesi için dünyaya getirilen kardeþi karþýt
sevgi Anteros'la birlikte oluþmuþtur
(Kimi anlatýmlarda Anteros'un annesi baþka bir Aphrodite, Dione'nin kýzý Aphrodi
te'tir). Eros'un pek çok
serüvenleri içinde en ünlüsü Psykhe'yle olan serüvenidir. Eros'un yanýndan hiç a
yýrmadýðý ve birlikte gezip dolaþtýðý
sevgi yardýmcýlarý da vardýr. Bunlarýn en ünlüleri Himeros, Pathos, Peitho ve He
rmaphroditos'tur.
ANTEROS. Yunan mitolojisinin ilerisürdüðü bu çok önemli diyalektik kavram Yuna
nca karþýt sevgi anlamýndadýr.
Birçok metinlerde karþýlýklý aþk ya da karþýlýk gören aþk ve seveni mutlu kýlan
aþk olarak yorumlanýr. Kimi metinler
de onu erkekler arasý aþk'ýn simgesi sayarlar. Çeþitli halk anlatýmlarýnda bu yo
rumlara dayanak olabilecek çeþitli
öyküleri vardýr. Ne var ki bütün bu öykülerde, halkýn onu kendi anlayýþýna göre
basit serüvenlere çekmiþ olmasýna
raðmen, Herakleitos diyalektiðine temel olan felsefesel ve çok önemli bir sezi b
elirmektedir. Bu sezi, karþýtlýðýn
geliþtirici gücü'nü meydana koyar. Anteros (karþýt sevgi), Eros (sevgi)nin karde
þidir ve anneleri Afrodit, onu
Eros'un daha iyi geliþebilmesi için doðurmuþtur. Antikçað Yunan mitolojisine gör
e Eros, ancak Anteros'un
yanýndayken geliþebiliyormuþ, ona yaklaþýnca sevinir ve ondan uzaklaþýnca aðlarm
ýþ. Ýskenderiye anlatýmlarýna göre
de, ona yaklaþtýðý zaman büyür ve ondan uzaklaþtýðý zaman yeniden çocuklaþýrmýþ.
Bu mitolojik inanç, daha sonra
antikçaðýn büyük düþünürü Herakleitos tarafýndan Yunanca savaþ anlamýndaki polem
os kavramýyla dilegetirilen ve
bir logos yasasý olarak ilerisürülen karþýtlarýn birliði ve çatýþmasý ilkesini i
çerir. Nesnel gerçekliðin sözle dile
getiriliþini veren logos kavramý, evrende bir evrensel yasa'nýn varlýðýný ve her
þeyin bu yasayla meydana gelip bu
yasayla oluþtuðunu anlatýr. Ýdealist açýdan en yetkin dile getiriliþini Alman dü
þünürü Hegel'in diyalektiðinde bulan
bu evrensel yasa, daha sonra, bilimsel yerine oturtularak diyalektik materyalizm
in temel yasasý olmuþtur. Bir
bakýma, ilk bilimsel düþünceyi de bu sezinin hazýrladýðý söylenebilir. Çünkü bu
sezi, evrensel düzenin birtakým
yasalara baðlý olduðu düþüncesini içermektedir. Herakleitos bu yasa'nýn doðasal,
insansal, bilinçsel olan her þeyde
bulunduðunu ilerisürmüþtür. Bilim, bu yasalarý bulup meydana çýkarmaktýr. Niteki
m ilk Yunan düþünürleri de
doðanýn düþüncesini edinmek için doðanýn kendisini araþtýrmýþlar ve doða bilginl
eri olmuþlardýr. Ýnceledikleri
doða, karþýtlýk'larýn birliði olan ve onlarýn çatýþmasýyla devinen bir doðadýr.
Oluþma ve deðiþme de bu devimle
gerçekleþmektedir. Yüzyýllarca sonra bilimin ve diyalektik felsefenin bilimsel o
larak meydana koyduðu gibi
doðasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular karþýtlýklarýný da içerirler. Varl
ýklar; bu karþýtlýðýn çatýþmasýyla geliþir.
Evrensel geliþmeyi saðlayan, nesne ve olgulardaki bu karþýtlýktýr. Özdek bu karþ
ýtlýðý içerdiði içindir ki, devimsel ve
geliþimseldir.
APHRODÝTE. Antikçað Yunan inançlarýnda aþk ve güzellik tanrýçasý olarak tapýla
n Afrodit'in daha birçok
tanrýlýklarý vardýr. Aslý Doðuludur ve verimlilik tanrýçasýdýr. Zamanla aþk tanr
ýçasý niteliðini kazanmýþ, ilkbahar
(bahçeler ve çiçekler) tanrýçasý olmuþ, Poseidon'un yanýnda deniz tanrýçasý olar
ak görünmüþtür. Kimi metinlerde de
cinsel dürtü tanrýçasý olarak anýlýr. Hesiodos, onun deniz köpüðünden doðduðunu
söyler. Homeros'a göre Zeus'le
Dione'nin kýzýdýr, Hephaistos'un kocasýný aldatan karýsýdýr. Thebai'de Ares'in k
arýsý olarak görünür. Eros, Anteros,
Himeros, Pathos, Peito, Himeneo, Aineias, Enea vb. gibi pek çok çocuklarý vardýr
. Romalýlar ona Venus derler.
Kythera adasý yakýnýnda deniz dalgalarýnýn köpüðünden doðduktan sonra ilkin Kýbr
ýs adasýna çýktýðý için, ona
Kipris (Kýbrýs'lý) ve Anadyomene (su yüzüne çýkan) adlarý da verilmiþtir. Tatlý
gülüþlü olduðundan Khrysee, güzel
çelenkli olduðundan Eystephanos, sevgi dolu yüreðinden doðan güçsüzlüðünden ötür
ü Analkis Theos vb. gibi daha
birçok adlarla da anýlýr.
PSYKHE. Antikçað Yunanlýlarýnda ilkin ruh kavramý bilinmiyordu, ölümden sonra
bedenli olarak yaþanacaðýna
inanýlýyordu. Zamanla gölge anlayýþýnda bir ruh kavramý geliþti ve ölülerin Hade
s'de soluk gölgeler halinde
dolaþmakta olduklarýna inanýldý. Bu tasarýmdan doðan Psykhe'yi Miletos kralýnýn
kýzý ve Eros (Aþk)'un sevgilisi
sayan Miletos öyküsü Latin ozaný Apuleius tarafýndan Metamorphoseon (Dönüþümler)
adlý yapýtýnda iþlenmiþtir.
Efsaneler edebiyatýnýn en þiirli parçalarýndan biri olan bu öyküye göre Psykhe'y
e güzelliðinden ötürü bir tanrýça
gibi tapýlmaya baþlanmýþ, Miletos'taki tapýnaklarýnýn boþaldýðýný görüp kýskançl
ýða kapýlan Aphrodite, oðlu Eros'a
onu bir dað baþýna býrakýp bir ejdere aþýk etmesini buyurmuþ, annesinin buyruðun
u yerine getirmek isteyen Eros,
insan ruhunun eþsiz güzelliði karþýsýnda büyülenmiþ ve onu ejdere aþýk edeceði y
erde kendisi ona aþýk olmuþ, onu
bir düþ sarayýna yerleþtirmiþ ve gecelerini onunla geçirmeye baþlamýþ, insan ruh
unun sevgiyle birleþip sonsuzca
mutlu olabilmesi için sevginin yüzünü asla görmemesi gerekiyormuþ, Psykhe'nin mu
tluluðunu kýskanan
kýzkardeþleri, sevgilisinin bir ejder olabileceðini söyleyerek onu kýþkýrtmýþlar
, o da bir gece dayanamayýp yað
kandilini yakmýþ ve sevgilisinin yüzüne bakmýþ, ne var ki kandilden damlayan bir
yað parçasý Eros'u uyandýrmiþ ve
sevgi bulutlara karýþarak yokoluvermiþ, ama bu yokoluþ her ikisinin de özlemini
büsbütün arttýrmýþ, Eros, annesi
Aphrodite'e sevgilisini baðýþlamasý ve kendisine vermesi için yalvarmýþ, oðluna
acýyan tanrýça, insan ruhunu birçok
güç sýnavlardan geçirdikten sonra sevgiyle buluþturmaya karar vermiþ, bu sýnavla
rýn tümüne katlanan ve çeþitli doða
güçlerinin yardýmýyla baþarýya ulaþan insan ruhu sonunda sevgiye kavuþmuþ.
PAN. Sözcük olarak Yunanca bütün anlamýna gelir. Arkadia çobanlarýnýn çok eski
bir tanrýsýdýr. Keçi boynuzlu ve
keçi ayaklý olduðundan ötürü Keçiler Pan'ý anlamýnda Aigipan (Aigis Yunanca keçi
demektir) da denir. Sonralarý
tanrý Hermes'le aðaç perisi Penelope'nin oðlu sayýlmýþtýr. Yunan yorumcularýna g
öre tanrý Hermes, oðlunu bir tavþan
postuna sarýp Olympos'a çýkarmýþ, çocuðun keçiliðine bütün tanrýlar gülüp alay e
tmiþler. Doða tanrýcýlýðýn
kurucusu olan Stoa düþünürleri, onun bütünlüðünü daha akýllýca yorumlayarak, onu
evrensel bütünlük'ün simgesi
saymýþlardýr. Platun'un yazdýðýna göre Sokrates de ona yakarýrmýþ, sevgili Pan,
bana ruh güzelliði ver dermiþ.
Öyküleri þiirle doludur. Syrinks ya da Pandean (Pan'ýn kavalý) adýyla anýlan yed
i düdüklü flütü o yapmýþ. Daha
sonra Roma'lýlarýn tanrý Faunus'la bir tuttuklarý Pan bir gün ormanda dolaþýrken
Syrinks adlý periye gönül vermiþ,
peri ondan kurtulmak için hemen bir sazlýk oluvermiþ, ünlü kavalýný iþte bu sazl
ýktan koparýlan yedi sazdan yapmýþ,
umutsuz aþkýný da içli içli seslendirdiði bu sazla dile getirmiþ. Pitys adlý bir
peri kýzý da Pan'ý sevmiþ, kendisine
zorla sahib olmak isteyen rüzgar-tanrý Boreas (Poyraz)'ýn elinden kurtulmak için
çam aðacýna dönüþmüþ. Pan bu
yüzden hep çam aðaçlarýnýn altýnda dinlenirmiþ, çam aðaçlarý da bu yüzden poyraz
estiði zamanlar hazin hazin inler
ve uyuyan Pan'ý gölgeleriyle güneþin kavuruculuðundan korurlarmýþ. Kaynayan öðle
saatlerinin derin ve sýcak
sessizliði onunmuþ, bu saatlerde hiçbir çoban onun öðle uykusunu bozamazmýþ, en
küçük bir gürültüden
uyanýveren yüce doða tanrý öylesine korkunç bir haykýrýþla baðýrýrmýþ ki, panik
(Pan korkusu)'e kapýlan kurtlar ve
kuþlar saklanacak delik ararlarmýþ. Roma imparatoru Tiberius çaðýnda (bu çað Hýr
istiyanlýðýn Ýsaý'sýnýn yaþadýðý ve
yeni dini yaydýðý çaðdýr, Ý.S. 14-37) ölmüþ Pan. Bunu Kehanetler Üstüne adlý yap
ýtýnda Plutarkhos yazar. Kaptan
Thamos'un gemisi Ege denizinden geçerken Paksos adasýndan esrarlý bir ses duyulm
uþ, doðanýn yürek paralayýcý bir
feryadý olan bu ses Epeiros'a gidince bildirin: Ulu Pan öldü! demiþ, Epeiros'a v
aran gemiciler hep bir aðýzdan
doðanýn buyruðunu yerine getirmiþler, gemiden kýyýlara doðru Ulu Pan öldü, ulu P
an öldü! diye baðýrmýþlar. O
zaman daðlardan, taþlardan, aðaçlardan, bitkilerden ve hayvanlardan iniltiler yü
kselmiþ, bütün doða yasa bürünmüþ.
Hýristiyanlarca bir mucize sayýlan bu öykü, doðanýn çeþitli biçimlerde cisimleni
þi ve bundan ötürü de bir doða
dini (Pan dini) olan çoktanrýcýlýðýn (Paganlýðýn) yerini Hýristiyanlýða býraktýð
ýna yorulmuþtur.
PROMETHEUS. Prometheus Yunan mitolojisinin en ilginç tipidir. Ýlk erkek insanl
arý tanrýlardan öcalmak için o
yaratmýþtýr. Ýlk diþi insan olan Pandora'yý da ondan öcalmak için tanrýlar yarat
mýþtýr. Böylelikle Yunan
mitolojisinde ilk kez çocuk piþirip yedirme temasý dýþýnda yepyeni bir öcalma te
masý iþlenmektedir. Bu tasarýmda,
ister erkek ister diþi olsun, insan, bir öcalma öðesidir. Nitekim Prometheýýs da
öç anlamýna gelen Yunanca tisis
kökünden türetilen bir Titan'dýr. Bir dev'dir, ama Yunan mitolojisinin öbür devl
eri gibi doðadýþý, korkunç, acaip bir
yaratýk deðildir. Tersine, çok akýllý, duygulu, iyicil bir yaratýktýr. Bencillik
lerinden ve despotluklarýndan ötürü
tanrýlara, özellikle de Zeus'e kýzmaktadýr. Ýnsanlarý da evrende kendine benzer
varlýklarý çoðaltmak için yaratýr.
Tanrýlarýn tanrýsal serüvenlerine karþýn Prometheus'un insansal serüveni böylece
baþlar. Hesiodos'a göre Ýapetos'la
Klymene'nin oðludur. Atlas, Menoitios (kimi metinlerde Prometheus'un annesi Asia
olarak gösterildiði gibi bu
kardeþi de Athos olarak gösterilir) ve Epimetheus'un kardeþidir. Prometheus, öte
ki kardeþleri gibi, tanrýsal düzene
kafa tutmuþ, karþý çýkmýþ, ne var ki öteki kardeþlerinden farklý olarak sonunda
insanlar yaratmak ve onlara ateþi
(yaratýcýlýðý, bilimi, uygarlýðý) vermekle bu düzeni deðiþtirmeyi baþarmýþtýr. B
u yüzden de Zeus tarafýndan zincire
vurulmuþ ve Prometheus Desmotes (Zincire vurulmuþ Prometheus) adýyla anýlmýþtýr.
Tanrýlarca görevlendirilen bir
kartal, sürekli olarak, her gece yeniden oluþan, karaciðerini kemirmektedir. Onu
, Kafkas daðýnýn tepesindeki bu
tanrýsal iþkenceden bir insan, bir ölümlü olan Herakles kurtarýr. Prometheus Zeu
s tahtýndan düþmedikçe benim
iþkencelerimin sonu yoka der, böylelikle de insanlýða özgürlüðün yolunu göstermi
þ olur.
PANDORA. Pandora Yunan mitolojisiniýi Havva'sýdýr. Evrenin ve tanrýlarýn yarat
ýlýþý (Kozmogoni ve Teogoni)
konusunda geniþ tasarýmlar ileri süren bu mitoloji, insanlarýn yaratýlýþý (Antro
pogoni) konusunda uzun yüzyýllar
susmuþtu. Bu konuda ilk tasarýmlar Ý.Ö. V'nci yüzyýlda ilerisürülmeye baþladý. B
u tasarýmlarýn ilginç yaný, birçok
mitolojilerden farklý olarak, ilkin tek erkek insan deðil, birçok erkek insanlar
(Adem'ler) yaratýlmýþ olmasý ve uzun
bir süre aralarýnda bir üreme düþünülmeksizin bir erkekler dünyasýyla yetinilmes
i ve sonunda tanrýlar tanrýsý
Zeus'un Titan oðlu Prometheus'a düþmanlýðý yüzünden erkek insanlarýn baþýna bela
olmasý amacýyla ilk diþi insan
Pandora'nýn yaratýlmasýdýr. Efsaneye göre Titan karý koca Ýapetos'la Klymene'nin
dört oðlu olmuþtur: Atlas,
Menoitios, Prometheus, Epimentheus. Bu çocuklarýn dördü de akýl gücü bakýmýndan
tanrýlara üstündürler ve
tanrýlara kafa tutmaktadýrlar. Bu yüzdendir ki tanrýlar tanrýsý Zeus onlara karþ
ý özel bir kin duymaktadýr.
Çocuklardan ilk ikisi Atlas'la Menoitios, tanrýlarla titanlar arasýndaki ünlü sa
vaþa katýlmýþ ve Zeus tarafýndan Atlas
gökkubbeyi omuzlarýnda taþýmakla, Menoitios da yer'in dibine kapatýlmakla cezala
ndýrýlmýþtýr. Daha sonra
Prometheus karaciðeri kartallara yedirilerek, Epimetheus da ilk kadýn Pandora'yý
kendisine eþ etmekle
cezalandýrýlacaktýr. Bu tasarýmýn ilginç ve kendisine özgü yaný ilk kadýnýn bir
ceza olarak yaratýlmýþ bulunmasý ve
ilk erkek insanlarýn Titan'lar tarafýndan yaratýlmasýna karþý ilk diþi insanýn T
anrý'lar tarafýndan yaratýlmasýdýr. Ýlk
erkek insanlar çok akýllý ve becerikli olan Titan Prometheus tarafýndan yaratýlm
ýþtýr.
Bir baþka ilginç ve kendine özgü yan da, ilk diþi insanýn tanrýlarca erkek ins
anlarýn baþýna bela olsun diye
yaratýlmasýna karþý ilk erkek insanlarýn Titan Prometheus tarafýndan tanrýlarýn
baþýna bela edilmek üzere yaratýlmýþ
olmasýdýr. Prometheus, tanrýlar gibi budala ve duygusuz bencillere karþý, kendis
i gibi akýllý ve duygulu özgeciller
meydana getirmek amacýyla insanlarý gözyaþlarýyla sulandýrdýðý topraktan yaratmý
þtýr. Tanrýlar tanrýsý Zeus'ün
buyruðuyla tanrý Hephaistos da ilk diþi insan Pandora'yý su ve topraktan bir hey
kel yaparak yaratacak. Yunan
mitolojisi insanlarýn çamur'dan meydana geldikleri tasarýmýnda tektanrýcý büyük
dinlerle. birleþmektedir. Pandora,
sözcük olarak tüm armaðan demektir. Çünkü ona Aphrodite güzelliðini, Minerva çek
iciliðini, Hermes kurnazlýðýný
ve yalancýlýðýný, bütün öteki tanrýlar da tek tek kendi özelliklerini armaðan et
miþlerdir. Böylelikle kadýn daha
varlaþýrken tüm tanrý olmuþ bulunmaktadýr. Ýster titan, ister erkek insan olsun,
artýk ona hiçbir güç karþý
koyamayacaktýr. Tanrýlara kafa tutan Prometheus'çu erkek insanlar artýk kafa tut
amayacaklarý ve önünde hemen diz
çökecekleri yepyeni bir tanrý'yla karþýlaþacaklardýr. Tanrýlar iyi ve kötü bütün
güçlerini ona devretmiþlerdir.
Tanrýlarda da bulunmayan us (akýl)'dan baþka her þeye sahiptir. Tanrýlar gibi be
ncil ve duygusuzdur, isteklerinin
önüne çýkacak her engeli gözünü kýrpmadan yýkabilecektir. Üstelik, akýlsýz olduð
undan tanrýlara baðlanacak ve
tanrýlar onun yönetiminde bütün insanlarý rahatlýkla yönetebileceklerdir. Tanrýl
ar, Pandora'nýn kiþiliðinde böylesine
bir güç yaratmýþ olmakla da yetinmemektedirler. Ona, bütün kötülükleri ve acýlar
ý içine doldurup bir kapalý kutu
vermiþlerdir. Tanrýca bencillik niteliðinden ötürü bir gün dayanamayýp bu kutuyu
açacaðýný bilmektedirler. Nitekim
Pandora, bir gün dayanamayýp kutunun kapaðýný açacak, bütün kötülükler ve acýlar
insanlarýn arasýna yayýlacak,
kutuda sadece umut kalacaktýr.
Kardeþi Prometheus'un yasaklamasýna raðmen Pandora'nýn çekiciliðine ve güzelli
ðine dayanamayýp onunla evlenen
titan Epimetheus, çevresine yayýlmýþ bulunan bütün kötülüklerin ve acýlarýn orta
sýnda, bu umudu da kullanmasýný ve
kendisinden türeyecek kuþaklara kullandýrmasýný bilecektir. Pandora'yla Epimethe
us'un birleþmesinden birçok
kýzlar doðmuþtur. Bu kýzlarla Prometheus'un yarattýðý erkekler evlenmekte ve yen
i insan kuþaklarý türemektedir. Bu
yeni insan kuþaklarý, kiþiliklerinde, tanrýlýk bir yanla titanlýk (devlik) bir y
aný birlikte sürdürmektedirler. Tanrýlýk
yan onlarýn metafizik güçlerini geliþtirirken titanlýk yan da fizik güçlerini ge
liþtirecektir. Bu fizik güç, gün geçtikçe,
metafizik gücü boyunduruðu altýna alacaktýr. Ýnsanlar artýk birbirleriyle birleþ
erek üremekte, bundan ötürü de
kiþiliklerindeki tanrýlýk yan her gün biraz daha eriyip gitmektedir. Ne var ki a
rtýk tanrýlar da insan soyu kadýnlara
dayanamayýp onlarla birleþmeye, onlardan çocuklar yapmaya baþlamýþlardýr. Örneði
n tanrýlar tanrýsý çapkýn Zeus bu
insan kadýnlardan on beþiyle birleþmiþ ve sürüyle çocuklarý olmuþtur. Artýk tanr
ýlarla insanlar birbirlerine karýþmaya
ve insanlar tanrýlaþýrken tanrýlar insanlaþmaya baþlamýþtýr. Ýnsan tanrýlar tanr
ý insanlarý büsbütün tedirgin etmekte,
büsbütün safdýþý býrakmaktadýrlar. Tanrýlar tanrýsý Zeus ne yapacaðýný þaþýrmýþt
ýr, bu kargaþalýða kesin bir çare
aramaktadýr. Sonunda, onlarý tufan'la yoketme yoluna gidecektir. Bu yolla onlard
an sonsuzca kurtulacaðýný
sanmaktadýr. Ne var ki Prometheus'cu aklý gün geçtikçe daha da geliþen insan, yo
kolmaktan kurtulmanýn yolunu
bulacaktýr. Prometheus'un oðlu Deukalion'la Pandora'nýn kýzý Pyrrha, bu iki akýl
lý insan karý koca, kocaman bir
gemi yaparak evreni kaplamýþ bulunan azgýn ve kudurmuþ sularýn üstünde kalan Par
nassos daðýna çýkmayý
baþaracaklardýr. Evrende, bir daha tanrýlarýn oyununa gelmeyecek olan yeni insan
soylarý türemeye baþlayacaktýr.
UYUM. Hesiodos'tan sonra Siroz'lu Ferekides'in Teologia'sý ve Lindos'lu Kleobu
los, Atina'lý Solon, Isparta'lý
Khilon, Lesbos'lu Pittakos, Priene'li Bias, Korinthos'lu Periandros ve Milet'li
Thales (ilk filozof) adlarýný taþýyan
Yedi Bilge'nin sözleri gelmektedir. Antikçað Yunan felsefesi, tarihin pek uzun b
ir süresini kapsar.
Baþka uluslarýn ermiþleri varsa Yunanlýlarýn da bilgeleri var, diyor Nietzsche
. Gerçekten de Yunan bilgeleri,
çaðdaþ bilgeliðin babasýdýrlar. Bu bilgeler, evrenin en güçlü gerçeði olan ölçü'
yü sezmiþlerdir. Sanatta ölçü,
felsefede ölçü, bilimde ölçü, tek deyiþle yaþamakta ölçü... Ýyice bakarsak hiç d
eðilse þunu görebiliriz: Evren, bir
ölçü iþidir.
Nereden gelip nereye gidiyoruz düþüncesi (kosmogonia), þimdilik ne yapmalýyýz
düþüncesinin (ethika)
yanýndadýr. Nereden gelip nereye gittiðimiz, hele niçin gelip niçin gittiðimiz a
çýk seçik anlaþýlamayýnca þimdilik ne
yapmamýz gerektiði düþüncesi daha bir önem kazanmýþtýr. Kýsa süren konukluðumuz
kendi çabamýzla, alýn terimizle
çok daha deðerlenebilir. Ýnsanlýk, bu düþüncesinin ilk öðütlerini Yedi Bilge'nin
özdeyiþlerinden almýþtýr.
Felsefe tarihçilerinin çoðu, ilk filozof olarak Thales'i (Ý.Ö. Vi'ncý yüzyýl)
ele alýrlar. Thales'e gelinceye kadar,
arada, töresel öðütler veren önemli bir Yunan ozaný daha, Hesiodos (Ý.Ö. Viii'nc
i yüzyýl) vardýr ki, filozof olarak
göz önünde tutulmak gerekir. Oysa, Thales'le baþlayan antikçað düþüncesine öðütl
eriyle öncülük eden Yedi
Bilge'nin önemi üstünde birleþilmiþtir.
Hellen düþüncesinin bu Yedi Bilge'si kimlerdir? Walter Kranz, Antik Felsefe Me
tinleri adlý yapýtýnda onlarý
Kleobulos, Solon, Khilon, Thales, Pittakos, Bias, Periandros olarak sýraladýðý h
alde, bu Yedi Bilge'nin gerçek
sayýlarý bilinmiyor. Birçok metinlerde baþka adlar da Yedi Bilge arasýnda sayýlm
ýþtýr. Gerçekte bu bilgelerin
yediden daha çok olduklarý anlaþýlmaktadýr. Böyle olduðu halde kendilerine, eski
Yunanlýlarda kutlu bir sayý olan
yedi sayýsýnýn yakýþtýrýldýðý sanýlýyor. Walter Kranz'ýn sýraladýðý adlar, çeþit
li metinlerde önemle anýlmýþ olan
adlardýr. Aþaðý yukarý hepsi Ý.Ö. Vii'nci ve Vi'ncý yüzyýllarda yaþamýþlardýr. Ý
çlerinde Solon gibi hukukçular,
Periandros gibi krallar, Pittakos ve Bias gibi devlet adamlarý bulunan bu bilgel
erin iþi, toplumlarýna yararlý olmaktý.
Ýlk filozof sayýlan Thales de bu Yedi Bilge'nin arasýndadýr. Ancak, Thales, evre
nbilim üstünde de kafa yorduðu, ilk
nedenin su olduðunu söylediði için bilimsel bir deðer kazanmýþ, ötekilerse sadec
e törebilime iþýk tutucu öðütler
söyleyen kiþiler olarak kalmýþlardýr.
Rodos'lu Kleobulos, ölçü en iyi þey, diyor, babayý saymak gerek. Dinlemeyi sev
meli, gevezeliði deðil. Hazza
hükmetmeli. Zorla hiçbir þey yapmamalý. Yurttaþlara en iyi öðütleri vermeli. Çoc
uklarý eðitmeli. Halka karþý olana
düþman gözüyle bakmalý.
Atina'lý Solon, hiçbir þeyde aþýrý olma, ölçülü kal, diyor. Keder doðuran hazd
an kaç. Çabuk dost edinme,
edindiklerini de çabuk gözünden düþürme. Hükmedilmeyi inceleyerek hükmetmeyi öðr
en. Yurttaþlarýna, en
hoþlarýna gideni deðil, en iyiyi söyle. Görünmeyenleri görünenlerden çýkar.
Isparta'lý Khilon, tutkularýný dizginle, ölçülü ol, diyor. Dostlarýnýn iyi gün
lerine yavaþ yavaþ git, kötü günlerine
koþa koþa. Kendinden yaþlýyý say. Kanunlara uy. Haksýzlýða uðrarsan barýþ, hakar
ete uðrarsan öç al. Ölmüþleri öv.
Kendini bil, (Delphoi'daki Apollon tapýnaðýnýn kapýsýnda yazýlý olan, Sokrates'i
n alýp iþlediði bu sözü Platon þöyle
açýklamaktadýr: Sadece bir insan olduðunu bil).
Lesbos'lu Pittakos, uygun zamaný kolla, ölçüyü göz önünde tut, diyor. Yapmak i
stediðini söyleme, baþaramazsan
gülerler. Baþkasýnda hoþ görmediðini kendin yapma. Bahtsýzlarý ayýplama, çünkü t
anrýlarýn öfkesine uðramýþlardýr.
Kazanç doymak bilmez, sana uyaný kazan. Bir kimseyi affeden onun üstüne yükselir
, ondan öç alan onun haline
düþer.
Pirine'li Bias, çok dinle, yerinde konuþ, ölçüyü kaçýrma, diyor. Ýnsanlarýn ço
ðu kötüdür. Ýþe yavaþ giriþ,
baþladýktan sonra sýký sarýl. Çabuk konuþmaktan sakýn, yanýlýrsýn. Yaptýðýný düþ
ün. Güzellikle al, zorlayarak deðil.
Korinthos'lu Periandros, bahtlýlýkla ölçülü ol, diyor, bahtsýzlýkta düþünceli.
Atýlganlýk aldatýcý bir þeydir. Kazanç
çirkin bir þey. Ana babana layýk olduðunu göster. Dostlarýna karþý bahtlýlýklarý
nda nasýlsan, bahtsýzlýklarýnda da
öyle kal. Bütünü düþün. Sessizlik en güzel þeydir (sükun hali, iç sessizliði). K
anunlarýn eski, yemeðin taze olsun.
Milet'li Thales de, ölçülü ol, diyor. Kötü yoldan zengin olma. Babadan kötü þe
yi kapma. Kefaletin yoldaþý
felakettir. Ana babana ne etmiþsen çocuklarýndan onu bekle. Kendini dizginleyeme
mek kadar kötü þey yok.
Acýnmaktan çok kýskanýl.
Ölçü, ölçü, hep ölçü... Yedi Bilge'nin yedisi de ölçüyü öðütlüyorlar. Hense Le
onard'ýn Hellen Latin Eskiçað
Bilgisi adlý yapýtýnýn 61. yapraðýnda arkaik düþünüþ baþlýðý altýnda, bu ölçü, þ
öyle deðerlendirilmektedir: Hellen,
kendini parçalanmamýþ alemin bir organý olarak görür. Hayatýn trajik ahenksizlið
i ona acý gelse de gene sonunda
yalnýz uyum (ahenk, harmonia)'u sezer. Bu uyum, törebilimde tam ölçü, sanatta de
ngeli biçim, doðayý tanýmada
geometrik oran, dinde evrenin düzen verici gücü olarak kendini gösterir.
ÝLK FÝZÝKÇÝLER. Dinsel düþünceden kendini sýyýrarak bilimsel bir niteliðe dönü
þen ilk düþünce anlamýndaki
felsefe, Ý.Ö. Vi'üncü yüzyýlda, antikçað Yunanlýlarýnýn Miletos (Ýzmir'in güneyi
nde Balat köyü) kentinde
baþlamýþtýr. Antikçað Yunan düþüncesinin ilk üç düþünürü Thales, Anaksimandros,
Anaksimenes Milet'lidir. Milet
okulu'na, Efes'li Herakleitos'u da kapsayarak, Ýyonya okulu (Os. Medrese-i Yunan
iyye, Fr. Ecole Ionique) da denir.
Bakýþlarýný din'den ayýrýp doða'ya çeviren ilk düþünürler bunlardýr. Milet'liler
in baþlýca ayýrýcý nitelikleri fizikçi,
kendiliðinden özdekçi ve diyalektikçi oluþlarýdýr. Evrendeki her þeyin kendisind
en yapýlmýþ olduðu ilk neden ya da
ilk özdek (Yu. Arkhe) olarak ilerisürdükleri su, hava vb. gibi özdekleri de canl
ý olarak düþünmüþlerdir; çünkü bu
özdekler yaratýcýdýr ve bütün varlýklar bu ilk özdeklerden oluþmuþtur. Bu yüzden
Milet okulu'nun düþünsel
tutumuna canlý özdekçilik denir. Milet'liler, Aristoteles'in anlatýmýyla bilinme
ktedir (Aristoteles, Metafizik, a 3,
983, b 6-11, 10) Onlarýn karþýlýk aradýklarý bütün nesnelerin yapýlmýþ olduðu il
k özdek nedir? sorusu da
Aristoteles tarafýndan ortaya konulmuþtur. Bu soru, bir açýdan fiziðin baþlangýc
ý olduðu kadar bir baþka açýdan da
metafiziðin baþlangýcý sayýlabilir. Çünkü çeþitli dönüþümlere uðrayarak evrensel
nesneleri meydana getiren ve
böylece sürekli olarak devinen ilk özdeðin kendiliðinden deðiþmediðini ve neyse
o kaldýðýný düþündürmektedir.
Nitekim, çok geçmeden, ilk neden nedir? sorusunu oluþ nedir? sorusu izlemiþ ve Ý
yonya'lýlarýn deðiþirlik
felsefesi, karþýsýnda, Elea'lýlarýn deðiþmezlik felsefesi'ni bulmuþtur. Milet'li
lerin varsayýmlarýný, daha önce geliþmiþ,
özellikle Mýsýr ve Babil, bilgileri üstüne kurduklarý kesindir. Ne var ki onlar,
büyük bir düþünsel aþama olarak,
pratik çalýþma'yý kuramsal çalýþma'ya dönüþtürmüþlerdir. Felsefenin ilk kurucula
rý sayýlmalarý da bu yüzdendir. Ýlk
filozof Thales, antikçað Yunanlýlarýnýn pratikte iþe yarar özdeyiþler ilerisürmü
þ bulunan Yedi Bilge'sinden biriydi.
Thales ilk neden su'dur demekle pratik yarar düþüncesinden kuramsal bilgi düþü
ncesine ilk sýçrayan kiþi olarak
önem kazanmýþtýr. Bu sýçrama, bilimsel uðraþýnýn ilk adýmý olarak nitelenir. Ari
stoteles þöyle der: Felsefeyle ilk
uðraþanlar, bütün nesnelerin ilk temel (Arkhe)'inin özdek olduðunu sanýyorlardý.
Kendisinden, varolan bütün
þeylerin çýktýðý ve o ilikten meydana geldiði ve yok olarak ona döndüðü þeye tem
el varlýk olduðu gibi kalýyor,
yalnýz durumlarý deðiþiyor öðe diyor, bunun var olanlarýn ilk baþlangýcý olduðun
u söylüyor ve bundan ötürü, bu
biçimdeki varlaþma olduðu gibi kaldýðýndan, hiçbir þeyin meydana gelmediðini ve
hiçbir þeyin de yok olmadýðýný
düþünüyorlardý. Bu türlü felsefenin asýl baþý olan Thales, bunun su olduðunu söy
lüyor. Bu düþünceye, belki de,
bütün varlýklarýn besinlerinin nemli olduðunu ve sýcaðýn da bu nemden çýktýðýný
ve onunla yaþadýðýný görerek
varmýþtýr, bir de bütün nesnelerin tohumlarýnýn yaratýlýþýnýn nemli olmasýndan.
Ýlk temelse kendisinden her þeyin
meydana geldiði þeydir. Su ise nemli þeylerin ilk temelidir. Ondan çok daha eski
ler de tanrýsal bir düþünceyle doða
üstüne böylesine düþünceler yürütmüþlerdir. Okeanos'la Tethys'i meydana beliþin
babasý ve anasý tanrýlarýn and'ýný
da kendilerinin Stkys adýný verdikleri su yapýyorlardý. En saygýdeðer þey en esk
i olan þeydir, and da en saygýdeðer
þeydir. Thales'in yaþadýðý çaðda Miletos kenti, önemli toplumsal ve ekonomik gel
iþmeler içindeydi. Tarihçi
Rostovtzeff, bu kentte, önce halkýn egemen olup soylu kiþileri öldürdüðünü, sonr
a da soylularýn egemen olarak
halktan olanlarý diri diri yaktýklarýný anlatýr (Eski Dünyanýn Tarihi, c. I, s.
204). Bu yüzden yoksullar ve yoksul
insanlarýn uðraþýsý sanýlan felsefe de küçümseniyordu. Aristoteles'in Politeia a
dlý yapýtýnda anlattýðýna göre Thales
bu kanýyý da deðiþtirmiþ ve astronomi bilgisiyle bol zeytin ürünü alýnacaðýný bi
r yýl önceden hesaplayarak
zeytinlikleri ucuza kapatýp zengin olmuþtur. Aristoteles þöyle der: Thales, böyl
ece, dünyaya, filozoflarýn isterlerse
zengin olabileceklerini, ama tutkularýnýn baþka türden olmasý nedeniyle yoksullu
ðu yeðlediklerini de göstermiþtir.
Thales, sudan ve denizden, ondan çýkan bütün canlýlýkla birlikte denizsel bir
enginlik ve sonsuzluðu da anlýyordu.
Kendisini izleyen Anaksimandros, Thales'in ilk nedeni su'yun yerine, sonsuz ve s
ýnýrsýz (Yu-Aperion)'lýðý koyarken
bu düþünceden esinlenmiþ olmalýdýr. Anaksimandros, bu deyimiyle, göðün sýnýrlarý
içinde
bulunan evrenin karþýtý olarak sýnýrsýz'lýðý ortaya koymuþtu (Diels, Doxagraphi
Graeci, 376, 3-6).
Anaksimandros'un bu varsayýmý da, kendisini izleyecek olan Anaksimenes'in, bu sý
nýrsýzlýk içinde, evrenlerin
çokluðu varsayýmýný etkilemiþ olmalýdýr. Anaksimenes'in üçüncü ilk neden varsayý
mý olarak ilerisürdüðü hava (Yu.
Aer, pneuma, psykhe) da bu sýnýrsýzlýðý ve sonsuzluðu kapsar. Anaksimenes, salt
sýnýrsýzlýk'ýn nesnelerin
varlaþmasýný açýklayamayacaðýný düþünmüþtür. Ona göre bu sýnýrsýz özdek, seyrekl
eþip yoðunlaþmasýyla, nesneleri
varlaþtýran hava olmalýdýr. Daha sonra Hippias ve Diogenes gibi düþünürler de ye
tiþtirecek olan Milet okulu'nun,
özellikle Thales'in, büyük önemi, insan düþüncesine yol göstermiþ olmasýdýr.
Milet'li fizikçi-düþünürlerin üçüncüsü olan Anaksimenes'e göre hava, seyrekleþ
erek ateþi ve yoðunlaþarak yeli,
bulutu, suyu, topraðý ve taþlarý meydana getirir. Fransýz metafizikçi ve felsefe
tarihçisi Emile Brehier, ünlü Felsefe
Tarihi'nde þöyle der (MEB. yayýný, Ýstanbul 1969, Miraç Katýrcýoðlu çevirisi, c.
I, fasikül I, s. 30-5): Nesnelerin
yapýlmýþ olduðu madde nedir? Bu soruyu soran Aristoteles'tir. Kendilerinde çözüm
leri aranan meselelerle
Milet'lilerin uðraþmýþ olduklarýna dair hiçbir kanýtýmýz yoktur. Onun için bütün
nesnelerin ilkesinin Thales'e göre
su, Anaksimandros'a göre sonsuz, Anaksimenes'e göre hava olduðu bize öðretilince
bu formülleri madde meselesine
bir karþýlýk sanmaktan sakýnmalýyýz. Bunlarýn anlamýný kavramak için, elden geli
rse, onlarýn gerçekte hangi
meselelerle uðraþmýþ olduklarýný araþtýrmamýz gerekir. Anlaþýldýðýna göre, onlar
ýn uðraþmýþ olduðu meselelerin
baþýnda bilim tekniði meselesi geliyordu. Bunlar, her þeyden önce, meteorlarýn y
a da astronomi olaylarýnýn mahiyet
ve nedenini, yerdepremleri, yeller, yaðmurlar, þimþekler, ay ve güneþ tutulmalar
ý gibi olaylarý ilgilendiren meseleler
ve ayný zamanda da yeryüzünün biçimi ve dünyadaki hayatýn kaynaklarý üzerindeki
genel meselelerdir. Bu bilim
tekniklerinden bizim Milet'liler, Yunan ülkelerinde yalnýz, Mezopotamya ve eski
Mýsýr medeniyetlerinin
kendilerine iletmiþ olduklarý þeyi yapýyorlardý. Babilonya'lýlar gibi gözlemleye
n kimselerdi. Bundan baþka kendi
kadastrolarý için þehirlerin ve kanallarýn planlarýný yaparlardý ve hatta dünyan
ýn haritasýný çizmek iþine bile
giriþmiþlerdi: Ýkinci olarak mekanik sanatlarla uðraþýyorlardý. Ýnsanýn üstünlüð
ünü onun teknik baþarýlarýnda
görürlerdi. Bu görüþ en iyi dilegetiriliþini Ýyonya'lý Anaksagoras'ta bulur, ona
göre insan, elleri olduðu için
hayvanlarýn en akýllýsýdýr, çünkü el temel alet olup aletlerin ilk örneðidir. Mi
let'lilerin orijinalliði, göðü
ve meteorlarý anlamak için kullandýklarý birtakým teþbihleri seçme tarzlarýndadý
r gibi görünmektedir. Bu teþbihlerde
efsanelerin garabetinden hiçbir þey yoktur, bunlar ya kendi zenaatlarýndan ya da
doðrudan doðruya yapýlan
gözlemlerden alýnmýþtýr. Bu gözlemlerinden biri de özellikle gemicilikle uðraþan
Milet'liler için kara ve deniz
fýrtýnalarýnýn gözlenmesiydi. Ortalýk sessizlik içindeyken az sonra çýkýverecek
olan fýrtýnanýn habercisi olan bir
þimþekle birdenbire yýrtýlýveren kalýn ve kara bulutlarýn peydahlandýðý görülmek
teydi.
Anaksimandros bunlarý açýklamaya uðraþýrken bulutla týkalý kalan yelin kendi þ
iddetiyle bulutu parçaladýðýný ve
þimþekle gökgürültüsünün de bu ani parçalanýþla bir arada belirdiðini görüyordu.
Ýmdi Anaksimandros doðayý ve
yýldýzlarýn oluþumunu fýrtýnalarla kýyaslayarak düþünür. Anaksimandros'un gök ha
kkýnda vardýðý düþünceyi elde,
etmek için, kalýn bulutlar kýný yerine yoðunlaþmýþ ve saydamsýz bir hava kýlýfýn
ý (çünkü ona göre hava birtakým
buðulardan baþka bir þey deðildir), iç ve yel yerine ateþi, kýlýftaki yýrtýklar
yerine de ateþin fýrlamasýna yolveren bir
çeþit soluk yerleri ya da soluk alma borularý koymak yeter. Bu kýlýflarýn daire
biçiminde olduklarý ve bir arabanýn
dingil boþluðu etrafýndaki tekerlek ispitleri gibi dünyanýn etrafýna yerleþtiril
miþ bulunduklarý farzedilirse, yýldýzlar
bizim için artýk sadece bu soluk alma yerlerinden çýkan iç ateþin bir kýsmýndan
ibaret olur. Bu soluk alma yerlerinin
ayný anda hep birden kapanmasýyla ay tutulmalarý ve safhalarý açýklanmýþ demekti
r. Anaksimandros daire
biçimindeki bu kýlýflardan döner olanlarýnýn üç tane olduðunu kabul ediyordu. On
a göre yeryüzünden en uzakta,
güneþle ayýn yalnýz bir tek soluk alma borusu olan birer kýlýflarý, sabit yýldýz
larýnsa (belki de samanyolunun) birçok
soluk alma yerleri bulunan sadece bir kýlýfý vardýr. Bu gibi benzetiþler, kozmog
oni meselesini yeni bir biçimde
formülleþtirmeye olanak saðlar. Göðün oluþmasý, bir fýrtýnanýn oluþmasýndan teme
lde hiç de farklý deðildir.
Kabuk aðacý nasýl sararsa, ilk zamanlarda dünyayý çevirmiþ olan ateþin de parç
alanarak daire biçiminde üç tane
halkanýn içine öylece daðýlmýþ olduðunu bilmek söz konusudur: Ýmdi Anaksimandros
'a göre söz konusu olan
neden'in muhakkak ki yaðmurlarýn, fýrtýnalarýn ve yellerin baþlangýcýndaki neden
den ibaret bulunduðu sanýlýr. Bir
ateþ küresini parçalayan ve onu halkalarla kýlýflayan deniz üzerinde peydahlanan
birtakým buðu'lardýr. Milet
fiziðindeki baþlýca olay muhakkak ki ýsýnýn etkisiyle deniz suxyunun buðulanmasý
dý. Bu buðulanmanýn ürünleri
(yeller, bulutlar vb.) eski Yunan'da akýl bakýmýndan diriltici özellikleri bulun
an þeyler diye gözönünde tutulurdu.
Demek oluyor ki Anaksimandros, canlý varlýklarýn güneþin ýsýsýyla buðulanan neml
ilikte (rutubette) doðduklarýný
kabul ederken, sadece, pek eski bir görüþü izlemiþ oluyordu. Bütün bunlar bize,
Milet öðretisinin merkezi olarak
Aristoteles'in ileri sürdüðü ilk töz'ün anlamýný açýklamamýza olanak saðlayabili
r. Thales, dünyanýn çýkmýþ
bulunduðu þeyin su olduðunu söylemekle, varlýklarýn maddesini deðil, ancak son d
erece yaygýn kozmogoni
konusunu yenibaþtan ortaya koymuþ oluyor. Milet düþünüþünün geliþmesine bakýlýrs
a, þüphesiz ki bu sudan,
denizden ortaya çýkan bütün hayat ile birlikte denizin engin'liði gibi bir þey a
nlamak gerekir. Anaksimandros'u
Thales'in su'yu yerine kendisinin sonsuz dediði þeyi koymaya sevkeden þey neydi?
.. Öyle görünüyor ki
Anaksimandros'un sonsuz'u büyüklük bakýmýndan engin bir sýnýrsýz'lýktýr... Anaks
imenes, hava'yý ilke olarak
almakla Anaksimandros'tan uzaklaþmaz. Hava deyimi, ancak sonsuz'un mahiyetini aç
ýklar. Bu, sýnýrlarý bulunmayan
bir hava'dýr, Anaksimandros'un ölümsüz bir hareketle dirilmiþ olan sonsuz'u gibi
dir. Öyle anlaþýlýyor ki
Anaksimenes bu hareketin, eþyanýn kaynaðýný açýða vurabileceðine inanmýþ deðildi
r. Bir kalbura verilen hareket
gibi, bir kaynaþma hareketi de karmaþýk þeyleri birbirinden pekala ayýrabilir am
a, onlarý meydana getiremez. Demek
oluyor ki Anaksimenes bu ölümsüz hareketin üzerine eþyanýn kaynaðý hakkýnda bir
baþka yorum getirip koymuþtur.
Hava seyrekleþmesiyle ateþin ve yoðunlaþmasýyla da yelin, bulutun, suyun ve en s
onunda da topraðýn ve taþlarýn
oluþmasýna yol açýyor.
Antikçað Yunanlýlarýnýn ilk düþünceleri özdekçi bir yapýdadýr. Thales'in su'yu
, Anaksimandros'un belirsiz ve
sýnýrsýz'ý, Anaksimenes'in soluk-hava'sý, Herakleitos'un ateþ'i, hatta Anaksagor
as'ýn nus'u hep özdektir. Ruh
kavramýný hafiften kurcalayanlar bile özdeði yadsýmaya cesaret edememiþlerdir. B
u kurcalayýcýlarýn ilki
Anaksimenes, ikincisi de Anaksagoras'týr. Ne var ki Platon'a gelinceye kadar ruh
özdeklikten kurtulamayacaktýr.
Tam bu sýrada iki büyük Abdera'lý, Leukippos'la Demokritos, özdeðe gerçek bir te
mel buluyorlar. Atomcu
özdekçilik onlarýn eliyle saðlamca kurulacak ve günümüze kadar etkisini sürdürec
ektir. Ý.Ö. V'nci yüzyýldayýz.
Sokrates Platon, Aenesidemos-Pyrrhon öðretileri gibi birbirine karýþmýþ ve birbi
rinden ayrýlamayan öðretileriyle
Leukippos-Demokritos, atomos (bölünemeyen) kavramýný ortaya atýyorlar. Özdek art
ýk su, hava, ateþ vb. gibi belli
bir nesneye takýlýp kalmaktan kurtulmuþ; oysa atom adý altýnda hepsinde ortak ol
an bir temelde genelleþmiþtir.
Onlara göre atom, özdeðin artýk bölünemeyen en küçük parçasýdýr. Evrende her þey
, tanrýlar bile, atomlardan
yapýlmýþlardýr. Örneðin bir kaya parçasý, bir aðaç, bir insan, bir yýldýz atomla
r yýðýnýdýr. Bunlar, çeþitli biçimlerde
birbirlerini çeken sert parçacýklardýr. Atomlarýn uzayda yer kaplamalarý ve birb
irlerine çarparak devinmeleri iki yeni
düþünceye yer vermektedir: Mekanizm ve boþluk... Yüzyýllarca sonra Fransýz düþün
ürü Descartes bu düþüncelere
sahip çýkacaktýr. Abdera'lýlarýn atomculuðu, Epikuros'la Lucretius'un aracýlýðýy
la Gassendi ve Bacon'a ulaþarak
doðabilimlerinin doðuþunu saðlayacaktýr. Ýnsan düþüncesi, gerçekten pek büyük ve
önemli bir buluþ karþýsýndadýr.
KUTSAL MATEMATÝK. Ýsa'dan önce 520 yýlýnda Güney Ýtalya'dayýz. O zamanlar bu ü
lkeye Büyük Yunanistan
deniyor. Kroton kentinde yýldýzlý, sýcak, sessiz bir gece... Büyük bir tapýnaðýn
taraçasýnda, dokunaklý bir ses
konuþuyor. Dinleyenler arasýnda kendinden geçenler, bayýlanlar, letarjiye tutula
nlar var. Kocaman neft lambalarý,
taraçanýn ortasýndaki Persephone heykelini aydýnlatmaktadýr. Öðrenciler, uçsuz b
ucaksýz bir mutluluk denizinde
yüzüyorlar. Dokunaklý ses, usta öðretmen Pythagoras'ýn (Fisagor, Ý.Ö. 580-504) s
esidir. Öðrettiði de þudur: Evren,
bir sayý uyumudur.
Pythagoras, gizli bir din okulu kurmuþtur. Öðrencilerine ahlak, siyaset ve din
öðretmektedir. Bu bilimlerin
tümüne mathematalar adýný veriyor. Ýlk anlamý, insan bilgisinin tümünü kuþatan d
emek olan matematik sözcüðü de
buradan gelmektedir.
Anaksimandros'la din bilgini Ferekydes'in de öðrencisi olduðu bilinen Pythagor
as'a göre, ilk ilke (arche) sayý'dýr.
Eþya, duyulur hale gelmiþ olan sayýlardýr. Bilimin amacý, her varlýðý karþýlayan
sayýlarý bulmaktadýr. Örneðin akýl
belli bir sayýdýr, ruh belli bir sayýdýr, adalet belli bir sayýdýr. Evren, bir s
ayý uyumudur. Doðadaki bütün
karþýtlýklarýn kökü, birle çok arasýndaki karþýtlýktýr. Oysa, salt (mutlak) bir,
ne tek ne de çifttir, hem tek hem de
çifttir. Bir baþka deyiþle, salt bir, teklikle çiftlik birlikteliðidir. Ýlk varl
ýk, olan bir, noktadýr. Nokta hareket ederek
çizgi; çizgi, hareket ederek satýh; satýh, hareket ederek cisim olmuþtur. Þu hal
de her baþka cisim, bir baþka sayýnýn
karþýlýðýdýr.
Pythagoras'ýn gizli din tarikatýna girmek pek zordur. Ýsteklinin erdemli, akýl
lý, aðýrbaþlý, sýr saklayabilecek bir
yapýda bulunmasý gerekir. Önce, istekliye belli, etmeden uzun ve gizli bir soruþ
turma yapýlýr, sonra da istekli bir
dað baþýna götürülerek sýnavlardan geçirilir. Ýstekli, ýssýz dað baþýnda, bir ge
ce geçirmek zorundadýr. Bu sýrada
istekliyi korkutmak için birçok araçlara baþvurulmaktadýr. Korkmadan dayanabilme
si isteklinin iradesini
gösterecektir. Daha sonra düþünsel sýnavlar baþlayacak, isteklinin bilgisi ve gö
rgüsü yoklanacaktýr. Örneðin bir
yuvarlaðýn içine çizilen bir üçgenin ne demek olduðu sorulmaktadýr. Yeter karþýl
ýk alýnýnca da alaylar, takýlmalar,
küçümsemeler baþlar. Ýsteklinin bütün bunlara ses çýkarmadan göðüs gererek irade
gücünü kanýtlamasý gerekir.
Hermetisme sýnavlarýnýn sadeleþtirilmiþ biçimleri olan bu sýnavlardan baþarýyla
sýyrýlabilen istekli, noviciat adý
verilen ilk dereceye alýnabilir.
Pythagoras, ilk derecede öðrencilerine hemen hiçbir þey öðretmemekte, sadece o
nlarý dilediði biçime hazýrlamak
için yoðurmaktadýr. Düþüncesine göre, önce, gençlerdeki sezgi (intution) yeteneð
ini geliþtirmek gerekir. Daha sonra
onlara, ana baba ve dost sevgilerini, bu sevgiler aracýlýðýyla da tanrý sevgisin
i aþýlamak yoluna gidilebilir. Bu
aþýlamada müzikten de yararlanýlýr. Genç öðrenciler, her sabah ve her akþam, þu
þarkýlarý dinlemektedirler: Ölümsüz
tanrýlara dön, kendini eþsiz aþklara býrak, inanýný koru... Bil ki, çeþitli ulus
larda ve çeþitli dinlerde daðýtýlmýþ
görülen tanrýlar, tektir. Evrenin tek tanrýsý vardýr. Hepsine hoþgörüyle bak, am
a gerçeðin ne olduðunu da bil...
Gizlilik aleminde bütün dinler birleþirler.
Sýr, söylenmemiþtir Oysa körpe kafalar o sýrra belki de kendiliklerinden varab
ilecek bir biçimde
hazýrlanmaktadýr. Öðrenci, tanrýnýn ruhunu kendi ruhunda görmeye baþlamýþtýr. El
inde, heptakord adý verilen yedi
telli bir saz vardýr. Bu yedi telli sazdan yedi ses çýkmakta, bu yedi sesten de
yedi gizli ses birleþimi elde
edilmektedir Yedi ses birleþimi, ýþýðýn, yedi rengini, yedi gezegen yýldýzý, var
lýðýn yedi biçimini karþýlamaktadýr.
Eðer insan ruhu, bu yedi sesle akort edilir, uyumlu kýlýnýrsa ruhunuzdan dinleye
ceðiniz þarký, gerçeðin þarkýsý
olacaktýr.
Ýkinci derecede öðrenci, sayýlar bilimiyle karþýlaþmaktadýr. Ýlk derecede orta
lýkta görünmeyen Pythagoras, ikinci
derecede yüzünü göstererek öðretmenliðe baþlayacaktýr. Öðrencinin ikinci derecey
e yükseldiði güne, altýn gün
denilmektedir. Kutsal ve gizli sayýlar biliminde sayý, soyut bir varlýk deðil, m
utluluðumuzu saðlayacak kutsal bir
anahtardýr. Kutsal sözler gibi, kutsal sayýlar da eski Mýsýr ve Asya tapýnaklarý
ndan gelmektedirler.
Ýnsanlar bir'le sayar, bir'le düþünürler. Bir, insanla Tanrý arasýnda ortak bi
r ilkedir. Bir, bilenle bilineni,
düþünenle düþünüleni birleþtiren ortak bir ölçüdür. Peki, bu ortak ölçünün öbür
ucu niçin görünmüyor?.. Onu
görebilmek için onunla birleþmek gerekir (Ayný sonuca varan Hermetisme'i ve Ýsla
m mistikliðini hatýrlayýnýz). Ona
benzemeye çalýþarak ona yaklaþýlabilir. Ýnsan, eþya gibi edilgin (münfail) deðil
, onun gibi etkin (fail) olmalýdýr.
Ýnsan, kendisini böylesine yüceltmek için çalýþmalýdýr (Ýnsanca ölümlü, Tanrýca
ölümsüz olmak da elimizde, diyen
Hermes'i hatýrlayýnýz): Bir, erkek bir ilkeyle diþi bir ilkenin birleþmesidir (O
rpheus da þu mýsraý söylüyor: Tanrýsal
karý ve koca olan Zeus...). Gücünüz yeterse sonsuz alemleri idrakinizle kucaklay
ýnýz, orada bulacaðýnýz þey þu
olacaktýr: Yaratýcý düþünce ve o yaratýcý düþünceyle sarmaþ dolaþ ruh, can (l'am
e) ve ben... Evrenin her yönünde
rastlayabileceðiniz bu üçlükle, o üçlüðün ilkesi olan teklikten baþka bulabildið
iniz hiçbir þey yoktur. Evrensel üç
leme, tanrýsal birliktelik (vahdet) içindedir.
Pythagoras'ýn beden, can (l'ame), ruh (l'esprit) üçlemesi Hint'in Brahma Viþnu
Siva üçlemesine uygun olduðu gibi,
Hýristiyanlýðýn baba oðul ruhülkudüs üçlemesini hazýrlamýþtýr (teslis). Bu üçlüð
ün ortak ilkesi de Hermes
monoteisme'inin buluþu olan teklik'tir. Teklik, üçlüðü özetlediði gibi, üçlükle
birleþerek dörtlük görünüþünde de
bulunabilir. Ýþte Pythagoras'ýn sayýlar biliminin ana ilkeleri bu ilk dört sayýd
a toplanmaktadýr. Öteki sayýlar, bu dört
sayýnýn birbirleriyle çarpýlmasý ve toplanmasý sonunda elde edilebilirler. Örneð
in kutsal yedi, üçle dördün
toplanmasýndan meydana gelir ve insanýn Tanrý'yla birliðini belirtir. Katsalon,
ilk dört sayýnýn toplamýna eþittir ve
Tanrýlýðýn sürekliliðini anlatmaktadýr.
Pythagoras da, Hermes gibi, dünyanýn güneþin çevresinde döndüðünü biliyordu. D
eðil sadece dünyanýn, bütün
gezegenlerin güneþin çevresinde dönmekte olduklarýný biliyordu. Durgun yýldýzlar
dan her birinin de baðýmsýz bir
güneþ topluluðu olduðunu, onlarýn da bizim güneþ topluluðumuzun yasalarýna baðlý
bulunduðunu, en küçük
varlýklarýn bile bir güneþ topluluðundan farksýz olduðunu ve ayný yasalara göre
yaþadýklarýný biliyordu. Ancak bu
bilgiler, yaygýn bilgiye aykýrý bulunduðundan bir sýr olarak titizlikle saklanmý
þ, yazýya geçirilmek þöyle dursun,
kulaktan kulaða fýsýldanmakla yetinilmiþtir.
KARANLIKLAR ÝÇÝNDE ÝLK IÞIK. Efes'li Herakleitos (Ý.Ö. 540-480), deneydýþý fel
sefenin en büyük
düþünürüdür. Günümüzün birçok bilimsel gerçeklerini, deneysel bilimden yüzyýllar
ca önce, þaþýrtýcý bir seziþle
kavramýþ bulunuyordu. Çaðdaþlarýný öylesine aþmýþtý ki iyice anlayamadýklarý içi
n ona, karanlýk adýný takmýþlardý.
Çaðdaþlarý bir yana, koca Sokrates bile, kendisine Herakleitos'un yapýtýný okuya
n Euripides'e þöyle demiþ:
Anladýklarým çok güzel, öyle sanýyorum ki anlamadýklarým da. Herakleitos'un deri
nliðine inebilmek için Delos'lu
bir dalgýç gerekiyor.
Herakleitos'un etkileri de pek yaygýndýr. Stoa okulu, Herakleitos'tan, yola çý
kmýþtý. Logos öðretisi, stoa
aracýlýðýyla, Hýristiyanlýða aktarýlmýþtýr. Goethe, Hölderlin, Nikolaus, ona pek
çok þeyler borçludurlar. Hegel,
Herakleitos'un lojiðime almadýðým tek sözü yoktur, diyor. Nietzsche þöyle demekt
edir: Dünyaya her zaman gerçek
gerekecek, öyleyse her zaman Herakleitos gerekecek.
Soylu bir ailenin büyük oðluymuþ. Büyük oðula kalan kral rahipliðini küçümseye
rek kardeþine býrakmýþ.
Yurdunda rejim deðiþtirecek kadar güçlüymüþ, tiran Melankomas'ý tiranlýðý demokr
asiye býrakmasý için kandýrmýþ.
Ama demokrasi de hoþuna gitmemiþ ve yalnýzlýðý yeðleyerek bir köþeye çekilmiþ. E
fes'liler kendisinden yasalar
yapmasýný istedikleri zaman karþýlýk bile vermemiþ onlara. Bir gün Artemis tapýn
aðýnda çocuklarla aþýk
oynuyormuþ. Kendisine þaþkýnlýkla bakanlara: Ne þaþtýnýz reziller, demiþ, sizinl
e birlikte devleti yönetmek daha mý
iyi sanki?
Herakleitos, çoklukla birlik arasýndaki kökten iliþkiyi sezen ve bütün þeylerd
en bir þey, bir þeyden bütün þeyler,
diyebilen ilk düþünürdür: Benim deðil, logos'un sesini duyduktan sonra bütün þey
lerin bir tek þey olduðunu
söylemek bilgeliktir. Bütünle bütün olmayan, birlik olanla ikilik olan, anlaþma
ve anlaþmazlýk, bütün þeylerden bir
þey ve bir þeyden bütün þeyler logos'ta birleþirler (Doða adlý yapýtýndan, B 50,
10, 84 a).
Evrendeki sonsuz deðiþmeyi sezmiþti. Bütün cisimleri yalnýz bir ve ayný öðenin
deðiþmeleri saymaktadýr: Gündüz
gece, kýþ yaz, savaþ barýþ, tokluk açlýk, ateþin tütsülük buharlarla bir araya g
elince her birinin kokusuna göre
adlanmasý gibi, baþkalaþýp deðiþir. Ayný þeydir yaþayanla ölmüþ, uyanýkla uyuyan
, gençle yaþlý. Çünkü bunlar
deðiþince ötekilerdir ve ötekiler deðiþince de bunlardýr. Ölümsüzler ölümlüler,
ölümlüler ölümsüzlerdir, çünkü
bunlarýn hayatý onlarýn ölümü, onlarýn hayatý da bunlarýn ölümüdür. Soðuk ýsýnýr
, sýcak soður, yaþ kurur, kuru
nemlenir. Birbirine karþý olan, birlikte giden, birbirinden ayrýlanlardan en güz
el uyarlýk (harmonia). Görünmez
uyarlýk görünenden daha güçlüdür. Kendinde ikilik olan þeyin logos'ta nasýl uyuþ
tuðunu anlamazlar, ters yana
dönen uyarlýk yayla lyra'da olduðu gibi. Yayýn adý hayattýr, iþiyse ölüm. Ama sa
vaþýn (polemos) ortaklaþa ve herkes
için olduðunu ve her þeyin kavgaya ve zorunluða göre olduðnnu bilmek gerek. Sava
þ (polemos), bütün þeylerin
babasýdýr; birtakýmlarýna Tanrý olduðunu bildirir, birtakýmlarýna insan, birtaký
mýný köle yapar, birtakýmýnýysa
özgür. Karma içkide de katýlanlar, karýþtýrýlmayýnca, birbirinden ayrýlýrlar (Do
ða adlý yapýtýndan, B 91, 67, 88, 62,
126, 8, 54, 51, 48, 80, 53, 125).
Herakleitos'a göre, her þey deðiþtiði halde deðiþmeden kalan bir þey vardýr ki
logos'tur. Logos, her þeyin nedeni
olan tanrýca bir evren yasasýdýr. Logos'un tam anlamý Yunancadan baþka bir dille
çevrilemiyor. Söz, anlam,
düþünce, akýl anlamlarýnýn tümünü birden kapsayan bir sözcüktür logos. Sonsuzdan
gelen ve sonsuza giden logos,
kendini karþýtlýklar ve çeliþmelerle vermektedir. Logos, bu karþýtlýklar ve çeli
þmelerle sürekli olarak geliþir ve
serpilir. Ama bütün bu çeliþmelerin ve karþýtlýklarýn içinde bir ve deðiþmeden k
alýr. Herakleitos bu sonuca kendi
deyiþiyle þöyle varmýþtýr: Kendi kendimi araþtýrdým (Doða adlý yapýtýndan, B 101
).
Logos, evrenin en büyük gücüdür. Blosom oðlu Ephesos'lu Herakeitos der ki: Öðr
etinin ne demek istediðini
anlamak için insanlar, logos'un sonsuz olduðu kadar sonsuz olarak anlayýþsýz ola
caklar, duymadan önce de,
duyduktan sonra da. Çünkü her þey bu logos'a uygun olduðu ve kendileri de her an
bunu denemekte olduklarý halde
denemesizlere benzerler. Ýnsanlar uyanýkken yaptýklarýnýn farkýnda deðildirler,
týpký uykudayken olanlarý
unuttuklarý gibi. Düþünce, insanlarýn hepsinde ortaklaþadýr. Ortaklaþa olan þeye
uymalýdýr. Ama logos, ortaklaþa
olduðu halde çokluk (Herakleitos bu sözle bilgisiz çoðunluðu küçümsemektedir; Ni
etzsche, Herakleitos'un bu
sözünü pek çokluk yapmýþtýr) kendilerine özgü düþünceleri varmýþ gibi yaþar. Nas
ýl ateþe yaklaþtýrýlan kömürler
baþkalaþarak ateþlenirler ve uzaklaþtýrýlarak kömürleþirlerse ruhumuz da ortakla
þa olanýn ardýndan gitmekle
logos'tan pay alýr, ardýndan gitmezse logos'suz kalýr. Akýlla konuþmak isteyenle
r, herkeste ortaklaþa olanla
kendilerini güçlendirmelidirler, týpký yasayla kent gibi ve çok daha güçlü olara
k. Çünkü insanlarýn bütün yasalarý
bir tek yasadan beslenirler. Çünkü bu biricik yasa egemenliðini dilediði kadar g
eniþletebilir, herkes ve her þeye
yettiði gibi artar bile. En çok ve sürekli olarak bir arada bulunduklarý þey ola
n logos'la bile anlaþamýyorlar (çoklar)
ve her gün karþýlaþtýklarý þeyler onlara yabancý geliyor. Güven olmayýnca logos,
tanýmanýn elinden kurtulur.
Ýçlerinden ne kadar çoðu bunlarla karþýlaþsa da çoklar böyle þeyleri düþünmezler
, öðrenseler de tanýmazlar. Fakat
kendilerine öyle görünürler. En inanýlýrýn tanýyýp bildiði, saklayýp koruduðu öy
le görünen þeylerdir. Ama hiç kuþku
yok ki Hak Tanrýçasý, yalanlarýn uydurucularýný ve tanýklarýný yakalatacaktýr. N
e dinlemesini ne de konuþmasýný
bilen kiþiler, iþittikten sonra anlayýþsýzdýrlar, saðýrlara benzerler, varlýklar
ýyla yokluklarý birdir sözü bunu onlara
kanýtlar (Doða adlý yapýtýndan, B 1, 2, A, 16 B, 114, 72, 86, 17, 28, 19, 34).
Herakleitos, her þey ancak karþýtlarýn kavgasýndan doðar, demekle diyalektiði
pek güçlü olarak kavramýþtýr:
Varlýk yokluðu, yokluk varlýðý doðurur. Varlýk ve yokluk, olmak ve olmamak, yaþa
mak ve ölmek bir ve ayný
þeylerdir. Bunlar ayný þey olmasaydýlar deðiþerek birbirleri olamazlardý, yokluk
varlýða, varlýk yokluða, ölüm hayata
ve hayat ölüme geçemezdi. Daire çemberi içinde baþlangýç ve son ayný yerde birle
þirler. Keçeci mengenesinin doðru
ve eðri yolu bir ve aynýdýr. Ýyiyle kötü bir ve ayný þeydir. Hekimler kesip daðl
ayýp üstelik karþýlýðýný isterler, sanki
hastalýklar bunu bedava yapýnýyormuþ gibi. Zaman, oynayan, dama taþý süren bir ç
ocuktur. Olduðu yerde kalan
hiçbir þey yoktur. Ayný ýrmaklara girenlerin üstüne hep baþka sular akar. Ayný ý
rmaklara hem giriyoruz hem
girmiyoruz, hem biziz hem deðiliz (Doða adlý yapýtýndan, B 103. 59, 60, 58, 42;
A 6, 5; M 12, 49a).
Ne var ki insanlara, vaktinden önce verilmiþ bu kadar gerçek çok geliyor. O ça
ðýn seçkin düþünürleri bile, baþta
Sokrates olmak üzere, Herakleitos'un bu sözlerinden pek bir þey anlamýyorlar. Ýn
sanlarý tatlý düþlere sürükleyerek
günlük acýlarýný, yaþam sýkýntýlarýný, yoksulluklarýný biraz olsun unutturabilme
k için fizikötesi düþler gerek.
GÖK BOÞLUÐUNDA BÝR ZEKA. Fizikçi Anaksagoras, kendinden önce ilerisürülen sýný
rlý sayýdaki öðelerle
(unsurlarla) yetinmiyor. Ona göre, öðeler sonsuz sayýda, sonsuz küçüklüktedir. B
u öðelerden ne bir þey yok
olabilir, ne de bu öðelere bir þey katýlabilir (kimyacý Lavoisier yirmi dört yüz
yýl sonra ayný sözü söyleyecektir).
Onlar için ne doðma, ne bozulma vardýr. Oluþ'la ölüm düþünceleri yanlýþtýr. Hiçb
ir þey yoktan gelmez, hiçbir þey
yok olmaz. Olmak yerine birleþmek, ölmek yerine ayrýlmak denmelidir. Yer deðiþti
rmekten, toplanmaktan, dýþ
görünüþlerin deðiþmesinden baþka deðiþme yoktur. Öz deðiþmez. Özdek (madde) olan
bu öðeler cansýzdýrlar,
kendiliklerinden kýmýldayamazlar. Onlarý kýmýldatan, devimleyen bir öðeler öðesi
vardýr ki, bu an (zihin,
l'esprit)'dýr. An, özdek deðildir, özdek olan öteki öðelerin dýþýndadýr, sonsuza
deðin onlardan ayrý kalacaktýr. An,
evrenin düzenleyicisidir, bütün öðeleri son uygunluða göre kýmýldatmýþ, düzenlem
iþtir. Baþlangýçta bu özdek öðeler
karmakarýþýk bir halde bulunuyorlardý, her þey her þeyin içindeydi. An bunlarý e
tkileyince, yaþama kasýrgasý
baþladý. Yaþayan her þeyin bu öðeler öðesi an'dan payý vardýr.
Klazomen'li Anaksagoras (Ý.Ö. 500-428), antikçað Yunan düþüncesinin çok önemli
kiþiliklerinden biridir. Atina
kentini felsefe alanýnda uyandýran kiþi olarak nitelenir. Doðumuna göre Empedokl
es'ten daha eski, yapýtlarýna göre
ondan daha yenidir. Güneþin kýzgýn bir maden külçesi olduðunu söylüyor. Alnýnda
tek boynuz taþýyan bir koçun
alnýný yararak tek boynuzun nedenini gösterip boþinançlara karþý çýkýyor. Ýnsaný
n elleri olduðundan ötürü bütün
hayvanlarýn en akýllýsý olduðunu ilerisürüyor. Kendisine kadar Yunan düþüncesine
egemen olan öðe (unsur)
düþüncesini bir yana býrakýp Empedokles'in özdek parçacýklarý öðretisini geliþti
riyor. Platon'u ve Aristoteles'i
etkileyip günümüze kadar sürüpgelen ikiciliði ortaya atýyor ve nus (akýl ruh) te
rimiyle ruhçuluðu kurmuþ oluyor.
Anaksimenes'in psykhe (soluk hava ruh)'siyle meydana çýkan bu ruh, Anaksagoras'ý
n elinde bilinç'le
aynýlaþmaktadýr. Anaksagoras bu varsayýmýyla insanlýðýn baþýna iki bin yýl sürec
ek bir dert açmaktadýr, ama pratikle
denetlenmek olanaðýndan yoksun bulunan felsefenin zorunlu sonucuna varmaktadýr.
Gene de o, nus'u pek ince bir
özdek olarak tasarlamýþtýr: Çünkü o, bütün nesnelerin en incesidir, en temizidir
diyor. Ne var ki Platon, onun bu
kavramýný özdeklikten büsbütün sýyýracaktýr. Aristoteles, nus kavramý için þunla
rý söylemektedir: Ýlk olarak
Anaksagoras, özdeðin karþýsýna onun egemeni durumunda nus'u koymuþtur. Nus'un ya
ratan ve özdeðin yaratýlan
olduðunu söylemiþtir. Çünkü her þey bir aradayken nus gelip, düzenler.
DÜÞSEL VARSAYIMLAR BAÞLIYOR. Düþsel varsayýmlar ileri sürmenin tarihi pek eski
dir. Özellikle dinsel
alan bu gibi varsayýmlarla doludur. Ne var ki bilimsel alanda kurgunun (spekülas
yonun), düþsel varsayýmlarýn,
eþdeyiþle metafiziðin ve idealizmin baþlatýcýsý Elea'lýlar olmuþtur.
Ý.Ö. Vi'ncý yüzyýldayýz. Bilim, henüz emekleme çaðýndadýr. Fiziðin bittiði yer
de zorunlu olarak metafizik
baþlýyor. Ýnsanlar, bilimsel olarak açýklayamadýklarýný, hayaller kurarak açýkla
maya çalýþýyorlar. Uyduruyorlar,
uydurduklarýnýn da doðru olmasý gerektiðini savunuyorlar. Bilimle, eþdeyiþle pra
tikle denetlenemediði için
gerçeklerden kopan insan düþüncesi kendi kendisinin amacý haline dönüþüyor. Düþs
el varsayýmlar böylelikle ortaya
çýkýyor. Ýnsan düþüncesini yirmi altý yüzyýldýr yanýlgýlardan yanýlgýlara sürükl
eyen bu çok tehlikeli serüven,
Xix'uncu yüzyýlda karþýsýna eytiþimsel ve tarihsel özdekçilik, öðretisi dikilinc
eye kadar, durdurulamayacak.
Elea, Ýtalya'da Napoli'nin güneyinde Latinlerin Velia adýný verdikleri bir kýy
ý kentidir. Kolophon'lu Ksenofanes,
Hellen kentlerinde yetmiþ yýl süren bir geziden sonra burada yerleþiyor. Homeros
'la Hesiodos'un insan biçimli,
insan nitelikli tanrýlarýna karþý, tanrýnýn tek'liðini savunmaya baþlýyor. Görül
düðü gibi, metafizik ve idealizm; gene
de dinsel bir temelden yola çýkmaktadýr. Þöyle diyor Ksenofanes: Tek bir tanrý v
ardýr. O, ne vücut ve ne de
düþünce olarak insanlara benzer. Tüm görme, tüm düþünme, tüm iþitmedir. Harekets
izdir, her zaman ayný kalýr.
Düþüncesi her þeyi yönetir, hem de hiçbir düþünce harcamadan. Homeros'la Hesiodo
s, insanlarda ne kadar ayýp ve
utanç verici þey varsa ona yüklemiþlerdir; hýrsýzlýk, zina, yalan dolan... Ama ö
küzlerin ya da aslanlarýn elleri olsaydý
ve bunlar da insanlar gibi resim yapmasýný bilselerdi öküzler öküzlere, atlar at
lara benzeyen tanrýlar yaparlar ve
onlara kendi biçimlerini verirlerdi.
Elea'lý Parmenides, ustasýnýn bu dinsel tek'liðini felsefeye aktarýyor: Varlýk
, tektir ve deðiþmez. Çokluk ve
deðiþirlik görünüþtedir. Biz bu görünüþleri duyularýmýzla algýlýyoruz, tekliðe v
e deðiþmezliðe usumuzla (aklýmýzla)
varýyoruz. Duyular aldatýcýdýr, gerçeði gören sadece ustur. Çünkü, gerçek varlýk
görülemez, dokunulamaz,
iþitilemez; demek ki duyularýmýzla algýlanamaz. Onu ancak usumuzla kavrayabiliri
z.
Elea'lýlar (Melissos, Zenon, Gorgias) devimin (hareketin, eþdeyiþle deðiþirlið
in) bir görünüþten ve kuruntudan
ibaret olduðunu tanýtlamak için birbirleriyle yarýþýyorlar. Özellikle Zenon, o ç
aðda çürütülemez sanýlan, ünlü
çýkmazlar (Os. Teþkikat, Yu. Aporia)'ýný ileri sürüyor. Örneðin Aþil kanýtý adýy
la ünlenen þaþýrtmacasý þöyle: Yunan
kahramanlarýndan Aþil (çeviklik simgesi)'le bir kaplumbaða (yavaþlýk simgesi) ya
rýþa baþlýyorlar. Aþil,
kaplumbaðanýn kendisinden on metre ilerden yarýþa baþlamasýný kabul ediyor. Kapl
umbaðanýn Aþil'den on kez daha
yavaþ hareket ettiðini varsayarak Aþil bir metre ilerleyinceye kadar kaplumbaða
bir desimetre ilerlemiþ olacaktýr.
Aradaki mesafe ilk adýmda 1 / 10, ikinci adýmda 1 / 100, üçüncü adýmda 1 / 1000,
dördüncü adýmda 1 / 10.000
olmak üzere gittikçe küçülecek ve fakat daima bölünebilir kalacaðý için 1 / N or
anýyla sonsuza kadar bölünmekte
devam edecektir. Bu hesabýn sonucu olarak da Aþil, kaplumbaðaya hiçbir zaman yet
iþemeyecektir... Bu kanýttaki
þaþýrtmaca sonsuzluk'la sonsuz olarak bölünebilen sonlu'yu özdeþ kýlmakla gerçek
leþtirilmiþtir. Sonlu'nun sonsuzca
bölünebilmesi baþka, sonsuz olabilmesi baþkadýr. Daha açýk bir deyiþle sonlu, so
nsuzca bölünebilmekle sonsuz
olmaz.
Yýðýn kanýtý (Fr., Ýng. Sorite) adýyla ünlenen aldatmaca da þöyle: Zenon, karþ
ýsýndakilere bir buðday yýðýnýnýný
gösterip ben bundan bir tane buðday alýrsam bu yýðýn gene yýðýn olarak kalýr mý?
diye sorarmýþ. Karþýsýndaki bu
soruyu evet'lerse o zaman da ben bu yýðýndan bir buðday alýrým, kalan gene yýðýn
dýr, sonra bir buðday daha alýrým,
kalan gene yýðýndýr, sonuncu buðday tanesini de aldýðýmda senin öncülüne göre, k
alan hiçliðin gene yýðýn olmasý
gerekir dermiþ. Bunun tersi olarak da bir tane buðday, bir yýðýn mýdýr? diye sor
armýþ. Karþýsýndaki bu soruyu
hayýr'larsa öyleyse ben bu taneye bir tane daha eklerim, sonra bir tane daha ekl
erim vb. Senin öncülüne göre,
bunlarýn hiçbir zaman bir yýðýn olmamasý gerekir dermiþ. Bununla da görünüþ'ün a
ldatýcý olduðunu, gerçeðin her
zaman us'ta bulunduðunu tanýtladýðýný sanýrmýþ.
Çaðdaþ metafizikçi ve idealistlere göre, metafiziði ve idealizmi baþlatan Parm
enides gene de baðýþlanmaz bir pot
kýrýyor, devimsiz ve deðiþmez varlýk'ýn yuvarlak biçimde olduðunu ve uzayda bir
yeri bulunduðunu söylüyor. Buysa
onun, ruhsal olmayýp, özdeksel olduðunu söylemek demektir. Hatýrlanacaðý gibi, b
u potu Anaksimenes'le
Anaksagoras da kýrmýþlardý, ileri sürdükleri ruh'larýn özdeksel olduðunu söylemi
þlerdi. Tüm Yunan metafizikçileri
ve idealistleri, bunlarýn en büyükleri olan Platon'la Aristoteles bile, bu potu
kýrmakta devam edecek. Antikçað
Yunan düþüncesinin, çocuksuluðuna ve ilkelliðine karþýn, büyüklüðünü ve temellið
ini belki de bu küçük potlarda
aramak gerekir.
Ýnsan düþüncesine böylelikle musallat olan metafiziðin ve idealizmin yirmi alt
ý yüzyýllýk büyük gücü, tarihin her
çaðýnda egemen sýnýflarýn desteðinden kaynaklanýyor. Çünkü yoksulluk ve acý çeke
n geniþ insan yýðýnlarý ancak bu
hayallerle uyutulabilir ve dizginlenebilir. Yoksa, kurþunlar výzýldayýnca kaçmay
a baþlayan tabur imamýnýn dediði
gibi: Tehlikeeee melhuuuuz.
Varlýklý ve mutlu küçük bir azýnlýða karþý yoksulluk ve acý çeken büyük insan
yýðýnlarýný uyutup
dizginleyebilmek için öðütler gerek. Bundan ötürü, insan düþüncesinin büyük öðüt
çüleri de bu yüzyýlda ortaya
çýkmýþlardýr.

BÜYÜK ÖÐÜTÇÜLER. Bu öðütçülerden biri Çin'li Kong Fu Tseu (Konfüçyüs)'dür. Þöy


le diyor: Atalarýnýza
saygý gösterin, ana babanýza sevgi gösterin, ödevlerinizi baba çocuk iliþkisine
kýyaslayarak belirleyin (çýrak usta,
karý koca, uyruk prens vb.), insanlarla iyi geçinin, sadýk bir dost olun, kötülü
ðe iyilikle karþýlýk verin, insanlarý
sevin, size yapýlmasýný istemediðiniz bir þeyi baþkalarýna yapmayýn.
Kendisine, nasýl dua edileceðini soran birine þöyle demektedir: Benim duam, ya
þamýmdýr. Ona göre insanýn
amacý, iyi ve uzun yaþamak olmalýdýr. Bunun içinse erdem (fazilet) gereklidir. E
rdem, bir bilgi iþidir.
Erdemsizlikler bilgisizliklerden doðar. Her insan, görevini, gerektiði gibi ve e
ksiksiz olarak yapmalý: Kralsanýz
kral olun, uyruksanýz uyruk olun, kocaysanýz koca olun, karýysanýz karý olun, ço
cuksanýz çocuk olun. Ölümden
sonra ne olacaðýný soranlara da sen daha yaþamýn ne olduðunu bilmiyorsun, ölümde
n sonrasýný nasýl bilebilirsin?
dermiþ. Ona göre ölümden sonrasý kesinlikle bilinmemelidir. Çünkü insanlar ölümd
en sonra yaþanmadýðýný
bilirlerse ölülere saygý göstermezler, ölümden sonra yaþandýðýný bilirlerse sevd
ikleri ölülere kavuþmak için
canlarýna kýyarlar. En iyisi, hiçbir þey bilmeden yaþamak ve katlanmak. Ýnsan, b
ildiði þeyi bildiðini ve bilmediði
þeyi bilmediðini bilmelidir, gerçek bilgi budur diyor.
Bu öðütçülerden ikincisi, ayný yüzyýlda Hindistan'da yaþayan Gotama Buda'dýr.
O da, aþaðý yukarý, buna benzer
öðütler veriyor: Öldürmeyin, baþkalarýnýn malýný ve karýsýný almayýn, yalan söyl
emeyin, acýya katlanýn, baþkalarýnýn
acýlarýný ve sevinçlerini paylaþýn, iyicil ve merhametli olun, kin gütmeyin, siz
e yapýlan kötülükleri baðýþlayýn.
Buda'ya göre dört büyük gerçek var: Acý gerçeði (Bizi kendilerine baðlayan bütün
nesneler acý vericidir), istek
gerçeði (Acýnýn kaynaðý istektir, hiçbir þey istemezsek acý duymayýz), acýnýn yo
kedilmesi gerçeði (Acýnýn yok
edilmesi, ancak her türlü istekten vazgeçmekle saðlanýr), acýnýn yok edilmesine
götüren sekiz yol gerçeði (Katýksýz
inanç, katýksýz irade, katýksýz söz, katýksýz eylem, katýksýz geçim araçlarý, ka
týksýz çalýþma, katýksýz bellek,
katýksýz düþünce). Yaþamak, acý çekmek demek. Acý, yaþamýn özünde var. Öyleyse a
cý çekmemek için, yaþamanýn
bütün mutluluklarýndan el çekmek gerekir. Ýstememeyi öðreniniz, istemekten doðan
bütün acýlarý ortadan
kaldýrýrsýnýz. Ama hiçbir þey istemeden yaþamak olanaklý mý ya da böylesine bir
yaþamanýn ölümden ne farký var?
Buda, bu haklý soruyu þöyle karþýlýyor: Ancak elde edebileceðinizi isteyin. Acý
çekmenin nedeni istek'tir. Ýstekse
bilgisizlikten doðar.
Büyük öðütçülerin bir baþkasý da Yunanlý Sokrates'tir. Sokrates'i ortaya çýkar
an soru þu: Ýyiyi kötüden kesinlikle
ayýrabilir miyiz?
Yunan düþünürü Protagoras (Ý.Ö. 485-411) bu soruya karþý hayýr demektedir. Ýyi
yi kötüden kesinlikle ayýramayýz.
Çünkü, her kiþinin ölçüsü kendine göredir. Ölçü, kiþilere göre deðiþir. Genel bi
r töre (ahlak) yoktur. Ýyiyi kötüden
kesinlikle ayýrabilmek için genel bir töre bulunmasý gerekir. Oysa ne genel iyi,
ne de genel kötü bulunmaktadýr.
Ýyinin ya da kötünün sayýsý, yaþayan kiþilerin sayýsý kadardýr. Töre alanýnda he
rkesin birleþtiði bir temel yoktur. Þu
halde töreye genel, güvenilir bir ölçü aramak boþunadýr. Bilgilerimiz duygularým
ýzdan gelir. Duyular, kiþilere göre
deðiþir. Ýnsan, her þeyin ölçüsüdür.
Protagoras'ýn bu düþüncesine, Sokrates (Ý.Ö. 468-400) karþý çýkýyor. Protagora
s'ýn hem çaðdaþý, hem arkadaþýdýr.
Elinde, Delf tapýnaðýndaki yazýlardan aldýðý bir bayrak tutmaktadýr: Kendini bil
. Çok konuþmuþ; hiç yazmamýþtýr.
Platon'un, Ksenofan'ýn, Aristoteles'in yapýtlarý olmasaydý belki de onu tanýmaya
caktýk. Matematiði boþ, yararsýz
bulurdu. Doða bilimlerine sýrt çevirmiþti. Cinlere, perilere inanýrdý. Tek inand
ýðý bilgi, töre bilgisiydi. Bu bilgiye
de, devleti saðlam temeller üstüne oturtmak gerektiðini düþünerek varmýþtý. Oysa
, devletin tanrýlarýna inanmamakla
suçlandýrýldý, devlet eliyle öldürüldü.
Sokrates, sofistlerin okulundan yetiþmiþti ama, sofist deðildi. Oysa, Bir þey
biliyorum, o da hiçbir þey
bilmediðimdir derken sofistlerle, Protagoras'la birleþmektedir. Fizik alanýnda k
esinliðe inanmamakta, kesin olarak
hiçbir gerçeðe varýlamayacaðýný savunmaktadýr. Ona göre tek kesinlik, erdem bilg
isidir.
Çünkü, diyor Prutagoras'a karþý çýkarak, ölçüler kiþilere göre deðiþirse, topl
umu hangi deðerler üstüne
oturtacaðýz? Devlet gereklidir, sosyal düzen gereklidir. Bu gerekli kuruluþlarýn
saðlamlýðý, sürekliliði içinse genel
bir töre gereklidir. Protagoras, insanlarý deðil, insaný görmeliydi. Ýnsanlar ar
asýndaki ayrýlýklar, baþkalýklar
görünüþtedir. Ýyice incelenecek olursa iyiye olan eðilim her kiþide aynýdýr. Kiþ
ilerin içinde uyuyan bu ortak eðilim,
ancak öðretimle ortaya çýkarýlabilir. Erdem, öðrenilir. Kiþiler bilmedikleri içi
n kötüdürler. Erdem birdir, bölünmez,
ayrýlmaz. Bir davranýþta, erdemli, baþka bir davranýþta erdemsiz olunamaz. Erdem
varsa kiþinin bütün davranýþlarý
ona uygun olmak zorundadýr. Ýnsan, kendini bilmeli, tanýmalýdýr. Erdem, insanýn
kendini bilmesi, tanýmasýdýr. Fizik
alanýnda þey'lerin nedenini çözemeyiz ama, kendimizin ne olmamýz gerektiðini bil
ebiliriz. Erdemli olmamýz gerekir,
çünkü erdemli yaratýlmýþýz. Erdem, bizim yapýmýzda saklýdýr. Bu bilgi, elde edeb
ileceðimiz tek bilgidir. Törenin
dýþýnda baþkaca hiçbir konuda felsefe yapýlamaz. Öðretim, insana hiçbir yabancý
þey vermez, ancak insan zihninde
gizli bulunan tohumlarý uyandýrýr, büyütür, geliþtirir.
Kiþiler, toplumu meydana getirdiklerinden ötürü önemlidirler. Devlet, erdemli
kiþilere dayanmalýdýr. Kiþiler
erdemsiz olursa, toplumlarý da çürük olur. Devletin saðlam bir temele oturabilme
si için kiþilerin kendilerini
tanýmalarý, bilmeleri gerektir. Erdemsizlik, bilgisizliðin sonucudur. Bilgiye ko
llarýný açan her insan, erdeme doðru
ilerler. Erdem bilgidir. Ýnsan her þeyin ölçüsüdür ama, Ahmet her þeyin ölçüsü d
eðildir. Erdem, insanýn yapýsýnda
vardýr, bu arada Ahmet'in yapýsýnda da vardýr. Ancak öðretimle meydana vurulunca
ya kadar Ahmet, deðil her þeyin
ölçüsü, kendi kendisinin bile ölçüsü olmamalýdýr. Ahmet, gerçek bir ölçüye varab
ilmek için, önce kendini
bilmelidir. Bu da bilgiyle olur, kendiliðinden olmaz. Yapýmýzdaki güç, gerçek bi
r güç olabilmek için deþilmek ister;
uyandýrýlmak, büyütülmek, geliþtirilmek ister. Ýnsan yapýsý, Ahmet'in yapýsý deð
il, insanlýðýn ortak yapýsýdýr.
Oysa, iyiyi kötüden ayýrýp seçebilmek için özgürlük gereklidir. Özgür müyüz?
Sokrates düþüncesinde, özgürlüðün, hafifçe kýmýldamaya baþladýðýný görüyoruz.
Düþünce, bütünüyle bir
kadercilik düþüncesidir ve özgürlüðe yer vermemektedir. Gene de, Devlet'in onunc
u bölümünde, çeþitli kaderler
arasýnda bir seçmenin sözü ediliyor (seçme kavramý, günümüz varoluþçularýna kada
r sürüp gelecektir): Belki arayýp
bir adamýný buluruz da bize iyi ve kötü yaþamlarý ayýrt etme gücünü ve bilgisini
kazandýrýr. Ýþte Gladukon, insan
için en zor an, bu seçme anýdýr. O zaman belki bütün bu yollarýn hangilerini bir
leþtirip hangilerini ayýrarak,
yaþarken hangilerinin bize ne hayrý olacaðýný hesaplayarak her yerde ve her zama
n mümkün olan en iyi yaþamý
seçebiliriz. Öyle bir adam bulursak öðrenelim ondan güzelliðin, yoksulukla zengi
nliðin, þu ya da bu yatkýnlýkla ne
türlü birleþmesinden iyilik ya da kötülük çýkacaðýný... Bütün bunlarý düþünür, r
uhun aslýný da göz önünde tutarsak,
yaþamlarýn iyisiyle kötüsünü ayýrt edebiliriz. Ýyisi derken, baþka her þeyi bir
yana atýp, ruhu daha iyi edecek yaþamý
anlarýz, kötüsü derken de ruhu daha kötü edecek yaþamý... Çünkü yaþarken de, öld
ükten sonra da böyle bir
seçmeden en çok iyilik göreceðimizi biliyoruz artýk. Hades'in ülkesine (ölüm ülk
esi) giderken bu inanç, çelik gibi
sert olmalý içimizde. Öyle olmalý ki, orada para hýrsý ve o cinsten kötülükler g
özlerimizi kamaþtýrmasýn. Orta
yaþamlarý seçelim daha çok. Hem bu yaþamda, hem de daha sonrakilerde (Sokrates P
laton düþüncesi, insanýn çeþitli
yaþamlara kavuþacaðýna, dünyaya daha birçok kez geleceðine inanmaktadýr), yukarý
ya da aþaðý uçlardan kaçýnalým.
Çünkü insanýn mutluluðu buna baðlýdýr (Platon, Devlet, onuncu kitap, 618 B, C, D
, E ve 619 A, B).
Bu sözlerde, töresel (ahlaki) anlamda da olsa, bir özgürlük düþüncesi kýmýldam
aktadýr. Sokrates iyiyle kötü
arasýnda bir seçme yapabileceðimizi öne sürüyor. Seçmenin bulunduðu her yerde, ö
zgürlük var demektir. Bu sonuç,
Sokrates'in töresel düþüncesinde de belirmektedir. Sokrates'e göre iyi, insaný m
utluluða götürür. Aklýmýz iyiye
erseydi, iyiye yönelmemezlik edemezdi. Çünkü akýl dýþýnda baþkaca bir istem (ira
de) yoktur, akýl ve istem ayný
þeylerdir. Baþka bir deyiþle, iyiye eren aklýýnýz iyiye yönelmek zorundadýr. (Bu
rada da, Sokrates'in demek istediði
kader olduðu halde, zorunluk kavramý hafifçe kýmýldamaya ve kader kavramýndan ko
pmaya baþlýyor). Aklýmýzýn
iyiye ermesi bir bilgi iþidir. Akýl bu bilgiyi edinmemiþse, gene zorunlu olarak,
iyiye yönelmeyecek ve bedensel
yapýnýn (iþtahlarýn) zorunluðuna sürüklenecektir. Daha açýk bir deyiþle, iyiyi b
ilirsek zorunlu olarak onu seçeceðiz,
iyiyi bilmediðimiz için zorunlu olarak kötüyü seçiyoruz.
Sokrates, bu düþüncesini kanýtlamak için, kandýrýcý örnekler de veriyor: Yaram
ýza býçak vurduruyoruz. Çünkü
aklýmýz, ilerideki büyük acýdan bizi korumak için þimdiki küçük acýya katlanmamý
zý gerektiriyor. Bedensel
hoþlanmalar yolunu seçen yarasýna býçak vurdurmaz ama, bir süre sonra ölüp gider
. Acýdan kaçmak, hoþlanmaya
ulaþmak, bedensel hoþlanmalarýn peþinde gitmekle deðil, aklýn peþinde gitmekle g
erçekleþir. Buysa, bir bilgi iþidir.
Bu bilgiyi bilmediðimiz sürece, zorunlu olarak, yakýn hoþlanmayý, ilerideki acýl
arýný düþünmeden seçeceðiz. Bu
bilgiyi biliyorsak yakýn acýyý, ilerideki hoþlanmayý düþünerek, seçmek zorundayý
z. Bedensel hoþlanmalarýn
kaderine karþý, aklýn kaderini seçmekte özgürüz. Ama bu, bir bilgelik iþidir ve
bilgelik özgürlüktür. Mutluluk,
bilgelikle gerçekleþebilir.
Sokrates, tümevarým (endüksiyon) yönteminin kurucusudur, çünkü tek tek durumla
rý ele alarak tüme varmaktadýr.
Sokrates, Yunan aydýnlanmasýnýn da kurucusudur, çünkü insan yaþamýnýn ölçülerini
hiç eleþtirmeden olduðu gibi
kabul eden gelenekçiliðin tersine, bu ölçüleri aklýn süzgecinden geçirerek aydýn
lýða çýkarmýþtýr. Hiçbir þey
bilmediðimi biliyorum ünlü sözü, kuru bir þüphecilik deðil, böylesine bir aydýnl
anma yöntemidir. Antikçað Yunan
düþüncesinde Platonculuk, Megara okulu, Kirene okulu, Kinik okul ve Elis Eretria
okulu Sokratesçiliði, çeþitli
yanlarýndan alarak sürdürmüþlerdir.
Antikçað Yunan düþüncesinde Eukleides, Elis'li Phaidon, Antisthenes, Aristippo
s ve izdaþlarý Sokratesçi
sofistler adýyla anýlýrlar. Çünkü bunlar, düþüncelerinde, Sokrates'i bilgicilik
(sofizm) doðrultusunda
yorumlamýþlardýr. Bu düþünürlerin öðretilerinde bilgici öðeler pek güçlüdür. Örn
eðin, Kinizmin kurucusu
Antisthenes, Sokrates töreciliðinden yola çýktýðý halde töreyi umursamazlýða var
mýþtýr. Çünkü töre, insaný gevþetir,
rahata kavuþturur, oysa insan, hazzýn bu türlüsüne de sýrt çevirerek yaþayabilme
k için dayanýklý olmalýdýr.
Hedonizmin kurucusu Aristippos bireycidir, topluma deðer vermez, istenen haz bir
eysel hazdýr, onun için de ölçü
Protagoras'ýn dediði gibi, bireysel insandýr. Megara okulunun kurucusu Eukleides
, bilgicilerin sanatý olan eristik
sanatýný geliþtirmiþtir, öðretisi göreciliðe yönelen þaþýrtýcý, tasýmlarla süslü
dür. Bu örneklerde görülen genel töreyi
yadsýma, bireycilik, eristik bilgici temalar ve yöntemlerdir.
Platon'un bütünsel Sokratesçiliðine karþý olarak Megara, Kirene, Kinik ve Elis
Eretria okullarýnýn
Sokratesçiliklerine tek yanlý Sokratesçilik adý verilmektedir. Çünkü bu okullard
an her biri Sokrates'in öðretisini
bütünüyle deðil, belli bir yanýndan alarak iþlemiþlerdir.
Ýnsan, elbette mutluluðunu arayacak. Soru þudur: Mutluluk nerede?
MUTLULUK KÖPEKLÝKTE. Sokrates'in öðrencisi Atina'lý Antisthenes (Ý.Ö. 444-368)
, insanýn tam baðýmsýzlýk ve
özgürlüðünü savunan, erdeme ve mutluluða böylelikle eriþebileceðini ilerisüren b
ir okul kurmuþtur. Antisthenes'e
göre, insanýn ereði mutluluktur, mutluluk da her türlü baðdan kurtulmuþ içsel bi
r özgürlükle gerçekleþir.
Ýstenilecek tek þey erdem, kaçýnýlacak tek þey erdemsizliktir. Gerçek erdem, ins
anýn hiçbir deðere baðlý ve tutsak
olmamasýyla elde edilir. Bunu saðlamak için de insanýn bütün tutkularýndan sýyrý
lmasý gerekir. Ýnsan hiçbir hazzýn,
isteðin, saðlýðýn, zenginliðin, güzelliðin, þan ve þerefin peþinden koþmamalýdýr
... Kinik adý, bir anlayýþa göre,
okulun kurulduðu Kynosarges gymnasiomundan, baþka bir anlayýþa göre, Yunanca köp
ek anlamýna gelen kyon
sözcüðünden türemiþtir. Ýkinci anlayýþa göre, doðasal bir yaþayýþý yeðleyen, hiç
bir topluluk kuralýna aldýrmayan,
pasaklý bir kýlýkla gezen, uygarlýðý küçümseyen bu kiþiler kendilerine takýlan k
öpek adýný benimsemiþler. Kinizm,
Sokratesçi bir okuldur. Antisthenes de Sokrates gibi töresel bir amaca yönelmeye
n bilimleri küçümser, erdemin
bilgiyle elde edilebileceðini savunur, yaþamýn amacý olan mutluluðu erdemlilikte
bulur. Kinikler, doðasal bir
yaþayýþý yeðlemekle Stoa okulunun öncüleri sayýlabilirler, bu açýdan Hýristiyanl
ýðý hazýrladýklarý da ileri sürülebilir.
Kiniklerin doðasal yaþayýþ düþüncesi, sofistlerin insansal deðerlerin doðaya ayk
ýrý bulunduðu düþüncesine
dayanmaktadýr. Antisthenes, bu bakýmdan, ilk öðretmeni sofist Gorgias'ýn Elea öð
retisinden yararlanmýþtýr. Kinizm
öðretisini, kurucusu Antisthenes'ten sonra Krates, Kseniades, Oneskrites, Sinop'
lu Diogenes sürdürmüþlerdir.
Fýçý içinde yaþayan Diogenes (Ý.Ö. 412-323), Kinik düþünürlerin en ünlüsüdür.
Sokrates'in öðrencisi Atina'lý
Antisthenes, bir hayli yaþlandýðý sýrada, bütün dünya zevklerine ve özentili fel
sefelere sýrt çevirmiþti. Soylular
arasýnda ve zevkli bir ömür sürerek yaþlandýðý halde birdenbire doðaya dönmüþ, d
oðaya uygun yaþamayý yeðlemiþti.
Köleler gibi giyiniyor ve zevk almaktansa ölmeyi yeðlerim diyordu. Öðretmeninden
öðrendiði erdem anlayýþýný
herkesin anlayabileceði bir dille anlatmaya baþlamýþtý. Her türlü mal ve mülk ed
inmeye, kölelik ve aile kurumlarýna,
din inançlarýna karþý çýkýyor ve çevresindekilere iyilik öðütleri veriyordu. Tut
uklanmýþ bir kalpazanýn oðlu olan
Sinop'lu bir genç, Diogenes, ona yanaþtýðý zaman kendisinden hiç hoþlanmamýþ ve
sopayla döverek onu kovmuþtu.
Diogenes direndi ve Antisthenes'in mesihvari sözlerine uyarak her þeyden el etek
çekip bir köpek gibi yaþamaya
baþladý. Öðretiye köpeksi adý verilmiþse herhalde Diogenes yüzündendir. Ölüleri
gömmek için kullanýlan toprak bir
kap içinde yaþýyor ve felsefesini eylemiyle geliþtiriyordu. Diogenes, Antisthene
s'in aklýndan bile geçirmediði bir
biçimde bütün geleneði yadsýyarak her türlü ruhsal ve bedensel isteklere sýrt çe
virmiþ, kendisini doðanýn içinde
doðal bir varlýk gibi özgür kýlmýþtý. Gerçek erdeme böylesine bir özgürlükle var
ýlabileceði kanýsýndaydý.
Antisthenes'in erdem öðütlerinden çok Diogenes'in bu eylemsel felsefesi halk ara
sýnda tutunmuþ ve Krates,
Kseniades, Oneskrites vb. gibi köpeksi düþünürler yetiþmiþtir.
MUTLULUK KEYFETMEDE. Mutluluk, bir yaz denizinin karþýsýnda, bir aðaç gölgesin
dedir. Tedirgin edilmeden
üstünde uyunan bir toprak parçasýndadýr. Bir bahar sabahýnda çýplak ayakla koþul
an ýslak çimenlerdedir. Sýcak bir
günün bitimine doðru, birdenbire esiveren serin bir yeldedir. Güvenli bir düþünc
enin aydýnlýðýnda, uygun bir sesin
titreþimindedir. Ýstekle ýsýrýlan bir peynir diliminde, yanarak içilen bir yudum
suda, özlemle aranan bir fincan
kahvededir. Bakkaldan alýnan bir paketi taþýrken dergilerden yapýlmýþ kesekaðýdý
nda göz ucuyla okunuveren güzel
bir sözdedir. Günün ilk aydýnlýðýnda, gecenin son karanlýðýndadýr. Özlenen sevgi
linin dudaklarýndadýr. Bir annenin
okþayýþýnda, bir babanýn bakýþýnda, bir çocuðun gülüþündedir.
Çevremiz mutluluklarla doludur.
Sokrates'in ünlü öðrencisi Aristippos'a göre de her davranýþýn nedeni, mutlu o
lmak isteðidir. Yaþamanýn ereði
hazdýr. Bizim haz dediðimize Yunanlýlar hedone, Ý.Ö. ýv'üncü yüzyýlda yaþayan Ki
rene'li Aristippos'un felsefesine
de hazcýlýk anlamýna hedonisme diyorlar. Aristippos, yaþama sanatýnýn büyük usta
sý sayýlmaktadýr. Antikçað
tarihçilerine göre yaþamasýný iyi bilir, öðrencilerine örnek olurmuþ. Dionisios'
un sarayýnda oturmaktan hoþlanýrmýþ.
Sokrates'in okuluna kapýlanmadan önce duygucu bir sofistti. Demokritos ve Profag
oras'la beraber bilgilerimizi
duygularýmýza borçlu olduðumuzu savunuyordu. Oysa, Sokrates'e kapýlandýktan sonr
a da bu temel düþüncesini
deðiþtirmemiþ, Sokrates'in töreciliðiyle geliþtirmeye çalýþmýþtýr. Sokrates'in t
öresel hoþnutluðu (ahlaki memnuniyet,
eudaimonia) Aristippos'ta gündelik haz (hedone) olmuþtur. Ama o, bu yoldan da, a
þaðýda görüleceði gibi, belki
biraz daha açýklýkla, Sokrates'in vardýðý sonuca varmaktadýr.
Aristippos'a göre, insaný insan eden duygudur. Çevremizi dolduran eþyanýn aslý
nda ne olduklarýný bilemeyiz.
Onlar, bizim için, ancak bize göründükleri gibidirler. Aslýnda ne olduklarý da,
hiçbir zaman bilemeyeceðimize göre,
pek umurumuzda olmamalýdýr. Bilgilerimiz, duygularýmýzla alabildiðimiz kadardýr,
bundan öteye geçemez.
Yaþamanýn ereði de, týpký bilgilerimiz gibi, gene bu duyularýmýzla aldýðýmýz haz
dýr. Yaþamaktan alabildiðimiz
kadar zevk alalým, ancak ölçüyü de kaçýrmayalým (Ölçü iþe karýþýnca Sokrates'in
etkisi baþlamýþ demektir). Akýl,
duyularýn sonsuz isteklerine karþý koymalýdýr. Erdem, haz almakta ölçülü olmaktý
r. Gerçek haz, sürekli olandýr.
Sürekli olan hazza da bilgelikle varýlabilir. Bilgenin hazzý, kendi kendinden ho
þnut olmasýyla belirir. Kendi
kendinden hoþnut olmaksa töresel hoþlanmadýr (ahlaki haz). Bilgelik, gündelik ha
zlarý küçümsemek, sürekli
hazlara, töresel hazlara yönelmek demektir.
Aristippos'un Hazcýlýk okulu birçok ünlü düþünürler yetiþtirmiþtir. Bu hazcý ö
ðrencilerden Theodoros'la
Evhemeros, hazcýlýðý dinsizliðe kadar götürmüþler, Ý.Ö. dördüncü yüzyýlda tanrýs
ýzlýðý (ateisme) savunmuþlardýr. Hele
Evhemeros'un bir kuramýyla günümüz dinler biliminin temeli atýlmýþ olmaktadýr. E
vhemeros'un bu kuramýna göre
tanrýlar, ölümlerinden sonra insanlarca tanrýlaþtýrýlmýþ olan insanlardan baþka
bir þey deðildir.
Ayný çaðda yaþayan bir baþka hazcý, Hege'sias, hazcýlýðý tüm kötümserliðe (pes
simisme) götürmüþtür. Ona göre
mutluluk, bir kuruntudur, çünkü her yaþayýþta acýlar hazlardan fazladýr. Saf mut
luluk yoktur, her mutluluða az ya
da çok acýlar karýþmýþtýr. Öyleyse yaþamanýn ereði haz, ne yapsak elde edemeyece
ðimiz bir erektir. Þu halde
yaþamak deðersizdir, gerçekleþemiyor demektir. Günlük olaylarýn hazzýný arayan i
nsan, buna hiçbir zaman
varamayacaðý için, kendisini öldürmelidir. Erdem, erdem içindir. Bunu ancak böyl
e bilenler; erdemi baþka nedenler
yüzünden deðil, sadece erdem için isteyenler, bir baþka deyiþle bilgeler (hakim,
filozof), yaþamakta bir deðer
bulabilirler. Erdeminden ötürü kendinden hoþnut olmak eriþilebilecek bir erek (g
aye), varýlabilecek bir sonuçtur.
Çünkü erdem, ancak yaþayanlar içindir. En üstün iyi, erdemdir. Bu bakýmdan, erde
min bir zorunluðu olduðundan
yaþamak da bir çeþit iyiliktir. Erdem, yaþamakla mümkündür. Þu halde yaþamakta,
kendiliðinden, biraz erdem
vardýr. Ancak bu durumdadýr ki, töresel idealizm, kötümserliði imkansýz kýlar.
Aristippos'un öðrencisi Hegesias'ýn düþüncesini yalýn bir deyiþle þöyle özetle
yebiliriz: Bilge olamayan insanlar,
erdemsizdirler, erdem dýþýnda da katýksýz mutluluk gerçekleþtirilemeyeceðine gör
e, kendilerini öldürmeleri gerekir.
Hegesias'a, ölüme çaðýran lakabý bu yüzden takýlmýþtýr. Ona göre mutluluk, müm
kün deðildir, bilgelik yoluyla,
erdemle ancak acýsýzlýða varýlabilir. Bir baþka deyiþle, olumlu mutluluk (saf ha
z) elde edilemez, olumsuz mutluluða
(elemsizlik) eriþilebilir.
ALINYAZISI. Ý.Ö. V'nci yüzyýl, antikçað Yunan düþüncesinin aydýnlanma çaðýdýr.
Bu çaðda, gelecek yüzyýllarýn
en önemli akýmlarýnýn temel düþünceleri kaynaþmaktadýr. Çaðý, bütünüyle kavrayab
ilmek için, bir sanat yapýtýnýn
aynasýnda da seyretmeli bir kez. Birbirinden deðerli birçok büyük yapýtlar arasý
ndan seçtiðimiz yapýt, ünlü
tragedyacý Sophokles'in Antigone'sidir.
Sophokles, olayý, kadercilik açýsýndan görüyordu. Erdemli Antigone, ölümü küçü
mseyerek görevini yerine
getirecek, erdemlerinin gerektirdiði yolda yürüyecekti. Toplumun sesi olan koro
ölümlüler alýnlarýna yazýlmýþ olan
felaketlerden asla kaçýp kurtulamazlar diyordu. Antigone de alnýna yazýlmýþ olan
dan kurtulamayacak, tanrýlarýn
katýnda þerefli olana ulaþacaktý.
Olay þuydu: Oidipus, babasý Laios'u bilmeyerek öldürmüþ, Thebai kentine kral o
lmuþtu. Gene bilmeyerek
evlendiði annesi Ýokaste'den iki kýz, iki oðlan çocuðu doðdu. Babasýný öldürüp a
nnesiyle evlendiðini öðrenince,
gözlerine mil çekerek kendisini cezalandýrdý. Artýk kör bir kraldý. Kör bir kral
sa, çevresindekilerin, hepsinden çok
da çocuklarýnýn oyuncaðý olur. Oidipus'un kaderi buydu. Oðluyla evlendiðini öðre
nen Ýokaste de kaderine
yönelmiþ, kendini asmýþtý. Oðullarý, kör kral Oidipus'a o kadar çektirdiler ki,
krallýðýný býrakarak kýzý Antigone'yle
beraber Kolonnas'a gitmek zorunda kaldý. Oysa, ölmeden önce oðullarýna ilenecek,
birbirlerinin kanýna girmelerini
dileyecekti. Kör kralýn bu ileniþi çabucak gerçekleþti. Birer yýllýk süreyle The
bai tahtýný paylaþan oðullarýndan
Eteokles, krallýðý, süresi gelen Polyneikes'e býrakmak istemedi. Polinekies, Arg
os'a kaçtý. Argos kralýnýn kýzýyla
evlenerek kaynatasýnýn yardýmýný saðladý. Argos ordusuyla Thebai kentine yürüdü.
Savaþ, Argoslularýn bozgunuyla
bitti ama, iki kardeþ de birbirlerini öldürdüler. Thebai krallýðýný eline alan d
ayýlarý Kreon, Eteokles'i törenle
gömdürdü, yabancý bir orduyu kendi ülke'sine saldýrttýðýndan ötürü vatan haini s
aydýðý Polyneikes'iyse kurtlara
kuþlara býraktý, onu gömmeye yeltenecek olaný da ölümle cezalandýracaðýný bildir
di.
Ýþte genç Antigone'nin erdemleri burada belirmeye baþlar. Görevi, kardeþini gö
mmektir. Dayýsý yeni kral Kreon'un
oðlu Haimon'la niþanlýdýr, onu sevmektedir. Toplum kaypak, güçlüye karþý eziktir
. Koro, ölülere saygý bizi
yükseltir ama, güçlülerin gücünü hor görmek de doðru deðildir demektedir. Oysa,
Antigone'nin kaderi gene
koronun söylediði gibi, alnýna yazýlmýþtýr, bundan kaçýp kurtulunmaz. Antigone e
rdemlerinin gerektirdiði
görevini yerine getirecek, kardeþini gömecek, dayýsý Kreon'un emriyle diri diri
gömülecektir. Kader, bütün yollarý
çizmiþtir. Kral Kreon'un da alnýna yazýlmýþ olanlar vardýr. Niþanlýsýnýn acýsýna
dayanamayan oðlu Haimon kendini
öldürecek, oðlunun acýsýna dayanamayan karýsý Kraliçe Eurydike de oðlunun yolund
an gidecektir. Bütün bunlardan
Kreon'un çýkardýðý sonuç þudur: Acaba en iyisi yerleþmiþ geleneklere, kanunlara
ömrümüzce uymak deðil miydi?
Toplum da koronun aðzýyla þu yargýya varmaktadýr: Ey insan... Temkinli bir akýl,
mutluluðun ilk gereðidir.
DÜÞSEL BÝR EVREN. Antikçaðýn fizikötesi ve idealist hayalleri sonunda Platon'd
a doruklaþýyor. Bu çaðýn
insanlarýna göre yaþadýðýmýz evren, gerçek bir evren deðil, bir hayal evrenidir.
Henüz emekleme çaðýnda bulunan bilimlerin yardýmýndan ve denetiminden yoksun b
ulunan insan düþüncesi
düþsel varsayýmlarýný þöyle sürdürüyor: Elea'lýlar tek ve deðiþmez bir varlýk ol
duðunu ileri sürmüþler, çokluðun ve
deðiþirliðin bir kuruntudan ve bir görüntüden baþka bir þey olmadýðýný söylemiþl
erdi. Dayandýklarý gerekçe de
duyusal olanýn yanýltýcýlýðý, ussül olanýn gerçekliðiydi. Sokrates'in öðrencisi
Platon (Ý.Ö. 427-347) Elea'lýlarýn bu
savý üstünde durdu. Duyumlarý inceliyor ve onlarýn gerçeði bildirmekten uzak bul
unduklarý kanýsýna varýyordu. En
kaba duyumlarýmýzý bile kavram'larla dilegetiriyorduk. Bu, sadece bir dilegetirm
e sorunu deðildi. Baþkalarýnýn
duyumlarý bir yana, kendi duyumlarýmýzý bile çeþitli ussal sýnýflandýrmalar yapm
aksýzýn bilemezdik. Üþüdüm
derken üþüyenin kendi bedenimiz olduðunu, onu taþlardan, bitkilerden; hayvanlard
an ve öteki bedenlerden
ayýrabildiðimiz, eþdeyiþle bir sürü kavramla sýnýflandýrabildiðimiz için biliyor
duk. Kendi bedenimizin
üþümüþ olduðunu da onu kaþýnmalardan, kýzarmalardan, ýsýnmalardan ayýrabildiðimi
z, eþdeyiþle bir sürü kavramla
sýnýflandýrabildiðimiz için biliyorduk. Demek ki bilgi kavramsaldý. Kavramlarsa
duyularýn deðil, bütün bu
sýnýflandýrmalarý yapan usun ürünüydüler. Öyleyse bilgi, nesnesel deðil, ussaldý
. Kendiliðinde nesne yoktu, bir
görüntüden ve bir hiçten baþka bir þey deðildi. Örneðin masa, kendiliðinde neydi
? Onu sertliðinden, renginden,
boyundan, görevinden vb. eþdeyiþle kavramlarla dilegetirdiðimiz niteliklerinden
soyutlarsak geriye ne kalýrdý? Bir
hiç. Hiç demek, yok demekti. Öyleyse gerçek olan, nesneler deðil, kavramlar ve e
þdeyiþle geneller (evrenseller,
tümeller)'di. Masa, bu genellerle varlýk kazanýyordu. Ama masanýn bizim bilincim
izin dýþýnda var olduðu da bir
gerçekti, bu demekti ki geneller de bizim bilincimizin dýþýnda vardýlar ve nesne
ldiler. Platon bu nesnel genel'lere
idea adýný verdi ve nesnel düþünceciliðin (objektif idealizmin) temelleri de böy
lece atýlmýþ oldu.
Sokrates, iyilik kavramýný ortaya atmýþtý. Ama bu iyilik neydi? Bizler iyi ada
mý, iyi davranýþý görebiliyorduk ama,
iyiliði göremiyorduk. Platon, düþünmeye (eþdeyiþle, hayal kurmaya) devam ediyord
u: Soyut düþünceler, gerçek
varlýklara karþýlýktýrlar. Ýyi, güzel, doðru dediðimiz zaman soyut olarak gerçek
varlýklarý, ide'leri (idealisme)
düþünüyoruz. Soyut düþüncelerimizin objeleri idelerdir. Ýyinin idesi gerçektir,
çünkü belli bir iyiden daha
süreklidir. Ýyi insan ölür, iyi davranýþ unutulur ama, iyilik ölmez, unutulmaz.
Sürekli olan, geçici olandan daha gerçektir.
O güzel kadýn artýk yaþamýyor ama, salt güzellik yaþýyor. Ýdelerin duyusu akýldý
r. Yaþayan güzelliði, yaþayan
iyiliði göremiyorsak bu, aklýmýzýn kusurlu oluþundandýr. Aklýmýz yeteri kadar ge
liþince salt güzeli, salt iyiyi, salt
doðruyu görebilecektir. Bir davranýþ þurada iyi, ötede kötü sayýlabilir ama, iyi
lik her zaman, her yerde aynýdýr.
Gerçek geneldir, çünkü kavramsaldýr. Soyut düþüncelerimizin karþýlýklarý olan, s
üreklilikleri bakýmýndan, gerçek
saydýðýmýz varlýklardan çok daha gerçek bulunan bu ideler gittikçe genelleþerek
en tepeye; sonuncu ideye kadar
çýkarlar. En yüksek ide, iyinin (le bien) idesidir. Ýyinin idesi Tanrý'dýr. Tanr
ý en yüksek iyiliktir. Erdem, Tanrý'ya
benzemeye çalýþmaktýr. Kötülükler, iyiliklerin zorunlu karþýlýðý bulunduklarýnda
n, yok edilemezler. Þu halde insan,
bu kötülük ocaðýndan kaçmaya, Tanrý'ya yaklaþmaya çalýþmalýdýr. Buysa insanlarýn
tanrýca bir iþ olan tüzeyi
(adalet) gerçekleþtirmeleriyle olur. Erdemin ölçüsü tüzedir. Bilgelik aklýn tüze
si, cesaret kalbin tüzesi, ölçülülük
duyularýn tüzesidir.
Ýdealizm, geniþ anlamda, her türlü varlýðý düþüncenin ürünü ya da düþüncenin k
endisi sayan bütün öðretileri
kapsar. Antikçað Yunan düþünürü Platon bu genel anlamda da idealisttir. Ancak Pl
aton'un ideacýlýðýný özgül bir
karakter taþýmasýndan ötürü genel anlamdaki idealizmden ayýrmak doðru olur. Türc
ülük deyimi, bu bakýmdan,
Platon ideacýlýðýný genel idealizmden ayýrýr; çünkü Platon, varlýklarý gerçek sa
ymaz ve varlýklarýn türel biçimlerini
gerçek sayar. Platon'a göre, gerçek olan güzel kadýn deðil, güzellik'tir. Güzell
ik ya da güzel kavramý, her türlü güzel
olan nesneden çok daha gerçektir; çünkü sonsuzca süreklidir, ölümsüzdür. Güzel k
adýn ölüp gider ama, güzellik
ölmez. Ýde, saltýk (mutlak) þeydir; oysa, o ideyle, Ýlgili nesnede o ideden alýn
mýþ sadece küçük bir parça, tikel bir
þey vardýr. Güzel kadýn, kendinden daha güzel bir kadýnýn yanýnda çirkindir; oys
a güzel idesi saltýk olarak, her
zaman ve her mekanda kendisinin aynýdýr. Güzel idesi bu saltýklýðýný, süreklilið
ini, deðiþmezliðini özdeksel (maddi)
olmamasýna borçludur; özdeksel olsaydý eþdeyiþle ide olmasaydý geçici, göreli, d
eðiþken ve süreksiz olurdu.
Öyleyse yalnýz ideler kendiliklerinden ve saltýk olarak gerçektirler, duyulur þe
yler ve nesneler, idelerin gelip geçici
birer kopyalarýndan ibarettir. Nesneler dünyasý eþdeyiþle özdeksel dünya hiçbir
gerçeklikleri bulunmayan bir
simgeler (semboller) dünyasýndan baþka bir þey deðildir. Saðlam bilgi süreksiz,
gelip geçici, dayanýksýz þeyler
üstüne kurulamaz. Öyleyse bilginin temeli, gelip geçici olan özdeksel nesneler d
eðil, saðlam idealar'dýr. Kalýcý bir
gerçeklik olan idea, geçici bir görüntüden ibaret bir evren meydana getirmiþtir.
Ýdea varlýk, tamlýk, etkinlik,
olumluluk; özdek yokluk, eksiklik, edilginlik, olumsuzluktur.
Iþýk, Platon'da da düþünce'dir: Ýnsanlar, bir duvarýn önünde zincirlenmiþlerdi
r. Iþýðý görmüyorlar. Çünkü ýþýða
sýrtlarýný çevirmiþlerdir. Gerçekler, insanlarýn sýrtlarýyla ýþýðýn arasýndan ge
çmektedirler. Ýnsanlarýn gördükleri
bütün þeyler, gerçeklerin kendileri deðil, duvara beliren gölgelerdir. Bu insanl
arý omuzlarýndan tutup zorla ýþýða
çevirseydik, önce gözleri kamaþacak, gerçeði göremeyeceklerdi. Ama sonra, yavaþ
yavaþ gözleri ýþýða alýþtýkça,
gerçek sandýklarý gölgelerin asýllarýný, asýl gerçekleri görmeye baþlayacaklardý
. Ýþte sevgili Glaukon, bu tasarýmda,
insan ruhunun akýl dünyasýna çýkýþýný gör. Akýl dünyasýnýn son sýnýrýnda iyinin
idesi vardýr. Güçlükle görünür ama,
bir kez görününce de iyi ya da kötü her þeyin tümel nedeni olduðu kolaylýkla anl
aþýlýr. Iþýðý ve ýþýk kaynaðýný
yaratan da odur (Devlet, Vii, 514A ve sonrasý).
Görüldüðü gibi, Platon da, bir düþünce tanrýsý sonucuna varmaktadýr. Bu tanrý,
iyinin idesi olduðundan ötürü,
soyut bir düþüncedir. Ancak Platon'a göre görünen, elle tutulan maddeler gerçek
deðildirler, birer gölgedirler.
Gerçek olan, soyut düþüncedir, idelerdir. Maddeler, bu idelerin gölgeleri, kopya
larýdýr: Glaukon, bil ki, o, gerçekle
bilimin nedenidir. Bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsun, iyi idesinin onl
ardan ayrý ve güzellikte kat kat üstün
olduðuna inanýrsan aldanmazsýn. Nasýl göz dünyasýnda ýþýkla göz güneþe benzedikl
eri halde güneþ deðillerse, akýl
dünyasýnda da bilimle gerçek iyiye benzedikleri halde iyi deðildirler. Çünkü iyi
nin özü çok daha yükseklerdedir.
Iþýðýn, görünen þeylere, sadece görünme gücü deðil; doðma, büyüme, beslenme güçl
erini, de verdiðini bilirsin. Oysa
ýþýðýn kendisi doðuþ ve oluþ deðildir. Onlar, iyiden sadece bilinmiþ olmak gücün
ü almakla kalmazlar, varlýk ve
özlerini de alýrlar. Oysa iyi, varlýk ve öz deðildir. Ýyi, güçlülükte, varlýk ve
öz olmanýn çok daha üstündedir (Devlet,
507 B ve sonrasý).
Þunu bil ki Phaidros, ölümsüz denilen ruhlar, göðün en yüksek noktasýna varýnc
a dýþarýya çýkarlar. Kubbenin
tepesinde dururlar. Kubbe, onlarý da, kendisiyle beraber döndürmeye baþlar. O za
man, gök kubbesinin dýþýndaki
gerçekler bütün gerçekliðiyle görünür. Þimdiye kadar yeryüzünün hiçbir ozaný bu
gök ötesi bölgeyi þakýmamýþtýr.
Phaidros, bundan öte de hiçbiri onu gereði gibi þakýyamayacaktýr. Renksiz, biçim
siz, dokunmak istesen varlýðýyla
yokluðu belirsiz gerçek, ancak ruhu yöneten aklýn görebileceði gerçek, asýl bilg
inin yurdu olan gerçek, iþte o
bölgede olan budur. Ölümsüz ruhlar, kendilerine yaraþan besini, asýl gerçekliði,
böylece görerek rahatlar, mutlu
olurlar. Ruh, kubbeyle birlikte dönerken, öz doðruluðu görür, bilgeliði görür, b
ilgiyi görür. Oysa gördüðü ne oluþ
halindeki bilgidir, ne de þimdiki yaþayýþýmýzda varlýklar adýný verdiðimiz þeyle
rdeki baþkalýklara göre baþka baþka
olan bilgi... Gördüðü, salt ve gerçek bilgidir (Phaidros, 246E ve sonrasý).
Gerçeði aramayan iki varlýk var: Tanrý ve bilgisiz insan... Birincisi tam için
de, ikincisi de tam dýþýnda
bulunduðundan ötürü bu her iki varlýk da gerçeðin farkýnda deðildir. Yukardan ge
len ýþýkla aydýnlanmýþ olan insan,
gerçeðin tek araþtýrýcýsýdýr (philosofia). Ýdeler, bize dýþarýdan gelmezler. Onl
ar, önceden zihinlerimizdedirler.
Dýþarýdaki maddesel bölgeler, bizlere onlarý hatýrlatarak, onlarý uyandýrýrlar.
Bu yüzdendir ki bilgilerimizi,
duyularýmýz yoluyla, maddelerden aldýðýmýzý sanmaktayýz. Bu bir kuruntudur. Gerç
ekte, maddeler, evrensel
akýldaki örneklerine göre biçimlenmiþler, sonra da, bizlere görünerek, zihinleri
mizde uyuyan asýllarýný
uyandýrmýþlardýr. Niçin?.. Çünkü gerçek olan, süreklidir, kalýcýdýr. Sürekli ve
kalýcý olanlarsa, maddeler deðil,
sadece düþüncelerdir.
Kendinden aþaðýdaki kavramlarý yöneten, düzenleyen, bu en genel kavramýn, iyi'
nin özü nedir?.. Platon,
Sokrates'in aðzýndan, bunu da açýklamaya çalýþýyor: Önce þunlar üstünde anlaþalý
m Protarkhos. Ýyilik, yetkin
olmalýdýr, kendi kendine yeter olmalýdýr. Ýyilik üstüne söylenmesi gerekli olan
þey, her akýllý insanýn onu aradýðý,
onu istediði, onu elde etmeye çabaladýðýdýr. Akýllý insanlar, iyilik getiren þey
lerin dýþýndaki öteki þeylerin hiçbir
çabaya deðmediðini bilirler. Ýyilik, güzelliði kapsar ama, güzelliðe sýðmaz, ond
an da yüksektir. Çünkü güzelliðin
ölçüleri, iyiliði biçimlendiremez. Ýyilikte, güzellik ölçülerinin dýþýnda da, öl
çüler vardýr. O halde iyiliði, tek
düþüncenin yardýmýyla kavrayamazsak, üç düþüncenin yardýmýyla kavrayabiliriz: Gü
zellik, orantý, gerçek... Bu üç
ideye tek bir ideymiþler gibi bakarsak, iyiliðin özünü kavrayabiliriz (Philebos,
20C, D ve 64D, 65A).
Mutluluðumuz, yukardaki ýþýða doðru yükselmekle elde edilecektir: Bize en çok
söz geçiren ruh çeþidimiz,
aklýmýzdýr. O, vücudumuzun tepesinde, bizi yeryüzünden, göklerdeki soydaþlarýmýz
a doðru yükselten ilkedir.
Çünkü biz, topraðýn deðil, göðün bitkisiyiz. Bu yüzdendir ki insan, kendini tümü
yle tutkularýna verirse, bütün
gücüyle isteklerini doyurmaya uðraþýrsa düþünceleri de ölümlü olur. Sadece ölüml
ü yanýný geliþtirmiþ olacaðýndan,
kendisinde, ölümlü olandan baþka hiçbir þey kalmaz. Oysa insan, kendini bilgelið
e verir, ölümsüz düþünceleri
(çünkü, ölümsüz olan sadece düþüncelerdir) izlemek yetisini geliþtirirse, gerçeð
e ulaþarak ölümsüzlüðe katýlýr.
Kendindeki yüceliði böylelikle korumuþ olan insan, mutluluðu elde eder. Bir þeyi
korumanýn yolu tektir: O þeyi
kendine yaraþan besinlerle, hareketlerle beslemek... Ýçimizdeki yüceliðe, ölümsü
zlüðe uygun hareketler, evrenin
düþünceleriyle onun yuvarlak hareketleridir. Herkes kendini buna uydurmalý. Bu d
a, düþünenin düþünülene, ilk
özüne uygun bir biçimde, benzetilerek baþarýlabilir (Timaios, 90A ve sonrasý).
Ya haz?.. Ona büsbütün mü sýrtýmýzý çevirmeliyiz? Platon bunu da tartýþýyor: P
hilebos, hazzýn, bütün canlýlarýn
gerçek amacý olduðunu savunuyor. Haz, canlý varlýklar için bir iyiliktir, diyor.
Oysa Sokrates, iyiliðin varlýðýnda
hazdan çok bilgeliðin payý bulunduðunu söylemektedir. Önce þunu çözmeliyiz. Prot
arkhos, ne haz ne de bilgelik,
bir baþlarýna, herkesin özlediði üstün bir iyilik deðildirler. Þurasý bir gerçek
tir ki, aradýðýmýz iyiliði, hazla bilgeliðin
birbirlerine güzelce karýþtýðý bir yaþayýþta daha açýk görebiliriz. Önümüzde iki
çeþme var. Biri haz çeþmesidir ki,
bal akýtýr. Öbürü bigelik çeþmesidir ki, sert ama iyi edici bir suyu vardýr. Ýþt
e, sularýný, birbirlerine, elimizden
geldiði kadar iyi karýþtýrmamýz gereken iki çeþme bunlardýr sevgili Protarkhos (
Philebos; 60A ve sonrasý).
ÖÐÜTLER YETMEYÝNCE. Ne var ki artýk, yoksulluk ve acý çeken insan yýðýnlarýna
öðütler yetmiyor. Onlarý
baský altýnda tutacak, baþkaldýrmalarýný önleyecek bir güç gerekmektedir. Bu güç
, devlet'tir. Ýlkçaðýn köleci
devletleri böylelikle kurulmaya baþlamýþtýr. Ýnsanlarýn kendi tüketimleri için ü
rettikleri altýnçað adý verilen ilkel
komünal toplumda köle bulunmadýðý gibi devlet de yoktu. Savaþ tutsaklarý, fazla
bir boðaz beslememek için
öldürülürlerdi. Köle ve kölecilik, üretim araçlarýnýn geliþmesi ve bundan ötürü
emeðin verimliliðinin artmasý
sonucu, insanlarýn tükettiklerinden fazlasýný üretmeye baþlamalarýyla ortaya çýk
mýþtýr. Savaþ tutsaklarý artýk iþe
yaramakta, boðazý tokluðuna çalýþtýrýlmaktadýrlar. Ama sayýlarý günden güne artm
akta, kolaylýkla baský altýnda
tutulamayacak kadar çoðalmaktadýrlar. Örneðin Atina kent devleti nüfusunun dörtt
e üçü köledir. Bu köleleri
çalýþtýrabilmek için güçlü bir örgütün, eþdeyiþle devletin baskýsý gerekmektedir
. Köle sahipleri örgütlenip
devlet kurumunu ortaya koyuyorlar. Bu devletin masraflarý da var, bu masraflarý
da baský altýnda tutulanlara
ödetmek gerek. Vergi kurumu da böylece ortaya çýkýyor. Düþsel varsayýmlar, yeni
bir alana yöneliyorlar: Bu devlet,
nasýl bir devlet olmalý?
Platon, Devlet adlý ünlü yapýtýnda, çömlekçi zengin olmamalý, diyor, çömlekçi
zengin olursa çömlekçiliði býrakýr,
çömleksiz ne yaparýz sonra?.. Ýþte Platon'un devleti böylesine bir temele oturma
ktadýr. Amaç, çömlekçiye çömlek
yaptýrarak, hem çömlekçinin, hem de toplumun mutluluðunu saðlamaktýr.
Platon'un örnek devleti üç sýnýftan kurulmuþtur: Yargýçlar, askerler, çömlekçi
ler (çiftçiler, zanaatkarlar, eþdeyiþle
halk)... Yargýçlar, devleti yönetip adaleti gerçekleþtireceklerdir. Askerler, de
vleti koruyacaklardýr. Çömlekçiler de
devleti besleyeceklerdir. Mülkiyet, gereði gibi çömlek yapabilsinler diye, sadec
e çömlekçilere tanýnmýþtýr.
Yargýçlarla askerlerin mülkiyet haklarý yoktur. Malý olan kiþinin aklý malýnda o
lur, ne yargýçlýk edebilir, ne de
askerlik. Bu yüzdendir ki yargýçlarla askerler mal kaygýsýndan kurtarýlmýþlardýr
. Çömlekçilerinse akýllarýnýn
mallarýnda olmalarý gerekir, çünkü böylelikle daha iyi çömlek yaparlar. Yargýçla
rla askerler, kýþlalarda oduðu gibi,
ortak sofralara oturup çömlekçilerin ürünlerini yiyeceklerdir. Toplum, böylesine
bir iþbölümü içindedir. Yargýçlarla
askerler, gereði gibi yönetip savaþabilsinler diye, müzik ve jimnastikle eðitili
rler. Yargýçlarla askerlere evlenip
çoluða çocuða karýþmak, bir baþka deyiþle aile kurmak da yasaklanmýþtýr. Ailesi
olan kiþinin aklý ailesinde olur, ne
yargýçlýk edebilir ne de askerlik. Çömlekçilerse aile kurmalýdýrlar, böylelikle,
çoluk çocuk elbirliðiyle daha iyi
çömlek yaparlar. Aþký devlet düzenleyecektir. Ýlk iki sýnýfta isteyenin istediði
yle seviþmesi yasaklanmýþtýr. Devlet,
kuþaklarýn saðlýðý bakýmýndan ölçüp biçerek, seviþmelerine izin verirse seviþebi
leceklerdir. Seviþmek, ancak
böylesine koþullarla, serbesttir. Çocuklar da, ilk iki sýnýfta, devletindir. Dev
let, çocuklarý alýp büyütecek, eðitecek,
öðretecektir. Ýlk iki sýnýf çömlekçilerin iþine, çömlekçiler de ilk iki sýnýfýn
iþine asla karýþmayacaklardýr. Her sýnýf
kendi iþiyle uðraþýp toplumunu mutlu kýlacaktýr.
Görüldüðü gibi, Platon'un örnek devletinde toplumculuk bir kuruntudan baþka bi
r þey deðildir. Büyük yükü çeken
üretici sýnýf eski düzende sürüp gitmektedir. Ýlk iki sýnýfta sadece iki gelenek
le savaþýlmaktadýr: Mülkiyet ve aile...
Çocuklarýn ana babalarýyla baðlarý kesinlikle koparýlmýþtýr. Ne çocuk anasýný, n
e baba oðlunu tanýmayacaktýr.
Çocuklar, toplumun çocuklarýdýrlar. Böylece, hýsýmlýk denilen bað da ortadan kal
kmýþ olacaðýndan herkes birbirine
kardeþ (eski deyiþle, birader ya da hemþire) diyecektir. Bu sonuçla kutsal karde
þlik de saðlanmýþ olacaktýr.
Bu örnek devletin gerçekleþtiði yurt (cite, kent), on iki bölgeye ayrýlacaktýr
. Her bölgeye, eþit topraklý, üçüncü
sýnýftan 5040 aile yerleþtirilecektir. Niçin? diye soracaksýnýz. Pythagoras'tan
kalma sayý mistikliðini
hatýrlamalýsýnýz. 1 x 2 x 3 x 4 x 5 x 6 x 7= 5040 kutsal bir sayýdýr. Bu aileler
e daðýtýlan topraklarýn gerçek
mülkiyeti devletindir, onlara geçici mülkiyeti (hukuk deyimiyle, zilyetliði) ver
ilmektedir. Çömlekçiler, eþitliðin
bozulmamasý için, topraklarýný satamazlar. Peki, gün geçtikçe bu ailelerin sayýs
ý artarsa ne olacak? Yargýçlar, bu
artýþý önlemekle görevlidirler, 5040 sayýsý bozulmamalýdýr. Yargýçlar gereðinden
çok çocuk doðumunu
önleyemezlerse, kutsal sayýyý bozacak olan kuru kalabalýk sömürgelere sürülmelid
ir. Böylece, sömürgeciliði de ileri
sürmekle toplumun yararýna baþka toplumlarýn ezilmesini yeðliyor Platon.
Çömlekçilerin topluluðunda, geçici de olsa mülkiyet bulunduðu gibi, miras kuru
mu da vardýr. Platon'a göre 5040
küçük birliðin bozulmamasý için miras en büyük oðula kalmaktadýr. Öteki çocuklar
ýn baba yurdunda hiçbir haklarý
yoktur. Bu 5040 aile bir arada yemek yiyip, bir arada oturmak zorundadýr. Herkes
birbirini gözetlemekle görevlidir.
Toplumun yararýna aykýrý bir davranýþ ya da bir söz sezen, hemen yargýçlara bild
irecektir. Bu suçlama, en önemli
yurttaþlýk ödevidir. Yargýçlar müzik dinleyip askerler jimnastik yaparlarken çöm
lekçiler de birbirlerini
gözetleyeceklerdir, Eðitimsel töre (terbiye ahlaki) alanýnda, onlara da bu düþme
ktedir.
Platon, sadece belli sýnýflar için mülkiyetle aileyi yýkmaya çalýþtýðý halde,
din kurumunu bütün sýnýflar için
desteklemektedir. Örnek devlette dinsizlik, ölüm cezasýyla cezalandýrýlan, en bü
yük suç sayýlmýþtýr. Tanrýlara,
cinlere, atalara inanýlacaktýr. Tüm iþlerin tanrýlar, cinler, atalar eliyle düze
nlenip yürütüldüðüne inanýlacaktýr.
Kötülüklere göz yummayacaklarýna, rüþvet vermek yoluyla kandýrýlamayacaklarýna i
nanýlacaktýr.
Platon, her türlü yeniliklere de düþmandýr. Mýsýrlýlarýn, bir resmin nasýl çiz
ileceðine kadar, her þeyi
kurallaþtýrmalarýný beðenmektedir. Yenilikler, toplumun saðlam düzenini bozarlar
. Bu yüzden örnek devletin
kapýlarý her türlü yeniliklere kapalý kalmalýdýr. Yenilikler gençlerden türerler
. Bu yüzden yaþlýlar gençleri sürekli
bir baský altýnda tutmalýdýrlar. Kötü müzik, kötü þiir yasaktýr. Bir müziðin, bi
r þiirin kötü olup olmadýðýna yargýçlar
karar verir. Onlarýn izni olmadan hiçbir müzik çalýnamaz, hiçbir þiir okunamaz.
Platon, bu örnek devletini gerçekleþtirmek amacýyla, üç kez Syrakuza'ya gitmiþ
, üçünde de paçasýný güç
kurtarmýþtýr. Ýlk yolculuðunda Syrakusa diktatörü Dionysios'un hýþmýna uðrayýp k
öle olarak satýlmýþ, kendisini
tanýyan birinin satýn almasýyla kurtulabilmiþtir. Ünlü Akademi, bu yolculuðun tü
rlü yorgunluklarla biten sonunda,
Akademos'un bahçesinde kurulmuþtur.
Platon, Devlet adlý yapýtýnda Sokrates'i þöyle konuþturmaktadýr: Bana kalýrsa
Adeimantos, mutluluk toplum
içindir. Biz devletimizi bütün topluma mutluluk saðlasýn diye kuruyoruz. Yoksa,
bir sýnýf, ötekilerden daha mutlu
olsun diye deðil. Çünkü, kurduðumuz devlette doðruluðu, kötü yönetilen devletler
deyse eðriliði bulmaktayýz. Yurt,
baþtan baþa mutlu olacak. Bir heykeli boyarken biri çýkar da, vücudun en güzel y
erlerine en güzel renkleri
koymadýðýmýzý, örneðin yüzün en güzel yeri olan gözleri niçin erguvana deðil de
karaya boyadýðýmýzý sorarsa, ona
diyebiliriz ki, ne tuhaf adamsýn, sence güzele boyamak için gözü göz olmaktan çý
karmak mý gerek? Sen heykelin
bütünüyle güzel olmasýna bak, bütünün güzelliði için gözlerin kara olmasý gereki
yordu. Koruyucular için de,
böylece, onlarý koruyucu olmaktan çýkartacak bir mutluluk gerekmez. Çiftçilere d
e bayramlýklar giydirip, altýnlar
takýp, topraðý ister iþleyin ister iþlemeyin; çömlekçilere de ocak baþýnda yan g
elip kadeh tokuþturun, arada bir de
tezgaha geçip dilediðiniz kadar çömlek yapýn mý diyeceksin? Bütün yurdun mutlu o
lmasý için koruyucunun
koruyuculuðunu, çömlekçinin de çömlekçiliðini gereði gibi yapmasý gerekir. Biz,
toplum için gerçek koruyucular,
ona hiçbir kötülük etmeyecek koruyucular istiyoruz. Toplum için koruyucular arar
ken gözettiðimiz nedir? Bu
koruyuculara en büyük mutluluðu saðlamak mý, yoksa bütün yurdu göz önünde tutup
herkesin mutluluðunu
saðlamak mý? Evet, koruyucularla yardýmcýlarý kurduðumuz düzene bakýyorlar mý, h
em kendilerini, hem baþkalarýný
görevlerinde usta olmaya zorluyorlar mý? Böylece de bütün yurt geliþip en iyi yö
netime kavuþunca her sýnýf doðanýn
verdiði mutluluk payýný alabiliyor mu? Ýþte asýl buna bakmalý Adeimantos... (Dev
let, dördüncü bölüm, 419-421).
Platon'un örnek devletinde, yargýçlarla savaþçýlarýn jimnastikle müzik mutlulu
klarýna karþý, çömlekçiler de,
evrensel mutluluktan; sadece iyi yönetilmek mutluluðu paylarýný almaktadýrlar.
Yüzyýllarca sonra Thomas Morus'ün Büyük Britanya adasýnda düþleyeceði hiçbir y
erde olmayan, eþdeyiþle hayal
ürünü olan anlamýndaki ütopya'nýn ilk örneði Platon'un Devlet'idir.
Ýnsanlar, bilimsel pratiðin denetinden yoksun baþýboþ düþünceleriyle hayal kur
makta yarýþýyorlar.
HER ÝÞE YARAYAN ERDEM. Thrasymakhos'la Platon'un Devlet adlý yapýtýnýn birinci
kitabýnda karþýlaþýyoruz.
Khalkedon'lu (Kadýköylü) olduðunu oradan öðreniyoruz. Yanýnda Kleitophon ve Khar
mantides adlý öðrencileri de
var. Kharmantides söze karýþmýyor. Pire'de, kocamýþ zengin Kephalos'un evinde to
planmýþlar. Sokrates her zamanki
gibi, tatlý tatlý konuþmaktadýr. Odada, onlardan baþka, Sokrates'in öðrencileri
olan Platon'un kardeþleri Glaukon'la
Adeimanthos, Kephalos'la oðullarý Lysias ve Polemarkhos, bir de Entydemos var. S
öz, önce yanlýþlýktan açýlýyor.
Sonra, paranýn ne iþe yaradýðý, dnðruluðun ne olduðu tartýþýlmaya baþlanýyor. So
krates'in bulunduðu bir toplulukta
sözün dönüp dolaþýp doðruluk üstüne çekilmemesi olacak iþ deðildir. Sokrates, ko
nuþmanýn dizginlerini, hemen,
güçlü avuçlarýna alýveren soylu bir kiþiliktir. Sofist öðretmen Thrasymakhos'u k
ýzdýran da bu olsa gerek. Platon'un
kaleminden Sokrates'in deyiþine göre, biz böyle konuþurken Thrasymakhos birkaç k
ez söze karýþacak olmuþtu.
Yanýndakiler, konuþmamýzý sonuna kadar dinlemek istediklerinden, býrakmamýþlardý
onu. Ben konuþmaya ara
verince tutamadý kendini. Bir vahþi hayvanýn sinsiliðiyle toparlanýp, parçalayac
akmýþ gibi saldýrdý üzerime.
Thrasymakhos'a göre erdem, güçlünün iþine gelendir. Toplumu güçlülerin yönetme
si doða kurallarýna uygundur.
Hak dediðimiz þey, zor kullanmaktan doðmuþtur. Haklýyla haksýzý kanunlar ayýrýr,
kanunlarý yapanlarsa güçlülerdir.
Nelerin yasak olup, nelerin yasak olmadýðýný zor kullanan güçlüler buyurur. Güçl
ünün ölçüsü sadece kendi
çýkarýdýr. Güçlünün çýkarý, uygarlýða eriþmemiþ toplumlarda yumruk gücüyle, uyga
r toplumlarda kanun gücüyle
saðlanýr. Bu iki güç arasýnda hiçbir ayrýlýk yoktur. Her düzen, güçlünün iþine g
eldiði gibi kurulur. Tek gerçek,
güçlü olmaktýr. Þu var ki, töre çenebazlarýnýn yanýldýðý yerlerde, haksýzlýðý ya
büyük ölçüde baþarmak ya da gizlice
yapmak gerekir. Ayýplanan haksýzlýklar küçük ya da hemen sýrýtýveren haksýzlýkla
rdýr. Toplumlar, büyük ölçüde
baþarýlarý haksýzlýklarý alkýþlarlar. Haksýzlýk etmek, baþarý saðlar, kazanç sað
lar. Bunun için de haksýzlýk etmek,
iyidir.
Thraysmakhos, Sokrates'i ürküten o saldýrýþýyla, bu düþünceyi þöyle savunuyor:
Ey Sokrates, nedir bu sizin
deminden beri ettiðiniz boþ sözler? Karþý karþýya geçmiþ, budalaca sorular, karþ
ýlýklarla birbirinizin önünde yerlere
yatýyorsunuz. Doðruluðun ne olduðunu gerçekten öðrenmek istiyorsan, yalnýz sorma
kla kalma, baþkalarýnýn verdiði
karþýlýðý da alkýþ toplamak için çürütmeye kalkma. Sormak, karþýlýk vermekten ko
laydýr. Sen de karþýlýk ver bakalým
söylenene, neymiþ sence doðruluk? Sana kalýrsa çobanlar, koyunlarla öküzleri, ef
endilerinin ve kendilerinin
yararýna deðil, koyunlarla öküzlerin yararýna beslerler. Sence, kentlerin baþýnd
aki yönetmenlerin de, sürülerin
baþýndaki çobanlar gibi, gece gündüz düþündükleri kendi iþlerine gelen deðildir.
Sen, doðruyla doðruluðu, eðriyle,
eðriliði anlamaktan çok uzaksýn, bunu bilmiyorsun; Doðrulukla doðru, aslýnda bir
baþkasý için yararlý olan,
güçlünün, yönetenin iþine yarayan þeydir; güçsüzün, yönetilenin de zararýnadýr.
Eðrilikse tam tersine. Güçlü, üstün
olduklarý için yöneticiler iþlerine geleni yaparlar. Sen saf bir adamsýn koca So
krates. Þunu anlamalýsýn ki, doðru
adam, her iþte, doðru olmayanýn karþýsýnda zararlý çýkar. Bir doðruyla bir eðri
ortak olsa, bu ortaklýðýn sonunda,
zararda olan hep doðrudur. Doðru adam çok, eðri adam az vergi verir. Almaya geli
nce iþ tersinedir. Doðru adam az,
eðri adam çok alýr. Bir eðriyle bir doðru yönetimin baþýna geçtiler mi, doðru, k
endini iþe vereceðinden evine bile
bakamaz olur. Doðruluðu onun devlet malýndan faydalanmasýna engeldir. Üstelik de
, hep doðru kalmak yüzünden,
hýsýmlarýný gücendirir. Sen eðriyi gözünün önünde tut ki, doðru olmamanýn insana
neler kazandýracaðýný anlayasýn.
Bunun da en kýsa yolu, eðriliði sonuna kadar götürmektir. Öyle bir eðrilik düþün
ki, onu yapaný mutluluklara
ulaþtýrýyor. Gördüðü haksýzlýða raðmen onu yapmayaný sefil, periþan ediyor. Ýþte
, böylece sonuna varan bir eðrilik,
zorbalýk dediðimiz düzenin ta kendisi olur. Zorba, baþkalarýnýn mallarýný azar a
zar deðil, zorla, toptan alýr; bu
mallar ister tanrýlarýn olsun, ister devletin. Oysa ki, onun yaptýðýný yapan bir
küçük adam ceza görüp rezil olurdu. O
küçük adama hýrsýz denir, soyguncu denir. yaðmacý denir. Ama yurttaþlarýnýn mall
arýna el sürmekle kalmayýp onlarý
köleliðe de sürükleyen kimseye bu adlar verilmez. Yalnýz kendi yurttaþlarý deðil
, eðriliði sonuna kadar vardýran bu
adamý bilen herkes, ona, muradýna ermiþ mutlu bir adam diyecektir. Ýnsanlar eðri
liði, eðrilik yapmak korkusundan
deðil, eðriliðe uðramak korkusundan ayýplarlar. Görüyorsun ya Sokrates, sonuna v
aran bir eðrilik bir adama böylece
doðruluktan daha çok yaraþýr. Eðri adam bu yüzden daha güçlü, daha efendi olur.
Baþta da söylediðim gibi,
doðruluk, güçlünün iþine gelendir; eðrilikse, kendimize yararlý olan, kendi iþim
ize gelendir.
Platon'un Gorgias adlý kitabýnda karþýlaþtýðýmýz Kallikles de, ters açýdan, ay
ný düþünceyi savunuyor. Kallikles'e
göre erdem, güçsüzün iþine gelendir. Çünkü, haklýyla, haksýzý ayýran kanunlar ço
ðunluðun, güçsüzlerin yapýtýdýrlar.
Güçsüzler, güçlülerden korktuklarý için, kanunlar yapmýþlar, kendilerini korumay
a çalýþmýþlardýr. Tek gerek, güçlü
olmaktýr. Erdemsizlik doðaldýr, doðaya uygundur. Güçlü elbette ezecek, vuracak,
kazanacaktýr. Bu türlü davranýþ,
onun gücünün hakkýdýr. Güçsüzler, ki çoðunluktadýrlar, daha küçük yaþtan baþlaya
rak aslan eðitiminde yapýldýðý
gibi birtakým boþ lakýrdýlar, erdem büyülemeleriyle güçlüleri köleliðe alýþtýrýr
lar. Baþka bir yapabilecekleri yoktur
zavallýlarýn, elbette kurnazlýklarýný kullanacaklardýr. Güce karþý kurnazlýk da
doðal bir davranýþtýr. Güçsüzler,
haklýyla haksýzý, kendi çýkarlarý bakýmýndan belirlerler. Bundan ötürü de çok el
de etmek, haksýzlýk etmek diye
tanýmlanýr. Oysa doða, eþitlik tanýmaz. Doðada eþitlik diye bir þey yoktur. Bitk
ilere, hayvanlara bakýnýz. Oluþum,
güçlülerin güçsüzleri yok etmesiyle geliþir. Nitekim insanlar arasýnda da gerçek
ten güçlüler çýkar bu yalanlarý silkip
atarak doðaya aykýrý kanunlarý çiðnerler. Önce, bir uþaktan baþka bir þey olmaya
n bu kimse, artýk, efendimizdir.
Daha fazla kazanacak, daha mutlu olacaktýr, çünkü daha iyidir. Haklýyla haksýz ü
stüne belirtilmiþ bütün
lakýrdýlardan büsbütün baþka, ayrý bir anlamda daha iyidir. Çünkü doðaya uygundu
r.
THEOS VE THEORÝA. Antikçað Yunan düþüncesinin ilk gerçek ve büyük bilgini Aris
toteles, kendisinden önceki
bütün felsefeyi toplayýp sistemleþtirdikten sonra onlarý alet anlamýna gelen (Yu
nanca: organon) doðru düþünme
yöntemiyle eleþtiren ve kendi sistemini bu eleþtirisiyle geliþtiren ilk bilimsel
yapýlý düþünürdür. Mantýk biliminin
kurucusu olduðu gibi, politikadan meteorolojiye kadar günümüzde de kullanýlan çe
þitli terimlerin yaratýcýsýdýr.
Ansiklopedik dehasýyla insanlýðý iki bin yýl etkilemiþtir. Bu uzun süreli etkide
, kendine düþünsel bir temel arayan
ve aradýðýný onun sisteminde bulan Hýristiyanlýðýn rolünden çok, onun ansikloped
ik dehasýnýn rolü vardýr.
Günümüze kadar sürüp gelen bu iki bin yýlýn, ortaçaðýn skolastik dönemini kapsay
an pek uzun bir süresi
Aristoteles'in kesin egemenliði altýnda geçmiþtir. Öyle ki, onun en küçük bir sö
zünü yadsýmaya kalkan bu
davranýþýný hayatýyla ödemiþtir. Onun yapýtlarýnýn tanýklýðý, herhangi bir savýn
tanýtlanmýþ sayýlmasý için yeter
sayýlmýþtýr. Bu uzun tarih süresince, gerçek demek, onun söylediði ve yazdýðý de
mektir. Filozof deyince o, okul
deyince onun öðretisi, bilim deyince onun sistemi anlaþýlmýþtýr. Araplar onu, il
k öðretmen saymýþlardýr. Çaðýnýn
olanaklarý içinde pek derin ve geniþ bir kavrayýþla ilgilenmediði hemen hiçbir b
ilim yoktur. Özdeðin bulunmadýðý
yerde uzay ve zaman da olamaz düþüncesinde XX'nci yüzyýlýn büyük fizik dehasý Ei
nstein'la birleþmektedir.
Günümüz Gestalt ruhbilimi onun biçimciliðine dayanýyor. Günümüz tanrýbilimi hala
ona dayanarak ayakta durmaya
çalýþýyor. Khalkidike'deki Stageira (Selanik dolaylarýnda) kasabasýnda doðmuþ, b
abasý Nikomakhos, Makedonya
Kralý Amyntas'ýn özel hekimiymiþ. On üç yaþýnda Atina'ya, Platon'un ünlü Akademi
a'sýna öðrenci olarak
gönderilmiþ. Platon'un ölümüne kadar tam yirmi yýl orada okumuþ. Platon'un ölümü
nden sonra Makedonya Kralý
Filip, oðlu küçük Ýskender'e öðretmen olmasý için onu Makedonya'ya aldýrtmýþ. O
zaman öðretmenimiz otuz üç
yaþýndadýr. Ýskender kral olduktan sonra Aristoteles yeniden Atina'ya dönecek ve
pek güçlü bir himaye altýnda
Ýskender'in ölümüne kadar hiçbir baskýdan korkmaksýzýn bilimsel çalýþmalarýna ba
þlayacaktýr. Þimdi kýrk altý
yaþýndadýr ve daha on üç yýllýk bir yaþamý vardýr.
Atina'da, Lykeion bahçesinde okulunu kuruyor ve eskiden öðrencisi olduðu ünlü
Akademia'nýn karþýsýna yepyeni
bir güçle çýkýyor (Ý.Ö. 334). Derslerini bahçenin gölgeli yollarýnda gezinerek v
erdiðinden, öðretisine gezimcilik adý
verilecek. Antikçað Yunan düþüncesinin bilmediði yepyeni bilimler kuruyor: Mantý
k, gramer, geologia, botanik,
anatomia, psychologia, rhetorika, politika... Büyük Ýskender'in dünyayý titreten
pek güçlü himayesi altýnda, para
sýkýntýsý bilmeden bilimsel bir yaþam için çok mutlu koþullar içinde çalýþmaktad
ýr. Büyük Ýskender'in ölümünden
sonra, o güne kadar pusuda bekleyen gerici güçler hemen inlerinden çýkýyorlar ve
onu dinsizlikle (klasik suç)
suçlandýrýyorlar. Aristoteles, Atina'dan kaçmak zorunda kalýyor ve bir yýl sonra
da sýðýndýðý Euboia Khalkis'te
ölüyor. Ýnsanlýk, ilkçaðlarýnda rastlamadýðý ve pek uzun bir süre daha rastlayam
ayacaðý eþsiz bir bilgini böylece
yitirmiþ olmaktadýr. Ne var ki dinsizlikle suçlandýrýlan bu bilgin, din kurumunu
iki bin yýl süreyle ayakta tutacaktýr.
Antikçað Yunan düþüncesinde Aristoteles, çaðdaþ anlamýyla ilk bilgindir. Kendisi
nden önceki bütün bilgileri
toplamýþ, iç içe geçmiþ olanlarý birbirinden ayýrmýþ, sýnýflandýrmýþ, eleþtirmiþ
ve bütünlemeye çalýþmýþtýr. Özellikle,
sonradan Metafizik adý verilen Prote Fitosofia (Ýlk Felsefe) adlý yapýtý Thales'
ten kendisine kadar gelen felsefe
tarihinin çok baþarýlý bir özetidir ve en güvenilir kaynaðýdýr. Topladýðý bilgil
erin doðruluklarýný ölçmek için
bilimsel bir düþünme yöntemi aramýþ ve doðru düþünmenin kurallarýný bütün ayrýnt
ýlarýyla saptamaya çalýþarak
bunlara Yunanca alet (doðru düþünmenin aletleri) anlamýna gelen organon adýný ve
rmiþtir. Aristoteles'in bu doðru
düþünme kurallarý'na sonradan mantýk adý verilmiþtir. Formel ya da biçimsel mant
ýk (Os. suri mantýk) adý verilen
mantýk, Aristoteles'in saptadýðý bu kurallardýr. Genç Aristoteles henüz Akademia
'da bir Platon öðrencisiyken
kendisine kadar gelen düþünme'de üç bakýþ (Yu. theoria) bulunuyordu: Ýnsanýn gör
ünene bakýþý (doða), insanýn
kendisine bakýþý (insan), insanýn görünmeyene bakýþý (doðaüstü)... Düþünür Arist
oteles yöntemsel aletler bularak
bu ilkel bakýþ'ý doðru bakýþ'a çevirmek istedi: Görünmeyenden görünene bakmak (t
ümdengelim doðrulama) ve
görünenden görünmeyene bakmak (tümevarým araþtýrma)... Ne var ki, bu doðru bakýþ
'ý gerçekleþtirmek için
düþünme'nin bilim'den yararlanmasý, eþdeyiþle düþünce doða bilim diyalektiði, ge
rekiyordu. O çaðýn bilimleriyse
düþünmenin pek gerisindeydiler. Bu yüzdendir ki düþünür Aristoteles, düþünme'sin
e karþýlýk verecek bilim'i de
kendisi yapmak zorundaydý. Fizik ve fizyolojiden meteorolojiye ve ekonomiye kada
r çeþitli bilim alanlarýndaki,
çaðýnýn ölçülerine göre pek geniþ, bilimsel çabalarýnýn nedeni budur. Physika ad
ý altýnda toplanan Fisike
Akrobasis, Peri Uranu, Peri Geneseos Khai Fthoras ve ayrýca Peri ta Zoa Historia
, Peri Psikhes vb. adlý yapýtlarý bu
çabanýn ürünüdür: Bu bilimsel çalýþmalardan ve bu çalýþmalar sýrasýnda ilk felse
fe (Yu. prote filosofia) doðdu.
Artýk, çaðýyla zorunlu imkanlar içinde, geleneksel büyük soruya karþýlýk aranaca
ktýr: Ýlk nedir?.. Ýlk neden, en son
ve en geliþmiþ düþünce olarak, Platon'un idea'sý olamaz. Çünkü idea, görünen say
ýsýz gerçek biçim'lerinin
Platon'un sandýðý gibi dýþýnda deðil içindedir ve o biçimlerden soyularak, eþdey
iþle içlerinden çýkarýlarak elde
edilmiþtir. Kaldý ki Platon bu idea'lara nesnelerin özü demektedir, öyleyse öz n
asýl biçimsel nesne'den ayrý ve onun
dýþýnda olabilir? Öz'süz biçim ve biçim'siz öz olamaz. Platon'un yanýlgýsý gerçe
k varlýk'ý, gerçek biçimsel
varlýk'lardan ayýrdýðý öz'de görmesidir. Öyleyse görünenden görünmeyene bakýp (t
ümevarým, Yu. epagoge)
araþtýrmalýyýz, ama bulduðumuzu da görünmeyenden görünene bakýp (tümdengelim, Yu
. apagoge) doðrulamalýyýz.
Tümevarýmla araþtýrýp idea'yý buluyoruz, þimdi onu tümdengelimle doðru yerine
oturtmalýyýz.. Ýdea (soyut kavram)
bir töz'dür (Os. cevher), oysa her töz içsel bir öz'dür. Böylesine bir öz elbett
e özdek (Os. madde) olamaz (antikçað
Yunan düþüncesinin zorunlu yanýlmasý). Bu öz (Yu. ousia; Aristoteles bunu töz an
lamýnda ve idea terimi yerine
kullanmaktadýr), biçim'lenerek (Yu. eidos; Aristoteles bunu nesnenin nitelikleri
nin tümü anlamýnda
kullanmaktadýr) gerçekleþiyor. Nesnenin görünümü olan biçim de özdek deðildir. Ý
lk özdek (Yu. prote hyle)
biçim'sizdir, sadece bir güç'tür (Yu. dynamis; Aristoteles bunu imkan anlamýna k
ulanýyor) onu edim'e (Yu.
energheia. Aristoteles bunu gerçek anlamýnda kullanýyor) geçirip gerçekleþtiren
biçim'dir. Öyleyse bu oluþ'u (Yu.
genesis) gerçek'leþtiren (Yu. energheia) devim'in (Os. hareket, Yu. kinesis) göd
ücüsü nedir? Aristoteles burada
çaðlarý aþan eþsiz bir seziþle çok parlak bir kavram ortaya atýyor: Entelekheia
(nedeni kendisinde bulunan)... Ne
yazýk ki bu kavramý olur olmaz yerlerde boþu boþuna örneðin, Demokritos'un dehas
ýný gösteren tümüyle doðru
niceliklerle oluþan nitelikler ilkesine karþý çýkmak için harcýyor, tam derinleþ
tirilmesi gereken yerde
derinleþtirmiyor ve gene o soyut eidos'una (biçim) dönüyor. Artýk amacý, tümüyle
bir araþtýrma, tümevarýmdýr.
Öylesine bir tümevarým ki alabildiðine bomboþ bir alanda göklere doðru yükselece
k ve, bir daha tümdengelimle
denetlenmeyecektir. Ne var ki, çaðýnýn bilimsel zorunluðu içinde, Aristoteles'in
hayranlýk verici büyüklüðünü
belirtmeye bu kadarý da yetmektedir. Son çözümlemede, Aristoteles'in elinde görü
nen gerçek'i açýklamak için iki
kavram kalmýþtýr: Hyle (madde) ve eidos (biçim)... Biçimsiz olan özdek, biçimle
gerçekleþmektedir; eþdeyiþle
biçimsiz olan kumaþ biçimlenerek pantolon, ceket, perde, masa örtüsü olacaktýr.
Ýlk neden bunlar mýdýr?.. Bir
bakýma bunlar ilk nedene pek benzemektedirler:Bunlarsýz oluþ olamayacaðý için zo
runlu olarak oluþ'tan önce
var'dýrlar. Özdek, güç halinde (Os. bilkuvve) biçim'dir (Aristoteles, özdeðe zor
unlu olarak öncelik tanýyan bu
düþüncesiyle katýksýz bir maddeci görünüþündedir). Ceketleþecek (biçim) olan elb
ette kumaþtýr (özdek). Biçim,
özdeðin energheia (gerçek) haline geçmesidir. Buysa bir kinesis (hareket) iþidir
. Her özdek bir dynamis'tir (imkan),
onu energheia (gerçek) kýlmak için bir kinesis gerekir. Öyleyse öyle bir devim o
lmalý ki, kendi kendisinden önce
bulunmasýn ve ilk devindirici (Yu. proton kinoun) olsun. Bu ilk devindirici, biç
imlerin biçimi olan bir noesis
noeseos'tur (düþünmenin düþünmesi) ve tek sözle Tanrý'dýr (Yu. Theos).
En yüksek varlýk olarak düþünülen theos (Tanrý), antikçað Yunan felsefesinde K
senofanes ve Parmenides
tarafýndan felsefe konusu yapýlmýþtýr. Homeros Hesiodos mitolojik çoktanrýcýlýðý
na karþý çýkan Kolofon'lu
Ksenofanes tek tanrý (Yu. Eis theos) vardýr, der. O, ne yapý ve ne de düþünce ol
arak ölümsüzlere benzer. Tüm
gözdür, tüm kulaktýr, tüm anlaktýr. Deðiþmez ve devimsizdir. Ýnsansal biçim, nit
elik ve davranýþlar ona
yakýþtýrýlamaz. Homeros'la Hesiodos, resim yapmasýný bilselerdi þüphesiz kendile
rine benzeyen tanrýlar çizecek
olan öküzler gibi davranmýþlardýr. Parmenides de, ustasýnýn bu savýný geliþtirer
ek, sürekli (Yu. Synekhes) ve
bölünmez (Yu. Atomos) bir bütün (Yu. Pan) olan tekvarlýk'ýn savunusunu yapmaktad
ýr. Bu yüzden de deðiþme (Yu.
Alloiousthai), bir kuruntu (Yu. Doksa)'dan ibarettir, der. Theos düþüncesi bir y
andan tüm tanrý (Yu. Pan Theos)
olarak kamutanrýcýlýða (panteizme), öbür yandan tanrýyla dolma (Yu. En Theos) ol
arak coþkusal gizemciliðe
(antuziazma), bir baþka yandan da tanrýnýn kendini seyrediþi (Yu. Theoria) felse
feye ve bilime (teoriye) yolaçmýþtýr.
Kök anlamýnda tanrý, (Yu. Theos)'nýn bakýþý'ný dilegetiren theoria, tanrýnýn t
anrýsal varlýk (Yu. Kosmos)'ý özgür ve
zorunsuz olarak seyrediþidir. Yunanlýlar, bu deyimi, ilkin tanrýlar onuruna yapý
lan törenleri seyretme anlamýnda
kullanýyorlardý. Hellen doksograflarý (felsefe tarihçileri), bu kavramý, evrenin
seyrediliþi (Os. Temaþasý) anlamýnda
Pythagoras'ýn felsefeye aktardýðýný yazarlar. Demek ki theoria, özgür, zorunlu o
lmayan, pratik hiçbir amaç
gütmeyen, salt ve kuramsal (teorik) bir bilgi edinme'dir. Böylece, felsefe de, t
anrýlýk theoria'nýn yöneldiði yere
yönelmiþ ve bizzat bir theoria olmuþ oluyor. Bu yüzdendir ki Aristoteles, felsef
eye, en tanrýsal bilgi anlamýnda
theologie der ve ilkin Mýsýr'lý rahiplerin theoria yapmýþ olduklarýný söyler. So
nra, felsefe öncesi efsane (Yu.
Mythos) geleneðinde, Hellen ozanlarý theoria yapýyorlar ve krallara tanrýsal yas
a (Yu. Nomos)larý bildiriyorlar.
Aristoteles'i de kapsayan Hellen felsefesi döneminde de bu gelenek sürmektedir,
þu farkla ki, artýk ozan bilgelerin
yerini filozof bilgeler almýþtýr. Mythos Philosophos (eþdeyiþle, ozan filozof) k
avgasý, Platon'a kadar sürmüþtür.
Ýlkin Platon, düþünsel olarak dikkatle bakma (Yu. Theorein) iþinin, bir ozan iþi
deðil, bir filozof iþi olduðunu
ilerisürüyor ve ünlü filozof krallar deyimini ortaya atýyor. Demek istediði þu:
Artýk krallara, tanrýsal yasa (Yu.
Nomos)'larý ozanlar deðil, filozoflar bildirecek. Çünkü ozanlar, bu yasalarýn bi
lgisini, eþdeyiþle, siyasal eðilime
temellik edebilecek bilgileri canlý bir forma aktarabilecek güçte deðildirler. T
heoria, varlýklarýn, bizim için ne
olduklarýný deðil, kendiliklerinde ne olduklarýný (eþdeyiþle, kosmos içinde varo
lan olarak ne olduklarýný) söyler.
Uygulama için zorunlu olmayan, demek ki özgür olan bir bilgidir. Bilimsel bilgin
in ve bilimsel bilgi kuramlarýnýn
özgürlüðü sorunu, theoria'nýn bu anlamýndan türemiþtir. Felsefe, ancak Aristotel
es'ten sonra uygulama alaný (Yu.
Praxis)'na yöneliyor. Theoria'yla praxis'in birbirlerini þart koþtuklarýný anlam
ak içinse, daha binlerce yýl beklemek
gerekecek.
Aristoteles biçimler biçimi'nin niteliklerini aþaðý yukarý her tanrýcý ya da t
anrýlýða varan öðretideki deyimlerle
sayýp döker: Salt edimdir, salt tindir, bilincin bilincidir, kendi kendisine bak
ýþtýr, kendi kendisini özleyiþtir vb...
Ancak burada, önemle belirtilmesi gereken, Aristoteles'in parlak bir görüþü daha
gözlenmektedir: Son
çözümlemede özdekle biçim bir ve ayný þey olmaktadýr (Yu. e eskhate hyle kai e m
orfe tauto: Metafizik, Viii, 6, 19;
Viii, 10, 27, Xii, 10, 8). Aristoteles, ilk bakýþta, önce karþý çýktýðý Platon d
üþünceciliðiyle sonunda birleþmiþ
göründüðü halde, bu üstün ve þaþýrtýcý düþünceye gene kendi doðru düþünme yöntem
i'yle varýyor. Her varlýk,
özdeklikle biçimliliði birlikte taþýr. Çünkü her biçim, kendisinden daha üstün a
þamadaki biçimin özdeðidir. Ýplik,
tarladaki pamuða ya da koyunun sýrtýndaki pöstekiye göre biçim, kumaþa göre özde
ktir. Kumaþ, dokunduðu ipliðe
göre biçim, cekete göre özdektir. Bu mantýðýn zorunlu sonucu her varlýðýn ve bu
arada elbette en üstün varlýðýn
özdek ve biçimi birlikte taþýdýðýdýr. Bundan da zorunlu olarak þu sonuç çýkmakta
dýr: En üstün varlýðýn da özdeksel
bir yaný vardýr. Aristoteles, Metafizik'inde, bizzat kendi mantýðýnýn zorunluðun
a uyarak bu sonuçtan kaçýnabilmek
için en yüksek varlýðýn özdeksiz olduðunu ýsrarla belirtmiþtir. Böylesine bir sp
ekülasyona girdikten sonra, nedenleri
tanýtlanamayacak olan düþünsel varsayýmlar sýralanmaktadýr: Biçimler biçimi ya d
a salt biçim özdeksizdir. Böyle
olunca da hiçbir þey istemez, hiçbir þey yapmaz. Özdeði devindiren o deðildir, ö
zdek ona özlem'inden ötürü devinir.
Aslýnda etkileyen o deðildir, etkileyen bu özlem'dir. Özdek, onu özlediði için
ondan etkilenir. O, kendisiyle
yetinen, kendisine bakan, kendisi için düþünendir. Nesnelere ve insanlara karýþm
az, onlarýn kaderlerini çizmez.
Kader, özdeðin ona olan özlemiyle çizilir. Öyleyse o, bir doðrudan neden deðil,
bir dolayýsýyla neden'dir. Doðrudan
nedenler, özdeðin bu dolayýsýyla nedene özleminden doðarlar. Her var olan'ýn var
olmasý için tahta (özdeksel neden,
Yu. hyle), yapýcý (etken neden, Yu. arke tes geneseos), nasýl yapýlacaðýný göste
ren plan (biçimsel neden, Yu. to
eidos) ve ne yapýlacaðý düþüncesi (ereksel neden, Yu. to telos) gerekir. Dikkat
edilince görülür ki, özdeksel nedenin
dýþýndaki üç neden, düþünce, eþdeyiþle ruh birliðinde tekleþmekledir. Öyleyse öz
dek ve ruh, dönüp dolaþýp,
Aristoteles sisteminde de karþý karþýya gelmektedirler. Aristoteles'te ruh, biçi
m'le özdeþtir. Özdek beden, biçim
ruhtur. Ruh, üç basamaklýdýr: Bitki ruhu, hayvan ruhu, insan ruhu... Her basamak
bir üsttekinin özdeðidir.
Bitkilerde sadece özümleme ve üreme ruhu vardýr, hayvan ruhu, devim istek duyum'
la belirir ve bitki ruhuna eklenir,
usla beliren insan ruhuysa kendinden önceki bütün ruhlarý içerir. Bitki ruhu hay
vanlýk biçiminin özdeði, bitki
ruhunu içeren hayvan ruhu insanlýk biçimin özdeðidir. Bu basamaklarýn tabanýnda
biçimsiz özdek, tepesindeyse
özdeksiz biçim vardýr. Özdek ilk biçimleniþinde, ki bu biçimler biçimine özlemiy
le gerçekleþmiþtir, dört ana
biçimde belirir: Toprak, su, hava, ateþ (dört ana unsur). Bu dört ana unsur yer
deðiþtirme ve çarpýþma'yla çeþitlenir ve
sayýsýz biçimlere dönüþerek organik dünyayý meydana getirirler. Organik dünyayý
böylece kurduktan sonra,
Aristoteles insansal deðerleri iþlemeye baþlamaktadýr: Politika, ethika, poetika
, rhetorika... Ýnsan bir toplumsal
varlýk'týr (Yu. zoon politikon) diyen Aristoteles artýk onun toplum içindeki yer
ini ve düzenini de belirlemek
isteðindedir. Önce onun kiþisel törebilimini belirtir. Bu törebilimin amacý, ant
ikçað geleneðine uygun olarak,
mutluluktur ve bu mutluluk da bilgelikle saðlanýr. Bilgelik, düþünme ve tutumla
gerçekleþir. Öyleyse düþünsel ve
tutumsal erdemleri birbirinden ayýrmak gerekir: Arete dianoetike ve arete ethike
... Ne var ki tutum, düþünmeye
dayanmalýdýr. Ýnsan, toplumsal bir varlýk olduðundan onun töresel kiþiliði de de
vlet içinde oluþacaktýr.
Devlet þöyle ya da böyle olmuþ, bunun önemi yoktur. Önemli olan, devletin yurtta
þlardaki bu töresel kiþiliði gereði
gibi geliþtirip geliþtiremediðidir. Yetkin devlet bu ödevindeki baþarýsýyla ölçü
lür.
Antikçað Yunan düþüncesinde Aristoteles'in lise'siyle Platon'un akademi'si gen
iþ çapta okullaþmýþ iki büyük
idealist öðretidir. Bu iki idealist öðreti, sadece Yunan düþüncesine özgü kalmay
ýp bütün bir ortaçað boyunca
Doðu'yu ve Batý'yý, eþdeyiþle bütün dünyayý etkisi altýna almýþtýr. Günümüzde bi
le insanlýðýn büyük bir bölümüne
egemen olan metafizik düþünce, bu iki idealist öðretinin ortak ürünüdür.
Antikçað Yunan düþüncesinin büyük idealist üçlüsü Sokrates Platon Aristoteles'
in ortak yaný, toplumu
düzenlemeye çalýþmalarýdýr: Toplumun düzenlenmesi gerekiyorsa demek ki düzeni bo
zulmuþtur. Her üç düþünür de
devlet'i onarmaya çalýþmaktadýrlar. Her üçünün de düþsel varsayýmlarýnýn altýnda
, tarihsel süreçte Yunan mucizesi
diye adlandýrýlan sömürgen ekonomik aþamanýn meydana koyduðu köklü bir toplumsal
tedirginlik yatmaktadýr.
Sokrates törebilimini devleti ayakta tutacak vatandaþlar yetiþtirmek için kuruyo
r. Platon, devlet ütopyasýyla köleleri
iyice çalýþtýracak bir örgüt öneriyor. Aristoteles, üyelerinin kiþiliklerini güç
lendirmekle kendini de güçlendirecek
olan bir devlet kurmak peþinde. Dinsel metafizik, bu dünyadan umut kesmiþ buluna
n kölelere öteki dünyada
mutluluklar baðýþlayarak onlarý avutmaya çalýþýyor. Ne var ki bütün bunlar, bir
kez düzeni bozulan toplumu
yeniden düzenlemeye yetmiyor. Öyleyse bütün bunlardan þüphe etmek gerek.
ÞÜPHE. Tarihsel süreçte þüphecilik, ilerisürülen düþüncelerin eskidiði ve yeni
düþüncelerin henüz ortaya
çýkmadýðý çaðlarda belirmiþtir. Bu çaðlardan ilki, Yunan köleci toplumunun yozla
þtýðý ve çökmeye yüz tuttuðu
çaðdýr. Bu yozlaþma ve çöküntü, Yunan bilgicilerinin (sofistlerinin) þüpheciliði
nde yansýmýþtýr. Thales'ten beri
ortaya atýlan felsefesel açýklama denemelerinin çokluðu, doðal olarak eleþtiriyi
ve þüpheyi gerektirmiþtir. Bu çaða
antik aydýnlanma çaðý denir. Antikçað Yunan bilgiciliðinin kurucusu Protagoras (
485-411), tarihsel süreçte ilk
þüphelenen düþünürdür. Þöyle der: Her þeyin ölçüsü insandýr. Her þey, bana nasýl
görünürse benim için böyledir,
sana nasýl görünürse senin içinde öyledir. Üþüyen için rüzgar soðuktur, üþümeyen
için soðuk deðildir. Her þey için,
birbirine tümüyle karþýt iki söz söylenebilir. Demek ki herkes için gerekli kesi
n ve saltýk bir bilgi edinmek
olanaksýzdýr. Bu göreci þüphecilik (Os. Reybiyyei izafiyye, Fr. Scepticisme rela
tiviste), Protagoras'ýn izleyicisi
Leontinoi'lý Gorgias (483-375)'ta daha da ileri giderek yokçuluða (nihilizme) va
rmaktadýr. Gorgias þöyle diyor:
Hiçbir þey yoktur. Varsa bile insan için kavranýlmaz. Kavranýlsa bile öteki insa
nlara anlatýlamaz. Antikçað Yunan
þüpheciliði, bu ilk bilgici döneminden sonra Elis'li Pyrrhon (365-275)'la okulla
þýyor. Bilgi sorununu dizgesel
(sistematik) olarak ilk inceleyen þüpheci Pyrrhon'dur. Bu yüzden Pyrrhon'a þüphe
ciliðin kurucusu denir.
Büyük Ýskender'in ve Aristoteles'in çaðdaþý olan Pyrrhon, akademia'yla peripat
os (Platon'la Aristoteles) okullarý
arasýndaki karþýtlýðý sezmekte gecikmemiþtir, daha sonra da bu karþýtlýðýn Stoa
ve Epikuros okullarýnda
derinleþmesini izlemiþtir. Bu gözlemleri, Pyrhon'a, felsefe öðretilerine karþý g
üvensizliði ve bundan ötürü de
þüpheyi aþýlamýþtýr. Þöyle diyor: Gerçekten güzel ya da çirkin olan hiçbir þey y
oktur. Herhangi bir þeyi güzel ya da
çirkin bulan insanýn kiþisel seçimidir. Gerçek bir bilgi olmadýðýna göre, bilge
kiþi, her þeyde yargýdan kaçýnmalýdýr.
Ruhsal rahatlýk (Yu. Euthymia) ancak böylesine bir ilgisizlik ya da duygusuzluk
(Yu. Adiaphoria)'la saðlanabilir.
Bu düþüncelerini sözlü dersleri ve yaþamýyla açýklayan Pyrrhon'un öðretisi, yazý
lý olarak, izdaþý Timon (320-230)
tarafýndan yayýlmýþtýr. Timon, ustasýnýn öðretisini üç önermede formüle etmiþtir
: 1- Nesnelerin gerçek yapýsý
kavranýlmaz (Yu. Akatalepsia)'dýr, 2- Öyleyse nesnelere karþý tutumumuz yargýdan
kaçýnma (Yu. Epokhe) olmalýdýr,
3- Ancak bu tutumladýr ki ruhsal dinginlik (Yu. Ataraksia)'e kavuþabiliriz. Piro
ncular için gerçek mutluluk (Yu.
Eudaimonia) budur. Görüldüðü gibi, yüzyýllarca sonra Kant'ýn öðretisinde biçimle
necek olan bilinemezcilik,
antikçað Yunanlýlarýnda þüphecilik biçiminde yansýmaktadýr. Daha açýk bir deyiþl
e, antikçað bilinemezciliði
þüpheciliktir.
Pyrrhon þüpheciliði, stoacýlýkla Epikurosçuluðu da belli ölçülerde etkilemiþti
r. Bundan sonra þüpheciliðin,
Platon'un izdaþlarýnca sürdürülen akademiye sýzdýðýný görüyoruz. Kimi felsefe ta
rihçileri bu sýzmayý, Pyrrhon
þüpheciliðinin büyük bir baþarýsý olarak nitelerler. Platon akademisinin akademi
þüpheciliði adýyla anýlan bu
þüpheci dönemi, orta akademi dönemidir. Arkesilaos (316-241), Karneades (214-129
) ve Klitomakhos (180-110)
gibi düþünürlerce sürdürülen akademi þüpheciliði, felsefe tarihçilerince ölçülü
þüphecilik olarak nitelenir. Akademi
þüpheciliði, kesin gerçek deyimi yerine gerçeðe benzer deyimini koymuþ ve bununl
a yetinilmesi gerektiðini
savunmuþtur. Onlara göre kesinliði hiçbir zaman elde edemeyeceksek de kimi þeyle
rin öteki þeylerden daha çok
doðruluða yatkýn olduðunu görebiliriz. Gerçeðe benzer olan, en çok olasýlý (muht
emel) bulunandýr. Ussal olan da,
olanaklý bulunanlarýn içinde en olasýlýya göre davranmaktýr (Bertrand Russell, B
atý Felsefesi Tarihi'nde, bu görüþ
çoðu çaðdaþ düþünürlerin paylaþabileceði bir görüþtür, der). Bu yüzden akademi þ
üpheciliði, olumlu þüphe ya da
verimli þüphe deyimiyle nitelenmiþtir. Çünkü bu þüphe, kesin gerçeðe henüz ulaþa
mamýþsa bile, yanýlabileceðini de
göz önünde tutarak kesin gerçeði aramakta ve her an kendi kendini düzeltip tamam
layarak gittikçe daha çok kesin
gerçeðe yaklaþmaktadýr. Bununla beraber, Ý.Ö. 56 yýlýnda Atina'nýn elçilik görev
iyle Roma'ya gönderdiði üç
düþünürden biri olan, orta akademinin ikinci baþkaný Karneades, Roma'da tüze (ad
alet) üstüne iki ayrý konuþma
yapmýþ ve birinde tüzeyi tanýtlamak için ilerisürdüðü kanýtlarý ikincisinde bire
r birer çürütmüþter. Böylelikle de
kesin gerçeðin bulunmadýðýný göstermiþtir. Roma'lý gençlerin pek beðendiði bu sö
ylevlere yaþlý Marcus Cato
þiddetle karþý çýkmýþ ve senato'da yaptýðý bir konuþmayla elçi Karneades'in Atin
a'ya geri gönderilmesini saðlamýþtýr
(Plutarkhos, ünlü Yaþamlar'ýnda, Cato'nun bunu, Karneades'i sevmediðinden deðil,
genellikle felsefeyi
sevmediðinden yaptýðýný yazar). Orta akademi, özellikle Arkesilaos'un büyük etki
siyle tam iki yüzyýl (Ý.Ö. 69 yýlýnda
ölen Antiokhos'un akademi baþkanlýðýna kadar) þüpheci kalmýþtýr. Bu iki yüzyýl s
onunda stoacýlýða teslim olan
akademi þüpheciliðinden sonra antikçað Yunan þüpheciliði, Girit'li Aenesidemos (
Ý.S. birinci yüzyýlda yaþadýðý
sanýlýyor)'la yeniden ve Pironcu biçimiyle canlandýrýlmýþtýr.
Tarihlerin yazdýðýna göre, Greklerden iki bin yýl önce Knossos'ta þüpheci söz
oyunlarýyla saraylýlarý eðlendiren bir
çeþit þüpheciler varmýþ. Bu yüzden kimi felsefe tarihçileri Anenesidemos'un bu k
ökenden de kaynaklandýðýna iþaret
ederler. Aenesidemos'un Pironcu þüpheciliði, akademi sonrasý þüpheciliði ve yeni
Pironculuk adlarýyla da anýlýr.
Aenesidemos, tropos öðretisi (nesnel bilginin olanaksýzlýðýný tanýtlamak için il
erisürülen on kanýt öðretisi)'nde þöyle
diyor: Bütün insanlarýn algýlarý ayný olsaydý ayný düþünceleri edinirler, tek dü
þünceli olurlardý. Oysa çeþitli
düþüncelerimiz var. Demek ki algýlarýmýz da birbirinden farklý. Nedensellik de b
u bir örnekliði saðlayamaz. Neden,
sonuçtan önce olamaz, sonuçla zamandaþ olamaz, sonuçtan sonra olamaz. Zamandaþlý
k her ikisini aynýlaþtýrýr.
Nedenin sonuçtan önce olmasý da, birinin varlýðý öbürünün yokluðunu gerektireceð
inden, mümkün deðildir. Neden
neden olduðu sürece sonuç ortada yoktur ve sonuç, sonuç olarak meydana çýkýnca n
edenle iliþiði kalmamýþ
demektir. Güneþ kýzartýr, karartýr, eritir ve yakar. Demek ki ayný nedenin çeþit
li sonuçlarý olabiliyor. Güneþin
böylesine çeþitli nitelikleri olduðu da söylenemez. Çünkü bunlar, güneþin niteli
kleri olsaydý her þeyi kýzartmasý, her
þeyi karartmasý, her þeyi eritmesi ve her þeyi yakmasý gerekirdi. Oysa böyle deð
il; elmayý kýzartýyor, buzu eritiyor ve
yapraklarý tutuþturuyor. Yapraðý eritmediðine ve buzu kýzartmadýðýna göre, neden
selliði yaprakta ya da buzda
aramak gerektiði ilerisürülebilir ki bu da sonucun, neden kadar, nedenselliði ol
abileceðini düþünmek demektir ve
saçmadýr. Oluþ çeliþiktir, öyleyse yoktur. Nedensellik olamayacaðýna göre, oluþ
da mümkün deðildir.
Þüpheciliðin yargýdan kaçýnmak için dayanacaðý on kanýt vardýr ki her türlü þü
pheyi ve yargýdan kaçýnmayý haklý
kýlar (Yu. tropoi e topoi epokhes): Duyan canlý varlýklarýn yapýsý birbirinden f
arklýdýr, ayný þey çeþitli hayvanlara
çeþitli biçim ve oranlarda görünür. Ýnsan yapýsý da birbirinden farklýdýr, her i
nsanýn baþka duyu ve düþüncelere sahip
oluþu bunu tanýtlamaktadýr. Ayný insandaki duyu organlarý da birbirinden farklýd
ýr, göze hoþ görünen buruna
tiksindirici bir koku verebilir. Duyan kiþinin içinde bulunduðu çeþitli durumlar
ve koþullar da birbirinden farklýdýr,
nesneler bize gençlikte ihtiyarlýktakinden baþka görünür. Eðitim de duyan kiþile
ri farklýlaþtýrmaktadýr, bilgiliyle
bilgisiz ayný nesneyi ayný biçimde görmezler. Nesnelerin içinde bulunduklarý dur
um ve koþullar da onlarý
farklýlaþtýrýr, uzakta giden bir gemiyi duruyor sanýrýz. Nesnelerin nicelikleri
ve nitelikleri onlarý kendi kendilerinden
farklýlaþtýrmaktadýr, keçiboynuzunun bütünü karadýr ama, ondan ayrýlan parçalar
aktýrlar. Nesnelerin belli birtakým
nitelikleri görecedir, saðdan baþka ve soldan baþka görünürler. Duyumlara karýþa
n yabancý unsurlar da onlarý
farklýlaþtýrýr, nesneler su içindeyken havadakinden daha hafif gelirler. Alýþkan
lýklar da nesneleri farklýlaþtýrýr, her
gün görünen güneþe aldýrmayýz ama, kýrk yýlda bir görünen ondan daha küçük bir k
uyrukluyýldýzdan dehþete
kapýlýrýz... Ý.S. ikinci yüzyýlda yaþayan þüpheci Agrippa, troposlarý ondan beþa
, Agrippa'yla ayný yüzyýlda yaþayan
þüpheci Menodotos da ikiye indirmiþtir.
Þüphecilik antikçaðda bitmiyor. Günümüze gelinceye kadar onun çeþitli biçimler
ine rastlayacaðýz. Özellikle
Descartes, Hume, Kant, Comte gibi ünlü düþünürlerin þüphecilikleri bizi þaþkýna
çevirecek. Hele rönesans
þüpheciliðini ibretle izleyeceðiz. Bütün bu þüpheciliklerde ortak olan iki büyük
yanýlgý (hata)'dýr: Ýlk yanýlgýlarý
nesnel gerçekliðe yanlýþ bir anlam vermeleri ve onu son (deðiþmez, baþkaca hiçbi
r bilgiyi gerektirmez) bilgi
saymalarýdýr. Oysa böyle bir bilgi yoktur. Bilgi süreci de, kendisinden yansýdýð
ý evrensel yaþam gibi, sonsuzdur ve
sürekli olarak geliþmektedir. Sonsuza kadar da geliþmeye devam edecektir. Bilgiy
e son çekmek, sonsuza son
çekmek demektir ki olanaksýzdýr. Evrensel geliþme nasýl sonsuzsa, onun bilgisi d
e elbette sonsuz olacaktýr. Belli
bir yere bir zamanlar yirmi saatte giden tren teknik geliþme sonucu bugün dört s
aatte gitmektedir. Bir zamanlar
trenin o belli yere yirmi saatte gittiði nasýl kesin (saltýk) ve doðru bir bilgi
yse bugün dört saatte gittiði de öylece
kesin ve doðru bir bilgidir. Her ikisinden de þüphelenilemez. Yarýn bu süre belk
i de çok daha kýsa bir zamana
inecektir. Bilgi bu anlamda görelidir ama, tarihsel olarak (eþdeyiþle, bilgi sür
ecinin belli aþamalarýna tekabül eden
belli tarihlerde) kesin ve saltýktýr. Her göreli bilgi saltýklýðýný da birlikte
taþýr. Þüpheciler, kendilerinin verdiði
yanlýþ anlamdaki saltýk bilginin yokluðundan, bilginin yokluðu sonucunu çýkarýrl
ar. Bundan ötürü de metafizik ve
idealist göreciliðin (relativizmin) çýkmazýna düþerler. Ýkinci yanýlgýlarý bilgi
sürecinde duyumlarýn rolünü abartýp
saltýklaþtýrmalarýdýr. Oysa bilgi sadece duyumlarla elde edilmez. Bilgi edinmeni
n, duyum ve düþüncenin çeþitli
etkileþimlerini gerektiren karmaþýk bir süreci vardýr. Þüpheciler, duyumlarý sal
týklaþtýrmakla da yetinmeyip onun
kiþiden kiþiye deðiþtiðini ve bundan ötürü de saltýk ve kesin olmadýðýný ilerisü
rerler. Oysa çeþitli kiþiler ayný nesnel
gerçekliði birbirinden farklý olarak algýlayabilirler, ama bu duyumlarýmýzýn biz
i aldattýðý anlamýna gelmez. Ünlü bir
diyalektikçinin dediði gibi, eðer bir duyu örgenimiz þüphe uyandýrýyorsa baþka b
ir duyu örgenimizi kullanýrýz.
Gözlerimize inanmýyorsak ellerimizle yoklarýz. Bu da yetmiyorsa baþka insanlar
ýn ellerinden ve gözlerinden
yararlanýrýz. Bu da yetmezse çeþitli araçlara, deneye, pratiðe baþvururuz. Böyle
ce duyu örgenlerimiz, hem
birbirlerini denetleyerek, hem de baþkalarýnýn duyu örgenleriyle denetlenerek ve
ayný zamanda çeþitli araçlar,
aygýtlar, deneyler ve pratikle de denenip doðrulanarak bizlere doðru ve kesin bi
lgiyi verirler. Örneðin elimize
aldýðýmýz yuvarlak meyveye bu elmadýr deriz. Bu kesin, saltýk, doðru bir bilgidi
r; þüphelenilemez. Görüldüðü gibi
antikçaðýn çocuksu þüphecilerinden günümüzün sözde bilimsel þüphecilerine kadar
tüm þüpheciliðin kanýtlarý
sadece bu iki yanýlgýya dayanýr. Protagoras hava üþüyen için soðuk, üþümeyen içi
n sýcaktýr diyordu, doðrudur.
Ama havanýn sýcak ya da soðuk olduðunu sizin üþümeniz ya da üþümemeniz deðil, te
rmometre saptar. Hava size
sýcak ya da soðuk gelebilir, bu bedensel yapýnýzýn direncine baðlýdýr. Ne var ki
havanýn, sizden baðýmsýz olan bir
ýsýsý vardýr. Kaldý ki bedensel dirençleri normal olan insanlarýn büyük çoðunluð
u da bunu termometre kadar
doðrulukla saptayabilirler.
ÇÝÇEKLÝ BÝR BAHÇE. Mutluluk duymadan yaþayanlar budalalardýr, diyordu Demokrit
os. Genç Epikuros bu sözü
iyice bellemiþ olmalý. Demokritos yüz yaþýnda öldüðü yýl, Epikuros (Ý.Ö. 341-270
) on dokuz yaþýndaydý. Tanrý
korkusuyla ölüm korkusunun büsbütün serseme çevirdiði insanlarýn, büyücülük eden
annesinden titreye titreye
nasýl yardým dilediklerini de hemen her gün görüyordu. Bir ara, Platon'un satýn
aldýðý Akademos'un bahçesine
(Akademi) gidip gelerek, Ksenokrates'in aðzýndan Platon öðretisini dinlemiþse de
bundan çabucak vazgeçmiþti.
Kuramsal bilimler onu ilgilendirmiyordu. Ýnsanlara gerekli olan tek bilimin, mut
lu yaþama bilimi olduðuna
inanmýþtý. Bilimin görevi, insanlarý mutlu kýlmak olmalýydý. Bunu saðlamak için
de, mutluluðun engelleri olan o iki
büyük korkuyla, tanrý ve ölüm korkularýyla, koca bir geleneðe karþý koymayý göze
alarak, savaþmak gerekiyordu. Þu
güzelim dünyanýn tadýný çýkarmak dururken, þiþirilmiþ iki kuruntu yüzünden acý ç
ekmek neden?
Genç Epikuros, atomcu Leukippos ve Demokritos'a olduðu kadar hazcý Aristippos'
a da çok þeyler borçlu olmalýdýr.
Aristippos, Epikuros'un ustaca biçimlendireceði mutlu yaþama biliminin babasýdýr
. Ona göre, Sokrates'in aradýðý
mutluluk (eudaimonia), en üstün iyi, tek sözle hazdýr. Ýnsanlar hoþlanmayý ararl
ar, hoþlanmayý isterler ve ancak
hoþlanarak mutlu olabilirler. Hoþ olmayan her þey kötüdür. Nereden gelirse gelsi
n, ne türlü olursa olsun bir anlýk
hazdýr insanlýðýn dileði. Hazzýn her türlüsü iyidir ve iyiliktir.
Bir açýdan bakarsanýz, Epikuros'u, mutluluðu aramak gerektiðini ortaya atan So
krates'in zorunlu sonucu
sayabiliriz. Sokrates, insanlarýn, erdeme eriþerek mutluluðu elde edebilecekleri
ni söylerdi. Sokrates'ten yola çýkan
kynikler, örneðin Diogenes, çevresi yasaklarla sýnýrlanmýþ çekilmez bir yaþama b
içimi getirmiþlerdi. Onlara göre
mutlu olabilmek için hemen hemen bütün isteklerden vazgeçmek gerekiyordu. Ýnsanl
ar, bu düþüncenin baskýsý
altýnda, sýkýntýdan bunalýyorlardý. Aristippos, ilk tepkiydi. Ýkinci ve büyük te
pki de Epikuros'tur. Sokrates
mutluluðu saðlamak için erdem mi arýyor? Ýþte Epikuros'un bulduðu en yüce erdem:
Mutluluða götüren araçlarýn
tam ve doðru olarak tartýlmasý erdemi (phronesis)... Bu erdemin tartýsýna vururs
ak ortada ne tanrý korkusu kalacak,
ne ölüm.
Epikuros, Atina'da bir bahçe satýn alýp okulunu kurduðu yýl, otuz beþ yaþýnday
dý. Daha önce Sisam adasýnda ve
Lapseki'de öðretmenlik denemelerine giriþmiþti. Epikuros'un bahçesi, Platon'un b
ahçesine benzemiyordu. Kapýlarý
ardýna kadar açýlmýþtý halka. Sýnýf, ýrk, tür, bilgi, yaþ ayrýlýðý gözetmeksizin
her isteyen buyurabilirdi. Bahçeye
gelenlerin hepsi birbirleriyle kardeþ sayýlýyorlardý. Epikuros, tatlý tatlý konu
þan pek sevimli bir öðretmendi.
Ýnsanlarýn gerçekten pek özledikleri yaþam sanatýný öðretiyordu. Bahçeye kapýlan
anlar, gerçek dostluðun
olaðanüstü sevinciyle mutluydular. Epikuros onlara: Ölümden neden korkuyorsunuz?
diyordu, siz varken ölüm
yoktur, ölüm varken de siz olmayacaksýnýz. Hiçbir zaman onunla karþýlaþmayacaksý
nýz ki... Ne etseniz
birleþemeyeceðiniz bir þeyden korkmak budalalýk deðildir de nedir?
Epikuros'un üç yüzden çok yapýtý varmýþ. Bugün elimizde sadece birkaç mektubu
var. Epikuros'un düþüncelerini
bu mektuplarla ondan söz açan baþka yapýtlardan öðreniyoruz. Mektuplarý, öðretis
inin, çoðunluðun hoþuna gidecek
bir ustalýkla kurulduðunu belirtiyor: Ölümün bizler için hiçbir þey olmadýðýný a
nlamaya çalýþ Menoikeos. Gelmesi
deðil de, beklemesi ürkütücü olduðu için ölümden korkan kimse ahmaðýn biridir. Ç
ünkü o, geldiðinde karþýsýnda
bizi bulamayacaðý için bize hiçbir acý veremeyecektir. Bilge ölümden korkmaz. Na
sýl yemeklerin bolluðundan deðil
de iyiliðinden zevk alýrsak, yaþamanýn da uzunluðundan deðil güzelliðinden zevk
alýrýz. Ölüm gelecek diye acý
çekmek en büyük aptallýktýr. Mademki mutluluðu elde edince her þeyi elde ediyoru
z, öyleyse ilk iþimiz mutluluða
eriþmek yollarýný aramak olmalýdýr. O halde sana her zaman öðrettiðim ilkeleri g
üt ve kullan Menoikeos...
(Menoikeos'a Mektup).
Epikuros'un Menoikeos'a öðrettiðini söylediði bu ilkeler þunlardýr: Aç kalmama
k, susuz kalmamak, üþümemek...
Bu durumda bulunan ve ilerideki günlerde de bu durumda olacaðýný uman insan mutl
ulukta Zeus'la yarýþabilir.
Bütün erdemler hoþ yaþamayý saðlamak içindir. Ýnsanýn amacý salt sükun halinde (
ataraksia) yaþamaktýr. Bu sükunu
bozacak her türlü baðlýlýklardan, bu arada evlilikten ve devlet iþlerine karýþma
ktan, kaçýnmalý ve dostlukla
yetinmelidir. Övülecek tek baðlýlýk, dostluktur (kardeþlik).
Evreni tanrýlar yaratmamýþtýr. Çünkü; durup dururken niçin yaratsýnlar? Kendi
kendilerine yeter olduklarý halde
evreni yaratmak iþine neden giriþsinler? En yüksek derecede mutlu bulunurlarken,
evreni yönetmek gibi aðýr bir
yükün altýna niçin girsinler? Böylesine kötülüklerle dolu bir dünyayý neden yara
tsýnlar?
Ýlkin her sözcüðün anlamýný incelemek gerekir Herodotos. O zaman diyebiliriz k
i, hiçbir þey hiçten doðmaz,
çünkü her þeyin kendine özgü doðurucu bir tohumu olmasaydý her þey, her þeyden d
oðabilirdi. Öte yandan da her
gözden yok olan yokluða dönseydi bütün þeyler yok olurdu, çünkü gözden yok olan
her þey ancak yoklukta karar
kýlabilirdi. Bundan çýkan sonuç þudur ki, dünya her zaman, þimdi olduðu gibi, va
r olagelmiþtir ve þimdiden sonra
da, þimdi olduðu gibi, var olacaktýr. Dünya, maddelerden kurulmuþtur. Bu maddele
rin varlýðýný da duyumlarýmýz
tanýtlamaktadýr. Cisimlerden kimileri bileþiktir, kimileri de bileþikleri meydan
a getiren elemanlardýr. Elemanlar,
görünmez ve deðiþmez nitelikte bulunan atomlardýr. Çünkü hiçbir þey yokluða dönm
ediði gibi, bileþikler daðýlýnca,
onlarý meydana getiren varlýklarýn da varlýkta kalmalarý gerekir. Dünya sonsuzdu
r. Çünkü her sonlunun bir ucu,
olmasý gerekir, dünyanýn ucu bulunmadýðýna göre, sonsuzluða açýktýr, sonu olmadý
ðýna göre de zorunlu olarak
sonlu deðil demektir. Atomlarýn hareketinin baþlangýcý yoktur. Çünkü atomlar boþ
luk kadar öncesizdir. Atomlarýn
hareketi sürekli ve sonsuzdur (Herotodos'a Mektup, Büyük Filozoflar Antolojisi,
Mehmet Karasan çevirisi,
Ýstanbul, 1949, s. 59-68).
Ýsteklerimizin kimileri doðal, kimileri de gereksizdir. Menbikeos. Doðal olanl
ardan kimileri sadece doðal,
kimileri de zorunludur. Zorunlu isteklerimizden kimileri yaþamak için, kimileri
vücudumuzun rahatlýðý için,
kimileri de mutluluðumuz içindir. Ýsteklerimiz üstüne doðru bir bilgi, bizlere,
istenenlerle istenmeyenlerin, vücudun
saðlýðýyla ruhun rahatlýðýný aradýðýný öðretmektedir. Mutlu bir yaþamanýn amacý,
sadece budur. Bütün
davranýþlarýmýzýn nedeni, vücut acýlarýmýzý olduðu kadar, ruh acýlarýmýzý da önl
emektir. Biz zevki, ancak
yokluðunda acý duyduðumuz zaman ararýz. Acý duymadýðýmýz zaman ona ihtiyacýmýz y
oktur. Bunun içindir ki zevk,
mutlu bir yaþamanýn gereðidir diyoruz. Bize göre zevk, doðal iyiliklerin baþýnda
gelir. Zevkin bu gücü, karþýmýza
çýkan ilk zevke sarýlmamýzý gerektirmez. Çünkü birçok zevkler sonunda acý doðuru
rlar. Acý doðuran zevkleri
istemediðimiz gibi, zevk doðuran acýlarýn baþýmýzýn üstünde yeri vardýr. Bu acýl
ar, o zevklerden üstündür elbet.
Böylece ve ayný þekilde her acý, bir kötülüktür ama, her acýdan kaçmak gerekmez.
Her acýyý ve her zevki, yararý ve
zararý bilgece gözden geçirilerek, deðerlendirmeli. Gerçekten, birçok hallerde,
iyi kötü olduðu gibi, kötü de iyidir.
Zevk en üstün iyidir dediðimiz zaman ne sefihlerin zevklerini, ne de hayvanca ha
zlarý ilerisürmekteyiz. Bizi
anlamayan bilgisizlerin suçlamalarýna kulak asma. Bizim sözünü ettiðimiz, sadece
, ruh rahatsýzlýðýyla beden
acýsýnýn yokluðundaki mutluluktur. Bedenimiz acýsýz ve ruhumuz rahatsa, mutluyuz
Menokieos. Ýnsaný mutlu kýlan,
ne kýyasýya içme, ne týka basa yeme, ne cinsel sapýklýklar, ne de zengin sofrala
rýný dolduran balýklarla etlerin
saðladýðý hazlardýr. Ýnsaný mutlu kýlan; akla uygun ve sade alýþkanlýklar, araya
caðýmýz ve sakýnacaðýmýz þeyleri iyice
ölçebilen, ruha rahatsýzlýk veren yanlýþ inanýþlarý söküp atabilen bir akýldýr.
O halde bütün bu söylediklerimizin
ilkesi, iyiliklerin en büyüðü olan bilgeliktir. Onu felsefeden de üstün tutmak g
erek. O bütün erdemlerin kaynaðýdýr.
Bu erdemlerse bizlere bilgelik, namus ve doðruluk olmaksýzýn mutlu olunamayacaðý
ný öðretiyor. Bunlarsa zevksiz
elde edilemez. Gerçekten, bunlarsýz mutlu bir yaþama olamayacaðý gibi, mutlu bir
yaþama olmadan da bunlar var
olamaz (Menoikeos'a mektnp).
Bilgelik, mutlu bir yaþamanýn, hem sonucu hem de nedeni oluyor böylece.
DÝREKLER ARASINDA BÝR GALERÝ. Ý.Ö. dördüncü yüzyýlýn son günlerinde Atina kent
ine bakarsanýz, þunlarý
görürsünüz: Platon'un sebze bahçesine Ksenokrates kurulmuþ, ünlü Akademi'nin söz
cülüðünü yapýyor. Onun
karþýsýnda, Epikuros'un kiraladýðý bir baþka sebze bahçesi var. Felsefe öylesine
bir geçer akçe ki, Atina
bahçývanlarý hýyar yetiþtirmek için yer bulamaz olmuþlar. Antisthenes'in kurduðu
Kinik okulun baþýna Krates
geçmiþ. Stilpon, Euclides'in kurduðu Megara okulunu yürütmek için söylevler çeki
yor. Kýbrýs adasýndan gelme
Zenon da Poikile meydanýnda direkler arasýnda kurulmuþ bir resim galerisine (sto
a) yerleþmiþtir.
Zenon da (Ý.Ö. 336-264), Epikuros gibi, bir yaþama biçimi kurma yolundadýr. Ýn
sanlar, kuramsal düþünceden
býkmýþa benzemektedirler. Kuramýn içinden iþlerine yarayaný seçmeye çalýþýyorlar
. Varlýðýn ilk nedeni hala
araþtýrýlýyorsa, artýk bu, yaþamanýn amacýný deðerlendirebilmek içindir. Bu amaç
, Zenon'da da bilgelik olmakta
devam ediyor. Gerçekte, antikçaðýn hangi öðretisine bakarsak bakalým hep bu amaç
ta birleþildiðini göreceðiz.
Bilim, mutlu yaþamak için istenilmektedir. En yüksek erdem, iyi ve mutlu yaþamak
týr.
Buna varmanýn yolu nedir?.. Öðretiler burada birbirlerinden ayrýlmaktadýrlar.
Zenon da, bu amaca varmak için,
yeni bir yol bulmaya çalýþmaktadýr:
Mutluluk istiyoruz?.. Haklýsýnýz... Þu halde nasýl mutlu olabiliriz?.. Bilgeli
ðe eriþerek... Bilgelik nedir ve buna
nasýl eriþilir?.. Zenon'un Stoa okulu, bu soruyu þöyle karþýlýyor: Teorik ve pra
tik erdemi elde ederek. Teorik erdem,
eþyanýn mahiyeti üstünde doðru bilgi edinmektir. Pratik erdem, akla uygun davran
maktýr. Bu iki erdem birbirlerine
baðlýdýrlar. Eþyanýn mahiyeti üstünde doðru bilgi edinemezseniz akla uygun davra
namazsýnýz. Bilimin deðeri,
pratik yararýndadýr.
Sorular bitmiyor: Edindiðimiz bilginin doðru olup olmadýðýný nasýl anlayacaðýz
?.. Zenon karþýlýyor hemen:
Edindiðimiz bilginin doðaya uygunluðuyla... Ýyi ama, edindiðimiz bilginin gerçek
ten doðaya uygun olup olmadýðýný
nasýl anlayalým?.. Zenon'da karþýlýk hazýr: Tasarýmlarýnýzý (katalepsis) ve saný
larýnýzý (doxa) bir yana býrakýn, açýk
seçik bilgi (episteme) edinin. Bilgenin bilgisi böylesine bir bilgidir.
Sorular devam ediyor: Davranýþlarýmýzýn, edindiðimiz bu açýk seçik bilgi sonun
da, akla uygun olup olmadýðýný
nasýl anlayacaðýz?.. Zenon, burada dört ana erdem ölçüsü veryor: Doðru seçme erd
emi (phronesis), sabýrla katlanma
erdemi (andreia), ölçülü olma erdemi (sophrosyne), adaletle üleþtirme erdemi (di
kaiosyne).. Bu karþýlýk, þu soruyu
getiriyor: Doðru seçtiðimizi, sabýrla katlandýðýmýzý, adaletle üleþtirdiðimizi n
asýl bilebiliriz? Doðaya uygun
davranarak (naturam sequi), diyor Zenon.
Stoa okulu, böylelikle, kalýcý bir ilkeye varmýþ olmaktadýr. Stoa düþüncesine
göre en doðru seçen, sabýrla
katlanan, en ölçülü ve en adaletli üleþtirici doða'dýr, bir baþka deyiþle, madde
'dir. Doðalaþan bilge, bir kaya
parçasýnýn mutluluðu içindedir. Hiçbir þey onu sarsamaz ve yýkamaz. Akla uygunlu
ðun ölçüsü, doðaya uygunluktur.
Çünkü akýl da bir doða, bir madde ürünüdür ve aklýn bütün düþünceleri doðada olu
p bitenlerin yansýmasýndan
baþka bir þey deðildir. Tasarýmlardan ve sanýlardan kurtulmuþ bir akýl, açýk seç
ik doða bilgisini edinebilir. Açýk
seçik doða bilgisi de, insana, yaþamak ve mutlu olmak için en doðru ölçüyü verec
ektir.
Zenon'un, kendini öldürerek göçüp gitmesinden sonra, Stoa okulunun baþýna öðre
ncisi Kleantes (Ý.Ö. 331-233)
geçti. Mistik, yapýlý bir atlet olan Kleantes, stoa öðretisine, dinsel bir anlay
ýþ getirmeye çalýþmýþtý. O da, öðretmeni
gibi kendini öldürünce, okul, bir süre Khrisippos'un (Ý.Ö. 280-206) yönetiminde
kaldý. Daha sonra Panaitios (Ý.Ö.
180-110) ve Poseidonios (Ý.Ö. 135-51), öðretiye, Platon ve Aristoteles düþüncele
rini karýþtýrdýlar. Panaitios,
Roma'nýn ünlü komutaný Scipio'nun arkadaþýymýþ. Okulun Roma'ya yerleþmesinde, bu
arkadaþlýðýn yardýmý
olmuþtur. Romalýlar stoanýn peþinde düþünsel bakýmdan nasýl önemli bir güç kazan
mýþlarsa, stoa da Romalýlarýn
elinde yepyeni bir kiþilik elde etmiþtir. Romalýlar, önce, stoayý karýþmýþ düþün
celerden kurtararak eklektizmden
ayýrmýþlar, sonra da onu kendi güçlerine uygun bir biçimde Romalýlaþtýrmýþlardýr
. Þunu da unutmamak gerekir ki,
her ne kadar çarmýha germiþlerse de, artýk dünya üstünde bir Ýsa yaþamýþ bulunma
ktadýr. Stoa öðretisi, bir hayli
güçlenmekte olan karþýt bir öðretiyle savaþmak zorundadýr. Bununla beraber stoa,
pek güçlü kalýcý deðerleri
yüzünden, ortaçaðýn kilise babalarýný bile etkileyecektir. Putçulukla Hýristiyan
lýk arasýnda son savaþ köylerde
olmuþ ve sonunda putçuluðu yenen Hýristiyanlýk, bu savaþta kazanabilmek pahasýna
, ilkelerinden birçoklarýný
putçuluða baðýþlamak zorunda kalmýþtýr (bkz. Hpnse Leonard, Hellen Latin Eskiçað
Bilgisi, Suat Yakup Baydur
çevirisi, c. ýý, s. 405-406).
BABA VE OÐLU. Düþünsel alanda geliþen ruh ve madde ikiliðine karþý, eylemsel a
landa da ezenler ve ezilenler
ikiliði geliþiyordu. Ýsrailoðullarýnýn Ýlyaþa, Amos, Yuþa, Ermiya gibi peygamber
leri güçsüzler adýna seslerini
duyurmaya baþlamýþlardý. Çoban peygamber Amos þöyle haykýrýyordu: Ey Ýsrailliler
, Asdot ve Mýsýr ülkelerindeki
saraylara seslenerek deyin ki: Samarie daðlarýnýn üstünde toplanýn ve neler çekt
iðimizi görün. Tanrý Yahova
buyuruyor ki, onlar doðru olaný bilmiyorlar. Bana adaklar sunmakla üstlerine düþ
eni yaptýklarýný sanýyorlar.
Onlarýn adaklarýný istemiyorum. Bilin ki, yakýnda, Tanrý'nýn tüzesi ve yargýsý y
eryüzünde seller gibi akacak...
Hýristiyanlýk, yeni bir din kýlýðý altýnda eski Yunan'ýn stoa felsefesini dile
getiriyordu. Doðal yaþayýþa
dönülmeliydi. Ýsa þöyle sesleniyordu: Gökteki kuþlara bakýnýz; ne ekerler ne biç
erler, ne kilerleri ne ambarlarý
vardýr, oysa Baba onlarý yeterince beslemektedir. Kýrdaki çiçeklere bakýnýz; ne
çalýþýrlar, ne iplik eðirirler, oysa
Baba onlarý yeterince giydirmektedir. Vay þimdi tok olanlarýn haline, çünkü aç k
alacaklardýr. Vay þimdi gülenlerin
haline, çünkü aðlayacaklardýr.
Gerekli olan, toplum sýnýflarýný altüst edecek yeni bir düzendi. Musa'nýn yara
r ölçüsüne karþýlýk Ýsa, bu düzeni
saðlamak üzere, yoksulluk ölçüsünü getiriyordu. Gerçek erdem yoksulluktaydý. Tan
rý katýna ancak yoksullar
ulaþabileceklerdi.
Nasýra kasabasýnda doðan doðramacý Ýsa, bütün insanlarýn kardeþliðine dayanan
yeni bir düþünce getiriyordu.
Ýnsanlarýn hepsi Baba Tanrý'nýn çocuklarýydý. Ýnsanýn ruhu, Tanrý'nýn ruhuydu. T
anrý, insanýn içindeydi. Babasý
nasýl kendisiyse, kendisi de öylece babasýydý. Ýlk bakýþta karýþýk gibi görünen
bu idealizm, þu düþünceye
varmaktadýr: Ýnsan, kendisinin Tanrýsýdýr. Ýnsanlar ancak sevgiyle birbirlerine
baðlanabilirlerdi. Sevmek içinse
eþitlik gerekiyordu. Eþitliði saðlayan yoksulluktu. Bu yüzdendi ki, bir devenin
iðnenin gözünden geçmesi, bir
varlýklýnýn Tanrý ülkesine girmesinden kolaydý. Ýnsanlarýn, yüzlerini bile görme
yeceði mirasçýlarý için para
biriktirmesi saçmaydý. Gökteki kuþlara bakmalýydý, onlar ne ekiyorlar ne de biçi
yorlardý, ne kilerleri ne de
ambarlarý vardý, ama Baba onlarý pekala besliyordu. Biri sevilip ötekine yüz çev
rilmeden iki efendiye birden kulluk
edilemezdi, ya Tanrý'ya kulluk ya da Mamon'a (eski Suriyelilerin zenginlik tanrý
sý) kölelikten birini seçmek
gerekiyordu. Ne yiyecek ne de giyecek için kaygý çekilmemeliydi; yaþamak yiyecek
ten, beden giyecekten daha
soylu deðil miydi? Kýr zambaklarýna bakmalýydý, ne çalýþýrlar, ne iplik eðirirle
rdi, oysa Süleyman bile onlar gibi
giyinememiþti. Bir kýr otunu böyle giydirebilen Baba, insanlara neler yapmazdý?
Yarýn için kaygý çekmemeliydi,
çünkü yarýn denilen gün kendi kaygýsýný çekiyordu, her güne kendi derdi yeterdi.
Dünya kötülüklerle doluydu. Krallar peygamberleri öldürüyor, din bilginleri ba
þkalarýna emrettiklerini kendileri
yapmýyorlardý. Doðrular eziliyor, iyilere aðlamak düþüyordu. Oysa gök saltanatý
gelmek üzereydi; Tanrý, iyilere
düþman olan dünyadan iyilerin öcünü alacaktý. Ýyiliðin egemenliði yakýndý, iyili
k çaðýnýn baþlamasý birdenbire
olacaktý. Bu, dünyanýn en önemli devrimiydi. Büyükler küçüklüðü, küçükler de büy
üklüðü tadacaktý. Gök saltanatý,
iyi balýklarla kötü balýklarýn bir arada kaynaþtýðý büyük bir aðýn savrulmasýydý
. Ýyi balýklar ayýklanacak, kötülerse
yeniden denize atýlacaktý. Gök saltanatý, iyi bitkilerle kötü bitkilerin birbirl
erinden ayrýlacaklarý saatti. Karamuðun
buðdaydan ayrýlacaðý an gelmek üzereydi.
Bu düþüncelerden çoðu Ýsa'dan önce de biliniyordu. Ruhlarýn özgürlüðü, eski Yu
nan'dan geliyordu. Danyal, gök
saltanatýndan söz açmýþtý. Sirakh oðlu Ýsa, Gamaliel, Soho'lu Antigone, Hillel g
ibi adamlar bunlara benzer sözler
söylemiþlerdi. Özellikle, dinin iyilik etmekten ibaret bulunduðunu söyleyen Sira
kh oðlu, adaþýndan çok daha önce
ona önderlik etmiþti. Oysa bütün bu davranýþlar, Ýsa'nýn uyandýrdýðý ilgiyi doðu
ramamýþtý. Çünkü Ýsa, hiçbir ayrýlýk
gözetmeksizin, dünyanýn bütün yoksullarýna sesleniyordu.
Ýsa'dan sonraki ilk yüzyýllar, yoksulluðu en büyük erdem sayan yüzyýllardýr. O
rtaçaðýn sonlarýna kadar, dünyanýn
her yerinde, yoksul anlamýndaki ebion tilciðinden yapýlan ebionistler adý altýnd
a dilenci ordularý türemiþtir.
Özellikle, bilimin sýký bir baský altýnda tutulduðu en karanlýk çað olan ortaçað
, böylesine dilenci mezhepleriyle
doludur. Lyon yoksullarý, Ýncil yoksullarý, Fratricelle'ler, Begard'lar, Bonhomm
e'lar bunlarýn sayýsýz örneklerinden
birkaçýdýr. Bütün bu mezhepler, Ýsa'nýn en gerçek çýraklarý olduklarýný savunuyo
rlardý. Yoksulluktan da öteye giden
bir çeþit dilencilik, yüzyýllar boyunca, en büyük ermiþlik, varýlmasý gereken te
k erdem sayýlmýþtýr. Xiii'ncü yüzyýlda
yeni bir din kurma yolunda beliren Ambria olayý, yoksullar adýna yapýlmýþtý. Ýsa
'nýn hikayemsi öðütlerinden biri
ebionistlerin amacý olmuþtu: Varlýklý bir adam vardý, yiyip içip keyfine bakardý
. Lazar adýnda bir yoksul da yaralar
bereler içinde kývranýr, varlýklýnýn artýklarýyla geçinirdi, yoksulu Ýbrahim'in
kucaðýna vermiþlerdi. Cehennemin
acýlarý içinde kývranan varlýklý; ey Ýbrahim baba, diye baðýrdý, Lazar'ý gönder
de parmaðýnýn ucunu suya batýrýp
dilimi serinletsin, çok acý çekiyorum... Ýbrahim þöyle karþýlýk verdi: Ey oðul,
sen dünyada iyilik payýný alýrken
Lazar kötülük payýný alýyordu. O þimdi acýlarýný unutacak, sen acý çekeceksin.
Ýsa'nýn yaptýklarý ve söyledikleri Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafýndan d
ört Ýncil'de anlatýlmýþtýr.
Hýristiyanlýðýn kutsal kitabý, Eski Ahit adý verilen Tevrat'ý bütünüyle kapsadýð
ý gibi Yeni Ahit adý altýnda dört
Ýncil'le birlikte daha birçok mektup ve vahyi toplamýþtýr. Hýristiyanlýk, ilk bi
çimiyle, bir Yahudi mezhebi olarak
belirmiþtir. Hýristiyanlýðýn bir sistem olarak yayýlýþý, Ýsa'nýn ölümünden sonra
, Tarsus'lu Pavlus'un iþidir. Yeni
Ahit'te yer alan Resullerin Ýþleri adlý kitabýnda þöyle demektedir: Bütün ulusla
rý Ýsa Mesih'e imana çaðýrmak üzere
onun aracýlýðýyla inayet ve peygamberlik aldým. Roma'da bulunan kutsallýða çaðrý
lmýþ bütün sevgililerine Babamýz
Allah ve Rab Ýsa Mesih'ten inayet ve selam olsun. Pavlus, bu mektuplarýnda, Yahu
diliðin erdemlerini anlatarak
uluslarý Ýsa'nýn Yahudi mezhebine çaðýrmaktadýr. Romalýlara mektubunda, Yahudili
ðin erdemleri çoktur, çünkü
onlar Allah'ýn vahiylerine kavuþtular, Allah onlara emniyet ,etti demektedir. Es
ki ve Yeni Ahit'lerin tümünü
kapsayan Hýristiyanlýðýn kutsal kitabý, Yuhanna'nýn vahyiyle son bulmaktadýr. Ku
tsal kitabýn son buyruklarý
þunlardýr: Bu kitabýn peygamberlik sözlerini her iþiten ben þehadet ediyorum. Eð
er bir kiþi bunlara bir þey katarsa
Tanrý da bu kitaplarda yazýlmýþ olan belalarý ona katacaktýr, eðer bir kiþi bunl
ardan bir þey çýkarýrsa, Tanrý da onu
bu kitapta yazýlmýþ olan hayat aðacýndan ve kutsal þehirden çýkaracaktýr. Bütün
bunlara þehadet eden, tez geliyorum,
diyor. Amin; gel ya Rab Ýsa!..
GEREKLÝ OLAN. Ýsa, Marta, Marta... ne çok þey istiyorsun? Oysa gerekli olan ya
lnýz bir þeydir demiþti. Ne
demek istediði belli. Ama insanlara daha ve baþkaca birçok þeyler gerekmekte.
Tarihsel süreçte Yunan mucizesi'ni Roma mucizesi izlemektedir. Can çekiþen Yun
an köleciliði, yerini, gittikçe
geliþen Roma köleciliðine býrakýyor. Yunanlýlar, tarihsel pratiðin teorisini kur
muþlardý, Romalýlarsa Yunan
teorisinin pratiðini gerçekleþtiriyorlar. Romalýlarýn düþünsel yaþamý, stoacýlýð
ýn Roma'ya sokulmasýyla baþlamýþtýr.
Roma stoacýlýðýnýn ünlü düþünürleri Marcus Tullius Cicero (Ý.Ö. 106-43), Annaeus
Seneca (3-65), köle Epiktetos
(50-130) ve Ýmparator Marcus Aurelius'tur (121-180). Stoacýlýðýn Roma'ya yerleþm
esinde stoacý Panaitios'la
Roma'nýn ünlü komutaný Scipio ve stoacý Diodotos'la Roma'nýn ünlü devlet adamý C
icero arasýndaki dostluklarýn
büyük yardýmý olmuþtur. Romalýlar stoa öðretisiyle nasýl düþünsel bir güç kazanm
ýþlarsa stoa öðretisi de
Romalýlarýn elinde yepyeni bir kiþilik elde etmiþtir. Romalýlar, önce, stocalýðý
karýþmýþ düþüncelerden temizleyerek
eklektizmden kurtarmýþtýr, sonra da onu kendi güçlülüklerine uygun olarak Romalý
laþtýrmýþlardýr. Bundan baþka
stoacýlýk, yeni filizlenen Hýristiyanlýkla da savaþmak zorunda kaldýðýndan yeni
deðerlere yönelmiþtir. Buna karþý
Hýristiyanlýk da putçulukla yaptýðý bu savaþý kazanabilmek için stoacýlýktan bir
çok ilkeler benimsemek zorunda
kalmýþtýr.
Roma stoacýlýðýnýn baþýnda Cicero, Seneca, köle Epiktetos ve Ýmparator Marcus
Aurelius bulunmaktadýr.
Bunlardan sadece biri, Cicero, isa'dan önce yaþamýþtýr.
Marcus Tullius Cicero'nun (Ý.Ö. 106-43) bu konudaki önemi, daha çok, hemen büt
ün Yunan felsefesini
Romalýlara tanýtmýþ olmasýndadýr. Bu bakýmdan Roma felsefe dilinin babasý sayýlý
yor. Stoacý Diodotos'un yakýn
dostuydu. Yunancayla stoacýlýðý ondan öðrenmiþ olmalýdýr. Filozof olarak stoacýl
ýða pek bir þey katmýþ deðildir. Þu
örnekte de görüleceði gibi, düþüncesi, stoa temeline dayanmaktadýr: En gerçek ka
nun, doðru akýldýr. Doðru akýl,
doðaya uygun, bütün varlýklarda ayný, deðiþmez, yok olmaz bir güçtür. O, bize gö
revimizi gösterir. Namuslu adam,
onun buyruk ve yasaklarýna kulaklarýný týkamaz. Bu kanun, hiçbir deðiþme tanýmaz
; Atina'da baþka, Roma'da baþka
deðildir. Bu, bütün zamanlarda ve bütün uluslarý yöneten tek ve ayný kanundur (D
e Rebuplica 3. kitap, XXii).
Annaeus Seneca (Ý.S. 3-65), ruhun ölümsüzlüðüne inanmak gibi ruhçu çýkýþlarýna
karþýn, özellikle doða bilimi
bakýmýndan stoacýlýða yeni deðerler kazandýrmýþtýr. Þu mektuplar, onun stoacý dü
þüncelerini belirtmektedirler:
Ölçülü tutkularý olmak mý, ya da hiçbir tutkusu olmamak mý daha iyidir dersin Lu
cilius?.. Bizim stoacýlar hiçbir
tutkuyu istemiyorlar, Aristocularsa ölçülü olmak þartýyla kimilerine göz yumuyor
lar. Ben, kendi payýma, bir
hastalýktan vücudun nasýl yararlanabileceðini anlamýyorum. Korkma, elinden alýnm
asýný istemediðin hiçbir þeyi
senden ayýracak deðilim. Ben, ancak kötü ve bozuk olaný alacaðým senin elinden.
Þehveti ve sefihliði senden
alýyorum ama, yaþayýþýný tatlý kýlabilecek her þeyi sana býrakýyorum. Onlar seni
yöneteceði yerde, sen onlarý yönet.
Bütün tutkularýn doðal kaynaktan çýktýðýný bilmez deðilim. Bunlar, yaþamaya katl
anabilmek için gereklidir. Ancak,
þehvet ve sefihlik, yaþamaya katlanabilmek için deðil, sadece kendileri için ger
eklidirler. O halde kapýlarýmýzý
bunlara kapayalým. Çünkü onlarý içeri almak kolaydýr ama, dýþarýya atmak zordur
Lucilius... (Lucilius'a Mektuplar,
CXVi). Köle de ne demek oluyor Lucilius? Þehvet ve oburluðun yüzünden asýl köle
sen deðil misin? Hepimiz ayný
kökten, ayný kaynaktan gelmekteyiz. Hiç kimse baþkasýndan daha soylu deðildir. E
vlerinin avlusunu atalarýnýn
resimleriyle süsleyenler, soylu deðil, ünlüdürler. Herkesin bir tek babasý vardý
r, o da Gök Tanrý'dýr. Parlak ya da
sönük basamaklarla herkesin kütüðü ona çýkar (De Beneficiis, XXViii). Sadece nam
usun iyi olduðunu anlamadýkça
mutlu olamazsýn Lucilius. Çünkü mutlu yaþamak için kuþkuyla titrememek gerekir.
Bizi güvene götüren tek bir yol
varsa o da bütün dýþ þeyleri hor görmek ve namusla yetinmektir. Kendini erdeme d
eðil de talihe býrakýrsan
özgürlüðünden olur, baþkalarýna boyun eðersin. Gerçek iyiler, aklýn verdikleridi
r. Çünkü onlar, saðlam ve süreklidir.
Mutluluk budur Lucilius... (Lucilius'a Mektuplar, LXXV).
Epiktetos (Ý.S. 50-130), ölümsüzlüðe inanmaz, bitimsiz bir yaþayýþý düþünmeyi
açýkça gülünç bulur. Eski stoaya
baðlý sert bir ahlakçýdýr. Efendisi sakat bacaðýný bükerek eðlenirken, yapma kýr
arsýn, demiþ. Bacak kýrýlýnca da,
hiçbir þey olmamýþ gibi, soðukkanlýlýkla, kýrarsýn demedin mi, diye mýrýldanmakl
a yetinmiþ. Bu olay onun Andreia
erdemine ne büyük bir düþünce gücüyle baðlandýðýný tanýtlamaktadýr (Ýnsanlarýn,
kýrýlan bacaða katlanmak yerine, o
bacaðý kýrdýrmamak gerektiðini öðrenmeleri için daha pek uzun yýllar geçecektir)
. Tek satýr yazmamýþtý.
Düþüncelerini, öðrencilerinin tuttuðu notlardan öðreniyoruz. Bu notlarda, örneði
n, þunlarý söylemektedir: Bilgelik,
elimizde olan ve olmayan þeyleri bilmek ve ona göre davranmaktýr. Elimizde olanl
ar davranýþlarýmýz, elimizde
olmayanlarsa vücudumuzdur. Senin olaný kendine ayýr, senin olmayanýn yakasýný bý
rak. En büyük felaket, ölümü
felaket saymaktýr. Ýsteklerinin her halde gerçekleþmesini istiyorsan sadece kend
i elinde olanlarý iste Her þeyin iki
kulpu vardýr. Biri onu taþýmaya elveriþli, öbürü deðildir. Kardeþin sana bir köt
ülük ederse, onu sana kötülük ettiði
yandan alma. Çünkü o kulp onu taþýmaz. Kardeþin olduðu yandan al. Çünkü onu taþý
yabilecek kulp, bu kulptur.
Yapacaðýn iþi ölç. O yükü kaldýrabilecek misin? Güreþçi olmak istiyorsan kollarý
na bak. Filozof olmak istiyorsan,
baþkalarý kadar yemekle beraber, filozoflar kadar içmekle yetinip yetinemeyeceði
ni düþün. Bugün filozof, yarýn
tefeci, öbür gün Kayser'in vekilharcý olamazsýn. Tek bir adam olman gerek, iyi y
a da kötü tek bir adam. Bilge odur
ki kimseyi kötülemez, kimseyi övmez, kimseden yakýnmaz, kimseyi suçlamaz. O, büt
ün isteklerini kökünden söküp
atmýþtýr. Yalan söylememek gerektiðini her zaman tanýtlarýz ve her zaman yalan s
öyleriz. Gerekli olan, neden yalan
söylememeli? sorusunun karþýlýðýný bulmak deðil, yalan söylememektir. Doða yasas
ý, her doðanýn ölmesini
gerektirir. O halde ölmen gerek. Ben sonsuzluk deðilim. Nasýl saat günün bir par
çasýysa ben de bütünün bir
parçasýyým. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Geçip gitmenin biçimi hiç de
önemli deðil. Ýster sýtmayla olsun,
ister suyla... Görevimiz, elimizde olaný yapmak, üst yanýna kulak asmamaktýr. De
niz yolculuðuna çýkacaksam
gemiyi, kaptaný, mevsimi seçerim. Çünkü bunlar benim elimdedir. Yolda bir fýrtýn
a koparsa umursamam, çünkü bu,
benim elimde deðildir. Nasýl kaptaný seçmek benim görevimse, fýrtýnayla uðraþmak
da öylece kaptanýn görevidir, o
düþünsün, bana ne.. (Düþünceler-Sohbetler).
Ýmparator Marcus Aurelius (Ý.S. 121-180) da, Seneca gibi, ruhun ölümsüzlüðüne
inanýyor. Bir yandan da Epiktetos
gibi, sert bir ahlakçýdýr. Eski stoanýn, kendi kendisiyle hesaplaþmak (nefis mur
akebesi) ilkesini en iyi
uygulayanlardan biri olduðunu þu yapýtýyla da tanýtlamýþtýr: Kendime Bakýþlar...
Marcus Aurelius'a göre bizler, bir
bað kütüðü gibi yemiþ vermek için yaþamaktayýz. Aklýmýz, bedenimiz üstünde egeme
n olamayacak kadar
güçsüzleþmiþse, yaþamaktan isteðimizle ayrýlmalýyýz. Seneca'nýn da dediði gibi,
yeterince yaþamak elimizdedir.
Marcus Aurelius þöyle demektedir: Doðaya uygun olarak yaþa ve ondan tasalanmadan
ayrýl, týpký olgunlaþmýþ bir
yemiþ gibi. Yemiþ olgunlaþýnca kendisini yaratmýþ olan aðaca ve topraða minnet d
uyarak yere düþer... Roma
köleciliðinin pratik yaþamý günümüz anamalcýlýðýný hazýrlaya dursun, teorik yaþa
mýndan günümüze sadece iki
mutluluk öðüdü kalmýþtýr.
Mutluluðun engellerinden biri de ölüm korkusudur. Öleceðini bilmek düþüncesi,
umut kýrýcý bir düþüncedir. Ölüm
olayý bir anda meydana gelecektir. Oysa, Bergson'un dediði gibi, her an meydana
gelmediði görüldüðüne göre,
sürekli olarak tekrarlanan bu deney insanda belirsiz bir kuþku yaratmakta, ölüm
düþüncesiyle çöken kesinliðin
ürpertici etkilerini yumuþatmaktadýr. Bu deney kendisini oyalayarak, ölüm bunalý
mýndan kurtulmuþtur. Bu
oyalanma genç insanlarda pek güçlüdür. Ama çan seslerinin duyulmaya baþladýðý y
aþlýlýk yýllarý kapýyý çalýnca
oyalanma gücü de bir hayli azalýr. Yaþlý insan, artýk ölüm korkusunun baskýsý a
ltýndadýr.
Marcus Tullius Cicero (Çiçeron) bu baskýya karþý direniyor. Yaþlýlýðýn üstünlü
kleri yok mudur? diye soruyor
kendi kendine Bu üstünlükler mutluluk vermez mi?.. Cicero, yaþlýlýðýn sorunlarýn
ý dört bölümde topluyor:
Çalýþmaktan uzaklaþmak, bedensel çöküntü, zevk yoksunluðu, ölüme yakýnlýk.
Cicero, Yaþlýlýk (De Senectute) adlý yapýtýný altmýþ iki yaþýnda yazdý. Bir yý
l sonra, kafasýnýn kýlýçla
kesileceðinden habersizdi. Roma imparatorluðunun en ünlü kiþilerinden biriydi. K
onsüllük etmiþti. Usta bir
söylevci, düþünce ve edebiyat adamýydý. Julius Caesar'ýn diktatörlüðünden sonra
bir köþeye çekilmiþ, kendini
büsbütün edebiyatla felsefeye vermiþti. Caesar, senatoda hançerlenince yeniden s
iyaset tutkusuna kapýldý. Roma'nýn
bir hayli karýþýk günleriydi. Caesar'ý hançerleyenler yaptýklarý iþin sonucunu a
lamadan kaçmýþlar, meydaný boþ
býrakmýþlardý: Cicero, bu boþluktan yararlanmasýný bilen Marcus Antonius'e karþý
, Caesar'ýn yeðeni genç Octavius'ü
tuttu. Antonius'le Octavius birleþince, büyük mutluluðuna inandýðý yaþlýlýðýný y
aþayamadý. Kafasý kesilerek
öldürüldü.
Cicero, dört bölümde topladýðý yaþlýlýk sorunlarý üstünde, ayrý ayrý düþünüyor
. Yaþlýlýðýn yapacaðý iþler yok
mudur? diye soruyor önce Yaþlýlar, gençlerin yaptýklarý iþleri yapamazlar, beden
sel güçleri yetmez, doðru. Ama çok
daha büyük, çok daha deðerli iþler yapabilirler. Büyük iþler, çeviklikle deðil,
bilgi ve düþünce gücüyle yapýlýr.
Yaþlýlýk bu güçleri artýrýr. Isparta'da en önemli görevlerde bulunanlara Yaþlýla
r, bunlarýn kurullarýna da Yaþlýlar
Kurulu denirdi. Yaþlandýkça belleðimizin (hafýza) gücünü yitirdiði sanýsý doðru
deðildir. Ýþletmezsen ya da
yaratýlýþtan aðýr iþliyorsa güçsüzdür elbet. Ýþleyen akýl gücünü yitirmez. Oðull
arý, yaþlýlýðýndan ötürü mallarýný
yönetemiyor diye koca Sophokles'i suçlamaya kalkmýþlardý. Sophokles, yargýçlara,
o sýrada yazdýðý Oidipus
Kolomnosta'yý okudu. Yargýçlarýn parmaðý aðzýnda kaldý. Homeros'u, Simonides'i,
Ýsokrates'i, Gorgias'ý, Platon'u,
Pythagoras'ý, Zenon'u, Diogenes'i düþünün. Bunlar, en ünlü yapýtlarýný en yaþlýl
ýk günlerinde vermiþlerdi. Ýnsan çok
yaþayýnca görmek istemediði birçok þeyi görür derler. Ýyi ama, görmek istediði b
irçok þeyi de görür.
Yeni yetiþtiðim sýralarda bir boða ya da bir fil kadar güçlü olmak umurumda de
ðildi. Þimdi de gençlikteki gücümü
yitiriþim umurumda deðildir. Elinde olaný kullanmak gerek. Ünlerini kollarýndaki
güce borçlu olanlar
hayýflanabilirler. Kafa gücüyse son soluða dek sürer. Kyros, ölürken, iyice yaþl
andýðý halde, hiçbir gün kendini
gençliðindekinden daha güçsüz bulmadýðýný söylemiþti. Milon, Olympia meydanýna o
muzlarýnda canlý bir öküzle
girmiþ. Sana böyle bir omuz gücünün mü, yoksa Pythagoras'ýnki gibi bir kafa gücü
nün mü verilmesini isterdin?
Hiçbir iþ yapamayacak kadar yaþlýlar da vardýr elbet. Ama bu güçsüzlük yaþlýlýðý
n iþi deðil, saðlýðýn iþidir. Saðlýðýný
koruyan yaþlý, böylesine güçsüzleþmez. Bundan baþka, gençler bile zayýf yapýlý o
labildiðine göre, yaþlýlarýn zayýf
yapýlý olmasýnda þaþýlacak ne var? Bunaklýk denilen aptallýk, her yaþlýda deðil,
az akýllý yaþlýlarda olur. Hem bunak
gençlerin sayýsý daha mý az? Cacilius, komedilerdeki budala kocamýþlar, derken;
her þeye inanýveren, unutkan,
gevþemiþ yaþlýlarý anlatmak istemiþti. Bunlarsa yaþlýlýðýn deðil uyuþuk, tembel,
uykucu bir yaþlýnýn kusurlarýdýr.
Çalýþkan yaþlý, yaþlýlýðýnýn geldiðini duymaz bile Böylece, haberi olmadan yaþla
nýr. Birden çöküvermez, yavaþ
yavaþ söner.
Yaþlýlar aþýrý zevklerden yoksundur. Eðer yaþlýlýk, bizlerden, gençliðin o en
kötü kusurunu uzaklaþtýrýyorsa ne
büyük bir iyilik ediyor. Bedensel zevk, doðanýn insanlara verdiði en büyük belad
ýr. Þehvetin göze aldýrmadýðý hiçbir
kötülük yoktur. Þehvetle erdem bir arada bulunamazlar. Akýl, zevk isteðini uzakl
aþtýrmaya yetmiyorsa, bunu
yapabilen yaþlýlýða saygý duymalýyýz. Her þeye yettiði halde zevk isteðini durdu
rmaya yetmeyen aklý düþünün, aþýrý
zevk isteðinin kötülüðünü daha iyi anlarsýnýz, akýl size gerekiyorsa eðer. Aþýrý
lýða kaçmayan zevklerdense yaþlýlar
da yararlanabilirler. Yaþlýlar, güzel sofralardan, sýk sýk boþaltýlan kadehlerde
n uzak kalýyorlarsa sarhoþluktan,
hazýmsýzlýktan, uykusuzluktan da uzak kalýyorlar demektir. Yaþlýlar, iyi sofrala
rýn baþýnda otururlar. Konuþma
hevesini artýrýp yiyip içme hevesini azaltan yaþlýlýða çok þeyler borçluyuz. Ama
insanýn içini gýcýklayan öyle zevkler
vardýr ki, yaþlýlar bunlarý duyamazlar diyebilirsiniz. Doðru, ama yaþlýlar bu ze
vklerin yokluðunu da duymazlar.
Yokluðunu duymadýðýn þeyin üzüntüsünü de duymazsýn. Bir þeye karþý istek duymaya
n ondan yoksun kalmýþ
deðildir. Bir bakýma bu yoksunluk da pek o kadar büyütülmemeli. Bir tiyatroyu ön
sýralardan seyredenler daha çok
zevk alýr ama, arka sýralardan seyredenler de zevk alýr. Zevk düþkünlüðüne, yüks
elme hýrsýna, baþkalarýný geçmek
için didinmeye, tutkularýn tümüne kölelik ettikten sonra ruhun yapayalnýz kalmas
ý, kendisiyle baþ baþa yaþamasý ne
paha biçilmez bir zevktir. Eðitim ve bilgiyle beslenince, insana, istediðini yap
mak için gereken zamaný býrakan
yaþlýlýktan daha hoþ bir þey olamaz. Solon, bir mýsraýnda ne güzel söylüyor: Her
gün bildiklerime birçok þeyler
katarak yaþlanýyorum.
Yaþlýlýk ölüme yakýnmýþ. Onca yýl yaþayýp da ölümün küçümsenmesi gerektiðini a
nlamayan yaþlýya yazýklar olsun.
Hangi genç budala akþama kadar yaþayacaðýný kesinlikle söyleyebilir? Hem gençler
de insaný ölüme götüren
nedenler yaþlýlardan daha çoktur. Yaþlýlarýn sayýsýnýn az oluþu da gençlerin dah
a çok öldüklerini göstermiyor mu?
Ölüm, ruhu tümüyle yok ediyorsa, üstünde durulmaya deðmez, onu sonsuz bir ömür y
aþayacaðý bir yere
götürüyorsa, istenilmesi gereken bir þeydir. Ölüm, gençlerin de baþýnda olduðuna
göre, niçin yaþlýlýðý kötüleme
nedeni olsun? Ben, kendi payýma, oðlumun ölümünü görmekle ölümün yaþa bakmadýðýn
ý acý bir deneyle öðrenmiþ
bulunuyorum. Bir genç uzun bir süre yaþayacaðýný umar, bir yaþlýysa böyle bir um
ut besleyemez, diyebilirler. Kesin
olmayan bir þeye umut baðlamak düpedüz budalalýktýr. Bundan baþka yaþlý, gencin
umduðunu ele geçirmiþ
bulunduðundan, daha iyi bir durumdadýr. Biri uzun bir süre yaþamayý umar, ötekiy
se uzun bir süre yaþamýþtýr. Bir
aktörün hoþa gitmesi için oyunun bitmesi gerekmez, oynadýðý perdede beðenilmesi
yeter. Bir ömür, kýsa da olsa,
gereði gibi yaþamaya yetecek kadar uzundur. Elmalar hamken çekilip kopartýlýr, o
lgunlaþýnca kendiliklerinden
düþerler. Böylece, gençlerin canýný da bir güç koparýp alýr, yaþlýlarsa olgunluk
tan sönerler. Bu olgunluk, bana öyle
tatlý geliyor ki, uzun bir deniz yolculuðundan sonra karayý görür gibi oluyor, s
onunda bir limana varmak
kesinliðinin hazzýný duyuyorum. Önemli olan, hayata doymuþ olmaktýr. Her çaðýn,
ayrý ayrý giderilmesi gereken
hevesleri vardýr. Nasýl ki bir genç, bir çocuðun; bir orta yaþlý da bir gencin h
eveslerini duymaz ve aramazsa bir yaþlý
da öylece kendinden önceki çaðlarýn heveslerini duymaz ve aramaz. Yaþamaya doyma
nýn anlamý budur. Tanrýlardan
biri bana yeniden çocukluða dönmemi baðýþlasaydý bütün gücümle direnirdim. Yarýþ
ý baþarýyla bitiren at, meydanýn
öbür ucuna dönmek istemez. Yaþadýðýma piþman deðilim, dünyaya boþuna gelmediðimi
biliyorum, ömrümü gereði
gibi geçirdim. Ksenophon bir yapýtýnda, ölmek üzere olan Kyros'a þunlarý söyleti
r: Sevgili çocuklarým, siz benim
ruhumu ne zaman gördünüz ki öldükten sonra göremeyeceðiniz için aðlýyorsunuz? Ci
cero, yaþlýlýk üstüne söylevini
þu sözlerle bitiriyor: Keþke sizler de bu çaða gelseniz de benden dinlediklerini
zin doðru olduðunu kendi
deneylerinizle anlayabilseniz.
Marcus Tullius Cicero, Yaþlýktan (De Senectute), sonra Dostluk'u (De Amicitia)
da övdü. Düþünce, Aristoteles'le
Theophrastos'tan gelmektedir. Ancak, Romalý stoacý Cicero, dostluðun, Yunan kökü
nden gelen tanýmýný
Romalýlaþtýrmýþtýr. Taným, stoacýlýðýn temel düþüncesine uygundur: Dostluk, anla
þmaktýr (symphonia). Dostluk,
insanlarýn insanlarla ve tanrýlarla ilgili her þeyde, yakýnlýk ve sevgi duygular
ýyla anlaþmalarýdýr. Ancak, iki
insanýn birbiriyle anlaþabilmesi kolay deðildir. Dostluðu gerçekleþtirecek bir a
nlaþmanýn doðabilmesi için birtakým
nitelikler ister. Bu nitelikleri taþýmayanlar, dost olamayacaklarý gibi, dost da
edinemezler. Cicero, yapýtýnda, bu
nitelikleri bilimsel bir sýraya sokarak saymamýþtýr. Yapýtýn bütünü içinde, konu
þmanýn gidiþine göre serpiþtirilen bu
nitelikler, þöylece sýralanabilirler:
1- Dostluk, ancak iyi insanlar arasýnda gerçekleþebilir. Ýyilik, dostluðun en
gerekli niteliðidir. Ýyi olmayan insanlar
dost olamazlar. Ama iyiliðin ölçüsü nedir?.. Cicero, iyilik konusunda, filozofla
rýn ölçülerini aþýrý bulmaktadýr.
Filozoflara göre, bir insanýn iyi olabilmesi için, bilge olmasý gereklidir. Cice
ro'ya göre, bu anlamda bir iyiliðe hiçbir
ölümlü eriþememiþtir. Bilgelik, kýskançlýk dolu, karanlýk bir sözdür. Ýyi sayýlm
ak için doðruluk, dürüstlük,
hakseverlik ve cömertlik yolunu tutmak yeter. Katýksýz iyilik, erdemli kiþide bu
lunur. Çünkü dostluðu hem doðuran,
hem sürdüren erdemdir. Genellikle iyi sayýlan insanlar, iyi insanlardýr. Onlarýn
erdemleri, günlük yaþayýþ için
yeterlidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde bulunmayan insanlarý düþlemek gerekmez.
2- Dostluk, sürekliliði gerektirir. Süreklilik niteliði bulunmayan yerde, dost
luðun sözü edilemez. Sürekliliði de
ancak erdemlilik saðlayabileceðine göre, bu nitelik, iyilik niteliðine sýkýca ba
ðlýdýr. Cicero'ya göre, gerçek
dostluklar ölümsüzdür. Ancak bu sürekliliði saðlamak da kolay bir þey deðildir.
Ortaya çýkar ayrýlýklarý çýkabilir,
siyasal düþünceler çatýþabilir, insanlarýn huylarý deðiþebilir. Kara alýnyazýlar
ý gibi, dostluðun üstüne çöken öyle
rastlantýlar vardýr ki, bunlardan kaçýnmak, insan bilgeliðinin deðil, talihin iþ
idir.
3- Dostluk, her alanda uyuþmayý gerektirir. Her alanda uyuþmamýþ olanlar, süre
klilik niteliðini, bundan ötürü de
dostluðu saðlayamazlar. Düþüncelerinde, beðenilerinde, yaþayýþlarýnda benzerlik
bulunanlar, birbirleriyle
uyuþabilirler. Ayrý düþünceler, ayrý beðeniler, ayrý yaþayýþ biçimleri uyuþma ye
rine, çatýþma doðururlar. Her alanda
uyuþmamýþ kiþilerin dostluðu, yalancý bir dostluktur ve her yalancýlýk gibi günü
n birinde kýrýlýp dökülmek
zorundadýr.
4- Dostluk, sadakati gerektirir. Çünkü uzun bir süre uyuþmuþ bulunanlar, bu uy
uþmanýn bir, ya da birkaç niteliðini
yitirebilirler. Önceden uyuþmamýþ kiþilerin dostluklarý ne kadar yalancý bir dos
tluksa, bu niteliklerin
yitirilmesinden ötürü bozulan dostluklar da o kadar yalancýdýr. Gerçek dostluk,
ölümsüzdür. Talihin gözü kördür
derler ama, güler yüz gösterdiði kiþilerin de gözlerini kör ettiði bir gerçektir
. Onlar, çok kez, bir kendini beðenme ve
dostunu hor görme duygusuna kapýlabilirler. Hiçbir þey, talihli bir budaladan da
ha çekilmez olamaz. Kimilerinin;
önceden erdemli insanlarken, kumanda ve yetki elde ederek mutluluða eriþtikten s
onra, deðiþtikleri, eski dostlarýný
hor görüp yenilerine baðlandýklarý görülebilir. Yetkileri ya da paralarýyla alýn
abilecek her þeyi elde edip de,
dostluðu, evrenin bu en deðerli ve en güzel süsünü elde etmemelerinden daha buda
laca ne olabilir? Alýnabilecek
olan þeyler, kim güçlüyse onun malýdýrlar. Dostluksa, sadece dostun malýdýr.
5- Dostluk, akýllýlýðý gerektirir. Herkesin mallarýný alýrken, sadece kendisin
in olaný almasýný beceremeyen budalalar
dostluk kuramazlar. Bu akýllýlýk, sevgi alanýnda filizlenen bir akýllýlýktýr. Se
vgi erdemi, dostluklarý hem kurar, hem
korur. Çünkü, onda her türlü ahenk, süreklilik, saðlamlýk vardýr. Kendini göster
ip ýþýðýný parlattýðý zaman,
baþkasýnda da parladýðýný gördüðü erdem ýþýðýna yaklaþýr, ondaki ýþýktan da ýþýk
alýr. Dostluk, iþte bu ýþýktan
tutuþur. Sevgi ve dostluk sözcükleri ayný kökten gelirler (Amor, amicitia, amore
). Sevmekse, hiçbir þeye
gereksinmeden, hiçbir yarar beklemeden, sevilen'e baðlanmak demektir. Akýllýlýk,
gerçek olanla gerçek olmayaný
ayýrmada tek ölçüdür. Yüze gülücüyle gerçek dostu, akýllýlýk ayýrýr.
6- Dostluk, birliði gerektirir. Taras'lý Arkhitas (Ý.Ö. dördüncü yüzyýlda yaþa
yan Pythagorasçý filozof) ne doðru
söylemiþ:
Bir insan, göðe yükselerek evreni ve yýldýzlarýn güzelliðini seyretseydi bu seyi
r ona hoþ gelmeyecekti. Oysa yanýnda
gördüklerini anlatabileceði bir dostu bulunsaydý bundan pek hoþlanýrdý... Evet,
doða yalnýzlýðý sevmiyor. Dostluðun
en tatlý yaný da, doðanýn istediði bu birlikteliði gerçekleþtirmesidir. Doða, ne
istediðini, ne aradýðýný bu kadar açýk
olarak belli ettiði halde, bilmem nasýl oluyor da bu kadar saðýrlaþabiliyor, doð
anýn uyarmalarýna kulaklarýmýzý bu
kadar týkayabiliyoruz?.. Dostlar arasýnda, sadece sevgi ve beðenme deðil, saygý
da bulunacaktýr. Doða, dostluðu,
erdemin yardýmcýsý olsun diye vermiþtir, kötülüklerin yardakçýsý olsun diye deði
l. Onun amacý þudur: Erdem, tek
baþýna en üstün iyi'ye eriþemediðine göre, oraya baþkasýyla birleþip ortak olara
k eriþsin. Ýþte, bence, diyor Cicero,
insanlarýn peþinde koþmaya deðer saydýklarý her þeyi, þerefi, ünü, ruhun sükun v
e sevincini içine alan birlik, bu
birliktir. Bütün bunlar var olunca, yaþamak, mutlulukla dolar. Bunlar olmadan mu
tlu olunamaz. Mademki bu birlik,
en üstün iyiliktir, onu elde etmek istiyorsak, erdem kazanmaya çalýþalým. Erdems
iz, ne dostluða, ne de herhangi bir
þeye eriþebiliriz. Erdeme deðer vermeden dost edindiklerini sanan insanlar bir g
ün kötü bir olayla karþýlaþmak
zorunda kalýrlarsa, o zaman; ne kadar yanýlmýþ olduklarýný anlayacaklardýr. Atin
alý Timon bile (insanlarýn
nankörlüðünden tiksinerek yalnýzlýðý arayan Atinalý zengin), tiksintisini dökebi
lecek bir insan aramamaya
katlanamamýþtýr.
Cicero, yapýtýnda, dostluðun sýnýrlarýný da çizmeye çalýþýyor. Soruyor: Acaba,
Coriolanus'ün (Ý.Ö. V'nci yüzyýlda
yaþayan Romalý komutan, önceleri pek sevildiði halde, sürgün cezasýna çarptýrýlý
nca Roma'nýn üstüne yürümeye
kalkmýþtý) dostlarý olsaydý, vatana karþý, onunla birlikte silaha sarýlýrlar mýy
dý?.. Doða, dostluðu, erdemin yardýmcýsý
olsun diye vermiþtir, kötülüklerin yardakçýsý olsun diye deðil. Dostluðun temeli
, erdeme karþý duyulan saygýya
dayandýðýna göre, insan erdemden ayrýlýrsa, dostluk süremez. Utanç verici bir þe
y istememek, istenince de
yapmamak, dostluðun en kutsal yasasýdýr. Dosttan þerefli þeyler istemek, dost uð
runa þerefli þeyler yapmak,
dostluðun en kutsal yasasýdýr.
Bu konuda üç düþünce ileri sürülmektedir:
a) Dostumuza karþý, kendimize beslediðimiz duygularýn aynýný beslemek düþünces
i: Bu düþünce, doðru bir
düþünce deðildir. Çünkü, kendimiz için yapamayacaðýmýz nice iþler vardýr ki, dos
tlarýmýz uðrunda pekala
yapabiliriz. Örneðin, kendimiz için yalvarmak þerefsizlik olduðu halde, dostumuz
için yalvarmak ne büyük þereftir.
b) Dostumuza karþý, dostumuzun bizim için beslediði duygularýn aynýný beslemek
düþüncesi: Bu düþünce de,
doðru deðildir. Yapýlan ve görülen iyiliklerin eþ olmasýný istemek, dostluðu çok
ince ve derin hesaplara vurmak
demektir. Gerçek dostluk, daha zengin, daha cömerttir. Aldýðýndan çok vermemekte
bu kadar titiz davranmaz.
c) Dostumuza karþý, onun kendisine beslediði duygularýn aynýný beslemek düþünc
esi: Bu düþünce de yanlýþtýr.
Çünkü, kimi insanlarýn güçleri kýrýlmýþ, ya da baþarýya ulaþma umutlarý yitirilm
iþ olabilir. Dostunun da onun gibi
düþünmesi dostluða yaraþmaz. Tersine, dost, dostunun güçsüzlüðünü gidermeye, yit
irilen umutlarýný desteklemeye
çalýþan kiþidir.

Öyleyse, gerçek dostluðun sýnýrlarý baþka türlü çizilecektir: Töresel bir temi
zlik içinde katýksýz bir anlaþma.
Dostluk üstüne söyleyeceklerim iþte bunlar, diyor Cicero, size gelince, siz er
deme öylesine deðer verin ki, onsuz
dostluk olamaz erdemden baþka hiçbir þeyin dostluða üstün tutulabileceðine inanm
ayýn. Antikçað Yunan
bölünmezciliði (Atomculuðu)'nin büyük ve güçlü ürünü Epikurosçuluk'tur. Epikuros
çuluðun büyük ürünü de Latin
özdekçiliði'nin baþlýca temsilcisi Lukretius'dur. Özdekçilik, böylelikle, eski Y
unan'dan eski Roma'ya geçmiþ
bulunmaktadýr. Bu, öylesine bir geçiþtir ki, yüzyýllarca sonra Batý'yý uyandýrac
ak ve özdekçilik anlayýþýna geniþ
boyutlar kazandýracaktýr. Ýdealizme pek yakýþan bir güçlüler egemenliðinin vatan
ý olan Roma'da Lukretius,
Roma'nýn bütün görkemine direnen saðlam bir tohum gibidir. Roma egemenlerinin çý
karlarýna uygun düþen dinsel
ve gizemsel felsefenin temsilcileri Cicero, Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius
'un bütün çabalarýna karþýn bu
tohum gittikçe verimli olmaktan alýkonulamamýþtýr. Benjamin Farrington, Epikuros
'un Tanrýlarý ve Roma Devleti
adlý yazýsýnda þöyle der (The Modern Quarterly, sayý 3, c. I, Londra, s. 214): E
pikurosçularýn ona karþý: duyduklarý
taparcasýna sevgi, Cicero'nun hoþuna gitmiyordu. Tusculenedes, Ý.Ö. 45 yýlýnda E
pikurosçuluðun Roma'da
yayýlýþýna öfkeleniyor,. baþka bir felsefenin önerilmesini amaçlýyordu. Epikuros
özdekçiliðinin Roma'da yayýlýþýnýn
baþlýca etkenleri, onun ilk çeviricisi Amafinius'le Lukretius'dür. (Bilinmesi ge
rekir ki Lukretius, Roma'da,
kendisinden hiç söz edilmemek yoluyla baltalanmýþtýr. Kimi incelemecilere göre,
bu susku, örgütlenmiþ ve bilinçli
bir suskudur. Çaðýmýzda da uygulanan bu yöntem bir dereceye kadar etkendir. Nite
kim Lukretius'un kiþiliði ve
yaþamý üstüne bu yüzden hemen hiçbir bilgi kalmadýðý gibi, yazýlarýnýn çoðu da y
itip gitmiþtir). Günümüze kalan
parçalarýndan birinde büyük özdekçi düþünür þöyle der (Lukretius, Nesnelerin Doð
asý üstüne, kitap ii, satýr 59-63):
Kendi zenginliklerini arttýrmak için vatandaþlarýnýn kanlarýný dökerler. Cinayet
üstüne cinayet iþleyerek
zenginliklerini iki katýna çýkarýrlar. Kardeþlerinin cenaze törenleri onlar için
haz konusu, yakýnlarýnýn sofralarý kin
kaynaðýdýr.
Lukretius'un bütün düþüncelerini ve Epikuros özdekçiliðine katkýsýný De Rerum
Natura adýný taþýyan bu þiirden
öðreniyoruz. Bu þiir altý kitaba bölünmüþtür. Lukretius'a göre; evren sürekli ol
arak devinen özdekten meydana
gelmiþtir, baþlangýcý ve sonu yoktur, yaratýlmamýþtýr ve yok olmayacaktýr, zaman
ve uzay devinen özdeðin dýþýnda
varolamaz, bunlar birbirleriyle baðýntýlýdýrlar, özdeðin bölünebilirliði atomda
biter; evrenin bütün deðiþik
görünüþlerinin içinde bu atomlar vardýr, doðayý açýklamada yaratýcý ilkeler haya
l etmek yanlýþtýr ve yalandýr, sonsuz
olan evrende sayýsýz dünyalar vardýr, bu dünyalar hep ayný atomsal özdeklerden m
eydana gelmiþtir, devim özdeðin
bir özelliðidir ve hiçbir doðadýþý varlýðýn fiskesiyle meydana gelmiþ deðildir,
demir gibi en katý
cisimlerin bile içi sonsuz bir devimle devinmektedir. Görüldüðü gibi, çaðdaþ bil
imin birçok verileri bu þiirde
verilmiþtir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu gibi özdekçi düþüncelerin her zam
an þunlar gibi sosyo-ekonomik
gözlemleri de birlikte getirmiþ olmasýdýr: Ýnsanlarýn gümüþ ve altýn damarlarýný
izlediði, topraðýn derinliklerinin
demirle araþtýrýldýðý bu yerlerde Scaptensula'nýn dibinden pis kokulu bir soluk
yayýlýr. Madencilerin yüzleri ve
tenleri bu zararlý soluk altýnda çöker. Onlarýn neden çabuk öldüklerini ve ne tü
rlü çetin bir baskýyla bu uðraþýya
boyun eðdirildiklerini, varlýklarýnýn nasýl bir güvensizlik içinde olduðunu hiç
görmediniz ya da duymadýnýz mý?
(Ýbid, kitap Vi, satýr 808-815). Lukretius bunlardan baþka doðaya hiçbir þeyin k
umanda etmediði ve edemeyeceði,
doðada nesnel yasalarýn var bulunduðu ve doðanýn bu yasalara göre geliþtiði, bu
yasalarýn nesnel olduklarý kadar da
zorunlu bulunduklarý, düþüncenin nesnel gerçeðin bir yansýmasý olduðu, sevinç ve
acý izlenimlerimizin
duyumlarýmýz ve algýlarýmýzla meydana konduðu vb. gibi þaþkýnlýk verici çaðdaþ d
üþünceler ileri sürmüþtür.
Unutulmamalýdýr ki, bütün bu düþünceler Ý.Ö. ileri sürülmüþlerdir, yirmi bir y
üzyýllýk bir kýdemleri vardýr.
Lukretius'a göre kendiliðindenlik evrenin oluþmasýnda temel yasadýr. Þöyle der:
Evrenin atomlarýnýn yerli yerine
yerleþtirilmiþ olmalarý, bir kafanýn hazýrladýðý bir plana göre olmuþ deðildir.
Evrenin içinde bin bir türlü deðiþime
uðradýktan, sonsuzluk boyunca sarsýlýp yerlerinden edildikten sonra, her çeþit d
evinmeleri ve birleþmeleri deneye
deneye sonunda evreni meydana getiren bir düzene ulaþmýþlardýr (Ýbid, kitap I, s
atýr 1024-1028). Demek ki, bu
düzen kendiliðinden elde edilmiþ, evren kendi kendini deneye deneye kurmuþtur. H
er þeyin bir baþlangýcý, bir
yaþamý ve bir sonu olduðu yolundaki eytiþimsel tez, Lukretius'da bütün açýklýðýy
la dile gelir: Devinmeler, varoluþa
ne kesin olarak üstün gelebilirler ve ne de onu koruyabilirler. Meydana gelmiþ o
laný tümüyle yýkamayacaklarý gibi,
meydana getirdiklerini koruyamazlar da. Varolma ve yok olma arasýndaki savaþ bu
yüzden sonsuza eþit koþullarda
sürüp gider. Yaþam, kimi zaman burada ve kimi zaman orada üsttedir. Ölüm de öyle
. Aydýnlýk denizin kýyýlarýna
ayak basan çocuðun yaþam viyaklamalarý, ölümün hüzün verici iniltilerine karýþýr
. Bu iki oluþ birbirine karýþmadan
hiçbir gecenin ardýndan gündüz gelmediði gibi hiçbir gündüz de geceye dönmemiþti
r. (Ýbid, kitap ii, satýr 569-580).
Demek ki evren, sonsuz bir oluþ içindedir. Epikurosçu ataraxia, Lukretius'un büy
ük þiirsel deðeri bulunan
dizelerinde þöyle dile gelir: Doða'nýn ne dediðini duymuyor musunuz? Beden için
acýdan ,uzak, tin için tasasýz
olmaktan baþka bir istediði var mý ki? Acýyý dindirebilen, tasayý yok edebilen h
er þey ona sevinç verir. Doða, doða
olarak, bundan baþka bir þey istemez. Eðer bizim evimizde ellerinde geceyi aydýn
latmak için meþaleler tutan
heykeller yoksa, her yaný gümüþle ýþýldamýyor ve altýnla parýldamýyorsa ne çýkar
, bir akarsu boyunda; bir aðacýn
dallarý altýnda, dostlarýn arasýnda, taze çimenlerin üstüne uzanarak, kolayca ve
masrafsýzca, kendimizi
dinçleþtirebilmek, hele hava bize gülümsüyorsa ve mevsim yeþil otlarýn arasýna ç
içekler serpiþtirmiþse.. bize yeter
(Ýbid, kitap ii, satýr 17-33).
Evet sevgili Lukretius, gerekli olan, þimdilik sadece bu.
ÝKÝ KURUM. Boþ zamanlarýnda Cicero'nun felsefesel öðütleriyle eðlenen Romalý,
pratik yaþamýnda katý yürekli,
gözü pek bir iþadamýdýr. Kölelerini çalýþtýrýrken ne yaþlýlýk tanýr, ne de dostl
uk. Yunanlýlarýn düþünsel kavramlarýný
Latinlere aktarýp Batý felsefesinin terimsel temellerini atan Cicero'nun bile ne
yaman bir iþini bilir olduðu ilerde
görülecektir. Romateorisi gelecek yüzyýllara öðütler düzenlerken Roma pratiði ge
lecek yüzyýllara miras býrakmak
üzere iki Toplumsal kurum pekiþtirmektedir: Mülkiyet ve aile. Mülkiyet, insanlýk
tarihinin belli bir aþamasýnda
meydana çýkmýþ tarihsel bir olgudur. Tarihsel süreçte üretim tarzýyla belirlenmi
þtir. Yunan ozanlarýnýn altýnçað
adýný verdikleri komünal toplumda özel mülkiyet yoktu, komünal topluluðun hep bi
rlikte mülkiyeti demek olan
ortak mülkiyet vardý. Çünkü insanlar tek baþlarýna deðil, kollektif bir biçimde
hep birlikte üretebiliyorlardý. Ortak
çalýþma zorunluðu ortak mülkiyeti gerektiriyordu. Ýnsanlar arasýndaki çeþitli il
iþkiler, eþdeyiþle üretim iliþkileri, hep
bu ortaklýkla düzenlenmiþti. Zamanla üretim aletleri geliþti, bir aile baþka ail
elerin yardýmý olmaksýzýn üretebilme
gücünü kazandý. Çalýþma özelleþince mülkiyet de özelleþti. Daha açýk bir deyiþle
mülkiyet, nasýl ortak çalýþmada
ortak olmak zorundaysa, özel çalýþmada da özel olmak zorundaydý. Ne var ki insan
lar arasýndaki iliþkiler de, buna
uygun olarak, yeni biçimlere dönüþüyordu. Ýnsanlar nasýl üretirlerse öylece tüke
tirler, tüketim biçimi üretim
biçiminden ayrýlamaz. Ortak çalýþma nasýl ortak mülkiyeti ve ortak tüketimi gere
ktirmiþse özel çalýþma da öylece
özel mülkiyeti ve eþit olmayan özel tüketimi gerektirdi. Ýnsanlar nasýl üretmiþl
erse öylece mülk edinmiþler ve öylece
tüketmiþler, buna uygun siyasal sistemler kurmuþlardýr. Bundan ötürüdür ki insa
nlýk tarihinde toplumlarýn siyasal
sistemleri, üretim biçimleriyle koþullanan mülkiyet biçimleriyle belirlenmektedi
r. Romalýlarýn köleci
imparatorluklarý böylesine bir belirlenmenin ürünüdür. Daha sonra oluþacak olan
feodal, anamalcý ve toplumcu
sistemler de böylesine bir altyapýyla belirleneceklerdir. Ne var ki insanlar ale
tsiz çalýþamaz, üretim araçlarýna
sahip olmaksýzýn üretemezler.
Her insanýn elinde üretim aleti bulunduðu sürece insanlar birbirleriyle eþit k
alýrlar, ama insanlarýn bir bölümü öbür
bölümünün elinden üretim aletlerini zorla alýrlarsa sýnýflar gerçekleþir. Bir bö
lüm insanlar köleleþirken bir bölüm
insanlar da köle sahibi olurlar. Sadece köle sahibi olmakla da kalmazlar, ayný z
amanda ve ayný nedenden ötürü aile
sahibi de olurlar. Aile, tarýmýn ve köleliðin gerçekleþmesiyle meydana gelmiþtir
. Demek ki özel mülkiyetin
ürünüdür. Ýlkin, insanlar arasýnda her türlü kuraldan yoksun cinsel iliþkiler va
rdý. Bunlar, bir aile iliþkileri deðil, bir
aþiret iliþkileriydi. Ana, Çocuk, kardeþ gözetilmeksizin aþiretin bütün kadýnla
rýyla bütün erkekleri birbirleriyle
cinsel iliþki kurabilirlerdi. Bu durumda Baba belli olmadýðýndan çocuklar toplum
undu. Aþiretin ekonomik yapýsý da
buna uygundu, herkes aþiret için çalýþýr ve her þey herkes arasýnda bölüþülürdü.
Bu durum, mülkiyet haklarýnýn
meydana çýkmasýyla, zorunlu olarak ailenin bugünkü biçimi olan tek eþli evlilik
biçimine dönüþtü. Mülkiyet ve
bundan doðan miras haklarýný sürdürmek için babalarý kesinlikle belli olan çocuk
lar yetiþtirmek gerekiyordu. Bu
aþama, baþka cinsel iliþkinin sadece kadýna yasaklanmasýyla gerçekleþti.
ÝLK KAVGA. Mal edinme yüzünden ilk kavga, ilk insanla baþlýyor. Musa'nýn birin
ci kitabýnýn dördüncü bölümü
bu masalý þöyle anlatýr: Ve Adem, karýsý Havva'yý. bildi. Havva gebe kalýp Kabil
'le Habil'i doðurdu. Kabil çiftçi,
Habil çoban oldu. Günler geçti. Kabil, Tanrý'ya topraðýn ilk ürünlerini sundu. H
abil de sürünün ilk ürünlerini. Tanrý,
Habil'in armaðanýný aldý, Kabil'in armaðanýna bakmadý. Kabil çok öfkelendi ve ký
rda karþýlaþýnca kardeþi Habil'i
öldürdü. Günler geçip koþullar elverdikçe insanlar iki bölümde birikiyorlar: Eze
nler ve ezilenler... Kavga, bunlar
arasýnda olmaktadýr. Nitekim ilk büyük kavgalara da, ezenlerle ezilenlerin en ço
k sivrildikleri Roma imparatorluðu
topraklarýnda rastlýyoruz.
Bu kavgalardan ilki, Lucius Sergius Katilina'nýn (Ý.Ö. 109-6l) yönettiði kavga
dýr. Bu kavgada, tarihsel diyalektik
çok önemli bir dönüþme örneði veriyor: Ezenlerin soyundan geldiði halde ezilenle
rin savunucusu Katilina'yla
ezilenlerin soyundan geldiði halde ezenlerin savunucusu Çiçeron karþý karþýyadýr
. Güçlülere dayanan Çiçeron,
Katilina'ya karþý konsül seçilmiþtir. Katilina, yoksullara toprak daðýtýlmasýný
ve çeþitli faizlerle haksýzca kabaran
borçlarýnýn silinmesini istemektedir. Buna karþý Çiçeron, Görevler adlý yapýtýnd
a þöyle yazýyor: Varlýklýlarýn
elindeki topraðý almak ve borçlarý silmek ha?.. Fakat bu, devletin temellerini s
arsmak demektir. Çünkü, devletin
görevi, mülkiyeti korumaktýr. Kendi paramla yaptýrdýðým evi baþkalarý kullansýn,
böyle þey görülmüþ müdür? Borç
olarak verdiðim kendi paramý köylüden geri istememeliymiþim, bu da ne demek oluy
or?..
Bunun ne demek olduðunu, Katilina ayaklanmasýna katýlan komutan Manlius, bir m
ektubunda þöyle anlatýyor:
Bütün anlaþmazlýklarýn ve savaþlarýn kaynaðý olan zenginliði istemiyoruz. Ýstedi
ðimiz, sadece özgürlüktür...
Katilina, önceleri, sosyal adaleti olumlu bir yoldan gerçekleþtirmeyi düþünüyord
u. Bunun için de iki kez konsül
seçilmeye çalýþmýþtý. Ama olumlu yol kapanýnca olumsuz yola baþvurmak zorunda ka
ldý. Büyük bir ayaklanma
tertipledi. Ne var ki bu ayaklanmanýn sonunda, üstün güçler karþýsýnda dayanamay
arak arkadaþý Manlius'la birlikte
savaþ alanýnda öldürüldü. Tarihçi Salluste, Katilina ayaklanmasýný yerdiði halde
, onun, Floransa dolaylarýnda
kahramanca can verdiðini yazmaktadýr. Þöyle diyor: Yüzü, ölümünden sonra bile ka
hramanlýðýný yitirmemiþti,
varlýklýlarý küçümsemekte devam ediyordu... Katilina olayý, 1611'de B. Johnson'u
n ve 1748'de Crebillon'un
yazdýklarý iki ünlü trajediye konu olmuþtur. Ezilenlerin ezenlere karþý ikinci b
üyük ayaklanmasý, gene Roma'da,
Spartaküs adlý kölenin yönettiði ayaklanmadýr (Ý.Ö. 73-71). Spartaküs, Trakya'da
n devþirilmiþ, çok üstün nitelikleri
olan bir adamdý. Kimi tarihçiler onu, Anibal deðerinde bir komutan saymaktadýrla
r. Roma'da büyük çiftliklerin
iþletilmesi kölelerin gücüne dayanýyordu. Roma, gittikçe geliþen zenginliðini kö
lelere borçluydu. Köleler, genellikle
savaþ tutsaklarýydý. Kölelerin saðladýklarý üstün bir mutluluða eriþen Roma, ne
var ki bu mutluluðu ödemekte pek
cimriydi. Romalý kölelerin yaþayýþý, Romalý hayvanlarýn yaþayýþýndan daha kötüyd
ü. Tanýnmalarý için kýzgýn
demirle göðüsleri damgalanýyor, kaçmamalarý için kalýn zincirlerle birbirlerine
baðlanýyorlardý. Romalý soylularý
eðlendirmek için birbirleriyle dövüþtürülüyor, birbirlerini boðazlamak zorunda b
ýrakýlýyorlardý. Vahþi hayvanlarýn
önüne atýlýp parçalattýrýlmalarý da baþka bir eðlence biçimiydi. Spartaküs de bu
kölelerden biridir. Yetmiþ kadar
köleyle birlikte kaçmanýn yolunu bulmuþ, arkalarýndan gönderilen üstün kuvvetler
i darmadaðýn ederek silahlarýný
ele geçirmiþtir. Ýtalya'nýn dört bir yanýndan koþup gelen bütün ezilmiþlerin kat
ýlmasýyla kýsa zamanda büyük bir
ordu kurarak Roma'yý titretmeye baþlamýþtýr. Bu, öylesine bir titremeydi ki, Rom
alý analar yaramazlýk eden
çocuklarýný, Spartaküs geliyor diye sindiriyorlardý. Spartaküs, üstüne gönderile
n kocaman Roma ordularýna karþý
birçok önemli baþarýlar elde ettiði halde, sonunda, yenilgiden kurtulamamýþtýr.
Bu yenilgi, Romalýlarýn bile
ummadýklarý bir sonuçtu. Çünkü Spartaküs, Roma'yý kökünden temizleyecek yolun dö
rtte üçünü aþmýþ
bulunuyordu.
ÝKÝ KAVRAM. Bir yanda ezenlerle ezilenler her gün biraz daha uçlaþýrken öbür y
anda ezenler sýnýfýndan toprak
sahiplerinin karþýsýna para adamlarý dikilmektedir. Böylelikle insan düþüncesind
e iki önemli kavram daha
oluþmaktadýr: Vergi ve faiz. Vergi, devlet kurumunun masraflarýný karþýlamak içi
n halktan alýnan paradýr. Daha açýk
bir deyiþle, Roma'nýn köleci devletinde köleleri baský altýnda tutmak ve baþkald
ýrmalarýna engel olmak için kurulan
devlet örgütünün parasýný da köleler öder. 1793 Fransýz Anayasasý, hiçbir vatand
aþ devlet masraflarýna katýlmak
þerefinden yoksun býrakýlamaz demekle, onu bir þeref olarak nitelemiþtir. Bununl
a beraber, birçok vatandaþlar bu
þereften, açýk ve gizli olmak üzere iki yolla, yoksun býrakýlmýþlardýr. Bu þeref
yoksunluðunun açýk yoluna maliye
dilinde vergi muafiyeti denir. Gizli yolsa birçok karmaþýk vergi formülleriyle g
erçekleþtirilir. Bu karmaþýk hesap
formüllerinin kolaylýkla anlaþýlabilecek olaný araçlý vergilerdir. Bir ölçek tuz
alýrken Romalý konsülle Romalý köle
ayný vergiyi öder. Gerçekte her ikisinin de tuz ihtiyacý ayný niceliktedir. Daha
açýk bir deyiþle, bir varlýklý, parasý
çok olduðundan ötürü daha çok tuz yiyemez. Bu vergiyi ödeyen konsülün varlýðýnda
n hiçbir þey eksilmez, ama köle
belki de bütün varlýðýný harcamýþ olur. Vergiyi ödeyen konsülle köledir ama, ver
gi tuzdan alýnýyormuþ gibi görünür.
Her þey bir vergi konusudur. Ýngiltere Baþbakaný Gladstone, yeni kurulan Faraday
laboratuarlarýný gezerken:
Elektrik ne iþe yarar? diye sormuþ. Faraday da: Devletin vergi almasýna yarar ef
endim! demiþ. Ýþte baþkaldýran
kölelerin azaltýlmasýný istediði vergi bu vergidir.
Faiz, kiralanan paranýn kira bedelidir. Borç para verenle borç para alan arasý
ndaki anlaþmadan ya da yasalardan
doðar. Büyük dinler, paranýn gittikçe artan gücüne karþý toprak sahipleri sýnýfý
ný korumak için faizi
yasaklamýþlardýr. Çünkü büyük dinlerin meydana çýktýklarý çaðlarda egemen sýnýf,
köleci eþdeyiþle toprak sahipleri
sýnýfýydý. Toprak sahipleriyse topraklarýný iþletebilmek için daima borç para al
mak durumundaydýlar. Aldýklarý borç
paraya karþý faiz ödemek istemiyorlar, kendilerine borç verenlerin erdemli 'olma
kla yetinmeleri gerektiðini ileri
sürüyorlardý. Tanrý adýna bunun da çaresi bulunmuþ ve faiz bütün büyük dinlerce
yasaklanmýþtýr. Ne var ki
egemenlik, köleci eþdeyiþle toprak sahipleri sýnýfýndan para sahipleri sýnýfýna
geçince dinler önce pek zor bir
durumda kaldýlar. Çünkü daima egemen olan sýnýfý korumak görevini yüklendiklerin
den bu sefer de para sahipleri
sýnýfýný korumalarý gerekiyordu. Ama Tanrý adýna bunun da yolu kolaylýkla bulund
u ve hiyle-i þer'iyye'lerle faize göz
yumma yolu tutuldu. Vergiler ve faizlerle ezilenleri avutmak gerekiyordu. Metafi
ziðin güçlü kurumlarý bu avutma
görevini yerine getirebilmek için tarihsel süreçte durmadan deðiþiyorlar, yeni ç
areler arýyorlar, yeni biçimlere
dönüþüyorlardý.
DÝNSEL BÝREÞÝM. Görüldüðü gibi, din kurumu her zaman ve her yerde güçlülerin y
anýndadýr. Bu dünyadan
umutlarýný kesmiþ bulunan ezilmiþler, onun öbür dünya vaatlerine dört elle sarýl
mýþlardýr. Ne var ki bu oyalanma da
yetmiyor, ara sýra canlarý boðazlarýna gelip baþkaldýrýyorlar. Oyalamanýn bir ba
þka yolu dinleri çeþitlendirip, bu
çeþitli dinleri de küçük ayrýntýlarla çeþitli mezheplere ayýrarak, ezilmiþleri b
irbirlerine saldýrtmaktýr. Ý.S. III.
yüzyýlda Ýran'da akýllý bir adam yaþadý. Bu adam, bütün dinlerin ayný kaynaktan
doðduðunu, deðmez ayrýntýlar
yüzünden bunca yýldýr insanlarýn boþ yere birbirleriyle boðuþtuklarýný görerek b
ütün dinleri tek bir dinde
toplamaya, bir çeþit dinler bireþimi (sentez) yapmaya kalktý. Bu akýllý adamýn a
dý Mani'dir (Ý.S. 216-276).
Fransýzlar, Manes ya da Manichee diyorlar, Latincede de Mancius deniyor. Bu büyü
k Ýranlýnýn kurduðu dinin adý
Manilik'tir (Manicheisme). Manilik dünyanýn dört bucaðýna hýzla yayýlmýþ, Xi'nci
yüzyýlda Fransa'ya bile
sokulmuþtur.
Ermiþ Augustinus bile bir ara bu dini benimsemiþtir. Manilik, dinlerin bireþimin
i yaparak, dinler arasýndaki kavgayý
kaldýrmak amacýný güdüyordu. Zerdüþt rahipleri Ý.S. 276 yýlýnda Mani'yi yakalaya
rak derisini yüzüp astýlar. Oysa
Manilik akýmýný önleyemediler. Bu akým, için için kaynayarak yüzyýllar boyunca y
aþadý ve günümüze dek geldi.
Maniliðin temelinde hemen her dinden, akýl ölçüsüne uyularak alýnmýþ, bir parça
vardýr. Dinin ana kuralý, iyilikle
kötülük karþýtlýðýna dayanmaktadýr. Ýyilik, ýþýk ve ruhtur, kötülük de karanlýk
ve bedendir. Evren, bir iyilikle
kötülük karýþýmýdýr. Evrenin bir parçasý olan insan da öyledir, ruh ve bedenden,
iyilikle kötülükten yapýlmýþtýr.
Bedenin (maddenin) içine hapsedilip acý çeken ruhlarý kurtarmak gerekir. Bütün r
uhlar arýnarak maddeden kurtulup
gerçek yerlerine, ýþýk göðü'ne çýktýklarý zaman dünyanýn sonu gelecektir. Mani,
Ýsa'dan da yararlanmýþ; Ýsa'nýn
kendisini müjdelediðini, sözünü ettiðini Kutsal Ruh'un kendisi olduðunu ileri sü
rmüþtür. Mani, bütün dinlerin
güneþ-ýþýk gücü temeline dayandýðýný görmüþ, dinin bütün dualarýný bize ýþýk gön
deren güneþe ve aya yöneltmiþtir.
Oruç tutmak, kardeþçe bir arada yemek yemek gibi çoðu dinlerdeki ortak biçimlere
de önem vermiþti. Ýnsanlarýn,
kendilerini baðlayan ve zora sokan biçimlerden ne kadar hoþlandýklarýný biliyord
u. Hýristiyanlara ermiþ Pavlus'un
yazdýklarýna aldýrmamalarýný söyleyerek, gerçek Ýsa'nýn bir ýþýk habercisi olduð
unu, bu ýþýðýn da Manilik bireþim
diniyle gerçekleþtiðini bildiriyordu. Ýyi bir Mani olabilmek için her türlü tutk
udan ve yalancýlýktan sakýnarak
yaþamak yetecekti. Ýyiliðin ilkeleri, tutkularýný yenmesini bilmekle doðru sözlü
olmaktý. Ýnsanlardan istediði,
yaþadýklarý sürece, bu kadarcýk bir çaba gösterebilmeleriydi. Bu çabayý göstereb
ilenler arýnmýþ, kurtulmuþ (erdemli)
ruhlar olacaklardý.
TANRIYA GÖTÜREN ÜÇ YOL. Erdeme, tanrýya benzemeye çalýþmakla ulaþýlýr, diyor P
lotinos. Ýnsanýn amacý,
tanrýya benzemek olmalýdýr. Plotinos (203-270), Mýsýrda yerleþmiþ bir Romalý ana
babanýn çocuðudur. Likopolis'te
doðmuþtur. O zamanlar Mýsýr topraklarý Roma Ýmparatoru Septimus Severus'un egeme
nliði altýndaydý. Plotinos, Ý.S.
231 yýlýnda, yirmi sekiz yaþýndayken felsefeyle ilgilendi. Ýskenderiye'de. Ammon
ios Sakkas'ýn öðrencisi oldu. Roma
Ýmparatoru Gordianus'un Ýranlýlara karþý açtýðý savaþa katýldý. Romalýlarýn baþa
rýsýzlýðýyla biten bu savaþtan sonra,
243 yýlýnda, Roma'ya yerleþti. Roma'da kurduðu felsefe okulunda, ölümüne kadar,
sürekli olarak yirmi beþ yýl
felsefe okuttu. Hemen herkesçe beðenilen, aþýrý saygý gören mutlu bir kiþiydi. Ö
ðrencileri arasýnda o çaðýn en ünlü
bilginleri, sanatçýlarý, Ýmparator Gallienus, Ýmparatoriçe Salonina vardý. Okulu
, bilgili kiþilerin buluþma yeriydi..
Ýmparatordan saygý, sevgi; yardým görüyordu. O kadar ki, Ýmparator Gallienus, Pl
aton'un düþüncesine uygun olarak
örnek bir devlet kurmak için ona bir yer göstermeyi bile düþünmüþtü. Devlet adam
larý, imparatoru bu isteðinden
güçlükle vazgeçirdiler. Plotinos, düþüncelerini yazmaya baþladýðý zaman elli yaþ
ýndaydý. Her birinde dokuzar yazý
bulunan altý kitabýný, öðrencisi Porphyrios yayýmladý. Plotinos'un yapýtýna, bu
yüzden, Ennead'lar (Dokuzluklar) adý
verilmiþtir. Enneadlar'ýn tam basýmýný 1835 yýlýnda Oxford'da Creutzer yaptý. Bo
uillet'nin üç ciltlik Fransýzca
çevirisi de 1856 yýlýnda Paris'te yayýmlandý. Plotinos'a göre evren, tanrýdan ge
liyor, tanrýya dönüyor. Ýnsan da
tanrýdan gelmiþtir, tanrýya dönmektedir. Ýniþ merdiveninin ilk basamaðýnda ruhla
r, ikinci basamaðýnda hayvanlar,
üçüncü basamaðýnda cisimler vardýr. Çýkýþ merdiveninin alt basamaðýndaysa anlama
k, orta basamaðýnda sonuç
çýkarmak, son basamaðýnda da mistik seziþ bulunmaktadýr. Bu merdiven inilmiþtir,
öteki merdivenden çýkýlacaktýr.
Mademki yeniden çýkacaktýk, þu halde niçin indik? diye sormazsanýz Plotinos'un v
arlýk düþüncesini baþlangýç
noktasýnda biten bir yuvarlak olarak çizebilirsiniz.
Özdek (madde), önce tanrýya karþý gibi görünür. Ýlk bakýþta iki ayrý uçta duru
r gibidirler. Biri etkilenen, öbürü
etkileyendir. Tanrý, özdeði sürekli olarak etkilemektedir. Her varlýk, bir özdek
le bir biçim birleþiðidir. Tanrý,
biçimdir. Oysa özdek bu biçimle biçimlendiðine göre; tanrýnýn karþýsýnda deðil,
içindedir. Varlýðýn ilkesi tektir. Bu
ilke, birlik, baþka bir deyiþle tanrýdýr. Tanrý, kendisi hiçbir þey olmadýðý hal
de, her þeyin ölçüsüdür. Ýyilikçi deðildir,
çünkü salt iyiliktir. Güzelliði yoktur, çünkü salt güzelliktir. Düþünceleri bulu
nmaz, çünkü salt düþüncedir. Ona
nitelikler vermeye çalýþmamalýyýz, çünkü bu niteliklerle onu sýnýrlamýþ oluruz.
Tanrý, bizim düþündüðümüz hiçbir
þey deðildir, çünkü her þeydir. Bizler ondan geldik, yeniden ona gidiyoruz. Bu a
çýdan bakarsanýz her yaratýk er geç
erdemli olmak zorundadýr: Çünkü tanrýya gidiþ, vazgeçilmez bir gidiþtir, hiç kim
se gitmemezlik edemez. Þu halde
kuþkulanmak gerekmez, nasýl olsa sonunda hep erdemli olacaðýz. Bu düþünce, erdem
sizlere soluk aldýran bir
düþüncedir. Tanrý salt iyiliktir, her þeyin varlýðýný isteyen Baba'dýr. Her þey
ondan çýkmýþtýr, bilinçli ya da bilinçsiz,
gene ona dönmek istemektedir. Her þey tanrýnýn çevresinde döner, tanrýya yaklaþm
ak ister. Bireyler son varlýklar
deðildirler. Ýlk varlýk da, son varlýk da tanrýdýr. Tanrýdan ilk çýkan þey anlak
'týr (zeka). Anlak, süje (mutlak zeka,
nous) ve obje (anlaþýlýr alem, kozmos) olmak üzere ikiye ayrýlýr. Tanrýlýk birli
kten bu ikiliðe nasýl geçilmiþtir?
Plotinos bunun bilinemeyeceðini söylüyor. Tanrýlýk birlik bölünemeyeceðine göre,
gerçekten de, bu ikiliðin
açýklanmasý oldukça zordur. Kimi filozoflar bunun sadece bir görünüþten ibaret o
lduðunu ileri sürmektedirler.
Þöyle ya da böyle, Plotinos'a göre anlak da, kendisinden çýktýðý tanrý gibi, yar
atýcýdýr, tin'i (ruh) yaratmýþtýr. Nasýl
anlak, tanrýdan çýktýðý halde tanrýya doðru gitmekteyse, öylece, tinler de anlak
tan çýktýklarý halde anlaða dönmek
isterler. Platon'dan ve stoacýlýktan gelen Plotinos'un evreni, incelenmeye deðer
bir evrendir. Her çýkanýn, çýktýðýna
bin piþman, bir an önce çýktýðý yere dönmek istediði bir hoþnutsuzlar evrenidir
bu. Tinler de yaratýcýdýrlar, onlar da
kendilerinden daha az yetkin (mükemmel) olan cisimleri yaratmýþlardýr. Oysa her
cisim gene tanrýnýn izini
taþýmaktadýr. Tanrýya dönmek isteðindedir. Cisimlerin varlýðý, biçimleriyle beli
rir. Cisimlerin özdekleriyse
onlarýn bir çeþit yokluklarýdýr. Cisimsel alem, varlýkla yokluk arasýnda bocalay
an sürekli bir deðiþmedir. Cisimlerin
ötesinde dibi olmayan bir uçurum vardýr, bu uçurumda henüz biçimlenememiþ kaba ö
zdekler kaynaþýrlar. Bu kaba
özdeklerin altýnda artýk baþka bir þey yoktur. Tanrý nasýl yukarýya doðru sonsuz
sa, bunlar da aþaðýya doðru
sonsuzdurlar. Ancak bu kaba özdekler, bir gün, biçimlenip tanrýya döneceklerdir.
Böylece her þey sonunda bir tekte,
bir birlikte, bir biçimde, hepsini toplayan bir deyiþle tanrýda birleþmiþ. olaca
ktýr.
Ýnsan tinleri (ruhlarý), kaba cisimlere bürünmek için hayatlarýný tanrýlýk hay
attan ayýrdýlar, diyor Plotinos.
Çektikleri iþte bu davranýþlarýnýn cezasýdýr. Sizler bu cezayý hak etmediðimizi
düþünecek misiniz bilmem, Plotinos
hak ettiðimiz düþüncesindedir. Plotinos'un töresine (ahlak) göre, insanlarý tanr
ýya götürecek olan üç yol, daha
doðrusu bir yolun üç geçiti vardýr: Sanat, sevgi, felsefe... Ýnsan bu geçitlerde
n geçerek, bu basamaklardan çýkarak
tanrýya ulaþacaktýr. Erdeme sanat, sevgi ve felsefe yoluyla varýlýr. Ýnsan, anca
k bu yollardan giderek tanrýya
benzeyebilir. Sanatçý ideyi duyulur görünüþlerinden, seven insan ruhunda, filozo
f tanrýda aramaktadýr.
ÜÇ ÜÇÜZLÜLER. Yunan düþünürlerinden Porfirios (Ý.S. 233-304), Jamblikos (Ý.S.
283-333) ve Proklos (Ý.S.
412-485) Hýristiyanlýðýn ilk yüzyýllarýnda çok tanrýcýlýðý sürdürmeye çalýþan Ye
ni Platonculardýr. Çoktanrýcý Yeni
Platonculara görç, saltýk (mutlak) hiçbir zaman bilinemez ve onunla hiçbir iliþk
i kurulamaz. Gerçek varlýklar, üç
basamakta toplanan ve sayýlarý pek çok olan tanrýlardýr; anlýksal tanrýlar (neor
oi), evren üstü tanrýlar (hyperkoþmoi),
evrenle karýþmýþ tanrýlar (egkozmioi) insanlarla ilgilenirler. Gerek insanlarýn
ve gerek nesnelerin yönetiminde bu
tanrýlarýn üstünde hiçbir güç yoktur. Bu tanrýlar sisteminde, her basamakta üçer
tanrýdan dokuz tanrý bulunur.
Çoktanrýcý Yeni Platoncularýn bu üç üçüzlü (triple ternaire) öðretilerinin kökü,
eski Mýsýr mistisizmindedir. Yahudi
mistisizminde de (kabala) bu üçlemeler vardýr. Öyle anlaþýlýyor ki insanlar, ilk
düþüncelerden beri, diyalektik
üçlemenin (tez-antitez-sentez) sezisi içindeydiler. Son Yunanlýlar, böylece, üç
üçüzlüleriyle birlikte tarih
sahnesinden çekiliyorlar. Ý.Ö. 600 yýllarýnda düþünmeye baþlamýþlardý, Ý.S. 529
yýlýnda çoktanrýcý Yeni
Platonculuðun son sýðýnaðý olan Atina okulunun Roma Ýmparatoru Justinianus taraf
ýndan kapatýlmasýyla sustular.
Okul, artýk Romalýlarýn çýkarlarýna uygun düþmeyen çoktanrýcýlýk yüzünden, öðret
men Þam'lý Damaskios zamanýnda
kapatýlmýþtý: Tarihçiler, okulun kapatýldýðýndan kimsenin haberi olmadý, diyorla
r, çünkü varlýðýndan da kimsenin
haberi yoktu.
ORTAÇAÐ. Mutluluklarýný arayan insanlar, bir ara, bu mutluluðu, özgür düþüncen
in kapýlarýný kilitlemekte
buldular. Yüzyýllarca süren bu araya, ortaçað diyoruz. Artýk erdem, gerçekten er
dem olduðu için deðil, tanrý
buyurduðu için erdemdir. Artýk Yunanlýlarýn doða-tanrýlarýnýn yerini Hýristiyanl
ýðýn kiþi-tanrýsý almýþtýr. Oysa bu
kiþi-tanrýnýn düþünürleri, doða-tanrýlarýn düþünce sisteminden kurtulamayacaklar
dýr. Skolastik dediðimiz Hýristiyan
okulu düþünürleri, yüzyýllar boyunca, Platon'la Aristoteles'i gevelemekten baþka
bir þey yapmamýþlardýr. Hýristiyan
düþüncesinin, Ý.S. V'inci yüzyýla kadar süren ilk dönemine patristik (Yunanca ki
lise babasý anlamýndaki patros
deyiminden geliyor), bu tarihten sonra ortaçaðýn sonuna kadar süren ikinci dönem
ine skolastik (Latince okul
anlamýna gelen schola deyiminden geliyor) denir. Bu iki dönemden birincisine Pla
toncu Hýristiyan tanrýbilimi
evresi, ikincisine Aristotelesçi Hýristiyan tanrýbilimi evresi de denebilir. Bun
unla beraber Platon etkisi Xiii'ncü
yüzyýla
kadar ilk skolastik düþünürlerde de devam etmiþ ve ancak bu yüzyýlda Aquino'lu T
homas'yla yerini Aristoteles
egemenliðine býrakmýþtýr. Patristik felsefenin ünlü babalarý Clemens (150-215),
Tertulian (160-222), Origenes (185-
254) ve Augustinus (354-430)'tur. Patristik felsefe, Hýristiyanlýða yapýlan sald
ýrýlara karþý koymaya çalýþan bir
savunma felsefesi, bir apologia'dýr. Kilise babalarýnýn Felsefesi olan patristik
felsefe, ortaçað skolastiðinin ilk
hazýrlýklarýdýr. Skolastik, bütün ortaçaðý kaplar. Skolastiðin ayýrt edici nitel
iði dogmatik oluþudur. Belli bir konuyu
incelemek demek, o konuda Aristoteles'in , ne yazdýðýný okumak demektir. Daha de
rin bir inceleme, Aquino'lu
Thomas'nýn, Aristoteles'in bu yazýsý üstüne ne yazdýðýný okumak demektir. Bilims
el bir incelemeyse Aristoteles'in ve
Aquino'lu Thomas'nýn bu yazýlarýný tekrarlayan üçüncü bir kitabý okumak demektir
. Hiçbir kiþisel görüþ, tartýþma,
kuþku ve kurcalamaya izin yoktur. En küçük kiþisel bir çýkýþa cesaret eden, ölüm
ya da bir çeþit diri diri ölüm
demek olan afaroz cezasýyla cezalandýrýlýr. Bu sýký disipline raðmen skolastik,
önemli düþünürler yetiþtirmiþtir.
Bunlarýn baþýnda skolastiðin kurucusu Scottus Eriugena (833-880) gelir. Anselmus
(1033-1109), Petrus Abaelardus
(1079-1142), Aquino'lu Thomas (1224-1274), Duns Scotus (1270-1308) vb. onu izler
ler. Hýristiyan felsefesinin
skolastik dönemi, yaklaþýk dokuzuncu yüzyýldan XVi'ncý yüzyýla kadar sürmüþtür.
Hýristiyanlýk, temelde, ilkel bir kamulculuk anlayýþý içinde Ýsa'nýn söylediði
birkaç þiirli sözden ibarettir. Bu yalýn
sözlere felsefesel bir temel bulmak gerekiyordu. Ýlk yýllarda Yunan stoacýlýðýyl
a savaþmak zorunda kalan Hýristiyan
kilisesi babalarý, bu düþünsel temeli, önce Platon öðretisinde, sonra da Aristot
eles öðretisinde buldular. Her iki
dönemin de ayýrýcý niteliði, felsefesel sorunlarý birtakým tartýþýlamaz dogmalar
a baðlamýþ olmasýdýr. Hýristiyan
düþünürleri, yüzyýllarca, bu dogmalardaki açýk çeliþmeleri anlaþýlýr kýlmaya çal
ýþmýþlardýr. Bir Yahudi mezhebi
olarak ortaya çýkan Hýristiyanlýðýn dogmalarý, gerçekte, Yahudiliðin dogmalarýdý
r. Hýristiyan felsefesi, bu dogmalarý
desteklemek amacýndan doðmuþtur ve Hýristiyan tanrýbiliminin hizmetçisi (La. Anc
illa theologiae) durumundadýr.
Bu çaðýn hemen bütün düþünürleri din adamlarýdýr, Hýristiyan kilisesinin hizmetç
ileri (La. Ancilla ecclesiae)
durumundadýrlar. Bu demektir ki, Hýristiyan felsefesi kutsal Roma kilisesi impar
atorluðunun (La. Sacrum Imperium
Romanum) hizmetinde olan ve onun buyruklarýna göre biçimlenebilen bir felsefedir
. Buysa felsefe kavramýnýn
gerçek anlamýyla çeliþiktir. Bu bakýmdan denilebilir ki Hýristiyan felsefesi, an
tikçað Yunan idealizminin
Hýristiyanlýk dini ölçüleri içinde bir devamýndan ibarettir. Kaldý ki Hýristiyan
lýk, Yunan stoacýlýðýnda içkin
bulunmaktadýr. Hýristiyanlýðýn tanrýsý: Parmenides'in varlýk, Sokrates-Platon'un
iyi idesi, Aristoteles'in ilkneden,
Plotinos'un bir düþüncelerinin karma ürünüdür. Bundan baþka, bir Ýngiliz tarihçi
si, Edward Gibbon da The Decline
and Fall of the Roman Empire adlý yapýtýnda, yaptýðý araþtýrmalar sonunda Platon
'un gizli bir Logos öðretisi (Ýng.
Logos docfrine)'ini bulduðunu, Hýristiyanlýða temel olduðu kuþkusuz bulunan bu ö
ðretinin çoktanrýcý tepkiye karþý
gizli tutulduðunu ve Platon'un öðrencilerine gizlice okutulduðunu, kulaktan kula
ða gelen bu öðretinin Ýskenderiyeli
Yahudi dinbilimci Phile tarafýndan açýklandýðýný ve Phile tanrýbiliminin de Hýri
stiyan tanrýbilimcilerin baþlýca
kaynaklarýndan biri olduðunu ilerisürmüþtür. (bkz. Ýbid, c. ý, s. 572 vd.). Plat
on'un bu öðretisi, Platon sisteminde
gerçekten de bir boþluk olarak kalmýþ bulunan, soyut Ýdealar dünyasýndan somut ö
zdeksel dünyaya nasýl geçildiðini
açýklamaktadýr. Platon'a göre bu geçiþ bir yaratan'ýn gücüyle olmuþtur, yaratan
(eþdeyiþle Tanrý) ruhsal bir güçtür, bu
ruhsal güç yaratýlýþ yoluyla özdeksel yaratýlaný kendi varlýðýndan çýkarmýþtýr.
Yaratan, yaratýlýþ, yaratýlan üçlüðü,
Hýristiyan baba, oðul, kutsal ruh üçlüðünün temeli olduðu gibi Aristoteles erekç
iliðinin de temelidir.
Ortaçað Hýristiyan düþünürlerinin baþýnda Origenes (Ý.S. 185-254) geliyor. Ona
göre erdemin kendisi, asýl erdem
deðildir. Kötü, kendi baþýna hiçbir anlam taþýmaz. Gerçek olan iyidir, bir baþka
deyiþle Tanrýdýr. Kötülük, iyiliðin
yadsýnmasýdýr (inkarýdýr). Özgür ruhlar tanrýlaþmaya özendiklerinden Tanrýdan yü
z çevirirler. Ýþte kötülük,
erdemsizlik; onlarýn bu gururlarýnda belirir. Ýyiyle kötü, bir baþka deyiþle erd
emle erdemsizlik, tanrýyla yokluk
arasýnda özgür bir seçmeyi gerektirir. Her þey tanrýdan gelmiþtir, tanrýya dönec
ektir. Dünyalýk yaþama, bir çeþit
cezadýr, bir çeþit ödentidir (kefarettir). Aurelius Augustinus (Ý.S. 354-430) da
aþaðý yukarý bunlarý söylüyor. O da
Origenes gibi, Platonculuðun dostudur. Ona göre de erdem, tanrýnýn tözüdür (cevh
eridir). Tanrýlýk irade, ötesinde
baþka hiçbir þey bulunmayan bir ilke olduðundan, yaratmanýn nedenini araþtýrmak
boþunadýr. Tanrý yarattý, çünkü
yaratmak istedi. En yüksek iyi, mutluluk deðil, erdemdir. Tanrýnýn iradesi iyi,
güzel, doðru'dur. Ýnsan kötülük
yolundadýr. Onu kurtaracak olan Tanrýdýr. Tanrý, insaný kurtarýr, çünkü kurtarma
yý ister. Ama bütün insanlarý
kurtarmaz, hangilerini kurtarýp hangilerini kurtarmayacaðýný önceden seçmiþtir.
Bir baþka deyiþle, insanlar arasýnda
kimileri kurtuluþa önceden ayrýlmýþlardýr. Her iki düþünürün düþüncelerinden çýk
an sonuçlar skolastik dediðimiz
Hýristiyan düþünce okulunu doðurmuþtur. Ortada, yedi yaþýnda bir çocuðun bile so
rabileceði þu sorular
durmaktadýr: Dünyalýk yaþama bir cezaysa, bana bu ceza niçin veriliyor? Dünyaya
gelip gelmemek elinde olmayan
ben böyle bir cezaya uðramak için hangi suçu iþledim? Kurtuluþ planý daha ben do
ðmadan yapýlmýþsa, ben de bu
planýn içine girebilen mutlulardan deðilsem, bunda benim ne suçum var? Neden ben
bu planýn içinde deðilim? Tanrý
beni niçin gözden çýkarmýþ, kurtulmaya deðer görmemiþ? Saçlý sakallý düþünürler,
yedi yaþýndaki çocuðun bu
sorularýna karþýlýk bulmak zorundadýrlar. Bulamazlarsa ne erdemden, ne de erdems
izlikten söz etmemeleri gerekir.
Skolastiðin kurucusu Scottus Eriguena'dýr (Ý.S. 833-880). Eriugena, yukardaki
sorularýn karþýlýklarýný
bulamayýnca, þu ilkeyi ortaya atýyor: Tanrý salt yokluk, sonsuzdan gelip sonsuza
giden sýr'dýr. Bu düþünüre göre,
sadece Tanrý deðil, insan da böyledir. Ýnsan da bir sýrdýr, çünkü insan da bir T
anrýdýr. Çocuk, babadan doðdu. Þu
halde babadan baþka bir þey olamaz. Ýnsan, küçük çapta bir evrendir, evrensel bü
tün varlýklarý kendinde özetler
(Claude Bernard'ý hatýrlayýnýz). Varlýðýnýzdan kuþkulanmayýnýz, düþündüðünüz içi
n varsýnýz (Descartes'ý
hatýrlayýnýz). Ýnsan, günah iþleyerek meleklerden ayrýldý, tövbeyle tanrýlýða yü
kselir. Günah, bir baþka deyiþle
erdemsizlik, insanýn kendi beden yapýsýndan gelir. Bir bakýma insan duyularýnýn,
geliþmekte olan insan aklý
üstündeki egemenliðinin zorunlu bir sonucudur. Þu halde erdemsizlik, insan için
zorunludur. Eriugena'ya göre
erdemsizlik, töz olarak (cevher olarak, substantiellement) yoktur. Tanrýdan ayrý
lýþ, düþüþ, bir yoksunluktan baþka
bir þey deðildir. Þu halde salt kötülük, bir baþka deyiþle erdemsizlik, daha bir
baþka deyiþle þeytan yoktur.
Erdemsizlik, yaþamanýn yokluðu demektir. Bir varlýktan bütün iyi þeyleri kaldýrý
n, onu yok etmiþ olursunuz.
Yaratma, baþý gibi sonu da olmayan bir oluþtur. O, olmuþ deðildir, oluyor. Hepim
iz, varlýðýmýzýn kökleriyle, baþ ve
son olarak, sonsuzluðun içindeyiz. Bu düþünceleri Eriugena'yý kilisenin, kendisi
ni tutan imparatorun gözünden
düþürmüþ, periþan etmiþtir. Görülüyor ki düþünce, bu kadarcýk da olsa özgürlüðe
yönelince karþýsýna hemen
ortaçaðýn karanlýðý çýkmaktadýr. Bu çaðýn önemli sayýlan bir baþka düþünürü de A
nselmus'tur (Ý.S. 1033-1109).
Anselmus'a ii'nci Augustinus diyorlar, bundan da düþüncelerinin hangi yönde ol
duðu anlaþýlabilir. Ona göre inan
(iman, dogma) her türlü tartýþmadan önce gelmelidir. Bizler inanmak için düþünmü
yoruz, tersine, düþünmek için
inanýyoruz. Anselmus'u iyice incelerseniz, onun, göründüðü kadar budala olmadýðý
ný anlarsýnýz. Anselmus, inana
sarýlmakla, yukarýdaki sorularýn karþýlýðýný bulmaktaki güçsüzlüðünü belirtmiþ,
inanmayýp da ne edeceksiniz, demek
istemiþtir. Anselmus, insan aklýnýn karþýsýnda, inandan baþka çýkar bir yol bula
mamýþtýr. Ortaçaða göz gezdirirken
Petrus Abaelardus'tan (Ý.S. 1079-1142) da söz açmak gerekiyor. Abaelardus, gerçe
kten önemli bir düþünürdür.
Kovulmuþ, kendi kitabý kendisine yaktýrýlmýþ, afaroz edilmiþ, öðretmeninin kýska
nçlýðýna uðramýþ aydýn bir kafadýr.
Ona göre kötülüklere sürüklenmek günah deðildir, tersine, erdemin gereðidir. Çün
kü her erdem bir savaþtýr, her
savaþ da bir düþman ister. Günah bir eylem (fiil) deðildir. Günah eylemin biçimi
nde, bir baþka deyiþle emreden
iradede bulunur. Günah, eylemde deðil, niyettedir. Bundan çýkan sonuç þudur: Niy
eti kötü olmayan adamýn yaptýðý
iþ kötü bile olsa o adam bir kötülük yapmýþ olmaz. Buna karþý, kötülüðe niyet ed
en adam o kötülüðü yapmaya fýrsat
bulamamýþsa bile kötülükten kurtulamaz, kötülük yapmýþ sayýlýr. Ýstek, doðaldýr.
Ýnsanlar bunu önleyemezler. Ama
o isteðe kendini býrakmak niyeti kötülüðün ta kendisidir. Abaelardus, isteði, ni
yeti, eylemi birbirinden ayýrmakla
erdem alanýnda yeni bir görüþ ortaya atmakta; insan yaþayýþýný sürekli bir kötül
ük gibi gören aþýrý din anlayýþýna
karþý koymaktadýr.
Sýra Aquino'lu Thomas'ya (Ý.S. 1224-1274) gelince, Platon düþüncesinin yerini
Aristoteles'in aldýðýný
görüyoruz. Düþünür Thomas hemen bütün mutluluðunu Aristoteles'i incelemekte, onu
yeni baþtan anlatmakta
bulmuþtur. Ona göre evren, mümkün olan alenilerin en iyisidir (Leibniz'i hatýrla
yýnýz). Ýrade, zorunlu olarak iyiye
doðru gider; þehvet kötüye doðru gider. Günahýn kaynaðý özgürlükte ya da seçme ö
zgürlüðünde deðil, þehvettedir.
Yedi yaþýndaki çocuk deðil, saçlý sakallý koskoca kilise babalarý da bunu sorm
aktan kendilerini
alamamaktadýrlar. Mademki Tanrý iyilikçidir ve tüm iyiliði istemiþtir, öyleyse k
ötülükler bu güçlü Tanrý iradesine
karþý nasýl oluþabilmiþlerdir?.. Hiç deðilse kendi kendilerine bunu soran bu saç
lý sakallý kilise babalarýnýn içinde
Ý.S. iii'ncü yüzyýlda yaþamýþ Lactantius adýnda biri de var. Latince birçok din
yapýtlarý vermiþ, akýllý bir kiþi. O da
þöyle bir mantýk kuruyor bu konuda: Tanrý, dünyamýzdan kötülükleri ya atmak isti
yor ama atamýyor, ya atabilir ama
atmak istemiyor, ya ne atabiliyor ne de atmak istiyor. Bu konuda baþka bir ihtim
al olamaz. Atmak istiyor da
atamýyorsa; bu güçsüzlüktür, Tanrý'nýn özüne aykýrýdýr. Atabiliyor da atmak iste
miyorsa bu kötülüktür, Tanrý'nýn
özüne aykýrýdýr. Ne atabiliyor, ne de atmak istiyorsa bu hem güçsüzlük, hem de k
ötülüktür ki, Tanrý'nýn özüne
büsbütün aykýrýdýr. Hem atabiliyor, hem atmak istiyorsa Tanrý'ya yakýþan da budu
r bütün bu kötülükler hala
neden duruyor? (Tanrýnýn Gazabý Üstüne, Xiii'nci bölüm).
Lactantius, koyu bir dinci olduðundan, kendi kurduðu bu güçlü mantýða karþýlýk
bulmak için kývranmaktadýr.
Bulduðu karþýlýk þudur: Tanrý, kötülüðü istemiþtir ama, insanlara da, ona iyilik
le karþý koysunlar diye, bilgeliði
vermiþtir.
Ýnsan zekasý, yüzyýllar boyunca, ortaçaðýn koyu karanlýðýyla savaþmaktan yýlma
mýþtýr. Bu yüzdendir ki
ortaçað, irili ufaklý birçok tartýþmalarla doludur. Bunlardan özellikle çok ilgi
nç olan ikisi Adcýlarla Gerçekçiler ve
Tomacýlarla Skotçular arasýndadýr.
Xi'nci yüzyýlýn sonlarýna doðru, Abaelardus'un öðretmenlerinden Compiegne papa
zý Roscelin, genel kavramlarýn
(Tr. tümeller, Os. külliler, Fr. universeaux) hiçbir gerçeklikleri bulunmadýðýný
ilerisürdü. Genel kavramlar havada
uçup giden seslerden baþka bir þey deðildiler: Gerçeklik, genellikte deðil, bire
ysellikteydi. Güzel diyoruz, bu,
sözümüz tasarýmýmýza verdiðimiz bir addan (Fr. nom, bundan da bu akýma yakýþtýrý
lan ad: nominalisme) ibarettir,
seslerle dilegetirilir ve hiçbir gerçekliði karþýlamaz. Gerçek olan þu ya da bu
güzel kadýndýr; güzel çiçektir, tek
sözle canlý bir bireyselliktir.
Papaz Roscelin'in bu düþüncesine, Abaelardus'un bir baþka öðretmeni, Champeaux
'lu papaz Guillaume bütün
gücüyle karþý çýktý. Ona göre, genel kavramlar gerçektiler (Fr. reel, bundan da
bu akýmýn aldýðý ad: realisme). Bunu
anlamamak için insanýn saðduyudan yoksun bulunmasý gerekirdi.
Roscelin'in ortaya attýðý' bu sav, kiliseyi temellerinden sarsan bir savdý. Çü
nkü kilise, tümüyle, genel
kavramlar üstüne kurulmuþtu. Baþta Tanrý olmak üzere bütün dinsel gerçeklikler b
irer genel kavramdýlar. Eðer
genel kavramlarýn gerçeklikleri yoksa bütün bunlarýn, sonuç olarak da kilisenin
hiçbir gerçekliði olamazdý. Aslýnda
Roscelin'in amacý bu sonucu saðlamak deðildi, ne bu kadar akýllý ne de böylesine
gözüpekti. O, daha çok, bütün
insanlara bulaþtýrýlmak istenen ilk günah ve Tanrý kavramýnda dilegetirilen baba
, oðul, kutsal ruh teklemesi gibi
dogmalarla savaþmak istemiþti. Günah, ancak bireysel ve kiþisel günah' olmalýydý
; insan, dünyaya gelmeden
yüzyýllarca yýl önce iþlenen ilk günahýn cezasýný deðil, kendi kiþisel günahýnýn
cezasýný çekmeliydi. Ýsa'nýn
tanrýlýðý, üçlükte teklik kavramý içinde eritilerek yadsýnmamalýydý. Roscelin'in
amacý bunlara benzer sonuçlara
varmaktý. Ne var ki ilerisürdüðü düþüncenin zorunlu sonucu olarak elde tutmak is
tedikleri de yok olup gidiyorlardý.
Kilise, Guillaume ve Anselmus'un yardýmlarýyla, varlýðýný þiddetle savundu ve Ro
scelin'i sözünü yalanlamaya mahkum etti.
Oysa ok yaydan ve söz aðýzdan çýkmýþtý bir kez. Roscelin istediði kadar kendi sö
zünü yalanlasýn,
onun düþüncesi kilisenin baþýna birçok dertler açmakta devam edecekti. Skolastið
in büyük düþünürü Duns Scottus
gizlice bu akýma karýþacak ve Durand, Ockham Buridanus, D'Ally gibi birçok düþün
ürler kendisini izleyeceklerdi..
Ýki öðretmenin ortasýnda kalan erdemli öðrenci Abaelardus, bu tartýþmayý tatlý
ya baðlamak için kavramcýlýðý
(Fr. conceptualisme) ilerisürdüyse de, parlak zekasýna karþýn kavramcýlýk adý al
týnda adcýlýðý tuttuðunu bir türlü
gizleyemedi. Kavramcýlýk, tümelleri bilimsel yerlerine oturtuyor, bunlarýn gerçe
kliklerini savunmak kadar gerçek
olmadýklarýný savunmayý da yersiz buluyordu. Bu, açýkça þu demekti: Genel kavram
larýn gerçek olmadýklarý o kadar
bellidir ki bunlarýn gerçek olmadýklarýný söylemek yersizdir.
Yahudi tanrýbiliminin, antikçaðlý Elea'lýlarýn, idealizmin babasý Platon'un ün
lü tümel'lerini kökünden yýkan
bu tartýþma, özellikle XiV'ncü yüzyýlda Ýngiliz tanrýbilimcisi Ockham'lý William
(1295-1349) tarafýndan baþarýyla
sürdürülmüþtür. Adcýlýðýn kurucusu sayýlan ve Ýngiliz görgücülüðünün öncülerinde
n olan William of Ockham'ýn
öðretisi scepticisme theologique (Tr. Tanrýbilimsel þüphecilik) adýyla da anýlýr
. Aforoz edilmiþ bir Fransisken
papazý olan William, felsefenin tanrýbilim karþýsýnda baðýmsýzlýða kavuþmasýnda
baþlýca etkenlerden biridir.
Skolastiðin büyük düþünürler çaðý Ockham'lý William'la kapanmýþtýr. O, bir tanrý
bilimci olmaktan çok, bir
Aristotelesçi mantýkçýydý. Tümel olan gerçek deðildir (yani: nesne deðildir, sad
ece birbirine benzeyen birçok
þeyleri dilegetiren bir sözcüktür, bir ad'dýr) demekle Aristoteles mantýðýnýn il
kin Porphyrios tarafýndan ilerisürülen
ve sonra Ýbni Sina ve Augustinus tarafýndan benimsenen ve metafizik alanda sürdü
rülen yanlýþ yorumunu düzeltmek
istemiþti. Porphyrios, Aristoteles'in Kategoryalar'ýna yazmýþ olduðu yorumda, ci
nslerin ve türlerin töz ya da
cisimsel olup olmadýklarýný tartýþmýþtý. Tümeller gerçektirler (La. Universalia
sunt realia) diyen metafizik realizm,
bu yanlýþ yorumun ve tartýþmanýn ürünüydü.
Buna karþý, Aristoteles'in de amacýna uygun olarak, insan zihninde olup bitenl
eri düzenlemek isteyen mantýksal
tümellerin birer ad'dan ibaret (La. Universalia sunt nomina) olduðunu belirtmek
gerekiyordu. Ockham'lýya göre,
tümellerin nesnelerden önce de var bulunduklarý (La. Universale anterem) doðruyd
u, ama bu tanrýbilimsel
açýklamalar için, geçerliliði bununla sýnýrlý, bir önermeydi. Yaratýcý bir tanrý
yý varsaymak için, yaratýlanlarýn daha
önce tanrýlýk zihinde var bulunmasý gerekiyordu. Ne var ki bu, mantýðýn alaný ol
an insan zihninde de var
bulunmalarýný gerektirmezdi. Bilgi edinmek iþlemini gerçekleþtiren insan zihni i
çin tümeller elbette nesnelerden
sonra (La. Universale post rem) meydana çýkmýþlardý. Ýnsan zihni, onlarý, tek te
k nesnelerden soyutlayýp birer ad
olarak ortaya koymuþtu. Ockham'lý William, böylelikle, bilimle metafiziði, felse
feyle tanrýbilimi birbirlerinden
ayýrmýþ ve birbirlerine geçemeyecekleri sýnýrlarýný çizmiþ oluyordu. Ýlkin Compi
egne papazý Roscelin tarafýndan
ortaya atýlan (Xi'nci yüzyýl) ve sonra Ockham'lýnýn öncülüðünde ortaçað Aristote
lesçilerince geliþtirilen (XiV'ncü
yüzyýl) adcýlýk öðretisinin büyük önemi, elde ettiði bu sonuçtadýr. Duns Scotus'
ün yarý gerçekçiliðinin de (Xiii'ncü
yüzyýl), mantýðý metafiziðe baðlayarak adcýlýk yönündeki büyük eðilimiyle Ockham
'cýlýðýn temellerini güçlendirdiði
unutulmamalýdýr. Ockhamisme (Fransýzlar Occamisme biçiminde de yazarlar) deyimi,
özellikle William of Ockham
(Fransýzlar Guillaume d'Occam derler)'ýn mantýðýný dilegetirir (bkz. E. A. Moody
, The Logic of William of .
Ockham, London 1935). Bu mantýk, özellikle, anlamlarý üçe ayýrmasýyla ünlüdür: M
antýksal (Ýng. Logical), bilgi
bilimsel (Ýng. Epistemological), tanrýbilimsel (Ýng. Theological). Nesneleri tem
el, düþünceleri de ikincil olarak ele
alýþý bu mantýðýn güçlü yanýdýr. Ne var ki tekilin geneli içerdiðini yadsýmasý d
a büyük yanýlgýsýdýr. Ockham'lýya göre
sadece tekil nesneler gerçektirler, genel kavramlarý insanlar tarafýndan yaratýl
mýþlardýr ve nesnelerden baðýmsýz
olarak hiçbir gerçeklik taþýmadýklarý gibi nesnelerin niteliklerini de yansýtmaz
lar. Bu ilerisürüþ, metafiziðe metafizik
anlayýþla karþý çýkmanýn zorunlu yanýlgýsýný taþýmaktadýr. Nitekim Ockhamcýlýðýn
bu doðruyu yanlýþ bir biçimde
görüþü, Berkeley'le çaðdaþ semantikte, özdekçiliðe karþý kullanýlacaktýr. Tekil'
le genel'i birbirinden ayýrýrken,
onlarýn diyalektik baðýmlýlýðýný görmeksizin, metafizik bir anlayýþla karþýtlaþt
ýrmak bu yanýlgýnýn baþlýca nedenidir.
Ockhamisme'in tanrýbilimsel þüphecilik'le nitelenmesi, tanrýbilimin ussallýk v
e bilimsellik iddiasýna karþý yarattýðý
þüpheden ötürüdür. Ockham'lýya göre insan sadece inanmalýdýr, tanrýbilimi ussall
ýkla baðdaþtýrmaya çalýþmamalýdýr.
Tanrýlýk alanýn bilimini yapmak iddiasýný taþýyan bütün skolastik, çürük ve boþ
varsayýmlarýn toplamýndan baþka bir
þey deðildir. XiV'ncü ve XV'ncü yüzyýllarýn üniversitelerini gerçek birer savaþ
alanýna çeviren Ockhamcýlýk, güçsüz
yanlarýna raðmen, ortaçaðýn en ilerici akýmlarýndan biridir. Kadcýlýk, ortaçaðda
özdekçiliðin ilk dilegetiriliþidir.
Ortaçaðýn ikinci ilginç tartýþmasý Tomacýlýkla Skotçuluk arasýndadýr. Tomacýlý
k, ortaçaðýn dokuzuncu yüzyýldan
ondördüncü yüzyýla kadar süren skolastik döneminde, Skotçuluðun (Skotizm) karþýs
ýnda yer alýr. Ýtalyan düþünürü
Aquino'lu Saint Thomas'nýn (1224-1274) öðretisiyle Ýskoçyalý düþünür Duns Scottu
s'un (1270-1308) öðretisi
Hýristiyanlýðýn temel sorunlarý üstünde çatýþmýþlardýr. Thomas öldüðü yýl Scottu
s dört yaþýndaydý. Hýristiyan
felsefesinin bu köklü polemiði her iki düþünürün izdaþlarýnca yapýlmýþtýr. Hýris
tiyan felsefesi, bu iki düþüncede,
birbirine karþýt yönlerde uçlaþmýþ bulunmaktadýr. Gerçekte her iki düþüncenin kö
kleri ortaçaðýn patristik
dönemindedir. Tomacýlýk Ogüstinusçuluðun, Skotçuluk Pelagusçuluðun izindedir. Og
üstinusçýiluðun izinden gelen
Tomacýlýk gerici, Pelagusçuluðun izinden gelen Skotçuluk ilerici bir akýmdýr. To
macýlýða göre zeka iradeden
üstündür, Tanrý özgür deðildir ve dünyayý yaratmak zorunda olduðu için yaratmýþt
ýr. Tanrý bile özgür olmadýðýna
göre, insan için özgürlük söz konusu olamaz, insan kurtuluþu için hiçbir þey yap
amaz ve Tanrý'nýn baðýþýna
muhtaçtýr, insaný ancak Tanrý kurtarabilir. Bu bakýmdan Tomacýlýk entellektüelci
(entelektüalizm), gerekirci
(determinizm) ve yazgýcý (fatalizm) bir akýmdýr: Buna karþý Skotçuluk iradeci (v
olontarizm), yadgerekirci
(endeterminizm) ve usçudur (rasyonalizm); irade zekadan üstündür, Tanrý özgürdür
ve dünyayý yaratmak istediði
için yaratmýþtýr, insan da özgürdür ve Tanrý'nýn yardýmý na muhtaç olmaksýzýn ke
ndi çabasýyla kendisini kurtarabilir,
Kutsal Kitap'a usa uygun olduðu için inanýlmalýdýr... Aquino'lu Thomas, gerici b
ir kampta yer aldýðý halde,
Hýristiyan okul (skolastik) felsefesinin en önemli düþünürlerinden biridir. Hýri
stiyanlýða Aristoteles'i o kabul
ettirmiþ ve felsefe dilinin temellerini atmýþtýr. Summa Theologiae adlý yapýtý y
üzyýllar boyunca tek gerçek kitap
sayýlmýþtýr. Bu yapýt, Katolik metafiziðinin en yüksek aþamasýdýr. Hýristiyan ki
lisesi, ortaçaðý kaplayan ezici
egemenliðini Augustinus, Anselmus, Thomas üçlüsüne borçludur. Hemen bütün Avrupa
'ya yayýlmýþ bulunan bu
egemenlik, Thomas'dan sonra çökmeye baþlayarak Vatikan'ýn dar sýnýrlarýna kadar
çekilecektir. Günümüzde,
Vatikan Katolik kilisesinin resmi felsefesi Yeni Tomacýlýktýr. Eski Tomacýlýk na
sýl felsefeden yararlanarak
güçlendirilmeye çalýþýlan bir tanrýbilimcilikse Yeni Tomacýlýk da öylece bilimde
n yararlanarak güçlendirilmeye
çalýþýlan bir tanrýbilimciliktir. Kilise, önce savaþtýðý her karþý gücü daha son
ra, çýkarýna göre yorumlama yolunu
tutarak varlýðýný sürdürmeye çalýþmaktadýr.
Skotçuluk, ortaçaðýn skolastik döneminde Tomacýlýðýn karþýsýnda yer almýþtýr.
Ýnce doktor adýyla anýlan Duns
Scottus'un öðretisine karþý Tomacýlýk insaný aþaðýlatýr, güçsüzleþtirir, kör bir
yazgýcýlýðýn (fatalizm) kucaðýna atar;
Skotçuluk insaný yüceltir, güvenini artýrýr, töresel sorumluluða sokar (endeterm
inizm). Bundan baþka her iki öðreti
de kavramcý (konseptüalizm) olduklarý halde Thomas'nýn kavramcýlýðý gerçekçiliðe
(realizm), Scottus'un
kavramcýlýðý adcýlýða (nominalizm) yakýndýr. Thomas kavramlarý gerçek saymaya, S
cottus gerçek saymamaya
eðilimlidir. Nitekim Skotçuluk, Ockham'ýn adcýlýðýný hazýrlamýþtýr: Ockham, Dura
nd de Saint-Pourçain, Jean
Buridanus, Pierre d'Ailly ondan güçlenmiþlerdir. Skotçular, Meryem'in ilk günaht
an kurtulmuþ olan gebeliði
(immaculee conception) savýný tutarlar, Tomacýlar karþýt düþünceyi savunurlar. S
kotçular, Ýsa'nýn çarmýha geriliþini
Tanrý isteði sayarlar, Tomacýlar bunun insanlarýn günahlarý için gerektiðinden ç
ok ödenmiþ bir karþýlýk olduðunu
ilerisürerler. Skotçuluk usçudur (rasyonalizm), usu en büyük güç sayar, Kutsal K
itap'a ve kilise öðretisine usa
uygun olduðu için inanýlmalýdýr. Bu, açýkça, insan usu kutsal kitaptan üstündür,
anlamýna gelir ve inakçýlýða
(dogmatizme) karþý çok önemli bir tepkidir. Skotçuluk, ortaçað Hýristiyan düþünc
esinin en ilerici akýmýdýr ve
skolastiðin çöküþünü hazýrlamýþtýr.
BÜTÜN BUNLAR YETMEYÝNCE. Ne var ki yoksulluk ve acý çeken geniþ insan yýðýnlar
ýna bütün bunlar
yetmiyordu. Ortaçaðýn feodal üretim düzeninde adlarý deðiþen köleler (köylüler v
e iþçiler) gene baþkaldýrdýlar.
Xiii'ncü yüzyýlýn sonunda Fransa, Flandre'a saldýrmýþtý. Köylüler ve iþçiler ins
anca yaþama koþullarýndan
yoksundular, aðýr vergiler altýnda her gün biraz daha eziliyorlardý. 1323 yýlýnd
a ayaklandýlar. Burges, Ypres, Cassel
kentleri onlardan, Gand kentiyse ezenlerden yanaydý. Papa, ayaklananlarý aforoz
etti. Kral da zenginlerin ve
soylularýn korunmasý için ordular gönderdi. Ayaklananlar baþlangýçta önemli baþa
rýlar elde etmiþlerdi. Ama
sonunda onlar da, Katilina ve Spartaküs gibi, boyun eðmek zorunda kaldýlar. Yöne
ticileri Jacop Peyt ateþte yakýldý.
En yakýnlarý onu ele vermiþ ve yakalattýrmýþlardý. 28 aðustos 1328'de iþçiler, s
avaþ alanýnda dokuz binden çok ölü
býrakýyorlardý. Flandre'ýn çalýþan insanlarý eskisinden daha kötü koþullara boyu
n eðmek zorunda kaldýlar.
Bir baþka önemli kavga da, XVi'ncý yüzyýlda Almanya'da olup bitti. 1525 yýlýný
n mart ayýnda Alman köylüleri
ayaklandýlar ve dileklerini' on iki maddelik bir programa baðladýlar. Bu program
, özet olarak, þu istekleri
dilegetirmektedir: Kendi papazýmýzý kendimiz seçmek istiyoruz. Tevrat'ýn buyurdu
ðu ve Ýncil'in kaldýrdýðý vergiyi
ödemeye hazýrýz, ama bunu Tanrý'ya verir gibi vermek isteriz. Bugüne kadar bize
toprak köleleri gözüyle bakýldý,
oysa Ýsa, toprak sahipleri kadar çobanlar için de acý çekmiþti. Kutsal Kitap'ýn
sözünü ettiði özgür insanlardan deðil
sek biz neyiz öyleyse, Kutsal Kitap'ta yerini bulup bize ne olduðumuzu gösterin
(Toprak sahibi Kabil'le çoban
Habil'i hatýrlayýnýz). Kimi toprak sahibi senyörler, deðil hepimiz için olmasý g
ereken av hayvanlarýndan
yararlanmak, av hayvanlarýnýn bize verdikleri zararý bile kabul etmiyorlar, Tanr
ý'nýn insanlarýn yararlanmasý için
yarattýðý topraklarýn akýldan yoksun hayvanlara çiðnettirilmesine göz yummak zor
unda býrakýlýyoruz. Meyveler ve
sular hepimizin olmalý, acýkan ve susayan bir yoksul bunlarý istediði gibi yiyip
içebilmelidir. Senyörler ormanlarý
köy topluluklarýna býrakmalýdýrlar, yakacak odun kesebilmeli ve kendimize kulübe
lik kereste çýkarabilmeliyiz. Bu
maddeler Tanrý'nýn sözüne uymuyorsa, bu uymazlýk gösterildiði takdirde o maddede
ki dileðimizden hemen
vazgeçmeye hazýrýz. Yeter ki bu uymazlýk Kutsal Kitap'la tanýtlanmýþ olsun... Pa
pazdý, keresteydi derken Alman
köylüleri bu baþkaldýrmada yüz otuz bin ölü býraktýlar. Ünlü dinci Luther de bu
gürültüde soylularýn ve zenginlerin
yanýný tutmuþtu.
ÝSLAM VE DÜÞÜNCESÝ. Batý, ortaçaðýn karanlýðýný yaþarken, Ý.S. Vii'nci yüzyýlý
n baþlarýnda, Doðu'da yeni bir
düþünce sistemi kuruluyor. Muhammed (570-632) yeni bir din getirmiþtir. Yüzyýlla
rdan beri tam uyku içinde
bulunan Doðu insanlarý artýk yeni bir erdeme yöneleceklerdir. Bu yeni din, Musa'
nýn getirdiði gibi, tektanrýcýdýr.
Bu yeni din, Ýsa'nýn getirdiði gibi bütün insanlarý erdeme çaðýrmaktadýr. Oysa,
ne Musa'nýn getirdiði gibi sadece
bir ulus için, ne Ýsa'nýn getirdiði gibi Tanrý'yý kiþileþtirmek içindir. Ýnsanla
r, Tanrý'nýn çocuklarý deðil, kullarýdýrlar.
Onun buyruklarýna göre yaþayacaklar; böylece, hem bu dünyada, hem de öteki dünya
da mutluluklarýný
saðlayacaklardýr. Bu yeni din, toteme baðlanan ilk insanlardan beri geniþ çapta
topluluklarý etkileyen yirmi
sekizinci dindir.
Müslümanlýk, Musevilikle baþlayan ve Hýristiyanlýkta Yunan felsefesiyle iliþki
kuran tektanrýcý din anlayýþýnýn
sonuncusudur. Yahudi kaynaðýndan türeyen tektanrý dogmasý her üç dinin de temel
öðesidir. Yaratýcý ve yönetici
olan bu tanrýyla insanlar arasýndaki iliþkiler, tapým (kült) ve tören (rit), pra
tiði düzenleyen törebilimsel kurallar bu
dinsel zincirin temel belirleyicileridir. Müslümanlýðýn kurucusu Muhammed, Yahud
i geleneðini ve Hýristiyanlýðýn
gnostik yorumunu özümsemiþtir. Müslüman olabilmek için Adem'den baþlayan bütün Y
ahudi peygamberleri
zincirine ve onlara gönderilen kitaplara inanmak þarttýr. Ancak Muhammed ve Kura
n, zamanla bozulduðu
ilerisürülen bu tanrýsal sistemin düzelticisi ve tamamlayýcýsý olarak son peygam
ber ve son kutsal kitap olmak
niteliðini taþýr. Muhammed'in nebilikle peygamberliði (Ar: Nübüvvet ve resalet)
kiþiliðinde toplamasý, yani eski
þeriatý sürdürdükten sonra yeni þeriatý getirmiþ olmasý bundan ötürüdür. Müslüma
nlýk, Araplarýn ilkel komün
sisteminden sýnýflý bir topluma geçtikleri ve komünal, iliþkilerin feodal iliþki
lere dönüþtüðü bir çaðda ve bu
toplumsal dönüþümün bir yansýmasý olarak oluþmuþtur. Bu yüzden, Yahudilik ve Hýr
istiyanlýktan farklý olarak, çok
güçlü sýnýfsal bir karakteri vardýr. Bu sýnýfsal karakter özellikle kader dogmas
ýnda belirlenmiþtir, her þey tanrýca
düzenlenmiþtir ve tanrýnýn dilediði gibi olmaktadýr, katlanmak ve ölümden sonrak
i mutluluklarý beklemek gerekir.
Ýslam dini, Vii'nci yüzyýlýn ilk yýllarýnda yayýlmaya baþlamýþtýr. O günlerde Ar
aplarýn birçoðu Hýristiyanlýða
baðlanmýþtardý. Hýristiyan Arap papazlarý, Arap panayýrlarýnda dolaþarak öðütler
vermekte; ölümden sonra
dirilmenin, öteki dünyada sorguya çekilmenin, cennet ya da cehenneme gitmenin sö
zünü etmekteydiler. Arap
ülkesinde boy boy manastýrlar türüyordu. Bir yandan da Hýristiyan Nasturilerle Y
akubiler, Yahudiler, putatapan
Sabiiler Arap ülkesinde Yunan düþüncesini yayýyorlardý. Muhammed, aristokrat bir
ailenin yoksul çocuðuydu.
Varlýklý amcalarý vardý ama, kendisine pek yardým etmiyorlardý. Yaþadýðý yer uya
nýk ve varlýklý bir alýþveriþ kenti
olan Mekke'ydi. Toplumsal bir kargaþalýk Arap ülkesini sarmýþtý. Suriye, Mýsýr,
Kuzey Afrika'nýn büyük bir parçasý
Bizanslýlarýn elindeydi. Yemen, Irak, Basra Körfezi kýyýlarý, Anadolu'nun bir pa
rçasý Ýran egemenliðine girmiþti.
Toplumsal yaþayýþ, ilkel bir yaþayýþtý. Araplar birçok kadýnlarla evlenmekte,
bakamayacaklarý kadar çocuk
yapmakta, verimli olmayan kýz çocuklarýný diri diri topraða gömerek öldürmekteyd
iler. Yeni bir düzen gerekiyordu.
Bizans düzeninin alýnmasý Bizans egemenliðini, Ýran düzeninin alýnmasý Ýran egem
enliðini güçlendirecekti. Musa
ulusçuydu, oysa Arap ülkesinde kaynaþtýrýlmalarý gereken birçok uluslar yaþýyord
u. Bir bireþime gidilmesi
gerekiyordu ve gidildi. Müslümanlýk, bu bireþimin ürünüdür. Ýslam sözcüðü, Tanrý
'ya baðlanmak anlamýndadýr ve
teslim kökünden türetilmiþtir. Müslümanlýk, Yahudiliðin Elohim ve Yahova ikiliði
yle Hýristiyanlýðýn teslis üçlüðü
karþýsýnda, katýksýz tektanrýcýdýr. Siyasal bir karakter taþýr, pratik bir dindi
r (iman ile amel birleþimi).
Müslümanlýðýn kutsal kitabý Kuran, Arapçanýn mudhar adý verilen Hicaz lehçesiyle
yazýlmýþtýr ve seksen altýsý
Mekke'de, yirmi sekizi Medine'de meydana getirilen yüz on dört sureden ibarettir
. Vaaz, nasihat ve telkin sureleri
Mekke' de, þeriat ve devlet sureleri Medine'de meydana gelmiþtir. Kuran'ýn tamam
lanýþý yirmi üç yýl sürmüþtür.
Çeþitli zamanlarda meydana getirilen sureler, deðiþen gereklere göre, çeliþik ya
rgýlarý kapsamaktaydýlar.
Bunlar, halife Osman zamanýnda ayýklanarak Kuran'a kesin biçimi verilmiþtir (a
yýklanan ve çýkarýlan ayetler
Buhari'nin Hadis'inde vardýr). Gusül ve halifelik kurumu gibi hükümler Himyeri k
abilelerinden; oruç, namaz, nikah
gibi hükümler Yemenlilerle Yahudilerden alýnmýþtýr. Dinsizlik çaðýndan (cahiliye
t devri) kalma birtakým kurallar
olduklarý gibi muhafaza edilmiþ; kumar, yýldýzlara bakmak gibi adetler yasaklanm
ýþtýr. Müslüman olabilmek için
beþ yükümü yerine getirmek ve altý dogmaya inanmak þarttýr. Bu beþ yükümün üçü s
ýnýf farký gözetilmeksizin bütün
müslümanlara, ikisi varlýklý sýnýftan olan Müslümanlara farz (yapýlmasý zorunlu)
kýlýnmýþtýr. Bu beþ yüküm
þunlardýr: 1- Tanrýdan baþka bir tanrý olmadýðýný ve Muhammed'in tanrýnýn kulu v
e elçisi olduðunu dille söylemek
(Ar. Kelimei þehadet), 2- Namaz kýlmak, 3- Oruç tutmak, 4- Varlýklý olanlarýn ze
kat (mal ve paranýn kýrkta birini her
yýl sadaka olarak daðýtmak) vermesi, 5- Varlýklý olanlarýn yaþadýklarý sürede bi
r kez hac (Mekke'deki kabeye giderek
çevresinde dolaþma)'a gitmesi... Zekat, varlýk vergisidir. 361 gram gümüþe eþit
herhangi bir deðere sahip olanlar
varlýklý sayýlýrlar ve bu varlýklarýnýn kýrkta birini her yýl yoksullara vermekl
e yükümlüdürler. Bundan baþka,
varlýklýlar, þart olmamakla beraber, ramazan bayramlarýnda fitre (sdaka-i fýtýr)
vermeli ve kurban bayramýnda da
kurban kesmelidirler. Ýnanýlmasý þart olan altý dogma da þunlardýr: 1- Tanrýnýn
varlýðý ve birliði, 2- Tanrýnýn
melekleri, 3- Tanrýnýn peygamberleri (Adem, Þit, Ýdris, Nuh, Hud, Salih, Ýbrahim
, Lut Ýsmail, Ýshak, Yakup, Yusuf,
Eyüp, Þuayýp, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Ýlyas, Ýlyesa, Zülkifil, Yunus, Zeke
riya, Yahya, Ýsa, Muhammed), 4-
Tanrýnýn peygamberlerine gönderdiði kutsal kitaplar (Adem'e gönderilen on yaprak
, Þit'e gönderilen elli yaprak,
Ýdris'e gönderilen otuz yaprak, Ýbrahim'e gönderilen on yaprak, Musa'ya gönderil
en Tevrat kitabý, Davut'a
gönderilen Zebur kitabý, Ýsa'ya gönderilen Ýncil kitabý, Muhammed'e gönderilen K
uran kitabý), 5- Ahiret (ölümden
sonraki dünya)'in varlýðý, 6- Kaza (tanrýca yazýlanýn olmasý) ve kader (tanrýnýn
önceden takdir edip yazdýðý)'in
tanrýdan geldiði... Meleklerin sayýsýný sadece Tanrý bilir, dört büyük görevli m
elek vardýr: Tanrý'nýn buyruklarýný
peygamberlere ulaþtýrmakla görevli Cebrail, eceli gelen insanlarýn ruhlarýný alm
akla görevli Azrail, dünyadaki
olaylarý düzenlemekle görevli Mikail, kýyamet gününü yönetmekle ve o gün insanla
rý diriltmekle görevli Ýsrafil.
Ahret gününe inanmak; bir gün dünyanýn sonu geleceðine (kýyamet), büyük kutsal m
ahkeme kurulup insanlarýn
orada yargýlanacaklarýna, cennet ve cehennemden birine gönderilip sonsuza kadar
orada yaþayacaklarýna inanmak
demektir...
Ýnsanlarýn elindeliði (irade-i cüz'iye) sadece dilemek alanýndadýr, þunu ya da
ötekini dilemekte özgür ve
bu yüzden de sorumludurlar. Bununla beraber, dilek iyi ya da kötü olsun, bütün o
lup bitenler tanrýca önceden
belirlenmiþtir (kader) ve önceden belirlendikleri biçimde (kaza) olurlar... Farz
(Müslümanlarca yapýlmasý kesin
olarak zorunlu kýlýnmýþ iþlerdir. Namaz gibi bütün Müslümanlara zorunlu olanlara
farz-ý ayn, zekat gibi bir kýsým
Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ý kifaye denir), vacip (yapýlmalarýnýn kesin
olarak zorunlu kýlýnýp
kýlýnmadýklarý bilinmeyen, bununla beraber her halde yapýlmasý gerekli olan iþle
rdir), sünnet (farz ya da vacip
olmadýklarý halde, peygamber tarafýndan yapýldýklarý için ona uyularak yapýlan i
þlerdir. Peygamberin her zaman
yapýp ara sýra ihmal ettiði iþlere sünnet-i müekkede, ara sýra yapýp çoðunlukla
ihmal ettiði iþlere sünnet-i gayr-i
müekkede denir), müstehap (kuþluk namazý kýlmak gibi peygamberin ara sýra yapýp
çoðunlukla yapmadýðý
ibadetler), haram (sarhoþluk, hýrsýzlýk, yalancýlýk gibi kesin olarak yasaklanmý
þ þeyler), mekruh (kesin olarak
yasaklanýp yasaklanmadýklarý bilinmemekle beraber yapýlmamasý gerekli þeylerdir.
Bunlardan harama yakýn
olanlarýna keralýet-i tahrimiyye, helale yakýn olanlarýna keralýet-i tenzihiye d
enir), helal (yapýlmasýna izin verilmiþ
þeyler), mubah (yapýlmalarý ve yapýlmamalarý yasaklanmamýþ þeyler), müfsit (ibad
etleri bozan þeyler).. Namazýn
sabah, öðle, ikindi, akþam, yatsý olmak üzere günde beþ vakit kýlýnmasý farzdýr.
Gün doðarken, güneþ tepedeyken ve
gün batarken namaz kýlýnmasý yasaklanmýþtýr. Ayrýca cuma namazý, cenaze namazý g
ibi farz-ý kifaye: bayram
namazlarýyla teravih namazý gibi sünnet olan namazlar da vardýr. Oruç, gün doðuþ
undan gün batýþýna kadar, yemek
yememek, hiçbir þey içmemek ve cinsel iliþki kurmamak suretiyle tutulur. Farz ol
an oruç, ramazan ayý süresince
tutulmasý gereken oruçtur. Ayrýca adak oruçlarý gibi vacip, muharrem ayýnýn 9, 1
0, 11. günlerinde tutulan oruçlar
gibi sünnet, her kameri ayýn 14, 15, 16'ýncý günleri tutulan oruçlar gibi müsteh
ap olan oruçlar da vardýr. Ramazan
bayramýnýn ilk günüyle kurban bayramýnýn dört gününde oruç tutmak yasaklanmýþtýr
(haram)... Ýslam dini, bir
yönetim bütçesi de önermektedir. Bu bütçeye göre beþ çeþit gelir ve sekiz çeþit
gider sayýlmýþtýr. Gelirler þunlardýr:
Ganimet (savaþta ele geçirilen her türlü deðerlerdir ki bunlarýn beþte biri yöne
time, beþte dördü savaþanlara ayrýlýr),
zekat (genellikle kýrkta bir olarak alýnan gelir vergisi. Ayrýntýlarý þunlardýr:
Kýrk koyun ya da keçi için bir koyun ya
da keçi, otuz sýðýr ya da manda için bir yaþýný bitirmiþ bir buzaðý, yirmi miska
li bir miskal, bir buçuk dirhemdir, bir
dirhem de 3.207 gramdýr geçen altýndan ve iki yüz miskali geçen gümüþten kýrkta
bir altýn ve gümüþ, beþ veski
geçen topraðýn yaðmur suyuyla sulanýyorsa ürününün onda biri, el emeðiyle sulaný
yorsa ürününün yirmide biri),
cizye (Müslüman olmayan uyruk erkeklerden yýlda bir dinar olmak üzere alýnan ver
gi), haraç (Müslüman olmayan
çiftçilerden anlaþma yoluyla alýnan kira), iþlenmemiþ toprak (bir topraðý iþleye
n ona sahip olur, iþlenmemiþ toprak
yönetimindir)...
Bu gelirler þu giderlere harcanýr: Yoksullara yardým, çalýþamayacak durumda ol
anlara yardým. Müslümanlýðý yeni
kabul edenlere yardým, köleleri özgür (azatlanmýþ) kýlmak için ödenti, borcunu v
eremeyen borçlularýn borçlarýný
kapatmak için ödenti, konuklara ve yolda kalanlara yardým, hayýr iþlerine harcam
a, memur maaþlarý (o zamanlar
memur olarak sadece tahsildarlar bulunduðu için tahsildarlarýn maiþetini temin).
.. Muhammed, maaþ oranýný þöyle
ayarlamýþtýr: Bize memur olan kiþi karýsýnýn maiþetini saðlayabilir, bir de ev a
labilir, bir de hizmetçi tutabilir.
Bundan fazla haddi tecavüzdür. Peygamber Muhammet'in ölümünden sonra meydana çýk
an yeni gerekler ve
sorunlar þu bilimleri oluþturmuþtur: Kutsal kitabýn boþluklarýný peygamberin söz
leri ve iþlemleriyle
doldurabilmek gereðinden Hadîs bilimi, kutsal kitabýn açýk olmayan sözlerini yor
umlama gereðinden Tefsir bilimi,
yeni koþullara uygun bir hukuk gereðinden Fýkýh bilimi, aykýrý anlayýþlar arasýn
daki tartýþma gereðinden Kelam
bilimi, kutsal kitabýn ve peygamber sözlerinin gizli anlamlarýný araþtýrma gereð
inden Tasavvuf bilimi... Ýslam
düþüncesinde Kelam açýk felsefenin, Tasavvuf gizli felsefenin oluþma alanýdýr. B
ununla beraber her ikisinde de
amaç dindir, bilim bu amaca varabilmek içi sadece bir araçtan ibarettir. Gerçek
Ýslam felsefesindeyse (ki baþlýca
temsilcileri El Kindi, Farabi, Ýbni Sina, Ýbni Rüþt, Ýbni Bace, Gazali, Sührever
di, Ýbni Tufeyl'dir) amaç bilimdir, din
bu amaca varabilmek için bir araçtan ibarettir. Pratik sorunlardaki görüþ ayrýlý
klarýndan mezhepler, teorik
sorunlardaki görüþ ayrýlýklarýndan meslekler oluþmuþtur. Mezhepler, dinsel gelen
eðe sýkýca baðlý kalarak Kuran ve
Hadis'i kýyas (benzerine uydurma) yöntemleriyle yorumlayan ehli sünnet mezhepler
i ve yeni gereklere uydurmak
için deðiþtirerek yorumlayan ehli bid'at mezhepleri olmak üzere ikiye ayrýlmýþtý
r. Ancak kýyas yoluyla uygulama
çeþitlendiði gibi oybirliðini saðlamak da her zaman mümkün olmadýðýndan ehli sün
net de, yapýsý gereði zorunlu
olarak çeþitlenen ehli bid'at gibi, çeþitli mezheplere ayrýlmýþtýr.
Ehli sünnet dinsel kurallar alanýnda Selef, Matüridiyye, Eþ'ariyye gibi mezhep
lerle hukuk kurallarý alanýnda Ýmam
Ahmet Ýbn Hanbel'in içtihatlarýndan Hanbelilik, Ýmam Ebu Hanife'nin içtihatlarýn
dan Hanefilik, Ýmam Þafii'nin
içtihatlarýndan Þafiilik Ýmam Malik'in içtihatlarýndan Malikilik mezheplerine bö
lünmüþtür. Ehli bid'at akýmýnda da
Kaderiyye, Sýfatýyye, Müþebbihe, Mutezile gibi birçok mezhepler türemiþtir. Þiil
ik (Þia) katýksýz ilk biçimiyle bir
siyasal partidir ve peygamberin amcaoðlu Ali'yi halife yapmak istemeyen Haricile
r (Havariç)'e karþý Ali'yi tutanlarýn
partisini adlandýrýr. Sonralarý bid'at sayýlmýþ ve Þii-Batýnilik adý altýnda tas
avvuf tarikatlarýnýn gizli ve siyasal
sýðýnaðý olmuþtur. Sonralarý geniþ anlamýnda, tasavvuf deyimiyle anlamdaþ kýlýna
n Batýnilik de ilk ve katýksýz
biçimiyle bir siyasal partidir ve altýncý Ýmam Caferus Sadýk'ýn oðlu Ýsmail'i ,
küçük kardeþi Musa Kazým'a karþý
imam yapmak isteyen Ýsmaili'lerin birçok ülkelerde kurduklarý gizli örgütün adýd
ýr. Bu bakýmdan Alevilik
(peygamberin amcaoðlu ve damadý Ali yandaþlýðý) deyimi, Þiilik, Batýnilik, Ýsmai
lilik deyimlerinin tümünü
kapsayan genel bir anlam taþýr ve gerçek halifeliðin Ali soyuna özgü olduðu savý
ný içerir. Ýslam dininin ayýrýcý
niteliði, kadýnlarýn aþaðý görülmesi ve çok kadýnla evlenmenin hukuksallaþtýrýlm
asýdýr. Kuran'a göre, tanrý erkekleri
kadýnlardan üstün kýlmýþtýr, kadýnlarýnýzý dövün, mirasýnýzda erkek için kýz pay
ýnýn iki katý ayrýlmalýdýr,
gönlünüzün dilediði kadýnlardan iki, üç, dört tane alýn (Nisa suresi 34, 11, 3).
Müslümanlýk bir devlet dinidir,
halife de bu devletin baþkanýdýr. Geniþ ve ayrýntýlý bir hukuk sistemi vardýr, b
u hukuk Kur'an (Tanrý sözleri) ve
Hadis (Peygamber sözleri)'le kesin olarak sýnýrlý ve deðiþmezdir. Bunlarda bulun
mayan yeni olaylar için kýyas ve
icmaý ümmet yollarýna baþvurulur. Bu yöntemlerle de çözülmesi olanaksýz bulunan
sorunlar içtihat (yetkililerin
Kuran ve hadise dayanarak yaptýklarý yorum)'la çözümlenir. Ýcma (topluca verilen
karar), ümmet (bir dinde olanlarýn
topluluðu)'in bir araya toplanamayacak kadar çoðalmasý sonunda yetkililerin bir
araya gelerek topluca bir karara
varmalarýný dilegetirir, Müslümnlýðýn temel amacý olan dinsel ve sýnýfsal devlet
örgütü ilkin peygamber Muhammed
tarafýndan Medine kentinde, Yunan site devletlerini andýran bir biçimde, bir ken
t-devleti olarak kurulmuþtur. Daha
sonra ve özellikle Emeviler zamanýnda dünyanýn pek büyük bir bölümüne egemen ola
n Ýslam imparatorluðu
meydana gelmiþtir. Günümüzde dünyanýn beþ kýtasýnda çeþitli devletlerle temsil e
dilen müslümanlýk altý yüz
milyonu aþkýn bir nüfusu kapsamaktadýr.
Ýslam felsefesi (Us. Felsefei Ýslamiyye, Fr. Philosophie Islamique), ortaçað H
ýristiyan felsefesi gibi, çeþitli
uluslardan düþünürlerin Müslümanlýk disiplini içinde düþünmelerini dilegetirir.
Antikçað Yunan felsefesini
Suriyelilerden öðrenen Ýslam düþünürler, Hellenistik felsefeyi Arapçaya çevirmek
le iþe baþlamýþlar ve düþüncelerini
Yunan felsefesinin Müslümanlýkla uzlaþtýrýlmasý yolunda geliþtirmiþlerdir. Bu ba
kýmdan temel yapýsý tanrýbilimci,
uzlaþtýrýcý ve eklemecidir. Müslümanlýðýn daha ilk yýllarýnda dinsel dogmalar ve
bu dogmalarla kurulan toplumsal
düzen yetmemeye baþlamýþtý.
Ýlk çeviricilerden El Kindi, Plotinos'un ünlü dokuzlularýný çevirmiþ ve Aristo
teles'i Yeniplatoncu öðelerle
karýþtýrarak sunmuþtu. Ýlk Arap ve Müslüman düþünürü sayýlan El Kindi (Ölümü: 87
2) usçudur, tanrýyý kanýtlama
(Ar. Alburhan)'ya ve ona yaklaþmaya çalýþmýþtýr. Ýslam doða felsefecileriyle tar
týþmýþ ve onlara karþý çýkmýþtýr. El
Kindi, uslamlama (Ar. Alistidlal) yoluyla kanýtlýyor ve bilinen özellikler (Ar:
Al-Havass)'den daha az bilinen
özellikleri, ilinek (Ar. Al'araz)'lerden öz (Ar. Al-zat)'ü çýkarsamaya çalýþýyor
du. Tümeller (Ar. Al-külliyat)'i girçek
saymýyor ve onlarýn iç düþünme (Ar. Al-murakaba)'nin ürünleri olduðunu ilerisürü
yordu. Ona göre tümeller
duyulur, (Ar. Al-mahsüsat) þeyler deðil, anlakalýr (Ar. Al-makulat) þeylerdir. E
l Kindi, usu da üçe ayýrmaktadýr:
Önce insan ruh (Ar. Al-nefs)'unun dýþýnda sonsuz ve eylem halinde bir us (Ar.. A
l-akl bilfiil), bir de sonsuz ve
kendiliðinden iþleyen bir us (Ar. Al-akl al-faal) var. Ýnsan ruhunda bulunan güç
halindeki us bunlarýn etkisiyle
geliþip edinilmiþ us (Ar. Al-akl al-mukteseb) oluyor. Ýnsan usunu oluþturan bu u
slar, tanrýlýk uslardýr. El Kindi
meþþai okulunun kurucusudur. Onu bu yolda Ahmed Serakhsi, Ebu Ma'þer Belkhi, Far
abi ve Ýbni Sina
izlemiþlerdir. Bununla beraber Ýslam felsefesinde, eski Yunan'da olduðu gibi, bi
r doða felsefesi de geliþmiþtir.
Sokrates'ten önceki Yunan ve Hint felsefelerinin etkisiyle oluþan Ýslam doða fel
sefesi, özgür düþünceli
mutezileciliðin bilimselleþmesidir ve tabiiyyun, dehýyyun, Ýslam atomculuðu, bat
ýnilik, ihvan-üs-safa gibi-felsefesel
akýmlarý kapsar. Ýslam doða felsefesinin (ki buna genel olarak tabiiyyun deniyor
) kurucusu Ebu Bekr Zekeriya Razi
(841-926, Fransýzlar Rhazes ya da Al-Razes diyorlar)'dir. Razi, deney ve tümevar
ým (Ar. Al-istikra) yöntemlerini
kullanan, bilginin sadece duyularla elde edildiðini savunan Ýslam felsefesinin i
lk görgücüsüdür. En çok baðlandýðý
düþünürler Yunanlý Anaksagoras'la Empedokles ve Ýranlý Mani'ymiþ. Bedensel hasta
lýklarýn, ayný zamanda, ruhsal
nedenleri olduðunu ilerisürecek kadar çaðýný aþmýþ bir düþünürdür. Yetkeler, onu
n Hekimlik kitabý'ný psiko-somatik
hekimliðin ilk yapýtý sayarlar. Felsefesinde tanrý, boþluk (Uzay), süre (Zaman),
ruh ve özdek olmak üzere beþ temel
öðe vardýr.
Fizikte ýþýðýn bir ortamdan baþka bir ortama geçerken kýrýldýðýný göstermiþtir
. Kimyada basit cisimlerin
özelliklerini saptamýþ, yerçekiminin varlýðýný tanýtlamak için deneyler yapmýþtý
r. Razi, meþailiðin büyük
düþünürleriyle (özellikle El Kindi, Farabi, Ýbni Heysem, Ýbni Hazm) olduðu kadar
mutezilenin büyük düþünürleriyle
de (özellikle Cahiz, Ýbni Keyyal) kýyasýya çatýþtýðý için yalnýz kalmýþ ve Ýslam
felsefesinde bir gelenek kuramamýþtýr.
Bundan sonra Ýslam felsefesinde, gene eski Yunan'da olduðu gibi, Platon ve Arist
oteles etkileri egemen olmuþtur.
Ýslam felsefesinin iki büyük okulu, meþaiyye ve iþrakiyye bu etkilerle oluþmuþtu
r. Meþailik Platon, Aristoteles
uzlaþtýrýlmasý, Ýþrakilik Platon tasavvuf uzlaþtýrýlmasýdýr. Bu arada Ýslam disi
plini, Cabir Ýbni Hayyan gibi çok
büyük bir hekim düþünür yetiþtirmiþtir ki kimya biliminin babasý sayýlýr. Cabir,
bilginin duyularla elde edildiðini ve
daha sonra derece derece ussal bilgiye eriþildiðini ilerisürmüþtür. Hayvan'dan i
nsana yükseliþi, karanlýk (Ar.
Zulmani)'tan ýþýk (Ar. Nurani)'a çýkýþ olarak niteler ki bunda ýþýkçýlýðýn ilk i
zleri görülmektedir. Cabir'e göre bilgi
elde etmek için görünenden görünmeyene doðru uslamlama ve yorumlama (Ar. Al isti
nbat) yoluyla yürümek gerekir.
Ýslamsal Aristoculuk, meþaiye okulunda özellikle Farabi (870-950) ve Ýbni Sina (
980 -1037)'yla geliþmiþtir. Farabi,
Aristoteles mantýðýna dayanan usçu bir metafizik oluþturuyor. Aristoteles'i, Plo
tinos'un da yardýmýyla, Ýslam diniyle
uzlaþtýrmaya çalýþmaktadýr. Ne var ki böylesine bir uzlaþtýrmayla yetinmemektedi
r, Ýslam dinini de bilimle
uzlaþtýrmasý gerekmektedir. Din (Ar. Þeriat)'le özgür felsefe (Ar. Hikmet)'nin v
e kimi yerde de gizemsel bilgi (Ar.
Marifet)'nin uzlaþtýrýlmasý hemen bütün Ýslam düþünürlerinin baþlýca uðraþýdýr.
Yüzümüzü ister batýya, ister doðuya, ister kuzeye; ister güneye çevirelim, kar
þýmýzda daha bir süre hep
Aristoteles'le Platon'u göreceðiz. Türkistanlý Farabi de Aristotelesçidir. Bu yü
zden kendisine ikinci öðretmen
(Muallim-i Sani) denilmektedir. Farabi, bir Türk düþünürüdür. Türkistan'ýn Farab
kentinde
doðmuþtur. Asker çocuðudur. Ýlk öðrenimini yurdunda, yüksek öðrenimini Baðdat'ta
yapmýþtýr. Önceleri
Türkistan'da kadýlýk yaptý, sonra kendini büsbütün felsefeye verdi. Anadili olan
Türkçe kadar Arapça, Farsça,
Süryanice ve Yunanca biliyordu. Hekim, metafizikçi ve müzikçiydi. Yüzden çok kit
ap yazmýþ; Aristoteles, Platon,
Zenon gibi Yunan düþünürlerini yorumlamýþ, bunlarýn görüþlerine kendi görüþlerin
i katmýþtýr.
Uyun-ül-Mesail adlý kitabýnda, kiþiyi erdemli kýlan, Tanrý'dýr, diyor Farabi,
her iþte baþarý ancak Tanrý'nýn
eliyle olur. Tanrý'nýn baðýþý (inayet-i ilahiye) her þeyi kuþatýr, herkesle biti
þiktir. Her olan þeyin nedeni kaderdir.
Kötülüklerin de nedeni kaderdir (Tanrý istemeseydi kötülük olmazdý). Kötülükler
ilinek (araz) olarak iyidirler.
Çünkü kötülükler olmasa iyilikler de olmazdý.
Farabi'nin düþünce sisteminde törebilimin (ahlak ilmi) önemli bir yeri yoktur.
Farabi doðrudan doðruya töreden
söz açmamýþ, töreyi iþlememiþtir. Ancak Aristoteles'in töresini yorumlarken kend
i düþüncelerini de katmak istemiþ,
karýþýk, açýk seçik olmayan sözler etmiþtir. Örneðin, öðretim (tedris, talim) yo
luyla eðitim (terbiye, tehzip) yolunu
birleþtirmiþ, her gerçek öðretimin bir eðitim olduðunu ya da her eðitim için bir
öðretim gerektiðini söylemiþtir (bu
konuda' çok aydýnlýk olan Sokrates'i hatýrlayýnýz).
Ara-yi ehl-i Medine-tül-Fazýla adlý kitabýnda da bir baþkanýn erdemlerini saym
ýþtýr. Farabi'ye göre, baþkanlýk
edecek kiþide þu erdemler bulunmalýdýr: Organlarý tam olmalýdýr, anlayýþlý olmal
ýdýr, belleði (hafýzasý) güçlü
olmalýdýr, akýllý ve ince görüþlü olmalýdýr, güzel konuþur olmalýdýr, öðrenmeye
gönüllü olmalýdýr; yiyeceðe, içeceðe,
eðlenceye tutkun olmamalýdýr; doðruluðu sevmeli ve yalancýlýktan tiksinmelidir.
Nefsini yüksek tutmalý ve
kendisinden kuþkulandýracak þeylerden çekinmelidir, dindar olmalý ve dünya kaygý
larýnda gözü bulunmamalýdýr,
tüzesever (adaletli) olmalý ve kötülük yapmaktan çekinmelidir, iþinde ayak direm
eli ve dilekli olmalýdýr.
Görüldüðü gibi Farabi'nin erdemleri, Müslümanlýðýn erdemleridir. Oysa Farabi b
ütün bu erdemlerin bir kiþide
toplanamayacaðýný da düþünmüþ olmalý ki, sözlerini þöyle bitiriyor: Bu erdemler
tek kiþide bulunmazsa, birkaçý
birinde, birkaçý da ötekinde bulunursa, o iki kiþi baþkan olur. Eðer bu erdemler
üç kiþide bulunursa o üç kiþi
baþkan olur. Bu erdemler için daha çok kiþi gerekiyorsa o kadar kiþi baþkan olur
.
Farabi, bu hoþgörüsüyle, baþkanlýðýn kapýlarýný on iki kiþiye kadar açmýþ deme
ktir. Kiþiyi erdemli kýlan,
Tanrý'dýr düþüncesine uygun olarak organlarý tam bulunmak, belleði güçlü olmak g
ibi tanrý vergisi nitelikleri de
erdem saymýþtýr. Oysa tek kollu doðmuþ bir kiþinin, nasýl bir öðretim ya da eðit
imle, ikinci bir kol edinebileceðini
söylememiþtir.
Farabi toplumcudur. Kiþinin yetkinliðe eriþebilmesi için pek çok þeyler gerekl
idir, diyor. Kiþi, tek baþýna, bu
þeylerin tümüne birden eriþemez. Toplum, kiþilerden birinin eksiðini ötekiyle ta
mamlar. Yetkinliðe eriþmek gücü,
insana doðarken verilmiþtir. Oysa birçok insanlar bir araya toplanýp her biri öt
ekinin ihtiyacýný hazýrlamak suretiyle
birbirlerine yardým etmedikçe, insan, tek baþýna, bu yetkinliði elde edemez.
En yüksek iyilik, en büyük yetkinlik ancak kentte (þehirde) yaþamakla elde edi
lir, kentten aþaðý bir toplulukta
elde edilemez. Erdem, yardýmlaþmadýr. Ýnsanlar, kötülükler için de yardýmlaþabil
irler. Ama gerçek mutluluða
ulaþtýracak þeylerde , yardýmlaþan kent, erdemli kenttir. Mutluluða ulaþmak için
yardýmlaþan toplum, erdemli
toplumdur. Bütün kasaba ve kentleri mutluluða erdirmek için yardýmlaþan ulus, er
demli ulustur. Bunun gibi, bütün
uluslar, mutluluða varmak için birbirlerine yardým ederlerse yeryüzü, erdemli bi
r yeryüzü olur. Erdemli kent, bütün
organlarý tam olan bir bedene benzer. O bedenin bütün organlarý, yaþamak için, n
asýl birbirlerine yardým etmek
zorundaysalar, kentlerin bütün kiþileri de, mutlu olmak için birbirlerine yardým
etmek zorundadýrlar. Bedenin
organlarý çeþitlidir, görevleri ve güçleri baþkadýr. Oysa içlerinde bir organ va
rdýr ki onlara baþkanlýk eder. Bu
baþkan, yürek'tir. Görevleri baþkana yardým etmek olan baþka organlar vardýr, bu
nlar en yakýn yardýmcýlardýr,
baþkanýn iþini kolaylaþtýrýrlar. Bu ikinci organlar, görevlerini baþkanýn amacýn
a uygun olarak yaparlar. Üçüncü
organlar da görevlerini, ikinci organlarýn amaçlarýna uygun olarak yapmaktadýrla
r. Böylelikle aþaðý doðru inerek
sadece hizmet eden, amacý bulunmayan ve kimseye baþkanlýk etmeyen organlara kada
r varýlýr. Toplum da böyledir,
böyle iþlemelidir.
Kiþiler, bütün davranýþlarýnda, ya iyi bir þeyle ya da kötü bir þeyle karþýlaþ
ýrlar. Kiþi, yararlanmasýný bilirse,
iyiden olduðu kadar kötüden de yararlanabilir. Ýyi olana ya uyar, ya uymaya çalý
þýr, ya da o þeyin iyiliðini görerek
on uymak için uygun bir fýrsat bekler. Kötü olandan da ya kaçýnmaya uðraþýr, ya
kötülük kendindeyse kendinden
atmaya çabalar, ya da kurtulmayý baþarmak için onu kendinden atýncaya kadar baþk
alarýndan örnek almaya çalýþýr.
Ýnsanlar için ceza ve armaðan gereklidir. Ancak her ikisi de niyete göre gerek
li olur (Abaelardus, dört yüzyýl
sonra, Xii'nci yüzyýlda ayný sözü söyleyecektir). Ýnsanýn niyeti tanrý bilgisiyl
e, tanrý sevgisiyle düzelir. Ýnsan,
tanrýnýn ve peygamberinin yolunda yürürse niyetinde iyilik; iþlediði iþlerde , d
oðruluk olur.
Farabi, bir yandan Aristoteles'le uðraþadursun, öbür yandan da kimini açýkça s
öyleyip kimini ancak sezdirdiði
düþünceleriyle gelecek yüzyýllarda yaþayacak olan birçok büyük düþünürlere öncül
ük etmiþtir. Birtakým
düþünceleri açýkça gülünç ve günümüz düþüncesine aykýrý bulunmakla beraber, düþü
nce sistemi incelenince,
þaþýrtýcý bir geniþlik görülmektedir. Geniþ çapta bir insancýlýk (humanisme), dü
nya devleti düþüncesi,
Machiavelli'den yedi yüzyýl önce bir insanlarý yönetme sanatý, bir siyaset bilim
i, Darwinciliðin ilk tohumlarý,
Hobbes'un düþünceleri, Rosseau'dan yüzyýllarca önce bir toplumsal sözleþme (cont
rat social) eðilimi Farabi'yi bir
hayli yüceltiyor. Kendinden sonra gelen düþünürler ondan çok yararlanmýþlardýr.
Farabi'nin karanlýk býraktýðý töre düþüncesini, ünlü öðrencisi Ýbn-i Miskeveyh
aydýnlýða çýkarmýþtýr. Ýbn-i
Miskeveyh'e göre, eðitim önce, öðretim sonra gelmelidir. Bir baþka deyiþle, uygu
lanýþ (ameliye) önce, kuram
(nazariye) sonra yapýlmalýdýr. Töre, bilimden önce gelir. Bilgin olmak için her
þeyden önce erdemli olmalýdýr.
Erdemli olmak için bilmek yetmez, uygulamak gerekir. Gerçek bilim ancak erdemi u
ygulayanda bulunur.
Ýbni Sina da görgücülükle usçuluðu baðdaþtýrýyor ve bu baðdaþtýrma iþinde doða
bilimsel Ýslam felsefesinin
kurucusu Razi'yle Farabi' den yararlanýyor. Ne var ki Ýbni Sina bu görgücü-usçu
(Fr. Empirico-rationaliste)
alandan usaaykýrýcý (Fr. Irrationaliste) bir alana kaymakta ve Meþailikten iþrak
iliðe geçmektedir. Bilimleri de þöyle
sýnýflandýrmaktadýr: 1- Özdeðine baðlý biçimlerin bilimi, ki doða bilimleridir.
Ýbni Sina bunlara aþaði bilimler (Ar:
Al-ilm-ül-esfel) diyor; 2- Özdeðinden tümüyle ayrýlmýþ biçimlerin bilimi, ki met
afizik ve mantýktýr, Ýbni Sina
bunlara yüksek bilimler (Ar. Al-ilm-ül-ali) diyor; 3- Özdeðinden ancak zihinde a
yrýlan bilimler, ki matematiksel
bilimlerdir; Ýbni Sina bunlara orta bilimler (Ar. Al-ilm-ül-avsat) diyor. Ýbni S
ina, tüm bilgilerimizin sezgiyle elde
edilen açýk' ilkelerden çýkarsama (Ar. Al-istintaç) yoluyla oluþtuðu kanýsýndadý
r. Bilgi sürecinin duyum ve algýyla
baþladýðýný kabul etmekle beraber gerçek bilginin ussal olduðunu ilerisürüyor. Ý
bni Sina, çaðýný pek aþan bir
görüþle cisimlerin kendi iç güçleriyle devindiðini savunuyor. Bu iç güçe özgüç (
Fr. Autodynamisme) anlamýnda Ar.
Al-kuvvet al-nefsiye demektedir. Ý. H. Ýzmirli, Ýbni Sina'nýn, Batý skolastiðind
en çok önce, varlýkbilimsel kanýt (Fr.
Preuve ontologique)'ý ilk ilerisüren düþünür olduðunu söylemektedir.
Ýslam felsefesinde Ýbni Sina, meþailikten iþrakiliðe kol atmýþ bir düþünür olm
akla beraber, baþlýbaþýna bir okuldur.
El Cüzcani, Behmenyar, Ýbni Zeyle, Ebu Abdullah Masumi, Meymun bin Necib al-Vasý
ti, ünlü ozan Ömer Hayyam,
Ebül Maali, Ebül Abbas Zevkeri, Abdürrezzak et-Türki gibi ünlü düþünürler Ýbni S
ina okulu'ndan sayýlýrlar.
Fahrüddin Razi, Nasireddin Tusi Seyyit Þerif Cürcani gibi önemli düþünürlerin de
onun etkisinde olduklarý bir
gerçektir. Ýslam felsefesinde iman felsefesi'nin kurucusu Ýmam Gazzali (1058-111
1)'dir. Meþailiðe hücumlarýyla ve
Eþ'ariliði geliþtirmesiyle ünlüdür: Ýslam felsefesinin ilginç, ama en gerici düþ
ünürlerinden biridir. Denilebilir ki
felsefe, onun ve onun güçlendirdiði Eþ'arilik yüzünden Arap yarýmadasýndan Batý'
ya göçetmek zorunda kalmýþtýr.
Tüm felsefe ve filozoflara düþman olan Gazzali gerçekten çok ilginç þeyler söyle
mektedir: Örneðin, tanrýnýn
varlýðýný kanýtlamak için metafizikçilerin ilerisürdükleri tüm kanýtlar saçmadýr
diyor, çünkü bu kanýtlarýn tümü
fizikseldir (örneðin ilk kýmýldatýcý kanýtý gibi), oysa metafizik fizikle açýkla
namaz, özdekçiler ve doðabilimciler
kendi sistemlerinde metafizikçilerden çok daha tutarlýdýrlar. Göksel ruhun tikel
varlýklara yayýldýðý savý saçmadýr
diyor, çünkü bu doðayla tanrý arasýnda bir akým kurmak olur ki hem din anlayýþýn
a, hem de doðabilim anlayýþýna
aykýrýdýr. Platon'la Farabi'ye karþý çýkarak, tanrý tümelleri bilirmiþ de tikell
eri bilmezmiþ diyor, bunu ilerisürmek
tanrýyý yadsýmaktýr. Gazzali'nin ve Eþ'ariliðin gerici ve ezici baskýsý yüzünden
Batý'ya göçeden Ýslam felsefesi
(Meþþaiyye) Endülüs Araplarý arasýnda özellikle Ýbni Bacce (Ölümü: 1138) ve Ýbni
Rüþd (1126-1198) taraflarýndan
sürdürülmüþtür: Ýbni Bacce, özellikle Ar. Mütevahhid (yalnýzmýþçasýna yaþayan in
san) adýný verdiði birbaþýnalýk
kuramýyla ünlüdür. Kendisini böylesine yalnýzlaþtýran insanýn (ki bu yalnýzlaþtý
rma gerçekte deðil, düþünsel olarak
yapýlacaktýr) kötülüklerden arýnarak akl-al faal (tanrý)'la birleþebileceði kaný
sýndadýr. Bu konuda yazdýðý yapýt bir
hükümetin yönetimini tasarýmlar. Örneðin bu yetkin yönetimde ne hekimler ne de h
akimler (yargýçlar, kadýlar)
bulunmayacaktýr, çünkü her ikisi de yetkin yönetim sayesinde gereksiz olacaktýr.
Antikçað Yunan felsefesi, bu
Ýslam düþünürlerince Batý'ya tanýtýlmýþtýr.
Özellikle Ýbni Rüþd, Xii'nci yüzyýlýn baþlarýnda Michael Scott tarafýndan Lati
nceye çevrilince büyük coþkunluk ve,
hayranlýk uyandýrmýþtýr. Ýngiliz düþünürü Bertrand Russel, Felsefe Tarihi'nde þö
yle der: Ýbni Rüþd, Ýslam
felsefesinden çok Hýristiyan felsefesi için önemlidir. O, Ýslam felsefesi için ö
lü bir sondu, Hýristiyan felsefesi içinse
bir baþlangýç olmuþtur.
Batýlýlar, Ýspanya Araplarýndan Ýbni Rüþd'e Averroes ve onun Aristotelesçi öðr
etisine de Averroisme derler.
Batý, Yunan felsefesini ve özellikle Aristoculuðu Ýbni Rüþd'ten öðrenmiþtir. Ýbn
i Rüþd, Aristoteles öðelerini Farabi
ve Ýbni Sina'dan almakla beraber, onlardan ayrýlarak Aristoteles'in özdekçi yaný
ný iþlemiþtir. Bu yüzdendir ki Ýbni
Rüþd öðretisi, Xii'nci yüzyýlda, Hýristiyanlýða aykýrý bulunarak suçlanmýþ ve ya
saklanmýþtýr. Örneðin Hollandalý
düþünür Herman van Riswik, Ýbni' Rüþdçülüðünden ötürü 1512'de yakýlmýþtýr. Ýbni
Rüþdçülüðün Batý'daki en büyük
ve verimli ürünü Roger Bacon'dur. Ýbni Rüþd'e göre ruh ölümlüdür, nedeni olan he
r þey zorunludur ve bundan ötürü
tanrý da bir zorunluluða baðlýdýr. Biçimler özdeðin içinde gizlidirler ve tanrýl
ýk etkiyi gerektirmeksizin birbirlerinin
içinden çýkarak varolurlar. Bundan ötürü de yoktan yaratma söz konusu olamaz, sö
z konusu olabilen gizliden açýða
ilksiz-sonsuz ve zorunlu bir evrimdir. Devim, ilksiz ve sonsuz bir süreçtir. Gör
üldüðü gibi bütün bu varsayýmlar,
kökleri Aristoteles'te bulunan, tüm özdekçi varsayýmlardýr. Ýbni Rüþdçülük, birç
ok bakýmlardan Hýristiyan
kilisesiyle çatýþmaktadýr. Evren ilksiz ve sonsuzdur (Hýristiyanlýða göre evreni
n baþý ve sonu vardýr, yaratýlmýþtýr ve
yok olacaktýr), yokluk diye bir þey yoktur (Hýristiyanlýða göre tanrý evreni yok
tan varetmiþtir), ruh bedenle birlikte
,göçüp gider (Hýristiyanlýða göre ruh ölümsüzdür), tanrýnýn baðýþý insaný ölümsü
z kýlamaz (Hýristiyanlýða göre
insaný tanrýnýn baðýþý kurtarýr ve ölümsüz kýlar), insan usu tanrýyla ayný þeydi
r (Hýristiyanlýða göre insan tanrýnýn
yaratýðýdýr, eksiktir ve suçludur, aþaðýlanmýþtýr ve düþmüþtür, bu yüzden de usu
yla kendini kurtaramaz ve ancak
tanrýnýn baðýþýný dileyebilir).
Bu arada Ýslam felsefesi disiplini içinde birtakým Yahudi düþünürler de yetiþm
iþtir ki bunlarýn en baþýnda Ýbni
Cebirol (Fransýzlar Avencebrol diyorlar) gelir. Kamutanrýcýdýr. Bir baþkasý Ýbni
Me'mun (1135-1204, Fransýzlar
Maimonide diyorlar)'dur.
Iþýkçýlýðýn kurucusu Þahabettin Sühreverdi (1153-1191)'dir, öteki Sühreverdi'l
erden ayýrmak için, Öldürülmüþ
(Maktul) Sühreverdi adýyla anýlmaktadýr. Henüz otuz üç yaþýndayken, Halep'te, bi
lgisini kýskananlarýn dinsizlikle
suçlamalarý yüzünden, Selahattin Eyyubi'nin buyruðuyla öldürülmüþtür. Arap ve Ac
em olmadýðý kesinlikle
bilinmekte, Türk soyundan geldiði sanýlmaktadýr. Çevresinde saygý ve kýskançlýk
uyandýran taþkýn bir düþünce gücü
vardý. Genç Sühreverdi, Iþýk düþüncesinde Platon'la Tasavvufu birleþtiriyor. Ger
çekte o da Tasavvuf yolunun
yolcularýndandýr. Ama, Batýniler gibi, sözcüklerin gizli anlamlarýný aramýyor. O
, bir düþünce adamýdýr. Gerçeðe,
sözcük yorumlayarak deðil, düþüncesini yoðunlaþtýrarak varmaya çalýþmaktadýr. Bu
nun için de, Tasavvufun sadece
yönteminden yararlanýyor (Mükaþefe yöntemi). Ona göre felsefe, bir sezgi iþidir
(Ýlham vahi, hads). Felsefe yapmak,
peygamberlik yapmak demektir. Ýnsan, özvarlýðýný (Nefsini) eðiterek, yavaþ yavaþ
ve basamak basamak Iþýða doðru
yükselir. Ýnsan Iþýða yaklaþtýkça, Iþýðýn aydýnlýðý artar. Sezgi yoluna bir kez
girildi mi, gittikçe güçlenir insan. Her
basamaðýn aydýnlýðý, insaný, bir yukardaki basamaðýn aydýnlýðýna çeker. Böylelik
le, Iþýklar Iþýðý'nýn (Nur-ül-envar,
Tanrý) her anlamý kapsayan büyük aydýnlýðýna ulaþýlýr. Gerçek felsefe, mantýk oy
unlarýna baþvurmak deðil,
böylesine bir sezgi merdivenine týrmanabilmektir. Anlamlar alemi (Alem-i mana),
sözcüklerle anlatýlamaz ve mantýk
oyunlarýyla tanýtlanamaz. Ýnsanlar, ona, bir baþlarýna ulaþabilirler. Felsefe, o
nlara, sadece bu yolu göstermekte
yardýmcý olabilir. Ýþte, Þahabettin Sühreverdi, Iþýk Heykelleri (El heyakilün-nu
r) adlý yapýtýnda bu yollarý
göstermektedir. Sühreverdi'ye göre ruh ve beden diye bir ayrýlýk yoktur, bunlar
ayný þeydir. Bütün cisimler gibi
beden de yoðun bir karanlýktýr. Bu karanlýk, Iþýða doðru yükseldikçe yoðunluðu e
rimeye baþlar. Sonunda büsbütün
aydýnlanýr, Iþýk alemine girer. Bedenler ruh ayrýlýðý, sanýldýðý gibi, bir öz ay
rýlýðý deðil, bir derece ayrýlýðýdýr.
Sühreverdi, düþüncesinin bu çizgisinde kiþiliðini ortaya koymakta, Platon'dan
ayrýlmaktadýr. Platon'a göre
cisimler gerçek varlýklar deðildir, gerçek olan o cisimlerin ideleridir (soyut k
avramlarýdýr). Sühreverdi'ye göre
ruhlar da, cisimler de gerçektirler. Bunlarýn arasýnda özde bir ayrýlýk yoktur.
Ruh, tasarlanmýþ bir kavram, bir ide
deðil; cismin aydýnlanmasýdýr.
Sühreverdi, düþüncesinin , bu çizgisinde, Zerdüþt'ten de ayrýlmaktadýr. Sührev
erdi'ye göre karanlýkla ýþýk, bir
karþýtlýk deðildir ki aralarýnda kavga olsun. Karanlýk, ýþýktan gelmiþtir, ýþýða
dönecektir. Bu, bir zorunluluktur.
Kiþi, öz varlýðýný eðiterek, her zaman ýþýklanabilir, ruhlaþabilir. Ruh, bedenin
eðitilmiþidir. Yirminci yaþýmýz,
yirminci yaþa vardýðýndan ötürü onuncu yaþýmýzý ortada bulamaz ki onunla kavgaya
tutuþsun. Zerdüþt'e göre
karanlýk, ýþýktan koptuðu halde, ayný özden gelen bir düþmandý. Evrense ýþýkla k
aranlýðýn savaþ alanýydý. Ýnsanlar,
bu savaþa, ýþýða yardýmcý olarak katýlmalýydýlar.
Ak sakallý budalalar, genç düþünürümüzü buralardan yakalayýp fitnelemiþ olsala
r gerektir. Oysa açýk kapý
býrakmamak için elinden geleni yapmaktadýr. Iþýk Heykelleri adlý yapýtýnda (heyk
el, Arapça'da kalýp, kýlýk, görünüþ
anlamlarýna da gelmektedir) sezgi yöntemini bir yana býrakarak, ýþýklar ýþýðýnýn
bambaþka bir ýþýk olduðunu, öteki
felsefelerin tuttuklarý mantýk 'yolundan tanýtlamaya çalýþýyor: Hayvansal ruh, t
anrýsal ruhtan baþkadýr. Ýnsan ruhu,
tanrýsal ýþýklardan biridir. Doðuþu tanrýdan olduðu gibi, batýþý da tanrýyadýr.
Kimileri, insan ruhunun cisim
olmadýðýný anlayýnca, bu ruhun tanrý olabileceðini sanmakla sapýklýk uçurumuna d
üþerler. Oysa tanrý birdir.
Ahmet'le Mehmet'in ruhlarý bir olsaydý, birinin bildiðini ötekinin de bilmesi ge
rekirdi. Böyle olunca, bir insanýn
bildiðini bütün insanlar da bilirdi. Kimileri de bu ruhun, tanrýnýn bir parçasý
olduðunu sanýrlar. Bu da sapýklýktýr.
Tanrýnýn cisim olmadýðý kesin bulunduðuna göre, cisim olmayan bir þey nasýl parç
alanabilir, nasýl bölünebilir?
Kimileri de bunun öncesiz olduðu kuruntusuna kapýlýrlar. Böyle olsaydý, onu ýþýk
ve kutsallýk aleminden ayrýla
rak karanlýk ve ölüm alemine inmeye kim zorlayabilirdi? Bir fitil, bir ateþten t
utuþur. Ama o fitili tutuþturmakla o
ateþten hiçbir þey eksilmez (Nur Heykelleri, Saffet Yetkin çevirisi, 1963 baskýs
ý, s. 10-11). Burada görüldüðü gibi,
genç düþünürümüz tuttuðu yoldan ayrýlarak Batýni tasavvufun açýkça söylediði gib
i, evrende her þey, bir þeydir
(vahdet-i vücut), diyemiyor. Ýlk düþüncelerinde birleþtirmeye yüz tuttuðu maddey
le ruhu yeniden ayýrýyor. Madde,
öz olarak, karanlýktýr.
Iþýklar ýþýðý (Tanrý), onu parlatýyor, ruhlandýrýyor. Oysa bu ruh, o yüce ýþýð
ýn ýþýðý deðildir, sadece parlatmýþ
olmasýdýr. Ýnsanda parlayan ýþýk-ruhla, onu parlatan ýþýklar ýþýðý-ruh arasýnda
hiçbir ilgi yoktur. Baþka bir deyiþle,
parlatan sadece parlatmýþtýr, kendinden bir þey vermemiþtir. Maddeler, ýþýklar ý
þýðýna yaklaþtýkça aydýnlanýrlar,
ruhlaþýrlar, gerçeðe ulaþýrlar. Ýyi ama, ulaþtýklarý gerçek nedir? Bu gerçek, hi
ç deðilse Batýnilerin varlýk birliði
gerçeði gibi, yeni bir gerçek olmadýðýna göre bu kadar çaba nedendi? Parlatan ýþ
ýðýn bambaþka bir ýþýk olduðunu
kutsal kitaplar da söylemiyorlar mýydý? Sühreverdi'de, Platon'da olduðu gibi, bi
r þiir tadý var. Bu þiir tadýna, çok
daha sonra, Xvi'ncý yüzyýlda, Bruno'da da rastlýyoruz. Gerçekten de bu üç önemli
düþünür ayný yoldadýrlar: Uçsuz
bucaksýz bir öncesizlik ve sonrasýzlýk düþüncesi. Sonsuz bir aydýnlýk düþünün. Ö
ylesine derin, öylesine geniþ bir
boþluk ve pembelik. Bu aydýnlýkta, gittikçe büyüyen, bir karaltý beliriyor. Bu k
araltý, kendini etkiliyor, çoðaltýyor.
Sonsuz boþluktaki karaltý, o ana kadar uyumakta olan mekaný; sonsuz boþluktaki b
üyüme, o ana kadar uyumakta
olan zamaný uyandýrýyor. Bu karaltýnýn geliþen bir derecesinde, büyük aydýnlýkta
n gelen bir ýþýnla, aydýnlanma ve
kýmýltý baþlýyor. Ýþte insana kadar sürüpgelen aydýnlýk ve kýmýltý...
Aydýnlandýkça artan aydýnlanabilme gücü, güçlendikçe zorunlu olarak artan aydý
nlýk. Aydýnlananlar, hem ilk
parlayýþý, hem de birbirlerini aydýnlatmaya baþlýyorlar. Boþluðun içindeki dolul
uk, gittikçe artan bir hýzla büyüyor,
yükseliyor, kaplýyor. Evren, oluþmaktadýr: Bilinç, etkileyerek ve etkilenerek, y
ayýlmaktadýr. Bu baþdöndürücü
gidiþin sonunda, zorunlu olarak, yeni bir karaltýyý doðuracak olan tüm aydýnlanm
a var. Yepyeni bir boþluk ve
yepyeni bir aydýnlýk. Öylesine yeni, taze, pýrýl pýrýl bir boþluk ve pembelik, z
amansýz, mekansýz, maddesiz. Oysa
hikayemiz gene de bitmiyor. Sonsuz aydýnlýða yepyeni bir karaltý düþmek üzeredir
: Bugün kafamýzda bulunan akýl,
en az yüz bin yýldan beri geliþe geliþe oluþmuþ bir akýldýr. Bu aklý ana babalar
ýmýzdan böylesine yetkinleþmiþ olarak
alýyoruz. Yüz bin yýllýk maddesel geliþmeyle yüz bin yýllýk bilginin onardýðý bu
akýl, çaðdaþ akýldýr. Gelin, bir oyun
oynayalým. Öyle bir akýl düþünelim ki, ne yüz bin yýllýk maddesel geliþmeden, ne
de yüz bin yýllýk bilgiden
yararlanmýþ olsun. Ýnsansýz , bir adada kendi kendine doðmuþ bir akýl... Bu akýl
, tanrýlýk düþünceye varabilir mi?
Ýspanya Araplarýndan Ýbni Tufeyl (Ölümü: 1185. Fransýzlar Abentofal diyorlar) Ta
nrýnýn oðlu Hay (Hayy ibn-i
Yakazan) adlý ünlü yapýtýnda, böylesine bir oyun oynuyor. Ýbn-i Tufeyl, Xii'nci
yüzyýlda, Arap yönetimi altýnda
bulunan Endülüs'te yaþamýþtýr. Hekim, filozof, ozan ve riyaziyeciydi. Sorumuzu k
arþýlayan yapýtýný roman biçiminde
yazdý. Yapýt, XVii'nci yüzyýlda Ýngilizceye çevrilerek birçok Batýlý yazarlarý e
tkiledi. De Foe'nun ünlü Robinson
Cruzo'sunu, ondan etkilenerek yazdýðý söylenir. Oysa Ýbn-i Tufeyl'in de, X'ncu y
üzyýl düþünürlerinden Ýbn-i
Sina'nýn Hayy ibn-i Yakazan risalesinden etkilendiði bilinmektedir. Ýbn-i Sina'n
ýn da, Huneyn Ýbn-i Ýshak'ýn
(Ölümü: 910) Yunancadan çevirdiði bir öyküden yararlandýðý sanýlýyor. Düþünce, b
ir Helenistik çað düþüncesini
andýrmaktadýr. Ýbn-i Tufeyl, sorumuzu þöyle karþýlamaktadýr: Evet, varabilirdi..
. Hay, Atlas denizindeki insansýz bir
adada kendi kendine doðmuþ (tenasülü binefsihi) bir çocuktur. Yavrusu ölmüþ bir
ceylan, onu alýp emziriyor.
Bundan baþka, aðaçlarýn besleyici sularý ve olgun yemiþleri de var. Küçük Hay, m
utludur. Kendisine analýk eden
ceylanýn peþinden koþarak, becerikliliði öðrenmiþtir. Günler geçtikçe de, kendi
baþkalýðýný sezmektedir. Çünkü
adada, kendine benzemedikleri halde ceylâna benzeyen baþka hayvanlar da bulunmak
tadýr. Kendisi tektir ama,
çevresi, birbirine benzeyenlerle birbirlerine benzemeyenlerin kaynaþtýðý bir ala
ndýr. Küçük Hay, bunlara bakarak,
tür düþüncesini ediniyor. Hayvanlarýn cinsel organlarýný çirkin bulmaktadýr. Bu
yüzden, örtünmek gereðini duyuyor.
Önce yapraklardan, onlarýn kuruyup döküldüklerini görünce de, daha sanra, saðlam
lýk düþüncesine vararak, kuþ
tüylerinden giyitler yapýyor. Bir deðneðin ucunu sivriltmeyi, o deðneði çeþitli
iþlerde kullanmayý öðreniyor.
Hayvanlardan kiminin boynuzlarý, kiminin güçlü diþleri, kiminin hýzlý koþan baca
klarý var. Bizim Hay de, onlarýn
üstünlüklerine karþý, ellerini ve aletlerini kullanarak üstünlüðünü saðlayacaktý
r (insan, alet yapan hayvandýr, diyen
Marx'ýn tanýmýný hatýrlayýnýz).
Hay'cik, yüz bin yýllýk yetkinliði ve bilgileri bulunmayan aklýyla, birtakým s
eziler peþinde: Bir þeyi bir yerden
alýp öbür yere koyabiliyor. Az önce boþ olan o yer, þimdi kaplanmýþtýr. Çevresi
yer kaplayan þeylerle doludur. Bu
þeylerden çoðu, birbirlerine benzemedikleri halde, yer kapladýklarýndan ötürü, a
ralarýnda bir ortaklýk var.
Benzemezler arasýnda benzerlikler bulunuyor. Bu benzerlikler, kendisini de, hiçb
irine benzemediði halde, bütün
çevresindekilere yaklaþtýrmaktadýr.
Güneþten kavrularak tutuþan odunlar var. Ateþ ýsýtýcý, aydýnlatýcý, içine atýl
an balýðý piþirerek lezzetlendiricidir.
Alevler, niçin göðe doðru yükseliyorlar? Yukarda, varmak istedikleri bir yer olm
alý. Bitkiler de yukarýya ' doðru
büyüyorlar. Yukarda, bütün cisimleri kendine çeken bir güç olmalý. Yaðmur yukard
an yaðýyor. Þimþek yukarda
çakýyor. Gürültüler yukardan geliyor. Bulutlar yukarda dolaþýyor. Yukarýsý bir h
ayli önemli. Bu sýrada ceylan ana
ölüyor. Hay, yeni bir gerçekle karþýlaþmýþtýr: Ölüm... Ceylan ana kýpýrdamýyor a
rtýk. Aðzýný açmýyor, bacaklarýný
sallamýyor, gözlerini oynatmýyor. Az önce gezip dolaþtýðý, hareket ettiði halde,
þimdi bu bitmiþlik neden? Kendisi
de, bacaklarýný kýpýrdatmadan durabilmektedir, ama sonra keyfi isteyince gene ký
pýrdatabiliyor bacaklarýný. Ceylan
ana da keyfi isteyince kýpýrdatabilir mi yeniden? Hay, onun üstüne atýlýyor, çek
iþtiriyor, tartaklýyor. Boþuna. Ceylan
ana bitmiþtir. Öyleyse onu kýpýrdatan, iþleten güç neydi? Soðumuþ cesedi deþiyor
Hay. Ýçini araþtýrýyor. Eline sýcak
bir yürek geçmiþtir. Bütün bir soðukluk içinde tek sýcak þey. Sonunda bu yürek d
e soðuyacaktýr, ama en son
soðuduðuna göre, en canlý o olmalý.
Bu bitmiþlikte, bu durmuþlukta eksilen, yitirilen nedir? Yoksa bu yitirilen þe
y de, alev gibi, duman gibi, yukarýya
giden bir þey midir? Kýpýrdayabilenler, bir gün, kýpýrdamaz olabiliyorlar. Þu ha
lde bütün kýpýrdayabilenler
sonludurlar. Ya yukarýsý?.. Yukarýsý sonsuz mudur? Yukarýsýnýn ancak bir yüzü gö
rünmektedir. Görünen yüz
sonludur. Ya görünmeyen yüzde sonsuzluða doðru bir uzanýþ varsa? Hay, göðe iki d
eðnek saplayabildiðini, bu
deðneklerin de, göðün görünmeyen yüzüyle birlikte sonsuzluða doðru uzanabildikle
rini düþlüyor. Oysa bu
deðneklerden birini kýrabilirdi. Sonsuzluða gittiklerinden ötürü birbirlerine eþ
it olmalarý gereken bu iki deðnekten
biri kýrýlmakla bu eþitliði bozmaktadýr. Baþka bir deyiþle, öbür uçlarý sonsuzlu
ða gittiðinden ötürü birbirlerine eþit
olmalarý gereken deðnekler, birinin kýrýlmasýyla, hem eþit hem de eþit olmayan b
ir duruma gireceklerdir ki böyle bir
durum düþünülemez, çeliþiktir. Þu halde, yerdekiler gibi, göktekilerin de sonlu
olmalarý gerekir. Sonsuzluk,
kendisinin sonu görememesi deðildir. Kendisinin sonunu göremedikleri de sonludur
lar. Hay, dallarý kýrýp, yonttuðu
deðnekleri býçak gibi kullanarak bir kulübe yapmýþtýr. Kendisi olmasaydý, þimdi
yer kaplayan þu kulübe de
bulunmayacaktý. Öyleyse, bütün bu yerdekilerin ve göktekilerin, bütün bu sonlula
rýn da bir yapýcýsý olmalýdýr. O
yapýcý olmasaydý, bütün bu sonlularýn da, þu kulübe gibi, bulunmamalarý gerekird
i. Bu yapýcýysa, yaptýklarý gibi,
sonlu olmamalýdýr. Sonlu olsaydý onun da bir yapýcýsý bulunacaktý. Ýlk yapýcý, z
orunlu olarak sonsuz'dur. Bundan
baþka, bütün sonlularýn cisimleri sonunda dökülüp daðýlmakta, son bulmaktadýrlar
. Þu halde ilk yapýcý,
sonsuzluðun zorunluðundan ötürü, elbet cisimsiz olmalýdýr. Sonsuz cisimsiz bu ký
mýldatýcý, sonlu cisimli
kýmýldayanlarý kýmýldatabilmek için onlarla birlikte'dir. Ýþte ceylan ana, bu bi
rlikteliði yitirdiði için artýk
kýmýldamaz olmuþtur.
Öyleyse, bu birlikteliði görebilmek, bu birlikteliði anlayabilmek için kendi i
çimize bakmamýz gerekir. Tanrýnýn
oðlu Hay, böylelikle, baha'sýna kendi içinde ulaþmaktadýr. Bir baþka deyiþle, ba
basýný kendisinde bulmaktadýr. O,
hem her yerde bulunan, hem de hiçbir yerde bulunmayandýr. Salaman'la Absal, tam
bu sýrada, karþýmýza
çýkmaktadýr. Komþu adayý yöneten, iki yöneticidirler. Salaman, Kutsal Kitap'ýn a
çýk anlamlarýyla toplumu
düzenlemeye çalýþmaktadýr (zahiri, sünni, þeriatçý). Ab sal, Kutsal Kitap a gizl
i anlamlarýyla toplumu düzenlemek
düþüncesindedir (Batýni, alevi, hakikatçý). Adalardaki toplumsa, her iki yola da
boþ vermekte, bildiklerini
okumaktadýrlar. Absal'i yabani bir hayvan sanýp avlamaya kalkýþan, sonra, kendi
türünden bir canlý olduðunu
anlayarak onunla dost olan Hay'se (kendiliðinden akýl), komþu adanýn düzensiz to
plumunu yola getirmek için
üçüncü bir yolu, kendi yolunu deneyecektir. Oysa, üçüncü yolda tutmuyor. Ýnsanla
r, ne türlü olursa olsun, hiçbir
yoldan tanrý düzenine gereði gibi ayak uydurmak istemiyorlar. Bu yollar, kiþiyi
erdeme ulaþtýrmýyorlar. Nitekim,
yapýt da, toplumu düzenlemekten umutlarýný kesen Hay'le Absal'in, toplumsal aday
ý Salaman'ýn yönetimine
býrakarak ýssýz adaya dönmeleriyle sona ermektedir.

Ýbn-i Tufeyl'in, öyküsünden çýkardýðý sonuç þudur: Ýnsanlar eþit anlayýþta deð
ildirler. Gerçek, üstün anlayýþlý
kiþiler içindir. Çoðunluk, birtakým biçimler, yasalar konmadan yönetilemez. Daha
açýk bir deyiþle, çoðunluða þeriat
bilimi gerekir, hakikat bilimi üstün yaradýlýþlý bir azýnlýk içindir. Hay (kendi
liðinden akýl), Salaman'ýn þeriat
bilimindeki, iki gereðin gerekçelerini uygun bulmamaktadýr (Ýbn-i Tufeyl'e göre,
Hay'in vardýðý sonuç, ilke
bakýmýndan, þeriata uygundur. Hay, þeriatý beðenmiþtir). Gerekçelerine akýl erdi
remediði gerekler þunlardýr:
1- Apaçýk gerçek dururken, niçin birtakým gizlemelere gidilmiþtir? Örneðin, ye
ryüzünde, insanlarýn
birbirleriyle dövüþerek asla geçemeyecekleri gerçek köprüler varken Sýrat köprüs
ü gibi bir öte dünya
köprüsünü ortaya atmak neden? Erdemsizlerin birbirlerine verecekleri acý, cehenn
em ateþinden daha mý az
ürkütücü?
2- Din, mal edinilerek eþitsizliðin doðmasýna izin verdiði halde zekat yasasýn
ý koyarak, kendi yarattýðý
kötülükle gene kendisi uðraþmak gibi bir çeliþmeye niçin düþmüþtür?. Ýbn-i Tufey
l, þeriatýn bu sorularý
karþýlamadýðý görüþündedir. Iþýkçýlýk (Ýþrakiyye) okulu Xiii'ncü yüzyýlda yaþamý
þ olan Þemsüddin Þehrizori, Ýbni
Kemmune, Kutbüddin Þirazi gibi düþünürlerce sürdürülmüþ ve daha sonra bir tarika
t halinde örgütlenerek, özellikle
Ýran'da, günümüze kadar sürüpgelmiþtir. Sühreverdi, bu tarikat baðlýlarýna Þeyh-
ül-iþrak adýyla anýlýr. Bu arada
Ýslam disiplini Abdüllatif Baðdadi (Ölümü: 1231), Ebül Berekat Baðdadi (1076-116
6), Ýbni Haldun (1332-1406)
gibi baðýmsýz düþünürler de yetiþtirmiþtir. Bunlarýn arasýnda Ýbni Haldun çok ön
emlidir. Özellikle tarih alanýnda
olaylarý anlatmak yerine, olaylarý düþünmek gerektiðini ilerisüren bu düþünür ta
rihsel olaylar'ýn' yerine tarihsel
nedenler'i koymakla tarih felsefesinin temellerini atmýþ oldu. Bugün, birçok Bat
ýlýlar, onda, Vico'nun, Spenglerin,
Montesquieu' nün, Rousseau'nun, Sorel'in, Malthus'ün, Machiavelli'nin, Darwin'in
, Nietzsche'nin düþünce
tohumlarýný buluyorlar. Ýbni Haldun, önce, evrensel deðiþme'yi sezdi: Tarih bili
miyle uðraþanlarý yanýltan, uluslarýn
hal ve durumlarýnýn, günlerin ve yüzyýllarýn geçmesiyle deðiþmekte olduklarýný u
nutmaktýr. Bu deðiþme, Yüce
Tanrý'nýn bütün varlýklar için koyduðu bir yasadýr (Mukaddime, Zakir Kadiri Ugan
çevirisi, 1954 baskýsý, L cilt, s.
70-71). Ýbni Haldun, sonra, evrensel evrim'i yakaladý: Biz, varlýklarý birbirine
baðlý olarak görüyor ve varlýklarýn
birinden ötekine geçiþini, yetkin bir düzen içinde, izliyoruz. Maddelerden her b
iri, aþaðýdan yukarýya doðru
yükseldiði ya da yukarýdan aþaðýya doðru alçaldýðý zaman, kendisine yakýn olan m
addenin biçim ve kalýbýna
girmektedir. Yukarýya doðru yükselen madde, kendisinden aþaðýda olan maddeden da
ha hafiftir. Bu hal, yýldýzlar
alemine çýkýncaya kadar sürer. Varlýklara bak. Varlýklarýn, madenlerden baþlayar
ak, yavaþ yavaþ ve tabaka tabaka
biçimlenmiþ olduðunu görürsün. Maden, bitki ve hayvanlarýn ana maddeleri ortaktý
r. Madenin en yükseði bitkinin
en aþaðýsýna bitiþiktir. Örneðin, tohumsuz yetiþen maden tohumsuz türeyen sebzel
erle, hurma ve üzüm gibi bitkiler
inci sedefiyle kabuklu sümüklüböcek gibi hayvanlara yakýndýr ve onlarýn biçim ve
kalýplarýna girebilecek
durumdadýr. Bu geliþme, en aþaðýdan baþlayarak, maymun ve þebek gibi hayvanlarda
n geçip insana kadar
yükselmiþtir. Ýnsanýn en aþaðýsý, iþte bu hayvanlardan baþlamýþtýr. Benim gördüð
üm budur. Doðrusunu Tanrý bilir
(Mukaddime, ayný çeviri, i'nci cilt, s. 241-247). Ýbni Haldun, toplumsallýk zoru
nluðu'nu da anlamýþtýr: Toplumsal
yaþayýþ, insanlar için zorunluktur. Ýnsan, yaþamak için, yaþama gereçlerini saðl
amak zorundadýr. Bu gereçleri tek
baþýna saðlayamaz. Bir buðday tanesinin un olabilmesi, çeþitli hüner ve zenaatle
ri gerektirir. Üretim, üretime yetecek
kiþilerin bir araya toplanmalarýyla olur. Korunmak da öyle (Mukaddime, ayný çevi
ri, i'nci cilt, s. 106-112). Ýbni
Haldun, toplumsal olaylarýn tüm kökünü ekonomik temelde ve üretim araçlarýnda gö
rmektedir. Ona göre, ruhumuzu
oluþturan da ekonomik koþullardýr: Her kazanç ve mal, emek harcayarak elde edili
r. Maden, bitki ve hayvanlardan
saðlanan kazanç da insan emeðinin ürünüdür. Ýnsanlarýn çalýþarak elde ettikleri
para ve mal, ziraat ve sanayide
harcadýklarý emeðin deðerinden ibarettir. Pazarlarda satýn alýnan buðdayda iþ ve
emeðin deðeri açýkça görülmez.
Oysa, buðdayýn deðeri, onu elde etmek için harcanan iþ ve emeðin deðeridir. Kazm
a vurulmamýþ kuyudan su
çýktýðýný gördün mü hiç? Doðrusunu Tanrý bilir (Mukaddime, ayný çeviri, ikinci c
ilt, s. 349-355). Hüner ve sanayiin
geliþmesi, toplumsaI geliþmenin baþýnda gelir (ii'nci cilt, s. 402). Bu geliþme,
insaný düþünsel bilgilerle uðraþmaya
yöneltir (s. 403). Ancak bu geliþmenin sonunda, toplumun çürüyüp daðýlmasý da bi
r zorunluktur. Ýbni Haldun'a göre
Çoban toplumlardan Çiftçi toplumlara, Çiftçi toplumlardan da Sanayi toplumlarýna
geçilir. Sanayi toplumuna geçiþ,
bir geliþmenin sonucu olduðu kadar, bir çöküntünün de nedenidir. Çünkü toplumlar
, artýk Çobanlýk günlerindeki
güçlerini yitirmeye, bolluðun ve rahatlýðýn içinde gevþeyip çürümeye baþlamýþlar
dý. Toplumlarýn ömrü de,
insanlarýn ömrü gibidir. Ýhtiyarlýk ve ölüm, önlenmesi ve giderilmesi mümkün olm
ayan bir hastalýktýr II. cilt, s. 104).
Tarihsel zorunluðunu yaþayan her toplum, kent yaþayýþýna girip sanayileþtikten s
onra kocayacak ve ölecektir. Bu
sonuç önlenemez. Toplumun çöküntüsü iki alanda baþlar: Bil ki, devlet iki temel
üstüne kurulur. Bu temellerden
biri ordu, öteki paradýr. Bozgunluk bu iki temelin sarsýlmasýyla belirir (ii cil
t, s. 107). Devlet yýkýlmaya
yaklaþtýðýnda vergiler artar. Vergilerin artmasý da devletin yoksulluðunu önleye
mez. Böyle bir durumda,
kazanmaktan umut kesilmiþ olacaðýndan, pazarlardaki alýþveriþ durur. Çöküntü, iþ
ler tümüyle çýðýrýndan çýkmcaya
kadar devam eder (ii cilt, s. 68). Ýbni Haldun, Ýlmi Umran adýný verdiði Sosyolo
ji biliminin de kurucusu
sayýlmaktadýr. Toplumbilimsel düþüncenin ilk izlerine Aristoteles'le Farabi'de r
astlanýyor. Ama onu bir bilim olarak
ilerisüren, derinleþtiren ve ona bilimsel bir baðýmsýzlýk kazandýran kesinlikle
Ýbni Haldun'dur. Þöyle diyor: Bil ki,
birinci kitapta inceleyeceðimiz kural ve yöntemler benim icad ettiðim yeni bir b
ilim olup, yararý çok büyüktür. Ben
bu araþtýrma yöntemini, derin araþtýrma ve incelemelerden sonra buldum. Baþýmýn
saðlýðýna and içerim ki, Tanrý'nýn
kullarýndan hiçbirinin bu konuda söz söylemiþ olduðunu bilmiyorum. Bu konu kendi
baþýna ayrý bir bilim gibidir.
Çünkü her bilimin kendine özgü bir konusu vardýr. Ýncelediðim konu, yeryüzünde t
oplumlar halinde yaþayan
insanlarýn toplumsallýk kural ve yasalarýdýr. Bunlar doðal yasalar ve kurallardý
r (I. cilt, s. 9-96). Ýbni Haldun,
toplumbilim'e (kendi deyimiyle ilmi umran'a) tarih felsefesi yoluyla varýyor. Am
acý, tarihçileri eleþtirmek ve onlarýn
niçin yanýldýklarýný saptamaktýr. Tarihçilerin yanýlma nedenlerini þöyle sýralýy
or:
1- Bir mezhebe ya da düþünceye aþýrý baðlýlýk tarihçiyi yanýltýr. Tarihçi tara
fsýz olmalýdýr.
2- Bir haberi anlatana inanmak, tarihçiyi yanýltýr. Haberi anlatanýn doðruluðu
nu deðil, haberin doðruluðunu
kanýtlamak gerektir.
3- Olaylarýn nedenlerini araþtýrmamak tarihçiyi yanýltýr. Olaylarý sanýlara gö
re deðil, gerçek nedenlerine göre
deðerlendirmelidir.
4- Olayýn doðruluðu kuruntusuna kapýlmak, tarihçiyi yanýltýr. Tarihçi, kendi k
uruntularýndan
kurtulabilmelidir.
5- Olaylarý, o olaylarý doðuran durumlarla karþýlaþtýrmasýný bilmemek; tarihçi
yi yanýltýr. Çünkü olayý anlatan,
kendi duyduðu gibi, çoðu baþka biçimlere sokarak anlatmýþ olabilir. Doðrulamak,
olaylarý durumlarla
karþýlaþtýrmak demektir.
6- Devlet büyüklerine yaranmak kaygýsý, tarihçiyi yanýltýr. Bu kaygý, kötüyü g
üzel gösterme çabasýný
doðurur. Tarihçinin iþi, tarihi güzelleþtirmek deðil, olduðu gibi anlatmaktýr.
7- Toplumsal yaþayýþýn doðal kurallarýný ve yasalarýný bilmemek (Sosyoloji), t
arihçiyi yanýltýr. Ýbni Haldun, her
sözün sonunu, doðrusunu Tanrý bilir, diyerek bitirdiði halde, toplum düzenini, b
ir yirminci yüzyýl maddecisi gibi,
maddesel temellere oturtmaktadýr. Toplumun toplumsal ve siyasal düzenleri, tanrý
sal düzenler deðil, doðal
düzenlerdir. Toplumlar da, doðal varlýklar gibi, doðmakta, büyümekte ve ölmekted
irler (Vico, Spengler).
Tarih, olaylarý anlatmak deðil, olaylarý düþünmektir (Sorel). Toplumsal olaylarý
n kökü, ekonomik temellerde ve
üretim araçlarýndadýr (Marx). Toplumlar arasýndaki ayrýlýklar, coðrafya koþullar
ýnýn baþkalýðýndan ötürüdür
(Montesquieu). Siyasal düzen, ideolojik deðil, pratik olmalýdýr (Maccbiavelli).
Ahlak düzeni, insanlarýn
çoðalmasýyla ilgilidir (Malthus). Geliþme, en aþaðý maddeden baþlayarak, maymun
ve þebek gibi hayvanlardan geçip,
insana kadar yükselmiþtir (Darwin). Ahlaksýzlýðýn ve çöküþün nedeni, kent yaþayý
þýna geçiþtedir (Rousseau).
Gerekli olan, güçlülük ve iradeliliktir (Nietzsche). Ýbni Haldun, Mukaddime'sini
þu sözlerle bitirmektedir: Tanrýnýn
doðru düþünce, açýk bilgi baðýþladýðý kullarý bizden sonra yetiþerek, bizim bu y
apýtta yazdýklarýmýzdan ve
anlattýklarýmýzdan, daha geniþ ve daha derinini yazar ve anlatýrlar umudundayýz.
Bir bilgiyi ilk önce ortaya koyan
kimsenin görevi, ancak, o bilginin konularýný açýklamak, bölümlerini ayýrmak, o
bölümlerde incelenen konular
üstünde söz söylemektir. O kimseden sonra yetiþenlerse o bilgiyle ilgili sorunla
rý azar azar o bilgiye eklerler ve bu
yolda onu ilerletirler: Tanrý bilir. Siz bilmezsiniz. Ben Mukaddime'yi beþ ayda
yazdým, 776 yýlýnýn (Ý.S. 1377) tam
yarýsýnda bitirdim. Düzenlemek ve ayýklamak için harcadýðým süre bu beþ ayýn dýþ
ýndadýr. Yapýtýmýn baþýnda
anlattýðým gibi, buna kavimlerin tarihini de ekledim. Bilgi, ancak, aziz ve bilg
in olan Tanrý eliyle baðýþlanýr (III.
cilt, s. 352).
Ýslam felsefesi, bir baþka yandan, gizemsel açýdan da birçok düþünürler yetiþt
irmiþtir. Ýmam Gazzali'nin baþlattýðý
felsefesel tasavvufa felsefei tasavvufiyye adý verilmektedir. Bu alanda Muhyiddi
n Arabi, Sadreddin Konevi, Nasýr
Tusi, Molla Cami, Ýmam Rabbani, Sadreddin Þirazi, Feridüddin Attar, Bayeziti Bis
tami, Þeyh Bedreddin, Nasýr
Hüsrev, Ýbrahim Ethem, Þakik Belhi vb. gibi birçok ünlü düþünürler yetiþmiþtir.
TASAVVUF. Ýslamsal disiplin içinde oluþmuþ bulunan tasavvuf deyimi, genel olar
ak, iki öðeyle açýklanmaktadýr.
Bunlardan biri varlýk birliði (Ar. Vahdet-i vücut) felsefesi, ikincisi dinin yüz
eyiyle yetinmeyerek derinliklerine
inme eðilimidir. Ne var ki bu öðelerin ikisi de Ýslamsal tasavvufun baþlangýcýnd
a geçerli deðildirler, akýma zamanla
katýþmýþlardýr. Ýslamsal tasavvuf, ilkin, Batý'da da görüldüðü gibi, dinsel yaþa
mýn aþýrý, ama zorunlu bir sonucu
olan gizemcilik (Fr. Mysticisme)'le baþlamýþtýr. Ýlk mutasavvýflar dinsel yaþamý
, içlerine kapanarak, bireysel olarak
ve ruhsal yanlarýyla yaþamak isteyen aþýrý sofulardý. Bu sofular, varlýk birliði
felsefesinden habersiz olduklarý gibi
kutsal kitabýn açýk anlamlarýnýn altýndaki gerçek anlamlarýný bulup çýkarmak ist
eðini de duymamýþlardý. Amaçlarý,
sadece, aþýrý bir Müslüman olarak, dünya iþlerinden el etek çekip bütün gün ve g
ecelerini dinsel bir yaþama
vermekti. Nitekim Ýslam peygamberi de peygamberliðe hazýrlanýrken böylesine bir
yaþam sürmüþtü. Ýlk
mutasavvýflarýn dileði, belki de, sadece ona benzemekten baþka bir þey deðildi.
Günlerini ve gecelerini örneðin
Hasan Basri tanrý korkusuyla titreyerek (hkz. El-Isfahani, Hilyet-ül-Evliya, cil
t II, s. 131), Rabia Adeviyye tanrý
aþkýyla aðlayarak (bkz. Þarani, EI Tabakat-ül-Kübra, cilt I, s. 72) geçiriyordu;
varlýk birliðini düþünerek ya da
dinsel sözcüklerde gizli anlamlar arayarak deðil. O zamanlar aþýrý dincilikte pe
ygamberi ve yakýnlarýný taklit eden
ehl-i sünnet'e de mutasavvýf deniyordu. Arap bilgini Ýbni Haldun, ünlü Mukaddime
'sinde þöyle der (s. 328):
Tasavvuf, bir þeriat bilimidir. Temeli, ashab (peygamberin yakýn dostlarý) ve ta
biin (bu yakýn dostlarýn dostlarý) ile
onlardan sonra gelenlerin hak ve hidayete uyan halleridir ki kendini Allah'a ver
mek, tapýmla uðraþmak, dünyanýn ,
her türlü iþlerinden ve süslerinden yüz çevirmek, çoðunluðun önem verdiði mal ve
mülkten el etek çekmek, halktan
ayrýlarak ve yalnýzlýða çekilerek ibadete dalmaktýr.
Bir baþka Ýslam bilgini Sühreverdi de Avarif-el-Maarif adlý yapýtýnda mutasavv
ýflarýn ehl-i sünnetten olduklarýný,
tapýmý þeriata uygun olarak yaptýklarýný, dinin kural ve temellerini araþtýrmakt
a derinleþerek dinin gerçek amacýna
doðru yürüdüklerini ve böylelikle tam ve gerçek bir inana kavuþtuklarýný yazmakt
adýr. Ýslamsal bilgilerde çok yetkili
0bir kiþi olan ve mutasavvýflara karþý olduðunu hemen her yapýtýnda açýkça söyle
yen Abdülbaki Gölpýnarlý bile bir
yapýtýnda: Hiç þüphe yok ki Sufiler içinde þeriata harfi harfine riayet edenler
vardýr demektedir (bkz. A.
Gölpýnarlý, Tasavvuf, 1969, s. 97). Zamanla tasavvufa katýlmýþ bulunan panteist
felsefeyle Batýnilik, bu akýma, iki
temel özelliði olan varlýk birliði anlayýþýyla yoruma dayanan içrekçiliði getirm
iþlerdir. Bu katýþma sonunda tasavvuf
þu aþamalara ulaþmýþtýr: Ýlmelyakin aþamasýnda dini olduðu gibi, eþdeyiþle herke
s gibi görür, uygular. Aynelyakin
aþamasýnda görünenden görünmeyene, dinin derinliklerine inmeye çalýþýr. Hakkalya
kin aþamasýnda dinin gerçek
amacýna varýr ve tam bir inan içinde ölüp tanrýda ölümsüzleþir. Bu son aþamayý C
üneyd-i Baðdadi þöyle
tanýmlamaktadýr: Tasavvuf, tanrýnýn seni sende öldürüp kendisiyle yaþatmasýdýr.
Tasavvuf sözcüðünün hangi
kökten türediði de tartýþmalýdýr. Genel olarak bilgi anlamýna gelen Yunanca soph
ia sözcüðünden türediði
ilerisürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanýldýðý kesin olarak bilinmemekle bera
ber, Yunan felsefesiyle iliþki kuran
ilk Ýslam düþünürlerinden çok önce kullanýldýðý sanýlmaktadýr. Biruni'nin Tahkik
-i malil-Hind adlý yapýtýnda
ilerisürdüðü (s. 16) bu sav, doðru olmasa gerektir. Yoksulluðu yeðlemeleri dolay
ýsýyla Arapça yünlü dokuma
anlamýna gelen soy giymeleri yüzünden bu adý almýþ olmalarý olanaklýdýr.
Din kurumu, bütün biçimlerinde, usla çeliþiktir. Dinin inanmayý þart koþtuðu d
ogmalar çoðunlukla gerçekdýþý
konulardýr.' Batýnilik akýmý, gerçekte, Ýslam dininin usçu bir eleþtirisidir. Ne
var ki bu eleþtiri, tarihsel koþullar
altýnda açýða vurulamamýþ, dinsel bir görünüþ altýnda gizlenmiþtir. Dilimize Ýçr
ekçilik deyimiyle çevrilen Batýnilik,
siyasal amaçlar da gütmüþ ve bu amaçlara varma yolunda din görünüþünden olduðu k
adar tasavvuftan da geniþ çapta
yararlanmýþtýr. Ana savý þudur: Kuran'ýn iç anlamlarýna erenler için dýþ anlamla
rý gereksizdir. Örneðin, Batýni
yorumuna göre, namaz kýlmanýn amacý, tanrýya yaklaþmaktýr, tanrýya yaklaþmýþ ola
nlarýn namaz kýlmalarý gerekmez.
Batýniler böylelikle din kurumundaki usa aykýrýlýklarý yok etmiþler, ne var ki b
unlarýn yerine usçu yorumlamalarla
yeni inançlar getirmiþlerdir. Örneðin, evrenin yaratýlýþýnda beþ temel güce inan
ýrlar: 1- Sabýk (her þeyden önce var
olan, bir çeþit tanrý, ama yaratýcý deðil, bir oluþun baþlangýcý ve ilkesi, oluþ
ma onun istemiyle deðil, sadece onunla
baþlýyor), 2- Tali (her þeyden önce var olanýn ardýndan gelen, us, erkek ilke),
3- Cedd (özdeðin biçimlenme yeteneði,
bir çeþit nefs, diþi ilke), 4- Feth (oluþmanýn içinde gerçekleþeceði uzay, mekan
), 5- Hayal (oluþmanýn onunla
gerçekleþeceði zaman)... Görüldüðü gibi evren, her þeyden önce var olan'dýr, ilk
siz ve sonsuzdur, ne yaratýlmýþtýr, ne
de yok olacaktýr; sürüp gitmekte. olan bir oluþ vardýr, bu oluþ özdekseldir ve e
tkin-erkek ilkeyle edilgin-diþi ilkenin
karþýlýklý etkileriyle sürüp gitmektedir. Bu anlayýþ, tümüyle bilim öncesi bir ö
zdekçilik anlayýþýdýr. Evrenin
oluþmasý ve oluþmanýn sürüp gitmesi, doðaüstü güçlerle deðil, doðal güçlerle açý
klanmaya çalýþýlmýþtýr.. Batýniliðin
bu temel felsefesel öðretisinin üstünde zamanla dinsel inançlarý da aþan yeni bo
þ inançlar türemiþtir, örneðin önce
peygamber'in yerine konan imam'ýn giderek tanrýlýðýna inanýlmýþtýr. Batýnilerin
saf, usçu, insansal ve arý felsefesi
zamanla bilgisizlerin elinde yeni usa aykýrýlýklara dönüþmüþtür. Batýnilik'le ta
savvuf birbirine karýþtýrýlmamalýdýr;
Batýnilik, tasavvuftan yararlanmýþ ve tasavvufu etkilemiþtir, her iki düþünce ak
ýmýnda birbirine geçmiþ ortak yanlar
vardýr, ama birbirinden ayrý yanlar da vardýr.
Batýniler genellikle Alevidirler. Alevilik (Fr. Alevisme) ilkin Ali sevmek an
lamýnda ve bir siyasal parti olarak
belirmiþtir. Peygamber Muhammed, Ali'yi sever ve tutarmýþ, ölümünden sonra da ke
ndi yerine geçirmek istermiþ.
Peygamber, Ýslam'ýn bütün þerefli iþlerinde özellikle Ali'yi görevlendirirmiþ. P
eygamberin ölümünden sonra Ali'yi
Halife yapmak isteyenler Þia adý altýnda partileþmiþler, Ali'ye karþý olanlar da
Havaric adý altýnda toplanmýþlardýr.
Ýslamlýðýn ilk yýllarýnda, özellikle Ebu Bekir ve Ömerin Halifelikleri sýrasýnda
, sadece siyasal çekiþmelerle
sürüpgiden Alicilik; sonralarý Ýran'dan gelen toplumcu akýmlarla Ýslamlýðýn boþl
uklarýndan doðan gizemci
düþüncelere en uygun bir barýnak olmuþ ve düþünsel bir öðreti biçimine dönüþmüþt
ür. Ne var ki bu öðreti de iç
çeliþmelerle çeþitli anlayýþlara bölünmüþtür. Bu anlayýþlarýn içinde Ali'yi tanr
ýlaþtýranlar bile türemiþtir. Alevilik;
Orta Asya'da, Hindistan'da, Yemen'de, Ýran'da, Suriye'de ve Anadolu'da pek güçlü
bir varlýkla yayýlmýþ,
günümüze kadar sürüp gelmiþtir. Anadolu'da kýzýlbaþlýk, tahtacýlýk adlarý Alevil
ik'le eþanlamlýdýr. Ýran'da da
Alevilere göranlar denir. Aleviler kendilerini söfi (gizemci) adýyla adlandýrýrl
ar. Þiilere göre Ali, Tanrý'nýn dostu
anlamýnda veli (Ar. Vali Allah)'dir. Buysa onu sadece bir nebi (peygamber) olan
Muhammed'e üstün kýlar. Ali'nin
tanrýlýðý, Abd Allah b. Saba'nýn kendisine, Tanrý'nýn niteliklerinden biri olan
Ali niteliðini kastederek Sen osun
demesiyle filizlenmiþtir. Ýmamlýðý da, Peygamberin: Ben kimin efendisiysem Ali d
e onun efendisidir sözüne
dayanýr, Gizemcilik, Ali'nin þu sözlerinden güçlenmiþtir: Ben her akþam Peygambe
rin evine giderdim. Peygamber
birçok ayetleri bana yazdýrýr, gizli anlamlarýný açýklardý. Þia partisine baðlý
olanlara göre Ali'yi sevmeyenler
Müslüman deðildirler. Bu partiden, önce Galiye kolu türemiþtir. Bu kolun adýna k
urucusu Abd Allah b. Saba'dan
ötürü Sebeiye de denilmektedir. Galiye tarikatýna baðlý olanlara göre Ali, Tanrý
'dýr ve bulutlar üstünde oturmaktadýr.
Bir gün yeryüzüne inerek dünyayý düzeltecektir. Gök gürlemesi Ali'nin sesi, yýld
ýrým Ali'nin kamçýsýdýr. Haram
denilen þeylerin, gizli anlamlarýnda, hepsi helal'dir. Þia partisinden türeyen i
kinci kol Ýmamiye adýný taþýr. Bunlara
özel olarak Rafýzi de denilmektedir. Bu terim, Arapçada terk etmek anlamýndaki r
afaza sözcüðünden türetilmiþtir.
Rafýzilik, genel olarak bütün Þiileri adlandýrýr ve Ebu Bekirle Ömer'in imamlýkl
arýný yadsýmayan baþkanlarýný terk
edenler anlamýndadýr. Þiiliðin üçüncü büyük kolu, Ali'nin torunu ve Ýmam Zeynela
bidin'in oðlu Zeyd'in kurduðu
Zeydiye tarikatýdýr. Bu anlayýþa göre Ýmamlýk, Fatma'nýn soyuna özgüdür. Fatma'n
ýn soyundan gelen Fatýmiler
X'ncu yüzyýlda güçlü bir imparatorluk kurmayý baþarmýþlardýr.
Ali yandaþlýðý'na þia denir. Terim, halife Osman'ýn öldürülmesinden sonra iler
isürülmüþtür ve Peygamber
Muhammed'in amcasýnýn oðlu ve damadý Ali'ye düþman olan Haricilik karþýtý olarak
siyasal bir parti niteliðindeki
Þiilik'i adlandýrmýþtýr. Ýlkin, Ali'ye karþý Osman'ýn soyunu (Emeviler) tutanlar
a Þia-i Osman ve Ali'yi tutanlara Þia-i
Ali denmiþ; daha sonra sadece Ali yandaþlýðýný dilegetirmiþtir. Ýslam tarihleri
þiiliðin geliþmesini genellikle üç
aþamada incelerler. Bunlardan birincisinde Þia-i Ula, ikincisine Usul-ü Þia ve ü
çüncüsüne Ali'nin ölümünden
sonraki Þia denir. Þia-i Ula, Halifelik konusunda Ömer'den sonra Ali'nin Osman'a
yeðlenmesini dileyenlerin
oluþturduklarý siyasal akýmý dilegetirir. Hemen bütün ashab ve tabiin bu görüþte
ydi. Bunlar bizzat Ali'nin
Müslümanlarýn en hayýrlýsý önce Ebu Bekir, sonra Ömer'dir sözüne uyarak Ebu Beki
r'le Ömer'in halifeliklerini
onaylamýþlar, ne var ki ondan sonra Osman'ýn deðil Ali'nin halife olmasý gerekti
ðini ilerisürmüþlerdir. Bu sav, ilkin
bir ehl-i sünnet savýydý. Ama zamanla Ali'yi tanrýlaþtýracak kadar aþýrý bir Ali
'cilik güdülmeye baþladýðýndan
Kur'an ve hadislerin açýk anlamlarýna baðlý kalanlar elil-i sünnet adýný alarak
þia adýný býrakmýþlardýr. Dr. R. Dozy,
Ýslam Tarihi adlý deðerli ve ünlü yapýtýnda þöyle demektedir: Baþlangýçta Harici
ler de Ali'nin taraftarý idiler.
Þiiler de böyle olmakla beraber iki partinin düþünceleri çok çeliþikti.
Politikada Haricilerin düþünceleri kendilerini demokratlýða götürdüðü halde Þi
ilerin bencil düþünceleri
mutlakiyetçi bir yönetime ve ezici bir istibdada götürüyordu. Her ne kadar bu ik
i parti çoðunlukla kiþisel bir amaca
ulaþmak için çabalayan baþkanlarýnýn yönetimi altýnda bulunuyorlarsa da Þiiler g
ene yüreklerinin derinliðinde bir
Ýran mezhebi taþýyorlardý. Özgürlüðü seven Arap ýrkýyla tutsaklýða alýþmýþ Ýran
ýrký arasýndaki ayrým, iþte burada
ortaya çýkýyordu. Peygamber'e bir halife (halef) seçmek, Ýranlýlar için alýþýlma
mýþ ve anlaþýlmaz bir þeydi. Onlar,
devlet baþkanlýðý için ancak soydan geçme (veraset) kuralýný tanýyorlardý. Madem
ki Peygamber erkek çocuk
býrakmadan ölmüþtü, damadý Ali onun doðal mirasçýsýydý. Bundan ötürü Ali'den önc
e halife olan Ebu Bekir, Ömer
ve Osman; Ali'nin hakkýný elinden almýþ olan birer zorbaydýlar. Ayrýca hükümet v
e Araplarla onlarýn zenginilklerine
karþý duyduklarý kin de bu düþüncelerini güçlendiriyordu. Bir de hükümdarlarýný
tanrý soyu olarak görmeye alýþmýþ
olduklarý için bu puta tapma geleneðini Ali'nin ve onun soyundan gelenlerin üstü
ne aktardýlar (Dr. R. Dozy, Tarih-i
Ýslamiyet, Abdullah Cevdet çevirisi, Mýsýr 1908, c. I, s. 281 vd.). Dozy'nin bu
doðru savýna þu da eklenebilir: Yeni-
platonculuktan türeyen vahdet-i vücut (Varlýk birliði) felsefesi, deðil Ali'nin,
Yezidilikte olduðu gibi þeytan'ýn bile
tanrý sayýlmasýna yeterdi.
Tarikat deyimi, yol anlamýna gelen Arapça tarik sözcüðünden türetilmiþtir: Tas
avvuf terminolojisinde tanrýya
kavuþma yolu olarak tanýmlanýr. Ýslam dini açýsýndan tanrýlýk bilgiyi elde etmen
in tek yol'u Kuran ve hadis'lerdir,
eþ deyiþle Tarikat-ý Muhammediyye (Peygamber Muhammed'in yolu)'dir, baþkaca hiçb
ir yorum gerekmez. Ne var
ki tasavvufçular bu düþünceye katýlmazlar, onlara göre dinin açýk (Ar. zahir) an
lamlarý bilgisizler içindir (ki bu
bilgisizler o çaðýn Arap dünyasýnda yüzde doksan dokuzdur) ve bilgili ya da bilg
iye yetenekli kiþiler için gizli (Ar.
zatýn) anlamlarý vardýr ki ancak büyük çapta bilgililerin yorumlarýyla açýða çýk
arýlabilir. Yorum kapýlarý bu
gerekçeyle açýlýnca, çeþitli bilgilere göre çeþitli yorumlarýn meydana gelmesi v
e bu yüzden çeþitli tarikat'larýn
oluþmasý doðaldýr: Þeriat'dan hakikat'a marifet'le geçilmektedir. Çeþitli ustala
r çeþitli marifet'ler
gösterdiklerinden tutulacak yol'lar da doðal olarak çoðalmýþtýr. Dinler, insan m
utluluðunu saðlamak amacýyla,
anlaþmazlýklarý giderecek; kötülükleri önleyecek, ölüm korkusunu yenecek sözler
getirdiler. Bu sözlerin açýk
anlamlarý vardý. Ama insan aklý geliþtikçe, bu açýk anlamlar, mutluluðu saðlamay
a yetmediler. Bu sözlerin açýk
anlamlarýnýn ardýnda, gizlenmiþ anlamlarý yok muydu?.. Var olan, geliþen insan a
klýydý. Açýk anlamlarýn yetmezliði
vardý. Kalýplarý parçalama tutkusu vardý. Özgür düþünceye susayýþ vardý. Mutlulu
ðu elde etme çabasý vardý. Bu
güzelim dünyada gereði gibi yaþamak bilinci vardý.
Yeni anlamlar yaratýlmasý gerekiyordu. Açýk (zahiri) anlamlardan gizli (batýni
) anlamlar var edildi. Zahirilik
yetmeyince, Batýniliðe gidilecekti elbet. Kestane, dalýnda duruyordu. Meyveyi el
de edebilmek için meyveyi
gizleyen zarý soymak gerekirdi. Amaç, kestaneyi yiyebilmekti. Kestane bu güzelim
dünyada, dalýnda býrakýlamazdý.
Oysa, yeþil kabuðu parçalamak sanýldýðý kadar kolay bir iþ deðildi. Yeþil kabuðu
parçalamaya kalkýþanlarý
asýyorlar, derilerini yüzüyorlar, öldürüyorlardý. Gizliliði araþtýranlar, gizlen
meliydiler. Mansur gibi asýlmak, Nesimi
gibi derisi yüzülmek düpedüz budalalýktý. Anlaþýlýr'a varabilmek için anlaþýlmaz
olmaktan baþka çýkar bir yol
yoktu. Açýk seçiðin yerini, bu açýk seçikliði gizlemek amacýyla semboller aldý.
Ýslam düþüncesinde mezhepler bu zorunluktan doðdular. Ortodoks Müslümanlýðýn k
arþýsýna, Martin Lutherden
sekiz yüzyýl önce, Protestan Müslümanlýk çýkýyordu. Yunanca'da akýl anlamýna gel
en logos, Araplaþarak kelam
olmuþtu, Yunancada bilgi anlamýna gelen sophos da tasavvuf. Felsefe, Ýslam statü
süne Ebu Hanife'yle (699-767)
girdi. Türk soyundan gelen bu Ýslam imamý, logos'u da, sophos'u da gereði gibi k
ullanýyordu. Ýslamlýk, birinci
yüzyýlýný henüz bitirmiþti. Ebu Hanife, akla uygun olmayan hiçbir kuralýn uygula
namayacaðýný söylüyordu.
Tutulacak yolu nakil deðil, akýl gösterecekti. Þu din büyüðü böyle dedi; bu din
büyüðü böyle yaptý diye akla uygun
olmayan kurallara boyun eðmek gerekmezdi. Akla uygunluðu da, tartýþmalar sonucun
da, çoðunluðun oyu
belirtecekti.
Akýlcýlýk yolu, Cebriye'yi, Kaderiye'yi, Mutezile'yi doðurdu. Soru þuydu: Yapt
ýklarýmý ben mi yapýyorum, Tanrý
mý yaptýrýyor?.. Cebriye' ye göre, yaptýklarýmýzý biz yapýyorduk, Kaderiye'ye gö
re Tanrý yaptýrýyordu. Cebriyeciler
soruyorlardý: Öyleyse neden biz sorumlu olalým?.. Mutezile de Cebriye'yle birleþ
erek þöyle diyordu: Ýman
kitaptaysa akýl da insandadýr. Kader diye bir þey yoktur. Tanrý benim iþime karý
þmaz, ne ceza verir ne armaðan.
Kitap da Tanrý sözü deðil, kul sözüdür. Viii'nci yüzyýlda Vasýl bin Ata ( ? -748
) ve onu izleyenlerin meydana
getirdiði Mutezile (Fr. Motazalites) akýmý, Ýslam felsefesinde usçuluðu ve usaay
kýrý bulunan dinsel inançlara karþý
çýkmayý gerçekleþtirmiþtir. Ünlü gizemci Hasan Basri'nin öðrencisi olan Vasýl bi
n Ata, büyük suçlu (Ar. Mürtekibi
kebir) konusunda öðretmeniyle anlaþamayarak ondan ayrýlmýþ ve bundan ötürü onun
ve izleyicilerinin öðretisine
Arapça ayrýlma anlamýndaki itizal sözcüðünden türetilen ehli sünnetten ayrýlanla
r anlamýnda mutezile denmiþtir. Bu
davranýþ, Ýslam dünyasýnda, dogmatik çeliþkilere karþý insan usunun ilk þahlanýþ
ýdýr. Vasýl bin Ata'nýn baþkaldýrdýðý
sorun þuydu: Mademki ceza ölümden sonra verilecek, demek ki cezayý ruh çekecekti
r. Mademki ruh ölümsüzdür,
öyleyse nasýl yanýp kül olacak? Mutezileciliðin temel fesefesi bu çok haklý soru
dan türemiþtir. Cahiz ( ? - 868),
Muammer ibni Abbad, Ebül Hüseyin Basri, El Nusaybini, Hiþam vb. gibi düþünürler
yetiþtiren mutezile akýmý Basra
mutezilesi (Ar. Mutezilei Basriyye, Fr. Ecole dissideute de Bassora) adýyla anýl
ýr. Baþlýca sorunlarý kader, ceza,
tanrýnýn nitelikleri konularýdýr. Mutezileciler kaderi yadsýrlar, onlara göre ku
l kendi eylemlerinin yaratýcýsýdýr.
Böyle olmasaydý, tanrýca belirlenen eylemlerinden sorumlu olamazdý. Eðer kader
varsa ve insana bütün eylemlerini
tanrý yaptýrýyorsa neden kendi yaptýrdýðýný gene kendisi cezalandýrýyor? Mutezil
eciler bir bakýma, aklýn almadýðýný
aklýn aldýðýna indirgeyerek Ýslam dinini güçlendirmeye alýþmýþlardýr. Bu açýdan
Ýslam felsefesinde akýlcýlar
anlamýnda Arapça Akliyyun adýyla da anýlýrlar. Cennet, cehennem, vahiy vb. gibi
Kuran'da bulunan bütün usdýþý
tasarýmlarý da yadsýmýþlardýr. Özellikle Cahiz, bilginin ilk koþulu þüphedir, di
yecek kadar ileri gitmiþ ve
bilimseleþmiþtir. Ýslam felsefesinin ilk Kelamcýlar'ý da mutezilecilerdir. Ýslam
felsefesinde insan usunun
yadýrgamayacaðý bütün tezler mutezilecilerce ilerisürülmüþtür. Bu açýdan da mute
zileciler, Ýslam felsefesinde özgür
felsefeyi gerçekleþtiren ilk ve tek felsefe akýmýdýr. Mutezileciler, tanrýnýn ni
telikletini de yadsýrlar ve tanrýnýn zat
(öz)'ýný sýfat (nitelik)'ýndan ayýrýrlar. Onlara göre tanrýya insansal nitelikle
r yakýþtýrmak; onu öc alýcý, cezalandýrýcý,
armaðan verici saymak tanrýlýk düþünceye aykýrýdýr. Kuran da tanrý kelam (söz)ý
deðil kul kelamýdýr ve mahluk
(sonradan meydana getirilmiþ)'tur. Mucize (tansýk) diye bir þey yoktur, evrende
usdýþý hiçbir olgu gerçekleþemez.
Sünnilerce sapkýnlýk sayýlan Mutezile düþünceleri beþ ilkede toplanabilir: 1- Ýn
san, eylemini kendisi yaratýr.
Özgürdür ve kadere baðlý deðildir. Böyle olmasaydý kendi eyleminden sorumlu olma
masý gerekirdi. Tanrýca
cezalandýrýlmasý da onun kendi eylemini kendisinin yarattýðýna en büyük kanýttýr
. Yoksa tanrýlýk ceza, tanrýlýk
tüzeye (adalete) aykýrý olurdu. Bu düþünceden ötürü Mutezile'ye Ashap al- Adl (A
daletçiler) da denir. Oysa kaza ve
kader'e inanmak Ýslamlýðýn baþ koþullarýndan biridir. Mutecileciler bu düþüncele
riyle açýkça Kuran'a karþý
çýkmaktadýrlar. Kader inancýný yadsýmalarý nedeniyle onlara Kaderiyye de denmiþt
ir. 2- Tanrýnýn kendisinden
ayrý nitelikleri yoktur. Nitelik (sýfat) öz (zat)'den ayrý ve baðýmsýzdýr, bunda
n ötürüdür ki, tanrýnýn özünde ya da
özüne eklenen nitelikler kabul etmek birçok tanrýlarýn varlýðýný kabul etmek dem
ektir. Tanrý niteliklerini
yadsýdýklarýndan ve tanrýyý böylesine bir birlikte tasarladýklarýndan ötürü Mute
zile'ye Ehl-i Tevhid (Birlikçiler) de
denir. Mutezileciler bu düþünceleriyle de açýkça Kuran'a karþý çýkmaktadýrlar, ç
ünkü bizzat tanrý sözlerine göre
nitelik ve öz birbirinin aynýdýr ve tanrýnýn nitelikleri vardýr. Birbirine pek b
enzeyen her iki düþünce arasýndaki
ayrýlýk þuradadýr: Sünnet ehline göre tanrý bilgindir ve bilgisi vardýr.
Mutezile'ye göre tanrý bilgindir ama, bilgisi olduðundan ötürü deðil. Bunun gi
bi, tanrý her þeyi görür ama, görme
niteliði olduðundan deðil. Tanrý demek, her þey demektir. Ona ayrýca nitelikler
yüklemek gerekmez. Görüldüðü gibi
her iki, düþünce de birlik (tevhid)'çidir. Mutezileciler bu savlarýyla Ýslamýn t
evhid anlayýþýna karþý çýkmaktadýrlar,
tevhid'in kendi anlayýþlarýnda olduðu gibi anlaþýlmasýný ilerisürmektedirler. Eh
li sünnet de tevhidcidir, çünkü
tanrýnýn özüyle nitelikleri birbirinden ayrýlamaz der, bütün nitelikler tanrýnýn
zatýnda birliðe ulaþýr. Ne var ki
sünniler niteliklerin varlýðýný kabul eder, Mutezile yadsýr. 3- Mutezile'nin üçü
ncü ana ilkesi ayrýlýk (Ýtizal)'a neden
olan büyük günah sorunu üstündedir. Eþdeyiþle Mutezileciler bu sorun üstündeki a
yrýlýklarýndan ötürü Mutezile
adýný almýþlardýr. Mutezile'ye göre inanlý (Mü'min)'yla inansýz (Kafir) arasýnda
bir rütbe daha vardýr ki o da
kabahatli (Fasýk)'dir. Büyük günah iþleyenler ne kafir, ne de mümindirler, ancak
fasýktýrlar. Ölmeden önce tövbe
ederlerse mü'min olurlar, etmezlerse kafir olurlar. Mutezileciler, sünni anlayýþ
ýna aykýrý olan bu duruma orta
derece (Ar. Menzile beyn al-menzileteyn) derler. 4- Mutezile'nin tia'd val-vaid
adýný verdiði dördüncü ilke,
birinci ve üçüncü ilkeleriyle ilgilidir. Bu ilkeye göre kötülerin cezalandýrýlma
sý ve iyilerin armaðanlandýrýlmasý
tanrý için zorunlu (vacip)'dur. Baðýþlama (þefaat) ancak tanrýnýn haklarýyla ilg
ili (Hak-ullaha müteallik) tapým
alanýnda olabilir. Yoksa kullarýn kendi yarattýklarý eylemlerinden ötürü tanrýca
baðýþlanmalarý tanrýnýn adaletine
aykýrý olur. Tanrýnýn yasakladýðý bir eylemi yapanýn gene tanrýca baðýþlanabilec
eðine inanmak usaaykýrýdýr. 5-
Mutezilecilerin beþinci ilkesi, iyi þeylerin yapýlmasý ve kötü þeylerin yapýlmam
asý (Ar., Emr bi'1-maruf va'n-nehy
ani'1 münker) zorunluðunu ilerisürer. Bir bakýma ehli sünnet de bu düþüncededir
ama, iyinin ve kötünün Kuran'da
açýklanmýþ olmasýný, eþdeyiþle Kuran'da yasaklanan ve izin verilen þeylerle sýný
rlý olmasýný þart koþar. Mutezileyse
bu konuda usun ölçütlüðünü kabul eder, eþdeyiþle Mutezile'ye göre, iyiyi ve kötü
yü us ayýrýr. Bu beþ ilkenin
dýþýnda Mutezileciler Ýslamlýðýn temel ilkelerine iki aykýrý görüþ daha ilerisür
müþlerdir: Tanrýnýn ötedünyada gözle
görülemeyeceði ve tanrýnýn söz (kelam), buyruk (emir) ve yasaklarýnýn (nehiy) ya
ratýlmýþ (mahluk) olduðu.
Mutezilecilik çeþitli Abbasi halifeleri ve özellikle halife Ma'mun tarafýndan ko
runmuþtur. Us'a dayanan
Mutezileciliðin karþýsýna bir zaman sonra inan'a dayanan gerici Eþ'arilik dikilm
iþse de usçuluk akýmýnýn
gizemcilikte gizlenerek sürüpgitmesine engel olunamamýþtýr.
Tasavvuf (sophos), bu düþünce akýmlarýnýn (logos) ortasýnda geliþti. Tasavvuf
zinciri þöyle sýralanmaktadýr: Ebu
Haþim (Viii'nci yüzyýl), Zünnun (dokuzuncu yüzyýl), Bayezid-i Bistami (dokuzuncu
yüzyýl), Cüneyd-i Baðdadi (dokuzuncu
yüzyýi), Hallac-ý Mansur (858-922), Ýbn-i Sina (980-1037), Ýmam Gazali (1059-111
1), Muhyiddin-i Arabi (1156-
1240)... Ve sonunda, kestaneyi yiyebilmek için kabuklarý iyice parçalayan Mevlan
a Celaleddin'le Hacý Bektaþ
(Xiii'nci yüzyýl). Ýslamlýkta tasavvuf çerçevesi içinde o kadar çok tarikat türe
miþtir ki, Peygamber Muhammed'in
tarikatýnda pek az kimse kalmýþtýr denilebilir. Bu tarikatlarýn tümü tasavvuf an
a düþüncesinde birleþirler, düþünce
ayrýlýklarý pek önemsizdir. Çoðu da tarikatý kuranýn adýný taþýr: Þeyh Ahmet Nam
ýki-i Cami'ninkilere Camiler,
Mevlanacýlara Mevleviler, Hacý Bektaþçýlara Bektaþiler denir.
Tasavvuf tarikatlarýnýn büyük çoðunluðu, özellikle þii-batýniler, varlýkbirlið
i (vahdeti vücud) anlayýþýnda
birleþirler. Bu anlayýþ, tüm varolanlarýn tanrýnýn çeþitli belirimleri olduðu, d
aha açýk bir deyiþle her varlýðýn bizzat
tanrý olduðu inancýný dilegetirir. Ýslam gizemciliðinde vahdet-i þühut ve vahdet
-i kusut'tan sonra eriþilen üçüncü ve
son aþamadýr: Bu en yetkin aþamada bütün varlýklar, görünüþteki ayrýlýklarýndan
sýyrýlarak tek varlýk içinde birleþir
ve kaynaþýrlar. Önce bütün varlýklarý ayrý ayrý gören (vahdet-i þühut) gizemci,
sonra kendi iradesini tanrýlýk iradeyle
birleþtirmiþ (vahdet-i kusut) ve daha sonra kendi varlýðýný tek varlýða katarak
vahdet-i vücut aþamasýna ulaþmýþtýr.
Bu yetkin aþama, kendinden önceki bütün aþamalarý kapsar. Bu aþamada gizemci, ar
týk kendisinin tek varlýðýn insan
biçimindeki belirtisi olduðunu bilmektedir. Örneðin Muhiddin Arabi, Feridüddin A
ttar, Mevlana Celaleddin gibi
son büyük gizemciler bu aþamaya ulaþmýþlardýr. Ýslam Temciliðinin bu aþamasý, Ba
tý'nýn kamutanrýcýlýðýna
(panteizm) benzer. Dinsel alanda inanca dönüþen bu spekülatif varsayýma göre her
þey, tek þeydir. Ayrýlýklar
görünüþtedir, öz birdir. Ýslamsal vahdet-i vücut anlayýþý bu özü tanrýya baðlar.
Bir çeþit Hegelci tasarýmla tanrýnýn
doðalaþtýðýný ve sayýsýzca çeþitlendiðini, çeþitli varlýklar halinde meydana çýk
týðýný ilerisürer. Ýslamsal varsayýmda
olduðu gibi bu bir yaratma deðil, bir belirme (tezahür etme, zahir olma, görünme
)'dir. Tanrý ot olarak görünür,
böcek olarak görünür. Her þey tanrýdýr. Demek ki yaratan ve yaratýlan (Halik ve
mahluk) yoktur., sadece tanrýsal
bir varlaþma vardýr.
Tasavvuf düþünürlerinden Hallac-ý Mansur, bu düþüncenin açýk seçiðini þu sözle
ortaya attý: Ben Tanrýyým
(Enelhak)... Hemen yakalayýp döve döve öldürdüler. Mansurun sonu, kendinden sonr
a gelen tasavvuf düþünürlerine
ders oldu. Mansurun açýk seçik sözü çok söylendi ama, öylesine anlaþýlmaz biçiml
erde söylendi ki, söyleyenler,
öldürülmek þöyle dursun, sözlerini kimsecikler anlamadýðýndan ötürü, tümen tümen
hayranlýk kazandýlar. Birtakým
harflere, iþaretlere, sayýlara anlamlar verildi. Açýk seçik düþünce sýr oldu. Ta
rikata girenlere güvenilmiyor, sýrrý
öðrenebilmeleri uzun denemelere baðlanýyordu. Mansurun iki kelimeyle söyleyiverd
iði o yalýn sözü öðrenebilmek
için uzun yýllar geçirilmesi gerekiyordu. Bu korku, tarikatlarda birtakým derece
ler, menasik adý verilen formaliteler
doðurdu. Önce çýrak, sonra kalfa, sonra usta olunuyor, ustalýktan sonra da yavaþ
yavaþ yükselenlere gerçek adý
verilen sýr, azar azar sunuluyordu. Sýrrý öðrenebilme derecesine gelen, kellesin
i vermeden sýrrý açýklayamayacak
kadar tarikata baðlanmýþ oluyordu. Elde edebilmek için geçirilen uzun ve yorucu
çaba sýrrý kutsallaþtýrýyordu. On
dakikada öðrenebileceklerini on yýlda öðrenenler bilgilerini önemsemek zorundayd
ýlar. Dýþarýda kalanlar da, hiçbir
þey anlamadan þaþkýn þaþkýn bakýp durduklarý harfleri, sayýlarý, iþaretleri büsb
ütün kutsallaþtýrdýlar. Üç, beþ, yedi,
kýrk derken, iþler büsbütün karýþtý. Güzelim insan düþüncesi putlaþmaya baþladý.
Pythagoras'tan gelen sayý mistikliði, Ýslam düþüncesinde Esterabatlý Fazlullah
'ýn eliyle Hurufilik oldu. Her harf bir
sayýyý karþýlýyor, her sayý bir sözü anlatýyordu. Açýkça söylenemeyen söz, sayýl
arla harflerin ardýna gizlenmiþti.
ondördüncü yüzyýlda yaþamýþ olan Fazlullah; sayýlar, harfler, iþaretler komedyas
ý arkasýnda açýk seçik olarak þunu
söylemektedir: Biz, evrenin tanrýsý olarak ancak insaný bulduk (Ma Hüday-ý alem
adem yaftim).
XX'nci yüzyýlýn ikinci yarýsýnda bile kolaylýkla söylenemeyen bu sözü XiV'ncü yü
zyýlda söyleyebilmek için
harflerin, sayýlarýn ardýna gizlenmek gerekirdi elbet.
Mevlana Celaleddin (1207-1273), bir þiirinde þöyle demektedir: Bizim yolumuz,
Þu güzelim dünyada yaþamak
yoludur... Bir baþka þiirinde de þöyle diyor: Körün ayaðýna bir engel takýldý, y
aygýyý yayan iyi yaymamýþ dedi.
Yaygýyý yayan da, a kör dedi, kimseye suç yükleme; sen tutacaðýn yolu görmüyorsu
n.
Mevlana'nýn öðrencileri arasýnda Süryanos adýnda bir de Rum delikanlýsý var. Ç
etrefil lakýrdý etmesini
beceremeyen, açýk sözlü bir genç olacak ki, uluorta konuþmalarýndan ötürü yakala
yýp kadý'nýn önüne götürüyorlar.
Kadý soruyor: Sen Mevlana'ya tanrý diyormuþsun, doðru mu?.. Süryanos hep o açýk
sözlülükle: Yalan, diyor, ben
Mevlana'ya tanrý demedim, tanrýyý yaratandýr dedim. Tanrý benim, ama bunu yýllar
dýr bilmiyordum, bana tanrý
olduðumu Mevlana öðretti... Süryanos'u iyice çýldýrmýþ sanarak býrakýyorlar. O d
a gelip olupbitenleri Mevlana'ya
anlatýyor. Mevlana: Kadý'ya deseydin ki, diyor, yazýklar olsun sana, eðer sen de
tanrý olamadýysan.
Mevlana'ya göre bilgi, insaný öbür varlýklardan üstün kýlar. Evrenin bütün var
lýklarý içinde bilgiye eriþmiþ olan tek
varlýk insandýr. Her ne kadar evrendeki bütün varlýklar ayný varlýðýn belirtisiy
seler de, insan, bilgisiyle, hepsinin
üstündedir. Hacý Bektaþ'a göre de her insan, gereken bilgiye eriþmiþ deðildir. G
ereken bilgiye eriþen insana kutup
(deðirmen taþýnýn ortasýndaki demirin adý) denir. Deðirmen taþý nasýl kutbun çev
resinde dönerse, evrende öylece
kutbun çevresinde dönmektedir. Sayýsý pek çok olan bu kutuplarýn içinde de biri
vardýr ki; tam ve yetkin bir bilgiye
eriþmiþtir, ona da kutuplar kutbu (kutb-ül-aktab) denir. Kutuplar kutbunun bir y
anýnda sað imam, öbür yanýnda sol
imam oturur (imaman). Bu büyük yöneticiler üçler adýný taþýrlar. Bunlardan sonra
evrenin dört yanýný yöneten dört
direk gelir (evtad-ý erbaa). Dört direkten sonra gelen rütbe aptallar (abdaller
ya da büdela; aptal ve budala
sözcüklerinin nereden geldiði de böylelikle anlaþýlmýþ oluyor) rütbesidir. Üçler
den sonra direklerle aptallar, beþler
adýný alýrlar. Bunlarýn altýnda da yediler, kýrklar ve üç yüzler (rükeba, nüceba
, nükeba) vardýr. Üç yüzler, bir çeþit
genel kuruldur. Evren, bu organlarla yönetilir (saltanat-ý ilahiye).
Mevlana Konya'da, Hacý Bektaþ Kayseri'de tasavvufu sürdüredursunlar, ayný yüzy
ýlda yaþayan bir de alçakgönüllü
Yunus Emre var. O da, kendi köþeciðinden güzelim Türkçeyle þöyle mýrýldanmaktadý
r:
Derviþlik dedikleri hýrka ile taç deðil, Gönlün derviþ eyleyen hýrkaya muhtaç de
ðil. Bütün bunlarýn altýnda yatan
gerçek nedir?
Dokuzuncu yüzyýl tasavvuf bilginlerinden Bayezid-i Bistami, yüzyýllardan beri
tartýþýlan ünlü göðe çýkma (miraç)
hikayesiyle, bu gerçeði anlatmaktadýr: On iki yýl benliðimin demircisi, beþ yýl
gönlümün aynasý oldum. Sonra, bir
yýl, bütün gücümle, gönlümle benliðimin arasýna baktým. Dýþýmda bir dinsel yadsý
ma (küfür) kemeri gördüm. On iki
yýl onu kesmek için çalýþtým. Sonra baktým, içimde de bir dinsel yadsýma kemeri
gördüm. Beþ yýl da onu kesmek
için çalýþtým. Halka baktým, onlarý ölmüþ gördüm. Ýlk anladýðým þey Tanrý birlið
iydi (vahdaniyet). Bir kuþ oldum.
Nitelik (keyfiyet) havasýnda on yýl uçtum. Bu havadan yüz milyon kez daha büyük
bir havaya ulaþtým. Öncesizlik
(ezeliyet) alanýna eriþinceye kadar uçtum. Öncesizlik alanýnda Ahadiyet aðacýný
gördüm. Gördüm ve anladým ki,
bütün bunlar hud'aymiþ (hud'a, hiyle demektir). Yorumcular, Bistami'nin son sözü
nü þöyle yorumluyorlar:
Gördüðüm her þeyin Tanrý deðil, ben olduðumu anladým.
Xiii'ncü yüzyýl tasavvuf bilginlerinden Feridüddin Attar, Mantýk-ut-Tayr adlý
hikayesinde bu gerçeði açýkça
anlatmaktadýr: Kuþlar, kendilerine, bir kral seçmek isterler. Kuþlar krallýðýna
Kafdaðý'nýn ardýnda oturan Simurg'u
(anka kuþu) uygun bulurlar. Hep birden, Simurg'a gidip önünde yere kapanmak için
, yola koyulurlar. Kafdaðý'nýn
ardýna ulaþmak kolay bir iþ deðildir. Yolda, kuþlarýn yarýsý ölür. Amaçlarýna va
rabilmek için daha yedi alan
geçmeleri gerekmektedir. Bu yedi alaný geçinceye kadar bir o kadar kuþ daha ölür
. Sonunda, milyonlarca kuþtan
ancak otuz kuþ kalmýþtýr. Onlar da bitkinlikten can çekiþmektedirler. Kafdaðý'na
varýnca, bulduklarý Simurg
kendilerinden baþka bir þey deðildir (Simurg Farsça otuz kuþ demektir).
Hikayeden çýkan sonuç þudur: Tanrýyý arayan, sonunda kendisini bulur.
Xiii'ncü yüzyýlda Hasan bin Sabbah, kartallarýn bile uçamadýðý Alamut kalesind
e, Batýniye tarikatýný kurdu (bu
tarikata Melahide, Ýsmailiye, Haþhaþiye adlarý da verilmektedir). Öðrencilerini
afyonla (haþhaþ) sersemletip
istediðini yaptýrýyordu. Selçuklularýn ünlü baþbakaný Nizamülmülk böylelikle öld
ürülmüþtür. Hasan bin Sabbah'a
göre, dinin bir içi, bir de dýþý vardýr. Gerekli olan, bademin kabuðu deðil içid
ir. Kuran'ýn dýþ anlamý deðersizdir, iç
anlamsa kitaba bakarak anlaþýlamaz. Bunu bildirmek için temiz yürekli (masum) bi
r imamýn varlýðý yeter. Temiz
yürekli imamýn buyruklarý kesin olarak yerine getirilmelidir.
Kutsal kitaplarýn dýþ anlamlarýný (zahir ilmi) peygamberler, iç anlamlarýný (b
atýn ilmi) da imamlar bildirirler. Tenzil
adý verilen dýþ anlamlar kafalarý olgunlaþmamýþ insan sürülerini yönetmek içindi
r, gerçek tevil adý verilen iç
anlamlardadýr. Örneðin, dýþ anlamda evli erkek ve kadýnlarýn birbirleriyle cinse
l iliþki kurmalarýný bildiren zina, iç
anlamda tarikat sýrlarýný açýklamak demektir. Dýþ anlamda ölüler dünyasý olarak
anlaþýlan ahret, iç anlamda evrenin
dönerek kesintisiz insan oluþunu anlatýr. Müstecip ve mezun derecelerini atlayan
lar dai derecesine yükselince dýþ
anlamlardan kurtulurlar. Tasavvufun ünlü ilkesi þudur: Misk derler, bu laftýr, m
iskin anlamý kokusundadýr.
Bugün Hindistan, Afganistan, Ýran, Türkistan, Arabistan, Yemen, Suriye, Irak ve
Anadolu'da yaþamakta olan
Batýniliðin en büyük imamý (sahib-i azam) Kerim dördüncü Aða Han'dýr. Kerim Han'
ýn, Peygamberin kýzý Fatma'yla
Ali'nin soyundan gelme torunu olduðuna inanýlýr. Kendisine baðlý olanlar her yýl
onu altýn ve elmasla tartarlar. Her
yýl, aðýrlýðýnýn paraca tutarý kendisine verilir. Babasý Ahmet Aða Han, Kerim Að
a Han'dan daha aðýr olduðu için
1946 yýlý tartýsýnda 3.600.000 Ýngiliz lirasý almýþtý. Viii'nci yüzyýlýn sonlarý
na doðru imam olan Cafer-üs-Sadýk'ýn
(Fatýma'yla Ali soyundan 6. imam) oðlu Ýsmail'e baðlanmak amacýyla Ýsmaililer ad
ýyla anýlan günümüz Batýnileri,
öðretilerini þu dört ilkede açýklamaktadýrlar:
1- Ýmamlýk, Ýsmail'in çocuklarýna özgüdür.
2- Ýmamýn her yaptýðý gerçektir.
3- Ýmamýn her sözü Kuran'dýr.
4- Ýmam, yeryüzünde Tanrý'nýn ruhunu taþýyan kutsal bir varlýktýr. ondördüncü
yüzyýl tasavvuf bilgini Þeyh Bedreddin,
Varidat adlý ünlü yapýtýnda, bu gerçeði, þöyle özetliyor: Tapýnma (ibadet), içim
izin arýnmasý içindir. Gerçek
tasavvufçu, herkesin anlayamadýðý þeyleri bildiði halde, bunlarý halka söylemez.
Bildiklerini açýða vurursa onu
öldürürler. Buna, ikiyüzlülük diyebilirsiniz. Ama dýþla için bir ayrýlýðý olmalý
dýr. Her inanýþ, kendi alanýnda
deðerlendirilmelidir. Gerçek, halka daha iþin baþýnda ve açýkça söylenirse ya yo
llarýný sapýtýrlar, ya da o gerçeði
söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek ayrý ayrý gözetilerek, ortalama bir yolla, h
alký gerçeðe yavaþ yavaþ alýþtýrmak
gerektir. Bu alýþtýrmayý saðlamak için tasavvuf tarikatlarýnda dokuz derece vard
ýr:
1- Ýlk derece, inceleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna tafarrus deniyor).
Dýþarýda bulunanlardan içlerine
alacaklarý kiþiyi uzun uzun incelerler. Kendini beðenmiþlerle inatçýlarý bir yan
a ayýrýrlar, onlarla uðraþmazlar.
Tasavvuf dilinde þöyle sözler vardýr: Ýçinde ýþýk olan evde konuþmayýnýz, çorak
tarlaya tohum saçmayýnýz... Bu
sözlerin açýk anlamý þudur: Felsefemizi anlayamayacak kadar budalalarý, kendini
beðenmiþ ahmaklarý, inatçý
aptallarý içimize almaya çalýþýp bizi boþ yere uðraþtýrmayýnýz... Ýnceleme süres
i, ortalama bir yýl sürer. Ýnceleme
çalýþmasý çok ilgi çekicidir: Her düþünceyi destekleyip o düþünceden yana görüne
rek inceledikleri kiþiyi gereði gibi
konuþtururlar. Kuþkucularýn kuþkularýný büsbütün artýrýrlar.
2- Ýkinci derece, alýþtýrma derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'nis deniyor)
. Bu derecede, tutumu iyice öðrenilmiþ
kiþinin dostluðu kazanýlmaya çalýþýlýr. Bu dostluðu günden güne güçlendirmek içi
n her araca baþvurulur.
3- Üçüncü derece, kuþkulandýrma derecesidir (tasavvuf dilinde buna taþkik deni
yor). Akýllýca düzenlenmiþ
sorularla, içeriye almayý uygun gördükleri kiþiyi iyice denerler, kuþkusunu artý
rýrlar ya da uyandýrýrlar. Sorular
þöyledir: Cennetin kapýsý niçin sekiz tanedir de cehennemin kapýsý yedi tanedir?
.. Ýnsanýn kulaðý ikidir de niçin dili
tektir?.. Namaz neden þu zamanda kýlýnýr da bu zamanda kýlýnmaz?..
4- Dördüncü derece, bekleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna talik denir). Y
ukarýdaki sorularla meraký
uyandýrýlan kiþi, sorularýn karþýlýklarýný öðrenmek ister. Bu karþýlýklarý öðren
ebilmek için yemin etmek gerektiðini
söyleyerek bekletirler. Kiþinin kuþkusu, meraký ve tarikata girme isteði, böylel
ikle, tutku çizgisine yükselir,
dayanýlamayacak bir duruma gelir.
5- Beþinci derece, yemin ettirme derecesidir (tasavvuf dilinde buna rabt denir
). Tarikata girecek kiþiye, kendisine
verilecek sýrlarý hiç kimseye açýklamayacaðý yolunda çok aðýr yemin ettirilir. B
u yemin, bir törenle yapýlýr. Tören,
yeminin deðerini artýrmak için, bir hayli süslü ve özentilidir.
6- Altýncý derece, açýklama derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'sis denir).
Son söz söylenmez. Ancak, yavaþ yavaþ
açýk (zahir) ve gizlinin (batýn) anlatýlmasýna giriþilir. Açýðýn boþluðu karþýsý
nda gizlinin yüceliði, gücü belirtilir.
Gizlinin ancak, kendisi gibi yüksek anlayýþlý kimselerce anlaþýlabileceði, böyle
sine yüksek anlayýþlý kiþilere
söylenebileceði sezdirilir.
7- Sekizinci derece, çýkarma derecesidir (tasavvuf dilinde buna hal denir). Gi
zliyi öðrendikten sonra açýðýn hiçbir
deðeri kalmadýðý anlatýlýr. Böylece, birçok dinsel yükümler kaldýrýlýr. Tapma bi
çimleri, akla ve gönül basamaklarýna
yönelir.
8- Dokuzuncu ve sonuncu derece, sýyrýlma derecesidir (tasavvuf dilinde buna in
silab denir). Bu dereceye yükselen
kiþi, artýk dinsel yasalarýn, yasaklarýn, törelerin, törenlerin tümünden kurtulu
r. Kendisiyle baþ baþa kalýr.
Tarikata giriþ, birçok tarikatlarda özel bir töreni gerektirir. Örneðin Bektaþil
ikte bu tören þöyle yapýlmaktadýr:
Tarikata girecek kimseye harici denir. Rehber adý verilen yol gösterici, kendisi
ni mahfil'in kapýsýna getirmiþtir.
Kapýnýn dýþýnda harici muhafýz adý verilen bir dýþ bekçi, kapýnýn içinde de dahi
li muhafýz adý verilen bir iç bekçi
vardýr. Haricinin üstünden dünyayý andýracak bütün mallar alýnmýþtýr. Baþý açýk,
gözleri baðlýdýr. Rehberin de sol eli
omuzuna doðru göðsündedir. Haricinin boynuna týyg-ý bend denilen bir ip baðlanmý
þ ve bu ipe elin, belin, dilin
kilitlendiðini göstermek için üç düðüm atýlmýþtýr. Rehber, dünyanýn bütün kirler
inden temizlenmesi için hariciye
aptes aldýrýr. Ellerini yýkatýrken, bu eller bundan sonra kimseyi incitmesin, að
zýný yýkatýrken, bu aðýz bundan
sonra hiçbir yalan söylemesin, ayaklarýný yýkatýrken, bu ayaklar bundan sonra do
ðru yoldan þaþmasýn, bir havlu
verip yüzünü kurulatýrken de, bu ana kadar iþlediðin bütün çirkab-ý ma-sivadan y
üzünü sil der.
Rehber, kapýda, þu terceman'ý okuyarak haricinin içeri girmesi için izin ister
: Bismiþah, Allah Allah, eli erde, yüzü
yerde, özü darda, erenlerin dar-ý mansurunda, Muhammed Ali divanýnda, Pir huzuru
nda; boynu baðlý, baþý açýk,
caný kurban, teni terceman, müteehhil ikrarý vermek isteyen falanca adlý bir koç
kuzulu kurbanýmýz var.
Erenlerimizin pendü nasihatýyla hareket etmek ister. Hanedan-ý ehl-i beyte tevel
ld ve teberra kýlmak þartýyla
pirimiz hünkarýmýz Hacý Bektaþ Veli efendimizin katarýna katýlmak ister. Getirel
im mi, emir mürþidimizin, ne
buyrulur, þahým erenler?
Bektaþi babasý, mahfildeki kardeþlerin oylarýný alýr ve haricinin içeri girmes
ine izin verir. Harici, içeriye, üçer
adýmda bir durup peymançe' ye geçerek girer. Peymançe, henüz doðmamýþ çocuðun an
a karnýndaki duruþunu
andýran bir duruþtur. Mahfilde üç, beþ, yedi ve on iki olmak üzere kümelenmiþ mu
mlar yanmaktadýr. Rehber,
hariciyi, mürþit adý verilen aydýnlatýcýya teslim eder. Mürþit, hariciye þöyle s
eslenir: Ey talip, Hacý Bektaþ
efendimizin yoluna girmek istiyorsun. Bu yol çetindir, kýldan ince kýlýçtan kesk
indir, melamet yoludur, demirden
yaydýr. Erenler, gelme gelme, dönme dönme, gelenin malý, dönenin caný buyurmuþla
r. Erenlerin nasihatlarýyla
hareket edecek kuvveti ve azmi kendinde buluyor musun, ne dersin?.. Talip, mürþi
din bu sorusuna: 'Allah eyvallah,
diye karþýlýk verir. Mürþit, bu karþýlýðý alýnca þu sözleri söyler: Nefsinle müc
adele et, herkese iyilikte bulun, batýla
uyma, kudretin varken affet, devletin varken mütevazý ol, kimseden mürüvvet ve i
nsaf bekleme, eline, beline; diline
sahip ol, hakikat sýrlarýný faþ etme: Mürþit, bu sözleri söyledikten sonra talib
in baþýna bir taç giydirir, kulaðýna da
þu sözleri fýsýldar: Þeriatta üstün varol, tarikattan haberdar ol, marifette pay
idar ol, hakikatte sabit kadem ol.
Bu sözlerin anlamý þudur: Harici þeriattan gelmektedir, tarikata girmiþtir, mari
fet baþka bir deyiþle, açýk anlamlarýn
altýndaki gizli anlamlar öðrenecek, gerçeðe ulaþacaktýr.
Bundan sonra rehber, talibi mürþidin önünden alýp öteki makamlarýn önüne götür
ür. O makamlar da talibe gerekli
bilgiyi verirler. Rehber, cümleden cümleye selam ve niyaz!.. diye baðýrarak tali
bi yerine oturtur. Mürþit sol eline bir
kap su, sað eline de bir tutam tuz alýr: Halil Ýbrahim peygamber, Tanrý'ya itaat
ederek nefsini Rahmana, malýný
konuklara, cesedini ateþe, oðlunu kurban olmaya teslim ettiði halde gene de hamd
etmekte kusur etmedi. Lanet
olsun ahdini bozana!.. diyerek acý tuzu tatlý suya atar ve talibe içirir. Su kab
ý elden ele dolaþarak bütün erenler birer
yudum içerler. Sonunda mürþit de bir yudum içerek, esselam ey hazýrun! diye baðý
rýr, iþbu kiþi teslim oldu ve
erenler yoluna niyet kýldý, huzurunuzda suya ve tuza ant verdi ki, yüz döndürmey
e, bu yolda ve kapýda ola.
Su, bilimi ve bilgeliði (ilim ve hikmeti) tuz da tüzeyi ve erdemi (adalet ve faz
ileti) göstermektedir. Suyun, yaratýcý
ilk unsur olduðunda Tanrý düþüncesiyle insan düþüncesi birleþmektedir. Ý.Ö. Vi'n
cý yüzyýlda filozof Thales ,ilk
yaratýcý maddenin su olduðunu söylemiþti. Ý.S. Vii'nci yüzyýlda Kuran, Enbiya su
resinde, biz her þeyi sudan yarattýk
demektedir.
Pythagoras'ýn sayý mistikliði hemen bütün tarikatlarda yer almýþtýr. Üç, beþ,
yedi, dokuz, on iki sayýlarý kutsaldýr.
Batýni adý altýnda toplanan tarikatlara göre insandan sonra üç varlýk (zaman, me
kan, kaos-ced, feth, heyula)
meydana gelmiþtir. Nuh, Ýbrahim, Musa, Ýsa, Muhammed olmak üzere beþ peygamber v
ardýr (peygamberlik,
tasavvufta, sadece bir bilgi derecesidir). Beþ peygamberi yedi imam izler, her i
mamýn on iki hucceti vardýr (huccet,
imamdan sonra gelen derecedir). Huccetten sonra dai, mezun, müstecip dereceleri
gelir. Yedi yýldýz, on iki burç,
haftanýn yedi günü, yýlýn on iki ayý, boyundaki yedi kemik, beldeki on iki fýkra
, yedi kat gök, yedi iklim, insanýn
yüzündeki yedi delik hep bu anlamlarý karþýlamaktadýr.
Tasavvuf tarikatlarýnýn, bütün gizliliklerine ve kimi yerde, Þeyh Bedreddinin
de söylediði gibi, ikiyüzlülük
sayýlabilecek sözlerine raðmen akýlcý ve bilimci maddecilikleri açýkça görülmekt
edir. Ruh sözcüðü, genellikle,
maddesel birliði daha iyi açýklayabilmek için kullandýklarý karþýt bir sözcüktür
. Keramet denilen doðaüstü
yetenekler, bilgisizleri adam etmek için kimi yerde kullanmak zorunda kaldýklarý
çocukça oyunlardan baþka bir þey
deðildir. Hemen bütün tarikatlarda hiçbir doðaüstü yeteneðe inanýlmaz. Acayip ve
garaip görmek istersek kendimize
bakarýz, derler. Ünlü Türk ozaný Yunus Emre, tasavvuf düþüncesini, þu mýsralarýy
la özetlenmektedir:
Allah'ý ararsan gönlünde ara, Mekke'de, Kudüs'te, Hac'da deðildir.
Böylesine bir gerçeklikte insanla aðaç, toprakla yýldýz birbirinden ayrýlamazk
en, Müslüman'la Hýristiyan'ý
ayýrabilecek hiçbir neden kalmamýþtýr. Ünlü tasavvuf þairlerinden Nasýr Hüsrev (
1003-1088), Divan'ýnda þöyle
demektedir: Senin Hýristiyanlardan üstünlüðün nedir? Kafandan bu kuruntularý çýk
ar. Sen, Muhammet'e inanmýþ,
ona yapýþmýþsýn. Oysa Hýristiyanlar, Ýsa'yý tutmuþtur. Onlar peygamberdirler, yo
ldaþtýrlar. Senin Hýristiyanlýða
düþmanlýðýn saçmadýr, boþunadýr.
Xi'nci yüzyýlýn sonlarýna doðru, Fatými halifesi Müstansýr Billah'ýn Fatýmiler
, Batýnilik gücüyle bir imparatorluk
kurmuþlardýr iki büyük tarikat çaðrýcýsý (dai-i azam) Mýsýrdan gizlice yola çýkm
ýþlardý. Bunlardan biri Nasýr
Hüsrev'di ve halifenin buyruðu gereðince Horasan'a gidiyordu. Öteki Hasan Sabbah
'tý ve halifenin buyruðuyla
Alamat kalesinin yolunu tutmuþtu.
Hasan Sabbah'ýn cinayetler tertipleyerek baþardýðýný, Nasýr Hüsrev felsefe ve
edebiyat yapýtlarý tertipleyerek
baþarmaya çalýþýyordu. Saadetname, baþýndan sonuna kadar bir öðütler dergisidir:
Dünyanýn mutluluðu
köylüdendir. Ekinler; baðlar, bahçeler onun emeðinden meydana gelir. Âdemoðullar
ý için bundan daha iyi iþ olur
mu? Köylü yýlanýn, karýncanýn ve ister insan ister yük hayvaný olsun herkesin rý
zkýný rahatça verir. Eðer köylü böyle
olursa ki olmasý gerektir melekleri bile yener. Bu dünyada akýllýca tohum ekenle
r, ahrette cennet bahçesinin
çiçeði olurlar (Saadetname, XXiii, 220-225). Bu dünyada bulunan üç grup insan, b
ütün öteki gruplarýn en
þereflisidir. Bunlar, Tanrý'nýn has ve seçkin kullarýdýr. Bu yücelerin ilki peyg
amberler, ikincisi ermiþler (imamlar),
üçüncüsü filozoflardýr (nebiler, veliler, hakimler). Bunlar, kuþa kurda rahatlýk
ve mutluluk baðýþlarlar. Geri kalan
insanlarsa ayak takýmýdýr (avam sýnýfýndandýr), birbirlerini yaralayýp sokmakta
yýlana ve akrebe benzerler. Tanrý'nýn
seçkin kullarý olan imamlar yücedirler ve her görmüþ olduklarý þeyin gerçeðine e
rmiþlerdir (Saadetname, XXiV,
230).
ÝNSANIN ÝNSANLA SAVAÞI. Deðil insanlarý, evrendeki bütün varlýklarý birbirleri
yle kardeþ sayan içsel düþünce
akýmý (batýn ilmi), özel mülkiyetin kaldýrýlmasý ve mal ortaklýðýnýn kurulmasý s
onucunu doðurmuþtur. Ýslam tarihi,
Þii-Batýni tarikatlarýn bu konudaki savaþlarýyla doludur. Babekilik, Karmatilik,
Anadolu'da Þeyh Bedreddin
tarikatý, Bektaþilik, Hurufilik gibi birçok tarikatlar özel mülkiyetle açýkça sa
vaþmýþlardýr. Tasavvufun ilkesi þudur:
Her þeye malik ola ve bir þeye malik olmaya... dokuzuncu yüzyýlda, iki ünlü tasa
vvuf bilgini, Ýbrahim Ethem'le Belhii
Þakik,
þöyle konuþuyorlar. Türk bilgini Þakik soruyor: Sizin yaþama ilkeniz nedir?.. Ýb
rahim Ethem, bulunca Þükrederiz,
bulmayýnca sabrederiz, diyor. Þakik, onu bizim Horasan'ýn köpekleri de yapar, di
ye karþýlýk veriyor, bulmayýnca
þükretmeli, bulunca daðýtmalý.
Dokuzuncu yüzyýlýn ikinci yarýsýnda, aþaðý Mezopotamya'da, köleler efendilerin
e isyan etmiþlerdi. Bu isyan bastýrýldý
ama, toplumsal tedirginlik bütün sarsýntýsýyla gittikçe daha çok büyüdü. Baþlarý
ezilmiþ gibi görünen isyancý Zanç
birlikleri, kalabalýk iþçi ve rençber topluluklarýnýn da katýlmasýyla yeniden gü
çleniyorlardý. Kendi aralarýnda
haberleþebilmek için gizli bir alfabe yaptýlar. 980 yýlýnda yeniden patlayacak v
e uzun yýllar devam edecek olan bu
isyanlarý Savad'ýn dýþýnda oturan gizli þefler yönetiyorlardý (karmata, gizleyen
anlamýndadýr). Vasit bölgesi
dolaylarýnda, bu gizli þeflerden aldýðý buyruklarla iþe koyulan Hamdan Karmat, K
ufe'nin doðusunda müstahkem bir
yer yaptýrmýþtý. Bu yerde ortaklaþa yaþanýyor, ortak sofralarda yemek yeniyor, b
ütün mallar ortaklaþa kullanýlýyordu.
Giderler, ortak bir kasadan harcanmaktaydý. Gittikçe güçlenen ayaklanmanýn baþar
ýya ulaþabilmesi için Arap
aristokratlarýnýn partizanlýklarýndan yararlanmak gerekiyordu. Bu düþünceden yol
a çýkan Karmatiler, hilafetin Ali
çocuklarýna özgü bulunduðu savýný, bir araç olarak, ortaya attýlar. Hiç de umurl
arýnda bulunmayan bu siyasal sav,
onlara, Arap dünyasýnýn büyük çoðunluðunu kazandýrýyordu. Gerçekte, yýkýlmasý ge
reken þu ya da bu halife deðil,
eskimiþ bir düzendi. Bu eskimiþ düzenin tohumlarý da Ömerin halifeliði çaðýnda a
týlmýþ bulunuyordu. Ýran'ýn
ezilmesinden sonra Arap develeri, taþýyamadýklarý bir yükün altýnda büsbütün kam
burlaþarak, Medine'ye yönelmiþlerdi.
Hikayeye göre, Ýran elmaslarýný taþýyan bu develeri görünce Ömer aðlamaya baþlam
ýþ; keþke aramýzda ateþten
bir dað bulunsaydý da bizler Ýran'a gidemeseydik, bütün fitneler iþte bu elmas y
ýðýnlarýnýn içinde gizlidir, demiþti.
Karmatilik akýmý, dokuzuncu yüzyýldan baþlayarak Xii'nci yüzyýla kadar Ýslam dün
yasýný sarsan, eþitlik (iþtiraki)
temeline dayanan geniþ bir toplumsal tepkidir.
Ondördüncü yüzyýlda Þeyh Bedreddinin Xiii'ncü yüzyýlda Baba Ýlyas ve Baba Ýshak
'ýn liderliklerinde baþ gösteren halk
ayaklanmalarý, Karmati ayaklanmalarý gibi, görünüþte ilerisürülen dýþ nedenlerin
ötesinde, ayný bir iç nedene (bir
batýni nedene) dayanmaktadýr. Bu iç neden, dokuzuncu yüzyýlýn baþlarýnda Karmati
lerden yetmiþ beþ yýl önce
Azerbaycan'da baþ kaldýran Babek ayaklanmasýnda, hiçbir gizliliðe bürünmeden, aç
ýkça dilegetirilmiþtir.
Hurremilerin baþýna geçen Babek, insanlar arasýnda eþitlik ve bütün mallarda ort
aklýðý savunmaktadýr. Asya ve
Afrika topraklarýný köklü bir toplumsal tedirginlik sarmýþtýr. Gittikçe geniþley
en Ýslam akýnlarý, bu topraklarda
yaþayan çeþitli halklarý yoksulluða düþürmüþtür. Ýslam dünyasýnda da varlýklarý
her gün biraz daha artan küçük bir
azýnlýðýn karþýsýnda, yoksulluklarý her gün biraz daha derinleþen büyük bir çoðu
nluk türemektedir. Ekonomik
alanýn alabildiðine geniþlemesi büyük rekabetlere yol açmýþtýr. Gittikçe zenginl
eþen yeni bir aristokratlar sýnýfý
doðmuþtur. Öte yandan Ýslam ordularýnýn girdikleri topraklarýn halklarý aðýr ver
giler altýnda ezilmektedirler. Önce
Müslüman olmayanlardan alýnan bu aðýr vergiler, sonra Müslüman olanlara da yükle
tilmiþtir. Önce din adamlarýna
tanýnan az vergi ayrýcalýða (imtiyaz), halkýn aðýr vergiden kurtulmak için din a
damý kýlýðýna bürünmesi karþýsýnda,
din adamlarýndan da kaldýrýlmýþtýr (bu konuda bkz. Hilmi Ziya Ülkenin notlar ekl
ediði Tahir Harimi'nin Türk
Tarihinde Mezhep Cereyanlarý, 1940, s. 23-30).
Hurremiler Babekin yönettiði tarikat Mazdekçiliðin ezilmesinden sanra Ýran'dan
kaçarak öteye lieriye daðýlan
Mazdekçilerin düþünsel torunlarýdýr. Bunlarýn Asya ve Afrika'da daðýlýþlarýný Ni
zamülmülk þöyle anlatmaktadýr:
Mazdek, mal insanlar arasýnda ortaktýr, diyordu. Çünkü insanlar, Tanrý'nýn kulla
rý ve Ademin çocuklarýdýr. Her biri
ihtiyacýna göre yekdiðerinin malýný kullanmalý ve hiç kimse bu haktan yoksun kal
mamalýdýr. Herkes malca eþit
olmalýdýr. Mazdekin bu sözleri üzerine herkes malýný ortaklýða koymuþtu... Mazde
k öldürüldükten sonra karýsý
Hürrem binti Kade, iki adamýyla birlikte Medayin'den kaçtý. Rey kasabasýna gider
ek halký kocasýnýn yoluna çaðýrdý.
Peþine takýlanlara Hurrem Din adý verildi... Hurrem Dinliler her yana daðýldýlar
ve her kentte baþka bir ad aldýlar ve
her yerde de sürekli olarak baþ kaldýrdýlar. Batýniler onlarla beraber oldu, çün
kü her iki mezhebin aslý birdir (Siyasetname,
Mehmet Þerif çevirisi, s. 205, 216 ve 234).
Acý ve yoksulluk çeken geniþ halk yýðýnlarýný insan etmek için toplumu düzenle
mek gerektiðini ilerisüren bir de
Türk bilgini var: Þeyh Bedreddin (13571420).
Þeyh Bedreddin bir Selçuk prensidir, Sultan ii'nci lizeddin Keykavus' un beþin
ci kuþaktan torunudur. Edirne'nin
yakýnýndaki Simavna kasabasýnda doðmuþtur. Babasý Gazi Ýsrail, Simavna kalesini
alan Türk ordusunun
kumandanýydý. Kalenin alýnýþýndan sonra da Simavna kadýsý olmuþtur. Bedreddin, Y
ýldýrým Bayezidin Timura
yenilmesinden sonra Bayezidin oðlu Musa Çelebi'nin kazaskerliðini yapmýþtýr. Bay
ezidin öteki oðlu Mehmet
Çelebi, kardeþini ortadan kaldýrýp yönetimi tek baþýna ele alýnca (1413) Ýznik'e
sürülmüþ, halifelerinin çýkardýðý
isyanlar sonunda da yakalanarak Serez'de asýlmýþtýr. Serezin Yunanlýlara geçiþin
den sonra Bedreddinin kemikleri
bir sandýk içinde Ýstanbul'a getirilerek Topkapý Sarayý Müzesi,'ne konulmuþtur.
Bedreddinin toplumculuðu, sürgün olarak gönderildiði Ýznik'te baþlýyor. Kendis
i, toplumsal düþüncesini þöyle
anlatmaktadýr: Tanrý, dünyayý yarattý ve insanlara verdi. Þu halde dünyanýn topr
aðý ve bu topraðýn bütün ürünleri
insanlarýn ortak malýdýr. Ýnsanlar eþit olarak yaratýlmýþlardýr. Birinin mal top
layýp öbürünün aç kalmasý Tanrý'nýn
amacýna aykýrýdýr. Ben, senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen, benim
eþyamý kendi eþyan gibi
kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizindir.
Tanrý, insanlara akýl verdi. Herkes, Tanrý'yý aklýnýn erdiðince kavrayabilir.
Birinin kavrayýþý ötekinin kavrayýþýna
benzemeyebilir. Ayný kavrayýþta bulunmayanlarýn birbirlerini kýnamalarý, birbirl
erini zorlamalarý doðru deðildir:
Düþünce ve vicdan özgürlüðü, doðal düzenin ürünüdür. Ayrýlýklar din adamlarýnýn
iþleri karýþtýrmasýndan
doðmuþtur. Bunlar ortadan kaldýrýlýrsa bütün dinler bir olur. Hýristiyanlarýn Ta
nrý'yý kavradýklarýný yadsýmak
dinsizliktir. Onlar da ayný Tanrý'ya tapmaktadýrlar. Müslüman, Hýristiyan, Musev
i, Mecusi hep ayný Tanrý'nýn
kuludur. Hepsi kardeþtirler. Aralarýnda sevgi ve saygý olmalýdýr. Onlarýn bu sev
gi ve saygýlarý gerçeði
yanlýþa üstün kýlacak, amaç, gürültüsüzce kendiliðinden elde edilecektir. Birbir
lerini sevenler ve sayanlar her
zaman birleþebilirler.
Hükümet, seçimle kurulmalýdýr. Ulus, tam bir özgürlük içinde oyunu kullanabilm
elidir. Kýyan ve zorba (zalim ve
mütegallip) bir hükümetin buyruklarýna uymamak gerekir (caizdir). Saray, saltana
t, yeniçeri, tekkeler, derviþler hep
zorbalýðýn ürünüdür. Bu zorbalýða boyun eðilmemelidir.
Bedreddinin açýk seçik maddeciliði, tasavvuf konusundaki düþünceleriyle büsbüt
ün belirmektedir. Örneðin,
varsayýlan ölüm ötesi (ahret) üstüne hemen bütün tasavvuf bilginleri sustuklarý,
gerçek düþüncelerini açýklamak
gücünü, gösteremedikleri halde Þeyh Bedreddin, Varidat adlý yapýtýnda korkusuzca
ve açýk yürekle þunlarý
söylemektedir: Ruhlar, maddelerde bulunan güçlerden ibarettir. Ýnsaný iyiliðe sü
rükleyen kendi gücü melek,
kötülüðe sürükleyen kendi gücü de þeytandýr. Bu güçler, sadece insanlarda deðil,
bütün cisimlerde vardýr. Örneðin,
bir yaðmur tanesi bir neden ve güçle oluþur (teþekkül eder). Yaðmur tanesini olu
þturan ve tarlaya düþüren güce
melek denir. Deccal, Dabbe, Mehdi'nin görünmesi gibi kýyamet belirtileri yüzyýll
ardan beri boþuna beklenmiþtir,
bundan sonra da boþuna beklenecektir. Vücut zerreciklerinin bir kez daðýldýktan
sonra yeniden bir araya gelmesine
ve cesetlerin yeniden dirilmesine (haþrine) imkan yoktur. Her güzel þey cennet,
her kötü þey cehennemdir.
Kitaplarda tanýmlanan cennet ve cehennem bir düþçülük ürünüdür (hayal aleminde t
ahakkuk etmiþtir).
Bedreddin, tapýnma (ibadet) konusunda da þunlarý söylemektedir: Tapýnma, bütün n
amazlar ve niyazlar, ahlakýn
düzeltilmesi, içyüzün arýnmasý içindir. Gerçek tapýnmanýn hiçbir koþulu, sýnýrý,
biçimi yoktur (yüzünüzü nereye
dönerseniz Tanrý oradadýr, ayetini hatýrlayýnýz). Tapýnma, hangi biçimde yapýlýr
sa yapýlsýn, Tanrý'nýn isteðine uygun
olur. Gerçek tasavvufçu, herkesin anlayamadýðý þeyleri bildiði halde bunlarý hal
ka söylemez. Onlarý meydana apaçýk
koyarsa öldürüleceðini bilir. Gerçi bu, ikiyüzlülük sayýlabilir. Ama dýþla için
bir ayrýlýðý olmalýdýr. Her inanýþ,
kendi yerinde (mertebesinde) haktýr. Gerçek, halka, daha iþin baþýnda ve apaçýk
söylenirse ya yollarýný sapýtýrlar, ya
da gerçeði söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek, ayrý ayrý gözetilerek, ortalama
bir yolla birbirlerine alýþtýrýlabilir.
Ama her halde halk, gerçeðe (hakikate) alýþtýrýlmalýdýr.
Halifelerinden Börklüce Mustafa'yla Torlak Kemalin çýkardýklarý isyanlar bastý
rýlýp baðlýlarýnýn tümü kýlýçtan
geçirilince Þeyh Bedreddin, sürgün olarak bulunduðu Ýznik'ten yola çýkarak Çeleb
i Sultan Mehmet'in o sýrada
bulunduðu Serez'e kendi ayaðýyla gelmiþ ve boynunu ipe uzatmýþtýr. Tarih þöyle y
azýyor: Çelebi Sultan Mehmet,
Bedreddini karþýsýnda görünce, yüzünüz neden bu kadar sarardý? diye sormuþ. Bedr
eddin de þu karþýlýðý vermiþ:
Güneþ, batarken sararýr.
ÝNSANIN KENDÝSÝYLE SAVAÞI. Ýnsan denilen varlýk, kendisiyle savaþmanýn mutlulu
ðunu da sezmiþtir. Bu
savaþ, Ýslam düþüncesinde, Melamilik adý altýnda yeni bir mutluluk yolu (tarikat
) olarak belirmektedir. Arapça
melamet sözcüðü, aþaðýlanma ve hor görülme anlamlarýna gelen levm kökünden türet
ilmiþtir (levm sözcüðünün
çýkýþma, azarlama, serzeniþ, sitem gibi baþka anlamlarý da var). Kuran þöyle dem
ektedir: Onlar ki kendilerini hor
görenlerin hor görüþlerinden korkmazlar (vellezine layehafune levmete laimün...)
. Niþabur kentinin Türk
Müslümanlarý, Tanrý'nýn bu sözüne tutunarak, yepyeni bir yoldan mutluluðun peþin
e takýlmýþlardýr. Müslümanlýk,
henüz üçüncü yüzyýlýný yaþamaktadýr (dokuzuncu yüzyýl).
Kuran'ýn, ne sözcük, ne de yorumlanmýþ anlamlarýný kurcalamadan, Tanrýlýk düþü
nceye karýþarak mutluluða
varmaya çalýþanlar, insanlýklarýný hor görmek ve aþaðýlamak yolunu tutarlar. Hem
kendi kendilerini kýnarlar, hem de
baþkalarýnýn kendilerini kýnamasýný özlerler. Kendini üstün görmek, böbürlenmek,
ikiyüzlülük gibi kötü eðilimler
böylelikle ezilecektir. Oysa bu, varýlacak bir amaç deðil, varýlmýþ bir amaçtýr.
Bu türlü davranýþlar, varýlmýþ amaca
uygun davranýþlardýr. Öðrenilecek ya da öðretilecek bir þey yoktur. Bilmek, bulm
ak, olmak yeter. Melümilik, bu
yüzden, tarikat biçimlerinin ve öðretilerinin her türlüsünden sýyrýlmýþ bir tari
kattýr. Ne özel giyiti, ne biçimciliði, ne
dereceleri, ne törenleri, ne de öðrenilmesi gereken bir yöntemi vardýr: Kimi yaz
arlar, bu nedenlerden ötürü,
Melamiliði bir tarikat saymamaktadýrlar. Melamilik, kýsaca, þöyle tanýmlanabilir
: Kýnanacak davranýþlarla tanrýsal
sevinci duymak düþüncesi.
Melami olmak isteyen, nerede olursa olsun çünkü Melamilerin tekke, mahfil, zav
iye gibi belli bir toplantý yerleri
de yoktur yol göstericinin (mürþit) önüne oturur. Yol gösterici, ne istiyorsun?
diye sorar. Dilekçi, Hakký istiyorum;
der. Yol gösterici (rehber), Hakký isteyen Haktan baþka her þeyi gönlünden çýkar
ýr, sen de böyle yap, diye karþýlýk
verir. Tören, bu kadarcýktýr. Bundan sonra gönül boþaltma (tahliye-i derun; gönl
ün Haktan baþka her þeyden
boþaltýlmasý) baþlar. Gönül boþaltma; yürürken, otururken, konuþurken, çalýþýrke
n, her yerde bütün eylemlerin
varlýktan (Haktan) geldiðini ve kendisinin de bütün varlýklar gibi varlýkbirliði
ya da tüm varlýðýn bir parçasý
olduðunu düþünerek ölümsüzlük sevincini duymak demektir (Hakta fani olarak bekab
illahý zevk etmektir). Baþkaca
hiçbir bilgiyi gerektirmeden ömür boyunca sürecek olan bu sevince melamet neþesi
denir: Artýk, Melami olanýn
yapmasý gerekli tek þey, kendi gibilerle oturup sohbet etmektir (muhabbette fena
, sohbete devamda vefa, marifette
bekaa). Baþkaca yapýlacak. hiçbir þey yoktur. Ne özel kýlýk, ne özel tören, ne ö
zel yerlerde toplantý, ne tövbe, ne
zikir, ne de öðrenilmesi gereken baþkaca bir bilgi... (Rüsum ve kuyudu ref, tari
k-i tevhidin esasýdýr).
Görüldüðü gibi, Melamet dýþýndaki dinsel yollar da (Sünniler ve Batýniler) böyl
e bir sonuca, böylesine bir sevince
varmaya, çalýþmaktadýrlar. Melamiliðin baþkalýðý, ötekilerde sonunda varýlacak o
lan amacý çýkýþ noktasý yapmýþ
olmasýndadýr. Bir þeriatçý (Kuran'ýn sözcük anlamlarýna uyan, Sünni) namazlar ký
lacak, oruçlar tutacak, zekatlar
verecek ve bütün bunlarý bir ömür süresince yaptýktan sonra öbür dünyada Tanrýsý
na kavuþacaktýr. Bir marifetçi
(Kuran'ýn gizlenmiþ saydýðý anlamlarýna uyan, Batýni), bu yola törenlerle girece
k, uzun yýllar uðraþacak, bekleyecek,
çeþitli derecelerden geçecek, yükselecek ve sonunda ama gene de yaþadýðýmýz düny
ada Tanrýyla birleþecektir.
Melamiyse, Melami olduðu gün bu zevke girmiþtir ve artýk ömrünce bu zevkle birli
kte yaþayacaktýr. Daha açýk bir
deyiþle, ,öteki yollarda sonda varýlan melamet neþesini Melamiler önde elde eder
ler ve onunla birlikte yaþarlar.
Melamilik, bir yaþama biçimidir.
Melami adýyla anýlan dokuzuncu yüzyýlýn ilk Melamileri, Niþabur kentinde, böyl
esine yalýn bir düþünceden yola
çýkmýþlardýr. Gerçekte, Sünnilikle Batýniliðin bir bireþimi (sentez) yapýlmýþtýr
. Melamilerde þeriat (sözcük
anlamýyla din) saygý görmektedir ve gerekli sayýlmaktadýr (Melamiler tevil etmez
ler, tevcih ederler; baþka bir
deyiþle, sözcüðün açýk anlamýný daha bir açýklamaya çalýþýrlar, sözcüðün anlamýn
ý bir yana býrakýp baþka anlamlar
yakýþtýrmaya çalýþmazlar). Buna karþýlýk, Batýniliðin varlýkbirliðini bir neþe k
aynaðý olarak benimsemiþlerdir, bu
kaynaktan kendi deyiþlerince zevk etmektedirler.
Melameti adýyla anýlan ilk Melamiler, Niþabur Türkleridir. Bu yolun ilk yolcus
u olarak da Ebu Hafs-ý Haddad
(Ölümü: Hicri 260) adlý bir Türk gösteriliyor. Ýnsanýn, hem kendince hem de baþk
alarýnca kýnanmasý gerektiðini
belirten bir de ilgi çekici öyküsü var. Ebu Hafs, kendisinden öðüt almak isteyen
birine þöyle diyor: Ticaret yap,
kazancýný dilencilere daðýt, sonra sen dilen, ekmeðini dilendiðin parayla al, da
ha sonra ticareti de, dilenmeyi de
býrak. Gene Niþaburda ve ayný yüzyýlda Melamiliði bir topluluk yolu olarak ortay
a atan da Hamdun Kassar (Ölümü:
Hicri 271) adlý bir Türktür. Xii'nci yüzyýla kadar benliðini korumuþ olan bu yal
ýn Türk düþüncesi, Xii'nci yüzyýldan
sonra Batýnilikle karýþmaya baþlamýþtýr. Katýksýz Melametiliðin yerini, dinsel y
asaklara aldýrmayan, Ali'cilik güden
Kalenderiler almýþlardýr. Bu yüzden, önceleri Melametiliði pek seven dinci toplu
m, Melametiliðe kötü gözle
bakmýþtýr. Kalenderilik, Xi'nci yüzyýlda Batý Türkistan'da ortaya çýkan Yesevi t
arikatýndan türemiþ, Nakþibendiliðin
bir koludur. Katýksýz Þii-Batýni ilkeler güden Yeseviye tarikatý, daha sonra, Be
ktaþiliði doðurmuþtur. Bektaþilikten
de Hurufilik, Abdallýk, Haydarilik gibi kollar türemiþtir.
Xii'nci yüzyýlda, Melamiliðin bozulmasý ya da bozulmuþ sayýlmasý, Kalenderiler
le gelen aþýrý Batýni
düþüncelerinin, bu bireþimde, aðýr basmaya baþlamýþ olmasýndandýr. Peygamberin a
mca oðlu ve damadý Ali, Türkler
için, halifeliðe getirilmiþ ya da getirilmemiþ olmasýný umursamadýklarý, saygý d
eðer bir din büyüðüdür. Mal ortaklýðý
ilkeleriyse Þamanlýk dini günlerinden kalma, eski bir gelenekleridir. (Ziya Göka
lp, Dergah dergisinde yayýmlanan
Türk Devletinin Tekamülü baþlýklý yazsýnda, bu konuda önemli bilgiler vermektedi
r).
Ýlk Melamilerin, ilkeleri, yalýn düþüncelerdir: Tanrý gereklidir (Allaha iftik
ar). Peygambere benzemeye çalýþmalýdýr
(Peygamberi taklit). Tasavvuf, iyilikçilikten baþka bir þey deðildir. Ýnsanlara
iyilik, yardým etmelidir. Ama onlardan
yardým istenmemelidir. Kendimizle uðraþmalý, baþkalarýnýn kusurlarýný görmemeliy
iz. Hiçbir þeyle övünmemelidir.
Dindarlýk bile gizli tutulmalý, bir övünç nedeni olmamalýdýr. Ýnsanlara iyilik e
tmek de bir üstünlük zevki veriyorsa,
bu zevk ezilmelidir. Haktan baþka, ne açýðý, ne de gizliliði araþtýrmak gerekmez
(Haktan baþka ne zahiri, ne de
batýni keþf ve keramete itibar edilmez). Kiþi, herkesten önce, kendi kendisini k
ýnamalýdýr. Kendimizle savaþmalýyýz.
Böylesine saðlam bir temele dayanan Türk bireþimi melamet düþüncesi, gittikçe çe
þitli düþüncelerle karýþmaya
baþlayacak, ondokuzuncu yüzyýlda Þeyh Muhammed Nurun elinde yedi dereceli bir Ba
týni tarikatý biçimine girecektir.
Xii'nci yüzyýlda Kalenderilikle birleþen Melamilik, XV'nci yüzyýlda Bursalý Ömer
Dede'nin elinde yeniden
canlanmýþtýr. Bayramiye tarikatýnýn kurucusu Hacý Bayram ölünce; tarikat büyükle
ri anlaþamamýþlar, Bayramiliði üç
kola ayýrmýþlardýr: Fatih Sultan Mehmetin pek saygý gösterdiði ünlü Bayrami bilg
in Ak Þemseddin Þemsiye
tarikatýný, Ömer Dede Melamiye tarikatýný kurmuþtur. Bayramilikten türeyen bu Me
lamiliðe Bayrami-Melamilik
denir. Ak Þemseddin; Hacý Bayram tacýný, hýrkasýný tespihini, seccadesini ve asa
sýný bana býraktý, diyerek posta
oturunca, yýllardan beri onunla geçinemeyen Ömer Dede (Emir Sikkini) þu karþýlýð
ý vererek Hacý Bayram'ýn
halifeliði iddiasýndan vazgeçmiþtir: Söyleyin ona, gerçek; taç, hýrka, tespih, s
eccade ve asada deðil, kalb-i
musaffadadýr... (Melamiliðin, her türlü biçimcilikten sýyrýlma anlamýný hatýrlay
ýnýz).
Ancak Bayramilik, Erdebil tasavvufçularý yoluyla gelen Halvetilikten doðduðuna
göre, Þii-Batýni ilkelerle yüklü
bir tarikattýr. Ömer Dede'nin Melamiliði de, dolayýsýyla bu yükü yüklenmiþ bulun
maktadýr.
Artýk, ilk Melamilerde bulunmayan, zikretmek yöntemi de uygulanmaya baþlayacak
týr (zikretmek, sürekli olarak
Tanrý'nýn adýný ya da sözlerinden birini mýrýldanarak, bir çeþit düþünsel sarhoþ
luða eriþmek, Tanrýlýk düþünceyle
birleþerek neþelenmek demektir). Xvi'ncý yüzyýlda yaþayan Melami þeyhi Ýsmail Ma
þuki, Allah, Allah, Allah diye
zikredeceði yerde, ünlü enelhak'çý Mansurun yolunda bulunduðunu anlatmak için, A
llahým, Allahým, Allahým
diye zikretmeye baþlamýþtýr. Buysa, düpedüz Mansurun dediði gibi, ben Tanrýyým d
emektir. Usta bir ozan olan ve
Oðlan Þeyh adýyla anýlan Ýsmail Maþuki, bu düþüncesini þiirlerinde de açýklamakt
adýr: Deðme bir hor ü hakire hor
deyu kýlma nazar, Kalbinin bir kuþesinde arþ-ý Rahman gizlidir. Daha sonra, baþk
a bir Melami þeyhi, Hamza Bali
gelecek ve varlýkbirliði (vahdet-i vücut) sýrlarýný büsbütün açýklayacaktýr. Bu
þeyhten sonra Melamilik, Melami-
Hamzavi adýný alarak yaþamakta devam edecektir. Hamzavilerden adý bilinmeyen bir
ozan da, þunlarý söyleyecektir:
Ben ne dersem Hak onu iþler hemen, Þöyle henzer, ben onun aðasýyým.
Sonunda, ondokuzuncu yüzyýlda, Seyyit Muhammed Nur adýnda Mýsýrlý bir Arap þey
hi ortaya çýkacaktýr. Yanya'ya
gitmiþ Nakþibendi olmuþ, Mekke'ye gitmiþ Halveti olmuþ, Usturumca'ya giderek Mel
amilikte karar kýlmýþtýr. O
günlerde Ýstanbul'da Hamzavi-Melamilik yolunu Seyyit Abdülkadir Efendi yürütmekt
edir. Muhammed Nur,
Ýstanbul'a gelerek onlarý da kendi yoluna almak istemiþse de, Abdülkadir Efendi
buna yanaþmamýþtýr. Muhammed
Nurun açtýðý yeni yol, Hamzavi-Melamilerin baðýmsýzlýðý karþýsýnda, Nuriye Melam
iliði adýný almýþtýr.
Artýk Melamilik, Arap ve Acem düþüncelerinin bir bireþimi olmak durumunu yitir
erek, tam bir Batýni-Þii tarikatý
biçimine girecektir. Muhammed Nur, Rumeli'nin birçok yerlerinde tekkeler açtýrmý
þ, Ali'cilik gütmeye baþlamýþ,
gerçeði öðrenme yollarýný derecelendirmiþ, birtakým törenler tertiplemiþtir. Kes
in olarak, Ali'nin yeniden dünyaya
ineceðine inanmaktadýr. Bu inanç, katýksýz Alevi inancýdýr. Bu metafizik inançla
yalýn bir maddeciliði
baðdaþtýrmaya çalýþmaktadýr. Þeyh Bedreddin'in Varidat'ýný yorumlayan bir yapýtý
nda, açýkça þunlarý söylemektedir:
Bilgisizlere göre (avam) vücut, Hakkýn (Tanrý'nýn) vücudunun gayrýdýr. Bilgilile
re göre (havas) vücut, Hakkýn
vücudunun gölgesidir. Tasavvufa eriþenlere göre (asfiya) vücut, Hakkýn vücudunun
aynýdýr.
Muhyiddin-i Arabi'yi yorumlayan yapýtýnda da þunlarý eklemektedir: Ýlah ve All
ah Arapçada müstaðrik demektir
ki, Türkçe kaplamak anlamýndadýr. Þu halde, Tanrý, bütünlüðün adýdýr. Onu, ondan
baþkasý birleþtiremez (tevhit
edemez). Çünkü, bir þeyi birleþtirmek için bir baþka þeyin de bulunmasý gerekir.
Baþka þey olmayýnca ne
birleþtirilecek?.. O halde, sen, sana secde edersin (kendin için, kendine ibadet
edersin anlamýna; kendisi için namaz
kýlan Hallac Mansuru hatýrlayýnýz). Eþyanýn vücudu, Tanrý'nýn vücududur. Eþyanýn
, baðýmsýz bir vücudu yoktur.
Bu, suyun kara oraný gibidir. Kar, görünüþtür (zahirdir). Su temeliyse gizlidir
(batýndýr). Halk (halk edilenler,
yaratýlanlar), Hakkýn belirmesidir (zuhurudur). Ondan baþka varlýk yoktur ki yen
i varlýklar yaratýlabilsin (bir baþka
deyiþle, yaratma yoktur; yaratýlan yoktur, yaratan yoktur; ancak varlýðýn çeþitl
i biçimlerde kendini göstermesi
vardýr).
Muhammed Nura göre, bu bütünlük'ün bilincine ve zevkine bilgiyle varýlýr. Birl
eþme (tevhit, bütünlükten olduðunu
duyma), anma ya da söyleme (zikir) yoluyla elde edilecektir. Söyleye söyleye anm
a, anan, anýlan (zikir, zakir,
mezkur) birleþirler. Ýnsanýn bu bilgiye varmasý için yetiþtirilmesi gerekir. Büt
ünlük bilinci, her bilinçli insanýn
kendiliðinden, yetiþtirilmeden elde edebileceði bir bilinç deðildir (bana Tanrý
olduðumu Mevlana öðretti, diyen
Süryanos'u hatýrlayýnýz). Bu bilince, altý basamakla çýkýlýr. Ýlk üç basamaða bi
rleþme katlarý (makamat-ý tevhit) ya
da ölümlülük aþamalarý (meratib-i fena), son üç basamaða da birlik katlarý (maka
mat-ý ittihat) ya da ölümsüzlük
aþamalarý (meratib-i beka) denir. Bu basamaklar þunlardýr:
1- Tevhid-i efal basamaðý: Bütün eylemlerin, bütün olmakta olanlarýn varlýðýn
iþi olduðunu bilmektir. Ýyilik-
kötülük ayýrýmý bize göredir, varlýða göre ne iyilik vardýr, ne de kötülük. Olma
kta olan, olmasý gerekendir. Birinci
basamakta bu bilgi zevk edilir.
2- Tevhid-i sýfat basamaðý: Yaþamak, bilim, buyrultu, iþitmek, görmek, söyleme
k varlýða özgüdür. Ýkinci basamakta
bu bilgi zevk edilir.
3- Tevhid-i zat basamaðý: Vücut, varlýðýn , vücududur. Eþyanýn ki insan da bu
eþyadan biridir baðýmsýz
vücutlarý yoktur. Üçüncü basamakta bu bilgi zevk edilir.
Bu üç basamakta; eylem varlýðýn eyleminde, nitelik varlýðýn niteliðinde, vücut
varlýðýn vücudunda eritilip yok
edilir. Artýk eyleme, niteliðe, vücuda baðlý bir kiþilik kalmaz. Kiþilik, gerçek
kiþilik'le birleþmiþtir. Bu birleþmenin
bilincine ve dolayýsýyla zevkine varýlmýþtýr. Bu kattaki melamet neþesi, bir sor
umsuzluk neþesidir. Her iþ Tanrý'nýn
iþi, her istek Tanrý'nýn isteði olduðuna göre, ortada hiçbir yasak kalmamýþtýr (
Batýni tarikatlara ibaba mesleði
denilmesi bu yüzdendir, çünkü her þey mubahtýr). Bu sorumsuzluksa, toplumu karga
þalýða götürür. Bunu önlemek
için de Peygambere benzemeye çalýþmak ilkesi konulmuþtur (edeb-i Muhammediye). B
ir baþka deyiþle, her istek
Tanrý'nýn isteðidir ama, Peygamber gibi istek duymak gerekir (bu çabaya, tecelli
yat-ý Muhammediye'ye mazhar
olmak, deniyor).
4- Makam-ý cem: Bu basamakta varlýk açýklanýr, eþya gizlenir (Hak zahir, halk
batýn olur). Bir baþka deyiþle, ilk üç
basamaðýn bilincine eriþtikten sonra ana varlýk görünmüþ, meydana çýkmýþ; onun m
eydana çýkýþýyla da sayýsýz parça
varlýklar ortadan çekilmiþlerdir. Ýlk üç basamaðýn bilgisi ve zevkiyle ana varlý
ðýn bilgisine ve zevkine varýlmýþtýr.
Güneþ, vücudumuzun ardýnda gizliyken önümüzdeki gölgemizi görüyorduk. Güneþ yüks
elerek meydana çýkýnca
gölgemiz yok olur.
5- Makam-ý hazret-ül-cem: Bu basamakta ana varlýk yeniden gizlenir, parça varl
ýklar meydana çýkar (halk zahir,
Hak batýn olur). Çünkü ana varlýk, gücünü parça varlýklara vermiþ, onlarda belir
miþtir. Söyleyen, gören, iþiten,
yapan, dileyen ana varlýðýn gücüyle parça varlýklardýr.
6- Makam-ý cem-ül-cem: Bu basamakta kiþi, tanrýsal gücünü duyar. Çünkü Tanrý,
onun vücudunda belirmiþtir.
Önce, sonra, açýk, gizli hep kendisidir (evvel benim, ahýr benim, zahir benim, b
atýn benim).
Ýlk üç basamakta kendini ana varlýkta öldüren, yitiren, yok eden kiþi; son üç ba
samakta ölümsüzlüðe eriþmiþtir. Bu
kattaki melamet neþesi, bir ölümsüzlük neþesidir. Ýlk Melamilerin, daha ilk adým
da, Haktan baþka her þeyi
gönüllerinden çýkararak elde ettikleri bu neþeyi, son Melamiler bir hayli basama
k týrmandýktan sonra elde
etmektedirler.
Muhammed Nurun basamaklarý bitmemiþtir. Yedinci basamak olarak bir de makam-ý
ahadiyet-ül-cem vardýr ama;
onu ne ben söyleyebilirim ne de sen anlayabilirsin, diyor; çünkü o makam, Peygam
berin makamýdýr. Kuran'daysa,
yetimin malýna yaklaþýlmamasý buyurulmuþtur. Peygamber, bu makamýný bana öðretmi
þtir ama, baþkalarýna
öðretmeme izin vermemiþtir. Bu makamda ne birlik ne de çokluk vardýr. Ancak Peyg
amberin kendisi öðretirse zevk
alýnýr, baþka türlü zevkine varýlamaz.
Oysa, Muhammed Nurun damadý ve halifelerinin halifesi (halifet-ül -hulefa) Abd
ürrahim Fedai, Tefsir-i Suret-ül-
Kevser adlý yapýtýnda bu basamaðý açýklamýþtýr. Tanrý, Peygambere þöyle demekted
ir: Ey Muhammed, ben, bana
deðil, sana tapýlmasýný istedim, benim deðerimin deðil, senin deðerinin bilinmes
ini istedim, çünkü sen bensin ve
ben senden baþka hiçbir þey deðilim.
Batýniliðin büyük sýrrý böylelikle açýklanmaktadýr: Gerçek Tanrý, aklý baþýnda
olan insandýr. Aklý baþýnda
olmayan insanlar, aklý baþýnda olan insanlarýn peþine takýlýp onlarýn gösterdikl
eri yoldan giderlerse, mutlu
olabilirler.
Bu sonuç, ilk üç basamaðýn doðurduðu anarþiyi önleyecek bir sonuçtur. Peygambe
rce davranmak ilkesi, bu
sonuçla anlam kazandýðý gibi, bilgisizlerin ve akýlsýzlarýn elde ettikleri sorum
suzluk ve ölümsüzlük neþelerine
karþý, sorumluluðun ve ölümlülüðün bütün yükü ve acýsý da akýllý ve bilgili kiþi
lere düþmektedir. Melamet neþesi
altýncý basamakta bitmek zorundadýr, yedinci basamakta neþelenmek kolay deðil.
YENÝDENDOÐUÞ. Gün, birdenbire doðmaz. Aydýnlýk, karanlýðýn içindedir. Gök, ayd
ýnlýðýný, karanlýðýnýn
içinden süzer. Bunun gibi; insan düþüncesinin yenidendoðuþu (renaissance) de bel
li bir tarihte birdenbire baþlamýþ
deðil. Düþünce tarihini incelerken, düþünce çaðlarýný birbirlerinin içine geçmiþ
, biri daha erimeden öbürünü
baþlamýþ olarak görürüz. Ý.S. V'ncý yüzyýlýn ortalarýna kadar süren ilkçaða karþ
ý ortaçað, Ý.S. ikinci yüzyýlda
baþlamýþtýr. Ortaçaðýn skolastiði ondördüncü yüzyýlda eridiðine göre, yeniçaðýn
bu yüzyýlda baþladýðý sanýlýrsa da bu
yanlýþ bir sanýdýr. Tarihçiler, yeniçaða baþlangýç olarak Türklerin Ýstanbul'u a
ldýðý yýl olan 1453 yýlýyla reformation
davranýþlarýnýn baþlangýç yýlý olan 1517 yýlý üstünde tartýþa dursunlar, bu çaðý
n ilk düþünce kývýlcýmlarý çok daha
gerilerde bulunmaktadýr.
Akýl, artýk, inandan ayrýlmaya baþlamýþtýr. Ý.S. 1347 yýlýnda Tubingenli Profe
sör Jean de Mericourt þöyle
konuþmaktadýr: Erdemsizlik de, erdemlilik gibi, Tanrý iþidir. Günah, bir erdemsi
zlik deðil, tersine, bir
erdemliliktir. Dayanýlmaz bir güdüye kapýlan kimse asla günah iþlemiþ sayýlmaz;
niçin sayýlsýn ki, o güdü de bir
Tanrý iþidir.
1348'de, Nocalos d'Autrecourt, Sorbonne Üniversitesi'nde þu savý (tez) okuyor:
Doðayý incelemeliyiz.
Geriliðimizin nedeni, yüzyýllar boyunca o koca doðayý bir yana býrakýp Aristotel
es'le, Platon'la boþuna vakit
geçiriþimizdir. Doðayý incelemek bizleri kolaylýkla kesin bir bilime götürür. Ta
nrý'yý en yüksek varlýk olarak
düþünebiliriz ama, onun gerçekten var olup olmadýðýný bilemeyiz. Evren, her hald
e sonsuz olmalýdýr, çünkü
yokluktan varlýða bir geçiþ düþünülemez.
Oxford profesörlerinden Roger Bacon (1214-1294) gözlemin ve deneyin önemini Xv
i'ncý yüzyýlda yaþayacak olan
adaþýndan (Francis Bacon) daha önce kavrayarak kürsüsünde uygulamaya baþlamýþtýr
. Toulouse'lu Profesör
Raymond de Sebond da Tanrý'nýn kitabý saydýðý doðayý öteki kitaplardan üstün tut
tuðunu açýklamaktadýr.
Haçlýlar Doðu'ya dinleri uðruna saldýrdýlar, oysa kendi dinlerini temelinden sar
sacak yeni düþüncelerle döndüler.
Bizanslýlarýn kanadý altýna sýðýnmýþ Yunan yarýmadasý düþünce geleneðini yüzyýll
ardan beri gizli gizli
sürdürüyordu. Ýsa'ya yeni kuzular toplamaya gidenler, Yunan yarýmadasýnda mitolo
jik boðalarýn sýrtlarýna binmek
zorunda kaldýlar. Bizans kilisesi de Katolik kilisesiyle barýþmak için Floransa'
ya bilginler gönderiyordu. Bu
bilginler, iki kiliseyi barýþtýramadýlar ama, Ýtalya'nýn gözünü açtýlar. Bizans
imparatorluðunun Türklerine eline
geçiþi de ekmeklerine yað sürdü. Bizans'tan Ýtalya'ya gerçek bir göç baþladý. Ed
ebiyat, sanat, felsefe, eski Yunan'ýn
bütün zenginlikleri Ýtalya'ya akýyordu. Bu yüzden, yeniden uyanýþ dediðimiz Rena
issance davranýþýnda, Batý'nýn
ilk uyananý Ýtalya oldu. Bu uyanýþ 1483 yýlýndan baþlayarak bütün Batý'yý etkile
di.
Dante, Petrarca, Boccacio yeniden dirilmiþ birer eski Yunanlýydýlar. Artýk kil
isenin ünlü kardinalleri bile skolastik
dilden tiksiniyorlar, eski Yunan edebiyatýna tapýyorlardý. Kardinal Nicolaus Cus
anus, skolastiðin yanlýþlarýný
açýkça eleþtiriyordu. Homeros, Ýsa'yý yenmiþti.
Fransýz tarihçisi Michelet, her þey Xii'nci yüzyýlda bitmiþti, diyor, eðer ola
ylar doðal gidiþlerini kovalasaydýlar
yenidendoðuþ (Renaissance) Xii'nci yüzyýlda baþlayacaktý. Ýlkçað, ahmak kiþileri
olan bir çaðdý. Ortaçað, akýlsýzlar
çaðýdýr. Oysa budada, skolastik yeterlikten ve kelimelere tapmaktan doðan modern
bir yaratýktýr. Xii'nci yüzyýlda
gömülen ortaçaðýn býraktýðý boþluk bu budalalarý yetiþtirdi. Ýþte yenidendoðuþu
üç yüzyýl geciktiren neden.
Saçma sapan konuþmayý ve büyücülüðü birer sanat haline getiren bu budalalar ordu
sunun içinden, ondördüncü yüzyýlýn
sonlarýna doðru, yeniçaðýn ilk yeni insaný doðacaktýr. Bu yeni insanýn doðumu el
bette kolay olmayacaktý.
Yeni insan, her türlü iç ve dýþ etkiden kurtulmuþ; kiþiliðini bulan ve insanlýð
a güvenen yepyeni bir varlýktýr. Irk,
kavim, parti, lonca ve aile baðlarýndan kopmuþtur. Olabildiðince özgürdür. Artýk
o, Ýtalya'da doðduðu halde Ýtalyan
deðildir. Dante'nin dediði gibi, onun vataný bütün dünyadýr. Artýk o, baðlý olma
k zorunluðunu duymamaktadýr.
Baþkalarýna benzemeye deðil, benzememeye çalýþmaktadýr. Bu durum, duygu ve düþün
ce alanlarýnda böyle olduðu
gibi, dýþ görünüþlerde de böyledir. 1390 yýlýnda, Floransa'da genel bir erkek ký
lýðý kalmamýþtýr. Herkes, kendine
göre, özel bir biçimde giyinmektedir. ondördüncü yüzyýl Ýtalya'sýnda, alçak gönü
llülük ve yaltaklanma bilinmemektedir.
Dünyaya, ortak bir görüþle deðil, objektif bir bakýþla bakmak bilinci uyanmýþtýr
. Yeni insan, düþünen bir kiþidir
(uomo singolare). Artýk o, bir ýrka, bir partiye, bir loncaya, bir aileye baðlý
ve onlarla beraber genel bir yaþayýþ
içinde yaþayan bir insan deðil, baþlý baþýna bir kiþiliktir. Kendine özgü düþünc
eleri, kendine özgü görüþleri, kendine
özgü duygularý vardýr. Yaþayýþý da elbette kendine özgü olacaktýr. Ozan Petrarca
(1304-1374), Yalnýzlýk Üstüne (De
Vita Solitaria) adlý kitabýnda yalnýz yaþamanýn erdemini savunuyor. Petrarca'ya
göre mutluluk, iç ve dýþ etkilerden
sýyrýlmakla, baðýmsýz olmakla mümkündür. Ýnsanýn ilk ödevi kendini geliþtirmekti
r. Bu geliþmeye ancak yalnýz
yaþamakla eriþilebilir. Yalnýz yaþamak, insanlarý sevmeye engel deðildir. Ýnsan
yalnýz yaþar ama, her zaman
insanlarla ilgilenir, onlarla beraber olabilir.
Yeni insan, bilgili ve çok yönlüdür. Hem düþünür, hem dilci, hem devlet adamý,
hem ressam, hem müzikçidir.
Büyük ozan Dante (1265-1321) bunun en belli örneklerinden biridir. Tanrýsal Kome
di'yi (Divina Commedia)
inceleyiniz, ele alýnmamýþ hiçbir sorun býrakmadýðýný göreceksiniz. Dante'nin iþ
lediði bu sorunlarýn her biri
çaðýnýn en ileri bilgilerini kapsamaktadýr. Ünlü adlar bir yana, XV'nci yüzyýl Ý
talyan kentleri, birkaç dil bilen,
Tanrýsal Komedi'yi ezberden okuyan sokak kadýnlarýyla doludur. Alman tarihçisi J
acob Burckhardt, Floransalý
tüccar ve devlet adamlarýnýn eski Yunancayla Latincede bilgin olduklarýný yazýyo
r. Gene Buckhardt'ýn Ýtalya'da
Yenidendoðuþ Kültürü adlý kitabýnda bildirdiði XV'nci yüzyýlda yaþamýþ bir Leon
Battista Alberti vardýr ki
sanatçýlardan, bilginlerden tutun, kunduracýlara varýncaya kadar dünyanýn bütün
hünerlilerinden mesleklerinin
sýrlarýný sorup öðrenmiþtir. Yeni insanýn çok yönlülüðü doymak bilmez bir çok yö
nlülüktür. Yeni insan, çevresine
sonsuz bir sevgi duyan, çevresindeki her þeye kendini bütün varlýðýyla verebilen
bir varlýktýr. Battista'nýn þu sözü,
yeni insanýn niteliðini belirtiyor: Ýnsanlar isterlerse her þeyi yapabilirler.
Bu sözün kaynaðýný Bacon'da arayýnýz. Roger Bacon (1214-1294), daha Xiii'ncü y
üzyýlda, bu sözü þu türlü
söylemiþti: Sihirbazlýk hiçbir þey deðildir. Çünkü insan aklý doðayý kullanarak
her þeyi yapabilir.
Yeni insan, kendi kendine, kendi gücünü böylece bulurken dýþarýya doðru da gel
iþmeye, sivrilmeye baþlamýþtý.
Artýk o, ün peþinde koþabilir. Ortaçaðda sýnýflarýn olan ün artýk kiþilerin elin
e geçmektedir. Dante'nin,
Petrarca'nýn, Boccacio'nun ünleri Ýtalya'nýn sýnýrlarýný aþmýþ, bütün Avrupa'ya
yayýlmýþtýr. Ortaçaðda þövalye
sýnýfýna özgü, olan ozanlýk ünü artýk halkýn avuçlarý arasýndadýr. Eskiden yalný
z büyük ermiþlerin yurtlan kutsal
tutulurken 1350 yýlýnda Arezzo Belediyesi Petrarca'nýn doðduðu evi müze haline g
etirmiþtir. Petrarca, ününün bu
sevincini de tattýktan sonra daha yirmi dört yýl yaþayacaktýr.
Yenidendoðuþ; sanatla baþlamýþtý. Can çekiþen ortaçað, son nefesi yaklaþtýkça,
daha kýrýcý, daha korkunç
oluyordu. Bilim susturulmuþtu. Oysa sanat, dinci sisteme dayanýr görünerek büyük
iþler baþarýyordu. Ressam Giotto
(1266-1336) klasik tiplerden sýyrýlarak Ýtalyan güzellerini Meryemleþtirmeye baþ
lamýþtý. Mimar Brunelleschi (1377-
1446) gotik sanatý yýkýyor, yeni insanýn büyük baþarýsýný saðlýyordu. Artýk üç v
e yedi üstüne kurulmuþ kilisenin
karþýsýnda Floransa kilisesi yükseliyordu. O kadar ki, kendisine nereye, gömülme
k istediði sorulan Michelange
(1475 -l564), Brunelleschi'nin yapýtýný sonsuza kadar seyredebileceðim bir yere,
karþýlýðýný verecekti.
Ýtalya'nýn kent (þehir) devletleri, eski Yunan'ýn kent devletlerini andýrmaktadý
r. Her birinin kendine özgü
özellikleri, kendine özgü güçleri vardýr. Birbirleriyle savaþan bu kentler, hem
birbirlerini, hem kendilerini
yetiþtirmiþlerdir. Yeni insan, yeni kentleri doðurmuþtur. Yen kentler de yeni ul
uslarý uyandýrmýþtýr. Ulus düþüncesi
de yeni insanla birlikte geliþen bir düþüncedir. Ortaçaðda bugünkü anlamýyla bir
ulus düþünülemezdi. Ortaçað
uluslarý baþlý baþýna birer varlýk deðil, bir ortaçað devletinin üyesiydiler. Bi
lgileri, görüþleri, dilleri, sanatlarý
ortaktý. Ulus bilinci de, yeni insanla beraber doðmuþ, bir yenidendoðuþ (Renaiss
ance) bilincidir. XV'nci yüzyýl,
insanýn, kentin, ulusun kendini bulmaya, kendini tanýmaya baþladýðý bir yüzyýldý
r.
Yeni insan, kendini bulduðu gibi dünyayý da bulmaya (keþfetmeye) baþlamýþtýr.
Marco Polo, (1254-1323), Moðol
dünyasýna dalýyor, Christophe Colomb (1451-1506) Doðu Hindistan'a açýlýyordu. Bu
nlar, denizlere açýlan yüz
binlerce Ýtalyan arasýndan en büyük adlardýr. Bilim, gittikçe denemelere doðru y
öneliyordu. Kozmoðrafyanýn deniz
yolculuklarýyla ilgisi kuruluyor, botanik, zooloji dev adýmlarýyla geliþiyordu.
Petrarca daðlara týrmanýyor, doðanýn
güzelliklerini kavrýyordu. Yeni insan, çevresini didiklemeye baþlamýþtý. Evrenin
hiçbir sýrrýný çözmeden býrakmak
istemiyordu. Çünkü bütün varlýðýyla þuna inanmýþtý: Ýnsan aklý her þeyi çözebili
r.
Ýnsanýn insanlýða karþý bu güveni, gözlerimizi yaþartacak kadar duygulandýrýcý
dýr. Ýnsan, þu kocaman evren içindeki
bu yalnýz varlýk, kendinden baþka neden medet umabilirdi ki? Yýldýzlar, o elleri
ni uzatýncaya kadar sýrlarýný
sakladýlar. Aþýlmaz çöller, o adýmlarýný atýncaya kadar, kapýlarýný açmadýlar. T
oprak, o üstünde güvenle tepininceye
kadar, zenginliklerini vermedi. Denizler, o üstlerine yürüyünceye kadar dalgalar
ýný çekmediler. Ýnsan, bütün
bunlardan mutluluðunu zorla almalýydý. Gücü yettiði kadar yapabilirdi bunu. Elbe
tte gücünü kullanacaktý. Oysa bu
gücün sonsuza kadar yeteceði sezisi insanýn içini kaplamýþtý bir kez. Bu sezinin
peþinden gitmek zorundaydý.
Yenidendoðuþun getirdiði erdem, insanýn insanlýða olan güveni'dir. Yenidenbiçiml
eniþ anlamýndaki reformasyon,
yenidendoðuþ anlamýndaki rönesans çýðýrý içinde yer alan dinsel bir akýmdýr. Alm
an papazý Martin Lutherin (1483-
1576) 1517 yýlýnda Wüttenberg kilisesinin kapýsýna astýðý, Katolik kilisesine ka
rþý ünlü protestosu yüzünden
Protestanlýk adýný alan bu akým, gerçekte, genel düþünceyi dilegetiriyordu. Kato
lik kilisesi, Rönesans'ýn getirdiði
yeni hayat görüþüne uymayacak kadar donmuþ, bozulmuþ ve köhneleþmiþti. Hýristiya
nlýðý, ilk ve sade biçimine
döndürerek skolastiðin eklentilerinden temizlemek hemen bütün Hýristiyanlarýn di
leðiydi. Fransa'da Calvin ve
Ýsviçre'de Zwingli'nin geliþtirdikleri Protestanlýk,, sonradan Calvinizm aracýlý
ðýyla Ýngiltere'ye geçerek
Anglikanizmi doðurmuþtur. Ýnsanlar arasýndaki eþitsizliðin Tanrýsal düzenin gere
ði olduðunu ilerisüren Lutherin
düþünceleri, toplumun kurulu düzenine her bakýmdan uygun düþtüðü için hiç yadýrg
anmadý ve kolaylýkla
benimsendi. Ýznik Konsilinin hazýrladýðý Ýncil metni de temel kutsal kitap olara
k dokunulmazlýk ve
yorumlanýlmazlýk kazanýnca, kilisesiz ve papazsýz bir dine dönüþ yolundaki ilk p
rotestolarý bilmezlikten gelip, yeni
Protestan kiliseleri yükselmeye baþladý. Daha sonra, Katolik kilisesinin tuttuðu
yoldan gidilerek, ayýklanan
Aristotelesçilik geri getirildi ve Ýznik Konsilinin hazýrladýðý metin bununla te
mellendirilmeye çalýþýldý. Lutherin,
önceleri þeytanýn yataðý dediði us, yeniden eski tahtýna oturtulmuþtu. Þu farkla
ki, usla kutsal kitap çatýþýrsa kutsal
kitabýn dediði olacaktý. Aristotelesin söylediði deðil... Yeni ekonomik iliþkile
rin meydana getirdiði Rönesans'ýn
yeni insaný, dinsel insan olmaktan çýkarak kiþisel insan olmaya baþlamýþtýr.
Yenidendoðuþ düþüncesinin ayýrýcý niteliði insancý (ümanist) oluþudur. Bu düþü
nce insan'ý arar ve dýþ dünyayý
insanla olan iliþkileriyle deðerlendirir. Ýnsan, artýk bilgilerini yenilemekte v
e bütün inaklardan (dogmalardan)
kuþkulanmaktadýr. Yenidendoðuþ þüpheciliði, metafizik temeli yýkarak, bireyci (e
ndividüalist) temeli kurmaya
baþlamýþtýr. Ortaçaðýn feodal toprak aðasýnýn desteði olan metafizik, yeniçað bu
rjuvasýnýn desteði olan bireycilikle
çatýþýyor. Ne var ki bu çatýþma, ayný anadan doðan iki kardeþin çatýþmasýdýr. Ýd
ealist metafizik, idealist bireyciliðe
boyun eðmek üzeredir. Bu sýrada, yeniçaðýn yeni insanýný simgeleyen iki büyük ze
ka doðuyor: Nicolaus Cusanus'la
Giordano Bruno. Kardinal Nicolaus Cusanus (1401-1464)'a göre tanrý kavranamaz. Ç
ünkü us, yapýsý gereði,
birleþtiricidir ve birleþtirme iþini gerçekleþtirebilmek için de çokluklar ve ay
rýlýklar gerekir. Tanrýysa ancak
çokluklar ve ayrýlýklarýn dýþýnda düþünülebilir. Öyleyse düþünce, bu son ereðind
e kendisiyle çeliþmeye düþmektedir.
Daha açýk bir deyiþle, birleþtirici olan düþünce, ayrýlýklarla çalýþmak için yap
ýlmýþ olduðundan çünkü
birleþtirebilmek için ayrýlýklarýn varlýðý gerekir yetkin birleþmeye (Tanrý) yük
selince çalýþamaz... Ortaçaðdan
Rönesans'a geçiþ döneminde yaþayan' ve düþünce yapýsýyla da bir kolu geçmiþte, ö
bür kolu gelecekte bulunan
Cusanus, Kant'ýn öncüsü sayýlabilir. Düþüncenin sýnýrýný çizmiþ ve bu sýnýrýn öt
esinde kalan metafiziði mistik bir
görüþle sezilere býrakmýþtýr. Tanrýyla doðayý da birbirinden ayýrmýþ, güçlü bir
sezgiyle evrenin evrimsel bir geliþme
süreci olduðunu söylemiþtir. Cusanus'e göre, doðada karþýtlar (çokluklar ve ayrý
lýklar) vardýr. Tanrýdaysa bütün
karþýtlar birleþmiþtir, öyleyse bu iki yapý ayný þey olamaz. Evren devim halinde
dir ve sonsuz bir deðiþme içindedir,
Tanrýysa tüm deðiþmezliktir. Cusanus, karþýtlarýn sürekli olarak geçitlerle ort
adan kalkacaðýný düþünmekle bir
çeþit eytiþimsel anlayýþa varmýþ bulunmaktadýr. Cusanus'e göre dünya, evrenin me
rkezi de olamaz. Çünkü evrenin
merkezi ancak kendi dýþýndaki bir þeye göre olabilir, evrenin dýþýnda bir þey ta
sarlamaksa evrenin bütünlük (La.
universum) niteliðini ortadan kaldýrýr. Tanrýbilime karþýt düþüncelerinden ötürü
Cusanus öðretisine olumsuz
Tanrýbilim adý verilmiþtir.
Giordano Bruno (1548-1600), tipik bir rönesans adamýdýr. Doða karþýsýnda duydu
ðu büyük coþkunluk yüzünden
onu ozan-düþünür olarak nitelendirirler. Gençliðinde Dominiken tarikatýna girmiþ
, oysa cüppesiyle birlikte
metafizik düþüncelerini de pek çabuk üstünden atmýþtýr. Hareketli bir yaþamý var
dýr, her yerde kovuþturmaya
uðradýðýndan serbestçe düþünebilmek için ömrü boyunca kentten kente dolaþmýþtýr.
Sonunda, yakalanarak,
Roma'da Campo di Fiora meydanýnda yakýlmak suretiyle öldürülmüþtür. Kendisine bu
cezayý teblið eden
Engizisyon yargýcýna, ölümümü bildirirken siz, benden çok korkuyorsunuz demiþ. K
opernikus sisteminden
esinlenerek evrenin sonsuzluðunu kavramýþ. Tanrýnýn da, varsa eðer, ancak böyle
bir sistem içinde, sonsuzlukta
gerçekleþebileceðini düþünmüþ. Aristoteles'in evreni bölümlere ayýrmasýný açýkça
gülünç buluyor. Ona göre gök,
sonsuz evrendi. Akýl için iki sonsuz olamayacaðýna göre Tanrý ve Evren bir ve ay
ný þeydiler. Tanrý evrenin yaratýcýsý
deðil, kendisidir. Yaratýlan bir þey yoktur, olmakta olan bir þey vardýr. Ne yar
atan vardýr, ne de özgürce bir yaratma
iþi.
Bunlarýn yerine doða'yý ve meydana gelme zorunluðunu koymamýz gerekir. Evren-T
anrý, açýlarak ve yayýlarak,
kendisi bireyleþmeden bireyleri meydana getirir. Sonsuz büyüklükte nasýl bulunuy
orsa bir parçacýk otta, bir kum
taneciðinde, bir karýncada da öylece, bütünüyle bulunur. Sonsuz gerçek olarak on
un her yerde bulunmasý yüzünden
doða'da hiçbir þey yok olmaz. Ölüm, hayatýn bir deðiþmesinden baþka bir þey deði
ldir. Doða'da, bizlerin kurup
çattýðýmýz anlamda bir ölüm olamaz. Sadece her þey sürekli olarak deðiþir, o kad
ar. Bu deðiþme sonsuzdur.
Tohumlar baþka tohumlara yönelirler, deðiþirler. Örneðin tohum, ot olur, baþak
olur, ekmek olur, keylus olur, kan
olur, insan tohumu olur. Ýnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki
tohumu olur. Bu deðiþmeler ve
yenileþmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir. Bu sýrada bir baþka Ýtalyan, Tommas
o Campanella (1568-1639) yeni
gidiþe ayak uydurabilmesi için felsefeyi zorluyor. Oysa bu zorlayýþ sonuçsuz kal
acaktýr, ortaçaðýn son
kalýntýlarýndan olan Ýtalyan kilisesi onu da boðup susturmak üzeredir. Ýtalya'da
doðan yeni düþünce artýk Ýtalya'da
barýnamayarak Ýngiltere'ye, Fransa'ya, Almanya'ya doðru yola çýkmak zorundadýr.
Campanella'ya göre Varlýk'ýn
ilkeleri þunlardýr: Yapabilmek, bilmek, istemek... Bilgi olmasaydý doða hiçbir z
aman hiçbir þeyi meydana
getiremezdi. Ýþte Tanrý bu üç ilkenin birleþimidir, bir baþka deyiþle salt (Mutl
ak) iktidar, salt bilgi, salt sevgidir.
Bilgilerimiz duyularýmýzdan gelir. Oysa bu duyularý bilgi haline getiren akýld
ýr. Campanella'nýn bu ileri çýkýþlarý,
sonralarý, çok daha aydýnlýk olarak iþlenecektir. Görüldüðü gibi, yeni insan önc
e kendini, sonra da doðayý tanýma
yolundadýr. Çekinmeden aynaya bakmasýný, aynadakini olduðu gibi görmesini öðrenm
iþtir. Düþüncesi, artýk, bu yeni
bilgilerine dayanacaktýr: Zavalýlýðýný, gülünçlüðünü, karmakarýþýklýðýný bilmekt
e, gene de ürkmemektedir. Bu yeni
bilgileri onu yýpratmayacak, güçlendirecektir. Yeni insan; yavaþ yavaþ, dünya ge
rçeklerini bulmakta, ortaya
çýkarmakta, incelemekte ve bütün bunlardan yeni sonuçlara varmaktadýr. Bakýþlar
gökten yere inmiþ, yerden de
aynaya çevrilmiþtir. Ayna, bakmasýný bilenlere her þeyi olduðu gibi göstermekted
ir. Yeni insan, Yunanlý balýkçýnýn
bir fýrtýna sýrasýnda Neptunus'a dediðini kendi kendine mýrýldanmaktadýr: Ey Tan
rý, beni ister kurtar ister mahvet,
ben dümenimi kýrmadan dosdoðru gideceðim. Tommaso Campanella'nýn Ýtalya'da boðul
an sesi, Ýngiltere'de Francis
Bacan (1561-1626)'un aðzýnda devam etmektedir: Bilmek mi istiyorsunuz? Þu halde
sormaktan vazgeçerek
kendiniz deneyiniz. Deneyin mihengine vurulmamýþ olan deney öncesi (a priori) bi
r düþünce, gereken bilgi deðildir.
Peþin yargýlardan kaçýnýnýz. Kimi insanlarýn büyük kötülüklerden kurtulduklarýný
görüyoruz, bundan doðaüstü bir
koruyuculuk sonucunu çýkarýyoruz, ayný insanlarýn o büyük kötülüklerden kurtulma
dýklarý halleri de düþünün.
Eþya üstünde anlaþacak yerde, herkesin istediði anlamý verdiði kelimeler üstünde
beyhude yere kavga ediyoruz.
Felsefenin kurtuluþu, gözleme ve deneye baðlanmakla saðlanabilir. Doða üstüne so
yut düþüncelere dalmaktan
kurtulunuz, bu soyut düþünceler hiçbir iþinize yaramayacaktýr. Bir baþka Ýngiliz
, Thomas Hobbes (1588-l679),
ulusdaþýnýn sürdüðü tarlaya yeni tohumlar atmaktadýr: Felsefe yapmak, doðru düþü
nmektir. Düþünmekse katmak,
ayýrmak, toplamak, çýkarmak; bir baþka deyiþle, saymak demektir. Þu halde doðru
düþünmek, birleþtirilmesi
gerekeni birleþtirmek, ayrýlmasý gerekeni ayýrmaktýr. Birleþebilen ya da ayrýlab
ilen þeyler cisimlerdir. Demek ki
felsefenin cisimlerden baþka bir konusu olamaz. Ruhlar, Melekler, Tanrý düþünüle
mez. Bu soyut kavramlar felsefe
konularý deðil, inan konularýdýr. Felsefenin konusu cisimler, metodu da dýþ ve i
ç duyarlýktýr. Dýþ ve iç duyarlýðýn her
ikisi de deneye dayanýr. Gözlem biliminin dýþýnda gerçek hiçbir bilgi yoktur. Ho
bbes'a göre sýnýrsýz özgürlük
(Kayýtsýz hürriyet, La liberte dindifference) diye bir þey yoktur. Biz insanlarý
n davranýþlarý dayanýlmaz içgüdülerin
elindedir. Tutkusuz akýl, çekiciliði olmayan töresel ilkeler insanlar üstünde hi
çbir etki yapamaz. Bir istekten sonra
gelen davranýþýmýzý yönetmek bizim elimizdedir ama, isteðimizi yönetmek elimizde
deðildir. Her davranýþýn yeter bir
nedeni vardýr. Yeter neden, zorunluktur. Evrendeki her cisim gibi insan da bu zo
runluða baðlýdýr. Her þeyde olduðu
gibi törede de en gerçek yönetici, çýkar (Menfaat) düþüncesidir. Salt iyi, salt
kötü, salt tüze. (Adalet), salt töre
(Ahlak) yoktur, bunlar uydurulmuþ kavramlardýr. Gerçekte iyi, hoþa giden, kötü d
e hoþa gitmeyen þeydir. Doðada
olduðu gibi Devlette de hakký meydana getiren güç (Kuvvet)'tür. Gerçek Devlet, h
erkesin herkese karþý kavgasýdýr.

Devlet bu kavgaya bir dereceye kadar son verdiði için onun emrettiði erdem, ya
sak ettiði erdemsizliktir. Rönesans
insaný, artýk, önüne serilen her türlü bilgiden þüphe etmektedir. Felsefe tarihç
ilerinin modern þüphecilik (Fr.
Scepticisme moderne) adýný verdikleri rönesans þüpheciliði (Fr. Scepticisme de r
enaissance) de Henricus Cornelius
Agrippa von Nettesheim (1486-1535)'le baþlamaktadýr. Nettesheim, bilgi olanaðýný
ilerisüren herkese þiddetle
saldýrmýþ, çalýþmalarýnýn boþ ve tehlikeli olduðunu ve onlarý hiçbir sonuca eriþ
tirmeyeceðini savunmuþtur. Bilime
karþý bu bilgisizce saldýrýda kendisini bir baþka rönesans adamý, Michel de Mont
aigne izlemektedir. Montaigne'e
göre de bilim adamlarý, hiçbir iþe yaramayan yanlýþ sonuçlara varmaktan baþka hi
çbir iþ yapamazlar. Copernicus'a
niçin inanmalý? Yakýn gelecekte biri çýkýp onu pekala çürütebilir. Paracelsus, k
endisinden önceki bütün hekimlerin
hastalarýný öldürmekten baþka bir þey yapmadýklarýný söylüyor, ama Paracelsus da
ayný sýnýfa sokulacak
hekimlerdendir. Güvenilir bilgi arayacaðýmýza bilgisizliðimizi görüp kabullenmem
iz gerek. Bu olumsuz
þüphecilikte Montaignein izleyicileri de rahip Pierre Charron (1541-1603)'la pis
kopos Jean Pierre Camus (1584-
1654)'dür. Charron, gerçek bilim insanýn kendisidir, diyor. Ýnsan kendisini ince
lerse, tüm bilgilerinin duyularýndan
ve usundan geldiðini görür. Oysa bu ikisine de asla güvenilemez. Bilim adamlarýn
ýn yapabilecekleri tek þey vardýr,
eski þüpheli varsayýmlarý yeni þüpheli varsayýmlarla deðiþtirmek. Bilim asla bun
dan öteye gidemez. Piskopos
Camus'ye göre de sav, hiçbir þey bilemeyiz; karþý sav, bir þey bilebiliriz; bire
þim, bir þeyin bilinip bilinemeyeceði
konusunda yargýdan kaçýnmalýyýz. Felsefe de bulanýk bir uçurum ve içinden çýkýla
maz bir labirenttir. Rönesans
þüpheciliðinde bu iki papazý François la Mothe le Vayer (1586-1672) izlemektedir
. (Molierein birçok piyeslerinde
alay ettiði þüpheci budur). Yapýtý bile þu adý taþýr: Þüpheci felsefenin þüphele
rinin bilimlerde çok iþe yaradýðýný
gösteren konuþma. Le Vayere göre þüphecilik, bilimi yýkmýþtýr ve boþuna bir uðra
þý olduðunu tanýtlamýþtýr. Bilimsel
araþtýrma gereksiz, umutsuz ve sonuçsuzdur. Rönesans þüphecilerinin son düþünürü
Francisco Sanchez (1562-
1632)'dir. Sanchez'e göre de nesneler (Sanchezin deyimiyle: ne yazýk ki) birbirl
eriyle iliþkilidirler, bundan ötürü de
tek tek hiçbiri bilinemez. Bundan baþka sayýlarý da sýnýrsýzdýr, demek ki tümünü
bilmek esasen olanaksýzdýr.
Dahasý, sürekli olarak deðiþirler, deðiþen þeyler nasýl bilinebilir? Duyulara as
la güvenilemez, çünkü onlar sadece dýþ
görünüþü gösterebilirler, nesnenin kendiliðine inemezler. Rönesans þüphecileri,
görüldüðü gibi, antikçað Yunan
þüphecilerinden çok daha bilimdýþýdýrlar. Bundan baþka, her þeyden þüphe etmiþle
r, ama tanrýdan þüphe
etmemiþlerdir (Nettesheim'a göre, tek bilgi kaynaðý tanrýdýr, Charron'a göre, in
sanýn incelenmesi bizi tanrýnýn
bilgisine götürür, Montaigne'e göre, eðer tanrý insanlara ilkeleri bildirmeseydi
bu ilkeler olabilir miydi?, Camuþ'ya
göre, insanýn bilebileceði gerçekler ancak tanrýnýn ona göstermek istediði kadar
dýr, Le Vayere göre, tanrýsal
gerçeklere tanrýnýn yardýmý olmadan asla ulaþýlamaz). Ne var ki rönesans þüpheci
liði metafizik temeli yýkarak yerine
bireyci temeli koymaktadýr. Ortaçað toprak aðasýnýn (feodal) desteði olan metafi
zik, yeniçaðýn yeni insanýnýn
(burjuvazi) desteði olan bireyciliðe boyun eðmek üzeredir. Gerçekte her iki düny
a görüþünün de yapýsý aynýdýr;
metafizikte genellikten özelliðe daðýlan us, bireycilikte özellikten genelliðe y
ükselmektedir. Sadece çýkýþ noktalarý
deðiþmiþtir, vardýklarý sonuç birdir. Bireyler, bireysel olduðu kadar ortak bir
usla birbirlerine baðlýdýrlar. Stoacýlarýn
dedikleri gibi bu us Atina'da baþka türlü, Roma'da baþka türlü olamaz. Justus Li
psius'un (1547-1606) rönesans
stoacýlýðý böylesine bir usu önermektedir. Metafizik ruh, bireycilikte kýlýk deð
iþtirmiþtir. Padua okulunun kurucusu
Petrus Pomponatius (1462- 1525), Scaliger (1484-1558), Cremonini (1552-1631), Za
barella (1533-1589) ve Lucilio
Vanini' nin (Pompejo Ucilio, 1583-1619) dillerinde artýk onun ölmezliði açýkça t
artýþýlmaktadýr. Artýk kimse ruhun
ölmezliðine inanmýyor ama, Vanini gibi dili koparýldýktan sonra diri diri yakýlý
mayý göze alamayanlar Cremonini'nin
þu öðüdüne uyuyorlar: Ýçinden dilediðin gibi, dýþýndan herkes gibi davran (Intus
ýýt Iibert, foris ut moris est)...
Aristoteles, ortaçaðýn metafizik eklentilerinden temizlenerek yeniden ele alýn
maktadýr. Theodoros Gaza'nýn
yönetiminde Rudolf Agricola ve lacobus Faber, insancý (ümanist) bir Aristoteles
yaratmaktadýrlar. Bireysel ruh
ölümlüdür ama, ruhun usu ölümden sonra evrensel usa karýþacaktýr. Çünkü onun özü
olan düþünce, vücuttan ayrýlýr.
Bu anlayýþ, Teleziana akademisinin kurucusu Bernardino Telesio'yla (1108-1588) F
rencesco Patrizzi'nin (1527-
159.7) natüralizmine uygun düþmektedir. Öbür yandan da, Georgios Gemistos Pletho
n (1355-1450), Basilius
Bessarion (l403-1472), Marsilius Ficinus'un (1433-1499) eliyle metafizik eklenti
lerinden temizlenmiþ insancý bir
Platon meydanâ çýkarýlmaktadýr. Ýnsanýn ruhu tanrýdan türemiþ olduðuna göre, ins
anda bütün evreni bilebilmek ve
anlayabilmek gücü var demektir. Bilgi derebeyine özgü deðildir, burjuva da bilgi
edinebilir. Bütün bunlarýn üstünde
de, Giovanni Pico della Mirandola'yla (1463-1494) Andreas Caesalpinus'un (I509-1
603) seçmeciliði (eklektizm)
eski Yunan düþüncesinin çeþitli akýmlarýný birleþtirerek uzlaþtýrmaya çalýþmakta
dýr. Aristoteles'le Platon'un temelde
birleþmekte olduklarý düþüncesi yeniden ortaya atýlmýþtýr. Ortaçaðda derebeyliði
n çýkarlarýna göre yorumlanan
Yunan düþüncesi, artýk burjuvazinin çýkarlarýna göre yorumlanmaktadýr. Ýnsanlýk
yaþamýna bilimsel bir temel
yerleþtirmeye çalýþtýðý için bilimsel olan hiçbir þeyden hoþlanmayan ortaçað met
afiziðince sapýklýkla suçlanan
Epikuros, Petrus Gassendi'nin (1592-1655) eliyle, burjuvazi bireyciliðine uygun
mekanikçi atom anlayýþý içinde
yeniden doðurtulmaktadýr. Yenidendoðuþ (Rönesans), her bakýmdan burjuvaziye uygu
n ve yararlý bir doðuþtur.
Doða, artýk, metafiziðin hiyerarþik durallýðý içinde deðil, mekaniðin yer deðiþt
irme devimselliði içindedir.
Derebeyinin hiyerarþik düzendeki dokunulmaz üstün yeri deðiþecek ve bu yere he
r ne kadar yeri deðiþenin kendisi
deðiþmezse de burjuvazi oturabilecektir. Yenidendoðuþ, bütün bu oluþmalar içinde
de, bir yeniden biçimleniþ
(reformasyon) gerektirmektedir. Protestanlýk, kapitalizmin temellerini hazýrlama
ktadýr. Luthere göre sosyal
eþitsizlik tanrý düzenidir ve olduðu gibi korunmasý gerekir. Calvin'e göre üreti
m için alýnacak faiz gereklidir ve
dinsel yasalara aykýrý deðildir. Protestanlýk, ekonomik bir dinciliktir ve burju
vazinin ticaret sorunlarýný
kapsamaktadýr. Birey ve bireyin ekonomik sorunlarý, tanrýsal düþünce içinde bile
, birinci plana çýkmýþtýr. Jacob
Boehme'de (1575-1624) dilegelen Rönesans gizemciliði (mistisizm) de bu yoldadýr.
Boehme'e göre tanrý dural
deðil, devimseldir. Tanrý doðalaþmýþ ve insanlaþmýþtýr, öyleyse birey tanrýlýk d
eðerdedir. Rönesans çaðýnýn sonlarýna
doðru, bütün bu dinsel yenilenmeler de yetiþmeyecek, kaynaðýný insanda ve us'ta
bulan yeni bir doðal din akýmý
türeyecektir. Laelius Socinus (1525-1562), Jean Bodin (1530-1596) ve Herbert of
Cherbury'nin (1581-1648)
ellerinde oluþan bu doðal din, insan usunu ve böylelikle de bireyi yüceltmektedi
r. Bu çaðýn dincilerinin çoðu ayný
zamanda ekonomicilerdir. Bodin de bunlardan biridir ve ekonomik olaylarý, metafi
ziðe uygun olan dogmatik açýdan
deðerlendirmektedir.
ÝNSAN VE DELÝLÝÐÝ. Ýnsancýlýk deyimiyle dilimize çevrilen humanisme (ümanizm)
bir yenidendoðuþ akýmýdýr.
Ýlkin antikçað yapýtlarý üstünde çalýþma ve onlarý meydana çýkarma anlamýný dile
getiriyordu. Ortaçaðýn
karanlýðýnda insanlýklarýndan çýkan Avrupalýlar insan'ý Hellen putçuluðunda arýy
orlardý. Biraz da Diogenesin gün
ýþýðýnda fenerle adam aramasýna benzeyen bu iþ, sonunda felsefesel bir deyiþe dö
nüþtürüldü. Deyim, deðer ölçüsü
olarak insaný alma anlamýyla tanýmlandý. Ortaçað tanrýcýlýðýndan öylesine býkýlm
ýþtý ki, her türlü deðere ölçüt
olarak konulmasý düþünülen insan, sonunda Tanrýnýn yerine konuldu. Kutsal Roma Ý
mparatorluðunun
evrendaþçýlýðý, bencil bir bireyciliðe dönüþtü. Bir bakýma Kutsal Roma Ýmparator
luðu (Sacrum Imperium
Romanum) bunu hak etmiþ sayýlýrdý. Ne var ki böylesine bir bireyciliðin sonu el
altýndan gene Tanrýcýlýða
varýyordu. Konuþma dilinde bencilik'le eþanlamda kullanýlan bireycilik terimi, f
elsefede bireyi baþ gerçek sayan ve
her þeyin birey için olduðunu savunan bir dünya görüþünü tanýmlar. Tarihsel süre
çte ,burjuva sýnýfýnýn belirmesiyle
meydana çýkmýþ ve çökmeye yüz tutan metafizik dünya görüþünün yerini almýþtýr. G
erçekte dil ve kýlýk deðiþtirmiþ
bir metafizikten baþka bir þey deðildir: Metafizik dünya görüþünün baþ gerçeði o
lan Tanrý'nýn yerine Tanrý
niteliðinde bir insan anlayýþý getirmektedir: Rönesans düþüncesinden bu yana Olg
uculuk, Mahçýlýk,
Pragmacýlýk'tan günümüz Varoluþçuluðuna kadar bütün bireyci öðretiler zorunlu ol
arak öznel düþünceci (sübjektif
idealist)'dirler. Tek sözle hepsinde temel bireysel düþünce, eþit ruh, eþit Tanr
ý'dýr. Olaylara yön veren formül
budur. Bu görüþün elde etmek istediði amaç da her þeyin birey'i göz önünde tutar
ak düzenlenmesidir. Örneðin,
ekonomi, toplumu deðil, bireyi geliþtirmek için düzenlenecektir; eðitim, toplumu
deðil, bireyi yetiþtirmek için
düzenlenecektir. Bu anlayýþa göre toplum, birey'lerden kurulu olmakla bireyin ür
ünüdür. Birey'in zenginliði ve
mutluluðu toplumun zenginliði ve mutluluðu demektir. Bu görüþ, bilimsel olmak id
diasýna raðmen, zorunlu olarak
halk dilindeki anlamýna dönüþüyor ve bencil bir ahlak yaratýyordu. Bireyci insan
cýlýðýn ünlü düþünürleri Erasmus,
Machiavelli ve Montaigne ister istemez böylesine bir anlayýþý pekiþtirerek yeni
toplumsal tedirginliklerin
tohumlarýný atýyorlardý.
Hollandalý bilgin Erasmus (Didier Erasme, 1467-1536), mutluluða eriþmek isteye
n insanlara yeni bir yol
gösteriyor: Delilik yolu... XVi'ncý yüzyýlýn baþýnda yayýmlanan Deliliðe Övgü (E
ncomium Morias) adlý ünlü
yapýtýnda
þöyle diyor: Ýnsanlar akla ne kadar baðlanýrlarsa, mutluluktan o kadar uzaklaþýr
lar. Davranýþlarýný akla göre
düzenleyenler, delilerden daha deli olduklarýndan, insanlýklarýný unutur, Tanrýl
ýða özenirler. Bilim üstüne bilim,
sanat üstüne sanat yýðarlar. Bütün bunlarý da doðaya karþý savaþmak için kullanm
aya kalkarlar. Ey ulu Tanrýlar;
kendilerine deli, akýlsýz, budala, avanak gibi güzel adlar verilen kiþilerden da
ha mutlu kiþiler var mýdýr
yeryüzünde?..
Erasmus, yenidendoðuþ çaðýnýn büyük adlarýndan biridir. Evlilikdýþý doðmuþ bir
çocuktu. Yaþadýðý sürece kendi
mutluluðunu yaratmasýný, yarattýktan sonra da korumasýný bilmiþtir. Bencildi. Bü
yük kavgalardan, tartýþmalardan
kaçýnýrdý. Ne Katolik, ne de Protestan olduðu halde, küçük kurnazlýklarla, her i
ki yönü de oyalayabilmiþ, üstüne
sýçratmamýþtýr. Felsefe alanýnda büyük bir deðer taþýmaz. Ancak klasik Yunan ve
Latin düþüncesini çevirip yayarak
çaðýný geniþ ölçüde etkilemiþ, uyarmýþtý. Aykýrý düþüncelerinden, alaycýlýðýndan
ötürü kendisini Fransýz düþünürü
Voltaire'e (1694-1778) benzetirler. Ýnsancýdýr (hümaniste). Bir bakýma, bütün bu
nitelikleriyle, örnek bir yeniçað
adamýdýr. Hollanda' da doðdu, Fransa'da okudu, Ýtalya'da gezdi, Ýngiltere'de yaþ
adý, Ýsviçre'de öldü. Altmýþ dokuz
yýllýk ömrü mutlulukla geçmiþtir.
Mutluluðu akýldýþý yaþamakta bulan Erasmus, bu düþüncesini þöyle savunuyor: E
y ulu Tanrýlar, ne komedyadýr bu
deliler sürüsü, ama ne de mutludurlar. Biri bir kadýncýðýn aþkýndan ölür, kadýn
onu ne kadar sevmezse onun sevgisi
o kadar artar. Bir baþkasý evlenirken kýzdan çok, parasýný alýr. Beriki karýsýna
eliyle sevgililer bulur. Ötekiyse,
karýsýný öylesine kýskanýr ki, bir an bile gözünden kaçýrmaz. Birdenbire gelen ö
lümle kederlenen bir adam, bin bir
çýlgýnlýk yapar, göz yaþý oyunu oynatmak için parayla aðlayýcýlar tutar. Ötede b
undan ötürü için için sevinen bir
baþkasý kederli görünmeye zorlar kendini, diþini sýkýp kaynanasýnýn mezarý üstün
de aðlar. Daha ötede, mutluluðu
uykuda bulan tembeller, kendi iþlerini býrakýp baþkalarýnýn iþlerini düzenlemek
için koþup duranlar. Kimi
borçlarýný ödemek için ödünç almakla zenginleþtiðini sanýr. Þu doymak bilmez tüc
car ufak bir kazanç için
denizlerde dolaþýr, bir kez elden gidince dünyanýn bütün altýnlarýnýn geri verem
eyeceði hayatýný dalgalarýn keyfine
býrakýr. Kimi de evinde rahat rahat oturacaðý yerde, savaþa gider. Bütün insanla
rýn en delisi tüccarlardýr. Durmadan
kazanmak için en alçak araçlarý kullanýrlar; yalan, yalan yere yemin, hýrsýzlýk,
hile, aldatmalar bütün ömürlerini
doldurur. Bu aþaðýlýklarýna raðmen, gene de kazandýklarý altýnlarýn kendilerini
yükselteceðine inanýrlar. Yükselirler
de nitekim. Toplum, parasý olana deðer verir. Birçok din adamlarý da bu aþaðýlýk
zenginlikten bir parça koparmak
için onlara en þerefli Tanrý katlarý verirler. Ey ulu Tanrýlar, bu çýlgýnlar sür
üsü, aldatmak istedikleri kimselerce
aldatýldýklarý zaman, sizler de kahkahalarla güler, mutlulanýrsýnýz sonunda.
Erasmus, deliliði þöyle tanýtýyor: Tanrýlar ve insanlar üstüne sevinç saçan ya
lnýz benim. Anamýn adý Neotet'tir
(gençlik). Mutluluk adalarýnda (Kanarya adalarýnýn eski adý) doðdum. Methe'yle (
sarhoþluk) Apoidia (bilgisizlik)
benim sütninelerimdir. Ýzzetinefis, yüze gülme, tembellik, þehvet, bunaklýk, zev
kusefa, Komos (içki sofralarý
Tanrýsý), Morpheus (rüyalar Tanrýsý) hizmetçilerimdir. Bu sadýk hizmetçilerimle,
dünyayý yönetenleri yönetirim
ben.
Ýlk mutluluðunuz þu güzelim dünyaya gelmektir. Dünyaya gelmenizi ananýzla baba
nýzýn evlenmesine borçlusunuz.
Hizmetçilerimden unutmak olmasaydý ananýz o acýlara bir daha katlanýp sizi doður
mazdý. Çocukluk akýldan yoksun
olduðundan, eðlendirir, haz verir. Delilik olmasaydý gençliðin ne tadý olurdu? N
itekim gençliðin adýna delikanlýlýk
demiyor muyuz? Yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç, ne haz, ne de mutluluk vard
ýr. Tanrý insanlara akýldan
çok tutku verirken, ne yaptýðýný hepimizden iyi biliyordu. Eðer hizmetçilerimden
yüze gülme, iki yüzlülük,
kurnazlýk olmasaydý, kadýnla erkeði hiçbir güç bir arada tutamazdý. Kral halkýný
, koca karýsýný, uþak efendisini, dost
dostunu bunlarsýz yönetebilir mi sanýyorsunuz? En büyük mutluluk, insanýn kendin
den hoþnut olmasý, elindekilerle
yetinmesidir. Hizmetçim izzetinefis olmasaydý bu mutluluðu saðlayabilir miydiniz
? Hele insanýn kendinden hoþnut
olmasý kadar güzel ve hoþ, oysa delice ne vardýr? Kutsal Kitap'tan birkaç yaprak
ezberlemekle cennete gitmeyi
garantilediðini sanan þu zýrdeli ne kadar mutludur. Akýllýyla deliyi ayýrt eden
nedir? Biri aklýnýn, öbürü tutkusunun
peþinde gider. Oysa akýllýyý aklýnýn peþinden sürükleyen de tutkusudur. Ama o öy
lesine bir zavallýdýr ki, mutluluk
saðlayan bir tutku yerine, mutsuzluk saðlayan bir tutku seçmiþtir.
Hele bakýn: Kirli ve iðrenç bir doðum, zahmetli bir eðitim, her yönden gelen t
ehlikelerle dolu bir çocukluk, yorucu
incelemelere, öðrenmelere boyun eðen bir gençlik, hastalýklar ve sakatlýklarla ç
evrili bir ihtiyarlýk, acý bir zorunluk
olan ölüm... Bu bahtsýz ömür süresince sayýþýz tehlikeler, hastalýklar; korkular
, yoksulluklar, hapis, alçaklýk, utanç,
acý, pusu, ihanet, dava, hakaret, hile... Eðer insanlarýn çoðu akýl yolundan git
selerdi, dünya üstünde kendini
öldürmedik adam kalmazdý. Oysa ben, bütün bu dertleri birbirinden ayýrýp bin bir
biçimde yumuþatmasýný bilirim.
Ýnsanlara bilgisizliði, umursamazlýðý daðýtýrým. Kimine daha mutlu bir talihin t
atlý umudunu yollar, kiminin
ayaklarýna sevimli þehvetin bir günlük güllerini serperim. Gönderdiðim düþler on
larý baðlar. Ölüm perisinin
eðirecek ipliði kalmamýþ olsa bile, yaþamaya karþý en ufak bir tiksinti duymak þ
öyle dursun, onlarý yaþamaktan
ayrýlmaya zorlayan nedenler ne kadar artarsa, yaþamaya baðlýlýklarý da o kadar a
rtar.
Mutluluk bilgisizliktedir; bir adam vardý. Bu adam evlendikten sonra, karýsýna
bir kutu dolusu elmas verdi.
Elmaslar sahteydi. Adam, karýsýný, verdiði elmaslarýn pek deðerli olduðuna inand
ýrmýþtý. Kadýncaðýz çok mutluydu.
Bu deðersiz cam parçalarýna bakarken gözleri doluyor, elleri titriyordu. Bilgisi
zliðin verdiði bu mutluluðu, hangi
bilgi verebilir? Ya da bu elmaslarýn sahteliðini bilmeyenin mutluluðuyla, bu elm
aslarýn gerçeðini boynuna takanýn
mutluluðu arasýnda ne fark vardýr?
Ah þu mutlu deliler... Yaptýklarý bin bir deliliðe ne de güvenirler. Tanrý kat
ýna yüz akýyla çýkmak için nasýl da
hazýrlanýyorlar, deliliklerini armaðanlandýrmak için cennet bile az gelecek. Tan
rýnýn karþýsýna dizilince kimi balýkla
dolmuþ karnýný gösterecek. Kimi günde þu kadar yüz hesabýyla okunmuþ bin ölçek d
uayý ortaya dökecek. Bir
üçüncüsü, uzun uzun tuttuðu oruçlarý sayacak ve günde bir kez yediðinden ötürü k
arnýnýn kaç kez patlamak üzere
olduðunu anlatacak. Biri, taþýmaya yedi geminin yetmeyeceði kadar çok tören, tes
pih,. mýrýltý götürecek. Bir
baþkasý altmýþ yýl eldivensiz parmakla hiçbir paraya dokunmadýðýný söyleyerek öv
ünecek. Öteki, gemicilerin en
yoksulunun bile giymekten utanacaðý pis cüppesini gösterecek. Baþka biri de kaya
ya yapýþýk sünger gibi elli yýl
ayný manastýra baðlý kaldýðýný haykýracak. Kimileri ilahi okumaktan seslerinin k
ýsýldýðýný ilerisürecektir. Kimileri
de yalnýzlýktan avanaklaþtýklarýný ya da susmaktan dillerinin uyuþtuðunu anlatac
aklar. Tanrýyý iyice þaþýrtacaklar.
Bütün bunlardan hiçbir þey anlamýyorum, diyecek Tanrý, benden daha mübarek olmak
isteyenlere verecek cennetim
yok benim, gidin kendinize benimkinden baþka bir cennet arayýn!.. Oysa önemi yok
bu sonucun. Onlar þimdi benim
verdiðim umutlarla mutludurlar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Eðer þu piskopos, giymiþ olduðu ak kaftanýn kusursu
z bir ömür sürmek, baþýný örten çift
boynuzlu ve uçlarý birbirine tek düðümle baðlý külahýn eski kutsal kitapla yeni
kutsal kitabý birleþtirmek,
ellerindeki eldivenin dünyanýn kötülüklerini ellerine bulaþtýrmamak, asasýnýn ke
ndi güdücülüðüne býrakýlan sürüyü
sürekli olarak gütmek ve dikkatini onlarýn üstünden bir an bile eksik etmemek an
lamlarýna geldiðini bilseydi, mutlu
olabilir miydi? Böylesine bir sorumluluðun altýnda yaþayamaz, ezilir giderdi elb
et. Oysa piskoposlarýmýz o kadar
budala deðildirler. Kendileri otlamaya bakar, sürüleri otlatmak iþini Ýsa'ya býr
akýrlar.
AYNA. O güne kadar aynaya bakanlar, kendilerini güzel görmek istediler. O gün,
yeniden doðuþ Ýtalya'sýnda, ilk
olarak, korkmadan, kendini olduðu gibi görmek isteyen bir adam aynaya baktý. Bu
adam Floransalý Niccolo
Macchiavelli'dir (1469-1527).
Ayna tüm gerçeði gösteriyordu. Geriye, gördüðünü yapmacýk utanca, kapýlmadan a
çýklamak kalýyordu.
Niccolo Macchiavelli de sadece bunu, bir bakýma hiçbir güçlüðü bulunmayan bu kol
ay iþi yapacak, bu yüzden de
mezar taþýna þu sözleri yazdýracaktý: Hiçbir övgü bu adýn büyüklüðüne eriþemez.
Devlet, Tanrýya dayanmalýdýr diyen
Aquinolu Thomas'ý hatýrlarsanýz, devlet insana dayanýr diyen Macchiavelli'nin gü
cünü daha iyi ölçebilirsiniz.
Macchiavelli'ye göre bir ulusa dayanan devlet, güçlü devlettir. Devlet, gücünü
kiliseden deðil, ulustan alýr. Din,
töre; hukuk da kiliseye deðil; devlete baðlýdýr. Devlet, gerekiyorsa, bütün bunl
arý birer araç olarak kullanacaktýr.
Amaç devlettir. Araçlar bu amaca yararlý olmak zorundadýrlar.
Hükümdar adlý yapýt, Macchiavelli'nin aynada gördüklerini açýklar: Ýnsanlar, n
ankör, yalancý, iki yüzlü, tehlike
karþýsýnda korkak, kazanç karþýsýnda çýkarcýdýrlar (Hükümdar, XVii'nci bölüm). B
ütün bunlarý bilerek onlarý
yönetmek gerekir. Ýyi olmayan insanlar arasýnda iyi kalmak isteyen bir insan er
geç ortadan silinir. Þu halde,
hükümdar iyi olmamayý öðrenmelidir (Hükümdar, XV'nci bölüm).
Devleti yaþatmak için her türlü kötülüðü yapabilirsiniz. Ýþte, iyice bakýnýz v
e görünüz ki, nice erdemler
mutsuzluðu, nice erdemsizlikler de mutluluðu doðururlar. Gerçeði görebilirseniz
cömert olunamayacaðýný
anlarsýnýz. Cömert olabilmek için sonuna kadar açýk elli olmak gerekir. Böylesin
e bir açýk ellilik karþýsýndaysa
boþalmayacak kese yoktur. Þu halde sonuna kadar cömert olunamaz. Önce cömert gör
ünüp, sonra suyu kesmekse
insaný cömert deðil, gülünç eder. Keseniz boþalýnca, cömertlik ününü yitirmemek
isteyeceksiniz, halka yeni vergiler
salmak, ötekinin berikinin mallarýna el koymak zorunda kalacaksýnýz. Bu halde de
cömertliðiniz hiçbir iþe
yarayamayacak, halkýnýzýn gözünden düþecek, sevilmeyeceksiniz. Bu yola sapmayara
k yoksul bir hükümdar kalmayý
seçerseniz, þunu unutmayýnýz ki, yoksul bir hükümdarý sevebilecek bir halk yoktu
r, hele dünya üstünde eski
cömertliðinizi hatýrlayabilecek bir insan yaratýlmamýþtýr. Cömertlik, gerçek olm
ayan bir kuruntudan baþka bir þey
deðildir, bundan baþka hiçbir etkisi de düþünülemez. Çünkü verebildikleriniz, ve
remediklerinizin yanýnda devede
kulak kalacaktýr. Býrakýn bu kuruntuyu, adýnýzýn pintiye çýkmasýndan çekinmeyin.
Geliriniz kendinize yetiyorsa,
ülkenize saldýranlara karþý koymak için paranýz varsa, yeni vergiler koyup halký
nýzýn canýný sýkmýyorsanýz, ötekinin
berikinin malýna el atmadan yeni iþler baþarabiliyorsanýz cömertlik ünü kendilið
inden gelir size. Büyük iþleri ancak
pinti sayýlan hükümdarlar yapabilmiþtir. Bir hükümdar pinti sayýlmasýndan ürkmem
elidir, çünkü kusur denilen bu
haldir ki onu tahtýnda tutar. Becerebilirsen cömert görün, ama sakýn cömert olma
.
Macchiavelli, yapýtýnýn Xvi'ncý bölümünde verdiði bu öðütten þu sonucu çýkarýy
or: Hükümdar ya kendinin, ya
halkýnýn, ya yabancýlarýn parasýný harcar. Kendi parasýný yukarda sayýlan nedenl
erden ötürü harcamamalýdýr.
Halkýnýn parasýný harcamakta cömertlik göstermelidir. Çünkü baþkalarýnýn parasýn
ý harcamakla kolayca þeref
kazanýlýr. Keyhüsrev, Sezar, Ýskender böyle yapmýþlardý. Yabancýlarýn parasýnýys
a su gibi harcamalýdýr, çapulculuða
alýþmýþ olanlara pintilik edilmez.
Sevilmekten çok korkulmak iyidir. Tüm sevilmek de, tüm cömertlik gibi bir kuru
ntudur. Sezar Borgia korkuttuðu
için baþardý, Sipyon korkutamadýðý için baþaramadý. Ölüm cezasý, mallara el koym
aktan iyidir. Ölüm, sadece
ölenleri ilgilendirir ama, mallar pek çok kiþiyi ilgilendirir. Oðul, babasýnýn ö
ldüðünü unutur, oysa malýnýn elden
gittiðini unutmaz.
Macchiavelli, yapýtýnýn XViii'nci bölümünde, verilen sözlerin tutulmasý gereki
p gerekmediðini inceliyor. Ona göre
sözünde durmak büyük bir erdemdir, ama bütün büyük iþleri sözünde durmayanlar ba
þarmýþlardýr. Bir hükümdar
ancak kendine yararlý olduðu sürece sözünde durabilir. Hükümdarýn sözüne güvener
ek boyun eðenlerin boynu,
gerekiyorsa, hemen vurulmalýdýr. Baþarý, sözünde durmakla deðil, aldatmakla elde
edilir. Eski masallarda hükümdar
çocuklarýnýn beslenmek için yarýsý insan yarýsý hayvan Þiron'a verildiklerini ha
týrlayýnýz. Bunun anlamý açýktýr,
hükümdarlarýn yarý insan yarý hayvan yapýsýný taþýmalarý gerekir. Çünkü hayvanlý
k olmadan insanlýk sürekli olamaz.
Hem tilki hem aslan olunuz, çünkü aslan kendini tuzaklara karþý nasýl savunamazs
a tilki de öylece kendini kurtlara
karþý savunamaz. Tuzaklardan korunmak için tilki, kurtlarý korkutmak için aslan
olmak gerekir. Ýnsanlar iyi
yaratýlýþlý olsalardý hükümdarlar da sözlerinde durabilirlerdi. Oysa insanlar kö
tüdürler, kötülükler iyiliklerle
yönetilemez. Papa Vi'ncý Aleksandr, insanlarý aldatarak baþarýya ulaþmýþtýr, hiç
kimse onun kadar hiçbirini
tutmadýðý yeminler etmemiþtir. Tilkilik insana asýl niyetleri gizleyebilmek hüne
rini öðretir ki hükümdarýn
baþarýsýnda gereken de budur.
Macchiavelli'ye göre töre (ahlak), ancak devlet için vardýr, devletten ayrý, b
aðýmsýz olarak hiçbir anlam taþýmaz.
Devletin sýnýrlarýnýn bittiði yerde töre de biter. Burjuva devletinin temelleri
böylelikle atýlmaktadýr.
BRE ZAVALI ÝNSAN. Baktýðý ayna yeni insaný ürkütmüyor, kuþkusunu artýrýyor büs
bütün. Özgür düþüncenin ilk
büyük yazarý Montaigne (1533-1592) þöyle seslenmektedir: Bre zavallý insan, az m
ý derdin var ki kendine yeni
dertler uyduruyorsun? Az mý kötü haldesin ki bir de kendi kendini kötülemeye öze
niyorsun? Ne diye yeni
çirkinlikler yaratmaya çalýþýyorsun, içinde ve dýþýnda o kadar çirkinlikler var
ki... O kadar rahat mýsýn ki rahatýnýn
yarýsý sana batýyor? Doðanýn (tabiatýn) seni zorladýðý bütün yararlý iþleri görd
ün bitirdin, iþsiz güçsüz kaldýn da mý
baþka iþler çýkarýyorsun kendine? Sen tut doðanýn þaþmaz, hiçbir yerde deðiþmez
kanunlarýný hor gör, sonra o senin
yaptýðýn, tek yönlü, acayip kanunlara uymaya çabala. Üstelik bu kanunlar ne kada
r kendine özgü, dayanýksýz,
gerçeðe aykýrý olursa gayretlerin de o ölçüde artýyor senin. Mahalle papazýnýn s
ana emrettiði gündelik iþlere sýký
sýkýya baðlanýrsýn; Tanrýnýn, doðanýn emirleri umurunda deðildir. Bak, bir düþün
bunlar üstünde, bütün hayatýn
böyle geçip gidiyor (Denemeler, kitap iii, bölüm V, Aþk üstüne).
Montaigne'e göre biz insanlar, kendimizi kötülemede gösterdiðimiz zekayý hiçbi
r yerde gösteremeyiz. Kafamýzýn, o
her þeyi bozabilen tehlikeli aletin peþine düþtüðü, öldürmeye kasdettiði av kend
i kendimizdir. Ýnsaný öldürmek için
gün ýþýðýnda geniþ meydanlar ararýz, ama onu yaratmak için karanlýk köþelere giz
leniriz. Ýnsaný yapmak gizlenip
utanýlan bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok ,erdemleri içine alan bir þer
eftir. Biri günah, öbürü sevaptýr.
Bizi yaratan iþi hayvanlýk saymaktan daha büyük hayvanlýk mý olur? Öbür yandan,
birçoklarýnýn yaþamanýn ereði
(gayesi) saydýklarý erdem, ya da Aristippos'un sözünü ettiði haz, katýksýz olara
k elde edilememiþtir. Sokrates der
ki: Tanrýlardan biri hazla elemi birleþtirip karýþtýrmak istemiþ, bunu baþaramay
ýnca, bari þunlarý kuyruklarýndan
birbirlerine baðlayayým, demiþ. Gülme son haddine varýnca göz yaþlarýyla karýþýr
, aðlayan insanla gülen insanýn
yüzünde beliren çizgiler aynýdýr. Kendi kendime günahlarýmý açarken görüyorum ki
en iyi huylarýmda bile kötüye
çalan bir yön var. Korkarým ki Platon, en saðlam bildiði doðruluðu iyi yoklasayd
ý, bu doðrulukta insanýn karýþýk yapýsýndan
gelen bir bozukluk bulurdu. Oysa bu bozukluk çok derinlerde gizlidir, onu ancak
kendimiz görebiliriz.
Yüz yýl sonra bir Fransýz düþünürü, La Rochefoucauld, bu bozukluðu uluorta açýkl
ayacaktýr. Dört yüzyýl sonra da
bir Fransýz romancýsý, Roger Martin du Gard, bu benciliðin sonucu olarak Tanrý t
anýmazlýðýn metafiziðini
gerçekleþtirecektir. Rönesansýn oluþturduðu bireyci-insancý düþünce-sanat anlayý
þý, metafizikten kaçmak isterken
ters açýdan ve bundan ötürü de besbeter bir metafiziðin içine gömülen bu iki Fra
nsýzý þaheser'ler vermiþ olmakla
niteleyerek göklere çýkaracaktýr.
ÜTOPYA. Ýnsan, artýk insanlýðýný ve deðerini sezmeye baþlamýþtý. Ýnsanca yaþam
anýn koþullarýný araþtýrmak
gereðini duyuyordu. Antikçaðýn bütün deðerleriyle birlikte Hesiodos'un altýnçað
özlemi de dirilmiþti. Ýçinde
yaþanýlan düzenin temelden bozukluðu meydandaydý. Ne var ki bu bozukluðun gerçek
nedenlerini meydana
çýkarabilecek koþullar henüz gerçekleþmemiþti. Gereken bilgiden yoksun bulunan k
afalar, özledikleri düzeni hayal
güçleriyle biçimlendirmeye çalýþýyorlardý. Üç yüz elli yýl sonra Engels'in söyle
yeceði gibi, az geliþmiþ bir üretimden
ve az geliþmiþ bir sýnýf çatýþmasýndan birtakým kusurlu teoriler ortaya çýkmýþtý
: Bu bilimdýþý düþçülüðün üç büyük
temsilcisi vardýr: More, Bacon, Campanella.
Platon'dan yirmi yüzyýl sonra bir Ýngiliz düþünürü, Thomas More (1478-l535), i
nsanlarý mutlu kýlmak için
Platon'unkine benzer bir devlet düþünüyor. Çað, Yunan düþüncesinin yeniden diril
diði Rönesans çaðýdýr.
Humanisme adý verilen insancý düþünce akýmlarý Avrupa'yý kaplamýþtýr. Ýnsan, bir
araç olmaktan çýkarak bir amaç
olma yolundadýr. Ýngiltere adasý da, ayrýca yeni bir düzeni gerektiren toplumsal
bir kargaþalýk içindedir. Savaþlar,
toprak üretiminin kökünü kazýmýþ; açlýk ve hýrsýzlýk almýþ yürümüþtür. Ýnsanlýk,
kendisini bir süre oyalamaktan
baþka hiçbir iþe yaramayacak da olsa, yeni bir öðreti beklemektedir. Gözler, ner
eden gelirse gelsin, bir kurtuluþ
yolu araþtýrmaktadýr.
Thomas More, böyle bir ortamda meydana çýkmýþtýr. Hiçbir yerde bulunmayan anla
mýna, Ütopya adýný taþýyan
yapýtý, kendisini, Platon'dan sonra ikinci toplumcu olarak düþünce zincirine sok
tu. Ütopya'yý yazdýðý yýl, kýrk
yaþýndaydý. Mutluydu. Ýngiltere Kralý Viii'nci Henry onu seviyor, yanýndan ayýrm
ýyor, Ýngiltere baþvekilliðine kadar
yükseltiyordu. O Viii'nci Henry ki, on yedi yýl sonra, tutup onu astýracaktý. Ya
pýtýndan ötürü assaydý, hiç deðilse
ünü büsbütün artardý. Oysa, koyu Katolikliðinden ötürü asýldý.
Yapýtýn kuruluþu da, Platon'un kuruluþunu andýrmaktadýr. Rafael, Gilles ve Mor
e karþýlýklý konuþarak yeni
toplumu düzenlemektedirler. Rafael, yolculuktan dönmüþtür. Gördüðü Ütopya adasýn
ý anlatmaktadýr. Kimi
araþtýrýcýlara göre Ütopya adasý, Kanarya adalarýdýr. Amerika'ya adýný veren den
izci Amerigo Vespucci yazdýðý bir
mektupta, bu adalarda yaþayanlarýn kolektif yaþayýþlarýný anlatmýþtýr. Kanarya a
dalarýnda özel mülkiyet yoktur.
Thomas More'un, Platon'dan olduðu kadar, bu mektuptan da yararlandýðý sanýlmakta
dýr.
Platon, düþünü on iki bölgeye ayýrýyordu, bu mistik sayý Thomas More'a yetmiyo
r. More'un adasý, elli dört kentten
kuruludur. Platon her bölgeye 5040 aile yerleþtiriyordu, More her kente 6000 ail
e yerleþtirmektedir. Her aile yirmi
iki kiþilik olacaktýr; bu yirmi iki kiþinin yirmisi erkek, kadýn, çocuk, ikisi d
e esirdir. Thomas More, Platon gibi
sevgili esircikleri unutmamaktadýr. Öyle ya, esirler olmazsa uþaklýðý, hizmetçil
iði, kaba iþleri kim yapaca?..
Her iki düþünürde de esirler, toplumun temelidirler. Onlarsýz edilemez. Bu bakým
dan Ýngiliz aristokrasisi
Yunan aristokrasisini andýrmaktadýr. Thomas More, humanisme'e bu açýdan baþýný ç
evirip bakýnýyor.
Mutluluk hakký, esirler için deðil, özgür Ýngilizler içindir.
Platon, toplumunu sýnýflara ayýrýyor, her sýnýfý ayrý bir statüye baðlýyordu.
Thomas More'da, esirler dýþýnda, sýnýf
yoktur. Herkes eþittir. Kadýn ya da erkek her toplum üyesi iki yýl tarlada çalýþ
mak zorundadýr. Ýki yýllýk tarla
çalýþmasý toplum üyesini bu yükümden kurtarmaktadýr. Bu yükümden kurtulanlar zen
aatlarýna döneceklerdir. Ziraat
çalýþmasý, Ütopya'da, bir çeþit askerlik yükümü gibidir. Buna karþýlýk askerlik
yükümü yoktur. Ütopyalýlar
saldýrma savaþý yapmayacaklardýr. Bir savunma savaþý gerektiði zaman da gönüllül
er toplanacaktýr. Thomas More,
zorla asker edilenlerin savaþta hiçbir iþe yaramayacaklarý kanýsýndadýr.
Platon, özel mülkiyetle birlikte aileyi de sarsýyordu. Thomas More aileye doku
nmuyor. Ütopya adasýnda aþk,
üstün tutulmaktadýr. Birbirlerini sevenler evlenmelidirler. Ancak kýzlar on seki
z, erkekler de yirmi iki yaþýndan önce
evlenemezler. Bir de, niþanlýlar, evlenebilmek için çýplak vücutlarýný üçüncü bi
r kiþiye göstererek saðlam
olduklarýný tanýtlamak zorundadýrlar. Boþanmaya da izin vardýr. Birbirleriyle an
laþamayanlarý zorla baðlý tutmamak
gerekir. Ancak, boþanmak kötüye kullanýlmamalýdýr; evlilikte bir kez boþanmak mü
mkündür, ikinci evlilikte boþanmak
yasaktýr. Çocuklar, ana babalarýnýndýr. Çok çocuklular, çocuklarýndan birini çoc
uksuz ailelere vermeye
zorlanabilirler. Her ailenin bir evi vardýr. Evler, her on yýlda bir, kura çekil
erek daðýtýlýr. Her aile, on yýlda bir, yeni
kuraya katýlarak oturduðu evi deðiþtirmek zorundadýr.
Thomas More, Platon'dan bir adým daha ileriye giderek, özel mülkiyeti bütün Üt
opyalýlar için yasaklamýþtýr.
Platon bu yasaðý sadece yöneticiler (yargýçlarla askerler) için koymuþtu, amacý
da yöneticileri her türlü sosyal
baðlardan sýyýrarak iyi yönetimi saðlamaktý More'un Ütopya'sýnda özel mülkiyet y
asaðýnýn gerekçesi deðiþmektedir.
Özel mülkiyet her türlü kötülüklerin, hýrsýzlýklarýn, öldürmelerin kaynaðýdýr. Ö
zel mülkiyetten kurtulan toplum,
mutlu bir toplumdur. Oysa, bu düþüncenin bilimsel gerekçesi nedir ve bilimsel so
nucu ne olacaktýr? Thomas More
bu sorularý karþýlayamýyor. Bu yüzdendir ki ütopya deyimi, günümüze, bir masal t
erimi olarak kalmýþtýr.
Üretim toplumundur. Tüketim için gerekenler genel ambarlarda saklanmaktadýr. Her
otuz aile birleþerek bu genel
ambarlardan gruplar halinde yararlanacaklardýr. Üretim planlýdýr, sadece gereken
ler üretilmektedir, lüks üretim
yasaktýr. Her otuz aile bir phylarkhos (þef) seçecektir. Her on phylarkhos da ar
alarýndan bir proto-phylarkhos
seçecektir. Devlet baþkaný, halkýn göstereceði dört aday arasýndan proto-phylark
hoslarca seçilmektedir.
Devlet gücünü bunlar yürütmektedir. Devlet baþkanlýðý, diktatörlüðe kaçmamak þar
týyla, ömürlüktür. Tiranlaþmaya
özendi mi kendisine iþten el çektirilir. Bu yöneticiler yasa koyamazlar, konulan
yasalarýn iyi yürütülmesini
saðlarlar. Yasa koyuculuðu, Ütopya vatandaþlarýnýn seçtiði ayrý bir kurulun göre
vidir.
Protestanlarla savaþan, koyu Katolikliðinden ötürü kralýna direnerek asýlmayý
göze alan Thomas More, din
konusunda özel bir anlayýþ gösteriyor. Ütopyalýlar çeþitli dinlere baðlý olabili
rler. Birbirlerini hoþ görmek,
birbirlerine saygý göstermek zorundadýrlar. Hoþgörü (tolerance, müsamaha) yasasý
ný çiðneyenler sürgün cezasýyla
cezalandýrýlýrlar. Bir dinin öbürüne üstünlüðünü savunmak, herhangi bir dini küç
ümsemek yasaktýr. Gerekli olan,
sadece, bir Yaratýcýnýn varlýðýna inanmaktýr. Bütün Ütopyalýlar, hangi din ya da
mezhepten olurlarsa olsunlar,
böylesine yüksek bir inançta birleþeceklerdir. Ütopya vatandaþý bir Yaratýcýya i
nanmak zorundadýr, ama bu
Yaratýcýya dilediði yoldan varabilir, yollarýn da (dinler) birbirine hiçbir üstü
nlüðü yoktur. Þu yolla Tanrýya varan,
öteki yolla varana sataþmayacaktýr; sataþýrsa ceza görür. Bu hoþgörürlük anlayýþ
ý öylesine geniþ tutulmuþtur ki
Tanrýsýzlar bile Ütopya'da yaþayabilirler, ancak memurluk yapamazlar. Dinsizlik
suç deðildir, herhangi bir dini
küçümsemek suçtur: Thomas More, kendinden sonrakileri bir hayli etkileyen bu ye
ni düþünceyle, Rönesans
çaðýnýn ileri adýmlarýndan birini atmýþ bulunmaktadýr. Dinsel hoþgörü, ortaçaðýn
koyu karanlýðýndan sýyrýlan
Avrupa'nýn ilk kez karþýlaþtýðý yepyeni bir düþüncedir. Ancak bu düþünce, Xvi'nc
i yüzyýl için ileri bir adým olmakla
beraber, bilimsel açýdan, insanlarýn hiçbir zaman tek anlayýþta birleþemeyecekle
ri gibi geri bir temele
dayanmaktadýr. Bilimsel açýdan bakýnca, hoþgörü yasasý da günümüzdeki anlamýyla
tam bir ütopyadýr.
Ütopya'nýn dýþ politika anlayýþý da bir hayli ilgi vericidir. Bu anlayýþ, Kral
içe Elizabeth çaðýndan bu yana sürüp
gelmiþ bulunan Ýngiltere politikasýný andýrmaktadýr. Ütopya adasý da, Ýngiltere
gibi, birçok devletlerin kaynaþtýðý
büyük bir kara parçasýnýn (kýta) yanýndadýr. Ütopyalýlar, bu kara parçasýndaki d
evletlerden hiçbirini ötekine üstün
kýlmamak politikasýný güdüyorlar. Bunu saðlamak için iki yol tutmaktadýrlar: Güç
lenmeye yeltenen devlette
karýþýklýklar çýkararak onu içinden çökertmek ve o devletin saldýrmaya yeltendið
i güçsüz devletlere yardým etmek...
Bu yardým, birlikte dövüþmekten çok, para yardýmýdýr. Ütopya'da para yoktur ama,
dýþ politikayý yürütmek için
deðerli madenler bulundurulmaktadýr. Para yardýmý yetmez de savaþmak zorunda kal
ýnýrsa pek az sayýda asker
gönderilebilir. Bu askerlerin de mümkün olduðu kadar saðlam yerlerde bulunarak k
endilerini boþu boþuna
öldürtmemeleri gerekir. Ütopya, böylesine bir dýþ politikayla, her zaman, güçsüz
devletlerin dostudur. (Thomas
More, yapýtýnýn yayýmlanmasýndan on bir yýl sonra, 1529'da Ýngiltere baþbakaný o
lmuþtur. Güttüðü dýþ politika, bu
politikadýr. 1558'de Ýngiltere tahtýna oturacak olan, More'un kralý Viii'nci Hen
ry'nin kýzý Elizabeth doðmak üzeredir.
Elizabeth çaðý, More'un bu politikasýný gelenekleþtirecektir).
Görüldüðü gibi Thomas More, Latince yazdýðý Ütopya'sýnda, mutluluk alanýna iki
yenilik getirmektedir: Özel
mülkiyetin kaldýrýlmasý ve dinsel hoþgörü... Her iki düþünce de, Thomas More'dan
önceki düþünürlere göre, çok
ileri düþüncelerdir. Çünkü Platon, insanlarýn mutluluðunu iyi yönetilmelerinde b
uluyordu. Özel mülkiyeti sadece
yönetici sýnýflar için kaldýrýrken insanlarýn iyi yönetilmeleri amacýný güdüyord
u. Daha açýk bir deyiþle, Platon'un
insan mutluluðu için düþündüðü amaç, özel mülkiyetin kaldýrýlmasýyla saðlanacak
olan sýnýfsýzlýk ve eþitlik deðil,
iyi yönetilmeydi. Ýnsanlar iyi yönetilirlerse mutlu olacaklardý, iyi yönetilmele
ri için de yöneticilerin mülkiyet
baðýndan kopmalarý gerekirdi. Thomas More'a göre insanlarýn mutluluðunu iyi yöne
tilme deðil, eþitlik saðlar;
eþitlik için de özel mülkiyetin kaldýrýlmasý gereklidir. Bundan baþka, özel mülk
iyet, toplum kötülüklerinin tek
nedenidir. Özel mülkiyetin kaldýrýlmasý bu kötülüklere son verecektir. Örneðin h
ýrsýzlýk özel mülkiyet yüzündendir,
özel mülkiyet olmazsa hýrsýzlýk edilmez. Kavga, özel mülkiyet yüzündendir, özel
mülkiyet olmazsa kavga edilmez.
Yalan özel mülkiyetin ürünüdür, özel mülkiyet kalkarsa yalan söylenmez. Platon,
özel mülkiyeti, sadece iyi
yönetilmeye engel olmasý bakýmýndan kötü bulmaktadýr. Platon'la Thomas More aras
ýndaki kökten ayrýlýk
buradadýr.
Ayrýca Ütopya'da her insan üreticidir. Ne yönetici ne de koruyucu adý altýnda
üretime katýlmadan hazýrdan yiyiciler
yoktur. Üretim çalýþmasý, askerlik yükümü gibi bir yükümdür (mükellefiyet). Üret
imin planlaþtýrýlmasý, gereksiz ve
lüks üretimin yasaklanmasý üretim bolluðunu saðlamaktadýr. Üretim bolluðu, tüket
imi artýrýr ve bu açýdan da
insanlarý mutlu kýlar. Bundan baþka, insanlarý mutsuz eden aç kalma korkusu, ist
ifçilik kuþkusu da ortadan
kalkmaktadýr. Platon, konuyu bu açýdan ele almamýþtýr. Platon'a göre her sýnýf,
iyi yönetilmeyle saðlanacak olan
toplumsal mutluluktan kendi payýný kendi ölçüleri içinde almaktadýr. Ýyi üretim
için özel mülkiyet gereksiz deðil,
tersine, gereklidir. Üretici sýnýf, daha iyi üretebilmek için, özel mülkiyetle g
üçlendirilmelidir. Görüldüðü gibi,
Platon iyi üretimde özel mülkiyeti gerekli sayarken, Thomas More özel mülkiyeti
iyi üretime engel saymaktadýr.
PASÝFÝK OKYANUSUNDA BÝR ADA. Francis Bacon, Yeni Atlantis'i, ölümünden iki yýl
önce, 1624'te yazdý.
Altmýþ üç yaþýndaydý; bütün tutkulardan elini çekmiþ, yükselme umutlarýný yitirm
iþti. Yazýlarýný önce Ýngilizce
yazýp sonra Latinceye çeviriyordu. Ýngilizcenin birkaç yüzyýl içinde unutulup gi
deceðine, Latinceninse ölümsüz bir
dil olduðuna inanmýþtý. Düþüncelerinin gelecek kuþaklarca benimsenmesini istiyor
du. Bugünün kuþaklarýysa onun
betiklerini anlayabilmek için yeniden Ýngilizceye çeviriyorlar.
Yeni Atlantis, insanlýðýn çok eski bir düþünün Bacon'ýn açýsýndan yeniden ele
alýnýþýdýr. Bu düþ, bir erdemler
ülkesi düþüdür. Bacon, bu ülkeyi Pasifik Okyanusu'nda bilinmez bir adanýn üstünd
e kuruyor. Bu ada, Ben Salem
adasýdýr. Alýþýlmýþ anlatýþa uyarak telleyip pulluyor önce; Peru'dan yelken açar
ak Güney denizi yoluyla
Japonya'ya doðru yola çýktýk diyor, yanýmýza on iki aylýk yiyecek almýþtýk. Beþ
ay doðudan uygun yeller esti,
sonra batýdan esmeye baþladý. Bu yüzden gün oluyor pek az yol alabiliyor, gün ol
uyor hiç yol alamýyorduk. Geri
dönmeyi düþündüðümüz sýrada güneyden doðuya doðru esen bir fýrtýna çýktý, kuzeye
doðru sürüklendik. Ölçülü
kullandýðýmýz halde yiyeceðimiz tükendi, uçsuz bucaksýz sularýn üstünde yiyeceks
iz kaldýk. Ölüme
hazýrlanýyorduk. Gönüllerimizi göklerdeki Tanrý'ya yönelttik, yardýmýna sýðýndýk
, denizini nasýl gösterdiyse
topraðýný da göstermesi için yalvardýk. Gerçekten de, ertesi gün, akþam üstüne d
oðru kuzey yönünde bulutlar
gördük. Bu, bize, karaya yaklaþtýðýmýz umudunu verdi. Çünkü Güney denizinin insa
nlarca gereði gibi
tanýnmadýðýný, orada þimdiye kadar bulunmamýþ adalar olabileceðini biliyorduk. R
otamýzý kara gibi bir þeyler
görünen kuzey yönüne çevirdik, bütün gece yol aldýk. Ertesi sabah gün aðarýrken
gözlerimizin önünde dümdüz bir
kara parçasýnýn uzandýðýný gördük. Kara parçasý, ormanlarla kaplý olduðundan bir
hayli karânlýk görünüyordu. Bir
buçuk saat gittikten sonra iyi bir limana girdik. Burasý, pek büyük deðilse de,
iyi yapýlmýþ, denizden pek hoþ
görünen güzel bir þehirdi.
Bacon'a göre bu erdemler ülkesini yöneten Süleyman evi, bir baþka adýyla Altý
Günlük Ýþler Koleji'dir. Bu ev ya da
kolej, deneysel bilimin simgesidir. Bacon, bu simgesiyle, Xi'nci yüzyýldan XV'nc
i yüzyýla kadar güçlü bir egemenlik
kurmuþ olan skolastik düþünceye karþý koymaktadýr. Dinsel gerçeklerden baþka hiç
bir gerçek tanýmayan, aklýn
hiçbir tartýþmasýna izin vermeyen skolastik düþünce, Bacon'ýn yaþadýðý XVi'ncý y
üzyýlla XVii'nci yüzyýlda da
gücünü duyurmaktaydý. Bacon, kuramsal bilimi denemelerle insanlýða yararlý kýlma
k istiyordu. Bu bakýmdan,
ömrünce taþýdýðý Süleyman evi düþüncesi, incelenmeye deðer bir düþüncedir. Süley
man evi'nin amacý, olaylarýn
nedenlerini araþtýrmak, gizli güdülerini çözmek, olabilen her þeyi yapabilmek iç
in insanýn doða üstündeki
egemenliðini geniþletmektir.
Süleyman evi'ni yöneten otuz altý ustadýr. Bu ustalar birçok çýrakla usta aday
larýný yetiþtirmektedirler. Çalýþmalarý
gizlidir. Tapýnak olarak kullandýklarý iki uzun, özellikle döþenmiþ salonlarý va
rdýr. Bu salonlar çeþitli simgelerle
süslenmiþtir. Bu tapýnaklarda toplanýp gizlilik andý içerler. Otuz altý usta, üç
er üçer gruplandýrýlmýþlardýr. Ýlk dört
üçlük grup, on iki usta, ýþýk toplayýcýlarý adýný taþýrlar. Bunlar, gizlice baþk
a ülkelere giderek bilimin en , yeni
örneklerini toparlar, henüz ulaþamadýklarý yeni ýþýklar varsa, kendi ülkelerine
taþýrlar. Beþinci üçlüðün adý
yaðmacýlar'dýr, bunlar bir çeþit filozofturlar. Altýncý üçlük sýr adamlarý'dýr,
betiklerde bulunmayan denemeleri
toplarlar. Yedinci üçlüðün adý öncüler'dir, kendi düþüncelerine göre yeni deneme
lere giriþirler. Sekizinci üçlük
çeþitli deneyleri belirli bir yönteme göre sýralamakla görevlidir, bunlara sýral
ayýcýlar derler. Dokuzuncu üçlüðün
adý hayýr sahipleri ya da drahomacýlar'dýr, görevleri çeþitli denemelerden genel
kurallar çýkarmaktýr. Bu
çalýþmalarýn üstünde düþünüp tartýþmak üzere bütün ustalarýn katýldýklarý bir to
plantýdan sonra, sonuncu üçlük,
yüksek bir ýþýk altýnda yeni denemeleri yönetir, bu sonuncu üç ustanýn adýna lam
ba denmektedir.
Süleyman evi'nin ustalarý, ilk yaratýlan ýþýðý, bütün evreni aydýnlatabilecek ol
an ýþýðý aramaktadýrlar. Bu ýþýðý
görmüþlerdir. Ülkelerinin halký bu yüzden erdemlidir. Bir daðýn yüksekliðiyle bi
r maðaranýn derinliðinin ayný þey
olduðunu, her ikisinin de göðün ýþýnlarýndan ayný oranda uzak bulunduðunu bilmek
tedirler. Süleyman evi'nin
hazýrlýk gereçleriyle çalýþma araçlarý yirmi bir grupta toplanmaktadýr: Derin ma
ðaralar, yüksek kuleler, göller, yapma
kaynaklar, yapma doða evleri, saðlýk odalarý, hamamlar, bahçeler, parklar, özel
havuzlar, dispanserler, makineler, ýsý
fýrýnlarý, optik laboratuvarlar, uzaklaþtýrýp yakýnlaþtýran araçlar, deðerli taþ
lar, ses evleri, koku evleri, makine evleri,
matematik evleri, marifetler evi.
Bacon, bu araçlarla gereçlerin her birinin görevlerini ayrý ayrý, uzun uzun an
latmaktadýr. Bütün bu çalýþmalar,
sonunda, erdemli bir ülke yaratmýþtýr. Bacon, Ben Salem halkýnýn erdemleri üstün
e çeþitli örnekler veriyor. Bu
örneklerden biri þudur: Gemiciler karaya çýktýklarý zaman, adanýn saðlýk memurun
a bahþiþ vermek isterler. Memur,
bir iþ için iki kere para alamayacaðýný söyler. Ben Salem'de rüþvetin adý bir iþ
için iki kere para almaktýr.
GÜNEÞ ÜLKESÝ. Ýtalyan Giordano Bruno 1600 yýlýnda Roma'da diri diri yakýlýrken
Fransýz Michel de Montaigne
yaþamýyordu, öleli sekiz yýl olmuþtu. Ama bir baþka Ýtalyan, Tommaso Campanella,
o sýrada otuz iki yaþýndaydý ve
Bruno'nun diri diri yakýlýþýný gördü. Oysa, onun da baþýna gelecekler vardý, dir
i diri yakýlmayacaktý ama, Ýspanya
egemenliðine karþý çýktýðýndan ötürü ömrünün yirmi yedi yýlýný Napoli zindanlarý
nda geçirecekti: XVi'ncý yüzyýldan
XVii'nci yüzyýla geçiyor, XViii'nci yüzyýla yöneliyoruz. Görüyorsunuz ki Xii'nci
yüzyýlda öldüðü sanýlan ortaçað
henüz gizli gizli yaþamakta, can çekiþmektedir. Bu koca karanlýk çaðý öyle birka
ç yüzyýl içinde temizleyivermek
olacak iþ deðildi elbet.
Kendilerini mutlu kýlacak devleti yeryüzünde bulamayan insanlar, onu masallard
a tasarlýyorlar. Ýngiliz Thomas
More'un Ütopya masal devletinden sonra, Ýtalyan papazý Tommaso Campanella'nýn (1
568-1639) Güneþ Ülkesi
masal devleti böylesine bir düþünce ürünüdür. Örnek, Platon' dan gelmiþtir. Röne
sans, yeni Platonlar
yaratmaktadýr. Aranýlan, insan mutluluðudur. Tommaso Campanella da, Platon'la Th
omas More gibi, bu
mutluluðun, düzenli bir devletle gerçekleþebileceði kanýsýndadýr. Her üçüne göre
de kiþilerin mutluluðu için devlet
gereklidir. Ancak bu devletin nasýl olmasý gerektiði yolunda birbirlerinden ayrý
lmaktadýrlar. Bununla beraber, kiþiyi
mutlu kýlacak devletin toplumcu bir devlet olmasýnda birleþmektedirler.
Campanella'nýn Güneþ Ülkesi (Civitas Solis), Topraban adasýndadýr (Seylan). Ül
ke, yedi bölgeye ayrýlmýþtýr ve her
bölge bir yýldýzýn adýný taþýmaktadýr. Tepedeki tapýnaðýn içinde yedi þamdan yan
ýyor. Pythagoras'tan kalma sayý
mistikliðinin Campanella'da da sürüpgittiði görülmektedir. Koyu dinci olan bu de
vletin baþýnda büyük metafizikçi
ya da soy adýný taþýyan bir papaz vardýr. Campanella, böylelikle, Mesih Monarþis
i (Monarchia Messiae) adlý
yapýtýnda savunduðu, bütün prenslerin papanýn yönetimi altýna girmeleri düþünces
ini de gerçekleþtirmektedir:
Büyük metafizikçi iþbaþýna seçimle gelir, koltuðunu bilgeliðinin gücüyle kazanmý
þtýr. Daha açýk bir deyiþle, büyük
metafizikçi, güneþ ülkesinin en bilge kiþisi olduðu için seçilir. Ömrünün sonuna
kadar bu koltukta oturabilir.
Ancak, kendisinden daha bilge bir kiþi yetiþirse büyük metafizikçiliði ona býrak
mak zorundadýr, Büyük metafizikçi
ya da sol; memurlarýný kendi seçer. Kesin ve karþý konulmaz yetkileri vardýr. Ke
ndisinden daha bilge bir kiþi
yetiþmediði sürece bir çeþit diktatördür. Dinsel ve siyasal yönetim, tümüyle ona
býrakýlmýþtýr. Kendi seçtiði üç
büyük bakan vardýr: Pon (pouvoir, güç) adýný taþýyan güç bakanýdýr, askerlik ve
savaþ gibi güçe dayanan bütün iþleri
o yönetir. Sin (sagesse, bilgelik) adýný taþýyan bilgelik bakanýdýr, dinsel ve e
ðitimsel bütün iþleri o yönetir. Mor
(amour, aþk) adýný taþýyan aþk bakanýdýr, saðlýk iþleriyle cinsel iþleri o düzen
ler.
Platon, özel mülkiyeti sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi saðlamak amacý
yla yasaklýyordu. Thomas More,
özel mülkiyeti eþitliði saðlamak ve kötülüklerin kökünü kurutmak amacýyla bütün
vatandaþlara yasaklamýþtýr.
Campanella bu konuda Thomas More'a katýlmaktadýr. Güneþ ülkesinde de özel mülkiy
et bütün vatandaþlar için
kaldýrýlmýþtýr. Her þey devletindir. Güneþ ülkeliler birlikte üretip birlikte tü
ketmektedirler. Thomas More'un
yasakladýðý lüks üretime Campanella izin vermektedir. Ona göre, kiþilerin mutlul
uðu için lüks de gereklidir.
Platon'un sekiz saat olarak yasalaþtýrdýðý çalýþma yükümü (mükellefiyet), Thomas
More' da altý saat,
Campanella'da dört saattir: Çalýþma saatlerinin gittikçe azalmasýnýn nedeni, pla
nlý çalýþmanýn az emeði gerektirdiði
düþüncesidir. Campanella'ya göre lüksü de içine alan bütün üretim için vatandaþl
arýn dört saatlik çalýþmalarý
yetecektir. Böylelikle vatandaþlar eðlenmeye, güzel sanatlarla uðraþmaya, Tanrý'
ya baðlanmaya daha çok vakit
bulacaklar ve daha mutlu olacaklardýr. Güneþ ülkesinde tembellik suçtur ve cinse
l birleþmeden yoksun býrakýlmak
cezasýyla cezalandýrýlmaktadýr.
Platon, aileyi de özel mülkiyet gibi sadece yöneticiler için ve iyi yönetmeyi
saðlamak amacýyla yasaklýyordu.
Thomas More aileye dokunmamýþ, tersine, aileyi desteklemiþti. Campanella bu alan
da Platon'la birleþmektedir.
Güneþ ülkesinde aile yoktur, kadýnlarla erkekler evlenmeden birbirleriyle birleþ
irler. Çocuklar, Platon'da olduðu
gibi, toplumundur, ana babalarýný tanýmazlar. Devlet onlarý toplu olarak büyütür
, eðitir ve iyi vatandaþ yapar.
Ancak, Thomas More özel mülkiyet yasaðýný Platon'a karþý nasýl bütün topluma yay
mýþsa, Tommaso Campanella
daaile kurmak yasaðýný Platon'a karþý bütün topluma yaymaktadýr. Bir baþka deyiþ
le, Platon'da sýnýflar vardýr ve
yasaklar bu sýnýflar için ayrý ayrýdýr; Thomas More'la Tommaso Campanella'da sýn
ýflar yoktur, konulan yasaklar da
bundan ötürü bütün toplum içindir. Güneþ ülkesinde aile bulunmadýðý halde cinsel
birleþmeler pek o kadar kolay
deðildir, isteyen istediðiyle birleþemez. Kimin kiminle birleþeceðine memurlar k
arar verir. Bu yasa, gelecek
kuþaklarýn saðlýðý ve yetkinliði gerekçesine dayanmaktadýr, aþk bakanýnýn yürütm
ek zorunda bulunduðu baþlýca
görevlerden biridir. O kadar ki, aþk bakaný, sadece insanlarýn yetkinliðiyle deð
il, hayvanlarýn yetkinliðiyle de
görevlidir. Bu açýdan üretim araçlarý olarak ele alýnan insanlar ve hayvanlar, y
etkin olmalýdýrlar. Aile konusunda
Campanella'nýn bir özelliði de, Thomas More'un özel mülkiyette bulduðu bütün köt
ülükleri ailede bulmasýdýr.
Thomas More bütün kötülüklerin (hýrsýzlýk, kavga, öldürme, kýskançlýk, yalan) ka
ynaðýný özel mülkiyetin varlýðýnda
bulmaktaydý. Tommaso Campanella da bütün bunlarýn kaynaðýný ailenin varlýðýnda b
ulmaktadýr. Ona göre
kötülüklerin tümü kadýna ve çocuklara verilen deðerden doðar. Bu deðerler ortada
n kalkarsa kötülükler çok
azalacaktýr. Bu noktada da More'la Campanella arasýnda bir ayrýlýk vardýr. More,
özel mülkiyetin kaldýrýlmasýyla
kötülüklerin tümüyle ortadan kalkacaðýna inanýyordu. Campanella, ailenin kaldýrý
lmasýyla kötülüklerin büsbütün
ortadan kalkacaðýna inanmýyor, sadece azalacaklarýný söylüyor. Bu düþüncesinin s
onucu olarak da Güneþ ülkesinde
güçlü bir ceza hukuku ve ceza sistemi vardýr. Campanella'nýn pratik etkileri, Pl
aton'la More'a göre, çok geniþ
olmuþtur. Öncekiler, pratik alanda hiçbir yanký uyandýrmadýklarý halde, Tommaso
Campanella uzun bir süre
gerçekleþmiþtir. Kalabriya ayaklanmasý, Güneþ ülkesinin gerçekleþtirilmesi için
yapýlmýþtý. Rinaldi adýndaki bir
sosyalist þefin yönetiminde yapýlan ayaklanma, önceden haber alýnýp bastýrýlmasa
ydý, Campanella'nýn düþü, daha o
yaþarken gerçekleþecekti. Bu ayaklanmaya otuz çektirmeyle Türkler de katýlmýþlar
dý.
Campanella'nýn öldüðü yýl olan 1639'da, cizvit papazlarý, onun düþünü Paragu
ay'da gerçekleþtirdiler. Ýspanya'nýn
olaya önemsememesinden yararlanan papazlar, Paraguay yerlilerini Güneþ ülkesi ör
neðine uygun olarak
örgütlediler. Toprak mülkiyeti, Tanrý'ya (Paraguay yerlilerinin dilinde Tupanbak
) býrakýlmýþtý. Ülke otuz köye
ayrýlmýþtý. Üretim, Tanrý için yapýlmaktaydý, tüketimse bütün vatandaþlar içindi
. Her köyde iki cizvit papazýyla bir
yerli yardýmcý, üretimi ve tüketimi düzenliyordu. Ancak aileye dokunulmamýþ, ail
e cizvitlerce de, Thomas More'da
olduðu gibi, desteklenmiþti. Daha da ileri gidilerek, birtakým erdemsizlikler do
ðurduðundan ötürü bekarlýk
yasaklanmýþtý. Evlenme zorunluðuna karþý, çocuklar toplumundu. Çocuk, memeden ke
silinceye kadar anasýnda
býrakýlýyor, memeden kesilince toplumsal eðitime veriliyordu. Çocuklara, aileye
baðlýlýk yerine topluma baðlýlýk
duygusu aþýlanýyordu. Çocuklar, koyu bir Katolik eðitimiyle yetiþtiriliyorlardý.
Esir avcýlarýndan kaçan bütün
yerliler Güneþ ülkesine sýðýnýyorlardý. 1765 yýlýnda .ülkenin nüfusu yüz elli bi
ne çýkmýþtý. Paraguay Güneþ ülkesi
1773 yýlýna kadar, yüz otuz yýl yaþadý. 1767 yýlýnda, dinsel nedenler yüzünden,
Ýspanyollar Paraguay'dan cizvit
papazlarýný kovdular. Yerliler, alýþtýklarý düzeni bir süre daha uyguladýlarsa d
a saðdan soldan gelen baskýlara
dayanamayarak daðýlmak zorunda kaldýlar. Tupanbak, topraklarýný koruyamamýþtý. B
öylece, Tommaso
Campanella'nýn Katolik egemenliði ütopyasý da tarihin derinliklerine karýþmýþ ol
du.
ATÝNA'LI TÝMON. Yenidendoðuþun getirdiði erdem ne türlü bir erdemdir? Bunu en
iyi biçimde ancak sanatýn
aynasý yansýtabilir. Bu çaðýn yetiþtirdiði en büyük sanatçý William Shakespeare
Atina'lý Timon adlý oyununda
bakýþýný özgür ve erdemli yeni insanýn üstüne çeviriyor: Timon, Atina'nýn cömert
liðiyle ün salmýþ bir hemþerisidir.
Kýlýcýyla Atina'yý kurtarmýþ, erdemleriyle de süslemiþtir. Kesesi, devletin kese
si gibidir. Senato, kýlýcýna güvendiði
kadar, kesesine de güvenir Timon'un. Kentinin karþýlaþtýðý her güçlüðe yetiþen e
rdemli bir kiþidir. Sofrasý da, kesesi
gibi, herkese açýktýr. Hemen bütün Atina, onun bir sarayý andýran konaðýnda yiyi
p içmektedir. Atina'nýn babasý
sayýlmakta, bütün Atinalýlarca sevilmektedir. Timon, seçtiði bu yolda mutludur.
Böylesine bir cömertliðe dayanamayan kese elbette tükenecektir. Alacaklýlar, ö
nce yavaþtan, sonra hýzlýca hýzlýca
kapýsýna birikmeye baþlýyorlar. Timon, kuþkusuzdur. Yakýnlarýna, dostlarýna, sen
atoya güvenmektedir. Atina'nýn
babasý, soylu, erdemli Timon'u ortada býrakacak deðiller ya... Yardýma koþmak sý
rasý Atina'ya, Atinalýlara
gelmiþtir. Kahyasýnýn her kapýdan kovulduðunu, Atina'nýn kendisine sýrt çevirdið
ini duymak Timon'u þaþýrtýyor
önce.. Kulaklarýna inanmýyor. Sonra, yüreðinde bir acý, her an biraz daha artan
bir acý duymaya baþlýyor. Kendisine
rastlamamak için evlerine saklanan yakýnlarýnýn, dostlarýnýn, senato üyelerinin
hikayesini duymaz kulaklarla
dinliyor. Kirpikleri aðlamak isteðiyle titremektedir, ama aðlayamýyor, içindeki
sýcak duygularla birlikte göz yaþlarý
da kurumuþ gibidir. Artýk, benliðini saran tek bir duygu var: Tiksinti. Timon, t
iksiniyor Atina'dan. Oysa belli
etmiyor. Yeniden para bulduðu, eski gösteriþine kavuþtuðu söylentisini yayarak A
tina'ya son bir þölen vermek
isteðindedir. Gizlendikleri yerlerden birer ikiþer çýkan Atinalýlar, soylu
Timon'un þölenine koþuyorlar. Onu övmek, onun erdemlerini belirtebilmek için bir
birleriyle yarýþ etmektedirler.
Yazarlar övgüler dizmekte, þairler þiirler düzmektedir. Sofra, eski günlerin mut
luluðu içindedir. Herkes yerine
oturunca Timon soðukkanlýlýkla ayaða kalkýyor: Sahanlarýnýzýn kapaklarýný kaldýr
ýn da, diye baðýrýyor, yalayýn
köpekler!.. Atinalýlar þaþkýnlýkla sahanlarýnýn kapaklarýný kaldýrýyorlar. Sahan
lar boþtur.
Ýnsanlara karþý duyduðu tiksinti öylesine sonsuzdur ki, Timon, Atina'yý býraký
p tek baþýna yaþamak için bir ormana
çekiliyor. Dönüp son bir kez baktýðý Atina'nýn duvarlarý onu tiksintiyle titretm
ektedir. Þu haykýrýþ, bencil, ama
insanca bir haykýrýþtýr: Ey o kurtlarý çeviren duvar, yere bat da Atina'yý korum
a. Analar, iffetinizi bir yana býrakýn;
çocuklar, itaat nedir unutun. Köleler, alný kýrýþýk senato üyelerini yerlerinde
n zorla çekip atýn da onlarýn yerine
sizler geçin. On altýsýndaki oðul, topallayan babanýn elindeki deðneði kap da on
un beynini daðýt. Büyüklere saygý,
Tanrýlara inan, barýþ, adalet, iyi komþuluklar, bilgi, görgü, sanatlar, meslekle
r; mertebeler birbirinizi yok eden zýtlar
haline gelin de kargaþalýk bitmesin. Tanrýlar, Atina'nýn üstüne çökün. Zevk düþk
ünlüðü gençlerin iliklerine kadar
iþlesin de çamur yýðýný içinde boðulsunlar. Kaþýntýlar, donmalar Atinalýlarýn gö
ðüslerinde kök salýn ki biçtikleri
hasat baþtan baþa cüzam olsun!.
Timon'un insanca bencilliði baþ kaldýrmýþtýr artýk. Merhaba diyenlere, ne olur
du biraz temiz olsaydýn da üstüne
tükürseydim diye karþýlýk veriyor. Al þu ekmeði, yemeðine katýk yap diyen olursa
, önce sen defol da aðzýmýn
tadý gelsin diyor. Hele biri, seni seviyorum demeyegörsün, karþýlýðýný alýyor he
men: Niçin sevesin, sana para
vermedim ki?.. Bir baþkasýna verdiði karþýlýk da, erdem konusunda, birçok sorunl
arý çözebilir: Aslan olsan tilki
sana oyun oynardý. Kuzu olsan kurt seni yerdi. Tilki olsan da eþeðin suçlamasýna
uðrasan aslan senden kuþkullanýrdý.
Eþek olsan sersemliðin yüzünden dert çeker, ayýya kahvaltý olurdun. Ayý olsan at
seni öldürürdü. At
olsan parsýn pençesine düþerdin. Hangi hayvan olmalýydýn ki baþka bir hayvana bo
yun eðmeyesin. Ne türlü bir
hayvansýn ki hayvan olmakla neler kaybettiðini görmüyorsunla.
Timon'un bütün erdemleri bencilliðinden doðmuþtur. Yaþama yolunda cömertliði,
iyilikseverliði seçmiþti. Kendini
koruma içgüdüsünü bu duygularla karþýlamaktadýr. Varlýðýný cömertliðiyle, iyilik
severliðiyle duyuyor. Seçtiði yol
olumlu bir yoldur. Varlýðýný cimriliðiyle, kötülük severliðiyle de duyabilirdi;
kendini koruma içgüdüsü bu yollarla
da karþýlanabilirdi. Karayý deðil de aký, olumsuzluðu deðil de olumluluðu seçmiþ
olmasý Timon'u daha yolun
baþýndayken sevimli kýlýyor. Bu yol, onu kendine karþý da övündürmektedir. Yardý
mýma güvenen birini silkip
atacak bir yaratýlýþta deðilim diyor. Yardýmýna güvenen birini silkip atacak yar
atýlýþta bir insan olmayýþý onu
mutlulandýrmaktadýr. Düþkünlerin kalkýnmasýna yardým etmek yetiþmez, sonra da on
lara destek olmalý... diyor.
Düþkünlerinin kalkýnmasýna yardým etmekle yetinmeyip sonra da onlara destek olma
k onu mutlulandýrmaktadýr.
Ben karþýlýk beklemeksizin veririm diyor. Karþýlýk beklemeksizin vermek onu mutl
ulandýrmaktadýr. Timon, bu
duygularýyla kendini doyuruyor. Böyle olabildiðinden ötürü mutludur. Bu mutluluk
onu büsbütün böyle olmaya
zorlamaktadýr. Ýsteðiyle mutluluðu birbirini etkileyerek gittikçe daha çok geliþ
ecektir. Bu geliþmenin sonucuysa
doðal bir sonuçtur: Timon tükenecektir.
Timon, bu ilk görünüþünde; erdemleriyle deðil, bencilliðiyle insandýr. Cömertl
iðiyle iyilikseverliðinin,
mutluluðunun birer aracý olduklarý gün gibi bellidir. Ýnsanca olan karþýlýksýz a
lmak yerine, insanüstüce olan
karþýlýksýz vermek yolunu seçmiþtir. Güçlü bir bencillik onu buralara kadar götü
rmüþtür. Tükenen Timon, çevresinin
birdenbire boþalmaya baþladýðýný görünce þaþýrýyor, Bacon kadar akýllý olmadýðý
için, bunun nedenlerini
kavrayamýyor: Çevresinde dostlarý varken Timon'un sýkýlacaðýný ne söyle, ne de a
klýna getir Flavius. Ne diye
aðlýyorsun? Dost bulamayacaðýmý sanacak kadar güvenin mi yok? Merak etme, dostta
n yana hiç yoksul deðilim....
Timon, bu ikinci görünüþünde, budalalýðýyla insandýr.
Timon'un üçüncü görünüþü, insanca olan tepkisiyle beliriyor. Bu tepki, insan b
encilliðinin tepkisidir; bir inanç
kýrýklýðýndan çok, bir benlik kýrýklýðýnýn sonucudur. Timon'un benliðini doyuran
araçlar yok olmuþtur. Kendini
koruma içgüdüsü olumlu bir yolda ilerleyemeyince olumsuz yollara sapmak zorundad
ýr. Timon, aký býrakarak
yeniden karaya dönüyor. Ýnsanlardan tiksinmektedir. Üstünden insanca olan her þe
yi çýkarýp atmýþtýr; çýplaktýr, aðaç
yapraklarýyla örtünmektedir. Artýk yapabildiði, cömertlik yerine sövmek, iyilik
yerine kötülük dilemektir. Ak bir
hayli güçlüydü, kara da o kadar güçlü olacaktýr. Çünkü, bu üçüncü görünüþte, ben
liðini doyuran, kendini koruma
içgüdüsünü karþýlayan tiksintiyle sövmedir. Yapabileceði sadece budur, baþkaca y
apabileceði hiçbir þey
kalmamýþtýr: Ey insanlara iyilik gönderen ulu Tanrýlar... Ýçimize þükran duygusu
serpin, kendi armaðanlarýnýz
kendi adlarýnýzý yükseltsin. Ama verecekleriniz büsbütün tükenmesin, yoksa Tanrý
lýðýnýz hor görülür. Her insana
yetecek kadar verin ki birinin ötekine vermesine meydan kalmasýn. Çünkü siz, ey
Tanrýlar, insanlardan ödünç
almaya kalksaydýnýz insanlar sizlere de sýrt çevirirlerdi.
DÜÞÜNÜYORUM, DEMEK KÝ VARIM. XVii'nci yüzyýlýn ilk çeyreði içindeyiz. 1619 yýl
ýnýn 10 kasým günü,
ordular otuz yýl savaþlarýnda çarpýþadursun, gözlerini Tuna nehrinin mavi sularý
na dikmiþ yirmi üç yaþýnda genç bir
subay, Rene Descartes (1596-1650) kendi kendine þöyle düþünüyor: Evet, insanýn a
macý mutluluða eriþmektir.
Mutluluðumuzu saðlamak içinse aklýmýzý kullanmamýz gerekir. Ýyi ama, bu aklý bu
amaca eriþebilecek bir güçle
nasýl iþletmeli? Aklýmýz pek daðýnýk. Aristoteles mantýðý onu gereði gibi çalýþt
ýrmamýza yetmiyor. Aklýmýzý iþletmek
için yeni bir metot bulmalýyýz. Bu metot, matematik metodu olmalýdýr. Bir düþünc
eyi bu metotla bölüp parçalayarak
o düþünceyi meydana getiren ana düþünceleri bulup ayýrmak, sonra bu ana düþüncel
eri birleþtirerek o düþünceyi
yeniden kurmak (analitik geometri)... Ýnsanlarýn bütün düþünceleri birbirlerine
baðlýdýr, birbirinden çýkar, baþka bir
deyiþle, bir düþünceyi doðuran baþka bir düþüncedir. Þu halde, sýrayý titizlikle
kovalarsam, doðru olmayan bir
düþünceyi doðru sanmaktan sakýnabilirsem (baþka bir deyiþle, düþünce zincirinin
arasýna yanlýþ bir düþünce
karýþtýrmazsam), ne kadar gizli olursa olsun sonunda bulamayacaðým hiçbir bilgi
kalmayacaktýr.
Kesin olan tek þey var: Bir þeyin doðruluðundan þüphe etmek... Þüphe etmek, düþü
nmektir. Þu halde düþünmekte
olduðum þüphesiz. Düþünmekse var olmaktýr. Þu halde var olduðum da þüphesizdir.
Ýþte bilgim: Ben varým. Þimdi
bütün öteki bilgileri bu saðlam bilgimden çýkarmalýyým.
Ýþte Descartes'ý yeniçað felsefesinin kurucusu yapan metot, bu metottur.
Descartes, bu metotla düþünerek, þu sonuçlara varýyor: Varlýðýmýn amacý ne?..
Mutluluk. Mutluluðu elde etmek
için iyi yaþamamýz gerek. Þu halde iyi yaþamanýn bilgilerini elde etmeliyiz. Bu
bilgileri bize felsefe verecektir.
Felsefeye baþlamak içinse hayatýmýzýn iþlerini düzenleyen bir töre (ahlak) edinm
eliyiz. Þu halde önceden birkaç
iðreti ilke koyarak yaþamamýzý düzenleyelim, sonra da bu düzen içinde asýl törey
e, asýl mutluluða, asýl ilkelere
eriþelim.

Descartes, iyi yaþamak için gereken erdemin geçici ilkelerini Metot Üstüne Kon
uþma adlý ünlü yapýtýnýn üçüncü
bölümünde veriyor:
1- Dine, kanunlara, göreneklere, akýllý insanlarýn uyguladýklarý aþýrýlýktan u
zak ölçülere uygun olarak
yaþamak.
2- Ýþlerimde kanýlara varmak ve vardýðým bu kanýlarýn üstünde titizlikle diren
mek (baþka bir deyiþle, artýk bu
kanýlardan kuþkulanmamak ve bu kanýlarý deðiþtirmemek).
3- Düþüncelerimden baþka hiçbir þeyin elimde olmadýðýný bilerek dünyanýn düzen
inden çok kendi
isteklerimi deðiþtirmeye ve talihten çok kendimi yenmeye çalýþmak.
4- Yaptýðým iþi baþkalarýnýn yaptýklarý iþlerle ölçerek deðerlendirmek (baþka
bir deyiþle, yaptýðým iþin
analitik geometri metoduyla aklýmý iþletmek iþinin yapabileceðim en iyi iþ olduð
una inanmak).
Descartes'a göre bu kurallar insaný bahtiyar (bonheur) eder, felsefeyle uðraþa
bilmek için gereken kafa ve beden
rahatlýðýný saðlar, gerçek mutluluðu (beatitude) verecek olan bilgeliðe hazýrlar
. Çünkü mutluluk, bilgeliktedir
(antikçað Yunan felsefesi idealini hatýrlayýnýz). Bilgeliðe de felsefeyle varýlý
r.
Descartes'ý böylesine bir kolaylýða götüren nedir? Bana öyle geliyor ki Descarte
s, bütün bunlarla þunu demek
istiyor: Her þeye razýyým. Beni tedirgin etmeyin. Býrakýn da rahat rahat düþüney
im ve size gerçek mutluluðun,
erdemin kurallarýný bulayým.
Ya böylesine bir boyun eðiþten sonra bulduðu nedir?.. Descartes, Prenses Eliza
beth'e 4 aðustos 1645 günlü
mektubunu yazmamýþ olsaydý bunu hiçbir zaman bilemeyecektik. Çünkü bu asýl amacý
n kurallarýný hiçbir
yazýsýnda, hiçbir kitabýnda söylememiþtir. Prenses Elizabeth'e yazdýðý kýsa mekt
up, sonradan Töre Üstüne
Mektuplar (Lettres sur la Morale) adlý bir kitaba alýnarak Descartes'ýn bütün bi
r ömür boyun eðiþinin amacý biraz
olsun aydýnlatýlabilmiþtir. Descartes bu mektubunda asýl töreye, asýl erdeme, ge
rçek mutluluða eriþebilmek için þu
ilkeleri koymaktadýr:
1- Yapýlmasý ya da yapýlmamasý gerekeni bilmek için elden geldiði kadar düþünc
eyi kullanmak.
2- Aklýn öðütlediði her þeyi, tutkulara kapýlmaksýzýn yerine getirebilmek için
saðlam ve deðiþmez bir karar
sahibi olmak.
3- Bizim edilmesi elimizde olmayan bütün ergilere (nimetlere) istek duymamaya
alýþmak.
4- Gerçeðin bilgisinde aklýmýzla ilerleyerek üstün iyiye ve onun vereceði hoþn
utluða (mutluluða, beatitude
anlamýnda) varmaya çalýþmak. Geçici kurallarýyla saðladýðý rahatça düþünmek süre
si sonunda
Descartes'ýn vardýðý bu kesin ilkelerden erdemin tanýmýný çýkarabiliriz. Descart
es'a göre erdem, düþünce, ölçüsünü
kullanmaktýr. Mektubunda açýkça söylediði gibi, yaþamaktan hoþnut olmamýz için y
alnýz erdem yeter.
Descartes, Ýsveç Kraliçesi Christin'e yazdýðý 20 kasým 1647 günlü mektubunda, va
rdýðý bu sonucu daha da
açýklýyor: Böylelikle eskilerin en ünlü ve en karþýt iki görüþünü uzlaþtýrdýðýmý
sanýyorum Madam. Bunlar da
Zenonia Epikouros'un görüþleridir. Zenon üstün iyiyi erdem ya da namusta, Epikou
ros zevk ya da þehvet adýný
verdiðimiz hoþnutlukta görüyordu. Bütün kötülükler bilgisizlikten doðan ve piþma
nlýklar doðuran kararsýzlýktan
geldiðine göre erdem, iyi sandýðýmýz þeyleri iþlemekte gösterdiðimiz karardan ib
arettir. Yaptýðýmýz kötü bile olsa,
biz onu iyi sandýðýmýza göre, erdemli davranmýþ oluruz. Nitekim, yaptýðýmýz iyi
bile olsa, eðer biz onu kötü sanarak
yapmaya baþlamýþsak, erdemli davranmýþ olmayýz. Erdem, bizim kararýmýzdadýr. Övü
lmeye deðer biricik þey
erdemdir. Ondan baþka bütün iyiler övülmeye deðil, beðenilmeye deðerler. Amacýmý
z iyi olaný bilmek ve onu
istemektir. Ýyi sandýðýmýzý istemek erdemiyle yetinelim. Meðer ki bu iyi sandýðý
mýz þeyler, Tanrýdan elde
edildiklerine inandýðýmýz þeyler olsun. Þunu açýkça görüyorum ki, bizde kendilið
inden bulunan en soylu biricik þey
özgür iradedir. Çünkü özgür irade bizi her bakýmdan Tanrýya benzer kýlmakta ve o
na baðlý olmaktan
kurtarmaktadýr. Þu halde onu iyi kullanma, bütün iyilerin en büyüðüdür. Böylece,
en büyük hoþnutluklarýmýz ancak
ondan gelebilir. Ýyiyi bilmek için olduðu kadar elde etmek için de ellerinden ge
leni yapmaktan geri kalmadýklarýný
bilenlerin benliklerinde duyduklarý mutluluk, hiçbir zevkle ölçülemeyecek kadar
tatlý, sürekli, saðlam bir zevktir.
Descartes'ýn yaptýðý, bir yýkma ve yeniden kurma iþidir. Nitekim bu düþüncesini
bir yapýtýnda daha da açýklýyor:
Oturduðumuz evi yeniden yapmaya baþlamadan önce nasýl yýkmak, araç ve gereçler b
ulmak, planýný çizmekle
yetinmeyip yeni evimizi yapýncaya kadar içinde rahatça oturabileceðimiz geçici b
ir ev bulmak gerekirse... (Discours
de la methode pour bien conduire sa raison et chercher la verite dans les scienc
es, üçüncü bölüm).
Ýçinde rahatça oturulabilecek bu geçici ev þudur: Tanrýnýn, çocukluðumdan beri
içinde yetiþmeme izin verdiði ve
bana baðýþladýðý dine sýkýca baðlý kalmak (ayný kitap ve bölüm)... Kendilerinden
kuþkulandýðýmýz her þeyi yanlýþ
sayarken ne Tanrý, ne gök, ne de yerin var olmadýðýný, bedenimizin de bulunmadýð
ýný kolaylýkla düþünüyoruz. Ama
kendimizin var olmadýðýmýzý düþünemiyoruz. Varýz, çünkü düþünüyoruz. Bizim için
ilk doðru, bu olsa gerektir
(Principes de la Philosophie, birinci bölüm, yedinci ilke).
Günümüzde olduðu gibi, XVii'nci yüzyýl Fransa'sýnda da her deðerin karþýsýna d
ikilen ufaklýklar bütün güçleriyle
saldýrýyorlar, Descartes'ý Tanrýsýzlýkla suçluyorlar. Descartes, bir dostuna yaz
dýðý mektupta þöyle yakýnmaktadýr:
Tanrýnýn varlýðýný kanýtlamaya çalýþtýðýmý kanýt olarak ilerisürmekten baþka hiç
bir kanýt gösteremeyenler beni
Tanrýsýzlýkla suçluyorlar (Chanut'ye Mektup, 1 kasým 1646)... Buna karþý, onu bü
yük bir Tanrýcý sayanlar da vardýr.
Descartes'ý inceleyen Charles Adam, incelemesini þu sözlerle bitirmektedir: Desc
artes sadece bilim alanýnda
önemli bir yer tutmakla kalmaz, bütün çaðlarýn metafiziði de ona çok þey borçlud
ur. O, metafizikte fiziðin zorunlu
temelini kurmuþtur. Fizik, bu temel olmadan, eski ahlak gibi, kocaman bir yapý o
lurdu, ama sadece kum üstüne
otururdu (Charles Adam, Descartes'ýn Hayatý ve Yapýtlarý).
Ýt ürür kervan yürür deyimince ufaklýklar saldýradursun, Descartes güzel yeni
evinin temellerini atmaktadýr. O,
olaðanüstü bir mimardýr ama, ne edelim ki XVii'nci yüzyýl araç ve gereçleriyle b
öylesine bir yapý kurabildi. Nitekim
on üçüncü ilkeden sonra tuðlalarýný dizmeye baþlamýþtýr: Tanrý bilinmedikçe baþk
a hiçbir þey hakkýnda kesin bir
bilgi elde edilemez (on üçüncü ilke). Peþin yargýlar, çoðumuzun, var olmak zorun
luðunun Tanrýdan geldiðini
anlamamýza engel olur (on altýncý ilke). Bir þeyde ne kadar olgunluk varsa o þey
i meydana getiren Tanrýda da o
kadar olgunluk vardýr (on yedinci ilke). Tanrýnýn varlýðý, sadece bununla bile,
bir daha kanýtlanabilir (on sekizinci
ilke). Tanrýda bulunanlarý tümüyle anlayamadýðýmýz halde hiçbir gerçeði, onu bil
diðimiz açýk seçiklikle bilemeyiz
(on dokuzuncu ilke). Biz kendi kendimizi yaratmadýk, yaratanýmýz Tanrýdýr ve sad
ece bu yüzden bile Tanrý vardýr
(yirminci ilke). Bir an için var olduðumuza göre bir an sonraki varlýðýmýzý sakl
ayan bizden baþka bir güç var
demektir, buysa Tanrýdýr (yirmi birinci ilke). Tanrýnýn nitelikleri ancak doða ý
þýðýnda bilinebildiði kadar bilinebilir
(yirmi ikinci ilke). Tanrý, cisim. deðildir, günah iþlemez (yirmi üçüncü ilke).
Önemli olan, Descartes'ýn, bu metafizik
tuðlalarýn arasýna insan özgürlüðü harcýný nasýl karýþtýrdýðýdýr. Gerçek þu ki,
Descartes, yýktýðý Tanrýnýn yerine,
Hýristiyan kilisesinin anlayýþýndan büsbütün baþka, insanlarýn hemen hiçbir iþle
rine karýþmayan yepyeni bir Tanrý
koymak istiyordu. Descartes'ý yetkiyle incelemiþ bulunan La Bertoniere bunu þöyl
e belirtiyor: Önce, pratik bir
güçlüðü karþýlamasý gerekiyordu. Ýlahiyata saygý göstermek, ona boyun eðer görün
mek, sonra da serbestçe bir bilim
kurmak, her iki alaný birbirinden kesin olarak ayýrmak, bu iki alandan birinde ç
özümlenecek sorular bulunduðunu
ve bunun da ancak düþünce gücüyle çözümlenebileceðini kanýtlamak... (La Bertonie
re, Descartes Üstüne Ýnceleme).
Descartes, insan gücünü, gene Ýlkeler kitabýnda, yavaþ yavaþ Tanrý gücünün ara
sýndan þöylece çekip çýkarmaya
baþlar: Kuþkulandýðýmýz þeylere inanmaktan sakýnmamýzý saðlayarak aldanmamýza en
gel olan özgür bir irademiz
vardýr (altýncý ilke). Sonsuzu anlamaya çalýþmak hiç de gerekli deðildir. Sýnýrý
ný bulamadýðýmýz her þeyin sýnýrsýz
olduðunu düþünmemiz yeter (yirmi altýncý ilke). Tanrý, yanýlmalarýmýzýn nedeni d
eðildir (yirmi dokuzuncu ilke).
Ýnsanýn baþlýca olgunluðu özgür bir iradeye sahip olmasýdýr, insaný övülür ve ye
rilir kýlan da bu özgür iradesidir
(otuz yedinci ilke). Ýrademizin özgürlüðü, kendinden edindiðimiz deneyle, kanýts
ýz olarak bellidir (otuz
dokuzuncu ilke).
Kýrkýncý ilkeye gelince... Çatýþma, zorunlu olarak, baþlýyor: Tanrýnýn her þey
i önceden düzenlediði kesindir...
Descartes, bizlerden önce davranmak telaþý içinde, kýrk birinci ilkede, gerekli
soruyu ortaya atmaktadýr: Özgür
irademiz, Tanrýnýn kurduðu bu düzene nasýl uydurulabilir?.. Sorunun karþýlýðýný
verirken, aradan bunca yüzyýl
geçtiði halde, zavallý Descartes'ýn nasýl terlediðini gözlerinizle görebilirsini
z: Tanrýnýn sonsuz, düþüncemizin sonlu
olduðunu göz önünde tutarsak bu güçlükten kurtulabiliriz. Gücün Tanrýda olduðunu
anlayacak zekamýz var, ama bu
gücün bizleri nasýl özgür býraktýðýný kavrayacak zekamýz yok. Özgürlüðümüzden ku
þkulanamayýz. Tanrýnýn büyük
gücü bu özgürlüðe inanmamýza engel olmamalýdýr. Çünkü, içten bildiðimiz ve deney
lerle doðruladýðýmýz bir
gerçekten (irade özgürlüðünden) kuþkulanmamýz mümkün olmadýðý gibi yapýsý gereði
anlaþýlmaz olduðunu
bildiðimiz þeyleri (Tanrý gücünü) anlamaklýðýmýz da mümkün deðildir (kýrk birinc
i ilkenin açýklamasý).
Filozofumuz, Düþünceler adlý kitabýnýn Doðru ve Yanlýþ Üstüne baþlýðýný taþýya
n dördüncü bölümünde gene bu
konuya dönmek ve gene böylece kývranmak zorunda kalmýþtýr. Þöyle diyor: Tanrýnýn
bizi aldatmasý mümkün
deðildir. Öyleyse bize verdiði aklý iyi kullanacak olursak hiçbir zaman yanýlmay
ýz. Ama yanýldýðýmýz da bir
gerçektir. Öyleyse bizde bir eksiklik var. Ama Tanrýnýn bizi böylesine eksik býr
akmasý da imkansýzdýr. Öyleyse biz
yeteneklerimizi iyi kullanamýyoruz. Algýmýz (müdrikemiz) ve irademiz ayrý ayrý y
etkindirler, yanlýþ yapamazlar.
Ancak biz onlarý çalýþtýrýrken irademizi, algýmýzda bulunan bilgimizin sýnýrýnda
tutmalýyýz. Ýrademiz, bilgimizin
sýnýrý içinde kaldýkça doðru, bu sýnýrý aþýnca; yanlýþ iþler. Bize özgürlük verm
iþ olmasý Tanrýnýn kusuru deðil,
tersine, bu özgürlüðü iyi kullanmamak bizim kusurumuzdur. Bununla beraber Tanrý
bu özgürlüðü iyi kullanmamýzý
saðlayabilirdi. Ne edelim ki, yanýlmamak gücünü de verdiðine göre, yanýlmamýza e
ngel olmadýðýndan ötürü
yakýnmaya hakkýmýz olmamalýdýr (Les Meditations Metaphysiques Touchant la Premie
re Phllosophie, dördüncü
düþünce).
Descartes'ýn bütün bu sözlerinden çýkan sonuç nedir?.. Bu sonuç þöyle özetlene
bilir: Bilmiyorum. Üstüme
varmayýn. Önceden kurulmuþ düzenle özgürlük, öyle bir çýkmazdýr ki çözmeye uðraþ
mak saçmadýr. Yapmak
istediðim de bu deðil. Ben, sadece insan düþüncesinin gücünü araþtýracaðým. Sokr
ates gibi baldýran zehiri içmek
istemem. Lütfen yakamý býrakýn.
Nitekim, Ýlkeler kitabýnda, o büyük üslupçulara özgü terbiyeli deyiþiyle, bunu
açýklamaktan da çekinmiyor:
Tanrýnýn dünyayý niçin yarattýðý üstünde durmayacaðýz ve büyük amaçlara yönelen
nedenleri felsefemizden
büsbütün çýkaracaðýz. Biz, sadece akýl gücümüzle algýlarýmýzýn nasýl meydana gel
diðini araþtýracaðýz (yirmi
sekizinci ilke)... Baþka bir yapýtýnda da þunlarý söylemektedir: Saðduyulu insan
, bütün kitaplarý okumak zorunda
deðildir. Ömür süresini iyice hesaplayarak birtakým iyi iþler yapacaktýr. Bu' iþ
leri ona sadece kendi aklý öðretir.
Ýnsan, yöntemini bilirse, bütün yaþamý boyunca gerekli olan bilimi kendisinde bu
labilir. Ýþte ben yalnýz bu yöntemi
öðretiyorum (La Recherche de la Verite par la LumIere Naturelle, önsöz).
KARINCA'YLA YABAN KEÇÝSÝ. XVii'nci yüzyýl düþüncesi Dekartçýlýðýn egemenliði a
ltýndadýr, Descartes'ýn
metafiziði özellikle Port Royal manastýrýnýn tanrýsal bahçelerinde filizleniyor.
Piskopos Jansenius (1585-l638) þöyle demektedir: Ýnsan, yaratýlýþýndan bozuk, gü
nahlarla kirlenmiþ, aþaðýlýk bir
yaratýktýr. Bu aþaðýlýk yaratýk kendi çabasýyla kendini kurtaramaz, onu ancak ta
nrýnýn baðýþ'ý {inayet, gratia)
kurtarabilir. Bunun için de tanrýya baðlanmasý ve oturup beklemesi gerekir. Baþk
aca yapabileceði hiçbir þey yoktur.
Gerçek erdem, temiz bir yürekle tanrýya baðlanmak ve onun baðýþýný beklemektir.
Tanrýya baðlanmayanlar
erdemsizdirler. Port Royal manastýrýnda toplanan Janseýüstlerden biri de Blaise
Pascal'dir (1623-1662). Bilim
alanýndan baþarýlarla yola çýkan bu çok akýllý matematikçi, sonunda iþi tam bir
mistikliðe dökmüþtür. Önceleri
aklýna pek güvenirken sonra aklýndan da kuþkulanmaya baþlayan Pascal bu kuþkusuy
la Descartes'tan ayrýlmaktadýr.
Descartes'la birlikte matematiði en kesin bilim saymakta, oysa matematiðin de iç
inden çýkamayacaðý sorunlar
bulunduðunu, bu sorunlarýn ancak gönül sezisiyle çözülebileceðini söylemektedir.
Bu açýdan Pascal, bir þey
biliyorum, o da hiçbir þey bilmediðimdir diyen Sokrates'e yaklaþýyor. Ona göre a
kýl tam gerçeðe varamaz, akýl
ülkesinin sýnýrlarýnýn bittiði yerde gönül ülkesi baþlar. Erdem, Tanrýya baðlana
n ve Tanrýnýn baðýþýný bekleyen
temiz bir gönüldür. Akýldan gelen bilgilerin ötesinde duygudan gelen bilgiler va
rdýr ki önemli olan da bu
bilgilerdir.
Pascal de, Jansenius gibi, benin bilinmesini Tanrýnýn bilinmesine baðlayan Des
cartes düþüncesinin doðurduðu bir
sonuçtur. Ancak Descartes bu önermeye (kaziye) akýl yoluyla varýyordu. Pascal gö
nül yoluyla varýyor.
Sayýlarýn kesinliklerinden bir sonuca varamayan büyük matematikçi ve fizikçi Pas
cal, Düþünceler (Pensees) adý
altýnda toplanan notlarýnda Tanrýnýn büyüklüðünü belirtmek için insanýn küçüklüð
ünü tanýtlamaya çalýþýyor. Hangi
yöne dönse karþýlaþtýðý sonsuzluk, yücelik onu korkutmaktadýr. Soruyor: Bu sonsu
zluðun içinde insanýn deðeri
nedir? Her þey bir hiçlikten çýkýp sonsuzluða doðru sürüklenmektedir. Eþyanýn ne
ilk nedenini ne de son ereðini
tanýyamamak umutsuzluðu içinde ancak gelip geçici birtakým belirtileri seyretmek
ten baþka ne yapabilir insan? Bu
akýl durdurucu akýþý kovalamaya kimin gücü yetebilir? Öyleyse haddimizi bilelim.
Aklýmýzý yitiren bu sonsuzluk,
Tanrý gücünün en büyük kanýtýdýr.
Pascalin açýsýndan alýnýnca, bir karýnca için de bir yaban keçisinin Tanrý say
ýlmasý gerekeceði düþünülebilir.
Ýnsan ancak bir þey bilebilir, diyor Pascal; yakýnda öleceðini. Bundan baþka hiç
bir þeyi kesinlikle bilemez. Ölüme
karþý gözlerimizi kapamaya çalýþmak neye yarar, gerçek þu ki, ister açýklayalým
ister açýklamayalým, bu ölüm
hepimizi korkutmaktadýr. Þu halde Tanrýya inanarak bu korkudan kurtulmak daha ka
rlý deðil mi? Tutun ki bir
kumar oynuyorsunuz, ya yazý atacaksýnýz ya tura. Ýkisinden birini seçmek zorunda
sýnýz. Tanrýnýn yokluðunu
seçerseniz bir iki geçici mutluluk elde edebilirsiniz, ama ömrünüz de ölüm korku
su içinde kývranmakla geçer.
Tanrýnýn varlýðýný seçmek her bakýmdan daha yararlýdýr. Çýkarýnýzý düþününüz.
Pascal bu düþüncesiyle bir çeþit faydacýlýk, pragmacýlýk yapmaktadýr. John Stu
art Mill'den (1806-1873) önce
faydalýdan yana olmak gerektiðini, William James'ten (1842-1910) önce pratik iþe
yararlýðý savunmaktadýr.
Kimi insanlar, diyor Pascal, en üstün iyiyi baþkalarýna söz geçirmekte, kimileri
bilimsel araþtýrmalarda, kimileri de
þehvette aramýþlardýr. Oysa, en üstün iyi, hiçbir küçülme ve kýskançlýk duymaksý
zýn herkesin birden olabilendir.
Buysa Tanrýdýr.
Pascal'ýn açýsýndan alýnýnca, Tanrýnýn yerine güneþin, suyun, havanýn da konul
abileceði düþünülebilir.
Pascal, Düþünceler'inde þu sonuca varýyor: Tanrýnýn varlýðý yolunda kanýt ve tan
ýtlarýn sayýsýný artýrmakla deðil,
ruhumuzdaki tutkularýn sayýsýný azaltmakla inana (iman) varmaya çalýþýnýz. Ey ge
rçeði yalnýz aklýn ýþýðýyla aramaya
kalkýþan insanlar, sonunuz ne olacak? Ne siz bu felsefelerden geçebiliyorsunuz,
ne de onlar size gereken karþýlýðý
verebiliyorlar. O halde, ey kendini beðenmiþ insanlar, kendi benliðinizin kendin
iz için nasýl bir aykýrýlýk (paradoks)
olduðunu biliniz. Ey beceriksiz akýl, zavallýlýðýnýzý anlayýnýz. Ey budala doða,
susunuz. Biliniz ki insan insanlýðýn
sonsuzca üstüne yükselebilir. Gerçek deðerinizin ne olduðunu Tanrýnýzdan öðrenin
iz. Tanrýnýn sesini dinleyiniz
(Pensees, üçüncü bölüm).
Cartesianisme (Renee Descartes'ýn Latinceleþtirilmiþ adý Renatus Cartesius'tur
) yolunda yürüyen Jansenistlerin
yanýnda vesilecileri (occasiona-listler) de anmak gerekir. Bu ad altýnda toplana
n düþünürler asýl nedeni Tanrý
saymakta, öteki bilinen nedenleriyse vesile nedenler olarak görmektedirler. Vesi
leci düþünürlerin baþýnda,
kendinden sonraki birçok düþünürleri etkileyen Arnold Geulincx (1624- 1669) gelm
ektedir. Geulincx'e göre, siz
beni itmekle bana birkaç adým attýrabilirsiniz ama, benim birkaç adým atmamýn as
ýl nedeni siz deðilsiniz, Tanrýdýr.
Siz bir vesilesiniz. Cisimler, sontular etkin olamazlar. Etkin olan sadece sonsu
zdur, Tanrýdýr. Bizler Tanrýnýn
yaptýklarýnýn seyircisiyiz, onun iþlemlerinde hiçbir rolümüz yoktur. Kendi kendi
mizi bile etkileyemeyiz. Erdem,
Tanrýnýn düzenine boyun eðmektir. Bu boyun eðiþ, Tanrýnýn örneði olan akla uygun
davranmakla olur.
Baþka bir deyiþle, Geulincx, hem boyun eðmemizi istiyor, hem de bununla yetinmey
erek, bu boyun eðiþi aklýmýzla
yapmamýzý öðütlüyor. Aklýmýz bu boyun eðiþe karþý koyarsa ne yapmamýz gerektiðin
i bildirmediði gibi bu karþý
koyuþta aklýn da bir vesile sayýlacaðýný, asýl karþý koyanýn Tanrý olmasý gerekt
iði düþüncesi üstünde de durmuyor.
Bununla beraber Geaulinexin düþüncesi bir bakýma açýktýr: Karþý koyan akýl, akýl
deðildir.
Vesilecilerin bir ikincisi de Nicole Malebranche'týr (1638-1715). Berkeley'le
yaptýðý bir görüþmenin heyecanýndan
ölen bu hasta düþünüre göre de erdem, Tanrý sevgisidir. Mutluluk bu sevgidedir.
Çeþitli varlýklar Tanrýnýn birer
görünüþünden baþka bir þey deðildir, þu halde bütün istemlerimizin amacý Tanrýdý
r. Her istek gerçekte bir Tanrý
sevgisini taþýr. Gerçeði ortaya koyacak, insaný Tanrýyla birleþtirecek tek yol d
ine uygun olarak yaþamak yoludur.
Dine uygun olarak yaþamak, aklýmýzdan çok inanýmýzý dinlemek demektir. Baþka yol
lardan yürüyüp eksik ve aksak
bilgilerle oyalanmaktansa, ömrümüzü, birçok þeyleri hiç bilmeden geçirip sonunda
sonsuz olarak aydýnlanmak çok
daha iyidir (De la Recherche de la Verite, altýncý kitabýn son yapraðý).
Descartes'ýn izinden yürüyen dinci düþünürlerin içinde erdemi kendine özgü, öz
el bir biçimde tanýmlayan bir baþka
düþünür de Pierre Bayle'dýr (1647-1706). Bayle'a göre erdem, aklýn aldýðýna deði
l, aklýn almadýðýna inanmaktýr.
Akla uygun olana inanmak kolaydýr, bunu herkes yapabilir. Güç olan, herkesin bec
eremediði akla uygun olmayana
inanabilmektir. Gerçek dincinin erdemi bu güç eylemde belirir. Tanrý düþüncesini
, bilimle, akýlla baðdaþtýrmaya
çalýþmak boþunadýr. Bunlar hiçbir zaman baðdaþamazlar. Þu halde her birinin alan
ýný ötekinden ayýrmak,
birbirlerine karþý hiçbir üstünlük düþünmeksizin, her birini kendi alaný içinde
deðerlendirmek gerekir. Aklýn gücü
kendi sýnýrý içindedir, bu sýnýrý aþamaz. Hiçbir bilimde gerçek bir kesinlik yok
tur. Buna karþý inanýn da sýnýrý
çizilemez, inan inanabildiðin kadar... Her ikisi birbirlerine karþý da çeliþikti
r. Ýsteyen dilediði yolu tutsun. Ben
kendi payýma her iki yolu birden tutuyorum, diyor Bayle.
TAP VE ÝSTE. Küçük bir çocuðun denize düþtüðünü görünce hemen atlayýp onu kurt
armaya çalýþýrsýnýz. Bu
davranýþýnýz erdemli bir davranýþtýr. Yüzme bilmiyorsanýz siz de boðulabilirsini
z. Üstünüzdeki yeni elbise
sýrýlsýklam olur. Ýçi para dolu cüzdanýnýz denizin dibine düþebilir. Hiç deðilse
üþütüp hastalanabilirsiniz. Þu halde
erdeme uygun olan bu davranýþýnýz akla aykýrýdýr. Öyleyse akýl karþýsýnda erdemi
n durumu nedir?
Bu sorumuzun karþýlýðýný Baruch Spinoza'dan (1632-1677) alýyoruz. Descartes'ýn ö
ldüðü yýl Spinoza on sekiz
yaþýndaydý. Otuz bir yaþýnda ilk denemesini yayýmlayacak, Descartes düþüncesini
açýklayacaktýr. Descartes'ýn
analitik geometri yöntemini gereði gibi uygulayarak, o kocaman Etika'sýný geliþt
irebilmek için önünde daha on dört
yýl vardýr. Oysa kýrk beþ yaþýnda ölecek, Etika'nýn basýldýðýný göremeyecektir.
Engizisyondan kaçarak Hollanda'ya
sýðýnan Ýspanyol Yahudisi soyundan bir göçmen ailesinin oðludur. Haham olmak içi
n yetiþtirilmiþse de düþünür
olmuþ, havradan kovulmuþtur. Spinoza'ya göre erdem, akla uygun davranmaktýr. Öyl
eyse akla uygunluðun ölçüsü
nedir? Bu soruyu karþýlayabilmek için Spinoza düþüncesini biraz deþmek gerekir.
Spinoza, en geniþ anlamýyla
özgürlüðü (hürriyet) düþüncede bulmaktadýr. Her þeyi anlamak özgür olmaktýr. Açý
k düþünceye kavuþan insanýn
tutsaklýðý (esaret) yok olur. Ýnsanlar bilmediklerinin tutsaðýdýrlar, bilgiye er
iþince özgürleþirler. Þu halde
erdemliliðimizin ölçüsü eþyayý anlayýþýmýzdadýr, özgür oluþumuzdadýr. Töresel ba
kýmdan iyi, zekayý geliþtiren þey;
kötü, zekayý bulandýran þeydir. Erdem, güçlü olmaktýr (erdem karþýlýðý olan Lati
nce virtus sözcüðünün baþlangýçta
güç, kuvvet anlamýna geldiðini hatýrlayýnýz). Güçlü olmak için de özgür olmak ge
rekir. Özgür olmak için de akla
uygun davranmak gerekir.
Spinoza bu düþüncesini tanýtlamak (ispat etmek) için önce tanýmlamalarla (tari
f) iþe giriþiyor: Ýyi deyince, kesin
olarak bize yararlý olduðunu bildiðimiz þeyi anlýyorum. Kötü deyince, bir iyilið
in tadýný almakta bize engel
olacaðýný bildiðimiz þeyi anlýyorum. Sonra, önermelere (kaziye) baþlýyor: Ýyi ya
da kötü üstündeki bilgi,
kendisinden haberimiz oldukça bir sevinç ya da acý duygulanýmýndan (affection, t
ahassüs) baþka bir þey deðildir.
Herkes kendi tabiatýnýn kanunlarýna göre iyi olduðunu sandýðý þeyi zorunlu olara
k ister, kötü olduðunu sandýðý þeyi
zorunlu olarak istemez. Birisi kendisine yararlý olan þeyi aramak, baþka bir dey
iþle kendi varlýðýný korumak için ne
kadar çok çabalarsa ve bunu baþarmak için ne kadar gücü varsa, onun o kadar erde
mi var demektir. Kendi kendini
korumak çabasý, erdemin ilk ve biricik temelidir. Kendi kendini koruma çabasýnda
n önce gelen erdem tasarlanamaz.
Erdemle iþlemek; aklýn buyurduðu kurallara göre iþlemek, yaþamak ve kendi varlýð
ýný korumaktan (bu üç þey birdir)
baþka bir þey deðildir ve erdemin bu temeline göre onun kendi yararýný araþtýrma
sý gerekir. Kimse kendi varlýðýný
baþka bir þey için korumaya çalýþmaz. Akýlla yaptýðýmýz bütün çabalar ancak anla
maya savaþýr ve insan, aklýný
kullanmasý dolayýsýyla, ancak onu anlamaya götüren þeyin kendisi için yararlý ol
duðunu bilir. Bizler ancak bizi
anlamaya götüren þeye iyi, ona engel olan þeye de kötü diyebiliriz. Aramýzda bir
leþik bir þey olmadýkça hiçbir þey
bizim için iyi ya da kötü olamaz. Bir þey bizim tabiatýmýza uygun olmasý bakýmýn
dan zorunlu olarak iyidir, bizim
tabiatýmýza aykýrý olmasý bakýmýndan zorunlu olarak kötüdür. Daha sonra da bu ön
ermelerden þu sonuçlara varýyor:
Aklýn ilkelerine (prensip) göre yaþamaklýðýmýzdan ileri gelen iyilik yapma isteð
ine dindarlýk diyorum. Ýnsaný, aklýn
ilkesine göre, dostluk baðýyla baþka insanlara baðlanmaya zorlayan isteðe namusl
uluk diyorum. Aklýn ilkelerine
göre yaþayan insanlarýn övdükleri kimseye namuslu diyorum. Dostluk baðýndan kaçý
nan ve ona aykýrý davranan
kimseye namussuz diyorum. Böylelikle, söylediklerimden, gerçek erdemle güçsüzlük
arasýndaki fark, baþka bir
deyiþle gerçek erdemin aklýn ilkelerine göre yaþamaktan baþka bir þey olmadýðý v
e güçsüzlüðün de ancak insanýn
kendi dýþýnda olanlarca yönetilmesine kendini býrakmasýndan baþka bir þey olmadý
ðý kolayca anlaþýlýr.
Spinoza, aklýn ilkelerini de þöyle anlatýyor: Aklýn ilkesi, insanýn kendi kaza
ncýný ve kendine yararlý olan þeyi
araþtýrmasýdýr. Akýl, tabiata aykýrý hiçbir þey istemez. O halde o, herkesin ken
di kendisini sevmesini, kendi iyiliðini
istemesini, gerçekten kendisine yararlý olan þeyi aramasýný, onu daha çok yetkin
liðe götürecek olan þeylere
yönelmesini, kendi varlýðýný korumasýný buyurur. Erdemin temeli, insanýn kendi v
arlýðýný korumak için yaptýðý
çabadan baþka bir þey deðildir ve üstün mutluluk insanýn ancak kendi varlýðýný k
orumasýndan ibarettir. Dýþýmýzda
bize yararlý olan þeyler vardýr, varlýðýmýzý korumak için gereksediðimiz bu þeyl
eri de istemeliyiz. Yan yana gelen iki
insan, ayrý ayrý iki insandan iki kat daha güçlüdür. Þu halde insana insandan da
ha yararlý bir þey yoktur. Öyleyse
insanlar, bütün tenlerin tek ten, bütün nefislerin tek nefis olacak biçimde birl
eþmesinden baþka bir þey istemezler.
Böylece birleþince kendi varlýklarýnýn korunmasý için birleþik çabada bulunurlar
, birleþik yararlarý olan þeyi ayný
istekle araþtýrýrlar. Bundan þu sonuç çýkar ki, akýlla yönetilen insanlar, aklýn
ilkelerine göre kendi kazançlarýný
araþtýran insanlar baþkalarýna olmasýný istemedikleri þeyi kendilerine de isteme
zler ve bunun içindir ki onlar
adaletli, sadýk, namusludurlar (Etika, dördüncü bölüm, XViii'nci önermenin schol
ie'si). Spinoza'ya göre, insanýn
kendi
çýkarýný ve kendine yararlý olan þeyi araþtýrmasýný gerektiren aklýn bu ilkeleri
ni dindarlýðýn ve erdemin temeli deðil
de, tersine, dinsizliðin ve erdemsizliðin temeli sananlar aldanmaktadýrlar. Erde
m, insanýn kendi varlýðýný korumasý
için en yararlý þeydir ve hiçbir þey insanýn varlýðýný korumak bakýmýndan ondan
daha yararlý deðildir. Erdem, iþte
bunun için, bütün insanlarca istenmelidir.
Þu halde denize düþen küçük bir çocuðu kurtarmak için elbisenizin ýslanmasýný,
cüzdanýnýzýn denizin dibine
düþmesini, hastalanmayý, boðulmayý göze alarak hemen atlamalýsýnýz. Çünkü siz de
denize düþerseniz sizin için de
atlamalarý gerekir. Baþkalarýna olmasýný istemeyeceðiniz þeyi kendiniz için de i
stemeyeceðinize göre, kendiniz için
istediðinizi baþkalarý için de isteyeceksiniz. Bu türlü davranýþ, akla aykýrý bi
r davranýþ deðil, Spinoza'ya göre akla
uygun bir davranýþtýr. Sonunda gene kendi çýkarýnýz söz konusudur.
Akla uygun davranmak, tabiatýmýzýn zorunluðundan çýkan þeyleri yapmaktan baþka
bir þey deðildir, diyor Spinoza.
Þu halde akýllý insanlar acý duymazlar, kimseye acýmazlar, piþman olmazlar. Aklý
n ilkelerine göre yaþayan bir
insanda bütün bunlar kötüdür, yararsýzdýr, iþleme gücünü azaltýr. Ýnsan, erdemin
in elverdiði kadar, iyi iþlemeye ve
sevinç duymaya çalýþmalýdýr. Spinoza, önce, þu gerçeði ortaya atýyor: Öz varlýkt
a (nefis) özgür bir irade yoktur. Öz
varlýðýn bir þeyi ya da baþka bir þeyi istemesi, nedenle (sebep) gerektirilmiþ o
lup o neden de baþka bir nedenle
gerektirilmiþtir ve bu sonsuz olarak böyle gider (Etika, ikinci bölüm, önerme XL
Viii'nci).
Descartes'cý Spinoza'yý Descartes'tan ayýran özellik, bu zorunluðu Tanrýya kad
ar götürmesidir. Spinoza, bu açýdan,
eski Yunan düþünürleriyle birleþiyor. Tanrý da (eski Yunan'da Tanrýlar da) bu zo
runluða baðlýdýr. Descartes bütün
bilgilerin temelinde Tanrý özgürlüðünü buluyordu Descartes'a göre gerçek özgürlü
k Tanrýdaydý, Tanrý isteseydi
baþka türlü olabilirdi. Spinoza'nýn doða Tanrýsýysa zorunlu olarak vardýr ve her
þeyi, özgür iradesiyle deðil,
tabiatýndan gelen bir zorunlukla belirlemiþtir.
Spinoza, bu düþüncesini, Etika'nýn birinci bölümüne yazdýðý ekte þöyle açýklýy
or: Ýnsanlar, kendi isteklerini güden
nedenleri bilmedikleri için, kendilerini özgür sanýrlar. Çevrelerindeki her þeyi
n de kendileri için yapýldýðýný
kafalarýna koymuþlardýr. Bundan ötürüdür ki, kendi özgürlüklerine benzer güçlü b
ir özgürlüðün, hep kendilerini
düþünüp kendileri için çalýþtýðýna inanýrlar. Bu üstün varlýðýn ne kendisini, ne
nedenini, ne düþünce biçimini
bilirler. Bundan ötürüdür ki ona, kendi biçimlerini; kendi nedenlerini, kendi dü
þüncelerini yakýþtýrýrlar. Bunca,
birbirinden ayrý görünen, tapýnýþlarýn özeti budur. Bütün bu yanýlmalarýn zorunl
u sonucu olarak da, ona tapmakla,
onu hoþnut ettiklerini sanýrlar. Doymak bilmez hasisliklerini doyurabilmek için
bütün doðayý hizmetlerinde
kullanmak isteðindedirler. Tanrý da, elbet, onlarýn hizmetinde olacaktýr. Tapmak
, gerçekte, hizmete çaðýrmaktýr. Bu
yanlýþ ön düþüncenin (prejuge, peþin yargý, boþ inan) zorunlu sonucu da, onlarý
ereksel nedenselliði (gai illiyet)
aramaya sürüklemiþtir (daha açýk bir deyiþle, insan kafasýna takýlan gereksiz so
ru þudur: Bütün bu olup bitenlerin
gayesi nedir acaba?). Eh, bu erek, insanlarýn mutluluðu olmalýydý her halde. Böy
lesine bir ön düþünceden doðacak
metafiziði düþünün artýk. Ýnsanlar, kendi mutluluklarý için doðada bulduklarý bi
rçok þeylerin yanýnda canlarýný
sýkan fýrtýnalar, yer depremleri, hastalýklar, kötülükler gibi birçok þeylere de
rastladýlar. Ya bunlar nedendi?..
Bunlar da Tanrýlara gerekli saygýnýn gösterilmediði zamanlarda oluyordu her hald
e. Kýsýr döngüye (daire-i faside)
girilmiþti bir kez. Tap ve iste. Tapýnmaný çoðalt ve isteðini artýr. Deney, duru
p dinlenmeksizin bu yanlýþ
uslamlamalara karþý kendini gösterdiði ve her gün milyonlarca örnekle iyilikler
ve kötülükler sofularla sofu
olmayanlarýn baþýna ayný oranda geldiði halde, insanlar kendilerini bu peþin yar
gýlarýndan kurtaramazlar. Tanrýlarý,
içinden çýkýlmaz bir çeliþmeyle hem iyi hem kötü saymak, daha akla uygun bir sis
tem kurmaktan kolay geldi. Buysa,
insanlarý, Tanrý yargýsýnýn sonsuz derecede insan aklýnýn üstünde bulunduðu kura
mýný yerleþtirmeye götürdü. Eðer,
þeylerin-ereksel nedenselliðini bir yana býrakarak özlerini ve özelliklerini göz
önünde tutan matematik bilimler,
insanlara doðru yolu göstermeseydi bu karanlýðýn içinde boðulup gitmek iþten bil
e deðildi. Gerçekte, ereksel
nedensellik bir kuruntudan ibarettir. Doða, belli bir ereðe göre deðil, tabiatýn
dan gelen bir zorunluktan ötürü
davranýr.
Spinoza'ya göre Tanrý, doða demektir. Doða, var olmak için kendinden baþka bir
þeyi gereksemeyen þeydir. Her
þey, bu tek varlýktan zorunlukla meydana gelmiþtir. Zorunluk, doðanýn tabiatýnda
vardýr ve doða ne yapmýþsa bu
zorunluktan ötürü yapmýþtýr. Özgürlük yoktur. Spinoza gibi matematiksel bir kafa
nýn bu sonuçla yetinemeyeceði
açýktýr. Nitekim Etika adlý ünlü yapýtýnýn son bölümü þu baþlýðý taþýmaktadýr: A
klýn gücü ya da insanýn özgürlüðü
üstüne... Spinoza bu bölüme þöyle baþlýyor: Sonunda, Etika'nýn insaný özgürlüðe
götüren yolu inceleyen bu
bölümüne geçiyorum. Bu bölümde aklýn gücünü anlatacaðým. Aklýn, duygulanýmlar (a
ffection, teessür, tahassüs)
üstünde ne yapabileceðini, özgürlük ya da öz varlýðýn üstün iyiliðinin (beatitud
e) ne olduðunu göstereceðim.
Burada, bilgili kiþinin bilgisiz kiþiye ne kadar üstün olduðunu göreceðiz. Aklýn
yetkinleþtirilmesi ve vücudun
korunmasý týbbýn iþidir. Benim yapacaðým sadece aklýn, duygulanýmlarý dizginleye
bilmek için ne kadar gücü
bulunduðunu göstermektir. Önceki bölümlerde bu gücün salt (mutlak) bir güç olmad
ýðýný göstermiþtim.
Spinoza'nýn bu sözlerinde altýný çizeceðimiz gerçekler þunlardýr:
1- Ýnsanýn özgürlüðü, aklýn gücünde belirir.
2- Aklýn gücü, bilgiyle gerçekleþir.
3- Aklýn gücü, salt (mutlak) bir güç deðil, baðýntýlý bir güçtür.
Karþýt bir düþünce olarak, burada,Spinoza'nýn da yaptýðý gibi, stoacýlarý kýsa
ca anmak yararlý olacaktýr: Salt
zorunlukçu olan stoacýlar, duygulanýmlarýn salt irademize baðlý olduðunu ilerisü
rmüþlerdi. Onlara göre, irademiz
vücudumuzu eðitebilir, duygulanýmlarýmýza kesin olarak egemen olabilirdi. Niteki
m stoacý köle Epiktetos, bacaðýný
kýran efendisine, yüzünü bile buruþturmadan, bu kadar oynarsan bacaðýmý kýrarsýn
dememiþ miydim? diye
mýrýldanmýþtý.
Spinoza, haklý olarak, bu düþüncenin karþýsýndadýr. Duygulanýmlarýmýza böyle b
ir güçle egemen olmamýz mümkün
deðildir (Epiktetos'un acý duymamasý deðil, duyduðu acýyý belli etmemesi baþka b
ir konudur). Bu arada Descartes'ýn
da, stoacýlarýn bu görüþünü desteklediðini, kayýtsýz irademizin salt gücünü kaný
tlamaya çalýþtýðýný hatýrlayalým.
Descartes, özgürlüðümüzü bu irade gücümüze baðlýyordu. Özgürdük, çünkü irademiz
tasdik edebildiði gibi ret de
edebilirdi. Bunda, sýnýrsýz olarak, serbestti. Spinoza'ysa, ondokuzuncu yüzyýlda
doðrulanacaðý gibi, böylesine bir
özgürlüðe hiçbir zaman eriþemeyeceðimiz kanýsýndadýr. Spinoza bu doðru sonuca ke
ndi yöntemiyle (Descartes'ýn yöntemi)
varmýþtýr ve irademizin tasdik ya da ret iþinde belirleyici koþullarýn oynadýðý
önemli rolü bilmemektedir. Pek
derinden ve yetkiyle kavradýðý tek þey, doðal zorunluktur.
Spinoza, ünlü yapýtýnýn beþinci bölümünün iii'ncü önermesinde, insan özgürlüðü
nü iþlemeye baþlýyor: Pasif bir hal
olan duygulaným, bulanýk bir düþüncedir. Biz, bu duygulanýmdan açýk seçik bir dü
þünce elde edersek, bu
düþünceyi, aklýmýzla o duygulanýmdan ayýrmýþ olacaðýz. O halde, biz bir duygulan
ýmý ne kadar çok tanýrsak, o
duygulaným o kadar egemenliðimiz altýna girmiþ olacaktýr.
Ayný bölümün Vi'ncý önermesinin scholie'sinde de þu pek önemli sonuca varmakta
dýr: Þeylerin zorunlu olduðu
bilgisine, daha açýk seçik bildiðimiz tikel þeylerde ne kadar çok rastlarsak, öz
varlýðýn (nefis) duygulanýmlar
üstündeki gücü de o kadar büyük olur. Gündelik deneyin bize gösterdiði budur. Ni
tekim, kaybolan bir maldan
dolayý duyduðumuz acýnýn, onu korumanýn bizce mümkün olmadýðý bilgisiyle yumuþad
ýðýný görmekteyiz. Spinoza,
saðlam bir yolda yürümektedir: Özgürlük, zorunluðun bilgisini gün yüzüne çýkarma
ktadýr. Ýnsan, özünü anlamadýðý
nedenlerin kölesidir. Bu nedenleri bilirse, bilgiyle davranýr ve özgürleþir. Ýra
de, akýldan baþka bir þey deðildir: Aklý
da akýl eden bilgidir. Aklýn dýþýnda olarak düþünülen irade özgürlüðü boþ bir ku
runtudur. Seçmek zorunda bulunduðumuz
için seçeriz. Önemli olan, neyi seçmek zorunda bulunduðumuzu açýk seçik bilmemiz
dir. Bu gerçeði,
Sokrates, verdiði bir örnekle, aydýnlatmýþtý: Sonraki acýyý bilmeyen bilgisiz ya
kýn mutluluðu seçer, yarasýna býçak
vurdurmaz. Sonraki mutluluðu bilen bilgili yakýn acýyý seçer, yarasýna býçak vur
durur. Her ikisi de, seçimlerinde,
zorunluðun peþinden gitmektedirler. Ancak, bilgidir ki gerçek zorunluðu sahtesin
den ayýrabilir. Bilgisizin
zorunluðu mutsuzluða, bilgilinin zorunluðu mutluluða ulaþtýrýr. Yarasýna býçak v
urdurmazsa öleceðini ya da
yarasýna býçak vurdurursa kurtulacaðýný bilmeyen bilgisizin zorunluðu, elbette,
býçaðýn vereceði acýdan kaçmak
olacaktý. Ýþte bu bilgidir ki kiþiyi özgür kýlar, zorunlu olaylara egemen yapar.
Bu seçim, hiçbir zaman, bilgisiz bir
iradenin keyfine göre gerçekleþmemiþtir. Kayýtsýz irade gibi görünenin altýnda,
her zaman, bir zorunluk
yatmaktadýr.
BOÞ KAÐIT. Yeni doðmuþ bir çocuðu düþünün. Diyelim ki, onun ruhu bir yaprak ka
ðýttýr. Ýþte soru: Bu kaðýt boþ
mudur, dolu mudur?.. Descartes'ýn da savunduðu Platoncu düþünceye göre bu kaðýt
doludur: Bilgi, doðuþtandýr. Bu
bilgileri meydana çýkarmak için aklý iþletmek, usa vurmak (muhakeme etmek) yeter
. Spinoza'yla ayný yýlda doðan
bir baþka XVii'nci yüzyýl çocuðu, Ýngiliz düþünürü John Lock'a (1623-1704) göre,
bu kaðýt boþtur. Bu kaðýt,
yaþadýkça, deneyler ve gözlemlerle doldurulacaktýr. Aptallarýn ve bilgisizlerin
kaðýtlarý ömürleri boyunca bomboþ
kalýr. Doðuþtan bilgi yoktur. Hem doðuþtan olmak, hem de bilinmemek saçmadýr, çe
liþiktir. Kaðýt doðuþtan dolu
olsaydý bilinmesi gerekirdi. Kimi gerçekler üstünde bütün insanlar birleþiyorsa
böyle bir gerçek yoktur ya bu
birleþme, o gerçeðin doðuþtan olduðunu tanýtlamaz. Kendisine sözü edilmeyen bir
gerçeði kendiliðinden bilen tek
kiþi gösterilemez çünkü. Hoþlanma ve tiksinme (haz ve elem) eðilimleri doðuþtan
olabilir ama, bunlar birer bilgi
deðildirler. Bilgiler, duyularla alýnýr, kendiliðinden (a priori) deðildir. Duyu
lar yoluyla alýnmamýþ olan hiçbir bilgi
gösterilemez. Soyut kavramlar bile duyular yoluyla edinilir. Erdemin doðuþtan ol
madýðý her bakýmdan bellidir,
çünkü her çaðda ve herkesçe benimsenmiþ genel bir erdem yoktur. Vicdanlar da çað
lara, uluslara, dinlere,
anlayýþlara göre deðiþmektedir. Benim vicdanýmý sýzlatan, ayný eðitimi görmemiþs
ek, sizin vicdanýnýzý
sýzlatmayabilir. Ýlkelerin doðuþtan olduðunu ilerisürmek erdemsel eðitimin gerek
sizliðine inanmak demektir.
Gereksizdir de yüzyýllardan beri niçin onun peþindeyiz? (Pensees sur l'Eduction,
Eðitim Üstüne Düþünceler). Hem
eðitimi önermek, hem de bilginin doðuþtan olduðunu savunmak çeliþiktir.
Ruh baþlangýçta düz, yazýsýz, boþ bir kaðýttýr. Bu kaðýt, duyumlarýn getirdiði
deneylerle dolar. Duymadan önce
düþünemeyiz. Erdem düþüncesi de duyularla gelmiþtir. Erdem, bir otoriteye uymakt
ýr. Erdemi buyuran baþlýca üç
otorite vardýr: Tanrý otoritesi, devlet otoritesi, görenekler otoritesi... Erdem
, ancak bu otoritelerden birine, ikisine,
ya da tümüne baðlanmakla var olabilir. Baðlanmayan için erdem zorunlu deðildir.
Ýngiliz düþünürü Lock, görüldüðü gibi, düþünce zincirinin önemli ustalarýndan
biridir. Deneyden baþka hiçbir
yöntem tanýmamakla, Bacon' la beraber, günümüze kadar varan Ýngiliz düþüncesini
büyük ölçüde etkilemiþtir.
Doðuþtan bilgi olamayacaðýný savunarak Descartes'ý bir hayli yýpratmýþtýr. Skola
stik anlayýþa en yýkýcý
vuruþu indirmiþtir. Erdemi bir buyruðun sonucu saymakla törebilimcilerin yolunu
aydýnlatmýþtýr. Gene bu açýdan,
duyumculara, faydacýlara temel olmuþtur. John Lock, evrene ve onun olaylarýna öz
dekçi bir gözle bakýyor. Spinoza
ve Locke'la ayný yýlda doðan bir baþka XVii'nci yüzyýl çocuðu, Richard Cumberlan
d (1632-1716), erdem alanýnda
XViii'nci yüzyýl düþüncesine öncülük etmektedir. XViii'nci yüzyýl erdemcileri ba
þlýca iki yolda yürüyeceklerdir:
Cumberland'ýn yolu, Hobbes'ýn yolu... Cumberland, Hobbes'a karþý bir direnmedir.
Bilindiði gibi Thomas Hobbes
(1588-1679) erdemi, herkesin herkesle kavgasýnýn zorunlu bir sonucu saymaktaydý.
Devlet, bir dereceye kadar,
herkesin herkesle kavgasýna son verdiði için erdem de, devlet buyruklarýný yerin
e getirmek demekti. Bu bakýmdan
Hobbes da Locke gibi düþünmüþtü. Ýþte Cumberland bu düþünceye karþý çýkmaktadýr.
Cumberland'a göre, erdem bir güvenlik gereksemesi deðildir. Ýnsan, toplum, dev
let ve evren ayný amaca doðru
yürümektedirler. Bu amaç, en üstün iyiye varmak amacýdýr. Ýnsan, ne topluma, ne
devlete, ne de evrene karþý
deðildir, tersine, onlarla uyumludur, büyük bütünün bir parçasýdýr. Erdem, korku
nun deðil, bu bütüne varmak
eðiliminin bir sonucudur. Ýnsaný kendine sevdiren bencil içgüdünün yanýnda insan
ý insana sevdiren özgecil bir
içgüdü de vardýr. Doðal yasa (tabii kanun), bütün evrenin, her türlü varlýklarýy
la birlikte, en yüksek iyiye
yönelmesini buyurur. Ýþte akýl insana bu doðal yasayý gösterir. Ýnsan da bu doða
l yasaya özgecil (diðergam, alturist)
içgüdüleriyle uyarak bütün insanlarýn, bütünüyle evrenin iyiliðini ister. Çünkü
kendi mutluluðu da bu isteðin
peþinden gitmektedir. Bencil (hodgam, egoist) içgüdünün verdiði bir mutluluk da
vardýr elbet. Ama bu mutluluk
sürekli deðildir. Öteki mutluluksa süreklidir, sonsuz haz vericidir. Çünkü insan
, ancak evren ve toplumla uyumlu
olarak yaþarsa mutlu olabilir. Þu halde Cumberland'a göre erdem, Hobbes'ýn dedið
i gibi bir korkunun sonucu deðil,
bir sevginin sonucudur; bir bencilliðin sonucu deðil bir özgeciliðin sonucudur;
bir güvenlik gereksemesi deðil, bir
mutluluk gereksemesidir; bir devlet buyruðu deðil, bir Tanrýya yönelme eðilimidi
r. Bir duygu iþi deðil, bir us iþidir.
(De Legibus Naturae, Doða Yasalarý Üstüne).
HER ÞEY ÝYÝDÝR. Bu üç yýldaþtan (ayný yýlda doðan Spinoza, Locke, Cumberland)
on dört yýl sonra bir baþka
XVii'nci yüzyýl çocuðu, Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1717) doðacak ve fiziði
metafizikle açýklamaya çalýþarak,
düþünce zincirini aydýnlanma çaðýna doðru aðýr aðýr izlemekten hoþlanan bizleri
bir hayli þaþýrtacaktýr. Çaðýnýn
bütün teknik bulgularýyla ilgilenmiþ, bu bulgulara katkýda bulunmaya çalýþmýþ, t
eoriyi pratikle birleþtirmeye
uðraþmýþ ilginç bir düþünürdür.
Varlýk, som bir bütün deðil. Taþ, böcek, ot, insan, yýldýz vb. gibi çeþitli bi
çimlerde beliriyor. Bu biçimler, deðiþik
görünüþlerinin altýnda, ayný yapýyý taþýyorlar. Demek ki bunlar, özdeksel ya da
ruhsal olsun, ayný temel öðenin
bileþikleridir. Bu bileþikleri meydana getiren temel öðe nedir? Ýþte monat düþün
cesi de, felsefenin bu ana sorusuna
verilmiþ karþýlýklardan biridir. Evrendeki bu çeþitli bileþikleri belki sonsuzca
parçalayabiliriz. Ama bu soruyu
karþýlayabilmemiz için artýk baþkaca parçasý olmayan (Yu. Atoma), yani parçalana
mayan bir birim tasarýmlamamýz
gerekir. Bu birim, kuvve halinde de olsa, çeþitli bileþiklerin som bütünlüðünü,
yani tüm varlýðý içermelidir. Daha
açýk bir deyiþle, özdeksel ve ruhsal, tüm varlýkta ne varsa bu birimde de bulunm
alýdýr. Böyle olmasaydý varlýk bu
birimlerin bir bileþiði olamazdý. Fizikte atom ve metafizikte monat adý verilen
bu birim çeþitli düþünürlerce
(Pitagorasçýlar, Platon, Yeniplatoncular, Giordano Bruno, Van Helmont, Henry Moo
re, Diderot, Voltaire, Kant,
Renouvier vb.) çeþitli açýlardan yorumlanmýþtýr. Ne var ki monat'ý, felsefesinin
temel kavramý yaparak, üne
kavuþturan Alman düþünürü Leibniz olmuþtur. Monat düþüncesini, Leibniz'den önce
ki zincirin sözü edilmeye
deðer son halkasý olarak kullanan ve Leibniz'e kaynaklýk eden Ýtalyan düþünürü G
iordano Bruno, onu bireysel
Tanrýlýk olarak tanýmlamaktadýr. De Monade ve De Triplici Minimo (1591) adlý yap
ýtlarýnda Bruno, doðayla
Tanrýyý bir sayan kamutanrýcý bir anlayýþla doða Tanrýnýn monatlardan geldiðini
ilerisürer. Her monat, bu doða
Tanrýnýn bireysel bir biçimidir. Bu yüzdendir ki evren, en küçük zerresinde bile
ayný niteliði taþýr ve canlý-ruhludur.
Doða-Tanrý ya da Tanrý-doða (Bruno'nun kamutanrýcýlýðý kendine özgü ve çok parla
k bir bilinçle meydana
getirilmiþ bir doða-Tanrýcýlýktýr), sonsuz ve sayýsýz bireysellikleri olan monat
larda bütünüyle içkindir. Bu
yüzdendir ki monatlar sonluyla sonsuzu, kendi özel yasalarýyla evrenin genel yas
alarýný, özdeksellikle ruhsallýðý
birlikte taþýrlar. Alman düþünürü Leibniz, kendi monat kavramýný, özdekçi yanýnd
an temizlediði Bruno
düþüncesine dayamýþtýr. Onun için monat, ruhsal bir töz'dür (cevher). Monadologi
e (1714) adlý yapýtýnda,
monatlarý, Bruno gibi sonsuz sayýda tasarlar; bu tasarýmýyla da Descartes' ýn üç
ve Spinoza'nýn tek töz
tasarýmlarýndan ayrýlýr. Leibnizin monatlarý da, Bruno'nunkiler gibi, evrenin bü
tününü içerirler; ne var ki yer
kaplamazlar ve tüm ruhturlar. Leibniz'e göre karmaþýk olan yalýn olanlardan kur
ulu olmalýdýr, yalýn olanlarsa yer
kaplamazlar, yer kaplamayan özdek deðildir, özdek olmayýnca da mutlaka zihinseld
ir. Doðanýn gerçek atomlarý (Fr.
Les Veritables Atomes de la Nature), monatlardýr.
Bütün bileþikleri onlar meydana getirirler. Monatlar, çeþitli derecelerde birb
irlerine benzerlerse de biri ötekinin
ayný deðildir, çünkü evrende birbirinin ayný olan iki þey yoktur ve bir þeyin ay
ný olan ancak onun kendisidir.
Leibniz bu savýyla ruhsal monatlarý özdeksel atomlardan ayýrmaktadýr; atomlar ay
ný nitelikte olarak sonsuz
sayýdaydýlar, monatlarsa ayrý niteliklerde olarak sonsuz sayýdadýrlar. Evren mon
atlardan kurulmuþtur. Bu bakýmdan
monatlar, geliþmemiþ monatlardan geliþmiþ monatlara yükselen bir sýralanma düzen
i içindedirler. Her monat kendi
geliþme olanaðýný kendi içinde taþýr, baþkaca bir monattan etkilenmez ve baþkaca
bir monatý etkileyemez (Leibniz'in
ünlü deyimiyle: Monatlarýn pencereleri yoktur). Monatlarýn tasarýmlama ve iþtahl
anma güçleri vardýr, bu güçlerle
bilgiler edinirler. Yüksek bir monatý daha aþaðý bir monattan ayýran da bu bilgi
derecesidir. Her monat, gelecekteki
bütün durumlarýný da içinde bulundurur ve sonsuzca geliþme olanaðýna açýktýr. Mo
natlar arasýndaki ilgi ve düzen,
Tanrýca önceden kurulmuþ bir uyumun sonucudur. Bu uyum, pencereleri olmadýðýndan
ötürü birbirlerine hiçbir
etkide bulunamayan monatlarda bir karþýlýklý etki görünüþü doðurur. Monatlar düz
eninin en altýnda özdek monatý
(Leibniz'e göre bu özdek, özdeksiz ve ruhsal bir özdektir) en üstünde de en yetk
in monat olarak Tanrý monatý
bulunur. Aradaki monatlarsa inorganik evrenle organik evrenin monatlarýdýr. Orga
nik evrenin monatlarý aþaðý
derecedeki hayvanlarýn, yukarý derecedeki hayvanlarýn ve insanlarýn monatlarý ol
mak üzere üç ana bölümde
sýnýflanýr. Bu sýnýflama, bulanýk duyum ve algýlardan açýk seçik algý ve duyumla
ra doðru yükselen bir geliþmeyi
gösterir. Bu anlayýþa göre sýralanmanýn en altýndaki özdek monatýnda da en yükse
ðindeki olanaklar (algýlama,
tasarým ve iþtah güçleri) kuvve halinde bulunmaktadýr. Bu özdek, Leibniz'e özgü
bir paradoks olan özdeksiz bir
özdek olsa bile, Tanrýlýk olanaðý da içeren bir özdektir. Leibniz' in dolaylý ol
arak meydana koyduðu bu özdeksel
sonuç, kaçýnýlmazlýðý oranýnda, pek parlak bir sonuçtur.
Bütün bunlara karþý Leibniz, Tanrýlýk düzeyde, olabildiðince iyimserdir (optim
ist). Sanki Nietzsche'nin
kötümserliðini (pesimist) yüz elli yýl öncesinden sezmiþ de onu þimdiden karþýla
mak istermiþ gibidir. Þöyle der:
Dünyamýz, mümkün olan dünyalarýn en yetkinidir. Bu yetkin dünyada her þey en iyi
dir. Voltaire, Candide adýný
taþýyan çok hoþ kitabýnda, ona, mümkün olan alemlerin bu en mükemmelinde sana bi
r temiz sopa çekersem bu da
mý en iyidir? sorusunu soracaktýr, ama bu soruya daha bir hayli yýl vardýr (Alma
n düþünürü Leibniz öldüðü yýl,
Fransýz düþünürü Voltaire yirmi iki yaþýndaydý).
Leibniz'e göre özdek (madde) sadece, Spinoza'da olduðu gibi, yer kaplama nitel
iðiyle açýklanamaz, Özdek, cansýz
bir yer kaplamadan ibaretse çekme, itme, sýcaklýk, ýþýk nedir? Özdek, her þeyden
önce bir direnmedir, bir güçtür
(kuvvet). Evrendeki sayýsýz güçler arasýndaki birliði saðlayan, Tanrýca önceden
kurulmuþ ve saptanmýþ bir uyum, bir
öncel düzen'dir (Fr. L'harmonie preetablie). Leibnizin açýsýndan erdem, doðuþtan
dýr, dýþarýdan gelmiþ bir bilginin
sonucu deðildir. Çünkü dýþarýdan hiçbir bilgi gelemez. Ne doðum ne de ölüm vardý
r. Bunlar, ancak, monatlarýn
sonsuz geliþmesinde birer görünüþten ibarettir. Ölmezlik, bir zorunluluktur. Ýns
an, kendi öz tabiatýna karþý
baðýmsýz, kendi kendine karþý özgür olamaz. Þu halde, erdem, bir zorunluktur. Ta
nrý, bu monatlar monadý, mümkün
olan alemlerin en iyisini zorunlu olarak yaratmýþtýr. Kötülükler, ancak, eþyanýn
ayrýntýlarýndadýr ve iyiliklerin
parlaklýðýný artýrmaya yararlar. Yoksa, bütün, en yüksek derecede mükemmeldir. B
u mükemmel bütünde her þey
mükemmeldir. Þu halde erdem, bu mükemmelliðin zorunlu sonucudur. Mükemmel bütünd
e hiçbir þey, isteyebilse
de, bu mükemmellikten kurtulamaz. Þu halde erdemsizlik, mümkün deðildir. Tanrýlý
k irade, Tanrýlýk zekanýn
emrindedir. Tanrý, ne tabiatýn ve ne de erdem yasalarýnýn özgür yaratýcýsý deðil
dir. Yaratmak zorundaydý, yarattý.
Evren gibi, erdem de; bu zorunluðun ürünüdür. Mutlu olmak için mutlu bir çevrede
yaþamak gerekiyor. Leibniz,
mutluluklarýný arayan insanlara bu çevreyi göstermektedir: Dünya Tanrýlýk düþünc
ede sonsuz sayýda mümkün
evrenler vardý, diyor Leibniz. Bunlardan ancak bir tanesi var olabilirdi. Tanrýn
ýn baþka bir evren yerine bunu
seçmesini gerektiren neden, onun sonsuz iyiliði, sonsuz bilgeliði, sonsuz gücüdü
r. Tanrý iyiliðinin, bilgeliðinin,
gücünün ona seçtirdiði en iyi olacaktý elbet. Sevilen þeyin mutluluðu, kiþiyi mu
tlu kýlar. Tanrýnýn yetkinliðini seyre
dalarak, her türlü iyiyi yarataný gereði gibi seven kiþilerin zorunlu mutluluðu
da bundan ötürüdür. Evrenin düzenini
biraz anlayabilseydik, onun, en bilgili insanlarýn istediklerini kat kat geçtiði
ni, onu olduðundan daha iyi kýlmanýn
mümkün olmadýðýný görürdük. Bu evren, yalnýz genel olarak bütün için deðil, ayný
zamanda ayrý ayrý her birimiz
için de en iyi evrendir (Monadoloji, 53, 55, 90. fýkralar). Fransýz düþünürü Vol
taire (1674-1778), ünlü Felsefe
Sözlüðü'nün Her þey iyidir (Bien-tout est) maddesinde, Leibnizin bu düþüncesini
þöyle eleþtirmektedir: Bir elmayý
yedik diye sonsuz bir ömür süreceðimiz bir haz ülkesinden kovulmuþuz. Bin bir yo
ksuluk içinde, hepsi acý çekecek
ve baþkalarýna da çektirecek çocuklar meydana getirmiþiz. Önümüzde bütün hastalý
klara tutulmak, bütün dertlere
uðramak, acýlar içinde ölmek, sonra da, bir fenalýk olarak, yüzyýllarýn sonsuzlu
ðu içinde yanmak var. Leibnizin
iyilik, yetkinlik dediði bu mu? Mesanemde bir taþ mý peydahlanýyor, bu hayran ol
unacak bir mekaniktir. Taþlý
usareler yavaþ yavaþ kanýma karýþýyor, oradan böbreklere süzülüyor, sidik borusu
ndan geçip mesaneye yerleþiyor,
orada yetkin (mükemmel) bir Newton çekimiyle birikiyor. Ben de bu dünyanýn en ye
tkin düzeni içinde ölümden bin
beter sancýlar çekiyorum. Bir cerrah geliyor, apýþ arama sivri bir þiþ saplýyor,
taþ zorunlu bir mekanikle parçalanýyor,
ben de ayný mekanikle dayanýlmaz acýlar içinde ölüyorum. Bütün bunlar iyidir, öy
le mi? Ýþte taþtan, damla
hastalýðýndan, bütün cinayetlerden, bütün acýlardan, ölümden meydana gelmiþ anla
þýlmaz bir genel iyilik (Felsefe
Sözlüðü, I. cilt, s. 105).
Voltaire, ayrýca, dünya görüþünü de bir Suriye masalýyla açýklamaktadýr: Erkek
le kadýn, dördüncü kat gökte
yaratýlmýþlar. Cennet yemeði yerine kuru peksimet yemeye kalkmýþlar. Cennet yeme
ði deri deliklerinden uçup
gidermiþ. Ama peksimet yiyince ayakyoluna gitmek gerekmiþ. Ýyice sýkýþmýþ oldukl
arý halde ayakyolunu arayan
kadýnla erkek, rastladýklarý bir meleðe yol sormuþlar. Melek de onlara, dünyamýz
ý göstererek, iþte, demiþ, buradan
altmýþ milyon fersah ötede þu, gördüðünüz küçük yuvarlak yok mu, evrenin, ayakyo
lu orasýdýr. Mümkün olan
alemlerin en yetkininde yaþýyoruz, öyle mi?.. Fransýz alaycýlýðýný dürtmek için
bu saf Alman düþüncesinden daha
uygun bir konu bulunamazdý. Alman düþünürü Leibnizin bu iyimserliði, Fransýz düþ
ünürü Voltaire'i bir hayli
eðlendiriyor. Candide adlý yapýt, böylesine bir eðlencenin ürünüdür. Candide, sö
zcük anlamýný canlandýran, açýk
yürekli, budalamsý bir kiþidir. Eskilerin safderun dedikleri, Leibnizin bu iyims
erliðine inanmýþ, bön bir
oðlancaðýzdýr. (Voltairein L'Ingenu adýný taþýyan, aþaðý yukarý ayný anlama gele
n bir romaný ve bir kiþisi daha
vardýr. Onda da XVii'nci yüzyýl Fransa'sýyla alay eder. Voltairein örnek Fransýz
lara özgü kiþiliði bu
alaycýlýðýndadýr). Voltaire, Candidei altmýþ beþ yaþýnda yazdý. Leibniz öleli ký
rk üç yýl olmuþtu. Oysa, düþünceleri,
bir baþka büyük Alman düþünürü Christian Wolff'un (1679-1754) da yardýmýyla çaðý
ný etkilemiþ, geniþ yankýlar
uyandýrmýþtý. Wolff, Leibnizin daðýnýk düþüncelerini bilimsel bir sistem içinde
toplamýþtý. XViii'nci yüzyýlýn ikinci
yarýsý baþlarken, bütün Alman üniversitelerinde bu iki büyük düþünürün Leibnizo-
Wolffien adý verilen karma
öðretisi okutuluyordu.
Bu öðreti, evrenin iyi bir Tanrý eliyle yaratýldýðýný, mümkün alemler içinde m
ümkün olan en iyi alem olduðunu
ilerisürmekteydi. Görülen kötülükler bir zorunluðun sonucuydu. Tanrýsal sorumlul
uðun bu kötülüklerde parmaðý
yoktu. Doðada her þey zorunlu olarak var olmaktaydý. Yeter neden (sebeb-i kafi)
olmadan hiçbir sonuç doðmazdý.
Bununla beraber, insanoðlunun tikel buyrultusu (cüzi irade) da vardý. Yeter nede
nlerin zorunlu sonuçlara götüreceði
þu ya da bu yolu seçebilirdi. Ýnsanoðlu, önüne açýlmýþ olan birçok yollardan dil
ediðini seçmekte özgürdü. Candide,
Baron Tunder-ten-Tronk'un þatosunda oturuyor. Sayýn Baronun kýz kardeþinin evlil
ik dýþý çocuðudur. Ekmek elden
su gölden keyfince yaþamaktadýr.
Mutludur. Öðretmeni sayýn Pangloss, genç ve saf Candide'e, yeter nedensiz hiçb
ir sonuç olamayacaðýný ve
mümkün alemlerin en iyisinde Baron hazretlerinin þatosunun mümkün þatolarýn en i
yisi olduðunu öðretmektedir.
Ancak zavallý Candide, Baronun kýzý sevimli Bayan Kunegond'a aþýk olduðu için, m
ümkün alemlerin en iyisindeki
mümkün þatolarýn en iyisinden kovulacak, bu rahat yaþayýþtan ayrýlmak zorunda ka
lacaktýr. Kafasý, Leibnizo-
Wolffien iyimserliðiyle doldurulmuþ olan delikanlýnýn acýklý ve gülünç öyküsü bö
ylece baþlamaktadýr. Ýlkin, onu,
Bulgarlarýn asker toplayýcýlarý yakalýyorlar (Voltairein Bulgarlar dediði Prusya
lýlardýr).
Abarlara karþý savaþa sokuyorlar (Voltairein Abarlar dediði de Fransýzlardýr,
sözünü ettiði savaþ da 1756'da
baþlayan Yedi Yýl Savaþlarýdýr). Candide, mümkün alemlerin en iyisindeki mümkün
savaþlarýn en iyisinden
mümkün davranýþlarýn en iyisini yaparak, sývýþýyor. Oysa, gene de, þöyle düþünme
ktedir: Yeter nedensiz hiçbir
sonuç yoktur. Her þey zorunlu olarak zincirlenmiþ, en iyi amaç için düzenlenmiþt
ir. Sayýn Bayan Kunegond'un
yanýndan kovulmam, kýrbaçlanmam, ekmeðimi kazanmak için dilenmem gerekiyordu elb
et. Bütün bunlar baþka
türlü olamazdý. Bundan sonra, mümkün alemlerin en iyisinde, Candide'in baþýna ge
lmedik bela kalmýyor.
Soyuluyor, dayak yiyor, bindiði gemi batýyor; insanlarýn birbirlerini ezdiklerin
i, birbirlerinin kuyularýný
kazdýklarýný, kendi mutluluklarýný baþkalarýnýn mutsuzluklarýnda bulduklarýný gö
rüyor. Ona göre bütün bunlar yeter
nedenler yüzünden, mümkün alemlerin en iyisinde olup biten, zorunlu sonuçlardýr.
Candide, bu arada, sayýn Bayan Kunegond'u; sevgili öðretmeni Pangloss'u, Pangl
oss'un öðretisine karþý çýkan
kötümser düþünür Martini bulmuþtur. Bunlarýn da baþlarýna, mümkün alemlerin en i
yisinde, gelmedik bela
kalmamýþtýr. Hastalanmýþlar, dövülmüþler, çirkinleþmiþlerdir.
Hep birden Ýstanbul'a geliyorlar. Voltaire, gerçek saydýðý düþünceyi, bir Türk
düþünürüne söyletmek istemiþtir. Bu
gerçek düþünce, ne Pangloss'un öðrettiði iyimserlik, ne de Martinin öðrettiði kö
tümserliktir. Gerçek düþünce,
iyimserlikle kötümserliðin ortasýnda, dünyayý olduðu gibi gören, iyi yönleriyle
olduðu kadar, kötü yönleriyle de
kabul eden bir düþüncedir. Artýk Candide, bütün bönlüðüne raðmen, kuþkulanma yol
una girmiþtir. Sayýn öðretmeni
Pangloss'a soruyor: Peki, sevgili Pangloss, asýldýðýnýz, parçalandýðýnýz, dayak
yediðiniz, kürek cezasýnda acý
çektiðiniz zamanlarda da gene dünyada her þeyin yolunda gittiðini düþündünüz mü?
. Oysa Pangloss da, Martin
gibi, kendi düþüncesinde direnmektedir.
Panglossia Martin, durup dinlenmeden, tartýþmaktadýrlar. Bu sýrada Candide, Pa
ngloss ve Martinin gözlerinin
önünden kocaman kayýklarla Erzurum'a, Limnos'a, Midilli'ye sürülen paþalarla bey
ler geçmektedir. Sürülenlerin
yerlerini almak için baþka paþalarýn; baþka beylerin geldikleri görülmektedir. S
onra, sýralarý geldikçe; bunlar da
sürülmekte, öldürülmektedirler. Babýali'ye sunulmak üzere içleri samanla dolduru
lmuþ sýra sýra insan kafalarý
geçirilmektedir. Tartýþmalarýnýn hiçbir sonuca baðlanamayacaðýný anlayan Candide
, Pangloss ve Martin, bir Türk
derviþine baþvuruyorlar. Pangloss söz alarak: Sayýn derviþ, diyor, size, insan d
enilen bu acayip yaratýðýn niçin
yaratýldýðýný sormaya geldik?.. Derviþ, onlara ters ters bakarak: Sen ne karýþýy
orsun be adam, diye karþýlýk veriyor,
bu senin iþin mi ki?..
Candide, araya girerek: Fakat sayýn efendim, diye sýzlanýyor, yeryüzünde ne ka
dar çok kötülük var?.. Derviþ gene
süzüyor onlarý: Ýyilik olmuþ, kötülük olmuþ, bundan ne çýkar, diye karþýlýk veri
yor, padiþahýmýz Mýsýra bir gemi
gönderdiði zaman içindeki sýçanlarýn rahat olup olmadýklarýný düþünüyor mu? Pang
loss dayanamýyor: Peki, o halde
ne yapmalý? diye soruyor. Türk derviþi tek sözle karþýlýyor bu soruyu: Susmalý.
Pangloss: Sizinle, nedenler ve
sonuçlar üstüne, mümkün alemlerin en iyisi üstüne, kötülüðün doðuþu, ruhun özü ü
stüne konuþmaya gelmiþtik, diye
direnmek istiyor: Ama bu sözleri duyunca derviþ, onlarý kapý dýþarý ediyor.
Susmak... Elde ettiðimiz sonuç bu mudur? Bir bakýma, bütün mümkünlerin arasýnd
a uygulanabilecek tek mümkün,
buymuþ gibi görünmektedir. Oysa, Voltaire de, bizler gibi, bu sonuçla yetinmeyec
ektir. Türk derviþi, sadece
kuramsal gerçeði ortaya koymuþtur. Bu kuramsal gerçeðin uygu alanýndaki anlamýný
da bir Türk bahçývaný
belirtecektir. Ýyimser, kötümser ve kuþkucu üç filozofumuz, derviþin yanýndan ko
vulduktan sonra, bir müftünün
boðdurulduðunu duyuyorlar. Pangloss, rastladýklarý ihtiyar bir Türk bahçývanýna,
boðulan müftünün adýný soruyor.
Bahçývan, bahçesinin önündeki aðaçlarýn gölgesinde, serinlemektedir. Onlara: Bil
miyorum, diyor, hiçbir zaman ne
bir müftünün, ne de bir vezirin adýný öðrenmedim. Sözünü ettiðiniz olaydan da ha
berim yoktur. Genel iþlere
karýþanlarýn çoðu zaman kötü bir biçimde öldüklerini, buna da layýk olduklarýný
sanýyorum. Ýstanbul'da olup
bitenlerle ilgilenmem, bahçemin yemiþlerini Ýstanbul'a göndermekle yetinirim.
Pangloss'un sorusunu yeniden sorabiliriz: Peki, o halde ne yapmalý?.. Sorunun
karþýlýðýný ihtiyar bahçývandan
almýþ bulunuyoruz: Bahçemizin yemiþlerini yetiþtirmeli. Ama Pangloss inatçýdýr.
Ýhtiyar Türk'ün öðüdünü tutarak,
üç büyük kötülük olan sýkýntýyý, utancý ve yoksulluðu uzaklaþtýracak böylesine b
ir iþle uðraþacaðý yerde,
usanmaksýzýn çene çalmaktadýr (Voltaire'e göre, týpký Leibniz gibi). Ýkide bir,
Candide'e: Mümkün dünyalarýn en
iyisinde mümkün bütün olaylar zincirlenmiþtir, demektedir, eðer siz, sayýn Bayan
Kunegond'un aþký için güzel bir
þatodan tekmeyle kovulmamýþ olsaydýnýz, eðer engizisyon iþkencelerine katlanmamý
þ olsaydýnýz, eðer yaya olarak
bütün dünyayý dolaþmamýþ olsaydýnýz, eðer Baron hazretlerini kýlýçla biçmemiþ ol
saydýnýz, eðer güzel Eldorado
ülkesinden aldýðýnýz koyunlarý yitirmemiþ olsaydýnýz, þimdi burada, turunç reçel
iyle fýstýk yiyemezdiniz.
Artýk aydýnlanmýþ ölan Candide, Pangloss'un bu gevezeliklerine, romanýn son sözü
olan þu karþýlýðý veriyor: Bütün
bunlar güzel sözler ama... bahçemizi iþlemek gerek. Ama Leibniz, Voltaire'den ha
bersiz olduðu halde (Voltairein
Candide ou L'optimisme adlý yapýtý 1759 yýlýnda yayýmlanmýþtý, Leibniz kýrk üç y
ýl önce ölmüþtü) insan
düþüncesinde beliren her türlü soruyu karþýlamaya çalýþýyor: Tanrýnýn kötülükler
e neden izin verdiðini kesinlikle
anlamamýz mümkün olsaydý, bilebildiðimiz küçük nedenlerin yanýnda koskocaman ned
enler, bizim
düþünemeyeceðimiz büyüklükte nedenler görecektik. Tanrý, bütün parçalarý birbiri
ne baðlý olan bu yetkin evreni
titizlikle yaratmýþ, bunu yaparken her ihtimali hesap etmiþ, bu hesabýn sonunda
da birtakým kötülüklere göz
yummamazlýk edilemeyeceðini anlamýþtýr. Tanrýsal bilgeliði kötülüðe göz yumduran
kaçýnýlmaz nedenlerin varlýðýna
inanmak zorundayýz. Gerçi, Tanrýnýn böyle bir þeye izin vermiþ olmasý bizi þaþýr
týyor, çünkü biliyoruz ki, Tanrýdan
Tanrýsal iyiliðe aykýrý hiçbir þey çýkamaz. Þu halde, olaya bakarak, bu iznin ka
çýnýlmaz bir zorunluk olduðu
sonucunu çýkaracaðýz. Tanrýnýn suçsuzluðunu tanýtlamaya (ispat etmeye) çalýþmak
gerekmez. Kötülükler bir kez
dünyaya girmiþ bulunuyor, þu halde Tanrý yetkinliðinden hiçbir þey yitirmeden on
a göz yummuþ olsa gerektir.
Mademki Tanrý kötülüklere izin vermiþtir, o halde izin verdiðine iyi etmiþtir (Ý
nanla Aklýn Uygunluðu Üstüne
Konuþma, s. 48 ve sonrasý).
Voltaire henüz ortada yoksa da, Leibnizin karþýsýnda, baþka bir Fransýz düþünü
rü, Pierre Bayle (1647-1706) var.
Bayle'a göre, akýlla inan uyuþamaz. Akla uygun olana inanmak kolaydýr, bunu herk
es yapabilir. Güç olan, herkesin
yapamadýðýný yapmak, akla uygun olmayana inanmaktýr. Tanrý düþüncesini akýlla ba
ðdaþtýrmaya çalýþmak
boþunadýr. Þu halde her birinin alanýný ötekinden ayýrmak, birbirlerine karþý hi
çbir üstünlük düþünmeden, her birini
kendi alaný içinde deðerlendirmek gerekir. Her ikisi birbirlerine karþý da çeliþ
iktir. Ýsteyen inan yolunu, isteyen akýl
yolunu tutabilir: Birbirlerine karýþmadan her iki yolu birden tutmak da mümkündü
r. Yoksa, Tanrýyla bu dünyadaki
eksiklik, bozukluk asla uzlaþtýrýlamaz.
Leibniz, Bayle'a karþýlýk vermek için, Theodicee (Tanrýyý Savunma) adlý yapýtý
ný yazdý. Yapýt 1710 yýlýnda
Amsterdam'da yayýmlandýðý zaman Bayie öleli dört yýl oluyordu. Leibniz bu yapýtý
nda kötülüðü, iyiliðin eksikliði
olarak tanýmlýyor ve bu eksiklik olmasaydý iyiliðin de olamayacaðýný ilerisürüyo
rdu. Leibniz'e göre bu eksiklik,
Tanrýnýn yetkinliði karþýsýnda yok olmaktadýr. Ýyimser olabilmek için bütünü göz
önünde bulundurmak gerektir.
Tanrý düþüncesiyle insan aklý arasýnda hiçbir çeliþmezlik yoktur, elverir ki ins
an aklý Tanrý yetkinliðini kavrayabilsin.
Leibniz, Theodicee'de Monadoloji'ye göre biraz daha yumuþamýþ görünüyor. Tanrý,
bu dünyayý yetkinliðini
göstermek için yarattý, diyor. Dünyanýn sonlu varlýklardan kurulmasý bir zorunlu
ktu. Sonlu varlýklarýnsa eksik
oluþlarý, yetkin olmayýþlarý bir zorunluktu. Sonlu varlýklar, sonlu olduklarý i
çin, yetkin deðildirler. Çünkü sonsuz
varken, sonlu yetkin olamaz. Þu halde dünyanýn eksik, kusurlu oluþu da bir zorun
luktur. Leibniz, bir hayli
direndikten sonra, baklayý çýkarýyor aðzýndan sonunda: Bu dünya iyi bir dünya de
ðildir. Ancak mümkün olanlar
arasýnda en iyisidir. Tanrýnýn iyiliði, birçok eksik dünyalar arasýndan, en az e
ksik olanýný seçmekle belirmiþtir.
Tanrýnýn sonsuz iyiliði olmasaydý daha çok eksik olanýný da seçebilirdi.
YAÞASIN BENCÝLLÝK. Bencillik kolundan tutmasa, erdem pek uzaklara gidemezdi di
yen La Rochefoucauld,
bilim yolundan gelmiyor. O, daha çok, Sainte-Beuve'ün dediði gibi, yemeklerden s
onra eðlenmek için düþünceler
karalayan, giderek yaptýðýndan etkilenen, düþüncelerinin tadýna varan, tadýna va
rdýkça da onlarý daha bir
düzenlemek gereðini duyan akýllý bir adamdýr: Çeþitli davranýþlarý tek açýdan el
e almýþ, soyut olarak yorumlamýþtýr.
Yaþadýðý çað, XVii'nci yüzyýl, Fransa'nýn en aydýnlýk, en mutlu çaðlarýndan biri
dir. Xiii'ncü Louis, Richelieu,
Mazarin, ondördüncü Louis bu soylu düþünüre altmýþ yedi yýl süren güvenli bir öm
ür saðlamýþlardýr. Dük de la
Rochefoucauld, Prens de Marsillac, Vi'ncý François adlarýndan da anlaþýlacaðý gi
bi, mutlu doðmuþ bir kiþiydi.
Büyük tutkularý yüzünden aþkta, siyasal alanda çeþitli tedirginliklere uðramýþ,
sekiz gün kadar Bastille zindanýna
bile kapatýlmýþtý ama; gene de birçok insanlarýn imrenecekleri gibi yaþamýþtýr.
Kraliçe-Richelieu çatýþmasýnda
kraliçeyi tuttu, Fronde ayaklanmasýnda iç savaþýn þeflerinden biriydi; taþýdýðý
ad kendisini kötü sonuçlardan
koruyordu. Özdeyiþlerin (Maximes), 1665 baskýsýna yazdýðý önsözde þöyle demekted
ir: Okuyucu için en doðru yol,
kendisini kural dýþý tutmaktýr. Þöylelikle, sözlerimin doðruluðuna ilk katýlan k
endisi olacaktýr. La
Rochefoucauld'ya göre bir kötülüðüne rastladýðýmýzda þaþmamýz gereken tek insan
yoktur. Bir kötülüðe
tutulmamýza engel olan þey, bir çok kötülüklerimiz oluþudur. Birini övüþümüz, bi
r baþkasýný yermek içindir. Sadece
yermek için övdüðümüz de olur. Dürüst insanlar, kötülüklerini hem baþkalarýndan
hem kendilerinden
gizleyebilenlerdir. Ýki yüzlülük, kötülüðün erdeme saygýsýdýr. Erkeklerin cesurl
uðuyla kadýnlarýn erdemi, benlik
tutkusuyla utanma duygusunun sonucudur. Borcumuzu ödemek için deðil, bize ödünç
verecekleri daha kolay
bulabilmek için öderiz. Ýyilik, tembellikle iradesizliktir. Cömertlik, daha büyü
klerine ulaþmak için küçük
çýkarlardan vazgeçebilmektir. Ýncelik, ince sayýlmak isteðinden baþka bir þey de
ðildir. Deðerbilirlik, daha büyük
alýmlara kavuþmak isteðidir. Bizi ne kadar överlerse övsünler, bize yeni bir þey
öðretmiþ olmazlar. Taptýklarýmýzý
deðil, bize tapanlarý severiz. Beðenmediklerimizi sevmek güçtür ama, kendimizden
çok beðendiklerimizi sevmek
ondan daha güçtür. Önemsiz iyiliklere karþý deðerbilir olabiliriz, büyük iyilikl
ere karþýysa nankör olmamak elimizde
deðildir. Günahlarýmýzýn sorumluluðunu taþýyan çýkar duygusu, sevaplarýmýzdan öt
ürü de övülmelidir.
Gülünçlükleri göze çarpmamýþ insanlar, iyi incelenmemiþ olanlardýr. Göz tokluð
u, büyüklere sýnýr çizmek,
küçükleri de avundurmak için erdem sayýlmýþtýr. Nankörlüklerle karþýlaþmamak içi
n verebilmek gücünü elde tutmak
gerektir. Küçük suçlarýmýzý açýklayýþýmýz, büyük suçlarýmýz olmadýðýna herkesi i
nandýrmak içindir. Aklý baþýnda
adam, bizim gibi düþünendir. Bize kurnazlýk edenlere kýzmamýz, kendilerini bizde
n daha becerikli
sandýklarýndandýr. Baþkalarýnýn gururuna dayanamayýþýmýz, kendi gururumuzu incit
tiði içindir. En beðendiði
adamdan daha aþaðý olduðunu sanan tek kimse yoktur. Övünmenin bir yolu da baþkal
arýný kötülemektir. Yaptýðýmýz
iyilikler, ceza görmeden kötülük yapabilmemiz içindir. Baþkalarýna karþý maske t
aþýmaya o kadar alýþmýþýzdýr ki,
sonunda kendimiz bile gerçek yüzümüzü unuturuz. Acýlarýmýzda çeþitli iki yüzlülü
kler vardýr. Sevdiðimiz kiþinin
ölümüne acýrken kendi yoksunluðumuza aðlarýz. O ölünün bizim için iyi duygularýn
ý düþünerek acýrýz. O ölüyle
birlikte ya malýmýz, ya mutluluðumuz, ya da gücümüz gitmiþtir. Gerçekte acýndýðý
mýz bunlardýr. Ölüler sadece,
diriler için akan göz yaþlarýnýn þerefini taþýrlar. Bu türlü acýlarda insan kend
i kendini de aldatabilir. Ýki yüzlülüðün
bir baþka çeþidi de vardýr ki herkesi aldatýr. Bu, güzel bir yasa özenen kimsele
rin acýsýdýr.
Bunlarýn aðlayýp sýzlanmalarý bir türlü dinmez, acýlarýnýn ömürlerince süreceð
ine herkesi inandýrmaya çalýþýrlar.
Böylesine bir benlik tutkusu, daha çok büyüklük düþkünü kadýnlarda bulunur. Kadý
n oluþlarý ünlenmeye giden
birçok yollarý onlara kapadýðý için bu yolu tutarlar. Bir baþka çeþit göz yaþý v
ardýr ki kaynaklarý küçüktür, kolayca
akar, diner. Adlarý iyiye çýksýn diye aðlarlar, acýnmak için aðlarlar, aðlamak i
çin aðlarlar, aðlamamak ayýp sayýlýr
diye aðlarlar. En cömertçe baðýþlanan þey öðüttür. Üðüt istemek ya da vermek kad
ar iki yüzlülük olamaz. Öðüt
isteyen, verenin duygularýna karþý saygý besler görünürken gerçekte kendi duygul
arýný ona onaylatmaktan,
davranýþýnýn sorumluluðunu onunla paylaþmaktan baþka bir þey düþünmez. Öðüt vere
n de kendisine gösterilen
güveni öder görünürken gerçekte kendi çýkarýndan ya da böbürleniþinden baþka göz
ettiði bir þey yoktur.
Gerçek yiðitlik gibi tam korkaklýk da yoktur. Bunlarýn arasýndaki alan öylesine
geniþtir ki, cesaretin bütün
biçimlerini içine alýr. Bu biçimler, huylarýmýz kadar deðiþiktir. Baþlangýçta se
ve seve ileri atýlan kimseler vardýr ki
hemen usanýverirler. Görevlerini yapmýþ sayýlmak için ileri atýlmýþlardýr. Korku
larýný gizleyebilenler de çeþitlidir.
Kimi, yerinde kalmak gücünü gösteremediði için ileri atýlýr. Herkesin karþýsýnda
yapabileceðini kendi kendine
yapabilen yiðit yoktur. Geri dönebileceðine inanmak da ileri atýlmayý saðlayabil
ir. Kahramanlýk, tehlikeyi gereði
gibi görmemektir. Acýma, baþkalarýnýn dertlerinde kendi dertlerimizi anmaktýr. U
ðrayabileceðimiz, kendi baþýmýza
gelebilecek yýkýmlarýn kurnazca bir sezisi dir. Baþkalarýna yardým etmemiz, gere
kirse bizim de yardýmýmýza koþsunlar
diyedir. Onlara yaptýðýmýz iyilikler, aslý aranýrsa, önceden kendimize yaptýðýmý
z bir iyiliktir. Bizim erdem
dediðimiz þeyler, talihin ya da kendi hünerimizin düzenlediði davranýþlarla çýka
rlarýn bir araya gelmesinden
ibarettir. Erkeklerin yiðit, kadýnlarýn iffetli oluþlarý cesaretlerinden, iffetl
erinden ileri gelmez. Çeþitli nedenlerin
dýþýnda tutkular, gün olur, karþý tutkularý doðururlar. Cimrilik el açýklýðýna y
ol açar; güçsüzlük direnmeyi,
sýkýlganlýk küstahlýðý yaratýr. La Rochefoucauld'ya göre, hiçbir þey üzerinde ta
m bir bilgi edinilemez. Çünkü bir
þeyi bilmek için ayrýntýlarýný bilmek gerekir. Ayrýntýlar sonsuz olduðuna göre b
ilgilerimiz eksik kalmak zorundadýr.
La Rochefoucauld bu düþüncelerinde yalnýz deðildir. Dünya edebiyatýnýn sayýsýz y
apraklarý, böylesine derli toplu
deðilse de, bunlara benzer deyimlerle doludur. Fenelon, ölmünden bir yýl önce, b
ir dostuna þöyle yazýyordu:
Ýnsanlardan çok az þey istediðimi sanmakta haklýsýnýz. Ýnsanlara çok þey vermeye
, buna karþýlýk onlardan hiçbir
þey beklememeye çalýþtým. Bu alýþveriþten hoþnudum. Öyle sanýyorum ki, en iyisi
bütün insanlardan uzak
durmaktýr. Ýyi insanýn azlýðý, insanlýk için yüz karasýdýr. Montaigne'le La Font
aine de aþaðý yukarý bu
düþüncededirler. Fontenelle þöyle demektedir: En içten gelen davranýþlar, kendil
erini en az duyuranlardýr.
Özseverliðin doðurduðu davranýþlarýmýzý hemen hemen anlamayýz, baþka ilkelere uy
arak davrandýðýmýzý sanýrýz.
J.J. Rousseau'nun ünlü Açýklamalar'ý da bu alanda kurulmuþ yapýtlardandýr. P.
Jannat'nin yayýmladýðý 1853
baskýsýna yazdýðý önsözde, Sainte Beuve, Özdeyiþler için, yazarýnýn adýný sonsuz
luða baðlayan pek hoþ yapýt
dediði halde, þunlarý da eklemekten kendini alamamýþtýr: Ýnsanoðlu, bilmeden bað
lý bulunduðu gizli teli kendisi
ortaya atmazsa, siz hiçbir zaman o teli ona göstermeyin, adýný anmayýn. Çünkü bu
bilgisizliðin içinde daha ince,
daha deðerli bir tel vardýr. Achilleus'un yokluðunda Troia ordusunun yükünü sýrt
ýnda taþýyan Aiax'la Friedland
savaþýnda ateþin içine atýlan Ney'i býrakýn kendi hallerine. Bu gibi anlarda sa
kýn onlara yaklaþmayýn. Gerçeðin
peþini býrakmaktansa ölüme katlanan Archimedes'e de yaklaþmayýn. Yakaladým seni
ey bencil, þen kendini harcarken
mutluluk payýný alýyorsun, diyerek cüppesinin eteðine asýlmayýn sakýn. Ne diyoru
m, bana bile yaklaþmayýn,
ormandaki þu küçük oduncu kulübesini seyrederken içimi bilmediðim bir barýþ, bir
durgunluk, bir mutluluk sardýðý
sýrada; lekesiz, günahsýz düþlerime gömülmüþken bana bile yaklaþmayýn. Nedenin b
öylesine güzel bir biçime
büründüðü, böylesine bir beceriklikle gizlendiði sýrada söz etmeyin çýkardan, öz
severlikten. Ayný neden o kadar
doðalca kalýp deðiþtirmiþtir ki artýk onu kiþinin davranýþýnda kendine özgü bir
ilke, bir eðilim olarak görmek
gerekir. Voltaire de Felsefe Sözlüðü'nün insan erdemlerinin sahteliði bölümünde
bu konuda þunlarý söylüyor: Dük
de la Rochefoucauld onun üzerine düþündüklerini yazýp da insanoðlunu iþleten o d
uyguyu açýða vurunca, yüksek
Katolik ruhani meclisi üyelerinden Esprit adýnda bir kiþi, Ýnsan Erdemlerinin Sa
hteliðine Dair adlý göz boyayan bir
betik yazdý. Bu kiþi, erdem diye bir þey olmadýðýný söylüyor, her bölümü Hýristi
yanlýk yararýna baðlayarak bitiriyor.
Böylece, Bay Esprit'ye göre Cato, Aristides, Epiktetos iyi adamlar deðillermiþ d
e iyiler yalnýz Hýristiyanlarda
bulunabilirmiþ. Hýristiyanlar arasýnda da yalnýz Katoliklerde erdem varmýþ. Kato
liklerden de cizvitleri bir yana
býrakmalýymýþ. Sözün kýsasý, cizvit düþmanlarýndan baþka hemen kimsede erdem yok
muþ. Bizimle dostlarýmýzdan
baþkasýnda erdem olamaz demek istiyor. Doðrusu küstahlýðýn bu kadarý insaný çile
den çýkarýyor. Dostum, nedir
senin o erdem dediðin? Ýyilik etmek deðil mi? Sen bize iyilik et, yeter. Nedenin
i sana hemen baðýþlarýz. La
Rochefoucauld, Spinoza felsefesinin aristokrat eðlenceliðidir.
DEFOLUN, AÞK VE ÖCALMA DUYGULARI. Wollaston, Clarke, Shaftesbury gibi bir ayak
larý XViii'ncü
yüzyýlda bulunan XVii'nci yüzyýl adamlarýný daha sonraya býrakarak bu yüzyýlý ka
patýrken düþünce dünyasýnýn
duygusal etkilerini yansýtmak için gene bir sanat ürününün aracýlýðýndan yararla
nmaya çalýþacaðýz. Bu yüzyýldan
seçtiðimiz sanatçý XVii'nci yüzyýl Fransa'sýnýn gözde ozaný Pierre Corneille'dir
(1606-1684). Fransýzlar ona, Fransýz
trajedisinin babasý diyorlar. Ünlü ozan Corneille, yedisinden yetmiþine kadar bü
tün insanlarý duygulandýracak bir
oyun yazmak istedi. Kaynaklar boldu. Fransa'yý Ýspanyol modasý kaplamýþtý. Mutfa
klarda Ýspanyol yemekleri
piþiriliyor, çalgýlý kahvelerde Ýspanyol þarkýlarý söyleniyor, bayanlar Ýspanyol
dantelleriyle süsleniyor, baylar
Ýspanyol býyýklarý býrakýyorlardý. Böylesine bir Ýspanyolluðun ortasýnda eline b
ir Ýspanyol oyunu geçirdi. Oyun, Las
Morcedades del Cid adýný taþýyordu. Yazarý Güilhem de Castro, olaya klasik bir a
çýdan bakmýþ, erdemleri gereði
gibi yarýþtýrmayý becerememiþti. Corneillein ustalýðý, hele Ýspanyol tarihçisi J
uan Mariana'nýn Historia d'Espana'sýna
kulaklarýný týkayýnca, bu olaydan toplumu þaþýrtacak bir oyun çýkarabilirdi. Las
Morcedades fazlaydý. Le Cid
yetiyordu. Tarihçi Juan Mariana'ya göre olay þudur: Kendisine Araplarýn taktýkla
rý Cid (Seyyid) adýyla anýlan
Rodrige, Xi'nci yüzyýlda yaþamýþ bir satýlýk kýlýçtý. Paraya düþkün, gözüpek bir
savaþçýydý. Ýspanyol olmasýna
raðmen hangi ulustan fazla para alýrsa o ulusun hesabýna savaþýyordu. Kýlýcýný ç
oðun Araplarla birlikte, Ýspanyollara
karþý kullanmýþtý. Castil Kralý Vi'ncý Alphonce, hýsýmlarýndan Ovideo kontu Don
Gormaz'ýn güzel kýzý Ximeneþ
Diaz'ý, kendine bendetmek istediði Rodrig'e verdi. Bu evlenme, siyasal bir evlen
meydi.
Ýspanyol halk masallarýna göre olay þuydu: Kahraman Rodrig, Gormaz kontu Don G
ormaz'ý öldürmüþtü: Ya
öldürdüðü adamýn kýzýyla evlenmesi, ya da cezalandýrýlmasý gerekiyordu. Rodrig,
kýzla evlenmeyi uygun buldu.
Dona Ximena'nýn getirdiði drahomayla zenginleþti üstelik, büyüklüðü arttý.
Güilhem de Castro bu olaydan þu oyunu çýkarmýþtý: Ximena'nýn babasýný öldürünc
e, evlenmeleri zorlaþtý. Toplum
hiçbir kýzýn, babasýný öldüren adamla evlenmesini hoþ görmezdi. Oysa, aþk her þe
yden üstündü, sonunda toplumu
da yenecek, sevgilileri birleþtirecekti.
Bu kadarý Corneille'e yetmiyordu. Doðal bir sonuca böylesine kolaylýkla varmak
ustalýðýna yakýþmazdý. Ýþler bir
hayli karýþtýrýlmalý, erdemler kalýn çizgilerle belirtilerek birbirleriyle yarýþ
týrtýlmalýydý: Rodrig, Ximena'yý çok
sevdiði için babasýný öldürmek zorunda kalmýþtý. Çünkü Ximena'nýn babasý, Rodrig
in babasýný tokatlamýþtý.
Ximena, aþaðýlanmýþ bir adamýn oðluyla evlenemezdi. Rodrig erdemliydi, önce alný
ndaki lekeyi temizleyip
Ximena'ya layýk olmalýydý. Ýþler böylelikle gereði gibi karýþacaktý. Ximena da R
odrigi çok sevdiði için kraldan onun
öldürülmesini, babasýnýn öcünün alýnmasýný isteyecekti. Ximena erdemliydi, görev
ini aþkýndan üstün tutan bir kýz
olarak Rodrig'e layýk olmalýydý. Ama bu iki layýk böylesine bir çýkmazda, nasýl
birleþebileceklerdi? Kolayý
bulunurdu elbet. Önce toplumu yeni erdemlerle uyutmak gerekiyordu Tam sýrasýydý.
Araplar ortaya çýkýverdiler,
Castilin üstüne saldýrmak üzereydiler. Rodrig'e yeni erdem gösterileri fýrsatý ç
ýkmýþtý. Rodrig vatanýný kurtaracak,
kral da onun suçunu baðýþlayacaktý. Yeter miydi?.. Yetmiyordu. Ximena'yý seven g
enç bir þövalye onun öcünü
almak için Rodrigi düelloya çaðýracaktý. Ximena önce genç þövalyenin ölmesi, Rod
rigin kazanýp o zavallý
delikanlýyý öldürmesi için Tanrýya yalvaracaktý. Olur muydu?.. Ximena her þeyden
önce insan olduðuna göre pekala
olurdu ama, o güzelim erdemleri de, toplumun gözünde, hapý yutardý. Öyle bir çöz
üm bulunmalýydý ki, hem Ximena
sevinsin, hem Rodrig sevinsin, hem kral sevinsin, hem zavallý þövalye sevinsin,
hem toplum sevinsin.
Bu düelloya önce kral karþý koyacaktý: Eðer ben bu eski göreneði uygulayacak o
lursam, haksýz bir saldýrýþýn
cezasýný vereyim derken, devletimi en kahraman savaþçýlarýndan yoksun býrakarak
zayýflatmýþ olurum. Görülüyor
ki, kral kendi mutluluðunu savunmaktadýr. Gerçekte ne Ximena, ne Rodrig, ne de g
enç þövalye umurunda deðildir.
Sonra, karþýlýklý bir diyalog: Ben dövüþmeye deðil, cezamý çekmeye gidiyorum. On
un vuruþlarýnýn sizden
geldiðini, onun silahlarýnýn sizin þerefinizi savunduðunu bildiðim için ona karþ
ý koymayýp göðsümü açacaðým
diyecek Rodrig. Ximena da þu karþýlýðý verecek: Öleceksin ha? O delikanlý o kada
r korkunç mu ki bu korku
bilmez yüreði korkutuyor? Demek sen, benim babamý o kadar hor görüyorsun ki onu
yendikten sonra baþkalarýna
yenilmeyi düþünüyorsun?. Görülüyor ki, genç þövalye zavallý bir araçtan baþka bi
r þey deðildir. Gerçekte Rodrig
gösteriþiyle, Ximena da duygularýnýn tepkisiyle kendi mutluluklarýný savunmaktad
ýrlar.
Bir de kralýn kýzý var; o da Rodrigi sevmekte, ancak bir kral oðlu olmadýðý iç
in onunla evlenemeyeceðini
düþünerek aþkýný gizlemektedir. Aristokratça erdemi böylelikle beliriyor, oysa g
ene de Ximena'ya þöyle söylemekten
kendini alamýyor: Onun ölmesini nasýl isteyebilirsin? Öyle bir kahramanýn ölümün
ü istemek devletin yýkýlmasýný
istemek demektir. Hiç insan babasýnýn öcünü almak için vatanýný düþmanlara býrak
ýr mý? Senin yapabileceðin, onu
aþkýndan yoksun býrakman, hayatýnýysa bize baðýþlamandýr. Görüldüðü gibi, prense
s bir taþla üç kuþ vuruyor.
Hem sevgilisini kurtarýyor, hem babasýnýn tahtýný kurtarýyor, hem de Ximena'yý
aþk alanýndan siliyor. Bu da ona
özgü bir erdem örneðidir.
Ximena'nýn bencilliði bir baþka açýdan da þahlanmak üzeredir. Bütün bu olup bi
tenlerden yorulmuþ, býkmýþtýr. Bir
ara dayanamayýp, defolun ey kalbimi altüst eden aþk ve öc alma duygularý, her ik
iniz de defolun, ikinizin de
vereceði mutluluk, doðuracaðý acýlara deðmez! diye baðýrýyor. Elinden gelse aþký
da, öç almayý da bir kenara itip
keyfine bakacaktýr. Ama yapamýyor, çýkmaza girmiþ bir kez. Ýnsan, karmakarýþýk e
ttiðini bir anda silkip kurtulamaz.
Sonunda çözüm bulunuyor: Rodrig, genç þövalyeyi yenecek, ama öldürmeyecektir. De
likanlýyý ayakta gören
Ximena, Rodrigin öldüðünü sanarak acýsýný açýklýyor: Bütün gayretime raðmen gizl
eyemediðim bir sýrrý artýk
sizden saklamayý gerekli görmüyorum, haþmetlim. Ben seviyordum. Görevimi aþkýmda
n üstün tuttuðumu
gözlerinizle gördünüz. Gerçekten de bütün bu çekilenler böyle olmak için deðil,
böyle olduðunu göstermek içindi.
Oysa gene yetmiyor. Toplum bir hayli yumuþamýþ olduðu halde soðumamýþ bir mezarý
n üstüne düðün sofrasý
kurulamaz. Kahraman Rodrig vataný uðruna yeni savaþlara katýlacak, bu savaþlarda
n döndükten sonra Ximena'yla
evlenecektir. Toplum, tiyatronun kapýsýndan rahatlýkla çýkabilir. Sonuçtan emind
irler; yapýlmamasý gereken bir
düðün yapýlmamýþtýr, yapýlmasý gereken bir düðünse kýsa bir süre sonra yapýlacak
týr. Ayrýca, kralýn þu sözleri de
gönüllerini ferahlatmýþtýr: Bu kadar temiz ve güzel bir aþk insanýn yüzünü kýzar
tmamalýdýr. Ximena'nýn þerefi
kurtulmuþtur artýk. Sevgilisini bunca tehlikelere atýþý, babasýnýn öcünü almak d
emektir.
AYDINLIK, AMA KAÇ MUMLUK? Geniþ bir kapýdan giriyoruz. Kapýnýn ardý aydýnlýk.
Bu kapý, XViii'nci yüzyýl
kapýsýdýr. Böylesine bir aydýnlýk, XVii'nci yüzyýlýn loþluðunu, XVi'ncý yüzyýlýn
karanlýðýný daha bir belirtiyor. Artýk
insan kendi aklýný kullanarak kendi anlamýný kavramak üzeredir. Evrendeki yerini
bulacak, yaþama düzenini
kuracaktýr. Yeniden doðuþ, üç yüzyýl sonra, ürünlerini vermeye baþlamýþtýr. XVii
i'nci yüzyýl göðü, parlak bir güneþ
ýþýðý içinde, masmavidir. Akýl, büyük Fransýz devrimini kotarmaktadýr. Parolayý
ünlü Alman düþünürü Kant veriyor:
Aklýný kullanmak gücünü göster.
Felsefe tarihi, XViii'nci yüzyýla aydýnlanma çaðý adýný koyuyor. Kant'ýn taným
ýna göre insan, aklýný kullanmayýþý
yüzünden düþmüþ olduðu durumdan aklýný kullanarak kurtulmuþ; aydýnlanma yoluna g
irmiþtir. Akýl, hep o akýldýr.
Ama insan onu bugüne deðin kullanmaktan ürküyor, aracýlarýn yardýmýný arýyordu:
Artýk aklýný kullanmak gücüne
kavuþmuþtur.
Gök ölçüsü yerini yer ölçüsüne býrakmak zorundadýr. Öbür dünya bu dünyaya inmi
þtir. Eskimiþ yaþama düzeni
yeni bir yaþama düzeniyle deðiþtirilecektir. Ýnsan, artýk, evrendeki yerini bilm
ektedir. Artýk bütün deðerler; din,
devlet, toplum, eðitim ve erdem hallaç pamuðu gibi yeniden atýlacak, yeniden did
iklenecektir. XViii'nci yüzyýl, yeni
bir düzen içinde insanlýðýn birleþeceðine inanmaktadýr.
Antikçað aydýnlanmasýnýn baþkenti Atina'ydý. XViii'nci yüzyýl aydýnlanmasýnýn
baþkenti Londra'dýr. XViii'nci
Yüzyýlýn Ýngiliz düþünür yazarlarý ellerine geçirdikleri her sorunu aklýn öçlüsü
ne vurmaktadýrlar. Artýk düþünürlük
sanatý, toplum çoðunluðuna yayýlabilmek için, elini, yazarlýk sanatýna uzatmýþtý
r. Soyut düþünce somut edebiyatla
kaynaþmaktadýr.
John Locke (1632-1704), bu büyük Ýngiliz düþünür-yazarý, XViii'nci yüzyýlýn sa
dece dört yýlýný yaþadýðý halde,
XViii'nci yüzyýl aydýnlanmasýnýn kurucusu sayýlmaktadýr. Çünkü Locke, davranýþla
rýmýzý akla göre düzenlemek
gerektiðini çoðunluða yayan ve çoðunluðu etkileyen ilk düþünürdür. Locke'a göre
erdem, bir otoriteye uymaktý. Bu
otoriteler de Tanrý otoritesi, devlet otoritesi, görenekler otoritesiydi. Erdem,
ancak, insanýn bu otoritelere kendini
baðýmlý kýlmasýyla var olabilirdi. Bu otoriteleri kaldýrýrsanýz ortada erdem adý
na hiçbir þey kalmayacaktý. Oysa birey
özgür olmalý, görenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulmalýydý. Erdemimizi, y
eni baþtan, akla göre düzenlemek
gerekiyordu.
Baþka bir Ýngiliz, William Wollaston (1659-1724), erdeme, nesnelerin tabiatýnd
a bulunan objektif bir ölçü
aramaktadýr. Ona göre erdem, doðru bir yargýdýr. Bu yargý, doðru olmayana, baþka
bir deyiþle, yalana dayanýyorsa
erdemsizlik belirir. Örneðin bir köpeði kamçýlayan bir kiþi, köpeðin duygusu yok
muþ gibi davranmakla doðru
olmayan, yalan olan bir yargýya dayanmakta, bu yüzden erdemsiz olmaktadýr. Buna
karþý sözünü tutan bir kiþi,
sözünü yadsýmamýþ (inkar), yalana sapmamýþ, doðru bir yargýya uygun davranmakla
erdemli olmuþtur. Tüm
erdemler doðru yargýlara, tüm erdemsizlikler de yalan yargýlara dayanýr. Wollast
on'a göre, erdemin ölçüsü
mantýksal doðruluktur. Doðru bir yargýya dayanan davranýþ ayný zamanda evrendeki
uyuma da uygun bir davranýþtýr.
Erdemin insaný mutlu kýlýþý bu yüzdendir Erdem, doðruculuktur. Çünkü erdemsizlik
yalancýlýktýr. Çeþitli
erdemsizlikleri düþününüz, bunlarýn altýnda her zaman bir yalancýlýðýn gizlenmiþ
olduðunu göreceksiniz. Hýrsýzlýk
erdemsizliði mülkiyet hakkýný yok saymak yalancýlýðýna dayanýr, korkaklýk erdems
izliði korkutan olayýn
büyümsenmesi yalancýlýðýna dayanýr.
Erdeme, nesnelerin tabiatýnda bulunan objektif bir ölçü arayan baþka bir Ýngil
iz düþünürü de Samuel Clarke'tir
(1675-1729). Clarke'e göre töre yasalarý, nesnelerin doðal niteliklerinden doðmu
þtur. Ýnsan, bu doðal niteliklere
uymak zorundadýr. Erdem, nesnelerin doðal niteliklerine uygun davranmaktýr. Bir
odun küfesini sýrtlayýp
sýrtlamamak bizim elimizdedir, ama sýrtlarsak aðýrlýðýný da duymak zorundayýz, ç
ünkü aðýrlýk onun doðal niteliðidir,
bu yüzdendir ki bu aðýrlýða katlanmak bir erdemdir. Korunmak, zayýfýn doðal nite
liðidir; bu yüzdendir ki zayýfý
korumak bir erdemdir. Karanlýk ve soðuk bir kýþ günü, bir gece yarýsýnda bir orm
ana giren kiþinin cesareti bir
erdemdir. Erdemsizliklerse bu doðal niteliklere uygun davranmamakla belirir.
Bir baþka Ýngiliz, Shaftesbury (1671-1713) de erdeme estetik açýsýndan bakmakt
adýr. Ona göre erdem, güzelle
iyinin uyuþmasýdýr. Erdemli insan, kendini bir sanat ürünü gibi biçimlendirebilm
iþ insandýr. Bencil ve özgecil
içgüdüler, insanýn doðal nitelikleridir. Gereken, ne birinin eksikliði, ne de öt
ekinin fazlalýðý, her ikisinin de en
uygun oranda uyuþmasýdýr, insan elbette kendisini düþünecektir, ama gereken odur
ki, kendisiyle birlikte
baþkalarýný da düþünecektir. Kendisini nasýl yüceltiyorsa, toplumu da öylece yüc
eltecektir. Ýþte bu bencillikle
özgeciliðin uyuþmasý insana özgüdür, yoksa bu nitelikler hiçbir oranda uyuþmadan
hayvanlarda da vardýr. Evren
nasýl uyumlu bir bütünse insan da öylece uyumlu bir bütün olmalýdýr. Erdemli ins
an, uyumlu bir bütün olarak
yetiþmiþ insandýr. Bu uyumda güzelle iyi birleþirler. Uyumlu bir bütün olarak ye
tiþmiþ insanda töresel yargýlama
gücü vardýr. Shaftesbury, erdem alanýnda hem estetikçi hem toplumcudur. Ona göre
insan tek baþýna ne iyi, ne de
kötüdür; insan ancak toplum içinde iyi ya da kötü olabilir, bencil ve özgecil iç
güdüleri ancak toplum içinde
geliþebilir, töresel yargýlama gücüne de ancak toplum içinde uyumlu bir bütün ol
makla kavuþabilir. Þu halde
Shaftesbury'ye göre erdem, toplumsal bir eðitim iþidir.
Shaftesbury'nin yolunda yürüyen birçok Ýngiliz düþünürleri vardýr. Akýl ölçüsü
, akla uygunluk zorunluðu hepsinde
ortaktýr. Joseph Butler la (1692-1752) Francis Hutcheson (1694-1747) da bu yolda
dýrlar. Butler, Shaftesbury'nin
töresel yargýlama gücünü adlandýrmýþ, bunun vicdan olduðunu söylemiþtir. Akýlla
yönetilen ve uyuþturulan bencil
ve özgecil eðilimler vicdanýn sesiyle yargýlanýrlar. Bu sürekli yargýlama kiþiyi
erdemli kýlar. Þu halde Butlera göre
erdem, Shaftesbury'den daha kesinlikle, kiþinin kendi kendini yargýlamasýdýr. Hu
tcheson da bencil ve özgecil
eðilimlerin yanýna bir üçüncü eðilim koymaktadýr; bu üçüncü eðilim insaný, bütün
ün mutluluðu içinde kendi sürekli
mutluluðuna götüren daha yüksek bir eðilimdir. Ýþte bu yüksek eðilimdir ki insan
ý erdemli kýlar. Mutluluk, antikçað
Yunan düþüncesinde olduðu gibi, erdemli olmakla saðlanýr.
Bernard de Mandeville (1670-1733), Arýlar, Efsanesi ya ,da Genel Zenginliði Ya
pan Kiþisel
Kötülüklerdir (The fable of the bees or private vices made public benefits) adlý
küçük yapýtýný 1714 yýlýnda
yayýnladý. Yapýt, XViii'nci yüzyýlýn aydýnlarý arasýnda gerçek bir fýrtýna kopar
dý. Kavgalar, dövüþler oldu. Düþünce,
kendi gücünün heyecanýný yaþýyordu. Sokratesin tohumlarýný attýðý, birçok büyük
düþünürlerin geliþtirdikleri
olumlu erdem kuramý kökünden sarsýlýyordu. Mandevillein düþüncesi, bilimsel bir
denemeye dayanmaktaydý;
Shaftesbury'nin The Moralist adlý yapýtýna karþý yazýlmýþtý.
Mandeville, insan toplumunu bir arý kovanýnda inceliyordu Ýnceleme bir hayli i
lgi çekiciydi. Arýlarý durmadan
çalýþtýran, güvendiren, zengin eden, örgütleyen, örnek bir toplum haline koyan n
eden, erdemlilik deðil,
erdemsizlikti. Arý kovanýndaki yükselmenin nedenleri hýrsa, çekememezliðe, kendi
ni beðenmiþliðe, açgözlülüðe,
zevk düþkünlüðüne dayanýyordu. Geliþme, refah kötülüklerden doðuyordu. Genel zen
ginlik, özel kötülüklerin
çatýþmasýndan çýkmýþtý. Kiþisel tutkular, hýrslar, açgözlülükler, çekememezlikle
r birbirleriyle karþýlaþýp çatýþtýkça
arýlar toplumu geliþip güçlenmekteydi. Genel çýkarlar, özel çýkarlarýn toplamýnd
an baþka bir þey deðildi
(Dostoyevski'nin Raskolnikof'u da, Suç ve Ceza'da, bu düþünceden yola çýkmýþtý).
Mandeville, bundan sonra, düþüncesini masallaþtýrýyor: Erdemsizlikle zengin ol
muþ bir arý düþünürü, bu genel
erdemsizliði gözleyerek, insan toplumlarýnda olduðu gibi, erdem elden gidiyor, h
alimiz nice olacak! diye
haykýrmaktadýr. Kuþkusu gün geçtikçe, öteki arýlarý da etkilemiþtir. Þimdi bütün
arýlar erdemliliði özlemektedirler.
Oysa Jupiter (Yunanlýlarýn Zeus'ü) gerçeði görmekte, arýlarýn bu nankörlüklerind
en ötürü öfkelenmektedir.
Sonunda, onlarý bir çýrpýda erdemli kýlarak cezalandýracaktýr.
Erdemli arýlarýn kovaný ýssýz bir çöle dönmüþtür. Mahkemeler kapanmýþ, yargýçl
ar ekmeksiz, papazlar aç kalmýþ;
devlet memurlarý, iþsizlikten bunalmaya baþlamýþlardýr. Her arý azla yetinmekte,
kimse çalýþmamaktadýr. Sadece
gerekli olan iþ yapýlmaktadýr; herkes tutumlu olduðu, aþýrý zevklerinden sýyrýld
ýðý, baþkalarýný kýskanmadýðý, pek
azla doyduðu için çok az þey gereklidir. Lüks, düþünce, sanatlar sýfýra yönelmiþ
tir. Ýþsizlik almýþ yürümüþtür. Ýyi
arýlar savaþ güçlerini de yitirmiþlerdir. Düþmanlarý bundan kolaylýkla faydalaný
p onlarý kýlýçtan geçirirler. Canýný
kurtarabilen pek azý da bir aðaç kovuðuna sýðýnýrlar. Artýk, erdem yoluyla mutlu
luða kavuþmuþlardýr.
Sokrates þunu demiþti: Erdemlerimiz olmazsa, toplumumuz çürür. Bernard de Mandev
ille de ters açýdan þunu
demektedir: Erdemsizliklerimiz olmazsa, toplumumuz geliþmez.
Mutluluk erdemli olmaya baðlýdýr, diyen Shaftesburycilere karþý çýkan Mandevil
le'e göre mutluluk, erdemsiz
olmaya baðlýdýr. Kiþiyi mutlu kýlan bencilliðidir. Bencil olmadýklarý, birbirler
ini kýskanmadýklarý, azla yetindikleri
gün arýlar toplumu ýssýz bir çöle döner. Mandeville'e göre erdem, kendimizi baþk
alarýndan üstün tutmak çabasýdýr.
Bir baþka deyiþle, bir çeþit komplekstir, aþaðýlýk duygusudur. Erdemimizi böbürl
enmek için ediniriz. Ýyiliði sadece
iyilik için istediðimiz zaman da kendimize karþý böbürleniriz. Oysa uygarlýðý ya
ratan erdemsizliklerdir. Bir yandan
erdem oyunlarýyla kendimizi pöhpöhlerken, öbür yandan sürüyle erdemsizlikler etm
eseydik toplumumuz
geliþmezdi. Erdemsizlikler insanlarý ileriye götüren bir kamçýdýr. Bencillikle k
amçýlanmayan insan miskinin biridir,
ne kendine hayrý olur ne de toplumuna.
Giderek karþýmýza bir baþka Ýngiliz çýkacaktýr. Bu Ýngiliz David Hume'dur (171
1-1776). Hume, akýldan
kuþkulanmakla iþe baþlýyor ve soruyor: Akýl, her sorunu çözebilir mi?.. Þu halde
aklýn yetkisini iyice tanýmamýz
gerekir. Aklýmýzý iþleten düþüncelerimiz, dýþ duyulardan ya da iç duygulardan al
ýnmýþtýr. Anadan doðma körde renk
kavramý yoktur. Tanrý düþüncesi de, kendi bilgeliðimiz ve iyilik etmek niteliðim
ize sýnýrsýz bir geniþlik vermemiz
sonunda, bizde doðmuþtur. Þu halde erdemin kaynaðý bizdedir. Ama bu kaynak aklým
ýzda mýdýr?.. Hayýr. Bir
davranýþýn erdemli ya da erdemsiz olduðunu sadece aklýmýzýn ölçüsüyle çýkaramayý
z. Ölçümüz, akýldan çok, bir
duygu ölçüsüdür. Duygudaþlýk (sempati) adýný verdiðimiz bir duygu akýmýdýr bu. H
em de öyle güçlü bir akýmdýr ki,
baþkasýnda gördüðümüz bir erdem, bize engel olsa bile, hayranlýk uyandýrýr. Bu d
uygudaþlýk bizi baþkalarýnýn
davranýþlarýný deðerlendirmeye götürür, bu deðerlerle kendimize dönüþümüz daha s
onradýr. Bir baþka deyiþle,
ölçüyü baþkalarýnda bulup kendimize uygularýz. Þu halde vicdan, yaratýlýþýmýzla
birlikte iþleyen bir yargýç deðildir,
bir toplum ürünüdür. Toplum içinde duygudaþlarýmýz olmasaydý vicdanýmýz da olmaz
dý. Ama bu gene de bir dýþtan
geliþ deðildir; çünkü toplum, ortak bir iç yaþama, ortak bir iç dünyadýr. Toplum
biziz; toplum, bizim dýþýmýzda bir
þey deðildir. Duygudaþlýk, bizi baþkalarýnýn iyiliðine götürür. Çatýþtýðý haller
de, kendi iyiliðimizi isteyen bencilliði
bile yener. Þu halde erdem, toplum içinde doðal bir duygudaþlýktýr.
XViii'nci yüzyýl aydýnlýðý Ýngiltere'den, önce Fransa'ya, sonra Almanya'ya geç
miþtir. Fransýz ve Alman düþünür
yazarlarýnýn bu aydýnlýða kattýklarý ýþýk Ýngilizlerinkinden az deðildir.
Baþka bir XViii'nci yüzyýl düþünürü, Fransýz maddecilerinin öncüsü Julien de l
a Mettrie (1709-1751), olsun,
diyor, ne zararý var, akýl bizi gerçek nedenlere doðru götürüyor, oysa bu sonuçl
arý deðiþtirmez ki!.. Böbürlenme
duygumuzu toplumun yararýna kullanýyoruz, iþte bu erdemdir. Mademki toplumun iyi
liðini altýný kazýyýnca gene
kendi iyiliðimiz çýksa bile birçok davranýþlarýmýzda kendi iyiliðimize üstün tut
uyoruz, bunun adýna erdem
diyebiliriz elbet. Kendi hayatýmýzý hiçe sayarak denize atlayýp bir baþkasýnýn h
ayatýný kurtarýyoruz. Yaþama
iyiliðimizin yerine böbürlenme iyiliðimizi koyabilmiþsek bu elbette önemli bir a
dýmdýr. Mutluluðu engelleyen
önyargýlardýr, iþte akýl önyargýlarýn hakkýndan geliyor artýk. Vicdan sýzýsý, pi
þmanlýk gibi boþ ve deðersiz
üzüntülerden kurtulmalýyýz (Spinoza'yý hatýrlayýnýz).
Bir baþka Fransýz düþünürü, Claude Adrien Helvetius (1725-1771) de bencillikle
erdemin uyuþabileceði
düþüncesindedir. O da, Mandeville gibi, Ýngiliz düþünürü Hobbes'tan yola çýkýyor
. Nedeni ne olursa olsun erdem
toplumun yararýna olan davranýþlardýr. Bütünün mutluluðu, kiþilerin mutluluðunun
toplamýdýr. Þu halde bütünün
mutluluðunu saðlayan erdem bencillikle çatýþmaz. Mademki toplumun yararýný saðlý
yor, erdem bir çeþit bencillik
olsun, ne çýkar? Toplum, bu çeþit bencilliði geliþtirmeye çalýþmalýdýr. Helvetiu
s da, Sokrates gibi, erdemin ancak
eðitimle meydana çýkarýlýp geliþtirilebileceðini savunmaktadýr.
Bu sýralarda özdeði (maddeyi) tümüyle yadsýyan özdeksizcilik (immateryalizm) ö
ðretisi bir papaz cüppesi altýnda
karþýmýza çýkýyor. Özdeði yadsýma deyiminden alýnan bir önekle Yadözdekçilik dey
imiyle de çevrilmiþtir. Ýngiliz
Protestan piskoposu ve düþünürü Georges Berkeley (1685-1753) tarafýndan ilerisür
ülen bu öðretiye göre varlýk
algýlamadýr (La. Esse est percipi), algýlarýmýzýn ve düþüncelerimizin dýþýnda öz
dek diye bir þey yoktur. Özdeði
felsefesel bir kavram olarak bir yana iten ve onu somut biçimleri ve o somut biç
imlerin özellikleriyle aynýlaþtýrma
yanýlgýsýna düþen Berkeley, Treatise on the Principles of Human Knowledge (Ýnsan
Bilgisinin Ýlkeleri Üstüne .
Araþtýrma, 1710) adlý yapýtýnda þöyle demektedir: Tasarýmlarýn zihinsiz varolmad
ýðýný ve varolamayacaðýný herkes
bilir. Çeþitli duyumlarýn da onlarý algýlayan zihinden baþka bir yerde varolamay
acaklarý bana hiç de daha az açýk
gelmemektedir. Varolmak deyimiyle ne denmek istendiði iyice incelenecek olursa b
u savým çok daha iyi
anlaþýlacaktýr. Üstünde yazý yazdýðým masa vardýr dediðim zaman, onu görme ve do
kunmayla algýladýðýmý söylemiþ
oluyorum. Bunun gibi bir koku vardý, demek ki koklamakla algýlamýþtým; bir ses v
ardý, demek ki iþitmekle
algýlamýþtým. Bütün bu anlatýmlarda varolan'ýn algýlanan olduðu açýkça görülmekt
edir (Kimi sözcüklerin altý
tarafýmýzdan çizilmiþtir). Bu savýyla özdekçiliðe savaþ açan piskopos Berkeley,
fiziksel nesnelerin tasarýmlar
olduðu savýndan yola çýkarak tasarýmlarýn algýlanarak varolduðu ve bundan ötürü
de fiziksel nesnelerin
algýlanmadan ibaret bulunduðu sonucuna varmaktadýr. Felsefe açýsýndan yukarda sö
zü edilen büyük yanýlgýsýnýn
dýþýnda mantýk açýsýndan da birçok yanýlgýlara düþmüþ bulunan Berkeley, bu yapýt
ýndan üç yýl sonra yayýmladýðý
Three Dialogues Between Hylas and Philonous (Hylas ve Philonous Arasýnda Üç Konu
þma, 1713) adlý yapýtýnda
öznel düþünceci savýný daha da geliþtirmiþtir. Bu yapýtýnda da Duyulur evren, du
yularýmýzla algýladýðýmýz evrendir.
Duyularla tasarýmlardan baþka hiçbir þey algýlanamaz. Hiçbir tasarým zihinden
baþka hiçbir yerde varolamaz (s.
425) demektedir. Ona göre Düþünmeyen bir varlýðýn bir zihin tarafýndan algýlanma
ksýzýn varolduðunu ilerisürmek
olanaksýz bir çeliþmedir (Ýbid, s. 462). Berkeley bu yapýtýnda Philonous'tür, Hy
las da ona karþý koymaktan çok,
konuþma olanaðý saðlayan, bilimsel öðrenim görmüþ saðduyuyu simgeler. Philonous,
Hylas'a karþý mantýksal ve
görgül kanýtlarýný bir bir sýralamaktadýr: Renk ancak onu gören için, koku ancak
onu duyan içindir. Onlarý vareden
bizim onlarý algýlayan ruhsal varlýðýmýzdýr, bizim onlarý algýlayan ruhsal varlý
ðýmýz olmasaydý onlar da olmazlardý.
Nesnelerle onlarýn bizdeki düþüncesi bir ve ayný þeydir, nesneler düþüncelerdir.
Cisimlerin nesnel varlýklarý yoktur,
onlarý vareden bizim ruhumuzdur. insanlar, sonsuz güçlü ruhun (Tanrýnýn) etkisiy
le düþünceler algýlayan ruhlardýr.
Kumaþýn kýrmýzý olduðu kesin deðildir, gözlerimiz sarýlýða tutulmuþsa bu kumaþ
ý sarý gördüðümüz gibi, gözleri
bizim gözlerimizden baþka yapýda olan hayvanlar bu kumaþý baþka renklerde görebi
lirler. Demek ki renk, kumaþta
deðil, gözlerdedir. Varolan bir þey, kendinden baþka olmasý olanaklý bulunmayan
bir þeydir. Oysa nesneler, çeþitli
algýlara göre çeþitli þeyler, eþdeyiþle kendileriyle ayný kalamayan þeylerdir. Ö
rneðin önümüzde duran bir kap su,
elimiz sýcaksa soðuk ve elimiz soðuksa sýcaktýr, eþdeyiþle kendi kendisiyle ayný
deðildir. Ýnsanýn hafif bulduðunu
karýnca aðýr bulur. Tatlý bir tatla güzel bir koku haz, acý bir tatla kötü bir k
oku acý verir; demek ki tatlar ve kokular
da zihnimizdedir. Berkeley, antikçað Yunan þüphecisi Ainesidemos'un yüzyýllarca
önce ilerisürdüðü kanýtlarý bir bir
yineledikten sonra, Philonous'la Hylas'ý þöyle konuþturur: Hylas: Ama Philonous,
zihnin dýþýnda varolan
algýlamasýz bir töz düþüncesini býrakmaya razý olduðumdan, özdek sözcüðünü isted
iðim gibi kullanmak ve yalnýz
zihinde varolan duyusal düþünceler toplamýna vermekten beni alýkoymamalýsýnýz. G
erçek anlamýnda ruhtan baþka
bir töz olmadýðýný kabul ediyorum. Ne var ki özdek deyimine uzun zamandan beri a
lýþmýþým, ondan nasýl
ayrýlacaðýmý bilemiyorum. Dünyada özdek yoktur demek benim hala canýmý sýkýyor.
Oysa, gerçekten de bu sözcükle
zihin dýþýnda düþüncesiz bir töz kastedildiðine göre özdek yoktur. Ne var ki özd
ekten eðer varlýðý algýlanmakla
beliren bir þey kastediliyorsa özdek vardýr. Bu ayrým, ona büsbütün baþka bir do
ðrultu verir. Ýnsanlar bunu
anlayabilirler, çünkü nihayet özdek üstündeki anlaþmazlýk tam olarak kabul edild
iði takdirde sizinle filozoflar
arasýndadýr. Onlarýn ilkeleri sizinkiler kadar doðal ve insansal, saðduyuya ve k
utsal kitaba uygun deðildir. Bizim
istediðimiz ya da sakýndýðýmýz þey, mutluluðumuzu ya da acýmýzý meydana getirece
ðini anladýðýmýz þeydir. Fakat
mutluluk ya da mutsuzluk, haz ya da acý, zevk ya da ýstýrabýn saltýk varlýðýyla
bizimle bütün iliþkileri kesilmiþ
meçhul þeylerin ne ilgisi var? Nesnelerin bizi ilgilendiriþi, bizi mutlu kýlýp k
ýlmamalarýna baðlýdýr ve mutlu kýlýp
kýlmamalarý da sadece algýlandýklarý derecededir. Bunun ötesinde onlarla ilgili
deðiliz ve onlarý býrakabiliriz.
Bununla beraber savýnýzda bir yenilik seziyorum. Filozoflar ya da halk gibi dü
þünmediðimi görüyorsunuz.
Öðretinizin eski düþüncelerime ne eklediðini ya da onlarda ne deðiþtirdiðini bil
mek isterim... Philonous: Yeni
kavramlar ilerisürmüþ deðilim. Yapmak istediðim sadece eskiden filozoflarla halk
arasýnda bölünmüþ olan hakikati
birleþtirmektir. Halk, algýladýðý nesnelerin gerçek nesneler olduðunu sanýyordu.
Filozoflarsa algýlanan þeylerin
zihinde varolan þeyler olduðunu söylüyordu. Yan yana konan bu iki anlayýþýn birl
eþtirilmesi, benim ilerisürdüðüm
savýn temelidir... Hylas: Uzun zamandan beri duyumlarýma güvenmiyordum, eþyayý d
onuk bir ýþýk altýnda ve sahte
bir gözlükle gördüðümü seziyordum. Þimdi gözlük çýkarýldý ve aydýnlandým. Þimdi
onlarý asýl biçimleriyle
görüyorum ve saltýk varlýklarý hakkýnda üzüntü çekmiyorum. Bununla beraber beni
buraya getiren yolu henüz
tümüyle kavramýþ deðilim. Siz de akademiciler, kartezyenler ve buna benzer öðret
ililer gibi ayný ilkelerle söze
baþladýnýz ve uzun zaman onlarýn felsefesel þüpheciliklerini ilerletiyor gibi gö
ründünüz. Oysa vardýðýnýz sonuçlar
onlarýnkine tümüyle karþýt çýktý. Hylas'ýn bilimsel bir karþý koyucu olmaktan ço
k, destekleyici ve Karagöz'deki
Hacivat gibi konuþturucu durumunu belirttiði için olduðu gibi aktardýðýmýz bu pa
rçanýn temel ilkeleri, kýsaca
Principles adýyla anýlan yukarda sözünü ettiðimiz yapýtta verilmektedir. Bu yapý
týn on yedinci paragrafý özdeksel
tözün iki bölüme ayrýlmasýndaki felsefesel anlam baþlýðýný taþýr, þöyledir: Özde
ksel tözden en titiz filozoflarýn bile
ne anladýklarýný incelersek görürüz ki bundan maksatlarý, genel bir varlýk düþün
cesi ve bunun olaylarý meydana
getiriþindeki göreli anlamdýr. Varlýk üstündeki genel düþünce bana soyut ve anla
þýlmaz görünmektedir. Varlýðýn
olaylara destek olmasýysa büsbütün anlaþýlamaz. Her halde baþka bir anlam kasted
iyorlar, ne var ki bunu
açýklamýyorlar. Özdeksel töz deyiminin dilegetirdiði anlamýn iki bölümünü düþünd
üðüm zaman bunlarýn
birbirlerinden ayrýlamayacaklarýný görüyorum. Ama bu özdeksel dayanak, ya da dev
im, biçim ve duyumlanabilen
öteki nitelikler sorunuyla neden uðraþýp kendimizi üzelim? Bunlarýn zihin dýþýnd
a var bulunduklarý kabul edilmiyor
mu ve bu da hiç mi hiç anlaþýlmayan bir varsayým deðil mi?. Yapýtýn on sekizinci
paragrafý da dýþýmýzdaki
nesnelerin varlýðý tanýtlanmak ister baþlýðýný taþýr, þöyledir: Her ne kadar kat
ýlýk, biçim ve devim niteliklerini
taþýyan özdeklerin zihin dýþýnda varolmalarý mümkünse de bunu bizim bilmemiz nas
ýl mümkün olabilir? Bunu
ya duyularýmýzla ya da usumuzla bilmiþ olabiliriz. Duyularýmýz bize sadece duydu
klarýmýzýn, düþüncelerimizin ya
da duyumlarýmýzla araçsýz olarak algýlanabilen þeylerin bilgisini verir. Ne var
ki nesnelerin zihin dýþýnda, ya da
algýlanmaksýzýn var bulunduklarýný bildirmez.
Bunu özdekçiler söyler sadece. Bundan ötürü nesnelerin varlýðý hakkýnda herhan
gi bir bilgimiz varsa bunu
usumuzla, eþdeyiþle duyularýmýzla doðrudan doðruya algýlanabilenle yapabileceðim
izi uslamlamayla anlarýz. Bu da
nesnelerin zihin dýþýnda, eþdeyiþle algýlamamýz dýþýnda var olduklarýna bizi ina
ndýracak bir neden deðildir. Kaldý ki
özdeðin ateþli yandaþlarý bile özdekle düþüncelerimiz arasýnda zorunlu bir baðýn
tý bulunduðunu söylemek cesaretini
gösterememektedirler. O halde her bakýmdan görülüyor ki, hiçbir cisim düþüncesiz
varolamaz, düþüncemizde
varolana benzeyemez. Rüyalarda, sayýklamalarda ve buna benzer olaylarda meydana
konan nesneler bunu her türlü
tartýþmanýn dýþýnda tutar. Bundan da anlaþýlýr ki, düþüncelerimizi meydana getir
mek için dýþýmýzda birtakým
nesneler bulunmasý hiç de zorunlu deðildir. Berkeleyin çeþitli yanýlgýlarla dolu
olan bu varsayýmýna temel aldýðý
özdek tanýmý da baþka yanýlgýlarýn ürünüdür. Berkeley'e göre özdek, tanrýnýn yok
luðu'dur. Þöyle der: Bir kez
özdeðe evet densin, tanrýnýn özdek olmadýðýný kimse kanýtlayamaz (Common-place B
ook, s. 32). Berkeley'e göre
tanrýnýn özdek olmasý, tanrýnýn olmamasýdýr. Buysa olanaklý deðildir, çünkü tanr
ý olmadan evrensel düzen
açýklanamaz. Demek ki Berkeley, özdeðin varolmadýðýný ilerisürerken, varolmakla
yok olmak arasýnda bir seçme
yapmaktadýr ve varolmayý tanýtlamak için özdeðin yokolduðunu tanýtlamaya çalýþma
ktadýr. Berkeley yapýtlarýnýn
kimi yerinde de, temel savýna aykýrý olarak, nesnel gerçekliði yadsýmadýðýný ve
ancak onun zihinsiz varolabileceðini
yadsýdýðýný söylemektedir ki bu da nesnel gerçekliði yadsýmak demektir. Þöyle de
r: Duyularýn üstüne etki yapan
tasarýmlar gerçek nesnelerdir ya da gerçekten vardýrlar, bunu yadsýmýyoruz. Ama
onlarý algýlayan zihinler
varolmaksýzýn varolabileceklerini ya da zihinsiz varolan ilkörneklerin kopyalarý
olduklarýný yadsýyoruz (Principles,
paragraf 90), Nesnelerin gerçekliðinden azýcýk olsun indirme yaptýðýmý düþünmek,
yanlýþtýr (Ýbid, paragraf 91).
Burada Berkeley gerçekliðin tanýmýnda da yanýlgýya düþmektedir, nesnel gerçek
ya da gerçeklik bilincimizin
dýþýnda ve biz algýlamasak da varolan bir gerçekliktir. Nitekim insanýn varlaþma
sýndan önce de bir dünya vardý, onu
algýlayacak hiçbir bilinç bulunmadýðý çaðlarda da nesnel gerçeklik bulunuyordu.
Berkeley þöyle demektedir:
Duyulur nesnelerin zihinsiz varolduklarý da söylenebilir, ama baþka bir zihinde
varolurlar (Ýbid, paragraf 91). Bu
baþka zihin, Berkeley'e göre tanrýnýn zihnidir. Bunu açýkça da söyler: Son çözüm
lemede, ben'lerin algýladýklarý
tasarýmlar tanrýnýn zihnindedir, eþdeyiþle tanrý tarafýndan sürekli olarak yarat
ýlmaktadýrlar (Ýbid, paragraf 91).
Demek ki Berkeley'e göre varlýk ya bizim algýmýzda ya da biz algýlamadýðýmýz zam
an baþkalarýnýn algýlarýnda,
algýlayacak hiçbir bilinçli insanýn bulunmadýðý çaðlarda da tanrýnýn algýsýnda v
arolmaktadýr. Þöyle diyor:
Diyorsunuz ki, benim için aðaçlarýn bir parkta ve kitaplarýn bir dolapta onlarý
kimse algýlamaksýzýn varolduðunu
imgelemekten daha kolay bir þey yoktur. Haklýsýnýz, ama yaptýðýnýz sadece zihnin
izde kitaplar ve aðaçlar diye
adlandýrdýðýnýz belli tasarýmlar kurmaktan ve bu tasarýmlarý algýlayabilecek bir
kimsenin tasarýmýný kurmayý ihmal
etmekten baþka bir þey deðildir. Þu halde bu, varmak istediðiniz amaca yaramaz,
sadece imgeleme ya da zihninizde
tasarýmlar kurma gücüne sahip olduðunuzu gösterir. Düþünce nesnelerinin zihin ol
madan varolduðunu
düþünebileceðimizi göstermez. Bunu göstermek için onlarýn düþünülmeden, kavranma
dan varolduklarýný
göstermemiz gerekir ki bu, açýkça saçmadýr (Ýbid, paragraf 23).
Ferkeley duyum ve tasarým deyimlerini eþanlamda kullanýyor ki bu da baþka bir
yanýlgýdýr. Ben ve benim gibi
olanlarýn dýþýnda bir de some Eternal Spirit (Öncesiz ve sonrasýz bir Ruh, eþdey
iþle tanrý) zihninden ve algýsýndan
tasarýmýndan da söz etmektedir ki bu yüce varlýðýn varolmasý da ben ve benim gib
ilerin algýlamasýna baðlýdýr.
Berkeleyin düþüncelerinin zorunlu çeliþik sonucu budur. Ne var ki Berkeley, sade
ce özdeksel töz'ün algýdýþý
varlýðýný yadsýyarak ruhsal töz'ün algýdýþý varlýðýný kabul etmektedir. Bu kabul
se, havada kalan ve hiçbir tanýta
gerek duymadýðý bir dogmadýr. Berkeleyin bütün öðretisi böylesine bir dogmayla t
emellenmekte ve bu dogmanýn
doðruluðu varsayýmý üstüne kurulmaktadýr. Tanýtlamak istediði de, bu dogmaya day
anarak, nesnelerin bilinç dýþýnda
varolmadýklarý deðil, sadece bu nesnelerin özdeksel bir töz olmayýp ruhsal bir t
öz olduklarýdýr. Bu yüzden
Berkeleyin öznel düþünceciliðine Özdekyadsýcýlýðý anlamýnda immateryalizm (Bu de
yimi ilkin A. A. Luce
yazdýðý bir kitabýn baþlýðýnda kullanmýþtýr: Berkeley's Immaterialism) denilmiþt
ir. Richard H. Hophins da
Berkeley öðretisini Yenigerçekçilik (Ýng. New Realism) adýyla nitelemektedir. Fr
aser de ona Düþünsel gerçekçilik
(Ýng. Ideal Realism) demektedir. Kimi yapýtlarda özdeksizci düþüncecilik (Fr. Id
ealýsme immaterialiste) de
denmiþtir. Berkeley özdeksizciliði, temelde, Leibniz metafiziðine dayanýr. Alman
metafizikçisi Leibniz Yalnýz
ýþýk, renk ve sýcaklýðýn deðil; devim, biçim ve geniþliðin de ancak görünüþte ni
telikler olduðunu tanýtlayabilirim
diyor ve özdeði somut biçimlerindeki özelliklerle aynýlaþtýrma yanýlgýsýna düþüy
ordu Bu büyük yanýlgý, birçok
bilim adamý ve düþünürü olduðu gibi Berkeleyi de Her nesne yalnýzca niteliklerin
in toplamý olduðuna, nitelikler
de yalnýz zihinde varolduklarýna göre özdek ve erke, atomlar ve yýldýzlardan mey
dana gelen tüm nesnel evren ancak
bilinçteki bir kuruluþ olarak vardýr saçmasýna götürmüþtür. Oysa bilme sürecinin
öznelliði, hiçbir zaman bilginin
nesnel temelini yok etmez.
Tüm öznel düþüncecilik gibi Berkeley özdeksizciliði de tekbenciliðe düþmekten,
ben yoksam evren de yoktur
saçmasýna varmaktan kurtulamamýþtýr. Nitekim Berkeley bunu açýk'ça da söylemekte
dir: Göðün tüm korosu ve
yerin yapýsýnýn, kýsaca, dünyanýn güçlü çatýsýný meydana getiren tüm cisimlerin
zihnin dýþýnda hiçbir varlýklarý
yoktur: Ben onlarý algýlamadýkça, onlar zihnimde ya da baþka bir yaratýðýn zihni
nde varolmadýkça onlarýn hiçbir
varlýklarý yoktur. Ya da bir ölümsüz ruhun zihninde varolduklarýný kabul etmek g
erekir. Demek ki sonuç da, çýkýþ
noktasý gibi, Leibnitz'ci bir Tanrý savunusu'dur. Fransýz özdekçisi Diderot, Kör
ler Üstüne Mektup'unda Ýnsan
zekasýnýn yüzünü kýzarttýðý ve bütün sistemlerin en saçmasý olduðu halde savaþýl
masý en güç sistem olarak
tanýmladýðý Berkeley öðretisini, eytiþimsel olmayan metafizik yapýlý bir özdekçi
lik izlediði için savaþýlmasý en güç
sistem saymýþtýr. Çünkü metafizik özdekçilik de, düþüncecilik gibi, özdeði nitel
iklerine indirger. Yanýlgý her iki
kampta da ortaktýr. Çaðdaþ idealizm ve metafizik, Diderot'nun deyimiyle bütün si
stemlerin en saçmasý olan
Berkeley özdeksizciliðini savunmakta devam etmektedir. Bu savunu, özellikle, özd
eðin varolmadýðý savýyla
özdeðin zihinde varolduðu savýnýn ayný þey olmadýðý varsayýmýna dayanmaktadýr. D
aha açýk bir deyiþle,
birçoklarýna göre, özdek sadece zihinde vardýr demek özdeksel dünya yoktur demek
deðilmiþ. Oysa pek açýktýr ki
özdek sadece zihinde vardýr demek, özdeksel dünya yoktur demektir. Bu gerçek, sö
zcük oyunlarýyla
gizlenemeyecek kadar açýktýr. Örneðin Amerikalý Profesör W. T. Stace þöyle demek
tedir: Halk arasýnda
Berkeleyin, maddenin varolmadýðý yolundaki saçma düþünceyi önerdiði sanýlýr. Dok
tor Johnson da bunu iþitince
taþa tekme atarak onu çürütmeye giriþmiþ. Ama Doktor Johnson bunu yapmakla, fels
efeden anlamayan akýlsýz bir
filisten sayýlmayý hak etmiþtir. Aslýnda Berkeley, ilerisürdüðü sanýlan çýlgýn ö
nermeyi gerçekten söylemiþ olsa,
Doktor Johnson'un tekmesi de bu düþünceyi kesin bir biçimde çürütmüþ sayýlabilir
di. Gerçekte Berkeleyin dile
getirdiði görüþler ise istediðiniz kadar tekme atýn, çürütemezsiniz bunlar þunla
rdýr: Madde yalnýz bizim ve
tanrýnýn zihinlerimizde ve zihinlerimiz için varolur, maddenin özü algýlanýr olm
aktýr, maddenin görünebilir ve
elle tutulabilir görünüþünün altýnda bilinmeyen ve bilinemez bir alttabaka yoktu
r. Bildiðim kadarýyla, aklý
baþýnda hiç kimse maddi dünyanýn varolmadýðýný iddia etmemiþtir. Belki bir tek G
orgias. Ama Gorgias galiba
yalnýzca bir þakacýydý. Maddi dünya vardýr, oradadýr þüphesiz, Doktor Johnson'un
ispatladýðý gibi. Buna isterseniz
düþ, isterseniz yanýlsama ya da sadece bir görünüþ deyin. Ama gene de bu düþ, bu
yanýlsama, bu görünüþ oradadýr.
Kesinlikle varolmaktadýr (bkz. Stace, Hegel Üstüne, Birikim Yayýnlarý, Ýstanbu
l 1976, Murat Belge çevirisi, s. 19-
20. Kimi tümcelerin ve sözcüklerin altýný ben çizdim. O.H.). Profesör Stace' ýn
bu sözlerinde birçok yanýlgýlar
vardýr: Ýlkin, Berkeley ileri sürdüðü sanýlan çýlgýn önermeyi gerçekten söylemiþ
tir; bunu, yukarda, bizzat kendi
yapýtýndan aktardýðýmýz alýntýlarda göstermiþ bulunuyoruz. Ýkinci olarak, tanrý
ve zihni bilimsel açýdan ciddi bir
tartýþma konusu deðildir. Üçüncü olarak, Madde yalnýz bizim zihinlerimizde ve zi
hinlerimiz için varolur demek,
pek açýk olarak özdeðin zihin ya da zihinler dýþýnda varolmadýðýný söylemek deme
ktir. Dördüncü olarak, özdeðin
zihin ya da zihinler dýþýnda varolmadýðýný söylemek, gene pek açýk olarak özdek
sel dünyanýn varolmadýðýný
savlamak demektir. Beþinci olarak, özdeðin özü hiç de algýlanýr olmak deðildir;
insana duygularýyla algýlanamayan
sayýsýz özdekler vardýr, örneðin elektromanyetik alanlar algýlanamazlar, ama özd
ekseldirler. Einstein'ýn
matematiksel denklemlerinde açýk seçik göründükleri gibi pusula ibrelerini kuvve
t çizgileri boyunca yöneltirler;
kaldý ki bunu tanýtlamak için elektromanyetik alanlara kadar uzaklaþmak da gerek
mez, örneðin saniyede yirmiden az
ve yirmi binden çok titreþimler algýlanamazlar, ama vardýrlar, Berkeleyin ünlü s
özü esse est percipi (Varolmak,
algýlanmaktýr) hiçbir söz oyunuyla gizlenemeyecek biçimde bunlarý yoksayar. Altý
ncý olarak; profesör Stace için
özdeksel dünya vardýr demek, yukardaki parçada açýkça söylediði gibi o bir düþ,
bir yanýlsama, bir görünüþ
vardýr demektir; oysa varolan ne düþ, ne yanýlsama, ne de görünüþtür, özdeksel d
ünyanýn ve eþdeyiþle nesnel
gerçekliðin ta kendisidir. Özetle, bizzat idealizm gibi özdeksizcilik savý da, n
eresinden tutarsanýz tutun, ipe sapa
gelmez bilimdýþý bir savdýr. Ünlü bir diyalektikçi þöyle der: Öðretilerinde bir
otobüsü düþünce sayanlar, onun
altýnda ezilmemek için karþý kaldýrýma seðirtirken, otobüsün düþünceden ibaret o
lmadýðýný pekala bilirler.
Evren ve tüm evrensel olanlar özdektirler. Bunlarýn dýþýnda özdek diye ayrý bi
r þey elbette yok. Nasýl ki elma,
armut, üzüm, karpuz ve baþkalarýnýn dýþýnda meyve diye bir þey yoksa. Elmayý, ar
mudu, üzümü, karpuzu
yadsýmadan meyve de nasýl yadsýnamazsa taþ, toprak, kuþ, aðaç yadsýnmadan özdek
de öylece yadsýnamaz.
XViii'nci yüzyýl akýlcýlýðýnýn doðal sonucu olan deneycilik, Ýskoçya okulunun el
inde biçim deðiþtirmiþtir. Bu
okulun kurucusu Glasgow Üniversitesi Profesörü Thomas Reid'dýr (1710-1796). Rei
d'a göre dýþ deneylerden baþka,
onlar kadar önemli olan, bir de iç deneyler vardýr. Ýnsan ruhunu, doðuþunda, hen
üz hiçbir þey yazýlmamýþ, bomboþ
bir kaðýt (tabula rasa) sayan Locke'la, onun yolunda yürüyen Berkeley ve Hume ya
nýlmaktadýrlar. Öyle bir çeþit
yargýlar vardýr ki bunlar kendiliðinden, insan ruhunda meydana gelirler. Erdem y
argýsý bunlarýn baþýnda gelir. Erdem
yargýsýnýn meydana gelmesi için hiçbir dýþ deney gerekmez. Doðruyla yanlýþý, iyi
yle kötüyü ayýrt eden insanla
beraber doðmuþ olan bu yargý gücüdür. Reid, ancak iç deneylerin ürünü saydýðý bu
yargý gücüne saðduyu (common
sense) adýný vermektedir. Bu yargýlar, Reid'a göre, zihnin içgüdüleridir ve bizi
mle birlikte doðarlar. Bu yargýlarýn
doðruluklarýndan kuþkulanmamalý, onlarý olduklarý gibi benimseyip uygulamalýyýz.
Saðduyu, her saðlam insanda
aynýdýr, deðiþmez. Þu halde, Reid'a göre erdem, bir içgüdüdür.
Fransýz maddecilerinden Paul-Henri Baron d'Holbach'sa (1723-1789) bu düþünceni
n tam tersini savunmaktadýr.
Küçük yaþta Fransa'ya göçmüþ bir Alman olan Baron d'Holbach'a göre, maddeyi gere
ði gibi anlayamayanlar hemen
ruha baþvurmaktadýrlar. Nedenini çözemediðimiz bir olayla karþýlaþtýk mý Tanrýda
n medet umuyoruz. Mademki bu
olayýn nedenini bulamýyorum, þu halde bu bir Tanrý iþidir, demek kadar sakat bir
düþünce olabilir mi? Bu davranýþ,
insan aklýnýn henüz gücüne kavuþmadýðý çaðlarda hoþ görülebilirdi. Ýlkel insan,
içinden çýkamadýðý gök
gürültüsünün nedenini nasýl cinlere baðlýyorsa, aklýn gerçek gücüne kavuþamamýþ
insan da erdemini Tanrýya
baðlamaktadýr. Oysa, düþünce, bir molekül hareketidir. Madde, canlýdýr. Cansýz s
anýlan bir madde, örneðin bir
elma, midemize girip kanýmýza karýþarak canlanýr. Kaldý ki aslýnda da cansýz deð
ildi o. Büyümekle, olgunlaþmakla,
kýzarmakla hareket ettiðini pekala tanýtlýyordu. Bizimle birleþtikten sonra canl
ýlýðý su götürmez bir biçimde belirdi.
Bütün nedenler maddeden doðmaktadýr. Maddeyle açýklanamayan hiçbir neden yoktur.
Tek bilim, fiziktir. Þu halde
erdem fiziktir, bir molekül hareketidir.
Burada, Fransýz Ansiklopedicilerini de gözden geçirmek zorundayýz. Bir ansiklo
pedi kurmak davranýþý, XViii'nci
yüzyýlýn en önemli davranýþlarýndan biri olmuþtur. Fransýz Ansiklopedisi, pek kü
çük bir azýnlýðýn elinde bulunan
bilimi geniþ toplumlara yaymýþtýr. Ansiklopedinin ilk cildi 1751 yýlýnda yayýnla
nmýþtý ve XViii'nci yüzyýl
aydýnlanmasýna uygun olarak Akla Göre Düzenlenmiþ Bilimler, Sanatlar ve Zanaatla
r Ansiklopedisi
(Encyclopedie ou Dictionnaire Raisonne des Sciences, des Arts et des Metiers) ad
ýný taþýyordu. Bu ilk ansiklopedi
35 cilt olarak 1780 yýlýnda tamamlandý.
Bu büyük iþte emeði bulunanlarýn baþýnda d'Alembert, Diderot, Voltaire, Rousse
au, Baron d'Holbach gelmektedir.
Ansiklopedinin ilk yayýnlayýcýsý Jean d'Alembert (1717-1783) ne maddeye, ne de r
uha bel baðlamayan bir
kuþkucuydu. Bu bakýmdan ansiklopedinin onun yönetiminde yayýnlanan ciltleri bu k
uþkuculuðun etkisi altýndadýr.
Deneylerin dýþýndaki bilgilere sýrt çevirmiþtir, deneylere bile kuþkuyla bakmakt
adýr. D'Alembert'e göre salt hiçbir
bilgimiz yoktur. Dünyayý böyle biliyoruz, çünkü bize böyle görünüyor, aslýnda be
lki bambaþkadýr.
François Marie Voltaire'se (1694-1778) bir düþünürden çok bir yayýcý, bir dilc
i, bir etkileyicidir. Gününe göre
aþýrý sayýlan birçok yeni düþünceleri Fransa'ya o sokmuþ, o tanýtmýþtýr. Voltair
e yeni bir dünya görüþü peþindedir.
Bu dünya, aklýn egemenliðine girmelidir. Ruhu maddeden ayýranlara kýzdýðý kadar,
ruhu maddeyle birleþtirenlere de
kýzmaktadýr. Ona göre varlýk, hem maddesel hem de ruhsaldýr. Bu ikiliði birbirin
den ayýrmak kadar, bir saymak da
akýlsýzlýktýr. Ruhu maddeden ayýrmaya çalýþmak boþuna, gereksiz bir soyutlamaya
giriþmek demektir. Ruhu
maddeyle birleþtirmek de gülünçtür. Ruhun görevleri maddeye baðlýdýr ama, onun k
endine özgü bir yapýsý da vardýr.
Voltaire, ünlü Felsefe Sözlüðü'nün Erdem (Vertu) maddesinde erdemi kýsaca, benze
rine iyilik etmek'le
tanýmlamaktadýr: Erdem nedir? Benzerine iyilik etmek. Bana iyi gelen þeyden baþk
asýna erdem adýný verebilir
miyim? Ben yoksulum, sen cömertsin. Ben tehlikedeyim, sen yardýmýma koþarsýn. Sa
na hiç düþünmeden erdemli
bir insan derim. Dinsel erdemlerin seni ilgilendirir, inancýn varsa bundan bana
ne? Ermiþ Pavlus sana
iyilikseverliðin inandan da, umuttan da ileri bir þey olduðunu söylemekte haklýy
dý. Topluluk halinde yaþýyoruz. Þu
halde bizim için gerçekten iyi olan, topluluk için yararlý olandýr: Dünyadan el
etek çekmiþ bir adam kendi baþýna
iyi bir insan olabilir, ama ben ancak baþka insanlarýn yararlanacaðý erdemli bir
davranýþta bulunduðu zaman ona
erdemli insan diyebilirim. Tek baþýna kaldýkça ne iyi, ne de kötü adamdýr, bizim
için hiçbir þey deðildir. Ýnsanlar
arasýndaki erdem bir iyilik alýþveriþidir. Neron, Papa Vi'ncý Alexandre gibi can
avarlar birçok iyiliklerde de
bulunmuþlardýr, deniliyor. Hiç çekinmeden söyleyelim, o iyilikleri ettikleri gün
hepsi de erdemli insanlar
olmuþlardýr. Kimi Tanrýbilimciler Ýmparator Antonius'un böbürlenmek için adaletl
i, çalýþkan, iyiliksever olduðunu
ve erdemleriyle insanlarý aldatmaktan baþka bir þey yapmadýðýný söylerler. O zam
an ben de kendimi tutamýyor:
Tanrým, diye haykýrýyorum, ne olur, bize sýk sýk böyle yalancýlar gönder!..
Peki, ya kötülük?..
Gene ayný sözlüðün Kötü (Mechant) maddesinde de þunlarý söylemektedir: Ýnsanýn
, yaratýlýþýndan kötü olduðunu
haykýrýp duruyorlar. Bundan daha yanlýþ bir düþünce olamaz. Ýnsanoðlu hiç de köt
ü olarak yaratýlmamýþtýr. Ama
hastalandýðý gibi kötüleþebilir de. Yeryüzünde bir milyar insan 'varsa bunun, aþ
aðý yukarý beþ yüz milyonu dikiþ
diken, yün eðiren, çocuklarýný emziren, birazcýk da komþularýný çekiþtiren kadýn
lardýr. Bu zavallýlarýn yeryüzünde
ne gibi kötülükler ettiklerini anlamýyorum. En az iki yüz bin de çocuk vardýr ki
elbette ne adam öldürür, ne de
yaðma ederler. Aþaðý yukarý bir o kadar da kocamýþ ya da hasta çýkar. Geriye pek
pek yüz milyon güçlü, cinayetler
iþleyebilecek delikanlý kalýr. Bu yüz milyondan doksan milyonu sürekli olarak di
dinip topraðý zorladýklarýndan
kötülük etmeye vakitleri yoktur. Geriye kalan on milyona yaþamaktan mutluluk uma
n iþsiz güçsüz kimselerle
aristokratlarý, çeþitli ve saygýdeðer meslekler tutanlarý katýnýz. Demek oluyor
ki gerçekten kötü olarak, daima
dünyayý karýþtýrmak isteyen kimi politikacýlarla kendilerini bu politikacýlara k
iralayan birkaç bin serseriden baþkasý
kalmýyor. Bu yýrtýcý hayvanlardan da ayný zamanda kullanýlanlarýn sayýsý hiçbir
zaman bir milyonu bulmaz. Hem bu
sayýda yol kesen eþkýyalarý da hesaba katýyorum. Þu halde, yeryüzünde; en fýrtýn
alý zamanlarda bile, kötü
denilebilecek binde bir kiþi vardýr, o da her zaman kötü deðildir. Ayný sözlüðün
Töre (Morale, Ahlak) maddesinde
þöyle der: Nasýl tek geometri varsa, öylece, tek töre vardýr. Hintli boyacý da,
Tatar çoban da haklýyla haksýzý bilir.
Konfüçyüs bir fizik sistemi kurar gibi bir töre sistemi kurmuþ deðildir, o bunu
bütün insanlýðýn kalbinde bulmuþtur.
Bu töre dincilerde olduðu kadar paganlarda da vardýr. Töre; ne boþ inançlarda, n
e de dinsel dogmalardadýr. Bütün
dogmalarýn birbirlerine karþýt olduklarý halde akýllarýný kullanmasýný bilen büt
ün insanlarda törenin ayný kaldýðý ne
kadar söylense azdýr.
Voltaire, sözlüðünün Doðruya Eðriye Dair (Du Juste et de 1'Injuste) maddesinde
de þu düþünceyi ortaya
atmaktadýr: Bize doðruluk, eðrilik duygusunu kim vermiþ? Bize bir beyinle bir de
kalp vermiþ olan Tanrý. Peki,
aklýnýz size erdemi ne zaman öðretiyor? Ýki kere ikinin dört ettiðini öðrettiði
zaman. Ey Sonde adalarýnýn sapsarý
insanlarý, kara Afrikalýlar, tüysüz Kanadalýlar, Platon, Cicero, Epiktetos... Pi
rincinizin fazlasýný, gelip sizden
isteyen yoksulu öldürmektense, bunu ona vermenin daha iyi bir þey olduðunu hepin
iz biliyorsunuz. Bu duygu
hepinizde ortaktý. Doða her zaman þunu haykýrmýþtýr: Eðri deðil, doðru olunuz.
Voltaire, ünlü sözlüðünün Eþitlik (Egalit6) maddesine de þöyle baþlamaktadýr: Kö
pek köpeðe, at ata ne borçludur?
Hiçbir þey. Hiçbir hayvan ötekinin buyruðu altýnda deðildir. Ama insanoðlu akýl
denen Tanrý ýþýðýna kavuþmuþ. Ne
kazanmýþ biliyor musunuz? Dünyanýn her yerinde köle olmayý.
Voltaire'e göre hayvanlar akýlsýz olduklarý için özgürdürler. Öyleyse insanlar
sadece hayvansal yanlarýyla eþit
olabilirler. Nitekim sözlüðün 1711 baskýsýnda þu parça eklenmiþtir: Yaratýlýþlar
ýna baðlý olan yetiler bakýmýndan
bütün insanlar, eþittirler. Çin kralý, Moðol imparatoru, Türk padiþahý kullarýný
n en aþaðýsýna bile, sana, düþünmeyi,
ayakyoluna gitmeyi, yediklerini hazmetmeyi yasaklýyorum! diyemez. Bir ineðin peþ
inde dolaþan bir boða, baþka bir
boðanýn saldýrýsýna uðradý mý öteki çayýra gidip kendisine baþka bir sevgili bul
ur, özgürdür. Bir horozdan dayak
yiyen horoz baþka bir kümeste kendini avutur: Ama bizler için iþ böyle deðildir.
Bir vezir bir bostancýyý Limni
adasýna sürer, baþvezir veziri Bozcaada'ya sürer, padiþah baþ veziri Rodos adasý
na sürer, yeniçeriler de padiþahý
tutuklayýp dini bütün' Müslümanlarý keyfine göre sürgün edecek bir baþkasýný tah
ta çýkarýrlar. O da kutsal gücünü
böyle ufak tefek iþlerde kullanmakla yetinirse ne mutlu.
Hiçbir iþe ihtiyacýmýz olmasaydý iþçi arar mýydýk? diye soruyor Voltaire. Deme
k oluyor ki ihtiyaçlarý olmasa bütün
insanlar zorunlu olarak eþit olacaklardý. Peki, sadece düþünmek, ayakyoluna gitm
ek ve yediklerini hazmetmek
bakýmýndan eþit olan insanlardan birinin kaldý ki insanlar düþünmek, ayakyoluna
gitmek ve yediklerini hazmetmek
bakýmýndan da eþit deðildirler öteki insanýn iþine neden ihtiyacý olsun?.. Volta
ire'e göre, doðal yaþayýþta böyle bir
ihtiyaç duyulmamýþtýr: Bütün dört ayaklýlarýn, kuþlarýn, sürüngenlerin yararland
ýklarý doðaya pek uygun olan bir
yaþayýþta insanoðlu da onlar kadar mutlu yaþamaktaydý. O zaman, bir baþkasýna eg
emen olmak kimsenin aklýna bile
getirmeyeceði bir kuruntuydu.
Görüldüðü gibi, Voltaire, insanlarý hayvanlaþtýrmak için kafa patlatmakla suçl
adýðý Rousseau'nun vardýðý ayný
sonuca varmaktadýr. Bu sonuç, Yunanlý Hesiodos'tan beri yirmi beþ yüzyýldýr özle
mi çekilen altýnçað övgüsüdür.
Ne var ki Voltaire ötekiler gibi bu çaða dönülmesini öðütlemiyor. Tersine, artýk
bu çaða dönülemeyeceði
kanýsýndadýr. Çünkü insan akýllanmýþtýr. Akýl, hayvansal gereklerin dýþýnda, bir
çok ihtiyaçlar doðurmuþtur.
Ýnsanoðlunun alageyiklerin, karacalarýn barýnaðýndan, yataðýndan baþka bir eve,
yataða ihtiyacý vardýr. Çünkü
insanoðlu, yapýsýna uygun bir iklim bulmamýþtýr. Açýk bir deyiþle, insanoðlu, ha
yvanlar gibi doðaya
uymamaktadýr.
Öyleyse insanoðlunun doðayla çatýþmasý akýlla, bir baþka deyiþle, insanlýðýyla
baþlamaktadýr. Ama bu akýl, bu
insanlýk niçin eþitsizliði doðuruyor? Eþit olmak için her halde doðaya uygun olm
ak mý gerekir? Voltaire, bu gerekli
soruyu þöyle karþýlýyor: Soyumuza kancayý takan yoksulluk, bir insaný bir ba.þka
insanýn buyruðuna vermektedir.
Peki, yoksulluk soyumuza neden kancayý takmýþtýr?.. Voltairein' bu konudaki düþü
ncesini ki asýl sorun budur þu
sözlerinden çýkarabiliriz: Kalabalýk bir aile verimli bir tarlayý ekip biçiyor.
Yaný baþýndaki iki küçük ailenin de
nankör, verimsiz topraklarý var. Topraðýn paylaþýlmasýnda kimine verimli, kimine
verimsiz topraklar düþmüþ.
Öyleyse eþitsizlik talihsizlik'le baþlýyor. Ama sadece bu da deðil. Her insan, d
oðuþtan, baþkasýný ezmeye, zengin
olmaya, zevke, safaya eðilimlidir, tembellikten de pek hoþlanýr. Onun için her i
nsan baþkalarýnýn parasýný, karýlarýný
elde etmek, onlarýn efendisi olmak, hepsini kendi keyfine boyun eðdirmek, sonra
hiçbir þey yapmamak, ya da ancak
pek zevkli þeyler yapmak ister. Voltaire bu nedenleri pek olaðan bulmaktadýr: Þu
talihsiz dünyamýzda bir arada
yaþayan insanlarýn iki sýnýfa, buyuran varlýklýlarla iþ gören yoksullara ayrýlma
masý, yukarda sayýlan eðilimleri
yüzünden, imkansýzdýr. Eþitsizlik, iki papazýn birbirlerini kýskanmasý kadar ola
ðandýr.
Dahasý var: Her insanýn yüreðinin ta içinde kendisini öteki insanlarla eþit sa
ymaya yerden göðe kadar hakký vardýr.
Böyle olunca, bir kardinal aþçýsýnýn efendisine yemek hazýrlatmasý gerekmez. Ama
aþçý þöyle diyebilir: Ben de
efendim gibi bir insaným, ben de onun gibi viyaklayarak dünyaya geldim, o da ben
im gibi ayný acýlarla, ayný
törenlerle ölecek: Ýkimiz de ayný beden iþini görüyoruz. Þayet Türkler Roma'yý z
aptederler, ben kardinal, efendim
de aþçý olursa onu yanýma alýrým. Bu sözlerin hepsi akýllý uslu, doðru sözlerdir
. Ama Türk padiþahý Roma'yý
alýncaya kadar aþçý görevini yapmalýdýr. Yoksa insan topluluðu bozulur gider.
Kuralar çekilmiþ, paylar daðýtýlmýþ, talihlilerle talihsizler yerlerini almýþl
ardýr. Voltaire 1771 baskýsýna þu sözleri
ekliyor: Kuralar çekildikten sonra gelmiþ bize diyorsun ki, ben de sizin gibi bi
r insaným, benim de iki elimle iki
ayaðým, belki sizden fazla gururum, hiç deðilse sizinki kadar karýþýk, saati saa
tine uymaz, sizinki kadar çeliþmeler
içinde bir aklým var. Bana da payýma düþen topraðý verin. Þu bilinen dünyamýzda
verimli verimsiz elli bin milyon
arpent (beþ bin metrekarelik toprak ölçüsü) ekilecek toprak var. Dünyada topu to
pu bir milyar kadar iki ayaklý
hayvanlarýz, her birimize elli arpent düþer. Hakkýmý yemeyin, verin bana elli ar
pentimi. Aldýðý karþýlýk þudur:
Burada herkesin payý daðýtýlmýþtýr. Bizim aramýzda karnýný doyurmak, üst baþ edi
nmek, baþýný sokacak bir yer
bulup ýsýnmak istiyorsan, babanýn yaptýðý gibi sen de bizim için çalýþ, ya da bi
zi eðlendir. Merak etme, karþýlýðýný
öderiz. Yoksa dilenmek zorunda' kalýrsýn ki bu da senin gururunu büsbütün kýrar.
Görüldüðü gibi, Voltaire'e göre insan toplumunun bozulmamasý için köleler köle
liklerini yapmalýdýrlar. Bu,
dilencilik ederek gururu büsbütün kýrmaktan iyidir. Hem, köleler talihsizlikleri
nden baþka niçin köleleþmiþler,
biliyor musunuz? Voltairei dinleyin: Kalabalýk bir aile iyi bir tarlayý ekip biç
iyor, yaný baþýndaki iki küçük ailenin
de nankör, verimsiz topraklarý var. Bu iki yoksul ailenin varlýklý aileye ya hiz
met etmesi, ya da onu boðazlamasý
gerekir. Yoksul ailelerden biri karnýný doyurmak için zengine kolunun emeðini su
nar.
Öbürü gidip üstüne saldýrýr, dayaðý da yer. Ýþte hizmetçiler, ýrgatlar hizmet
eden ailenin, köleler de dayaðý yiyen
ailenin torunlarýdýrlar.
Voltaire'e göre, hiçbir þeyi olmayan bir sürü insanlar bulunmalýdýr. Çünkü, ha
li vakti yerinde bir adam kendi
topraðýný býrakýp sizinkini sürmeye elbette gelmeyecektir. Hem, bir çift kundura
ya ihtiyacýnýz olursa bunu size
Danýþtay baþkaný yapamaz. Bütün yoksullar mutsuz deðillerdir, çünkü þöyle doðmuþ
lardýr. Sonra, sürekli çalýþma
ne halde olduklarýný pek fazla duymalarýna engel olur.
Topraðýn paylaþýlmasýnda talihsiz bir atanýn torunu olmak talihsizliðine uðram
ýþsanýz, artýk, sonsuza kadar,
payýnýza ya ýrgatlýk, ya da dayak yemek düþecektir. Metafiziðe saldýrýlarýyla ün
lenen Voltaire, kýsýr döngüye
tutulmuþ bu düþüncesiyle katýksýz bir metafizikçidir.
Voltairein, bütün yapýtlarýndan çýkarabileceðimiz genel düþüncesi þöyle özetle
nebilir: Ayaktakýmý hiçbir zaman
akýldan yararlanamayacaktýr. Bu sýnýfýn kendisini aydýnlatmaya ne vakti ne de ye
teneði vardýr. Aydýnlanmýþ monarþi
bunlarý yönetir. Akýllý bir kral en iyisidir. Tarihsel deðiþmeler, akýl ve din ç
ekiþmesinden doðmuþtur. Akýl, doðal
dindir. Uluslarý, aydýnlatarak, hurafelerin pençesinden akýllý kiþiler kurtaraca
klardýr. Tanrý, en yüksek varlýktýr.
Din, bu yüksek varlýða tapmaktan ibarettir. Akýl, bu yüksek varlýðýn varlýðýný t
anýtlar. Çünkü, her yapýlan, bir
yapýcýyý gerektirir. Tanrý düþüncesinden baþka icat edilen her þey saçmadýr, Ýsa
adlý bir Yahudiye ne lüzum var?.
Töre (ahlak), Tanrýnýn insanlara verdiði akýlla kavranan doðal bir güçtür. Bütün
gönüllere serpilen ayný tohumdur.
Çeþitli töreciler çatýþmýþlardýr ama, ayný töreyi öðretmiþlerdir. Ýki kere iki h
er yerde dört eder, çünkü akýl her yerde
ayný ilkeden ayný sonucu çýkarýr. En büyük töre yasasý haksýzlýk yapmamaktýr, bu
nu da, dünyanýn hangi köþesinde
olursa olsun, bütün insanlar bilirler.
Diderot (1713-1784), Madam Puisieux'ye, 1749 yýlýnda Londra'dan þöyle yazýyord
u: Körlerin erdemli
olabileceklerine inanmýyorum Madam. Bir kör için, iþeyen biriyle hiç ses çýkarma
dan kaný boþalan biri arasýnda ne
ayrýlýk vardýr? Bizler de, eþyanýn uzaklýðý ya da küçüklüðü yüzünden, týpký körl
er gibi, acýma duygumuzu yitirmiyor
muyuz? Erdemlerimiz, duyumlarýmýza, eþyanýn bizim üstümüzdeki etkilerine o kadar
baðlý ki... Ceza korkusu
olmasa, pek çok kimsenin uzaktan kýrlangýç kadar görünen bir insaný öldürürken,
bir öküzü elleriyle boðazlamaktan
daha az acý duyacaðý besbellidir. Acý çeken bir ata acýdýðýmýz halde umursamadan
bir karýncayý çiðnemez miyiz? Ah
Madam, bilseniz, körlerin erdemi bizimkinden, bir sýðýrýn erdemi bir körün erdem
inden ne kadar baþka.
Bizimkilerden daha çok duyularý olan biri de bizim erdemimizi, kötü bir þey söyl
emeye dilim varmýyor, ne kadar
kusurlu bulurdu.
Büyük Fransýz düþünürü Diderot, XViii'nci yüzyýl Fransýz özdekçiliðini, yukard
a görüldüðü gibi, duyumculukla
temellendirmektedir. Ünlü devrimci Georges Politzer, onun için, Marx ve Engels't
en önceki en büyük özdekçi
(materyalist) düþünür diyor. Lenin, Diderot'nun, hemen hemen çaðdaþ diyalektik m
ateryalizmin sonuçlarýna
vardýðýný söylemiþtir. Engels, Tarihsel Özdekçilik (1892) adlý yazýsýnda, baþta
Diderot olmak üzere, bütün Fransýz
özdekçileri için þunlarý yazmaktadýr: Bu arada maddecilik, Ýngiltere'den Fransa'
ya geçerek, bu ülkede
Descartesçýlýktan gelen bir baþka maddecilikle karþýlaþtý ve onunla kaynaþtý. Ma
ddecilik, baþlangýçta, bu ülkede de
tamamen aristokratik bir öðreti olarak kendini gösterdi ama, aradan çok geçmeden
içindeki devrimci öz açýða çýktý.
Fransýz maddecileri, sadece dinsel konularý eleþtirmekle kalmadýlar; yollarýnýn
üstüne çýkan her çeþit bilimsel
geleneði ve politik kurumu da eleþtirdiler. Savunduklarý maddecilik öðretisinin
her konuya evrensel bir biçimde
uygulanabileceðini göstermek için bu öðretiyi bilimin bütün konularýnda, Encyclo
pedie adlý büyük eserlerinde
uyguladýlar ve daha sonralarý bu yüce eserin adýyla anýldýlar. Böylece, bu öðret
i, her iki biçimde de (apaçýk
maddecilik ya da deisme) Fransa'nýn bütün okumuþ gençliðinin kabullendiði bir öð
reti haline geldi (bkz. F.
Engels, Sosyalist Düþüncenin Geliþmesi, Salahattin Hilav çevirisi, 1964, s. 45,
46).
Denis Diderot'nun düþünceleri kýsaca þöyle özetlenebilir: Evrendeki bütün olgu
larýn özü bir'dir. Madde dýþýnda
bir ruhun varlýðý boþ bir kuruntudan ibarettir. Bitkide süren, hayvanda duyan, i
nsanda düþünen hep o bir þeydir ki
bu da madde'dir. Sýrf düþünceyle felsefe yapýlamaz, çünkü düþünce maddesel olayl
ardan gelir ve onlarla oluþur.
Metafizik, yüzyýllardan beri payandalanarak ayakta tutulmaya çalýþýlan çürük bir
yapýdýr, hiçbir deney karþýsýnda
tutunamaz. Evrim, doðaldýr ve doðanýn seçmesiyle, ayýklanmasýyla sürüp gider. Bü
tün varlýklar birbirlerinden türemiþ
ve birbirlerine katýþmýþlardýr (Diderot'nun bu ilginç görüþünü Lamarck ve Darwin
, çok daha sonra,
tekrarlayacaklardýr):
Diderot'nun bu Herakleitos'vari seziþleri, gerçekten hayranlýk vericidir.
Bu yüzyýlýn yetiþtirdiði bir baþka Fransýz düþünürü de, çeþitli konular üstüne
Demeç'leriyle (Fr. Discours)
ünlenen J. J. Rousseau'dur. Dijon Akademisi, 1749 yýlýnda, bir yarýþma düzenlemi
þti: Bilimlerle sanatlarýn
ilerlemesi erdemimizi geliþtirdi mi? Ýþte o güne kadar kendini müzikçi sanan Ýsv
içreli Jean-Jacques Rousseau'yu
(1712-1778), çaðýnýn en önemli yazar düþünürlerinden biri yapan soru, bu sorudur
.
Ýnsan iyiydi, onu kötü eden uygarlýktýr (medeniyet). Otuz yedi yaþýndaki Rouss
eau, soruyu böyle karþýlayarak
Dijon Akademisi'nin armaðanýný kazanacak. Hem de öylesine bir baþarýyla ki, ünü
bir anda bütün Avrupa'ya
yayýlacak ve yazarlýk hayatý bu ünlenmeden sonra . baþlayacak. Genç Rousseau, þi
mdi, kocaman bir aydýnlanma
çaðýna bir baþýna karþý çýkmanýn övüncü içindedir.
Rousseauya göre, birkaç yüzyýl önce Avrupalýlar mutlu bilgisizlikleri içinde e
rdemli yaþýyorlardý. Bu bölgede
edebiyat sanatýnýn yeniden dirilerek erdemsizliklerin türemesine Müslümanlar seb
ep oldu. Bizans'ýn çökmesi
Yunan sanatýnýn kalýntýlarýný Ýtalya'ya göçtürdü. Yazma sanatýný düþünme sanatý
izledi. Avrupalýlarýn mutsuz
bilgiçlikleri, erdemsiz uygarlýklarý da böylece baþlamýþ oldu. Müslümanlar, Biza
ns'ý silip süpürmeseydiler
Avrupa'da bir yeniden doðuþ (Renaissence) olmayacak; Avrupalýlar da mutlu bilgis
izlikleri içinde erdemli erdemli
yaþayýp gideceklerdi.
Rousseau, bu düþünceleri savunan Bilimlerle Sanatlar Üstüne Demeç (Discours su
r les Sciences et les Arts) adlý
yapýtýnýn sonradan yapýlan bir yeni baskýsýna þöyle baþlamaktadýr: Ün nedir? Ýþt
e ünümü borçlu olduðum yapýt.
Bana bir armaðan kazandýrmýþ ve adýmý tanýtmýþ olan bu parça orta derecededir, b
ir bakýma hiç de önemli deðildir
diyebilirim. Eðer bu ilk yazýya gereðinden çok deðer verilmeseydi yazarý da nice
mutsuzluklardan korunmuþ olurdu.
Oysa önceden gösterilen bu yersiz övgünün, sonradan, çok daha yersiz yergileri ü
stüme çekmesi kaderimmiþ benim.
Rousseau'nun, sonradan önemsizliðini böylece açýkladýðý bu yapýtýnda savunduðu d
üþünceye göre, edebiyat, sanat
ve bilim insanlarý kuþatan zincirleri çiçeklerle süsler, özgür yaþamak için doðm
uþ görünen insanlardaki o doðal
duyguyu boðar, tutsaklýklarýný (esirliklerini) sevdirir ve onlarý sözde uygar ul
uslar kýlýðýna sokar. Bilimler ve
sanatlar kral tahtlarýný saðlamlaþtýrmýþlardýr. Sanat, davranýþlarýmýza yapmacýk
katmadan önce yaþayýþýmýz ne kadar
sadeydi, törelerimiz kaba ama, ne kadar doðaldý. Doðrusu, insanýn tabiatý þimdik
inden iyi deðildi ama, insanlar
birbirlerinin ruhlarýna kolayca girebildiklerinden ne kadar rahat yaþýyorlardý.
Bugünse hoþa gitmek sanatý daha
kurnazca özentilerle birtakým kurallara baðlandýðýndan törelerimiz bayaðýlaþtý.
Bütün ruhlar ayný kalýba dökülmüþ
görünüyor. Ýçimizden geldiði gibi yaþayamýyoruz. Kimse, olduðu gibi görünmek güc
ünü gösteremiyor. Bu sürekli
baský altýnda toplum adlý bir sürü meydana getiren insanlar, daha güçlü bir nede
n davranýþlarýný deðiþtirmezse, ayný
durumlar karþýsýnda hep ayný þeyleri yapacaklardýr. Ýnsanlarýn özlerini asla bil
emeyeceðiz.
Bilim ve sanat yükseldikçe erdemin silindiði görülür. Bu olay, her yerde ve he
r zaman olagelmiþtir. Astronomi
saçma inançlardan doðmuþtur; hitabet tutkudan, kinden, dalkavukluktan; geometri
cimrilikten; doða bilgisi boþ bir
meraktan; her þey, töre (ahlak) bile insanýn kibrinden... Bilimlerin ve sanatlar
ýn bizim kötü eðilimlerimizden
çýktýklarý açýktýr. Þu halde bunlarýn hiçbiri bizim erdemlerimizden doðmuþ deðil
. Hele varmak istedikleri yere
bakýnca doðuþlarýndaki kusur büsbütün beliriyor. Lüks onlarý beslemese sanatlar
ne iþe yarardý, haksýzlýk olmasa
hukukun ne yararý olurdu? Sonunda, mutlu bir rastlantýyla, gerçeði bulsak bile o
ndan hangimiz gereðince
yararlanabileceðiz ki? Söyleyin bana ünlü filozoflar, boþlukta cisimlerin neden
birbirlerini çektiðini öðretmemiþ
olsaydýnýz sayýmýz daha mý az olurdu, daha kötü mü yönetilirdik, daha güçsüz; da
ha erdemsiz mi olurduk? Elde
ettiðimiz sonuç nedir?
Lüksün zorunlu sonucu olan törenin bozulmasý, böylelikle zevklerimizin de bozu
lmasýna sebep olmuþtur.
Ýlkçaðlarýn sadeliðini özlemle anmadan erdemi düþünemiyoruz artýk. Romalýlar san
at zevklerini geliþtirdikçe
askerlik deðerlerinin azaldýðýný görmüþlerdir. Yunanlýlar, Prometeus'u Kafkasya'
daki bir daða boþuna
çivilemediler. Eski Yunan cumhuriyetleri, vatandaþlarýný evlerine kapayýp uyuþtu
ran, bedenlerini çökertip ruhlarýný
gevþeten durgun sanatlarý yasaklamýþlardý. Bilgisizliðe övgünün en güzelini yapa
n ünlü bilgin Sokrates deðil midir,
Tanrýlarýn bana verdiði akýl üstünlüðü hiçbir þeyi bilmediðimi bildiðimde beliri
yor, diyerek.
Bahçelerimiz heykellerle, salonlarýmýz tablolarla süslü. Halka beðendirilmek i
stenen bu yapýtlar neler söylüyor
dersiniz? Bunlar, insan aklýnýn, insan duygusunun ne kadar sapýklýðý varsa iþte
onlarý canlandýrýrlar. Bütün bu
kötülükler, bilimlerle sanat deðerlerinin yükselip töre deðerlerinin alçalmasýyl
a insanlar arasýna sokulmuþ olan o
uðursuz eþitsizlikten deðilse, neden doðuyor? Artýk bir insanýn namuslu olup olm
adýðý deðil, bir sanata kabiliyeti
olup olmadýðý aranmaktadýr. Bir kitabýn yararlý olmasý deðil, güzel yazýlmýþ olm
asý aranmaktadýr. Her türlü övgü
parlak zekayadýr, erdeme deðil. Bu sonuç bilimlerle sanatlarýn yeniden diriltilm
esiyle bir kez daha belirmiþtir. Evet,
yazarlarýmýz, düþünürlerimiz, astronomlarýmýz, þairlerimiz, ressamlarýmýz var da
deðerli vatandaþlarýmýz yok. Sultan
Ahmet, matbaayý yurduna sokmamak için direnmekte haklýydý. Ýnsan kafasýnýn bütün
saçmalýklarýný yarýna iletecek
olan bu makine ne kadar korkunçtur. Krallar bu korkunç makineyi kapý dýþarý etme
lidirler. Yarýnýn çocuklarý,
bizden daha budala deðillerse eðer; ellerini havaya kaldýrýp acý acý þöyle baðýr
acaklardýr: Ey ulu Tanrý, sen bizi
babalarýmýzýn bilgilerinden ve uðursuz sanatlarýndan koru. Bize bilgisizliðimizi
, saðlýðýmýzý, yoksulluðumuzu
baðýþla. Bizi mutlu edebilecek ve senin en deðerli saydýðýn þeyler iþte
asýl bu nimetlerdir.
Rousseau, yapýtýný; þu sözlerle bitirmektedir: Ey erdem, sade ruhlarýn ince ve
yüksek bilgisi, seni öðrenmek için bu
kadar araca ve zahmete ne lüzum var? Senin ilkelerin bütün yüreklerde kazýlý deð
il mi? Senin kanunlarýný öðrenmek
için kendine kapanmak, hýrsýzlardan uzak kalýndýðý bir anda, vicdanýnýn sesini d
inlemek yetmez mi? Ýþte asýl felsefe
budur, onunla yetinelim.
Bir baþka yapýtýnda da, bu düþüncesini, þöyle tamamlamaktadýr: Ruhun derinliði
nde bir tüze (adalet) ve bir töre
(ahlak) ilkesi vardýr. Bu ilke ruhla birlikte doðmuþtur. Ne dersek diyelim, yapt
ýðýmýz iþin iyi ya da kötü olduðunu
biz onunla ölçeriz; baþkalarýnýn iþlerini de bu ilkeyle ölçeriz. Ýþte ben buna v
icdan diyorum.
1754'te Dijon Akademisi'nin açtýðý yarýþmaya ikinci kez katýlan Jean-Jacques Rou
sseau, ünlü Eþitsizlik üstüne
Söylev'ine þöyle baþlýyordu: Ey insan, hangi ulustan olursan ol ve ne türlü düþü
nürsen düþün, dinle. Yalancý
kitaplardan deðil de, asla yalan söylemeyen doðadan okuduðumu sandýðým biçimiyle
iþte tarihin... Öyle bir çað ki,
bunu hissediyorum, kiþi orada durmak ister. Sana gelince, insanlýðýn durmasýný i
steyebileceði çaðý arayacaksýn.
Bahtsýz torunlarýna daha da büyük hoþnutsuzluklarý hazýrlayan nedenlerden ötürü
þimdiki durumundan yakýnan sen
belki de geri dönmek isteyeceksin ye bu duygun, atalarýn için bir övgü, çaðdaþla
rýn için bir eleþtirme, senden sonra
yaþamak bahtsýzlýðýna katlanacaklar içinse acýma ve korku olacaktýr.
Rousseau, iki türlü eþitsizlik belirtiyor: Doðal eþitsizlik, siyasal eþitsizli
k... Doðal eþitsizlik saðlýksal ve bedensel
güçlerin eþitsizliðidir. Siyasal eþitsizlikse toplumsal üstünlüklerin yarattýðý
eþitsizliktir. Acaba bu iki eþitsizlik
arasýnda bir iliþki var mýdýr, daha açýk bir deyiþle örneðin bir patron, çalýþtý
rdýðý iþçilerinden kolunun ya da
kafasýnýn gücü bakýmýndan her halde daha üstün müdür?.. Rousseau, ünlü Söylev'in
in birinci bölümünde doðal
eþitsizliði inceliyor. Ona göre doðal eþitsizlik, gerçek bir eþitsizlik deðildir
. Gerçek eþitsizlik, uygarlýkla
baþlamaktadýr.
Rousseau'nun bu söylevinin tadýna varabilmek için onun bütün yapýtlarýnda beli
ren genel düþüncesini bilmek
gerekir. Rousseau'ya göre ilkel insan, eþit ve özgürdü. Toplumsal insan da eþit
haklarla yapacaðý sözleþme (contrat
social) ve yasalarla kendi özgürlüðünü kendisi saðlayacaktýr. Tek devlet biçimi,
halk egemenliðidir. Toplumda
herkes aklýnýn yasasýna uyar. Bilindiði gibi, Rousseau akýlcýdýr, akýlsa ortaktý
r, bu yüzden aklýna uyan herkes ayný
þeyi yapacak ve isteyecek demektir. Ýnsan, aklýnýn almadýðý þeylere zorlanamaz.
Genel özgürlüklerinden vazgeçen
kiþiler genel iyiliði ancak kendi çýkarlarýyla uyuþtuðu oranda isterler.
Öyleyse insanlar baþka çýkarlarýný saðlamak için özgürlük çýkarýndan vazgeçece
klerdir. Gerçek siyasa bu
uyuþmaya dayanýr. Çeþitli gelenek, görenek ve toprak koþullarý çeþitli yasalar g
erektirir. Ýnsan, kiþisel
yorgunluðunu azaltmak için uygarlýðý istemiþ, oysa uygarlýk ondan daha büyük yor
gunluklar isteyerek onu
aldatmýþtýr. Baþlangýçta doðal özgürlük, töre, eþitlik vardý. Mülkiyetin ortaya
çýkmasý uygar toplumlarý doðurdu ve
özgürlüðün, törenin, eþitliðin çöküntüsü baþladý. Devlet baskýsý bu çöküþün en y
üksek noktasýdýr. Bunun sonu ya
genel kölelik ya da ereksel bir düzenle baskýnýn yok edilmesi olacaktýr. Tanrý,
en yüksek özdür. Din, bu yüksek
varlýðýn bize verdiði dinsel duygudan ibarettir. Yeter ki tapýnma biçimciliði, k
urallar, din adamlarý gibi aracý ve
yabancý güçler onu bozmasýn. Her vatandaþa görevlerini sevdirecek bir uygarlýk d
ini olmalýdýr. Töre (ahlak) de, din
gibi, Tanrýsal bir duygudan meydana gelir. Bu duygu ben sevgisinin geliþmesi son
ucu olan vicdan duygusudur.
Vicdan, akýl yoluyla aydýnlatýlýr ve insanlarý yönetir. Ýnsan iyidir, yabancý bi
r þey onu deðiþtirmedikçe de iyi
kalacaktýr. Ýnsanýn tek tutkusu ben sevgisidir ki onun da iyilik ya da kötülükle
hiçbir ilgisi yoktur. Ýnsan, içinde
bulunduðu koþullara göre iyi ya da kötü olur (Lettres de A. M. de Beaumont).
Rousseau, doðal eþitsizliðin gerçek eþitsizlik olmadýðýný tanýtlamak için iþe
baþýndan baþlýyor. Ýlkel insaný,
Aristotelesin zannettiði gibi, bir, hayvan türü olarak deðil, bugünkü biçimiyle
gerçek bir insan olarak ele alacaktýr.
Ama ilkel insan da, kimi hayvanlardan daha çevik, kimi hayvanlardan daha güçsüz
olsa da, hayvanlar gibi karnýný
doyuruyor, susuzluðunu gideriyor ve birleþiyor. Birinin öbürüne hiçbir üstünlüðü
yoktur. Çünkü bu üstünlük hiçbir
iþe yaramayacaktýr. Eðer onu bir aðaçtan kovarlarsa öteki aðaca gidebilir. Hiçbi
r hüneri, dili, tartýþmasý, ilgisi, evi
barký yoktur. Buysa hiçbirinin ötekine ihtiyacý olmadýðýný belirtmektedir. Bir b
aþkasýna ihtiyacý olmadýðýna göre
ona zarar vermek isteðini de duymayacaktýr. Hem ne türlü bir zarar verebilirdi k
i? Biri, ötekinin topladýðý yemiþleri
ele geçirebilirdi ama, ona söz geçiremezdi. Söz geçirmek isteyenin köleleþtirmek
istediðini ayaðýnýn altýna alýp
kaçmamasý için sürekli bir çaba harcamasý gerekirdi. Buysa, köleleþtirilmek iste
nilenden çok köleleþtirmek
isteyenin özgürlüðünü yok ederdi.
Kölelik baðý, insanlarýn karþýlýklý iliþkileriyle baþlamaktadýr. Kendisini öte
ki için kesin olarak gerekli kýlamayan
adam, onu hiçbir zaman köleleþtiremez. Öyleyse gerçek eþitsizlik bu gereklilikle
, daha açýk bir deyiþle uygarlýkla
baþlamaktadýr.
Eþitsizlik Üstüne Söylevin ikinci bölümü þu sözlerle baþlýyor: Bir topraðý ilk
olarak çevirip, burasý benimdir
demeye cesaret eden ve çevresinde buna inanacak kadar budalalar bulan adam, uyga
r toplumun babasýdýr. Kazýklarý
çekip atarak ya da hendeði doldurarak öteki insanlara, bu adamý dinlemeyiniz, me
yvelerin herkesin olduðunu ve
topraðýn hiç kimsenin olmadýðýný unutursanýz mahvolursunuz diyebilecek bir adam,
insanlýðý ne kadar suçlardan,
savaþlardan, yoksulluktan ve acýlardan korumuþ olurdu.
Öyleyse bu iþ nasýl oldu? Bir adam çýkýp da bir toprak parçasýnýn çevresine ka
zýklar çakýp, nasýl, burasý benimdir
diyebildi?.. Rousseau bu sonucu þöyle bir geliþmeye baðlamaktadýr:
1- Ýnsanýn ilk duygusu, korunma duygusudur. Ýlkel insan korunabilmek için doða
engellerini aþmayý, gerektiðinde
öteki. hayvanlarla dövüþmeyi er geç öðrenmek zorundaydý. Çünkü zorluklar gittikç
e baþ göstermeye baþlamýþtý.
Kurak yýllar, uzun ve dondurucu kýþlar insanlarýn yeni hünerler elde etmelerini
gerektiriyordu. Kara yemiþleri
donunca ya da kavrulunca göllerden ve denizlerden yararlanmalýydý. Olta, zoka, y
ay ve ok bu zorunlukla yapýldý.
Tüylü hayvanlarýn derilerini yüzüp bu derilere bürünmek böylelikle öðrenildi.
2- Zihin aydýnlandýðý oranda hünerler geliþti. Odunlar kesilmeye, kulübeler ya
pýlmaya baþlandý. Ýþte bu kulübeler,
ilkel ailelerin birbirlerinden ayrýlmalarýný doðuran ve belki de ilk çatýþmalarý
gerektiren ilk mülkiyet tohumlarýdýr.
3- En hünerli, en sayýlan oldu. Bu durum ilk eþitsizliðe atýlan en büyük adýmd
ý. Sayýlan, uyandýrdýðý bu saygýdan
yararlanmaya baþlayacaktýr. Önce bunu kurnazlýkla saðlayacak, iki yüzlülük ve ya
lan böylelikle filizlenecektir. Bu
durumu, bir gün gelecek, elbette sertlik ve korkutma kovalayacaktýr. Ýlkel insan
artýk yepyeni bir duyguyla baþ
baþadýr, baþkalarýna karþý üstün olmak istemektedir. Bir yandan rekabet, öteki y
andan çýkarlar çatýþmasý ve sürekli
olarak kendi yararýný baþkalarýnýn zararýndan saðlamak durumu gibi kötülükler, m
ülkiyetin ilk sonucu ve doðmakta
bulunan eþitsizliðin ayrýlmaz nedenleridir.
4- Para doðmadan önce varlýk, toprak ve hayvanlardan ibaretti. Babalardan çocu
klara geçen bu varlýk gittikçe
büyüyünce, kimileri için mülklerini ancak baþkalarýnýn zararýna büyütebilmekten
baþka yapacak bir þey kalmamýþtý.
Kimileri de ister güçsüzlük, ister tembellik yüzünden olsun, büsbütün malsýz kal
mak zorundaydýlar. Çevrelerinde
her þey deðiþtiði halde sadece kendileri deðiþmemiþ olan bu gibiler için de geçi
mlerini varlýklýlarýn elinden ya bir
hizmet karþýlýðýnda ya da zorla almaktan baþka yapýlabilecek hiçbir þey yoktu. Ý
þte; huy ve yapýlarýn çeþitliliðine
göre, ezmek ve ezilmek böylelikle belirmeye baþladý. Tüzenin (adaletin) pek güçs
üz bulunduðu bir çaðda çeþitli
kötülükler olaðanüstü bir hýzla geliþtiler.
5- Varlýklýlar, çýkarlarý gereði, birbirleriyle dayanýþmak zorundaydýlar. Buna
karþý yoksullar da kendilerini
korumak için barýþ ve düzen yasalarý koymak zorunda kaldýlar. Gerçekte hepsi ken
di özgürlüklerini saðlamak
kuruntusu içinde kendi zincirlerine koþuyorlardý. Ýçlerinden en akýllýlarý, özgü
rlüklerinin bir parçasýný korumak için
özgürlüklerinin öbür parçasýný harcamak gerektiðini anladýlar. Toplumsal sözleþm
e (contrat social) gereði devlet
böylece doðmuþ oldu.
Rousseau, ünlü Söylevini þu sözlerle bitirmektedir: Eþitsizlik, doðal deðildir
, gücünü insan aklýnýn geliþmesinden
almakta ve sonunda mülkiyet yasalarýyla gerçekleþmektedir. Çoðunluk yoksulluktan
kývranýrken bir avuç kiþinin
gerektiðinden çok þeyleri bol bol ellerinde tutmasý doðal yasaya bu doðal yasa n
e türlü yorumlanýrsa yorumlansýn
açýkça aykýrýdýr.
Voltaire'se, kendisine yapýtýný gönderen Rousseau'ya þu karþýlýðý vermektedir:
Yapýtýnýzý aldým. Teþekkür ederim.
Ýnsanlara ne olduklarýný söyleyerek onlarý sevindiriyorsunuz ama, düzeltmiyorsun
uz. Bilgisizliðimiz ve
güçsüzlüðümüz yüzünden bizi hoþnut eden toplumumuzun kusurlarý öyle güçlü sözler
le anlatýlamaz. Bizi yeniden
hayvan yapmak için kimse bu kadar kafa patlatmamýþtýr. Yapýtýnýzý okuyan, elinde
olmadan, dört ayakla yürümek
isteði duyuyor. Bu huyu býrakalý altmýþ yýldan çok olduðu için kendi payýma imka
nsýzlýðýný görüyor, bu doðal
gidiþi sizden ve benden çok hak edenlere býrakýyorum. Eðer geliþmeden ve bunun s
onucu olan sanatlardan
yakýnmasý gereken biri varsa o da ben olmalýyým. Kötüye kullanýldýðý halde sanat
larý sevmek gerektir, kötülükler
bulunduðu halde toplumu sevmek gerektiði gibi...
SAKAL BIRAKMA ÖZGÜRLÜÐÜ. Ýnsan özgür olmak istiyor. Soru þudur: Özgürlük nedir
ve nasýl elde
edilir?.
1789'da yayýmlanan Ýnsan Haklarý Bildirisi'nin birinci maddesi, özgürlük (erki
nlik, hürriyet) ilkesini þu özdeyiþle
dile getiriyordu: Ýnsan özgür doðar, özgür yaþar... Doðru muydu? Doðru olsaydý,
bu ilkeyi ortaya atabilmek için
yapýlan Fransýz Ýhtilali'nin hiçbir anlamý kalmazdý. Ýnsanlar özgür doðmuyorlar,
özgür yaþamýyorlar ama, özgür
olmak istiyorlar, yüzyýllardan beri de bunun için savaþýyorlar. Doðrusu þuydu: Ý
nsan özgür doðmalý, özgür
yaþamalýdýr.
Niçin? diye sorulabilir. Tarih, bu soruyu gerekli kýlan örneklerle doludur. 19
22 yýlýnda faþizmin sözcüsü
Mussolini þöyle demektedir: Bizden özgürlük deðil, ekmek istiyorlar, ekmek!.. Bu
sözde, ekmek, özgürlüðün
karþýsýna bir karþýt güç olarak çýkarýlmýþtýr. Oysa özgürlükle ekmeðin doðal ili
þkisini ortaya koymaktadýr. Ýtalyan
grevcilerinin istedikleri ekmekti elbet. Ama özgürlüðü vererek karþýlýðýnda alýn
acak ekmek mi, yoksa ancak
özgürlükle elde edilebilecek ekmek mi?.. Önemli olan buydu ve Mussolini'yi çöker
ten yanýlma da bu olmuþtur.
Ýnsan Haklarý Bildirisi, özgürlüðü þöyle anlatmaktadýr: Baþkalarýna zarar verm
eden istediðini yapabilmek... Bu
tanýmda özgürlük bir hayli kýsýtlýdýr ve yeni sorularý getirmektedir: Baþkalarý
kimlerdir? Baþkalarýna zarar Vermek
ne demektir? Ýnsan, kendisinden baþka olan o kiþilere zarar vermeden istediðini
nasýl yapabilir?.. Nitekim, 1818
Connecticut Anayasasý, bu sorularý daha da pekiþtirmiþtir: Her yurttaþ, her konu
daki düþüncelerini serbestçe
konuþmak, yazmak ve yaymak hakkýný taþýr, ancak bu özgürlüðün kötüye kullanýlmas
ýndan da sorumludur.
Büyük Fransýz Devrimi'nden etkilenen bütün anayasalar, ilk maddelerinde, özgürlü
ðün bu tanýmýný kullanmýþlardýr.
Görünüþ þudur: Özgürlük doðaldýr. Ama bu özgürlük, sorumluluðu gerektirir. Gene,
bu özgürlük, baþkalarýna zarar
vermemelidir... Bu ilkeleri saðlamak için de, örneðin yüz maddelik bir yasa, ilk
maddesinde ortaya attýðý özgürlük
ilkesini, geriye kalan doksan dokuz maddesiyle kýsýtlamaya çalýþmaktadýr.
Özgürlüðün kök anlamý, sonralarý, çeþitli yeni anlamlara itilmiþtir. Montesqui
eu (Charles-Louis de Secondat,
1689-1755), sözcüðün serüvenini þöyle anlatmaktadýr: Özgürlük sözcüðü kadar çeþi
tli anlam verilmiþ, onun kadar
insan kafasýný yormuþ baþka bir sözcük yoktur. Kimileri özgürlüðü, önceden kendi
sine sýnýrsýz bir zor kullanma
yetkisi verilmiþ kiþiyi düþürmekteki kolaylýk anlamýna almýþlar, kimileri de boy
un eðecekleri kiþiyi seçmek yetkisi
olarak. Baþkalarý silahlanmak ve zor kullanmak hakký olarak benimsemiþler, daha
baþkalarý da yapacaklarý
kanunlarla yönetilmek sanmýþlardýr. Bir ulus da, uzun bir süre, özgürlüðü sakal
býrakmak geleneði saymýþtý (Ruslar,
sakallarýný kestirmek isteyen Büyük Petro'ya özgürlüklerini ileri sürerek direnm
iþlerdi). Kimileri bu adý bir hükümet
biçimine vererek öteki hükümet biçimlerini ondan yoksun býrakmýþlardýr. Demokras
inin tadýný alanlar demokrasiye,
monarþiden yararlananlar monarþiye mal etmiþlerdir (Kapadokyalýlar, Romalýlarýn
getirmek istediði demokrasiyi
istememiþlerdi). Sözün kýsasý, herkes, kendi geleneklerine ya da eðilimlerine uy
gun düþen hükümet biçimine bu adý
verip iþin içinden sýyrýlmýþtýr. Sonunda, demokrasilerde ulus her istediðini yap
ýyormuþ göründüðünden,
özgürlüðü demokrasiye mal etmiþler, ulusun yetkisiyle özgürlüðünü birbirine karý
þtýrmýþlardýr (De l'Esprit des
Lois, on birinci kitap, konu II).
Montesquieu, özgürlüðün serüvenini böylece anlattýktan sonra ona kendi açýsýnd
an yeni bir anlam vermektedir:
Özgürlük, kanunlarýn izin verdiði her þeyi yapabilmek hakkýdýr. Demokrasilerde u
lus her istediðini yapýyormuþ
görünür. Oysa siyasal özgürlük her istediðini yapmak demek deðildir. Bir devlett
e, baþka bir deyiþle kanunlarý olan
bir toplumda, özgürlük, ancak istememiz gerekeni yapmak olmalýdýr. Bir vatandaþ,
kanunlarýn yasak ettiði þeyi
yapabilseydi özgür olamazdý; çünkü öteki vatandaþlar da ayný þeyi yapacaklardý.
Özgürlük, yetkinin kötüye
kullanýlmadýðý yerde vardýr. Öteden beri denenmiþtir, kendisine yetki verilen he
r insan bu yetkiyi kötüye kullanma
eðilimindedir. Bir sýnýrla karþýlaþýncaya kadar kötüye kullanýr. Erdemin bile sý
nýrlanmaya ihtiyacý vardýr. Yetkinin
kendi kendisini durdurmasý gerek. Yetki, gene yetkiyle sýnýrlanýr. Bir anayasa ö
yle olmalýdýr ki, o yasa gereðince hiç
kimse, kanunun kendisini yapmaya çaðýrmadýðý bir þeyi yapmaya ve kanunun izin v
erdiði þeyleri de yapmamaya
zorlanmasýn (De l'Esprit des Lois, on birinci kitap; konu üçünçü ve dördüncü).
Montesquieu'yü bu sonuca götüren, devlet ve hukuk, tarih felsefesi, din, ahlak
ilkelerini kapsayan genel düþünce
yapýsý þöyle özetlenebilir: En yetkin devlet biçimi, Ýngiliz þartlý monarþisidir
(meþrutiyet). Hükümet güçleri kanun
yapmak, yapýlan kanunu uygulamak, uygulanan kanunu yargýlamak olmak üzere üçe bö
lünmeli ve bu üç güç
birbirlerine karþý baðýmsýz olmalýdýr. Her ulusa uygulanabilecek kanun yapýlamaz
, kanun her ulusun yapýsýna göre
deðiþik ve o yapýya uygun olmalýdýr. Coðrafya baþkalýðý, büyüklük ya da küçüklük
, bolluk ya da yoksulluk, din
baþkalýðý, yaþama biçimleri uluslarý birbirinden ayýrýr. Ýnsan aklý, bütün bu ay
rýlýklarý karþýlayabilecek güçtedir.
Güçlü akýl, tarihi etkiler. Üstün bir güç olan Tanrý vardýr ama, bu Tanrý belki
de bir kanundan baþka bir þey
deðildir. Din, toplumsal bir güç olmalýdýr, toplum kanunlarýnýn gücüyle uyuþmalý
dýr. Din, siyasal bir
mekanizmadýr. Kanunlarýn yetmediði yerde baþlamalý ve kanun eksikliðini tamamlam
alýdýr. Ýnsan, yaratýlýþtan
iyidir. Çünkü akýl, insanlarý iyi olmaya zorlar. O akýl ki Tanrýyý da iyi olmaya
zorlamýþtýr. Akýl, evreni (insanlarý ve
Tanrýyý) yöneten baðýmsýz bir güçtür. Akýl, her ulus ve her devlet biçimi için a
yrý ahlak kurallarý gerektirir.
Görünüþteki çeþitlilik de bunu tanýtlamaktadýr.
Montesquieu, plansýzlýkla suçlandýrýlan yapýtý ilerledikçe, özgürlüðü, daha aç
ýk anlamlarda da ele almak
zorunluðunu duyuyor: Siyasal özgürlüðü yalnýz anayasayla olan ilgisi bakýmýndan
incelemek yetmez. Bir de bu
özgürlüðü vatandaþla olan ilgisi bakýmýndan belirtmek gerek. Burada özgürlük, ki
þinin duyduðu güvenlik ya da
güvenliði üstüne edindiði kanýdýr. Kimi devletin yönetim biçimi özgür olur da va
tandaþ özgürlükten yoksun olur.
Gene öyle olur ki vatandaþ özgür olur da yönetim biçiminin özgürlükle ilgisi olm
az. Bu gibi hallerde devletin
yönetim biçimi, uygulama bakýmýndan deðil de hukuk bakýmýndan özgürdür, vatandaþ
da hukuk bakýmýndan deðil
de uygulama bakýmýndan özgürdür. Devletin yönetimiyle ilgili özgürlüðü meydana g
etiren, yalnýz temel kanunlarýn
hükümleridir. Dahasý var. Devletlerin çoðunda, özgürlük, devlet yönetiminin iste
diðinden çok daha fazlasýyla
sýnýrlanmýþ, baskýya uðramýþ, ya da sindirilmiþ olduðundan her yönetim biçiminde
vatandaþlarýn özgürlük ilkesine
olan eðilimini destekleyecek ya da köstekleyecek özel kanunlar vardýr. Felsefe a
nlamýnda özgürlük, kiþinin
istediðini yapabilmesi, hiç olmazsa istediðini yapabildiði kanýsýný taþýmasýdýr.
Siyasal anlamda özgürlük, kiþinin
güvenliðidir, hiç olmazsa güvenlik içinde yaþadýðý kanýsýný taþýmasýdýr. Hiçbir
þey bu güvenliði, genel ya da özel
suçlandýrmalar kadar bozamaz. Þu halde vatandaþ özgürlüðünün baþlýca dayanaðý, c
eza kanunlarýnýn iyi niyetidir.
Vatandaþlarýn suçsuzluðu güven altýna alýnmazsa özgürlüðü de güvenli olamaz. Özg
ürlük, cezalarýn özü ve
orantýsýyla deðiþir. Ceza kanununun her cezayý, suçun özünden çýkarmasý özgürlüð
ün baþarýsý demektir. Böylece
her çeþit bireysel yargý ortadan kalkar. Ceza, kanun koyucunun keyfine deðil, ol
ayýn özüne baðlanýr. Ýnsanýn insaný
ezmesi söz konusu olmaz artýk. Ýyi bir kanunu uygulayan bir ülkede duruþmasý ger
çekten yapýlarak asýlan kiþi,
Osmanlý imparatorluðunda yaþayan paþalarýn herhangi birinden daha özgürdür (De l
'Esprit des Lois, on ikinci
kitap, konu bir, iki, dört).
Montesquieu, özgürlüðü, ters açýdan da tanýmlamaya çalýþýyor: Ýki çeþit köleli
k vardýr. Gerçek kölelik, köleyi
topraða baðlayandýr. Bu çeþit köleler evlerde çalýþmazlar; efendilerine belli öl
çüde buðday, kumaþ, hayvan verirler.
Kiþisel kölelikse ev iþlerine özgü, daha çok efendinin kiþiliðine baðlýdýr: Köle
lik demek, bir insanýn malýyla ve
vücuduyla baþka bir insanýn avcunun içinde olmasý demektir. Böyle bir durum için
iyidir denemez elbet. Kölelik,
kölenin iþine yaramadýðý gibi, efendinin iþine de yaramaz. Kölenin iþine yaramaz
, çünkü erdemden tümüyle
uzaklaþmaktadýr. Köleliðin baþlangýcýnýn acýma duygusunda bulunduðunu söylerler.
Devletler hukuku, savaþ
tutsaklarýnýn öldürülmemeleri için köle olarak kullanýlmalarýna izin vermiþ, san
ki savaþ tutsaklarýnýn öldürülmeleri
gerekliymiþ. Mal ve mülkün insanlar arasýnda bölüþülmesine izin veren kanun, böl
üþen insanlardan bir kýsmýnýn
bölünen mallar arasýna konulmasýna izin vermez. Kölelik, doðal hukuka olduðu kad
ar medeni hukuka da aykýrýdýr
(De l'Esprit des Lois, on beþinci kitap, konu i, ii, X).
Özgürlüðün ne olduðunu anlayabilmek için yüzyýl daha geçecek. Bugün artýk onu
açýk seçik biliyoruz. Ýnsanýn
özgür olabilmesi demek, yeteneklerini, eðilimlerini, beðenilerini serbestçe geli
þtirebilmesi olanaklarýna sahip
olmasý demektir. Buysa, ancak doðanýn ve toplumun nesnel yasalarýný insanlarýn k
endi yararlarýna kullanabildikleri
ve geliþmenin bütün ön koþullarýný yaratabildikleri bir toplumda gerçekleþebilir
. Böylesine bir toplum
varlaþmadýkça özgürlük bir boþ sözden ibarettir ve sakal býrakma özgürlüðü anlay
ýþýndan öteye geçemez. Ünlü bir
diyalektikçi þöyle der:
Özgürlük, doða yasalarýndan baðýmsýzlýk düþü deðildir. Tersine, bu yasalarý öð
renmek ve onlarý belli amaçlar için
kullanabilmek demektir. Bu, dýþ doða yasalarý için olduðu kadar, insanýn beden v
e ruh varlýðýný yöneten yasalar için
de böyledir. Demek ki irade özgürlüðü denilen þey, nedeni bilerek karara ulaþmak
yetisinden baþka bir þey
deðildir. Bir insanýn belli bir sorun üstünde karara varma özgürlüðü, bu kararýn
tutarlýlýðýný belirten zorunluða
baðlýdýr. Kararsýzlýk, çeþitli ve çeliþik bir sürü karar olanaðý arasýndan bilgi
sizliði seçmek demektir. Sonuç olarak
özgürlük, doðadan gelen zorunluklarý tanýyýp bilerek, hem kendi üstümüzde hem de
dýþ doða üstünde sözünü
yürütür olmaktýr. Böylece özgürlük, tarihsel geliþimin zorunlu bir ürünüdür.
METAFÝZÝÐE KARÞI FÝZÝK. Bir yanda, fiziðin denetiminden yoksun metafizik, düþü
nce gücüne güvenerek
çeþitli hayaller kuradursun; öte yanda, emekleme döneminden kurtulan fizik ayaða
kalkmýþ, hýzla ilerlemeye
baþlamýþtýr. Aristoteles, cisimlerin doðal durumlarýnýn dinginlik (sükunet) oldu
ðunu sanýyor ve onlarý devindirmek
için bir dýþ etkinin gerektiðini düþünüyordu (Kendisi devinmeyen bir ilk devindi
rici, eþdeyiþle tanrý düþüncesine de
böylelikle varmýþtý). Ýtalyan fizikçisi, büyük öke Galileo Galilei (1564-1642)'y
e gelinceye kadar fizik alanýnda
Aristoteles anlayýþý egemendi. Galile, parlak bir seziþle, cisimlerin doðal duru
mlarýnýn dinginlik (sükun) olmayýp
devim olduðunu anlamýþtý. Cisimlerin devimli ya da dingin görünüþleri hýz farkla
rýndan doðuyordu. Dinginlik, sýfýr
hýzda bir devimden baþka bir þey deðildi. Oysa Aristoteles, sýfýr sayýsýný yoklu
k sayýyor ve onun bir nicelik deðil,
bir nitelik olduðunu ilerisürüyordu. Gerçi Aristotelesin bu anlayýþýna Galile'de
n önce de karþý çýkanlar olmuþtu.
Örneðin Vi'ncý yüzyýlda Ýskenderiyeli Philoponos, havayla engellenmese, atýlan b
ir okun yoluna devam edeceðini
söylemiþti (Xii'nci yüzyýl düþünürleri cisimlerin devim deðiþikliðine karþý göst
erdikleri dirence inclýnatio viölenta
adýný verdiler. öndördüncü yüzyýlda da Paris Üniversitesi Profesörü Buridanus bu
güce impetus adýný taktý. Her iki
deyim de Osmanlýca'ya meyli kasri deyimiyle çevrilmiþtir). Ne var ki Galile, eði
k düzeyler üstünde küçük toplarla
yaptýðý deneylerde, diyelim daðýn tepesinden kopan bir kaya parçasýnýn, eðer sür
tünme etkileriyle yavaþlayýp bir
engelle karþýlaþmazsa (eþdeyiþle, bir dýþ etkiyle durdurulmazsa) sonsuza kadar y
uvarlanacaðýný tanýtlýyordu. Bunun
gibi, diyelim odamýzýn bir köþesinde duran masa da, eðer biz onu itip çekmezsek,
kendiliðinden odanýn öbür
köþesine gidemezdi. Galile'nin ileri sürdüðü durgunluk ya da dinginlik bu anlamd
adýr (Durgunluk ya da dinginliðin
göreli olduðu ve bir cismin durumunu ancak baþka bir cisme göre dile getirdiði u
nutulmamalýdýr). Durgunluk ya da
dinginlik, belli bir hýzda dengede kalmaktan ibarettir. Süredurum yasasý, cisiml
erin, devim deðiþikliðine karþý
dirençlerini dile getirir ve genellikle dýþ bir güç tarafýndan zorlanmadýkça her
cisim olduðu yerde durur ya da doðru
bir çizgi üstünde devimini sürdürür formülüyle dile getirilir. Kullandýðýmýz ara
ba bir dönemeci hýzla dönerse bu
yasanýn gerçekliðini kendi bedenimizde de duyarýz. Sola dönmüþsek saða, saða dön
müþsek sola yýkýlýrýz. Çünkü
gövdemiz doðru bir çizgi üstünde devimini sürdürmek ister, araba köþeyi dönerken
karþý bir etkide bulunur,
bedenimizse bu karþý etkiye süredurum (atalet) direnci gösterir. Ýlkin Newton, d
aha sonra Einstein, Galile'nin bu
buluþundan çok önemli sonuçlar çýkarmýþlardýr. Süredurum gücünün ivme, geri tepm
e, merkezkaç vb. gibi çeþitli
biçimleri vardýr. Gerçekte Newton'un yerçekimi adýný verdiði olgu da süredurumun
bir biçiminden baþka bir þey
deðildir. Örneðin hýzla dönen bir atlýkarýncadaki adam, gövdesinin, atlýkarýncan
ýn merkezinden dýþarýya çekildiðini
duyar. Oysa bu duygu, doðru bir çizgi üstünde gitmek isteyen gövdenin bir merkez
çevresinde dönme etkisine karþý
gösterdiði süredurum tepkisidir.
Ýngiliz fizik bilgini Isaac Newton'un 1665 yýlýnda Kepler yasalarýndan çýkardý
ðý bu kuram 1687 yýlýnda yayýmlanan
Philosophiae Naturalis Principie Matematica (Doða Felsefesinin Matematik Ýlkeler
i) adlý yapýtýnda açýklanmýþtýr.
Gezegenlerin güneþ çevresindeki devimlerini açýklayan Kepler yasalarý, gezegenle
ri güneþe doðru çeken bir gücün
varlýðýný gösteriyordu. Newton'un uslamlamasýna göre güneþte ve gezegenlerde bul
unan bu güç, onlara ait özdeksel
elemanlarda da olmalýydý. Daha açýk bir deyiþle, tüm cisimler karþýlýklý olarak
birbirlerini çekmekte olmalýydýlar.
Bu tümevarýmsal uslamlamadan yola çýkan Newton, kütleleri m ve m kare ve aralarý
ndaki uzaklýk r olan iki
özdeksel cismin birbirlerini þiddeti f, mm / r kare olan bir güçle çekeceðini he
sapladý. Buradaki f, evrensel çekim
deðiþmezidir ve 6,7.10 üzere eksi sekiz'e eþittir, eþdeyiþle birer gramlýk iki k
ütle bir santimetre uzaktan
birbirlerini bu sayýdaki dinlik bir güçle çeker. Çeker ama, çekim gücü adý veril
en bu güç nedir, ne türlü bir güçtür?
Newton bunu açýklayamamýþ ve açýklayamadýðý için de Alman düþünürü Leibniz taraf
ýndan kýyasýya eleþtirilmiþtir.
Newton, çekimin nedenlerini ve içyüzünü açýklayamadýðýný adý geçen Principia'sýn
da söyler, yapýtýný þu sözlerle
bitirir: Þu ana kadar çekimin nedenlerini bulamadým, bunun için de hypotheses no
n fingoo (Newton'un varsayým
kurmuyorum anlamýndaki ünlü sözü). Çekim gücünün gerçek yüzü, niteliði ve nedenl
eri iki yüzyýl sonra Einstein
tarafýndan açýklanacak. Yürümemiz gereken daha pek çok yol var.
USUN SINIRLARI. Metafiziðin dayanaðý olan us (akýl) ne türlü bir ustur? Neyi b
ilebilir, neyi bilemez? Nesnel
gerçeklikten koparýlýp soyutlanmýþ olan bu usun sýnýrlarý nedir? Bu sorularýn ka
rþýlýðýný da ünlü Alman düþünürü
Immanuel Kant (1724-1804) vermeye çalýþacak.
Gerçeðe us yoluyla varýlabileceðini ileri süren ilk metafizikçi Parmenides (I.
Ö. 540-450)'ten beri us, hemen hiçbir
fiziksel engelle karþýlaþmaksýzýn, bunca yüzyýl, ipi kopmuþ bir balon gibi baþýb
oþ; hayal alemlerinde gezip
dolaþmýþtýr. Ne var ki artýk onun, kimi yerde gerçeklere de yaklaþmasýný beceren
, gücünden þüphelenme baþlýyor.
Bu þüphelenmeyi baþlatan, özellikle Hume'un temsil ettiði Ýngiliz þüpheciliðidir
. Ýngiliz düþünürü David Hume
(1711-1776) bir açýdan, tüm çaðdaþ düþünceci yanýlgýlarýn babasý sayýlabilir. Ka
ntçý ve olgucu bilinemezcilik onun
ürünüdür. Çaðdaþ düþünceci öðretileri geniþ çapta etkilemiþtir. Kant, onun, kend
isini metafizik uykusundan
uyandýrdýðýný söyler. Eleþtiricilik, olguculuk, yeni olguculuk, yararcýlýk, prag
macýlýk, varoluþçuluk vb. gibi birçok
çaðdaþ düþünceci öðretiler, Hume'cu öðretilerdir. Hume, bilgi edinmek için deney
den baþka hiçbir kaynak
bulunmadýðý düþüncesinden yola çýkar. Ne var ki bunu düþünceci bir biçimde yorum
lar. Hume'a göre deney ve
duyum, nesnel gerçekliði deðil, onun sadece izlenimler (Ýng. Impressions, Os. Ýn
tibaat)'ini verir. Anlýðýmýz bu
izlenimlerden düþünceler (Ýng. Ideas, Os. Fikirler) yapar. Nesnel gerçeklik hiçb
ir zaman bilinemez. Çünkü onu
bilmek için deneyden baþka hiçbir kaynaðýmýz yok. Deneyse evrensellik ve zorunlu
k öðelerinden yoksundur. Deney
evrensel deðildir, çünkü sýnýrlýdýr, daha yeni bir deneyin nasýl bir sonuç verec
eðini bilemeyiz. Deneyin bugüne
kadar hep ayný sonucu vermesi, bundan sonra da o sonucu vereceðini kanýtlamaz. D
eney zorunluktan yoksundur,
çünkü örneðin bize soðuma olayý donma olayýnýn izlediðini verir, ama bu sadece b
ir olgudur ve zorunlu bir olgu
deðildir, eþdeyiþle deney bize soðuma olayýný donma olayýnýn izlediðini verir, a
ma soðuma olayýný her zaman ve her
yerde zorunlu olarak donma olayýnýn izleyeceðine dair gerekçe vermez. Soðuma ola
yýný örneðin buharlaþma olayý
da izleyebilir. Bu ikisinden hangisinin gerçekleþeceðini anlamamýz için gene den
eyi izlemek ve olgu'ya bakmak
zorundayýz. Demek ki bilebileceðimiz sadece olgulardýr, onlarýn zorunlu olduðu d
eðil (Kantçý eleþtiriciliðin ve
Comte'cu olguculuðun ne kadar basit bir temel üstünde yükseldikleri de böylelikl
e açýkça görülmüþ oluyor).
Hume'a göre deney, evrensel ve zorunlu olmadýðýndan, gerçek deðil, yanýlsama (Ýn
g. Illusion, Os. Vehmi
havas)'dýr. Bu yanýlsamayý saðlayan da çaðrýþým (Ýng. Association, Os. Tedai)'dý
r. Soðuðu donmanýn izlediðini
birçok kez görmüþüz, soðuðu yeniden görünce anlýðýmýz bu eski görgülerini çaðýrý
r, bizler de bu yüzden bu ikisi
arasýndaki iliþkiyi evrensel ve zorunlu sanýrýz. Buysa bir kuruntudan baþka bir
þey deðildir. Hume, böylelikle,
sadece nesnel gerçekliði deðil, bilimin temeli olan nedenselliðin de nesnelliðin
i yadsýr. Ýþte, metafizik uykusundan
uyanan Kant bu temelden yola çýkacak.
Bir zamanlar gök bilgini Copernic þöyle düþünmüþtü: Yýldýzlarýn; dünyamýzýn çe
vresinde döndükleri inancýna
dayanarak gök olaylarýný çözemiyorum. Bir de tersini deneyeceðim. Dünyamýzýn, on
larýn çevresinde döndüklerine
inanarak bakacaðým gök olaylarýna... Copernici örnek alan Kant da þöyle düþünüyo
r: Bilgimiz, dýþýmýzdaki
nesnelerden gelenlerle düzenleniyor inancýna dayanarak metafizik olaylarý çözemi
yorum. Bir de tersini
deneyeceðim. Dýþýmýzdaki nesneler, bilgimizden gidenlerle düzenleniyor inancýna
dayanarak bakacaðým metafizik
olaylara... (Kant, Kritik der Reinen Vernunft, ikinci baskýnýn önsözü).
Ýþte, ünlü düþünür Immanuel Kant'ýn ruhçuluk serüveni böylelikle baþlar. Bu se
rüven, Kant'ýn en güç anlaþýlan
serüvenidir. Kant, koskoca doðanýn karþýsýna insan aklýný çýkarýyor ve bütün doð
asal nesnelerin bu akýlla
kurulduðunu (inþa edildiðini) ileri sürüyor. Gerekir ki bu akýl, Tanrýlaþsýn (Ni
tekim ondan sonra gelip onun
yolunda yürüyenler bu aklý Tanrýlaþtýracaklardýr). Oysa Kant, bunu yapmýyor. Ter
sine, bütün doðasal nesnelerin
kurucusu olduðunu savunduðu insan aklýna sýnýr çiziyor, onun güçsüzlüðünü göster
iyor ve aklýn sýnýrlarý dýþýnda
asla bilinemeyecek olan bir metafizik gerçekler alemi bulunduðuna inanýyor. Ýnsa
n aklýnýn gücüyle güçsüzlüðü
çeliþme'sini böylesine ortaya koymak, diyalektik yönteme götüren adýmlardan en b
üyüðünü atmak demektir.
Nitekim Kant, kocaman sistemi içinde, pek az kimsenin farkýna vardýðý önemli bir
gerçeði belirtmektedir: Ben,
sadece incelemekle görevimi yerine getireceðim. Doða, sýrasý gelince, gerçeði aç
ýklayacak olan adamý da ortaya
çýkaracaktýr (Immanuel Kant'ýn Yapýtlarý, Ernst Cassirer yayýný, Berlin, 1922-19
23, cilt dört, s. 151).
Kant'a göre felsefe araþtýrmasý, bir deðerlendirme (eleþtiri) olmalýdýr. Felse
fe, us'la (Al. Vernunft) yapýlýyor.
Öyleyse usu deðerlendirmek, onun ne olduðunu ve ne olmadýðýný iyice bilmek gerek
. Felsefe nasýl bir usla
yapýlýyor?.. Deneyden yararlanmayan bir salt usia (Os. Akl-ý mahýz, Fr. Raison p
ure, Al. Reinen vernunft). Öyleyse
salt us nedir?.. Kant'ýn üç büyük yapýtýndan ilki olan Salt Usun Eleþtirisi (Kri
tik der Reinen Vernunft, 1781) bu
sorunun karþýlýðýný araþtýrýr. Salt us, duyarlýðýn (Al. Sinnlichkeit) verilerind
en alýnmamýþ olan (a priori) bir bilgiyi
gerçekleþtirdiði iddiasýndadýr. Buysa nesneler düzenini aþarak düþünce düzenine
yükselmek demektir. Öyleyse, salt
usun bilme yöntemi bir aþkýnlýk yöntemi'dir. Salt us bu yöntemle gerçek bir bilg
i edinebilir mi?.. Öyleyse bilgi
nedir, önce onu tanýmlamak gerek. Kant'a göre her bilgi, bir yargýdýr (Al. Urtei
l). Ne var ki her yargý, bir bilgi (Al.
Kenntnis) deðildir. Örneðin, her cisim yer kaplar yargýsý bize yeni bir bilgi ve
rmez, çünkü cisim kavramý esasen
yer kaplamayý içerir; bu yargýda sadece bir çözümleme yapýlýyor ve cisim kavramý
çözümlenerek kendisinde
esasen bulunan bir bilgi hiçbir gereði yokken yeniden ortaya konuyor. Oysa, bu y
ük aðýrdýr yargýsý bize yeni bir
bilgi verir, çünkü yük kavramý kendiliðinden aðýr ya da hafif olduðunu bildirmez
; burada, ötekinin tersine, bir
çözümleme deðil bir bilgi elde ediyoruz. Demek ki bize bilgi veren yargýlar, çöz
ümsel yargýlar deðil, bireþimsel
yargýlardýr. Salt us bu bireþimsel yargýyý aþkýnlýk yöntemiyle, deneyi aþarak ge
rçekleþtirebilir mi? Kant bu soruya
kesin olarak þu karþýlýðý veriyor: Gerçekleþtiremez. Böylece metafiziði kesin ol
arak yýkmýþ oluyor: Salt us, deneyden
yararlanmadan hiçbir bilgi gerçekleþtiremez. Öyleyse metafizik tasarýmlar, insan
larýn romantik düþlerinden baþka
bir þey deðildirler (Bu yargý, Kant' ýn özdekçi yanýný belirtir ve Engels bunun
içindir ki kendisine Utangaç özdekçir
der). Kant öncesi felsefenin Tanrýlaþtýrdýðý us, böylelikle tahtýndan indirilmiþ
olmaktadýr; artýk, aþkýnlýk yöntemiyle
çalýþan salt usa güvenilmeyecektir. Kant araþtýrmakta, eþanlamda eleþtirmekte de
vam ediyor: Salt us, bireþimsel
yargý olan bilgi'yi niçin gerçekleþtiremez?.. Çünkü us, sadece bir bireþtirme iþ
ini gerçekleþtirmektedir ve bu iþ için
gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadýr. Elimizle tuttuðumuz taþý yere
býrakýnca onun düþtüðünü
görüyoruz ve ancak ondan sonradýr ki (a posteriori) Býrakýlan taþ, düþer bilgisi
ni edinebiliyoruz. Bu deneyi
yapmadan önce (apriori) bu konuda hiçbir bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri vere
n duyarlýk'týr. Duyarlýk, bu
gereçleri bize nasýl veriyor?.. Zaman ve mekan içinde veriyor. Oysa nesneler düz
eninde zaman ve mekan diye bir þey
yoktur.
Demek ki bunlar duyarlýðýn dýþarýdan almadýðý, kendinden çýkardýðý bir þeylerd
ir ve duyarlýk bunlarý katmadan,
dýþarýdan aldýðý hiçbir þeyi bize gönderemez. Bunlar, deneyden elde edilemeyecek
lerine göre, usun verileri olamaz.
Çünkü küçük çocuklar, zaman ve uzayý düþünmeksizin bilirler, hiçbir ussal iþlemi
gerçekleþtiremedikleri halde
sevdikleri þeylere yaklaþýr ve sevmedikleri þeylerden uzaklaþýrlar. Öyleyse, duy
arlýk, ne nesneler düzeninden ne de
düþünce düzeninden aldýðý bu þeyleri nasýl elde etmiþtir?.. Kant, bu soruya, ken
dine özgü bir karþýlýk veriyor:
Sezi'yle (Al. Anschauung). Kant'a göre bunlar birer biçim'dir ve ancak duyarlýðý
n seziþiyle elde edilebilir. Zaman, iç
duyarlýðýn biçimidir, içimizden gelen her duygu zamanla birliktedir; mekan, dýþ
duyarlýðýn biçimidir, dýþýmýzdan
gelen her duygu mekanla birliktedir. Katýlmadýklarý hiçbir duyumun gerçekleþemey
eceði bu biçimler, usun verileri
olmadýklarý halde Deneyüstü'dürler (Al. Transzendentale): Deneyden çýkarýlmamýþl
ardýr ama, bunlarsýz da deney
yapýlamaz. Görüldüðü gibi, Kant, artýk Aþkýn (Al. Transzendent) kavramýndan Dene
yüstü (Al. Transzendental)
kavramýna geçmektedir; ona göre aþkýn bilgi olamaz ama, deneyüstü bilgi olabilir
. Bir soru daha gerekiyor:
Deneyden gelen verilere duyarlýðýn seziyle elde ettiði biçimlerin katýlmasý, bil
imsel bir bilgiyi gerçekleþtirmeye
yeter mi?.. Yetmeyeceðini söyleyen Kant, sonunda, usa deneyüstü bir görev bulmuþ
tur: Bireþtirme iþi. Kant'a göre
us bu görevi gerçekleþtirmeseydi, ne duyularýn verileri ve ne de duyarlýðýn katk
ýlarý bilimsel bilgiyi
gerçekleþtirebilirdi. Öyleyse us, bu bireþtirme iþini nasýl yapýyor?.. Duyarlýðý
n katkýsýyla birlikte gelen bilgi
gereçlerini düzenleyici kalýplara (Fr. Ulam, Ar. Kategorie) sokarak, us, bu kalý
plarý ne deneyden ve ne de duyarlýðýn
sezisinden almýþtýr; bu kalýplar onda temel olarak vardýrlar ve kendisiyle birli
ktedirler. Demek ki, Kant'a göre bilgi,
gene de, nesneler düzeninde deðil, us'un düþünme düzeninde (Al. Verstand) gerçek
leþmektedir. Kant, böylelikle
kendi düþünme yöntemini de bulmuþ oluyor: Deneyüstü yöntem (Al. Transzendental m
ethbde). Kendi kurduðu bu
terimle, eleþtirici bakýþýný dilegetirerek, bilgi'nin duyularýn ürünü olduðunu s
avunan Duyumculuk'la anlýðýn ürünü
olduðunu savunan Anlýkçýlýk'ýn üstüne aþýyor ve gerçeðin, her ikisinin birleþik
bir üstünde'liðinde olduðunu
ilerisürüyor. Önemli olan þudur ki, Kant, deneyüstü'ne deney'le baðýntý'sýný kes
meden çýkmaktadýr. Us, bireþtirme
görevini gerçekleþtirirken deneyle baðýntýsýný koparýrsa ki fiziðin üstüne yükse
lme anlamýnda metafizik budur
aþkýn'ýn alanýna girer ve köksüz düþler kurmaya baþlar. Kant'ýn deneyüstücülüðü,
bir Baðýntýcý deneyüstüçülük'tür.
Bu düzeyde ancak deneyden gelen veriler birleþtirilir, salt us'un kurgularý bire
þtirilemez. Us'un bireþtirici kalýplarý,
deneyle hiçbir ilgileri olmayan ve deneyden çýkarýlmamýþ önsel (a priori) kalýpl
ardýr ama, ancak deneyin verilerini
bireþtirmekte iþe yarayabilirler. Kavramlar' la nesneler asla kopmaksýzýn baðýnt
ýlý olmalýdýr. Metafizik, bu baðýntýyý
gerçekleþtiremediði içindir ki metafizik bilgi olamaz. Yoksa, Kant'a göre kesin,
tümel, her zaman ve her yerde
geçerli bilgi elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargýlarýn tümü son
saldýr, deneyden sonra
gerçekleþmiþlerdir ve bu yüzden bilimsel ve kesin bir bilgi vermezler. Bireþimse
l yargýlarýn da önsel olanlarý vardýr
ama, sonsal olanlarý da vardýr. Ýþte asýl kesin ve bilimsel bilgi bu önsel bireþ
imsel yargý'lardadýr. Örneðin,
matematik yargýlarýn tümü bu niteliktedir, iki kez ikinin dört ettiði yargýsý hi
çbir deneyden çýkarýlmamýþtýr.
Çünkü deney sýnýrlýdýr, bin deney yaparýz ama, bin birinci deneyde ne elde ede
ceðimizi bilemeyiz. Matematik
yargýlar, deneyden çýkmamýþ önsel bireþimsel yargý'lardýr ama, bir bakýma bu kar
akterde olan metafizik yargýlara
benzemezler, çünkü her zaman deneye uzanabilirler. Ýki kez ikinin dört ettiði he
r zaman denenebilir, Tanrýnýn
varlýðý hiçbir zaman denenemez (Kant, bu düþüncelerden ötürü, 1794'te Gillaume I
I. hükümetinden bir ihtar almýþ ve
din konusunda yazý yazmasý yasaklanmýþtýr). Kant, us'un önsel kalýplarýný, Arist
oteles'ten de yararlanarak, yargý
biçimlerinden çýkarýyor. On iki yargý biçimi vardýr, öyleyse bunlardan her birin
i meydana getiren kendisiyle
biçimlendiren on iki kalýp olmalýdýr. Bir yargý, ya insanlar ölümlüdür önermesin
de olduðu gibi, Tümel (Os. Külli,
Fr. Universel), ya kimi insanlar erdemlidir önermesinde olduðu gibi Tikel (Os. C
üz'i, Fr. Particulier), ya da
Sokrates, düþünürdür önermesinde olduðu gibi Özel (Os. Hususi, Fr. Singulier) ol
ur. Bunlarý meydana getiren
kalýplar, sýrasýyla: Tümellik (Os. Külliyet, Al. Allheit), Çokluk (Os. Kesret, A
l. Vielheit), Teklik (Os. Vahdet, Al.
Einheit) kalýplarýdýr ki Nicelik (Os. Kemmiyet, Al. Quantitaet) ana kalýbýnda to
planýrlar. Bir yargý, ya Herakleitos
us'ludur önermesinde olduðu gibi Olumlu (Os. Ýcabi, Fr. Affirmatif), ya Diogenes
, us'lu deðildir önermesinde
olduðu gibi Olumsuz (O,s. Selbi, Fr. Negatif), ya Ruh, ölmezdir önemesinde olduð
u gibi Sýnýrlayýcý (Os. Tahdidi,
Fr. Limitatif) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Varlýk (Os. Ha
kikat, Al. Realitaet), Yokluk (Os.
Selb, Al. Negation), Sýnýrlýlýk (Os. Mahdudiyet, Al. Limitation) kalýplarýdýr ki
Nitelik (Os. Keyfiyet, Al. Qualitaet)
ana kalýbýndan toplanýrlar. Bir yargý, ya Tanrý, iyilikçidir önermesinde olduðu
gibi Kesin (Os. Hamli, Fr.
Categorique), ya Tanrý, iyilikçiyse kötüleri sevmez önermesinde olduðu gibi Vars
ayýmsal (Os. Þarti, Fr.
Hypothetique), ya Tanrý ya iyilikçi, ya da kötülükçüdür önermesinde olduðu gibi
Ayrýk (Os. Münfasýl, Fr.
Disjonctif) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Tözlülük (Os. Cev
heriyet, Al. Substantialitaet),
Nedensellik (Os. Ýlliyet, Al. Kausalitaet), Karþýlýklýk (Os. Müþareket, Al. Wech
eelwirkung) kalýplarýdýr ki Ýliþki
(Os. Ýzafet, Al. Relation) ana kalýbýnda toplanýrlar. Bir yargý, ya insanlýk bel
ki dik yürümeyle baþlamýþtýr
önermesinde olduðu gibi Belkili (Os. Ýhtimali, Fr. Problematique), ya Tanrýnýn i
yilikçi olmasý gerekir önermesinde
olduðu gibi Zorunlu (Os. Zaruri, Fr. Apodictique), ya dünya yuvarlaktýr önermesi
nde olduðu gibi Savlý (Os.
Tahkiki, Fr. Assertorique) olur. Bunlarý meydana getiren kalýplar, sýrasýyla: Ol
anaklýlýk (Os. Ýmkan; Al.
Möglighkeit), Zorunluk (Os. Vücub, Al. Nothwendigkeit), Gerçeklik (Os. Haliyet,
Al. Wirklichkeit) kalýplarýdýr ki
Kiplik (Os. Daýp, Al. Modalitaet) ana kalýbýnda toplanýrlar. Görüldüðü gibi Kant
, deney verilerinin ancak on iki
biçimde birbirleriyle bireþtirilebileceðini ilerisürmektedir. Bu on iki biçimi d
e dört ana biçimde (Nicelik, Nitelik,
Ýliþki, Kiplik) topluyor. Bunlarýn içinde en önemli bulduðu Ýliþki'dir. Çünkü he
r bireþim bir iliþkiyi dile getirir. Bu
iliþkilerden de zorunlu olarak Nedensellik ve Süreklilik yasalarý çýkar. Bu yasa
lar, kendilerinden çýkarýldýklarý
kalýplar gibi, önseldirler.
Kant, bu önsel, deneyden alýnmamýþ, us'un kendi malý olan kalýplarýn, ilkeleri
n ve yasalarýn uygu alanýný
sýnýrlarken sadece metafizik yolunu kapamakla kalmýyor; fizik yolunu da kapayara
k Bilinemezci üçüncü felsefe'nin
kapýlarýný açýyor. Kant'a göre us, deneyin verileriyle baðýný koparýp metafizik
yapamayacaðý gibi, deneyin verilerinin
arkasýna geçerek fizik de yapamaz. Çünkü deney bize sadece görünenleri (Al. Ersc
heinung) vermektedir. Bizse bu
görünenlerin ardýnda bir de kendilik (Al. Ding an sich) hayal ediyoruz ve yukarý
sýnýrý aþmaya çalýþtýðýmýz gibi bu
aþaðý sýnýrý da aþmaya çalýþýyoruz. Kant, bu her iki aþmayý da ayný aþma (Al. Tr
anszendent) saymakta ve us'un
kalýplarýnýn sadece þeyin görüneni'ne (Fenomen) uygulanýp, þey'in kendisine (Num
en) uygulanamayacaðýný
söylemektedir. Kant, böylelikle, us'un sýnýrýný kesinlikle çizmiþ oluyor: Bu sýn
ýr, þeyin kendiliði'dir ve hiçbir
zaman aþýlmamalýdýr, çünkü bilinemez. Kant'ýn oluþtuðu ortam, bir matematik-fizi
k-usçuluk ortamýdýr. Nitekim
genç Kant da üniversiteyi fizik doktora teziyle bitirmiþtir. Matematiðin ve fizi
ðin ilkeleri us'un ürünü sayýlmakta,
gerçeðe us yoluyla varýlabileceðini savunan ântikçað Elea'lýlarýnýn düþüncesi Le
ibniz-Wolf öðretisinde en yüksek
aþamasýna ulaþmýþ bulunmaktadýr. Ýngiltere'den gelen yepyeni bir ses, David Hume
'un sesi, us'un eleþtirilmesini ve
yetilerinin gereði gibi belirtilmesini öðütlemektedir. Tarihsel düþünce diyalekt
iði XViii'nci yüzyýl sentezini Us'ta
gerçekleþtirmiþtir. Böyle bir ortamda Kant, zorunlu olarak yapmasý gerekeni yapm
ýþ ve þu sonuca varmýþtýr: Bizler,
gizlerle dolu bir evrende bir düþ'ün düþünü görmekteyiz. Gerçekte bildiðimiz hiç
bir þey yoktur. Seziþlerimizin,
kavramlarýmýzýn, deneydýþý idelerimizin içine gömülmüþüz; bir þeyler kuruyoruz.
Ne var ki, bildiðimizi sandýðýmýz
þey sadece olay'lardýr. O olaylar ki, bilmediðimiz nesneyle asla bilemeyeceðimiz
bir öznenin birbirlerine olan
iliþki'sinden doðmuþtur. Nesne'yi bilmiyoruz, özne'yi de asla bilemeyeceðiz, us'
a zorunlu olarak bu iki
bilinemez'in ortasýndaki iliþki alaný kalýyor. Oysa us, özgür olma dileðindedir;
aþma çabalarý bu yüzdendir. Salt
us'un eleþtirisi'nde bu özgürlük dileðinin iþe yaramadýðý anlaþýlmýþtýr; salt us
deneyle olan baðýný kopararak
kuram yapamýyor, ama eylem de yapamaz mý?.. Kant'ýn ikinci büyük yapýtý Uygulayý
cý Us'un Eleþtirisi (Kritik der
Praktischen Vernunft, 1788) bu sorunun karþýlýðýný arayacaktýr. Zorunlukla olan'
ýn karþýsýnda bir de özgürlükle
olan var. Öteki bilim, buysa törebilim alanýdýr. Us, salt olamýyor ama, uygulayý
cý olabilir. Ne var ki bu durumda adý
deðiþerek Ýrade olur. Doðru'nun duyusu nasýl nesneler düzeninden düþünce düzenin
e yükselip biçimlenmek
zorundaysa, iyi'nin duyusu da öylece düþünce düzeninde biçimlenip nesneler, düze
nine inmek zorundadýr.
Özgürlükle olmayan iyiliðin hiçbir anlamý olamaz. Ceza korkusu, armaðan umudu,
beðenilme isteði, göreneðe
uyma zorunluðu vb. gibi etkenlerle gerçekleþtirilen iyilik, gerçek iyilik deðild
ir. Demek ki us'un uygulayýcý olarak
çok önemli bir görevi var: Ýyiliði, özgürlükle, salt iyilik için gerçekleþtirmek
. Bu özgürlük, duyarlýðýn bütün
etkilerinden kurtulmuþ bir özgürlük olmalýdýr. Özgürlük zorlamaz, sadece yükümlü
kýlar. Törebilimsel yasa, fizik
yasa gibi zorunlu olamaz. O, serbest bir seçim iþidir. O, kendi yasasýný kendisi
koyar. Önceden konmuþ ve verilmiþ
bir yasaya uymaz. Demek ki Tanrýsal ve dinsel bir törebilim, gerçek bir törebili
m deðildir. Yasa'yla özgürlük'ün
çeliþkisi, ancak kendi yasaný kendin koymakla aþýlabilir. Ancak bu yasayý insanl
ýðý bir araç olarak deðil, bir erek
olarak belirtecek bir biçimde koymalý. Yoksa deney alanýyla yeniden bir iliþki k
urup özgürlüðünü yitirmiþ olursun;
çünkü insanlýðý araç olarak gözeten bir yasa, us'un özgür yasasý deðil, kiþisel
çýkarýnýn yasasýdýr. Bu yasa evrensel
olmalý. Yoksa bu yasa us'un gerçek ürünü olan önsel bireþimsel yargý niteliðini
taþýmaz ve tümel geçerli'lik niteliðini
elde edemez. Törebilimsel yasa, deneylerden elde edilmiþ bir Koþullu (Al. Hypoth
etisch) yasa deðil, uygulayýcý
us'un kendi kalýplarýnda biçimlendirdiði bir Düzenlenmiþ (Al. Kategorisch) yasa'
dýr. Bir þey elde etmek için deðil,
iyilik için iyilik edilecek. Ýþte Kant'ýn Ýyi irade (Al. Gute wille) adýný verdi
ði özgür irade budur (Kant, bu
törebilimsel düþüncelerini, söz konusu yapýtýndan çok, Grundlegung zur Metaphysi
k der Sitten ve Metaphysik der
Sitten adli yapýtlarýnda incelemiþtir). Görüldüðü gibi Kant, Salt Us'un Eleþtiri
si'nde yadsýdýðý metafiziði, Pratik
Us'un Eleþtirisi'nde diriltmeye çalýþmaktadýr. Kant'ýn bu idealist eðilimi üçünc
ü büyük yapýtýnda daha da
belirecektir. Doðru ve iyi ideleri incelendikten sonra geriye us'un üçüncü bir i
þlevi kalmýþtýr: Güzel idesi. Us,
doðayla törebilim arasýnda kalan estetik alanda nasýl iþliyor ve bu iþleyiþin de
ötekiler gibi önsel ilkeleri var mýdýr?..
Kant'ýn üçüncü büyük yapýtý, Yargý Gücünün Eleþtirisi (Kritik der Urteilskraft,
1790) bu sorunun karþýlýðýný
arayacaktýr. Kant, duyulardan gelenle (salt us) düþünceden giden (uygulayýcý us)
arasýndaki köprüyü Yargý gücü
adýný verdiði (yargýlayýcý us) ussal bir yetiyle kurmak istiyor. Deneylerden gel
en' le düþünce gerçekleþiyor,
düþünceden giden de deneyde gerçekleþecek. Oysa bu gerçekleþmenin us'un buyruðun
a uygun olup olmadýðýný
Yargý gücü denetleyecek (Bu tema, diyalektik özdekçiliðin teori, pratikle doðrul
anýr önermesinin Kantçý sezisidir).
Doðru, bir düþünceyle gerçekleþtirilen bir iyi'liðe güzel bir davranýþ diyoruz
. Öyleyse güzel, bu iki ideyi birbirine
baðlayan bir köprüdür ki bunu da Yargý gücü gerçekleþtirir. Kant, güzeli yüce'de
n ayýrýyor. Bir fýrtýnada denizin
kudurmuþ dalgalarýna bakarak: Ne güzel diyebiliriz ama, gerçekte duyduðumuz güze
llik deðil; büyüklük, güçlülük
ve ürkünçlükten doðan yücelik'tir (Al. Erhabene). Yücelik, böylesine güzel (Fr.
Dynamique) olabildiði gibi yýldýzlý
bir gecenin ihtiþamý gibi matematiksel (Fr. Matheniatique) de olabilir. Böylece
yüce'den ayrýlan güzel; iyi'den,
hoþ'tan, yarar'dan da ayrýlmaktadýr. Güzel'in niteliði, hiçbir karþýlýk gözetmek
sizin yargýlanýr oluþudur. Kantçý
törebilime göre iyi de bu niteliði taþýr, oysa iyi, eylemsel bir irade iþidir; g
üzelinse ne eylem ne de iradeyle
ilgisi vardýr. Hoþ duysal bir beðeni, güzel'se yargýsal bir beðenidir. Bir tabak
meyve tablosu, onlarý yemek isteðini
duyurursa hoþ ve ancak bu isteði duyurmadýkça güzel'dir. Yararlý elde edilmek is
tenir, güzel'se sadece seyredilir.
Hiçbir karþýlýk gözetilmeden beðenilmek onun temel niteliðidir. Güzel'in baþka b
ir niteliði de tümel geçerli
oluþudur. Kant böylece önsel bireþimsel yargý'yý burada da yakalamýþ oluyor. Dem
ek ki güzel'de de bir önsellik
var, bu önsellik bizi kendisine karþý belli bir tutuma zorlar. Bu tutum, özel de
ðil, genel bir tutumdur; sadece bizim
için deðil, herkes için geçerlidir. Güzellik yargýsý kavramsýz (Fr. Sans concept
) bir yargýdýr, demek ki bir bilgi iþi
deðildir.
Güzellik, ereði düþünülmeyen bir ereksellik'tir. Bir müzik parçasýnda bize zev
k veren onun besteleme
nedeni deðildir, oysa o gene de bir ereðe uygun olduðu için güzel'dir. Kant, böy
lece, estetik yargý'yý (Fr. Jugement
esthetique) ereksel yargý'dan (Fr. Jugement teleologique) ayýrýyor. Sanatçý güze
li yaratýrken onu belli bir ereðe
göre biçimlendirir, bizse o güzeli ereðini düþünmeden kavrarýz. Güzelin bizler i
çin anlamý, kendi ereðine
uygunluðu deðil, bizim ereðimize uygunluðu'dur. Kant, yapýtýnýn ikinci bölümünde
, Ereklik (Al. Finalitaet)
kavramý'ný incelemektedir. Kant'a göre ereklik, Aristotelesin Entellekheia'sý gi
bi, kendi nedenine uygunluk'tur. Ýki
türlü uygunluk (Al. Zweckmaessigkeit) var: Biri güzeli doðuran öznel uygunluk, i
kincisi yararlý'yý doðuran nesnel
uygunluk. Bunun içindir ki bir çiçek, yaðlýboya bir tabloda estetik yargýnýn kon
usu olurken bir ilaç kutusunun
içinde ereksel yargýnýn konusu olabilir. Cansýz doða, sürekli bir nedensellik iç
inde Descartesçý bir mekanizmle
düzenlenmektedir. Canlý doðaysa kendi ereðiyle düzenlenir. Kömür bir neden-sonuç
zincirinin ürünüdür, ama göz
pek bellidir ki görmek için yapýlmýþtýr. Bu yüzden, doðanýn açýklanýþýnda erekli
k kavramýndan vazgeçemiyoruz.
Kant, burada, us'un metafizik yapamayacaðýný söylediði halde metafiziðin alanýna
yeniden ve iyice girmekte
olduðunu görerek sakýntýlý bir dil kullanmaktadýr. Ne nedensellik ne de ereklik
doðanýn kendiliðini açýklayamaz,
der. Cansýz ve canlý, tümüyle doða, Kant'a göre bilinemez olmakta devam etmekted
ir. Duyular bize bu bilginin
anahtarýný veremez, ama duyulur üstü'nde anlak alýr'da birtakým anahtarlar gizli
dir. Görüldüðü gibi, idealizmin
kapýsýný her þeye raðmen aralýk býrakmak bilinemezciliðin zorunluðudur. Kendisin
den önceki felsefe akýmlarýnýn
düþünsel sentezini ustaca gerçekleþtiren Immanuel Kant'ýn, kendisinden sonraki f
elsefe akýmlarýný büyük ölçüde
etkileyen bu üç önemli yapýtýný toparlarsak þu sonucu saptarýz: Doðru'yu us kura
r, iyi'yi us buyurur, güzeli us
yargýlar. Bilinemez kendilik' in dýþýndaki bilinir olaylar dünyasýný tek sözle u
s düzenler. Bu yargý, idealist bir
vargýdýr.
Kant, tarih görüþünü açýklayan dokuz önermesinde, düzensizlikler düzen içindir
, demektedir. Uyuþmazlýk, bütün
istidatlarýn geliþmesi için doðanýn koyduðu bir araçtýr. Ýnsan birlik ister ama,
doða ikilik istemiþtir. Bunda da
doðanýn bir ereði vardýr elbet. Her davranýþýn bir karþý davranýþý vardýr. Bu ka
rþý davranýþlar insan gücünü uyarýp
onun istidadýný geliþtirirler. Ýnsan tüm iyi olsaydý geliþemezdi. Kötülükler, in
saný, iyilikler için geliþtirmektedir ki
bunun da sonucu, bir toplum düzenine varacaktýr. Doða, insanýn hem çalýþmasýný,
hem de çalýþmaktan kaçmaya
uðraþmasýný istemiþtir. Çalýþmaktan kaçmaya uðraþmak çalýþmayý gerektirir çünkü.
Ýnsan, bir gün çalýþmadan
yaþayabilmek ereðine ulaþmak için çalýþmak zorundadýr. Ýnsanýn kötü bencilliði o
nu geliþtirmekte, büyük düzeni
yaratacak çabaya katýlmasýný saðlamaktadýr. Doðanýn bu inceliðini gereði gibi an
lamamýz gerekir. Tutkular
olmasaydý insan sünepeleþirdi, geliþemezdi (Bernard de Mandevillein Arýlar Masal
ý'ný hatýrlayýnýz). Ýnsanlýk tarihi,
yetkin bir toplum yasasýný meydana getirmek için, doðanýn gizli bir planýnýn ger
çekleþtirilmesinden ibarettir.
Uyuþmazlýklar, çatýþa çatýþa, o yetkin toplumu hazýrlamaktadýrlar. Erdemsizlikle
rden gocunmamalý. Çünkü insaný
büyük erek olan erdeme götürecek bu erdemsizliklerdir. Doðanýn insan cinsini çöz
meye zorladýðý en güç sorun
(problem), tüze'yi (adalet) gerçekleþtiren uygar bir topluma eriþmek sorunudur.
Ýnsan, en geç bu sorunu
çözebilecektir. Bu sorun, insanlýðýn son sorunudur.
Þöyle düþünüyor Kant: Tarihsel gidiþ pek düzenli görünüyor. Kiþilerin ayrý ayr
ý gidiþleri düzensiz olabilir ve
kiþiler bu tarihsel düzenin farkýnda olmayabilirler. Ama insan türünün genel gid
iþi, bu düzenli gidiþe uygundur (bu
konuda bkz. Macit Gökberk, Kant ile Herder'in Tarih Anlayýþlarý, Ýstanbul, 1948)
.
Sonra, bu tarihsel düzeni araþtýran ünlü önermelerini sýralýyor (Idee zu Einer
Allgemeinen Geschichte in
Weltbürgerlicher Hinsicht, yukarda adý geçen Cassier baskýsýnýn 4. cildinde, s.
151-166):
1- Bir varlýðýn doðal güçleri, tam ve ereðe uygun olarak geliþmek için belirle
nmiþlerdir.
2- Ýnsan aklý, tam olarak, insan türü çerçevesi içinde geliþebilir (Baþka deyi
þle, geliþen akýl, kiþilerin ayrý ayrý
akýllarý deðildir).
3- Doða, kendi mekanik düzeninin üstünde kalan her þeyi, insanýn kendi özgür a
klýyla elde etmesini istemiþtir
(Baþka deyiþle, akýl mekanik düzenden yararlanmayý gerektirmeyen bir güçtür).

4- Doðanýn, geliþmeyi saðlayan mekanizmasý uyuþmazlýktýr (antagonisma) (Baþka


deyiþle, uygunluðu saðlayan
uyuþmazlýktýr). (Dikkat ediniz: Ýnsanýn toplumsal olmayan toplumsallýðý, özgür b
ulunmayan özgürlüðü... Ýnsan,
hem toplumu kurmaya, hem de ve ayný zamanda toplumu daðýtmaya çalýþan bir didiþm
e içindedir. Toplumu toplum
eden, bu çeliþik didiþmedir).
5- Doðanýn insan türünü varmaya zorladýðý en güç erek, tüzeyi saðlayan uygar b
ir toplum ereðidir (Kant, doðasal
düzendeki büyük maksadý bu erekte buluyor. Böyle bir toplum, hem içinde en geniþ
özgürlüðün, hem de özgür
kiþiler arasýndaki zorunlu çatýþma yüzünden en geniþ özgürlüksüzlüðün dalgalandý
ðý bir toplumdur).
6- Bu, hem en güç, hem de insan türünün en geç varabileceði bir erektir.
7- Gerçekten uygar bir yasa kurabilmek, uluslar arasýndaki iliþkilerin uluslar
arasý yasalara uygunluðuna baðlýdýr
(Baþka deyiþle, nasýl geliþme ayrý ayrý kiþilerden çok insan türünün geliþmesiys
e, insan türünün geliþmesi de ayrý
ayrý uluslarýn deðil, ancak uluslararasý bir geliþmenin sonucu olabilir. Bunu sa
ðlamak için de, önce, devletlerin
birbirleriyle olan iliþkilerinde hiç birinin tek baþýna bozamayacaðý güçlü yasal
arýn bulunmasý gerekir).
8- Ýnsan türünün tarihi, yetkin bir toplum düzeninin oluþmasý için doðanýn giz
li bir planýnýn yavaþ yavaþ
gerçekleþmesidir. Çünkü doða, insanýn bütün yeteneklerini ancak böyle bir yetkin
düzende meydana çýkarabilir
(Baþka deyiþle, insanýn bütün yeteneklerinin gerçekleþebileceði tek ve biricik d
urum, böylesine yetkin bir toplum
düzenidir. Ýnsan, ancak bu yetkin düzen içinde gerçek ve güçlü insan olacaktýr:
Ýnsanlýðýn pek kýsa geçmiþi, pek
uzun geleceðinin bu vaadini taþýmaktadýr).
9- Ýnsan türünün tam ve uygar bir topluma eriþmesini amaç edinen bir doða plan
ýný düþünmek, doðanýn bu büyük
maksadýný desteklemektir.
Kant'a göre insan, böylelikle, doðadan büsbütün koparak kendisinin kurduðu dün
yaya yerleþmektedir.
Alman düþünürü Immanuel Kant'ýn öðretisi, eleþtiricilik (kritisizm) adýyla anýlý
r. Yeniçað düþüncesinin kurucusu
sayýlan Kant, us'un (akýl) ne olduðunu anlayabilmek için us'u eleþtirmiþtir. Üç
ünlü yapýt bu düþünceden
doðmuþtur: Saf Us'un Eleþtirisi (1781), Pratik Us'un Eleþtirisi (1788), Yargý Ye
tisinin Eleþtirsi (1799)... Eleþtiri
düþüncesini Ýngiliz düþünürü David Hume'dan (1711-1766) alan Kant'a göre eleþtir
i, her türlü felsefe çalýþmasýnýn
çýkýþ noktasý olmalýdýr. Us nedir ve us'un gücü ya da güçsüzlüðü nerede baþlayýp
nerede bitmektedir? Kant, bu
eleþtirisiyle, düþünsel (spekülatif) felsefenin Tanrýlaþtýrdýðý us'u gerçek yeri
ne oturtmak istiyor. Yaptýðý iþ, pratik
alanda bir eylemcilik iþidir. Gerçekte, doðrudan bir felsefe kurmaya giriþmemekt
e, ancak us'un felsefe yapýp
yapamayacaðýný ve ussal bir felsefenin mümkün olup olmadýðýný araþtýrmaktadýr. V
ardýðý sonuç kesindir: Us, felsefe
yapamaz. Bu açýdan Kant, bir baþka noktadan idealizme vardýðý halde, us'un güçsü
zlüðünü ve saltýk gerçeðe
eriþemeyeceðini belirtmekle idealizmi kökünden çökertmektedir. Pratik us adýný v
erdiði irade ve eyleme, böylelikle
de eylemsel töreye (ahlak) ve duyumculuða önem vermekle özdekçiliði (maddecilik)
tutmakta ve üstün görmektedir.
Tanrýya us yoluyla varýlamayacaðýný ileri sürerek, gerçek bir özdekçilik anlayýþ
ýyla, bütün metafiziði yadsýmaktadýr.
Kant, bu bakýmdan, gerçek bir utangaç özdekçidir. Ne var ki, duyularýn getirdiði
nesnel algýlarý
biçimlendirebilmek için, us'a önsel (a priori, deney dýþý) veriler yakýþtýrmakla
bir baþka noktadan gene idealizmle
birleþiyor. Kant, us'un saltýk gerçeði ya da kendiliðinden þeyi (Fr. Chose en so
i) bilemeyeceðini ilerisürmekle
bilinemezcilikle (agnostisizm) nitelenmiþtir.
KRALLIK ETMEKTEN BIKILIR MI? XViii'nci yüzyýlýn erdemini, ünlü bir trajediden
seyretmek istemez misiniz?
Bu sefer perdemizi, Kant'ýn ülkesi olan Almanya'da açacaðýz.
XViii'nci yüzyýl aydýnlýðýnýn en verimli yýllarýndan birinde, 1759'da yazýlan
Philotas trajedisi yeni bir erdem
örneði sunmaktadýr. Ünlü Alman ozaný Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781), bu tr
ajediyle, Fransýz klasisizmine
karþý açtýðý savaþý güçlendiriyordu. Gereksiz olan hiçbir sözü söylememek ilkesi
nden yola çýkmýþtý. Henüz otuz
yaþýndaydý. Yirmi altý yaþýndayken yazdýðý Miss Sara Sampton adlý dramýyla Alman
edebiyatýnda yeni bir çýðýr
açtýðý söyleniyordu. Bütün Avrupa'yý etkileyen Corneille, Racine beðenilerine ka
rþý eski Yunan trajedi yazarlarýnýn
süssüz, sade, doðrudan amaca yönelen yollarýna sýðýnmýþtý. Bir yandan da Slýakes
pearein saðlamlýðýný,
evrenselliðini inceliyordu. Genç Alman yazarlarý için bunlardan daha deðerli bir
öðretmen bulunamayacaðýný
görmüþtü. Yedi Yýl Savaþlarý'yla para adamlarýnýn egemenliðine doðru geliþen Alm
an toplumunun yeni bir düzen
gereði de, onu coþturan nedenlerin baþýnda geliyordu. Philotas trajedisi böyle b
ir ortamda yazýldý. Philotas
trajedisinin yazýldýðý yýl Lessingin en yakýn arkadaþý olan Kleist, Yedi Yýl Sav
aþlarý'nda aldýðý bir yaradan ölmüþtü.
Lessing, kiþinin vataný uðruna kendini harcamasý erdemini, bu ölümle deðerlendir
miþtir.
Otuz yaþýndaki genç Lessing, Philotas'ý yazarken, Kant otuz beþ, Rousseau kýrk
yedi, Voltaire altmýþ beþ, Goethe
on, Goldoni elli iki yaþýndaydý, Schillerse yeni doðmuþtu. Alman edebiyatý; kund
uracý ustasý Hans Sachs'ýn
(1494-1576) ve Martin Opitzin (1539-1639) mýsralarýndan baþka bir deðer tanýmamý
þtý. Alman tiyatrosunu,
Fransýz örneðine uygun olarak Profesör Gottsched (1700-1766) düzenliyordu. Less
ing, her þeyden önce, güçlü bir
yönetici olan Profesör Gottschedin beðenisiyle savaþmak zorundaydý.
Philotas trajedisi bir perdeliktir, bir perdelik tiyatro oyunlarýnýn da ilkidi
r. Bir Yunan kralýnýn savaþ çadýrýnda
geçer. Oyuncularý dört kiþidir. Baþ kiþi Philotas, henüz delikanlýlýk çaðýna bil
e eriþmemiþ, büyücek bir çocuktur.
Lessing, erdem dersini bu çocukla vermektedir. Olayý, hiçbir tarih öyküsüne daya
nmadan, Lessing uydurmuþtur.
Amacý, gerçek kahramanýn, kendini çoðunluðun yararýna harcayan kiþi olduðunu ta
nýtlamaktýr.
Kiþi, kendini niçin çoðunluðun yararýna harcar?.. Lessing, Philotas trajedisiy
le bu soruyu kesin olarak karþýlýyor:
Erdemli olduðu için... Nitekim bunu, altýncý sahnede, kendini harcamak için bir
kýlýç arayan Philotas'ýn aðzýndan
da dinlemekteyiz: Kýlýç mý?.. Tanrým, zavallý ben, zavallý ben: Þimdi farkýna va
rýyorum ki kýlýcým yok benim. Beni
esir eden asker hepsini elimden aldý. Kýlýcýmýn sapý altýn olmasaydý onu bana bý
rakýrdý belki. Ah uðursuz altýn, sen,
her zaman böyle, erdemin karþýsýna mý çýkacaksýn?. Lessing, birbirleriyle savaþ
a tutuþan iki komþu krallýk
düþünüyor. Genç Philotas, savaþa katýlmak için kral babasýna yalvarmýþ, ondan gü
çlükle izin alabilmiþtir.
Katýlacaðý ilk savaþtýr bu. Kaný kaynamaktadýr. Dayanamaz, düþmana bir an önce s
aldýrayým derken esir edilir. Esir
ediliþiyle, babasýnýn bütün kazançlarýný bir kalemde silip süpürdüðünün farkýnda
dýr. Babasý, elbette, onun geri
verilmesi karþýlýðýnda, savaþtan da, kazandýðý topraklardan da vazgeçecektir. Er
demli Philotas buna katlanabilecek
bir çocuk deðildir. Üstelik bir hayli utanmaktadýr da: Aklýmý kaçýracaðým: Ah, n
e talihsizlik... Ne de alaycý bir
yüzü vardý beni attan düþüren o kocamýþ askerin. Bana çocuk dedi. Kralý da, beni
bir çocuk, haným evladý bir çocuk
olarak düþünüyor her halde....
Oysa kendisini esir eden kralýn oðlu da, kendi babasýna esir düþmüþtür. Þimdi,
doðal hukukun trampa kuralý, çok
daha kolaylaþmýþtýr. Ama hayýr... Erdemli Philotas buna da katlanamayacaktýr. Ke
ndisi bir trampa konusu
olmasaydý, komþu kralýn çocuðunu esir eden babasý kim bilir ne büyük kazançlar e
lde edecekti. Bundan baþka,
utanç, o kahredici utanç, gene erdemin arkasýna gizlenmiþ, ara sýra kendi varlýð
ýný duyurmaktadýr: Tanrýlar, esir
oluþumun bütün acý sonuçlarýný yok edebilirler. Yalnýz bir tanesini edemezler: U
tancý... Babam, benim yüzümden
bir þey yitirmeyecek, öyle mi?.. Esir düþmüþ Polytimetin, eðer ben esir, olmasa
ydým, babama saðlayacaðý þeyler,
küçümsenecek þeyler midir? Þimdi benim yüzümden bütün bunlar birer hiç olacak...
. Öyleyse ne yapmalý?..
Philotas; babasýný üstün etmek için, kendini öldürecektir. Utancý da, gizlendiði
yerden, kendini toplumun yararýna
harcamak erdemini güçlendirmektedir. Bu sonuca varmak için bir kýlýç gerekiyor.
Ýþte burada altýn, utancý
görmemezliðe gelerek, erdemin karþýsýna dikilmiþtir. Onu esir eden düþman askeri
, sapý altýn olduðu için, kýlýcýný
elinden almýþtýr.
Philotas, komþu kraldan kýlýcýnýn geri verilmesini ister. Oysa, erdem sadece P
hilotas'a özgü deðil ya, kýlýcý geri
almak için giden düþman baþkomutaný Stratos, þu haberle gelir: Kralým, prensi es
ir eden askere gittim. Senin adýna
kýlýcý geri istedim. Ama dinle bak, asker ne soylu bir karþýlýk verdi: Kral kýlý
cý benden almasýn, ben bunu gene onun
uðruna kullanacaðým, dedi, ama belki de sizin istediðiniz kýlýcýn altýn sapýdýr.
.. Bunlarý söyledikten sonra, benim
dur dememe kalmadan, güçlü elleriyle sapý büküp kýrdý, küçümseyerek ayaklarýmýn
önüne attý:
Ýþte al, dedi, altýnýnýzdan bana ne....
O kýlýç olmazsa baþka bir kýlýç da olabilir elbet. Önemli olan bu deðildir. Ön
emli olan, iki kral çocuðunu
deðiþtirmek için babasýna gönderilecek habercinin kendisine biraz vakit kazandýr
masýdýr:
Yemin et bana Parmenio, babamý yirmi dört saat oyalayacaðýna yemin et... Parme
nio sözünü tutacaktýr ama,
yemin etmeye yanaþmamaktadýr: Yemin mi edeyim?.. Yemin etmek için çok yaþlýyým b
en.... Philotas da ona þu
kandýrýcý karþýlýðý vermektedir: Ama ben de yeminsiz inanmak için çok gencim. Ha
ydi yemin et bana, ben sana
babamýn üstüne yemin ettim, sen de oðlunun üstüne yemin etmelisin. Philotas'ýn
erdemini hangi nedenler
gütmektedir?.. Buraya kadar o erdemi hafifçe kýmýldatan bir utanç gücü sezmiþtik
. Þimdiyse çok daha önemli bir
güdücü ortaya çýkmaktadýr: Ün tutkusu... Philotas, Parmenio'ya þöyle teþekkür ed
iyor: Ne diyeyim sana Parmenio,
ne ad koyayým sana? Sen benim gelecekteki ilmimin yaratýcýsý, kaynaðý olacaksýn.
Philotas baþka bir kýlýçla kendini öldürerek erdem sonucunu gerçekleþtirmiþtir
. Lessingin üstüne bütün gücüyle
parmaðýný bastýðý açý, hiç kuþku yok ki, Philotas'ýn kendini çoðunluðun yararýna
harcamasýdýr. Oysa, bunun
ardýnda gizlenen bir ikinci açý da, Philotas'ýn o kahredici utançla yurduna döne
meyeceðini, yurttaþlarýnýn yüzüne
bakarak yaþayamayacaðýný, bir gün babasýnýn yerine oturarak krallýk edemeyeceðin
i belirtmektedir. Bütün bunlarýn
üstüne bir üçüncü açý, güçlü bir ün tutkusu da eklenince, Philotas ölmekten baþk
a ne yapabilirdi?
Lessingin trajedisi, , bu zorunlu sonuca vararak, Kral Aridanus'un þu sözleriy
le bitiyor: Aðla Strato, ben de
aðlayayým. Oðlumu geri alacaðým. Ama onu çok pahalýya alsam da karýþma bana. Der
eler gibi kaný boþuna akýttýk,
boþuna ülkeler fethettik. Ýþte karþýmýzda, zaferi bizden daha üstün olan, bizim
kazandýklarýmýzý yüklenmiþ, çekip
gidiyor. Gel, bana oðlumu getir. O gelince ben artýk kral kalmak istemiyorum. Si
z ey insanlar, krallýktan býkýlmaz
mý sanýrsýnýz?... Philotas'ýn utancýyla ün tutkusu, kendisini öylesine bir erde
me ulaþtýrmýþtýr ki, Kral Aridanus
bile, böyle bir erdem karþýsýnda, artýk krallýðýný küçümsemektedir. Seyirci, per
de kapandýktan sonra, gözlerinin
önünde yeni bir trajediyi canlandýrabilir: Tutkusuz ve utanç içinde tahta oturan
bir baþka çocuðun, genç Kral
Polytimetin trajedisini.
HEYKEL. XViii'nci yüzyýl Parisinin gün görmez bir sokaðýnda, yaðmurlu bir akþa
m, sýcak bir odada halýnýn
üstüne diz çökmüþ, gözleri baðlý, kulaklarý týkalý, insan denilen bilinmeze bira
z daha yaklaþmanýn sevinciyle
titreyerek, sevgilisinin uzattýðý çiçeði derin derin koklayan filozof Condillac'
a imrenmez misiniz? Dýþarýda kentin
gürültüsü, damlarda þakýrdayan yaðmur, soðuktan buðulanmýþ camlar, sýcak bir oda
, yumuþak bir halý, yardýmcý bir
sevgili, çözümlenen insan... Etienne Bonnet de Condillac (1715-1780) böylesine m
utludur. Matmazel Ferrand,
elindeki çiçeði uzatýrken, sevgili filozofuna ne duyduðunu soruyor. Oh, ne güze
l... diye karþýlýk veriyor
Condillac, þimdi ben bir menekþeyim. menekþeden baþka da hiçbir þey deðilim. Con
dillac þu anda sadece
burundur. Ýleride sadece göz, sadece kulak, sadece damak, sadece el olacaktýr. F
ilozofumuz, bütün düþüncelerimizin
duyularýmýzdan geldiðini kanýtlayacak denemeler yapmaktadýr.
Condillac, duyularýmýzý incelemek için bir heykel tasarlamýþtýr. Bu heykel, in
sanlarýn bütün alýþkanlýklarýndan
yoksun, taþtan bir heykeldir. Heykele önce tek duyu, sadece koku alma duyusunu v
ererek sonuçlarýný incelemeye
baþlamýþtýr. Sadece koku alma duyusu bulunan heykel neler bilebilir? Bu heykele
bir menekþe uzatýrsak o bize göre
menekþe koklayan bir heykel, ama kendine göre sadece menekþe kokusu olacaktýr. H
eykelimizde, þimdilik,
menekþe kokusundan baþka hiçbir bilgi bulunamaz.
Heykelimizin, karþýlaþabileceði türlü deðiþmeler hakkýnda henüz hiçbir düþünce
si yoktur. Haz onu, hiç bilmediði
acýdan ne kadar korkutamazsa, elem de ona, hiç bilmediði bir tadý arzu ettiremez
. Ama heykelimizin burnundan
menekþeyi çekip yerine bir gül uzatýrsak karþýlaþtýrma baþlayacaktýr. Heykelimiz
, biri þimdiki duyumla, öteki artýk
var olmayýp izlenimi sürüp giden duyumla ilgili iki var olma biçimi içinde bulun
acaktýr. Oysa, artýk, eskiden var
olmuþ bulunduðu durumda bulunmadýðýný duymaya baþlamýþtýr. Ýþte ilk bilgi budur.
Kokularýn çoðalmasý bilgileri de çoðaltacaktýr. Karþýlaþtýrmalar iyi kokularla
kötü kokularý belirtecek, iyi
kokularýn mutluluðu baþlayacak, anýlar meydana gelecek, iyi kokularýn hazzýna yö
nelerek kötü kokularýn eleminden
kaçýlacak, yargýlara varýlacaktýr. Heykel, sadece koku alma duyusundan yola çýka
rak birçok soyut düþüncelere de
eriþebilmektedir. Örneðin bir kokudan baþka bir kokuya geçiþ heykelimizde geçmi
þ düþüncesini doðuracaktýr.
Çeþitli zamanlarda sýrasýyla ayný durumlarý duymuþ olmasý, bir deðiþmeden sonra
bir baþka deðiþmenin geleceði
duygusu, heykelimizde gelecek düþüncesini doðuracaktýr.
Koku alma duyusuna, birer birer, öteki duyular da eklenerek deneyler ilerletil
ince düþüncelerin daha da geliþtikleri
görülmektedir: Hele dokunma duyusunun katýlmasý insan aklýnýn gerçekleþmesini ta
mamlayacaktýr. Condillac'a
göre sadece koku alma duyusunun incelenmesi bile bilgi alanýnda çok önemli sonuç
lar doðurmaktadýr. Bilgileri
çoðaltmak ya da azaltmak için duyularýn sayýsýný çoðaltmak ya da azaltmak yeter,
duyularý az olan varlýklarýn
bilgileri de az olur. Bilgi, duyularýn gücü ya da sayýsýyla orantýlýdýr.
Duyumculuk (sensualisme) alanýnda Condillac'ýn yeniliði, bu alana deneyciliði
sokmuþ olmasýndadýr. Gerçekte,
düþünce bir hayli eskidir. Ý.Ö. V'nci yüzyýla kadar uzanmaktadýr. Ýlk duyucu say
ýlmasý gereken Demokritos (Ý.Ö.
420)bilgilerimizin kaynaðýný duyularýmýzda bulmuþtu. Çaðdaþý büyük kuþkucu Prota
goras da onun düþüncesine
katýlmýþ, felsefesini bu duyumcu temele dayamýþtý. Sonra, Aristoteles'ten (Ý.Ö.
385-322), Locke'a (1632-1704)
kadar birçok düþünürler, bilgi alanýna duyular yönünden bakmýþlardý. Düþünce zin
cirinde Condillac, halkasýný,
Locke'un halkasýna perçinlemektedir. Ancak Condillac, duyularýmýzla birlikte ak
lýmýzý da göz önünde tutan
Locke'un bu ikiciliðini elemiþ, aklýn da duyularýn sonucu olduðu düþüncesine var
arak sadece duyularý gözlemeye
koyulmuþtur. Condillac'ýn bu heykel tasarýmýný, Diderot'nun saðýrlar ve dilsizle
r hakkýndaki mektubundan aldýðý
söylenmiþtir. Condillac da Traite des Sensations adlý kitabýnýn sonuna eklediði
karþýlýkta, tersine, Diderot'nun bu
düþünceyi kendisinden aldýðýný ileri sürmektedir. Ýngiliz filozofu John Locke'un
bu iki çaðdaþ Fransýzý iyice
etkilediði açýktýr.
Condillac'ýn heykeli, tek duyuyla bile, aþýk olabilir, kin güdebilir, umuda ka
pýlabilir, korkabilir. Ýnsaný harekete
getiren ilke, haz-elem ilkesidir. Gerçekten de bizim ilk düþüncelerimiz sadece h
azdan ya da elemden ibarettir. Haz
duymasaydý, heykelimiz, hareket etmesini hiçbir zaman istemezdi. Elem duymasaydý
, bu hareketini gerektiði yerde
durduramaz, yok olup giderdi. Demek oluyor ki, onun hoþ ya da hoþ olmayan duygul
arla her zaman karþýlaþmasý
gerekir. Onun bütün hareketlerinin ilkesi ve kuralý bundan ibarettir. Þu halde s
adece koku alma duyusu bulunan
heykel en çok haz duyduðu kokuya, sadece iþitme duyusu bulunan heykel en çok haz
duyduðu sese aþýk olacaktýr.
Kendisine acý veren hoþ olmayan kokudan, hoþ olmayan sesten de tiksinecektir. Bu
nu anlayabilmek için aþýk
olmanýn, bir nesne karþýsýnda hazlanmak ya da arzulamakla birlikte olduðunu, tik
sinmenin de hoþnutsuzlukla
birlikte bulunduðunu göz önünde tutmak yeter. Umutla korku da, aþkla tiksinmenin
doðduðu ayný ilkeden doðarlar.
Heykelimizin hoþ ya da hoþ olmayan duyumlarý duymasýný saðlayan alýþkanlýk, kend
isine, bu duyumlardan daha da
duyabileceðini düþündürür. Düþünülen bu duyum hoþa giden bir duyumsa umuda, hoþa
gitmeyen bir duyumsa;
korkuya yol açar.
Heykelimiz sadece bunlarla da yetinmez, uyur, düþ görür, hastalanýr, sarhoþ ol
ur. Heykelimizi hiçbir duyumla
uyarmayalým, bu durum uyku durumudur. Böyle bir durumda heykelin daha önce edind
iði duyumlarý anmasý, düþ
görmesidir. Sadece koku alma duyusu bulunan heykel eðer kendisine çok acý veren
bir kokuyla karþýlaþmýþsa artýk
baþka hazlarý düþünemez, tek düþündüðü bu acýdan bir an önce kurtulabilmektir. Ý
þte bu, heykelin hastalýðýdýr.
Nasýl ki bizler de önceleri büyük isteklerle aradýðýmýz hazlarý aðýr hastalýklar
ýmýzda istemez oluruz, artýk sadece
yeniden saðlýða kavuþmayý düþünürüz. Heykeldeki uðraþýnýn büsbütün duracaðý duru
mlar da vardýr. Duymak
gücünü bütünüyle uyuþturacak kadar güçlü bir duyum heykeli sarhoþ eder.
Heykelimiz erdemlidir. Condillac'a göre iyilik ve güzellik sözleri, eþyanýn ha
zlarýmýza ne suretle yol açtýklarýný
anlatýrlar. Duygulu her yaratýðýn güzellik ve iyilik üstüne kendine göre bir düþ
üncesi vardýr. Gerçekten de koku
alma ya da tat alma duyusuna hoþ gelen her þeye iyi; görme duyusuna, iþitme duyu
suna ya da dokunma duyusuna
hoþ gelen her þeye de güzel denir. Ayrýca, iyilik ve güzellik tutkularla ve zihi
nle de ilgilidir. Tutkularý okþayan þey
iyi, zihnin tat aldýðý þey güzeldir, hem tutkularýn hem de zihnin hoþuna giden þ
eyse hem iyi hem de güzeldir.
Heykelimiz hoþ kokularý, hoþ tatlarý, kendi tutkularýný okþayan hoþluklarý bilme
ktedir. Demek oluyor ki, onun
iyilik üstüne bir düþüncesi vardýr. Gördüðü, iþittiði, dokunduðu, zihninin de ha
z duyarak bildiði nesneleri de
bilmektedir. Öyleyse onun güzellik üstüne de bir düþüncesi vardýr. Bundan çýkan
bir sonuç da, güzelle iyinin hiç
de salt (mutlak) olmayýþlarýdýr. Bunlar, kendilerini yargýlayan kiþinin huyuna,
suyuna, yapýsýna baðlýdýrlar.
Güzelle iyi, birbirlerine karþýlýklý olarak yardýmda bulunurlar. Heykelin gördüð
ü þeftali, renklerinin canlýlýðý
yüzünden onun hoþuna gider, bu þeftali onun gözlerine güzel gelir. Heykel bu þef
taliyi yer, görmek hazzý tatmak
hazzýna karýþýr, böylece bu þeftali daha iyi olur. Faydalý olmak, eþyanýn güzel
ve iyi olmasýna yardým eder. Sadece
görüldükleri, tadýldýklarý için duyulan haz yüzünden iyi ve güzel olan meyveler,
bizlere yararlý bulunduklarý da
düþünülürse, daha iyi, daha güzel olurlar. Yenilik ve azlýk da bu bakýmdan öneml
idir. Ýyi ve güzel olan bir nesnenin
verdiði þaþkýnlýk, bu þeyi ele geçirmekteki güçlüðe katýlýrsa, bunu ele geçirmek
ten duyulan hazzý artýrýr. Eþyanýn iyi
ya da güzel olmasý, tek düþünceye ya da aralarýnda birtakým baðýntýlarý bulunan
birçok düþünceye dayanýr. Tek tat,
tek koku iyi olabilir. Iþýk güzeldir, tek baþýna alýnacak bir ses de güzel olabi
lir. Ama ortada birçok düþünce varken,
bir þey, düþüncelerin daha çok ayýrt edilebilmeleri ve aralarýndaki baðýntýlarýn
da daha iyi sezilebilmeleri ölçüsünde
daha iyi ve daha güzel olur. Çünkü bu halde çok haz duyulur. Þu halde erdem de,
öteki kavramlar gibi, verdiði
hazza, bu hazzýn çokluðuna dayanmaktadýr. Bir yandan da örgenler ancak birkaç d
uyumu doðrudan doðruya
alabilirler, zihin ayný zamanda ancak birkaç düþünceyi karþýlaþtýrabilir. Pek aþ
ýrý bir çokluk kargaþalýða yol açar.
Öyleyse böyle bir çokluk hazza, dolayýsýyla da eþyanýn iyilik ve güzelliðine zar
ar verir. Az sayýdaki duyumlar ya da
düþünceler de, bunlardan herhangi biri ötekilere aþýrý derecede baskýn çýkarsa,
birbirlerine karýþýr. Demek oluyor ki
son derece iyilik, son derece güzellik için, bunlar arasýndaki halitanýn az çok
birtakým oranlara göre yapýlmýþ olmasý
gerekir.
Ýyi ve güzel, herkesin kendi melekelerini kolaylýkla kullanabilmeyi öðrenmiþ b
ulunmasýna da baðlýdýr. Bir
zamanlar çok iyi ya da güzel olmuþ bulunan bir þey artýk böyle olmayabilir, buna
karþý heykelin hiç dikkat etmemiþ
olduðu bir baþka þey de günün birinde son derece iyi ya da son derece güzel oluv
erir. Condillac, bu konudaki
düþüncelerini þu sözlerle bitirmektedir: Koþullara, durumlara göre heykelimizin
vereceði çeþitli yargýlarý tasarlamak
kolay deðildir. Kaldý ki böyle bir tasarým oldukça yararsýz olurdu. Bizim için o
lduðu gibi, heykelimiz için de,
gerçek bir iyilik ve gerçek bir güzellik olduðunu göz önünde tutmak; onun bu kon
uda daha az düþünceleri
bulunmasýnýn, daha az ihtiyaçlarý, daha az bilgileri, daha az tutkularý olmasýnd
an ileri geldiðini gözden kaçýrmamak
yeter. Bütün bunlar yanlýþ. Us iþe karýþmayýnca sadece duyularla bilgi edinilem
ez. Ama gördüðünüz gibi, ne
heyecan verici, güzel yanlýþlar... Þunu da unutmamak gerekir ki bu abartmalý yan
lýþlar yapýlmasaydý doðrulara
varýlamazdý.
BEN. XViii'nci yüzyýldan beri birçok öðretiler Kant temeli üstüne kurulmuþtur.
Nitekim Alman idealizminin
kaynaðý da Kant öðretisidir. Kant öðretisi çeþitli biçimlerde izlenmiþtir: Kimil
eri Kant'ý gereði gibi anlamaya ve
anlatmaya çalýþmýþlardýr. Vaihinger, Schmid, Beck, Reinhold, Maimon, Schulze gib
i düþünürler bu yoldadýrlar.
Örneðin Karl Leonhard Reinhold (1758-1823) Kant'ý yaymaya çalýþýrken Kant öðreti
sinin kandýrýcý olmayan
yanlarýný gidermeye uðraþmýþtýr. Kimileri Kant'ý eleþtirerek yola çýkmakla berab
er Kant'ýn izinde yürüyerek yeni
sistemlere varmýþlardýr.
Fichte, Schelling, Hegel bu yoldadýrlar. Kimileri de Kant'ý yeni biçimlerde y
orumlayarak çaðdaþ düþünceyle
baðdaþtýrmaya çalýþmýþlardýr (Yeni Kantçýlýk). O. Liebmann, H. Cohen, P. Natorp,
E. Cassirer, H. Rickert bu
yoldadýrlar. ondokuzuncu yüzyýl düþüncesi, Kant'ýn açtýðý kapýdan akmaktadýr. O
nu eleþtiren, ona direnen, onu aþmaya
çalýþan, ona eklenen; tek sözle, onu büsbütün gerçekleþtiren bir düþünce akýmýdý
r bu Ýlk direniþ, büyük Alman
düþünürü Johann Gottlieb Fichte'den (1762-1814) geliyor. Fichte'ye göre Kant'ýn
üç buyruðu, þu tek buyrukta
toplanabilir: Vicdanýna göre davran... Çünkü vicdan, hem genel bir yasayý belirt
ir, hem insanlýðý bir erek sayar, hem
de kendi yasasýný kendi koyar. Ýnsan özgürdür, vicdan da bu özgürlüðün bilincidi
r. Ýnsan özgür olmasaydý elbette
sýzlayan bir vicdaný da bulunmazdý. Ýyilerle kötüleri birbirinden ayýran bu vicd
an, her insanda, insanlýðýn ortak bir
yaný olarak vardýr. Bir baþka deyiþle vicdan, insan ölçüsünde deðil, insanlýk öl
çüsündedir. Erdem davranmakta,
erdemsizlikse davranmamaktadýr (iþsizlik, tembellik). Çünkü davranmak, baþlý baþ
ýna bir iyiliktir. Davranmak,
özgürlüðümüzün gerçekleþmesidir. Fichte, görüldüðü gibi, burada da Kant' tan ayr
ýlmaktadýr. Kant'a göre her
davranýþ iyi deðildi, Fichte'ye göre her davranýþ iyidir, çünkü özgürlüðün gerçe
kleþmesi olan davranmak baþlý
baþýna bir iyiliktir. Fichte, özgürlüðe yepyeni bir anlam kazandýrmaktadýr: Özgü
rlük, kendi kendini sýnýrlandýrýr.
Çünkü özgürlük, insanýn en büyük ereðidir. Bu ereðe varabilme yolunda insan, baþ
ka insanlarýn özgürlükleri
karþýsýnda kendi özgürlüðünü sýnýrlandýrýr. Sýnýrlandýrmazsa özgürlük ereðine ul
aþamaz çünkü... Ýlk bakýþta karýþýk
gibi görünen bu tanýmlama, gerçek bir anlam taþýmaktadýr. Sorunu biraz deþersek
görürüz ki özgürlük, önce istek
içgüdüsüyle kýmýldar. Ýstek içgüdüsü, sonra, yerini, kendinin etme içgüdüsüne bý
rakýr. Kendinin etme içgüdüsü de,
geliþerek, yerini, kendindeki ve baþkalarýndaki insanlýðý sayma içgüdüsüne býrak
ýr. Kaba içgüdülerden, incelmiþ bir
içgüdüye geçen özgürlük de böylece sýnýrlandýrýr kendini.
Fichte'ye göre Kant'ýn düþünenle düþünülen ikiliði de bir kuruntudur. Her ikis
i de tek düþüncenin, aklýn iþidir
çünkü. Aklýn sýnýrlarý olduðu doðrudur ama, bu sýnýrlar kendiliðinden var olup
da boyun eðilen sýnýrlar deðildir.
Akýl, kendi kendini sýnýrlandýrmaktadýr. Ben olmasaydý, ben dýþý da olamazdý. Be
n'i kaldýrýnýz, evren de yok olur.
Ben'siz (akýlsýz) hiçbir þey var olamaz. Ben dýþýný yaratarak beni sýnýrlayan da
gene ben'den baþkasý deðildir. Bir
baþka deyiþle, bütün bunlar, objeler, özdekler, sýnýrlar hep aklýn yaratýlarýdýr
. Tek yaratýcý akýl'dýr, ben'dir. Akýl;
bütün bu gerçek sanýlanlarý kendisi yaratýyor. Fichte'ye göre gerçek olan tek þe
y, yapmak'týr. Kendimizi bilmek için
deðil, bir þeyler yapmak için yaþamaktayýz. Kendisinden geldiðimizi sandýðýmýz,
kendisine doðru yöneldiðimiz ilke
de varlýk deðil, ödev'dir. Bizler bir ödevden geldik, bir ödeve doðru gitmekteyi
z. Ýnsan, kendi özgürlüðünü bu
ödevinden ötürü gerçekleþtirmek zorundadýr. Yapmaklýðýmýz gereken en önemli iþim
iz de budur.
Benler, senler karþýsýndadýr. Öyleyse özgürlük de bireysel deðil, toplumsal bi
r gerçektir. Yukarda da söylediðimiz
gibi, benler, senler karþýsýndaki özgürlüklerini gene benlerinden ötürü, benleri
için sýnýrlandýrýrlar. Öyleyse
devletin de zorunluðu gene benlerin senler karþýsýndaki isteklerinden doðmaktadý
r. Gerçek devlet, benlerin
isteklerine uygun olan devlettir.
Descartes'in düþünce'si, yerini eylem'e kaptýrma yolundadýr. Felsefe, zamaný g
elince küçücük bir tersine
çevirmeyle meydana çýkacak olan gerçeðe doðru ilerlemektedir. Henüz ruhçu olmak
zorunda bulunan sistemler bile
düþüncenin öyle sanýldýðý kadar güçlü olmadýðýný sezmeye baþlamýþlardýr. Düþünce
nedir, nasýl oluþur, insanýn
kafasýna gökten zembille mi indirilmiþtir?.. Bu sorularýn karþýlýklarý her ne ka
dar kesinlikle verilmemiþse de, var
olmak için düþünmek'ten çok yapmak gerektiði beliriyor yavaþ yavaþ. Baþlangýç ey
lemdi, diyor Goethe. Nitekim
Fichte de bunu açýkça ortaya atmaktadýr: Bir þeyler düþünmek için deðil, bir þey
ler yapmak için yaþýyoruz.
Özgürlükle zorunluk (hürriyetle zaruret) henüz birleþtirilmemiþ'tir. Ama gene de
, karþý karþýya getirilip
birbirleriyle tutuþturulmaktan kurtulmuþlardýr. Kant, özgürlüðün de bir zorunluk
olduðunu, özgürlüðü bir
baþýboþluk sayarak zorunluðun karþýsýna çýkarmanýn doðru bulunmadýðýný ortaya at
mýþtý. Fichte de, özgürlüðü,
doða yasalarýndan baþka, onlara üstün bir zorunluk sayýyor. Fichte'ye göre özgür
lük, gerçekleþtirilmesi gerekli bir
ödevdir. Her eylem bir özgürlüðü gerçekleþtirme çabasýdýr. Ýnsanýn bir þeyler ya
pmasý, özgürlüðünü gerçekleþtirmesi
demektir. Çünkü yapmak, baþlý baþýna bir özgürlük iþidir. Yapmak demek; özgürlüð
ü kullanmak demektir,
özgürlüðün gereðini yerine getirmek demektir. Ne türlü olursa olsun, bir þey yap
abiliyor muyum? Öyleyse
özgürüm. Özgür olmasaydým hiçbir þey yapamazdým. Özgürlüðüm, bana dýþarýdan veri
lmiþ deðildir. Özgürlüðümün
yasasýný ben kendi varlýðýmda taþýyorum. O, ancak benimle vardýr. Ama öylesine v
ardýr ki, ancak eylemimle
gerçekleþir. Yoksa özgürlük, kendi baþýna, durduðu yerde, eylemsiz, hiçbir þey d
eðildir. O, ancak eylemimle
varlaþýr.
Özgürlüðüm zorunludur, çünkü gerçekleþtirilmesi gerekir, gerçekleþtirilmekle v
arlaþacaktýr. Onu gerçekleþtirmek
zorundayým, çünkü gerçekleþtirmezsem ben de yok'um demektir. Var olmam için yapm
am (eylemde bulunmam)
gerekir. Bu, benim için kesin bir zorunluktur. Yapabilmem için de herhangi bir þ
ey, ne olursa olsun özgür olmam
gerekir. Öyleyse, özgürlüðüm de benim için kesin bir zorunluktur. Ben; gerçekleþ
tirmek zorunda bulunduðum
ödevimi (özgürlüðümü) gerçekleþtiriyorum. Çünkü ben, ancak bununla mümkünüm. Fi
chte'nin çýkýþ noktasý ben'dir
(süje). Ben olmayan'dan (obje) yola çýkarsam, diyor Fichte, zorunlu olarak ben o
lmayanýn içinde nasýl olup da bir
ben bulunduðum (açýk bir deyiþle, bilincin maddeden nasýl çýktýðýný, objenin içi
nde ya da yanýnda bir de süjenin
nasýl bulunduðunu) açýklamam gerekir. Oysa, bunu hiçbir zaman açýklayamam. Çünkü
bu, bilinemez. Bu yol beni,
kör bir doðal zorunluða götürür, özgürlüðümü elimden alýr. Ben'den yola çýkarsam
, bütün ben olmayanlarý
açýklayabilirim, özgürlüðüm gerçekleþir. Ben olmayanýn beni nasýl gördüðü (ya da
düþündüðü) bilinemez ama,
benim ben olmayanlarý nasýl gördüðüm pek açýktýr.
Bilinç (ben, süje) nedir?.. Eylemsiz olarak düþünülebilirse, hiçbir þey. Bilin
ç, ancak eylemle bilinç olur. Bilinci
bilinç eden eylemdir (action). Bilincin iþi (ya da bilinçliði) bilmek deðil mi?
Her bilme, bir eylemle baþlar. Ben,
ben olmayaný kavrayabilmek için bir eylemde bulunacak, önce kendini ortaya koyac
aktýr. Benin kendi kendisini
düþünmesi bile bir eylemde bulunmasýdýr. Hiçbir eylemde bulunmayan ben, ben olam
am. Öyleyse ben, ben
olabilmek için bir ödevi yerine getirmeliyim. Bu ödev, her þeyden önce, benliðim
i ortaya koyma (özgürlük)
ödevimdir. Benliðimde, ayný zamanda, özgürlüðümün en yüce kanýtýný da taþýyorum
. Bu kanýt, vicdan'ýmdýr. O,
bütün eylemlerimi þaþmaz bir ölçüyle deðerlendirir. Özgür olmasaydým vicdaným ol
amazdý. Çünkü, böylesine bir
deðer ölçüsüne göre deðil, beni nasýl güdüyorlarsa öyle davranmak zorunda buluna
caktým. Fýrtýnanýn önüne katýlan
yapraðýn vicdaný sýzlamaz, götürülür, gitmek zorundadýr, gideceði yolu özgür eyl
emiyle seçmemiþtir. Bir ödevi
yerine getirmekte deðil, sadece güdülmekte, götürülmektedir. Benimse þöyle ya d
a böyle davranýþým, her an,
vicdanýmca ölçülmektedir. Vicdaným, beni överek ya da yererek, davranýþlarýmdaki
(eylemimdeki) özgürlüðü
belirtir. Vicdaným, özgürlüðümün bilincidir.
Törem (ahlak) de özgürlüðümün sonucudur. Özgür olmasaydým, ne türlü olursa ols
un, herhangi bir törem
olamazdý. Özgürlüksüz davranýþlar, töre dýþý davranýþlardýr. Töremi özgürlüðüm b
içimlendirir. Törem, ödevimin
ürünüdür. Ödevim olmasaydý, törem de olamazdý. Özgürlüðüm, vicdanýmda olduðu gi
bi, töremde de görünür. En
güçlü törem, özgürlüðümü özgürlüðüm için istememdir. Çünkü ancak böylelikle ödev
imi yerine getirebilirim.
Fiçhte'ye göre, özgürlüðün gerçekleþmesi olduðundan, her eylem iyidir. Hiçbir ey
lem kötü olamaz. Kötü olan,
eylem deðil, eylemsizliktir. Eylemsizlik de, pek açýk olarak, iþsizlik ve tembel
liktir. Ýþsizlik ve tembellikte özgürlük
gerçekleþmez, bu yüzden de ödev yerine getirilmemiþ olur. Öyleyse gerçek devlet,
iþsizliðe ve tembelliðe yer
vermeyen bir devlet olmalýdýr. Her yurttaþ, çalýþabilecek, kendi çalýþmasýyla ra
hatça geçinebilecektir. Bunu
saðlayamayan devlet, gerçek devlet deðildir. Bunu saðlayabilmek için de, ekonomi
k alanýn tümüyle
devletleþtirilmesi, devlet eliyle düzenlenmesi gerekir. Ama devletin iç ekonomik
dengeyi saðlamasý yetmez. Dýþ
ekonomi, bunu her an bozabilir çünkü. Öyleyse dýþ ticaret de devletleþtirilmeli,
devlet bir kapalý ticaret devleti
olmalýdýr.
Fichte, böylelikle, derinlemesine girememekle beraber, özgürlüðün ekonomik ort
amla ilgisini sezmiþ
bulunmaktadýr. Kapalý Ticaret Devleti adlý yapýtýnda, bu sezi, elle tutulurcasýn
a görülür. Nitekim, diyalektik
yöntemi olumlu ve bilimsel bir yolda kullanan ilk düþünür de Fichte'dir. Herakle
itos'tan (Ý.Ö. 576-480) beri zaman
zaman ele alýnarak hiçbir yerde gereði gibi yararlanýlamamýþ olan diyalektik yön
temi, Kant bile çýkmaz bir yol
saymýþtý. Fichte, bilgimizin, bir koyma, karþý koyma, birlikte kavrama (thesis,
antithesis, synthesis) iþi olduðunu
yetkiyle ileri sürdü. Bilgi, Fichte'ye göre, böylesine bir karþýlaþma, çatýþma v
e bütünlemeyle oluþur: Ben, ben
olmayan, benle ben olmayanýn birliði.
BEN OLMAYAN. Ýkinci direniþ, gene bir Alman düþünürü olan Friedrich Wilhelm Jo
seph Schelling'den (1775-
1854) geliyor. Kant'a göre son erek töreydi. Fichte de, baþka deyiþlerden gelere
k, buna katýlýyordu. Schelling'e
göre son erek töre deðil; sanattýr. Ýnsan, son ereðine, sanatýn yaratmalarýnda v
aracaktýr. Estetik akýl, Kant'ýn teorik
aklýyla pratik aklýnýn bir bireþimidir. Teorik aklýn verileriyle pratik aklýn ve
rileri, estetik akýlda birleþirler ve
aralarýndaki uçurumu kapatýrlar. Sanatçý, kendi kendisini aþan bir varlýktýr. Sa
natçýnýn içinde kendisini aþan,
kendisinden üstün bir ses vardýr. Bu ses, bir bakýma, bilinçsiz bir sestir, sana
tçýyý peþine takýp sürükler. Sanatçý, bir
çeþit, insanüstüdür. Bilinçsiz yaratmayla bilinçli davranýþ, o tek alanda, sanat
ta kucaklaþýrlar. Doðayla özgürlük de
sanatta birleþmektedirler. Sanat, doðanýn kopya edilmesi deðil, doðaüstü bir yar
atmadýr. Sanat, gerçek idelere
varmaktýr. Erdem, sanattýr. Kant, salt'ýn (mutlak'ýn) alanýna girilmesini yasak
lýyordu. Schelling bu alana sanat
yoluyla girildiði düþüncesindedir. Fichte, düþünenle düþünülenin ikiliðini her i
kisinin de ayný aklýn yaratýsý
olmalarýndan ötürü; kaldýrýyordu. Schelling'se bu ikiliði, karþýtlarýn birliði (
tezatlarýn ayniyeti) ilkesinden ötürü
kaldýrmaktadýr (Herakleitos'u hatýrlayýnýz). Schelling'e göre salt, örekle gerçe
ðin birliðindedir, buysa sanatla
belirmektedir. Felsefe Tanrýyý tasarlar, sanatsa Tanrýdýr. Bilim Tanrýlýðýn ereð
idir, sanatsa gerçeðidir.
Evrende durgun olan hiçbir þey yoktur. Evren, sürekli bir yaratma alanýdýr. Ev
rende her þey, etki ve tepkilerin
sürekli olarak gidip gelmelerinde belirir. Felsefe, bir çift görünüþ içinde, sal
t'ýn bilimidir. Kant'ýn öðretisine uyarak
salt'ýn alanýna girmeyecekse, ne söyleyecek felsefe?.. Özgürlük, bilincine varý
lmýþ zorunluktur, diyor Friedrich
Wilhelm Joseph von Schelling. Ýlkin, Hollandalý düþünür Spinoza'nýn dile getird
iði bu çok önemli gerçek
Schellingin dilinde daha da anlam kazanmaktadýr.
Özgürlüðü gündelik dillerinde kullananlar, ondan bir baþýboþluk anlamý çýkarma
ya çalýþýrlar. Birçoklarý için
özgürlük, hiçbir etkiye baðlý olmadan her istediðini yapabilmek anlamýndadýr. Bö
yle olunca da özgürlük, zorunlu
olarak, zorunluk'un karþýsýna konur; özgürlüðün zorunluða karþý savunmasýna giri
þilir, birinin ötekine
baðýmsýzlýðýný tanýtlayacak kanýtlar aranýr.
Özgürlükle zorunluk arasýndaki bu çeliþme, ancak diyalektik bir yöntemle çözül
ebilirdi. Özgürlükle zorunluðun
kökten iliþkisini kavrayanlar, diyalektik yöntemle çalýþan düþünürlerdir (Fichte
, Schelling, Hegel). Kant'ýn, çok
önemli sezilerine raðmen bu yoldaki baþarýsýzlýðý, diyalektik yöntemi çýkmaz bir
yol saymýþ olmasýndaydý. Buna
karþý Schelling, þöyle demektedir: Doðada her þey, etki, karþý etki arasýnda sür
ekli bir gidip gelmedir, ayný
zamanda karþýt ve birbirine baðlý iki ilkenin savaþýdýr (Herakleitos'un polemos'
unu hatýrlayýnýz).
Ne ben (ruh) ben olmayaný (madde), ne de ben olmayan beni meydana getirir, diy
or Schelling; ben'le ben olmayan,
düþünce ve varlýk, ruh ve madde, karþýtlarýn birliði (tezatlarýn ayniyeti) ilkes
inden gelmektedirler. Daha açýk bir
söyleyiþle, her ikisi de birlikte olarak birbirlerinin nedenidirler. Zorunlukla
özgürlüðün birlikteliði de bu
yüzdendir.
Schelling þunlarý da ekliyor: Ben nedir? Ben, ben olmayaný kavrayan anlakla (z
eka) ben olmayana direnen
buyultunun (irade) karþýlýklý çatýþma ve etkileriyle gerçekleþir. Bunlarýn çatýþ
ma ve karþýlýklý etkileri, insan türünün
hayatý olan tarihi meydana getirir. Ben, önce duyumdu. Sonra iç ve dýþ algýya (i
drak) ulaþtý. Daha sonra da ussal
soyutlama (akli tecrit) çizgisine vardý. Benin geliþmesi bu üç basamakla gerçekl
eþmiþtir. Organik geliþmenin bu üç
basamaðýna karþý tarih de üç çaðda geliþmektedir:
1- Eskiçað, duyum çaðýdýr. Bu çaðda buyrultusuz bir anlak (iradesiz zeka) egem
endir. Ben olmayanlar duyularla
kavranýr, ama onlara karþý direnilemez. Bu yüzdendir ki, bu çaðda kadercilik güç
lüdür. Ben, ben olmayanlara
boyun eðmektedir (tez).
2- Yeniçað, iç ve dýþ algýlar çaðýdýr. Romalýlarýn açtýðý bu çaðda kaderciliðe
karþý tepkiler baþlamýþtýr. Buyrultu,
anlakla çatýþmaktadýr. Ben, ben olmayanlara direnmektedir (antitez).
3- Gelecek çað, ussal soyutlama çaðý olacaktýr. Ben'le ben olmayan (ruh ve mad
de, insan ve doða, düþünce ve
varlýk), gittikçe, uyuþmuþ bir birlik halinde, kucaklaþmaktadýrlar. Düþünce, git
tikçe gerçekleþecek ve gerçek,
gittikçe düþünceleþecektir (idealleþecektir). Ýdealle gerçeðin birliði (aynýlýðý
) belirecektir.
Ama Schelling burada kalmýyor. Þöyle devam ediyor: Tarih, bir süre (zaman) iþi
dir. Süreyse sonsuzdur. Öyleyse
bu ilerleme de sonsuz bir ilerleme olacaktýr. Bu yüzdendir ki, gerçekleþmiþ idea
l, hiçbir zaman eriþilemeyecek bir
sonuç, daha açýk bir deyiþle, sonsuzluðun sonucu olarak görünmektedir. Oysa düþü
nce, kendisini meydana getiren
ikiliðin üstüne yükselebilir. Ýnsan, ussal seziþle kiþisel aklýnýn üstüne çýkabi
lir, kendisinde kiþileþen aklýyla
evrende evrenselleþen (objektifleþen, kiþiselliðin dýþýndaki) akýlla birleþebili
r. Ýnsan, kendisinden çýktýðý salt'a
(mutlak) yeniden ulaþabilir. Ama insan bu ulaþmayý, anlak ve buyrultusuyla deðil
(zeka ve irade, düþünce ve eylem),
ancak, sanat yoluyla gerçekleþtirebilir. Salt, ancak, güzellik duygusu olarak ka
vranabilir. Sanat ve din bir ve ayný
þeydir. Görüldüðü gibi Schelling de, dönüp dolaþýp mistikliðe ulaþmaktadýr. Sch
elling'de görülen bu mistiklik,
diyalektik yöntemin sürüklediði doðru yolda yürürken baþa gelen ufak tefek sürçm
elerin sonucudur. Ýnsan Özgürlüðü
Üstüne adlý yapýtý, Schellingi yeniden kurtaracaktýr.
Sehelling, konuya þu soruyla giriyor: Ýnsanlarýn özgür eylemleri tarihsel zoru
nlukla baðdaþtýrýlamaz mý?
Bu soru, XViii'nci yüzyýla gelinceye kadar, bütün düþünce tarihi boyunca sorulmu
þ olan bir sorudur. Ýlk bakýþta, bu
köklü karþýtlýk, birçok düþünürlere uzlaþtýrýlamaz gibi görünmüþtür. Zorunluk, b
ilinçsiz doðanýn hemen her
alanýnda bütün gücüyle meydana çýkmaktadýr. Býrakýlan taþ, belli koþullar içinde
, zorunlu olarak yere düþer. Bunun
yasalarýný biliriz ve taþýn düþmek zorunda bulunuþunu kolaylýkla anlarýz. Ama ya
bilinçli insan?.. Bilimsel anlayýþ,
bu bilinçli ve buyultulu (iradeli, bir anlamda baþýna buyruk) varlýðýn da tarihs
el fenomenlerin zorunluðuna baðlý
olmasýný gerektirir. Bu gerçeði yadsýmak, bilimi bir yana itip bilimselliðin dýþ
ýna çýkmak demektir. Kaldý ki insanýn
birçok zorunluklara ne denli baðlý bulunduðunu elle tutulurcasýna görmekteyiz. B
aðlý olduðumuzu asla
yadsýyamayacaðýmýz bu tarihsel zorunluklar karþýsýnda bilincimizin ve buyrultumu
zun gücü nedir? Daha baþka ve
açýk bir deyiþle, özgürlüðümüz var mý?.. Var, diyor Schelling. çünkü zorunlukla
özgürlük arasýndaki karþýtlýk,
gerçekte, bir kuruntudan baþka bir þey deðildir. Bunlar, birbirlerini , ortadan
kaldýrmak þöyle dursun, tam tersine,
birbirlerinin koþuludurlar. Zorunluk olmasaydý özgürlük de olamazdý. Özgürlüðün
sözünü edebilmek için zorunluðu
bütün gücüyle varlaþtýrmak gerekir. Þöyle ya da böyle davranacaðým. Özgürüm. Dil
ediðim gibi davranabilir miyim?..
Davranýþ, elde edilmek istenen sonuçla birlikte gerçekleþir. Özgürüm, komþumun k
afasýný kýrabilirim, ama soluðu
da karakolda alýrým. Özgürce davranýþýmýn sonucu, özgürlüðümün elimden alýnarak
dört duvar arasýna
tutsaklanmamý gerektirir. Dahasý var, komþumun kafasýný kýracaðým derken, o beni
m kafamý kýrabilir, elde etmek
istediðimin tam tersi bir sonuçla karþýlaþabilirim. Öyleyse özgürlüðüm, elde etm
ek istediðim sonuçla
gerçekleþecektir. Bu sonucu elde etmek içinse bir tahminde bulunmam gerekir, bu
tahmini tutturamazsam
özgürlüðüm yok olur, gerçekleþemez. Buysa, pek açýk olarak þu demektir: Baþkala
rýnýn eylemlerinin zorunluðu,
benim özgürlüðümün koþuludur.
Amacým, komþumun kafasýný kýrmaksa, bu sonucu elde edebileceðimi doðru olarak
tahmin etmeliyim ki,
özgürlüðüm gerçekleþebilsin. Bu sonucu doðru olarak tahmin edebilmem, baþkalarýn
ýn eylemlerinin yasalara baðlý
bulunmasý, baþka bir deyiþle, önceden belirlenmiþ olmasý, eþit bir deyiþle, zoru
nlu olmasýyla mümkündür. Bu
örnekten açýkça anlaþýlýr ki, benim özgürlüðüm, baþkalarýnýn zorunluðuyla gerçek
leþebilir ve bunun dýþýnda asla
gerçekleþemez. Baþkalarýnýn zorunluðu, belli koþullar içinde yapmamazlýk edemeye
cekleri eylemlerde belirir. Bu
eylem zorunluðu da, onlarýn tarihsel zorunluðuyla belirlenmiþtir. Örneðin, Romal
ý bir köle, efendisinin yumruðuna
karþý koyamazdý. Onun tarihsel zorunluðu bu türlü bir eylem zorunluðunu gerektir
iyordu. Böylesine bir
zorunluktur ki, Romalý efendiye elde etmek istediði sonucu (özgürlüðünü) doðru o
larak tahmin ettirebilir. Öyleyse,
pek açýk bir gerçektir ki, insanlar zorunlu bir davranýþla özgürlüklerini gerçek
leþtirebilirler. Zorunluðun bilincine
varamamýþlarsa, özgürlükleri yoktur.
EVRENSEL RUH. Platon'dan (Ý.Ö. 427-347) beri yüzlerce yýl, ikinci büyük evrens
el sistemi kurabilmek yolunda
Georg Wilhelm Friedrich Hegeli (1770-1831) hazýrlamak için, binlerce düþünür eme
k vermiþlerdir. Hegelin sistemi,
gerçeðin önündeki son adýmdýr. Ondan sonra atýlan, tek ama çok önemli, bir adým
gerçeði bütünüyle ve bilimsel
temelinden yakalayacaktýr. Bu sonucu saðlayabilmek için Hegelin adýmý atýlmalý;
evrensel bütün, önce, insanlarý
yadýrgatmayacak bir yapýda kurulmalýydý. Bu, onlarýn yüzyýllar boyunca alýþýk ol
duklarýndan ötürü sevimli
bulduklarý bir yapýydý. Hegel, evrensel bütünü, bu köhne yapýyý ustaca onararak
kurdu.
Hegel, genel olarak idealist akýmýn, özel olarak da Alman idealizminin son ve en
büyük temsilcisidir. Doruðuna
yükselmiþ böylesine bir idealizmin, gerçekçi ve maddeci bir yüzyýlýn dönüþümcü e
ylemlerine nasýl temel olabildiði
haklý olarak sorulabilir. Ozan Heine'nin bildirdiðine göre, 1831 yýlý kasým ayýn
ýn 14. günü, kolera hastalýðýndan
ölüm döþeðinde yatan Hegel, ancak iþitilebilen bir sesle: Beni öðrencilerimden s
adece Michelet anladý demiþ.
Sonra, üzüntüyle eklemiþ: O da yanlýþ anladý. Oysa onu çok iyi anlayacak olan bi
ri þu sýralarda on üç
yaþýndadýr.
Hegelin sistemine diyalektik bir bakýþla bakýnca, onun idealist dýþ görünüþüne
karþý, özce katýksýz maddeci bir
alanda ilerlediði görülmektedir. Diyalektik, onun için, sadece düþüncenin deðil,
doðanýn da geliþme yasasýdýr. En
küçük bir bitkiden, bir böcekten, gökteki yýldýzlara ve insan düþüncesine kadar
her þey, tek sözle bütün varlýk,
diyalektik çeliþmelerin aþýlmasýyla oluþur.
Ýlkçaðlarda bahçesini sulayan bir Yunanlý, çiçeðine az su vermekle çok su verm
enin ayný sonucu doðurduðunu, her
ikisinin de çiçeði öldürdüðünü görüyor ve bundan da varlýðýn var olabilmek için
bir karþýtlýk taþýdýðýný, varlýðý
sürdürebilmenin bu karþýtlýðýn uyuþmasýna baðlý bulunduðunu seziyordu: Bu ilkel
sezgiyi felsefe alanýnda dile
getiren ilk düþünür, antikçaðýn büyük ökesi Herakleitos'tu. Herakleitos, birbiri
ne karþý olan, birlikte giden,
birbirinden ayrýlan'lardan en güzel uyarlýk: Harmonia diyordu. Durgun, bitmiþ, o
lduðu yerde kalan hiçbir þey
yoktu; varlýk demek, sonsuzca sürekli bir oluþ demekti. Sýradan kafalar bu sözle
rdeki evrensel gerçeði
anlayamýyorlardý, bu yüzden Herakleitos'a karanlýk adýný takmýþlardý. Sokrates b
ile, kendisine onun yapýtýný okuyan
Euripides'e: Öyle sanýyorum ki, anladýklarým çok güzel, anlamadýklarým da. Herak
leitos'un derinliðine
inebilmek için Delos'lu bir dalgýç gerek demiþti. Herakleitos'un karanlýðý, aydý
nlanabilmek için yirmi dört yüzyýl
bekleyecekti. Hegel, Herakleitos'un hiçbir sözü yoktur ki Logik' ime almýþ olmay
ayým der.
Hegel'in diyalektiði de diyalektik bir karakter taþýr, hem bir yasa, hem de bi
r yöntem'dir. Evrensel varlýk bu
yasayla oluþur, bu oluþmayý kavramak için de bu yöntemi kullanmak gerekir. Bizza
t Hegelin oluþmasý da bu
yöntemle incelenince, bu oluþmanýn iki yan taþýdýðý ve idealizmle materyalizm çe
liþmesini kökten içerdiði bütün
açýklýðýyla belirmektedir. Hegel'e göre bütün var olanlarýn temelinde düþünce ya
tar. Hegel bu temel kavramýný
dilegetirmek için yazýlarýnýn kimi yerlerinde geist, ide, us, töz kavramlarýný d
a kullanmýþtýr. Hiç þüphe yoktur ki,
düþünce, nesnelerin temelindedir savý, tipik idealist bir savdýr ama, bu sav iki
nci yanýyla, materyalist bir gerçek
taþýmaktadýr. Düþünce, bir bakýma elbette nesnelerdedir; çünkü nesnelerden gelir
, nesnelerden yansýr. Bir sarayda
bir kulübedekinden baþka türlü düþünülür sözüyle, bu materyalist gerçeði dile ge
tiren de gene Hegel
olmuþtur. Hegel, Minerva'nýn baykuþu ancak karanlýk bastýktan sonra uçmaya baþla
r der. Bu demektir ki, önce
olaylar yaþanýlýr, sonra o olaylarýn düþünceleri edinilir. Önce özdeksel yaþam v
ardýr, sonra düþünsel yaþam baþlar.
Özdek, düþünce' den öncedir. Hegel, Hukuk Felsefesi adlý yapýtýnda bu materyalis
t gerçeði þu sözlerle dile
getirmektedir: Realite; oluþma sürecini bitirdikten sonradýr ki, dünyanýn düþünc
esi olarak felsefe meydana
çýkar.
Hegel öylesine maddeci düþünceler ileri sürmüþtür ki, bunlarý okurken, sanki M
arx konuþuyor sanýlýr. Örneðin,
Tarih Felsefesi adlý yapýtýnda þöyle der: Gerçek devlet, ancak, sýnýf ayrýlýðýný
n var olduðu zenginlikle
yoksulluðun pek büyük oranlar kazandýðý zaman ortaya çýkar. Gene ayný yapýtta, e
ski Yunanlýlarýn sömürgelerini
nasýl kurduklarýný anlatýrken, devlet kurumunu metafizik bir anlayýþla en yetkin
varlýk sayar. Hegel, anamalcýlýðýn
emperyalist aþamasýný çözümleyen Lenin'le ayný maddeci düzeye yükselir: Grekler,
çeþitli kentlerde siyasal gücü
ellerinde tutuyorlardý. Uzun bir durgunluk evresinde nüfuslarý artmýþtý. Bunun s
onucu þu oldu ki, gittikçe daha
büyük bir yoksullukla yan yana geliþen büyük bir servet birikimi gerçekleþti. Sa
nayi yoktu, topraklarýn tümüne el
atýlmýþtý. Yurtça yoksulluða gömülmemek için tek çýkar yol, sömürgeler edinmekti
. 1955 yýlýnda Hamburg'da
beþinci baskýsý yayýmlanan Die Vernunft in der Geschichte adlý konuþmasýnda da þ
öyle demektedir: Dünya
tarihi... herhangi bir bilinçli erekle baþlamaz.
Yaþamýnýn incelenmesi de, Hegelin kiþisel oluþumunda birçok çeliþmelerin varlý
ðýný meydana çýkarýr. Stuttgart'ta
bir mal memuru olan babasý, onu Protestan papazý yapmak istemiþti. Hegel, on sek
iz yaþýndayken, Tübinge'n'e bu
amaçla gitmiþ ve Tübingen Üniversitesinde beþ yýl Tanrýbilim okumuþtur. Ozan Höl
derlin'le düþünür Schelling de
Tübingen'deymiþler. Dostluklarý orada baþlamýþ. Hegel'de, bu metafizik eðitimin
biçimlendirdiði mistik yapý bir
süre sonra karþýtýna dönüþmüþ; baþta Hýristiyanlýk olmak üzere her türlü dogmayý
yadsýyan bir Tanrýtanýmazlýða
varmýþtý. Bir uçtan öbür uca geliþen Hegel, sonunda, yeniden ama, daha yüksek bi
r düzeyde idealizme ulaþýrken,
gerçekte, akýldýþý olan her þeyi çürütmek ve dünyada akýl denilen insansal yetiy
i egemen kýlmak istiyordu. Dünya
akýlla özdeþ olmalýydý ki insan için bir anlam taþýyabilsin. Ýþte, Hegel'in, son
u evrensel düþünce'ye varan düþünsel
macerasý böylelikle baþlamýþtýr. O, bu dileðini dile getirmek içindir ki, ussal
olan her þey gerçek ve gerçek olan her
þey de ussaldýr demiþti. 1789'da Fransýz Devrimi gerçekleþtiði zaman yirmi dokuz
yaþýndaydý. Devrime hayranlýkla
bakýyor ve insanlýk tarihinde ilk kez bilinç'li bir olgunun gerçekleþtiðini düþü
nüyordu. Dünya, kafa üstünde
duruyor ünlü sözü, Fransýz Devrimi için söylenmiþtir. Çünkü Fransýz Devrimi, onu
n için, tarihte ilk kez, insansal
eylemlerde düþünce'nin egemenliðini onaylamýþtý. Artýk dünya, düþünce'yle biçiml
enmeliydi, düþünce'ye aykýrý olan
hiçbir þey gerçek sayýlmamalýydý. Hegelin kafasýnda dünya'yla akýl, düþünce'yle
gerçek böylece özdeþleþmiþti.
Hegelin yaþadýðý çað, XViii'nci yüzyýlýn son otuz yýlýyla XiX'ncu yüzyýlýn ilk
otuz yýlýdýr. Pek çok bilimsel
bulgular insan düþüncesini aydýnlatmýþ bulunmaktadýr. Yeni bir dünya görüþü gerç
ekleþmeye baþlamýþtýr. Ýnsanlar,
artýk, dünyanýn durmadan döndüðünü ve deðiþtiðini görmektedirler. Sokakta bir ke
di yavrusuyla oynayan çocuklar
bile, kedi yavrusunun dünden bugüne kendisiyle özdeþ kalmadýðýný anlamaktadýrlar
. 1789 Fransýz Devrimi,
insanlarýn, eski'yle bütün baðlarýný koparabileceklerini ve onun yerine bilinçli
çabalarýyla yeni'yi koyabileceklerini
tanýtlamýþtýr. Hegel, Hukuk Felsefesi'nde, Zamana, ne istediðini ve ne anlama ge
ldiðini söyleyen ve sonra da
bunu gerçekleþtiren adam, zamanýn büyük adamýdýr derken, çaðýna, ne anlama geldi
ðini ve ne istediðini
söyleyebilmenin çabasý içindedir.
Yukarda sözü edilen Tarihte Us baþlýklý konuþmasýnda da, insanca olan her þeyd
e, insanca olduðu ve hayvanca
olmadýðý sürece düþünme vardýr derken, duyularýn getirdiði verilerden yansýyan g
ünlük düþünme'den çok farklý
olarak, birbirinden türeyen kavramlar dizisiyle düþünmeyi, felsefesel düþünme'yi
dile getirmektedir. Hegel'in
diyalektik mantýðý, böylesine bir düþünmenin ürünüdür. Hegel, çaðýnýn, Aristotel
es'in kalýplaþmýþ biçimsel
mantýðýyla açýklanamayacaðýný görmüþtür. Formel mantýðýn üç ünlü yasasý, bu çaðý
n, hýzlý ve sürekli deðiþimlerine
gereken karþýlýðý verememektedir. Bu mantýðýn üç ünlü yasasýnýn tam tersi olarak
; bir þey hiçbir zaman kendisiyle
özdeþ deðildir, bir þey her zaman baþka bir þeydir ve kendisiyle çeliþme halinde
dir, bir þey ayný zamanda hem
kendisi hem de baþkasýdýr ve bir üçüncü olanak içindedir. Hegel'e göre her çeþit
yaþamýn, eþdeyiþle her çeþit
hareketin kaynaðý çeliþme'dir. Bu demektir ki, insan düþüncesi soyut bir terim o
rtaya koyar, sonra da buna karþýt
bir terim ileri sürerek düþüncesini devindirir. Düþünce, bu karþýt terimlerin he
r birini üstün bir sentezde
gerçekleþtirerek üçüncü bir düþünme evresinde kendi birliðine kavuþur. Böylece,
sentezden senteze yükselerek
soyuttan somuta doðru ilerler.
Mevlana Celaleddinin öðrencisi Süryanos'un, bana Tanrý olduðumu Mevlana öðrett
i dediði gibi, Hegelin
öðrencisi ozan Heinrich Heine de bana Tanrý olduðumu Hegel öðretti demektedir. H
egel düþüncesi, zorunlu
olarak bu mantýksal sonuca varmýþtýr. Dýþlaþýp doðalaþmasý bakýmýndan Tanrý kavr
amýyla anlamdaþ kýlýnan
düþünce, en yetkin aþamasýna insan bilincinde ulaþtýðýna göre, bilinçli insan ka
çýnýlmaz bir biçimde
Tanrýlaþmaktadýr. Hegel de, çaðýnýn en üstün bilincini taþýmakta olduðundan bu
çoktanrýlý evrende zorunlu olarak
Zeus'leþmiþtir. Bu yüzden de, ölümüne yakýn yýllarda, sövgülere uðramýþ ve dinsi
z sayýlmýþtýr.
Berlin Üniversitesi Felsefe Profesörü Hegel, bir baþka büyük Alman'ýn, ozan Go
ethe'nin, bir þiir, anlaþýlmasý ne
kadar güç olursa o kadar iyidir yargýsýný benimsemiþe benzer. Dili, her okuyanýn
anlayamayacaðý kadar
profesörce'dir. Bu yüzden de, kendisiyle kýyaslanamayacak birçok düþünürlerin çe
þitli yapýtlarý çevrildiði halde,
birkaç küçük parçasý dýþýnda, hiçbir yapýtý dilimize çevrilmemiþtir. Felsefe üst
üne konuþmaktan çok iskambil
oynamayý severmiþ, her gün buluþup iskambil oynadýðý dostlarýný da çoðunlukla ke
ndi düþüncelerini soramayacak
aydýn olmayan kiþilerden seçermiþ. Minerva'nýn baykuþu, onun için, ancak karanlý
k bastýktan sonra uçmaya
baþlamaktadýr.
Hegelin büyük önemi, insan düþüncesinin en yetkin bireþimi olan eytiþimsel özd
ekçilik'in en son ve en büyük
savýný gerçekleþtirmiþ olmasýdýr. Eytiþimsel özdekçilik, bizzat Hegelin diyalekt
iði gereðince, Hegelciliðin
aþýlmasýyla gerçekleþmiþtir. Bundan ötürüdür ki, Hegelcilik bilinmeden eytiþimse
l özdekçilik ve her ikisi
derinlemesine bilinmeden doðasal, toplumsal ve bilinçsel gerçekler kavranamaz. E
ytiþimsel özdekçiliðin
kurucularýndan Engelsin gösterdiði gibi, eytiþimin üç büyük ve temel yasasý nice
liðin niteliðe ve niteliðin niceliðe
dönüþümü, karþýtlýklarýn birbirlerini içermeleri, yadsýmanýn yadsýnmasý yasalarý
Hegel tarafýndan açýklanmýþtýr:
Her üçü de Hegel tarafýndan idealist bir biçimde salt düþünme yasalarý olarak ge
liþtirilmiþtir. Yanýlgýsý, bu
yasalarýn, doða ve tarihten çýkarýlacaðý yerde, onlarý düþünmek için ileri sürül
müþ olmasýndadýr (Engels,
Diyalektik der Natur, diyalektik bölümü). Marx da þöyle der: Diyalektiðin Hegel'
in elinde büründüðü
gizemsellik, diyalektiðin genel hareket biçimlerini ilkin onun ortaya koymuþ old
uðu gerçeðini hiçbir biçimde
gölgeleyemez. Hegel'de diyalektik baþ aþaðý durur.
Gizemsel kabuk içindeki gerçek özü bulmak için onun tersine çevrilmesi, ayakla
rýnýn üstüne oturtulmasý gerekir
(Marx, Kapital, cilt 1, kitap 1, Ankara 1970, s. 28). Hegelcilik, Kant felsefesi
nden yola çýkar ve insan usuyla nesnel
gerçeði tümüyle birbirinden ayýran ve aralarýna aþýlmaz bir duvar çeken Kant'ýn
tersine, insan usuyla nesnel gerçeði
bir ve özdeþ sayar. Hegel'e göre, gerçek olan her þey ussal ve ussal olan her þe
y de gerçektir. Ne var ki bu, ussal'ý
nesnel gerçeklikten çýkaran bir deyim deðil, tersine, nesnel gerçekliði ussal sa
yan bir deyimdir. Ona göre düþünce,
çeþitli yazýlarýnda bununla anlamdaþ olarak us, töz, geist, ide terimlerini de k
ullanmaktadýr her türlü nesnel
gerçeklikten öncedir ve zamanla doðalaþarak evreni ve bütün evrensel varlýklarý
meydana getirmiþtir. Düþüncenin
deðiþimleri özdeðin deðiþimlerinden meydana gelmez, tersine, özdeksel deðiþimler
düþüncenin deðiþimlerinden
meydana gelir. Ýþte düþünce'nin bu saltýklýðý, temelliði ve önceliði Hegelciliði
n idealist yapýsýný biçimlendirir.
Düþünce, diyalektik olarak, kendi kendisiyle çeliþerek geliþmiþ ve sonunda doðay
ý meydana getirmiþtir. Hegelin bu
varsayýmý belli bir anlamda Platon ideacýlýðýný ki bizzat Hegel kimi yerde düþün
ce yerine idea deyimini
kullanmaktadýr yeniler. Bu eski varsayýma göre özdek, düþüncenin ürünüdür. Hegel
bu sonuca neden ve nasýl
varmýþtýr?.. 1817 yýlýnda yayýmlanan E'ncyclopedie'sinde þöyle der: Son gelen fe
lsefe, daha önce gelmiþ olan bütün
felsefelerin sonucu olup, tümünün ilkelerini kapsamak zorundadýr. Felsefe tarihi
nin temel doðrultusu izlendiðinde,
aslýnda düþünsel bir uðraþý olan felsefenin, fizikçi düþünürlerin zorunlu özdekç
iliðine raðmen, düþünceci bir yapýda
geliþ'tiði görülecektir. Ýnsan, bilimin denetinden yoksun bulunduðu çaðlarda ke
ndi düþüncesine güvenmeseydi
felsefe yapamazdý. Düþünceye olan bu güven, zorunlu olarak düþünce'yi temel kýla
r. Felsefenin bu ana
doðrultusunda Hegelin baþlýca uðraklarý Herakleitos ve Kant'týr. Herakleitos'un
hiçbir sözü yoktur ki logik'ime
almamýþ olayým der. Sürekli oluþ düþüncesinin gerektirdiði diyalektik, Herakleit
os kaynaðýndan fýþkýrmýþtýr.
Hegelin yapýtýný okurken Lenin, bir yapraðýn yanýna þu sözleri yazmýþtýr: Diyale
ktik, insan zihninde deðil, fakat
düþüncededir, yani nesnel gerçeklikte.... Lenin, Mantýk Üstüne Defterlerinin son
satýrlarýnda da þunu söyler:
Hegelin öz konusu diyalektik yöntemdir. Mantýk'ýnýn tümü ve özeti, son sözü ve ö
zü budur. Bu, son derecede dikkat
çekicidir. Hegelin en idealist yapýtýnda en az idealizm vardýr. Bu, çeliþiktir a
ma, açýk ve gerçek bir olaydýr. Hegel,
diyalektiði düþüncenin geliþme yasasý yapmýþtýr. Bu hareketli düþüncedeki hareke
tin kaynaðý da çeliþme'dir. Bu
demektir ki, insan düþüncesi soyut bir terim ortaya koyar, sonra da buna karþýt
bir terim ileri sürerek düþüncesini
devindirir. Düþünce, bu karþýt terimlerin her birini üstün bir düzeyde geliþtir
erek üçüncü bir düþünme evresinde
kendi birliðine kavuþur. Böylece, bireþimden bireþime yükselerek soyuttan somuta
doðru ilerler.
Kant, doðayý saltýk saymýþ ve düþüncenin bu alana asla sokulamayacaðýný ileri
sürmüþtü. Hegel, düþünceyi saltýk
sayarak, Kant'ýn tersine, doðanýn, bu saltýk düþüncenin ürünü bulunduðunu savunm
uþtur. Bununla beraber Kant'ýn
özellikle tarih görüþü, tarihi, sanki bir düþünce tarafýndan yönetiliyormuþçasýn
a önceden belirlenmiþ bir ereðe doðru
ilerletir. Hegel'de de düþünce, doðada ve tarihte böylesine içkindir. Her iki gö
rüþ de, belli bir noktada, doðadan önce
bir mantýðýn varlýðý'ný kabul eder. Ýþte Hegel de böylesine bir mantýk'tan yola
çýkarak doðayý bu mantýkla kurmuþ
bulunmaktadýr. Hegel'e göre var olmak, oluþ halinde bulunmaktýr. Sürekli oluþ ha
linde bulunmayý da varlýðýn
özünde bulunan çeliþme saðlar. Varlýk, hem kendisi olan varlýk ve hem karþýtý ol
an yokluðun çeliþmesiyle
varlaþmýþtýr. Sadece kendisi (varlýk) olsaydý devimsiz ve kýsýr kalýrdý, sadece
karþýtý (yokluk) olsaydý gene devimsiz
ve kýsýr kalýrdý. Varlýk, ayný zamanda hem varlýk, hem de yokluk olduðu içindir
ki, vardýr. Varlýðýn özünde bulunan
varlaþtýrýcý güç (Os. Muharrik ruh, Fr. L'ame mobile) budur. Çeliþme, oluþun iti
ci gücüdür. Her. varlaþma
yoklaþmayý, eþdeyiþle her olumlama yadsýmayý içerir. Geliþme, bu içeriksel çeliþ
menin sonucudur. Bu sonuç,
toplumun geliþmesinde de görülür; bir zaman için topluma yararlý bulunan yasalar
ve kuruluþlar, bir zaman sonra
toplumun yeni çýkarlarýyla çeliþerek kendi karþýtlarýna dönüþürler. Akýl akýlsýz
lýða, adalet adaletsizliðe, yarar zarara
dönüþür. Geliþmiþ aþama, bu çeliþmeden doðar. Örneðin adaletsizlik adaleti yadsý
r, ama bu yadsýyan adaletsizlik de
yeni bir adaletle yadsýnýr. Sentez, yadsýmanýn yadsýnmasýdýr. Hegel, Mantýk adlý
yapýtýnda þöyle der: Bu, yeni bir
kavramdýr. Ama öncekinden daha zengin, karþýtýyla zenginleþmiþ, eþdeyiþle hem ke
ndisini hem karþýtýný birlikte
taþýyan, öncekinden daha geliþmiþ bir kavramdýr. Ýþte kavramlar sistemi böylelik
le gerçekleþir ve kesintisiz bir akýþ
içinde ilerler (Ýbid, kitap 1, giriþ). Oysa ilerleyen sadece kavramlar deðildir,
bu kavramlarýn içinde içkin olarak
saltýk düþünce ilerlemektedir. Bunun gibi, tarih de, saltýk düþüncenin zaman içi
ndeki geliþmesidir. Düþünce, saltýk
olduðu halde, nasýl oluyor da ilerliyor ve geliþiyor?.. Hegel'e göre düþünce, ev
rensel bir temel olma bakýmýndan
saltýktýr; yeniden kendisine dönmek ve sonsuzca saltýk kalmak üzere bir maceraya
çýkmýþtýr, kendisine
yabancýlaþarak doðalaþmýþtýr, insan bilincinde kendisini tanýyarak bu yabancýlaþ
mayý aþmýþ ve macerasýný
tamamlamýþ bulunmaktadýr. Bu demektir ki, saltýk düþünce, bir süre için kendisin
i tarih ve doða içinde yansýtmýþtýr.
Gök cisimleri, saltýk düþüncenin doðalaþma yolunda attýðý ilk adýmdýr. Astrono
mik kozmos, saltýk düþüncenin
kendisine ilk yabancýlaþmasýdýr. Ýtme ve çekme, ayrýlma ve birleþmeden ibaret çe
liþmelerle doðasal cisimler oluþtu
Doðalaþma, sýrasýyla; kabuklular, yumuþakçalar, böcekler, balýklar, sürüngenler,
kuþlar, memeliler boyunca sürüp
gider. Bu yabancýlaþmanýn sonunda da en yetkin organizma olan insan meydana geli
r ki saltýk düþünce, kendisini
yansýtacak aynaya kavuþmuþ olur. Artýk özdeksel yapýda daha fazla doðalaþmak ger
ekmeyecektir. Ýnsanda
beliren ve kendisine kavuþan saltýk düþünce, evrimsel geliþmesine bilinç, ruh, a
kýl alanýnda ki bunlar ayný
þeylerdir devam edecektir. Ýnsan, özü gereði ruh, eþdeyiþle bilinç ve özgürlüktü
r. Saltýk düþünce, doðalaþma
macerasýnýn sonunda ilkin insan bilincinde, eþdeyiþle bireysel bilinçte kendisin
i tanýmýþtýr (Al. Subjektiver geist).
Sonra, baþka bireylerle baðýntýlý olarak bir kültür düzeyine atlamýþ ve kendi öz
üne uygun bir toplumu
gerçekleþtirmiþtir (Al. Objektiver geist). Sonunda da, kendi kendisinin bilincin
e ulaþarak (Al. Absoluter Geist)
felsefe, din, sanat gibi deðiþmez, ölümsüz, saltýk deðerleri gerçekleþtirmektedi
r. Baþka türlü bir söyleyiþle, birey,
önce öznel bir ruh taþýr. Geliþtikçe bu ruhun ortaklaþalýðýný kavrar. Öznel ruh,
bu kavrayýþla, yerini nesnel ruha
býrakmýþ olur. Nesnel ruh, önce, ortaklaþa özgürlük demek olan hak biçiminde bel
irir, hakkýn en belli biçimi de
özel mülkiyettir. Her birey, özgür eylemleri sonucu, mal sahibi olmak ve malýný
baþkalarýna vermek hakkýný taþýr.
Bu veriþ, sözleþme'dir. Sözleþme, tohum halinde devlet'tir. Oysa birey, hak'la ç
eliþir ve onu yadsýr, bu yadsýmadan
suç doðar, suç da ceza'yla çeliþir ve yadsýnýr. Hak, böylelikle geliþmektedir. B
u geliþme sonunda en yetkin varlýk
olan devlet meydana gelir. Ama devlet, ne kadar yetkin olursa olsun, saltýk düþü
ncenin amacý olamaz. Özgürlük
ruhun özüdür, hiçbir devlet, kiþiye bu özgürlüðü veremez. Ruh, gerçek özgürlüðün
ü gene ruhun alanýnda bulabilir
ve sanatýn, dinin, felsefenin özgür alanlarýnda devletin üstüne yükselir. Görüld
üðü gibi; doðanýn, insanýn ve
toplumun yaratýcýsý olan saltýk düþünce (Al. Absoluter Geist) ya da evrensel ruh
(Al. Weltgeist, Allgeist), laik bir
Tanrý ya da derece derece açýlýp saçýlarak her varlýkta beliren gizemsel bir doð
a tanrýdýr.
Hegelcilik deyimi, özel anlamda Hegelin öðretisiyle ölümünden sonra 1835'te ba
þlayýp 1848'e kadar süren sað
(Heinrich, Gabler, Göschel vb.) ve sol (Bauer, Ruge, Straus, vb.) Hegelciliði; g
enel anlamdaysa Ýngiltere'de geliþen
Anglo-Hegelcilik, Amerika'da geliþen St. Louis Hegelciliði, Almanya'da geliþen Y
eni Hegelcilik (Glockner,
Lasson, Kroner vb.), Ýtalya'da geliþen Hegel rönesansý (Benedetto Croce, Giovann
i Gentile) gibi Hegelci akýmlarý
adlandýrýr. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, genel olarak idealist akýmýn ve özel
olarak da Alman idealizminin son
ve en büyük temsilcisidir. Öðretisi saltýk düþüncecilik adýyla da anýlýr, çünkü
öðretisinin temeli saltýk düþünce'dir.
Bununla beraber o, gene de bir nesnel düþüncecilik geliþtirmiþtir, çünkü evrenin
temeline koyduðu bu saltýk
düþünce insan bilincinden baðýmsýz bir düþüncedir. Denilebilir ki Hegel eytiþim
üstüne her þeyi söylemiþtir, ama
yanlýþ söylemiþtir. Hayranlýkla þaþkýnlýðý bir arada uyandýrýþýnýn nedeni budur.
Örneðin yapýsý gereði sonsuz bir
süreç olan eytiþimle (diyalektikle) Hegel, dünyanýn ve bilginin geliþme bakýmýnd
an bitmiþ ve tamamlanmýþ olduðu
sonucuna varmýþtýr. Hegelin doðru koyduðu yasalardan çýkardýðý yanlýþ sonuçlar b
izzat kendi kendileriyle çeliþir ve
kendi kendilerini yalanlarlar. Hegelci mantýk yanyana sýralanan doðrularla yanlý
þlarýn ikiciliði ve çeliþkileriyle
doludur. Örneðin Hegel'de doðru olarak eytiþimin özü sayýlan çeliþme; yanlýþ ola
rak mantýksal, içsel ve evrimsel
yönlerde iþler. Oysa çeliþme, bunun tam tersine, tarihsel, dýþsal ve devrimsel y
önlerde iþler. Örneðin Hegel'de doðru
olarak eytiþimin çeliþkisel gücü sayýlan karþýtlar, özdeþtir; oysa karþýtlar, öz
deþ deðil, toplumsal süreçte antaðonist
(uyuþturulamaz) biçimler de alarak baðýmlý ve birlik halindedirler. Bunlara benz
er daha pek çok örnekte de belirdiði
gibi, Hegelcilik bir düþçülüktür, çünkü kurgusal varsayýmlara dayanýr. Hegelin b
u ikiciliði ve çeliþkili tutumu,
sisteminin hemen her yanýnda yansýr.
Siyasal düþüncelerindeki devrimci yanlarla tutucu ve gerici yanlar, düþüncecil
iði tanýtlamak için özdekçi öðeler
kullanmasý, sürekli devimi ilerisürerken deðiþmezliði savunmasý bu ikici ve çeli
þkili tutumun en belli örnekleridir.
Dahasý, bütün bu ikici tutum içinde düþünceci birciliði gerçekleþtirmeye çalýþma
sýdýr. Hegel felsefesi, antikçað
Yunanlýlarýnýn Elea öðretisiyle onu geliþtiren Platon-Aristoteles temeline dayan
ýr. Bu, felsefenin temel sorununda
düþünceci (idealist) yaný tutan düþünceci bir felsefe geleneðidir ki tarih boyun
ca hep ayný kalmýþ ve ayný savý çeþitli
biçimlerde yinelemiþtir. Hegelin bu eski ve deðiþmez sava kattýðý yenilik, onu ö
zdekçi öðelerle tanýtlamaya
çalýþmaktan ibarettir. Elea'lýlar tek ve deðiþmez bir varlýk olduðunu ileri sürü
yorlar, çok'luðun ve deðiþik'liðin sonucu
olan oluþ'un düþsel bir görünüþten baþka bir þey olmadýðýný söylüyorlardý. Dayan
dýklarý gerekçe de duyusal olanýn
yanýltýcýlýðý ve ussal olanýn gerçekliðiydi. Platon bu savý yeni yorumlarla geli
þtirmiþti. Duyumu incelemiþ ve onun
gerçeði bildirmekten uzak bulunduðu kanýsýna varmýþtý. En kaba duyumlarýmýzý bil
e kavram'larla dile getiriyorduk.
Bu, sadece bir dile getirme sorunu deðildi.Deðil baþkalarýnýn duyumlarýný, kendi
duyumlarýmýzý bile çeþitli ussal
sýnýflandýrmalar yapmaksýzýn bilemezdik.
Üþüdüm derken üþüyenin kendi bedenimiz olduðunu, onu taþlardan, bitkilerden, h
ayvanlardan ve öteki
bedenlerden ayýrabildiðimiz, eþdeyiþle bir sürü kavramla sýnýflandýrabildiðimiz
için biliyorduk. Kendi bedenimizin
üþümüþ olduðunu da onu kaþýnmalardan, kýzarmalardan, ýsýnmalardan ayýrabildiðimi
z, eþdeyiþle bir sürü kavramla
sýnýflandýrabildiðimiz için biliyorduk. Demek ki bilgi kavramsaldý. Kavramlarsa
duyularýn deðil, bütün bu
sýnýflandýrmalarý yapan usun ürünüydüler. Öyleyse bilgi, nesnesel deðil, ussaldý
. Kendiliðinde nesne yoktu, bir
görüntüden ve bir hiçten baþka bir þey deðildi. Örneðin masa, kendiliðinde neydi
? Onu sertliðinden, renginden,
boyundan, görevinden vb. eþdeyiþe kavramlarla dile getirdiðimiz niteliklerinden
soyutlarsak geriye ne kalýrdý? Bir
hiç. Hiç demek, yok demekti. Öyleyse gerçek olan, nesneler deðil, kavramlar ve e
þdeyiþle geneller (evrenseller,
tümeller)'di. Masa, bu genellerle varlýk kazanýyordu. Ama masanýn bizim bilincim
izin dýþýnda var olduðu da bir
gerçekti, bu demekti ki, geneller de bizim bilincimizin dýþýnda vardýlar ve nesn
eldiler. Platon bu nesnel genel'lere
idea adýný verdi ve nesnel düþünceciliðin (objektif idealizmin) temelleri de böy
lece atýlmýþ oldu. Hegel,
Aristotelesin katkýsýna da sahip çýkarak, bu temellerin üstünde yükselmektedir.
Aristotelesin bu düþünceci
geleneðe en büyük katkýsý ereksellik anlayýþýdýr. Aristotelesin biçimi, bilimsel
nedensellik anlayýþýndaki sonuç
deðil, bir erek'tir. Çünkü o, mantýksal bir öncelik taþýr ve sürecin baþlangýcýn
dan beri sebep (Fr. Raison)in içinde
vardýr. Palamut sebebi meþelik ereðini içinde taþýr, böyle olmasaydý palamuttan
meþe çýkmazdý (Bilimsel
nedensellik anlayýþýnda neden (Fr. Cause) sonucunu içinde taþýmaz, örneðin ýsýda
madensel cisimleri geniþletme
olgusu yoktur, madensel cisimlerin geniþlemesi sonucu ýsý nedeninden ayrý bir ol
gudur). Bundan baþka erek,
sebepten öncedir (Bilimsel nedensellik anlayýþýndaysa neden, sonucundan öncedir)
. Ama bu, bir zaman önceliði
deðil, bir mantýk önceliðidir (Nasýl ki mantýkta öncüller vargýlardan zamansal o
larak öncel deðil, mantýksal olarak
önceldirler). Aristoteles'e göre, dünyalaþma sebebinden öncedir. Çünkü o, birbir
lerini oluþturan bütün sebeplerin
baþýndan beri vardýr. Ama bu, dünyalaþma olgusunun baþlama zamanýndan önce dünya
laþma ereðinin var
bulunduðu anlamýna gelmez. Çünkü erek ya da biçim, geneldir. Genellerse zaman ve
uzay dýþýdýrlar, zaman ve uzay
içinde bulunmayan yok demektir, demek ki geneller (tümeller ya da evrenseller) v
ar bulunmayan varlýk'lardýr.
Gerçek olan da bunlar olduðuna göre demek ki asýl gerçek, var bulunan deðil, v
ar bulunmayandýr. Var bulunan
görünüþ'lerin gerçekdýþçýlýklarý ve sahtelikleri de bu düþünceci mantýksal uslam
lama sonucudur. Bundan baþka;
zaman ve uzaydýþý olan saltýk'týr, demek ki asýl gerçek varlýk saltýk'týr. Tanrý
kavramýna da, dinsel yolun dýþýnda,
felsefesel yoldan böylelikle varýlmýþ olmaktadýr. Aristoteles erek (Yu. Telos)'t
en tanrý (Yu. Theos)'ya böylelikle
geçmiþ oluyor. Bu tanrý, Aristotelesin tanýmýyla düþünmenin düþünmesi'dir, eþdey
iþle kendi kendisini düþünen
düþünce'dir. Düþünce de zihin (Fr. Esprit)in özü olduðuna göre gerçek saltýk zih
in (saltýk ruh)'dir. Görüldüðü gibi
düþünceci (idealist) öðretide us, düþünce, zihin, ruh ve tanrý böylelikle özdeþl
eþme olmaktadýrlar. Hegel, Felsefe
Tarihi Dersleri'nde þöyle der: Felsefeyle dinin ortak bir içeriði vardýr, sadece
biçimleri farklýdýr. Felsefe, dinin
hayal ürünü olarak sunduðu þeyi, kavramsal olarak yakalar. Hegel, iþte böylesine
kavramsal bir felsefe
geliþtirmiþtir. Adý geçen yapýtýnda þunlarý da ekler: Usçuluk, içerik ve biçim b
akýmlarýndan felsefeye ters düþer.
Ýçerik bakýmýndan ters düþer, çünkü gökyüzünü bomboþ býrakmýþ ve her þeyi sonl
u iliþkilere indirgemiþtir. Biçim
bakýmýndan ters düþer, çünkü onun biçimi özgür ve kavramsal olmayan uslamlamadýr
... Felsefe, önceden kendisine
dayanak olarak verilmiþ bir nesne üstünde düþünmez. Çünkü onun içeriði zaten düþ
üncesidir. Felsefede saltýðýn
düþünce gibi olmasý gerekir (Hegel, Vorlesungen über die Geschichte der Philosop
hie, 65, 92, 97, 107). Hegel'e
göre felsefenin görevi evreni açýklamaktýr. Evreni açýklamak felsefenin törebili
m, bilgi kuramý, metafizik vb. gibi
bütün öteki sorunlarýný da açýklamak demektir. Evreni açýklamak, onun sebebini a
çýklamakla olur. Evren,
nedensellikle açýklanamaz. Çünkü her ilk nedenin de bir nedeni olmalýdýr, kendis
i açýklanamayan bir ilk nedense
evreni açýklayamaz. Evreni açýklayabilecek olan, bir ilk neden deðil, ilk sebep'
tir, bir ereksel sebep. Çünkü ancak
odur ki kendi ereðiyle kendisini açýklar. Sebebin bizzat kendisi bize sebebini a
çýklar, çünkü neden sonucunu
içermez ama sebep ereðini içerir. Hegel'e göre evrenin ilk sebebi ya da ilkesi,
Platon'da olduðu gibi bütün geneller
deðil, bu bütün genelleri de içeren bir geneller geneli olmalýdýr. Bu savý, Hege
li, biçimler biçimi'nin yaratýcýsý
Aristoteles'e yaklaþtýrýr. Ne var ki Aristoteles de Elea'lýlar ve Platon gibi, ö
zdeði bir türlü yadsýyamamýþtý. Dikkat
edildiyse düþünceciliðin (idealizmin) antikçað temelinde özdeðin hiçbir zaman ya
dsýnamamýþ olduðu görülür.
Elea'lý Parmenides, tüm düþünceci savlarýna karþýn, varlýðýn küre biçiminde oldu
ðunu ve uzayda bir yeri
bulunduðunu söylemiþtir. Demek ki varlýk, özdekseldir. Platon Ýdea'larýn örnekli
k ederek biçimlendirdiði
nesnelerin, biçimsiz ve belirsiz de olsa, özdek olduðunu kabul eder ve onu da Ýd
ea'lar kadar ilksiz ve sonsuz sayar.
Bundan baþka Platon, Ýdea'larýn bir baþka dünyada bireysel varlýklarý bulunduð
unu ve ölü ruhlarýnýn bunlarý gidip
görebildiklerini de ilerisürer ki bu da onlarýn özdekselliðinin dolaylý bir kaný
týdýr. Aristoteles'e göre her biçim bir
üst biçimin özdeðidir, böylelikle sonunda özdeksiz biçim'e varýlýr ama, aradaki
sayýsýz biçimlerde özdeksellik
kaynaþýr. Hegel, özdekten kurtulabilmek için, Kant'ýn duyusal genellerle duyusal
olmayan geneller ayýrýmýndan
yararlanýr. Kant'ýn önsel ulamlarý, duyusal olmayan genellerdir. Hegel'e göre de
evrenin sebebi olan geneller geneli,
böylesine duyusal olmayan bir genel olmalýdýr. Nesneler, bir geneller toplamýnda
n baþka bir þey deðildirler
(örneðin masa, çeþitli niteliklerini belirtmek için ona uygulanan kavramlar dýþý
nda bir hiçtir), demek ki geneller de
nesneldirler. Bundan baþka özneyle nesne özdeþtir, bu sav düþünceciliðin temel i
lkesidir, ayrýca bundan ötürü de
düþünce ürünü olan geneller nesneldirler. Özneyle nesne, eþdeyiþle bilenle bilin
en özdeþ olmasaydý bilme olgusu
gerçekleþemezdi ve nesne zorunlu olarak Kant'ýn varsaydýðý gibi bilinemez olarak
kalýrdý. Hegel'e göre bilinemezin
varolduðunu söylemek, ona bir kavram uygulamaktýr, bir kavram uygulamaksa onu bi
lmek demektir: Daha açýk bir
deyiþle, ona bilinemez demekle onu bilmiþ oluyoruz. Evrende bilinmeyen ve belki
de sonsuzca bilinmeden kalacak
olan pek çok þey vardýr, örneðin ayak basamadýðýmýz bir uzay gezegeninde neler o
lup bittiðini bilmeyiz, ama bu
onlarýn yapýsý gereði bilinemez olduklarý anlamýna gelmez. Evrende az bilinen ya
da çok bilinen þeyler vardýr, ama
yapýsý gereði bilinemez olan, eþdeyiþle kendisine bir kavram uygulanamayan hiçbi
r þey yoktur. Bilinemez deyimi,
bizzat çeliþik bir deyimdir. Kant'çý bilinemezciliði böylesine eleþtiren ve kökt
en çürüten Hegel bundan bilenle
bilinenin, eþdeyiþle özneyle nesnenin özdeþliði sonucunu çýkarýr. Açýkça þöyle d
er: Felsefe, özünde, tümüyle
düþünceciliktir. Eski ya da yeni bütün düþünürlerin ilerisürdükleri ilkeler, su,
özdek, atom vb. nesneler deðil,
düþünceler, eþdeyiþle genellerdir (Hegel, Wissenschaft der Logik, son bölüm). He
gel, böylece, evrenin ilk sebebi
olarak duyusal olmayan genelleri, eþdeyiþle ulamlarý ele almakta ve bunlardan da
bir geneller geneline varmayý
amaçlamaktadýr. Hegel, bu ulamlarý birbirinden çýkarsar ve her birinin zorunlu o
larak bütün ötekileri içerdiðini
ilerisürer. Amacý, açýklamanýn zorunlu gereði saydýðý birciliði (monizmi) gerçek
leþtirmektir. Bircilik gereðince
evrenin on iki tane ilk sebebi olamaz, bunlarýn bir tek ilk sebepte toplanmasý g
erekir. Kaldý ki Hegel, Kant'ýn on iki
sayýsýnda dondurduðu ulamlarýn çok daha fazla olduðu kanýsýndadýr. Bundan baþka
Hegel, kendinden önce ileri
sürülmüþ bütün genellerin soyut geneller olduklarý iddiasýndadýr, bundan ötürü d
e içlerinde kendilerinden baþka
hiçbir þey taþýyamaz ve dolayýsýyla birbirlerinden çýkarsanamazlar, kendinin ile
risürdüðü genellerse somut
geneller'dir ve bundan ötürü de tüm türlerini kendi içlerinde taþýmakta ve birbi
rlerinden çýkarsanabilmektedirler.
Demek ki sorun, ilk ulamý, bütün öbürlerinin kendisinden çýkarsanabileceði ula
mý bulmaktýr. Bu ilk ulam, hem
zorunlu olarak ilk ve hem de en genel ulam olacaktýr. Bir ulam, ne kadar soyutla
nabilirse o kadar genelleþir.
Demek ki ilk ulam, soyutlama süreciyle elde edilebilecek en soyut ulam olacaktýr
. Neyi soyutlarsak soyutlayalým,
son soyutlamada daima varlýk ulamýný elde ederiz. Masayý, aðacý, kuþu bütün nite
liklerinden birer birer soyutlarsak
geriye daima bu masadýr, bu aðaçtýr, bu kuþtur önermeleri kalýr. Demek ki bütün
soyutlamalarda geriye kalan
daima ve sadece onlarýn var olduklarý, eþdeyiþle varlýk'larýdýr. Öyleyse varlýk,
bütün ulamlarýn ilki ve hepsinin
sebebidir. Zorunlu olarak ilk, en genel ve en soyut ulam olan varlýðý, varlýðýnd
an da soyutlarsak, onun tam karþýtý
olan yokluk'u elde ederiz. Demek ki varlýk karþýtý olan yokluðu içinde taþýyordu
; yoksa yokluk varlýktan
çýkarsanamazdý: Hegel'e göre karþýtlar da birbirleriyle özdeþtirler ve her þey k
arþýtýný da içinde taþýmaktadýr. Bunu
ilerisürme, cebimizde elli lira bulunmasýnýn ayný zamanda elli lira bulunmamasý
demek olduðu anlamýna gelmez.
Çünkü birinin alaný soyut, öbürününse somuttur. Özdeþlik, özdeþ olanlarýn birbir
lerine geçiþ'lerinin olanaklý
bulunduðunu gösterir. Ýþte bu geçiþ, Hegel'e göre oluþ'tur. Varlýk, yokluk ve ol
uþ Hegel'ci mantýðýn ilk üç ulamýdýr.
Hegel'ci eytiþimde her üçlünün ilk ulamý olumlu'dur, bunun karþýtý da daima olum
suz'dur. Eþdeyiþle bir þeyin olmasý
için, ayný zamanda onun olmamasý da gerekir. Birinden öbürüne geçiþi dilegetiren
oluþ k de böyledir.
Demek ki üçüncü ulam olan oluþ, öbür ikisinin karþýtlýðýný ve ayný zamanda özd
eþliðini içerir, böylelikle ilk iki
ulamý, ikincinin birinciyi olumsuzlama'sýný olumsuzlayarak uzlaþtýrýr. Bu sürece
sav, karþýsav, bireþim de denir.
Hegel'e göre us, çeliþik olanda duramaz ve bundan ötürü de ilerlemeyi zorunlu ký
lar. Bireþim yeni bir sav, ya da
olumsuzlamanýn olumsuzlanmasý yeni bir olumlama olur ve karþýsavýný ya da olumsu
zunu ortaya koyar. Hegel,
eytiþimsel üçlünün ilk terimine kendinde (Al. Ansich) demektedir ki bu da Aristo
telesin gizilgüç (Yu. Dynamis) ve
gerçekleþme (Yu. Energeia) deyimlerini karþýlar. Her iki erekselci düþünüre göre
erek, gerçekleþmeden önce,
sebebinin içinde gizilgüç olarak vardýr. Aristoteles'e göre nasýl meþe ereði pal
amut sebebinin içinde gizilgüç
(bilkuvve) olarak bulunuyorsa Hegel'e göre de oluþ ereði (Al. Zweck) varlýk sebe
binin (Al. Grund) içinde öylece
gizilgüç olarak var bulunmaktadýr. Bu mantýk, son ulamýn da ilk ulamýn içinde gi
zilgüç olarak bulunduðu gerçeðini
açýklar. Kavramlar, böylece, zorunlu olarak birbirlerinden oluþurlar. Hegel'e gö
re her kavram ya da ulam (Al.
Kategorie, bir nesneye yüklenen nitelik), Ýdea'nýn uðrak (Al. Moment)iarýdýr, eþ
deyiþle beliriþ biçimlerinden biridir.
Evrenin temel ilkesi Ýdea (düþünce ya da ruh)'dýr, evrensel oluþma Ýdea'nýn kend
ini açmasý'dýr. Hegel þöyle der:
Benim bu mantýk sisteminde izlediðim, daha doðrusu sistemin kendiliðinden izledi
ði yöntem, tek gerçek yöntemdir.
Bunun böyle olduðu þundan da bellidir ki, bu yöntem nesnesinden ve içeriðinden f
arklý deðildir, çünkü nesneyi
ilerleten, kendi kendisindeki içeriktir, kendi kendinde taþýdýðý eytiþimdir. Þur
asý açýkça bellidir ki bu yöntemin
gidiþini izlemeyen ve onun yalýn ritmine ayak uyduramayan hiçbir açýklama bilims
el sayýlamaz (Hegel,
Wissenschaft der Logik, Giriþ, s. 41-2). Hegel'e göre us, kendisiyle çeliþende d
uramayacaðý için kavramlarýn
eytiþimi çeliþki yaratmayan bir ulama kadar sürüpgelir ve böylelikle birkaç düzi
ne ulam elde edilmiþ olur. Kavramlar
eytiþiminin sonunda varýlan ve çeliþki yaratmayan kavramsa bizzat kavram (Al. Be
griff, Fr. Notion) kavramýdýr.
Hegel, Mantýk adlý yapýtýnýn baþýna þöyle yazmýþtýr: Varlýk, kendinde (gizilgüç)
olarak nosyon'dur. Kavram ulamý,
kendinde ve kendisi için olarak, kendinden önceki bütün ulamlarý kapsar. Ýdea'ný
n mantýksal serüveni böylece biter
ve kavram'ýn karþýtý olarak doða'ya geçilir. Hegel' in bundan sonra nesnel bir d
oða felsefesi geliþtireceði
sanýlmamalýdýr, gerçekte dýþlaþýp doðalaþacak olan gene Ýdea'dýr.
Açýlýp geliþecek olan doða deðil, gene de kavramdýr. Çünkü Hegel'e göre kavram
la doða özdeþtir. Þöyle der: Bilim
üç bölüme ayrýlýr: 1- Mantýk (Kendinde ve kendi için Ýdea'nýn bilimi), 2- Doða f
elsefesi (Dýþ varoluþuyla Ýdea'nýn
bilimi), 3- Ruh felsefesi (Dýþ varoluþundan gene kendi üstüne dönen Ýdea'nýn bil
imi). Ýdea, önce, kendisiyle özdeþ
olarak varolur. Ayný zamanda da kendi için olmak ereðiyle kendisine karþý koyar.
Çeþitli felsefeler Ýdea'nýn birer
belirlenim (Al. Bestimmung)idir, bu çeþitli uðraklarda Ýdea açýlýp yayýlmaktadýr
. Doðada da, ruhta da yeniden
karþýmýza çýkan hep Ýdea'dýr. Ama Ýdea orada bir dýþ varoluþ biçimini almýþtýr,
burada kendinde ve kendi için
vardýr. Ýdea'nýn açýða çýktýðý bu çeþitli belirlenimler, Ýdea'nýn duraklamadan i
çlerinden geçip gittiði birer uðrak (Al.
Moment)'týr. Bunun içindir ki her özel bilim, kendi içeriðini hem gerçek bir var
oluþa sahip görmeli ve hem de ayný
zamanda kendi içeriðini daha yüksek bir varoluþa geçmek için basamak yerine geçe
n bir aþama saymalýdýr (Hegel,
Enzyclopaedie der Philosophischen Wissenschaften; XVii).
Özdekçiliði de içine alan tüm felsefeyi evrensel düþüncecilik sayan Hegel (çün
kü Hegel'e göre bizzat özdek de bir
kavramdýr, eþdeyiþle geneldir) Elea'cýlarla Platon-Aristoteles geleneðine dayanm
akla beraber özellikle Spinoza,
Hume ve Kant'dan da yararlanmýþtýr. Martýk'ýnda Spinoza'nýn her belirlenme, yads
ýmadýr sözü son derece
önemlidir der (Ýbid, bölüm ii, s. 117). Örneðin bir þeyin güzel olduðunu söyleme
k, eþdeyiþle onu güzellik
yüklemiyle belirlemek, çirkin olduðunu yadsýmak demektir. Hegel, Spinoza'nýn bu
ilkesini tersine çevirip olduðu
gibi almýþtýr. Hegel'e göre her yadsýma, belirlemedir. Çünkü bir þeyin çirkin ol
duðunu yadsýmakla onu güzellikle
belirlemiþ oluruz. Hegel'e göre yadsýma (eþdeyiþle olumsuzlama) karþýtý olan olu
mlama'yla özdeþtir. Buradaki
olumlama deyimi, Spinoza'nýn belirleme ya da sýnýrlama deyimleriyle ayný anlamda
dýr. Örneðin her þeyin güzel
olduðunu söylemekle onu belirlemiþ, bütün çirkinliklere karþý sýnýrlamýþ ve ayný
zamanda güzelliðini evetlemiþ,
eþdeyiþle olumlamýþ oluyoruz. Demek ki Spinoza'ya göre olumlamak olumsuzlamak ol
duðu gibi, Hegel'e göre
olumsuzlamak olumlamaktýr. Hegel'de olumsuzlama ya da eþdeyiþle yadsýma, yaratma
'dýr. Çünkü her þey,
olumsuzlanmakla varolur. Herhangi bir þeyin varolabilmesi için, her þeyden önce
olumsuzlamanýn, ya da
yadsýmanýn olaðanüstü gücü gereklidir. Herhangi bir þeyde olumsuzlanma gücü (eþd
eyiþle ona karþý olaný, ona karþý
koyaný) yoksa o þey Hegelin deyimiyle ölür (son bulur). Bundan baþka Hegelin son
suzluk (Al. Unendlich) kavramý
da Spinoza kaynaklýdýr. Sonsuzluk, sýnýrsýzlýktýr. Spinoza'ya göre belirlenmiþ o
lmak sýnýrlanmýþ olmaktýr. Demek ki
sonsuz, belirlenmemiþtir. Ne var ki, Spinoza, onun, kendinin nedeni (La. Causa s
ui) ve eþdeyiþle kendi kendisinin
belirleyicisi olduðunu söyler. Hegel de sonsuz kavramýný tümüyle bu Spinoza'cý a
nlamda kullanýr. Hegel'e göre
sonsuz, zorunlu olarak, sonluyu içerir. Çünkü içermezse, böylece kendi dýþýnda b
ir þey býrakacaðý için, kendisi
sonlu olur.
Bu, Hegelin temel varsayýmýdýr (Her þey, kendi karþýtýný içerir). Hegel, özell
ikle mekanik nedenselliðin
çürütülmesinde, Humeia beraberdir. Kant'tan da çok þey almakla beraber temelde K
ant'a bir karþýsav olarak ortaya
çýkmýþtýr. Ýnsan usuyla nesnel gerçeði tümüyle birbirinden ayýran ve aralarýna a
þýlmaz bir duvar çeken Kant'ýn tersine
Hegel insan usuyla nesnel gerçeði bir ve özdeþ sayar. Hegel'e göre gerçek olan h
er þey ussal ve ussal olan her þey
de gerçektir. Ne var ki bu, ussalý nesnel gerçeklikten çýkaran bir deyim deðil,
tersine, nesnel gerçekliði ussal sayan
bir deyimdir. Kant, doðayý saltýk saymýþ ve düþüncenin bu alana asla sokulamayac
aðýný ilerisürmüþtü. Hegel
düþünceyi saltýk sayarak, Kant'ýn tersine, doðanýn, bu saltýk düþüncenin ürünü b
ulunduðunu savunmuþtur. Bununla
beraber Kant'ýn özellikle tarih görüþü, tarihi, sanki bir düþünce tarafýndan yön
etiliyormuþçasýna önceden belirlenmiþ
bir ereðe doðru ilerletir. Hegel'de de düþünce, doðada ve tarihte böylesine içki
ndir. Her iki görüþ de, belli bir
noktada, doðadan önce bir mantýðýn varlýðýný kabul eder. Hegel, Küçük Mantýða Gi
riþinde þöyle demektedir: Yargý
gücünün eleþtirisinin ilginç yönü, Kant'ýn burada Ýde'ye kadar yükselmiþ olmasýd
ýr. Kant felsefesi sadece burada
kurgusaldýr. Kant burada anlýðýn konusu olan genel'le sezinin konusu olan tikel
arasýnda kuramsal ve kýlgýsal us
öðretilerinden çok daha baþka bir iliþki kurar. Ama bu iliþkiyi bir ilke olarak
koymaz, deneyde nasýl meydana
geliyorsa öylece verir. Doðanýn iç erekliliði ilkesini bilimsel uygulamalarýnda
izleyip geliþtirseydi bizi çok daha
derin bir anlam taþýyan alanlara götürebilirdi.
Çünkü bu ilke, bizi zorunlu olarak þu sonuca vardýrýr: Tümel, saltýk, erek, iy
i evrende gerçekleþme haline gelmiþtir
ki bu da, ereðini kendisi koyup kendisi gerçekleþtiren bir güç tarafýndan, eþdey
iþle kendisinde tümelle tikel ve
özneyle nesne karþýtlýðýnýn silinip sadece saltýk gerçekliðin belirdiði Tanrý ta
rafýndan gerçekleþtirilmektedir.
Gerçekten de Hegel'de Tanrý ve dolayýsýyla Hýristiyanlýk arasýnda çok sýký bir i
liþki vardýr. Hegelin temel üçlüsünün,
Hýristiyanlýðýn temel üçlüsüyle özdeþliði açýklanmasý gerekmeyecek kadar bellidi
r. Kendinde Ýdea (Saltýk varlýk)
Hýristiyan üçlemesindeki Tanrý, ikinci aþama olan kendi dýþýnda Ýdea (Doða) Hýri
stiyan üçlemesindeki Ýsa, üçüncü
aþama olan kendisi için Ýdea (Ruh) Hýristiyan üçlemesindeki kutsal ruh'tur. Her
iki üçlük de birbiriyle, karþýtlýk
içinde, özdeþtirler. Üçünün birliði saltýk Ýdea'dýr. Hýristiyan tanrýbiliminde T
anrý nasýl insandan baðýmsýz olarak
varsa, eþdeyiþle nesnelse, Hegel' in saltýk Ýdea'sý da öylece insandan baðýmsýz
olarak vardýr ve nesneldir. Hegel,
öznel düþüncecilik anlayýþýna þöylece karþý çýkar: Felsefe, din kadar düþüncecid
ir (idealisttir). Çünkü din de,
felsefe gibi, sonlu'yu gerçek ve saltýk bir varlýk olarak tanýmaz. Gerçek ve sal
týk varlýk, her ikisi için de sonsuz'dur.
Düþüncecilik, sonlu'nun düþünsel olduðunu söylemek demektir. Sonlu, düþüncedir a
ma gerçek varlýk deðildir.
Öznel düþüncecilikse sonlu'yu tek gerçek biçim sayar, onun dýþ varoluþunu gözönü
ne almaz. Böylesine bir
düþüncecilik anlayýþýnda hiçbir þey kaybedilmemektedir, çünkü içerik sonlu durum
uyla düþüncede kalabilir. Ama
hiçbir þey de kazanýlmamaktadýr, çünkü kaybedilen hiçbir þey yoktur (Hegel, Wiss
ensçhaft der Logik, I, s. 171).
Hegel idealizminin deðeri, ünlü bir diyalektikçinin þu çok doðru sözünde özetl
enmiþtir: Zeki idealizm, zeki
maddeciliðe aptal maddecilikten çok daha yakýndýr.
Hegelcilik, düþünsel felsefenin doruðu ve sonudur. Klasik felsefe ve kurgu (sp
ekülasyon), Hegelcilikle, yirmi beþ
yüzyýl süren yapýtýný bitirmiþtir. Hegelcilik, kendi çaðýný kaparken gelecek çað
lara yön veren insansal imgelemin en
üstün baþarýsý olarak kalacak ve her zaman saygýyla anýlacaktýr.
Aristoteles, Kant, Descartes vb. gibi bütün büyük düþünürler, sistemlerinde, i
dealizmle materyalizmi içeren, çift
yanlý bir karakter taþýrlar. Hegel de, kendi çift yanlý sistemini, Kant sistemin
in bir yanýný geliþtirmekle kurmuþtur.
Bu çift yanlýlýk, hemen bütün büyük düþünürleri, tümüyle birbirine karþýt yoruml
ara elveriþli kýlmýþtýr. Bu çift
yandan, önceleri güçsüz görüneni, güçlü olanýný aþmýþ ve kurucusunu yadsýmýþtýr.
Hegelin açýkladýðý evrensel
diyalektik yasanýn gereði de bundan baþka bir þey deðildir. Bu yadsýma, kimi yer
de öylesine güçlüdür ki, koca bir
çaðý kökten deðiþtirir. Örneðin, Aristoteles'in idealist yaný ortaçaðý evrensel
çapta güçlendirirken, bilimsel yaný
ortaçaðýn çöküþünü hazýrlamýþtýr. Bunun gibi, büyük düþünür Hegel de, önce sað v
e sol Hegelcilik adlarý altýnda
sisteminin her iki yanýný karþýt alanlarda geliþtirdikten sonra, materyalist yan
ýnýn idealist yanýný yadsýmasýndan ve
aþmasýndan kurtulamamýþtýr. Bu çift yanlýlýðýn kaçýnýlmaz kargaþasýna, diyalekt
ik materyalizmiyle kesin olarak son
veren Karl Marx'týr.
Öyle sanýyorum ki Hegel yaþasaydý: Beni öðrencilerimden sadece Marx anladý diy
ecek, sonra da mutlulukla
ekleyecekti, hem de çok iyi anladý. Ýdealizm, 'gene de devam edecek. Ama artýk,
Roger Garaudy'nin dediði gibi,
mýzmýz felsefeler olarak.
NANE RUHU. Canlý örgenliðin özdeksel yanýný dilegetiren Ar. beden (Tr. Gövde)
deyimine karþý olarak canlý
örgenliðin özdeksiz yanýný dilegetiren Ar. ruh deyimi uçucu gaz anlamýndadýr. Ço
ðulu ervah'týr. Bu anlammdan
ötürü de tuz ruhu, nane ruhu vb. gibi deyimlerde de kullanýlýr. Arapçada ruh anl
amý nefis deyimiyle dilegetirilir ki
can demektir. Canlý örgenlikler arasýnda insanýn ruhu'nu dilegetirmek için Arapç
ada nefsi natýka (Düþünüp
söyleyebilen can) deyimi kullanýlýr. Ruh deyimi dilimizde her ne kadar tin deyim
iyle özleþtiriliyorsa da bu deyim,
canlý örgenliðin düþünsel yaný'ný dilegetiren Ar. zihin (Fr. Esprit, Al. Geist,
Ýng. Spirit, Ýt. Spirito) deyimini
özleþtirmek için önerilmiþtir. Ruh deyiminin antikçað Yunan felsefesindeki karþý
lýðý psykhe (La. Anima), buna
karþý tin deyiminin antikçað Yunan felsefesindeki karþýlýðý pneuma (La. Spiritus
)'dýr. Bununla beraber ruh ve tin
deyimleri gerek Doðu ve gerek Batý dillerinde anlamdaþ olarak da kullanýlmaktadý
r. Her ne kadar ruh deyimi bir
canlýlýk ilkesi ve tin deyimi bir düþünme ilkesi olarak tanýmlanmaktaysa da bu i
ki deyim arasýndaki anlam
karýþýklýðý devam etmektedir. Bu tanýma göre canlý örgenlikler arasýnda hayvan s
adece ruhlu, insansa hem ruhlu ve
hem tinli bir varlýktýr. Ruh ve tin deyimlerinin gerek Doðu ve gerek Batý diller
indeki etimolojik kökenleri de soluk
(Ar. Nefes) anlamýnda birleþmektedir. Örneðin antikçað Yunan felsefesindeki psyk
he (Ruh )deyimi de pneuma
(Tin) deyimi gibi soluk demektir, Latincedeki anima (Ruh) deyimi de spiritus (Ti
n) deyimi gibi soluk anlamýndadýr.
Arapçadaki ruh sözcüðünün kökeni yel (Hava, rüzgar) anlamýna gelen rih (Çoðulu:
Riyah) sözcüðüdür, kokulu
hava anlamýna gelen Arapça rayiha sözcüðü de bu kökten türemiþtir.
Ruh anlamýný dilegetiren Almanca seele ve Ýngilizce soul deyimleri Got'larýn d
ilindeki yelli hava (Fýrtýna) anlamýný
dilegetiren saivala sözcüðündan türemiþtir. Ýngilizcedeki hortlamýþ ruh (Cadý) a
nlamýný dilegetiren ghost deyimiyle
Almancada tin anlamýný dilegetiren geist deyimleri Flamanca hava anlamýný dilege
tiren gaz sözcüðünden türemiþtir.
Ýbranicede ruh anlamýný dilegetiren nefes ve revah (Eloah) deyimleri soluk anlam
ýndadýr. Sanskritçede ruh anlamýný
dilegetiren atma deyimi ayný zamanda hava (Yel) demektir. Eski Yunancada buhar v
e hava anlamlarýna gelen atmos
sözcüðü de Sanskritçeden geçmedir ki hava yuvarý anlamýna gelen atmosfer (Fr. At
mosphere) deyimi de bu kökten
türemiþtir. Görüldüðü gibi, özel ve felsefesel anlamlarý içinde de ruh ve tin de
yimleri insanlarca hep soluk-hava
olarak tasarýmlanmýþtýr: Canlýcýlara göre ruh tasarýmý, uykuyla uyanýklýðýn birb
irine karýþtýrýlmasýndan doðmuþtur.
Ýlkel, düþünde gördüklerini uyanýkken gördükleriyle bir tutar; düþünde gittiði y
ere gerçekten gitmiþ olduðuna inanýr.
Buysa bedenden çýkýp ortalýkta dolaþan can tasarýmýný gerçekleþtirmiþtir. Bu bed
enden çýkýp dilediði yere gidebilen
can, bedenle kýyaslanamayacak kadar akýcý ve yumuþaktýr, çünkü aðýz ve burun gib
i küçücük deliklerden de
çýkabilmektedir. Ama bu can-ruh gene de bedenle sýkýca iliþkilidir, çünkü ilkel,
bedeninde varolan yarayý ruhunda
da varsayar, bundan ötürü de öldürdüðü düþmanýnýn elini keser ve böylece onun ru
hunun ok atmasýna engel
olduðunu sanýr. Ruh (Fr. Ame)'un tin (Fr. Esprit)'e dönüþüp nasýl tanrý olduðu d
a canlýcýlarca þöyle
açýklanmaktadýr: Ruh, bedenle iliþkili olmakla beraber, bedene baðlý deðildir; ç
ünkü dilediðince çýkýp
dolaþabilmektedir. Ne var ki insanýn yaþamýnda ruh bedenden çýkýp gezip dolaþtýk
tan sonra yeniden bedenine girer
ve orada oturur. Ama insan ölüp de bedeni çürüyünce bu ruh ondan kaçar, bedenind
en kurtulur ve insanlar arasýnda
serbestçe gezip dolaþmaya baþlar. iþte bu serbest ruh tin'dir. Dilediði insanýn
bedenine girer ve ona iyilik ya da
kötülük eder. Ýnsanlar, bu tinlerin kötülüklerinden kurtulup iyiliklerine kavuþm
ak için onlara adaklar vermeye,
kurbanlar kesmeye, onlardan dileklerde bulunup dualar etmeye baþlamýþlardýr. Ýþt
e tin böylece tanrýlaþmýþtýr. Bu
olay ölümle gerçekleþtiðinden ilk tanrýlar ölü ata ruhlarýdýr, ilk kurban kesme
ve dua etme yerleri de mezarlýklardýr.
Ata ruhlarýna tapýmý doðaya tapým izlemiþtir. Çünkü ilkeller tüm doðanýn ölmüþ a
ta tinleriyle dolu bulunduðunu
varsaymýþlardýr. Ölmüþler canlýlarla kýyaslanamayacak ölçüde çok olduklarýna gör
e, tüm doða bunlarla týklým týklým
dolmuþ olmalýdýr. Doðanýn kýmýldayan (devinen) her yanýnda (aðaçlarda, sularda,
yellerde vb.) bu tinler sardýr (bkz.
Tylor, La Civili,sation Primitive, c. I, s. 326- 555). Düþünceciliðin ruh anlayý
þý tümüyle Hýristiyan tanrýbilimine ve
metafiziðine dayanýr. Antikçaðýn Parmenidesinden günümüze kadar sürüpgelen ve dü
þüncecilikle metafiziðin
baþkavramý olan tek, deðiþmez, varoluþu bulunmayan varlýk kavramýnýn kaynaðý, Mu
sa dininin tanrý Yahova'sýdýr.
Ýbr. yahova deyimi odur, eþdeyiþle dýr, eþdeyiþle varlýk anlamýndadýr. Neyi soyu
tlarsanýz soyutlayýn hep bu dýr'ý,
eþdeyiþle varlýk'ý elde edersiniz. Özellikle Platon'un varsayýmýna göre tüm nesn
eler, onlara yüklediðimiz
kavramlarla varlaþýrlar. Örneðin aðaç yeþildir, dallýdýr, yapraklýdýr, uzundur y
a da kýsadýr. Bütün bunlardan
soyutlayýn, aðaçtan ortada sadece dýr (eþdeyiþle odur, Ýbr. yahova) kalýr. Varlý
ðý (ne türlü olursa olsun, herhangi
bir varlýðý) bu dýr'dan, eþdeyiþle varlýðýndan da soyutlayýn, yokluðu elde eders
iniz. Daha açýk bir deyiþle, tüm
kavramsal yüklemlerinden ve sonunda da kendiliðinden soyutladýðýnýz kuþ, aðaç, i
nsan, taþ, meyve, yýldýz ve sayýsýz
nesnelerden ortada sadece bir yokluk kalýr. Ýþte bundan ötürüdür ki düþüncecilið
e ve metafiziðe göre gerçek varlýk,
var olan deðil, varolmayandýr. Buysa tek'tir, çünkü tüm sayýsýz nesneler soyutla
malar sonunda buna indirgenir.
Sayýsýz nesnelerin çokluðu bu teklikte böylece birleþir. Her þeyin kökeni de b
u deðiþmez, bizzat varoluþu (Fr.
Existence) bulunmayan, bu teklik olduðuna göre demek ki' asýl varlýk (Fr. Etre)
odur, buysa evrende varoluþu
bulunan tüm þeylerin varedicisi bulunduðu pek açýk olan tanrý'dýr. Ruh da bunun
için özdeksizdir, çünkü var
deðildir, eþdeyiþle yoktur. Parmenides-Aristoteles-Platon üçlüsünden Berkeley'le
re, Hegel'lere kadar sürüpgelmiþ
bulunan tüm idealizmin dayandýðý mantýk bundan ibarettir. Bu mantýða uyarsanýz s
iz de pek doðal olarak bir evren
ruhu (Os. Ruhül kainat, Fr. L'ame du monde)'nun sözünü etmek ve her þeyi onunla
açýklamak zorunda kalýrsýnýz.
Çünkü, bu mantýða göre, ondan baþka hiçbir þey yoktur. Bu mantýða uyarsanýz siz
de pek doðal olarak Berkeley gibi
evreni özdeksiz saymak zorunda kalýrsýnýz, çünkü ondan baþka hiçbir þey bulunmad
ýðý gibi varbulunmayan bir þey
de elbette özdeksel olamaz. Ama bu mantýða uyarsanýz, pek büyük bir mantýksýzlýk
etmiþ olacaðýnýz da þüphesizdir.
Ýdealizmin vardýðý sonuç þudur: Evrende tek varlýk (Ruh, Tanrý) vardýr, o da var
bulunmayandýr. Ruh kavramýnýn
idealist ve metafizik felsefedeki serüveni budur. Eytiþimsel ve tarihsel özdekçi
felsefe ruh kavramýný; metafiziðin ve
idealizmin bilimdýþý tüm yakýþtýrmalarýndan arýndýrmýþ ve onu nesnel gerçekliðin
yüksek derecede örgenleþmiþ
özdekte imgeler biçimindeki yansýsý olarak tanýmlamýþtýr. Ruhsal yan, özneyle ne
snenin karþýlýklý etkileþiminde,
toplumsal-tarihsel bir ürün olarak öznede meydana çýkar. Toplumsal-tarihsel bir
yaþam süreciyle belirlenmiþtir. Bu
belirlenimin sonucu olarak öznede duygular ve düþünceler halinde biçimlenir, ins
an örgenliðinin iç dünya'sýný
meydana getirir. Bu iç dünyada olup bitenler, temelde, nesnel gerçeklikte olup b
itenlerdir. Ne var ki insansal bilinç,
nesnel gerçekliðin öznede yansýyan imgelerine kendi etkinliðini de katar ve onla
rý zenginleþtirir. Eþdeyiþle, nesnel
gerçekliði sadece bir ayna gibi yansýtmakla kalmaz, ayný zamanda onu yaratýr da.
Bundan ötürüdür ki kimi insanlara, öbürlerinden farklý olarak; yüce ruhlu deri
z. Friedrich Engels þöyle der:
Ýnsanlar kendi fizik yapýlarý üstünde hiçbir bilgiye sahip olmadýklarý çaðlarda,
düþlerinde gördüklerine dayanarak þu
düþünceye varmýþlardý: Duygu ve düþünceleri, gövdelerinden deðil, gövdelerinin i
çinde bulunan ve ölümle beraber
gövdelerini býrakýp giden ruh'tan gelmektedir. Ýþte o zamandan beri ruh'la dýþ d
ünya arasýndaki iliþkiler üstünde kafa
yormalarý gerekti. Ruh, ölümle gövdeden ayrýldýðýna ve yaþamaya devam ettiðine g
öre, demek ki ölmüyordu. Ruhun
ölmezliði düþüncesi de böylece doðdu Bu, bir avunç olarak deðil, tam tersine, ke
ndisine karþý bir þey yapýlamayan
bir alýnyazýsý olarak ele alýndý. Ruhun ölmezliði, çoðunlukla, özellikle eski Yu
nanlýlarda bir mutsuzluk sayýlmýþtýr.
Bu sýkýntý, o zamanlar içinde bulunulan genel bilgisizlikten ve gövdenin ölümünd
en sonra da yaþadýðý bir kez kabul
edilince ardýndan insanýn ölümsüzlüðü gibi can sýkýcý bir kuruntuyu da doðal ola
rak getirecek olan ruh'a ne
yapýlmasý gerektiðini bilememekten doðan bir sýkýntýdýr (Etudes Philosophiques,
s. 24. Kimi sözcüklerin altýný
ben çizdim. O. H.). Ruh, ilkin bir açýklama ve sonra inanç konusu olan ve daha s
onra egemen sýnýflarýn iþlerine
yaradýðý ölçüde yaygýnlaþan bütün bu masallarýn dýþýnda, özdeðin hayvansal evrim
sürecinde sinirler ve beyin
olarak örgenleþmiþtir. Ýnsansal evrim sürecinde ruhsal oluþmaya dil ve bilinç ol
gularý da katýlmýþtýr. Böylelikle
canlý örgenlik, dýþ dünyaya uyabilme yapýsýný gerçekleþtirmiþtir. Ruh kavramý, d
ýþ dünyaya uyabilmeyi
gerçekleþtiren bu öznel yapýyý dilegetirir.
1849 yýlýnda doðacak olan bir büyük bilgin, Pavlov, ruh'un gerçek niteliðini t
üm ayrýntýlarýyla sergileyecek.
TAÞI PARÇALAYAN MANTAR. Kasýrgalar, þimþekler, gök gürültüleri arasýnda madenl
er, bitkiler, hayvanlar...
Bütün bu olup bitenler neden? Madenler, bitkiler, hayvanlar içinde bu soruyu sor
abilen ilk varlýk insan'dýr.
Ýnsanýn mutluluðu da, mutsuzluðu da bu yüzden. Ýnsan bu sorudan, onu çözünceye k
adar, kurtulamayacak.
Yüzyýllardan beri sorulan bu soruya pek çok karþýlýk bulunmuþ, oysa hiçbiri yetm
emiþtir. Düþünce zincirine katýlan
bir Alman düþünürü, Arthur Schopenhauer (1788-1860) de bu soruya þu karþýlýðý ve
riyor: Bütün bu olupbitenler
bir iradenin sonucudur. Bu iradeyse var olma isteði'nden baþka bir þey deðildir.
Ben bir deneyler ve gözlemler dünyasý içindeyim, diyor Schopen-hauer. Ne ilk,
ne de sonla uðraþamam. Benim
bulabileceðim ancak bu deneyler ve gözlemler dünyasýnýn gerçeðidir. Ýlk ve son,
bu dünyanýn dýþýndadýr. Ben,
deneyler ve gözlemler dünyamýn ýþýðýnda bütün olupbitenlerin bu iradeden, bu var
olma isteðinden doðduðunu
görüyorum. Deneylerim ve gözlemlerim bana bu sonucu veriyorlar. Önce bedenime ba
kýyorum. Ýþte bedenim bu
iradenin, bu isteðin ürünüdür. Bedenim, olaylaþan (hadise haline gelen) irademdi
r. Bedenim, var olma isteðimden
doðdu Bunu sadece kendi bedenimde deðil, gözlemler ve deneyler dünyamýn bütün ob
jelerinde görüyorum: Ýri
diþler parçalamak isteðinin, çevik bacaklar kaçmak isteðinin, kocaman gözbebekle
ri karanlýkta görmek isteðinin,
uzun gagalar sürüngenlerle beslenmek isteðinin ürünüdür. Bu istek hangi yöne çev
rildiyse yaratma ona uygun oldu.
Kendimden yola çýkarak evrene doðru yürüyor, evrenin de bu istekle var olduðunu
görüyorum.
Kendim için edindiðim düþünce, dýþýmdakiler için de bana bir fikir verir. Çünk
ü ben, sadece bir süre olsaydým,
objeleri hiçbir zaman bilemezdim. Ben, baþka düþüncelerin objesi olduðum gibi, k
endi düþüncemin de hem süresi
hem objesiyim. Þu halde kendim için de bir objeyim ben. Bundan da þu sonucu kola
ylýkla çýkarabilirim: Bütün
objeler, benim olduðum þeydir.
Ben, bir süre (düþünen) olarak, dýþýmdaki objeleri (düþünülenleri) nasýl idrak
ediyorsam, kendimi de öylece idrak
ediyorum. Bir kuþu, bir aðacý, bir baþka insaný gördüðüm gibi görüyorum kendimi
de. Þu halde, ben, kendim için
de, dýþýmdaki bir kuþ, bir aðaç, bir baþka insan gibiyim. Obje olduðumun idraki
bana, bütün objelerin, objektifleþen
alemin, evrenin gerçeðini de vermektedir. Benim yapým, onlarýn da yapýsýdýr. Evr
en, benden baþka türlü olamaz.
Öyleyse bütün objeler de, evren de ayný var olma isteðinin, ayný iradenin ürünüd
ür. Temel, bütün akýlcýlarýn
savunduklarý gibi düþünce deðil, iradedir. Düþünce, ondan sonra gelir ve onun bi
r gösterisidir. Biz, öz olarak,
iradeyiz. Evren de, öz olarak, iradedir. Evreni var eden yaþamak isteðidir. Mant
ar ýþýða ulaþmak için taþý parçalar.
Bu istek, öylesine güçlü bir istektir.
Ya ölüm?.. Ölüm, bir görünüþten baþka bir þey deðildir. Gerçekte ölüm yoktur,
yaþamak vardýr. Ölüm de yaþamak
içindir. Ölümü önemseyiþimizin nedeni, doðumu önemseyiþimizdir. Doðum da, ölüm d
e yaþamak iradesinin birer
görünüþünden ibarettir. Görünüþler ne olursa olsun yaþamak sürüp gitmektedir. Öl
üm kendi objemiz için pek
önemli görünmektedir ama, insan objesinin yaþama isteði için zorunludur. Sonsuz
sürekliliðin bir parçasý oluþumuz
bizi avundurmalýdýr. Kendilerini öldürenler sadece acý çeken bedenlerinin acýsýn
a son verebilirler, sonsuz
sürekliliklerine engel olamazlar.
Evren, sonsuzca birbirini yiyenlerin yeridir. Þu halde asýl olan erdem deðil,
erdemsizliktir. Dünya, Leibniz'in
sandýðý gibi, mümkün olan alemlerin en iyisi deðil, tersine, en kötüsüdür. Acý,
sevinçten çoktur. Parçalanan
hayvanlarýn acýlarýyla onlarý parçalayanlarýn sevinçlerini karþýlaþtýrýn. Erdemi
; madenler, bitkiler ve hayvanlarýn
dýþýnda, sadece insanlýk alanýnda deðerlendirmeye kalksak bile öldürmeler, yalan
lar, yaðmalar, entrikalar arasýnda
boðulup kalýrýz. Tarihin bir yapraðýný okuyan hepsini okumuþ demektir. Erdem, bi
r düþünce olarak, evren düzenine
aykýrýdýr. Yaþama irâdesi açýsýndan erdemi aramak boþunadýr, çünkü onu böylesine
bir boðuþma içinde bulamayýz.
Ölçüler, kendini yenme çabalarý, çalýþma sevgisi, incelmiþ bir bencillikten baþk
a bir þey deðildir. Bu incelmiþ
bencilliðe (splendida vitia) erdem adýný vermekle yetinmeliyiz.
Erdem denmeye deðer tek eðilim, acýmak'týr. Acýmaktan baþka erdem adýna bürüne
n bütün deðerlerin gizli amacý,
yaþama ve var olma isteðidir. Acýmak, her türlü bencil tutkunun dýþýnda bir eðil
imdir. Gülmek ve aðlamak gibi
acýmak da insana özgüdür. Madenler gülmez, bitkiler aðlamaz, hayvanlar acýmaz. Ý
nsan acýr ve büsbütün mutsuz
olur. Ýþte erdemin insana kazandýrdýðý.
Schopenhauer, acýmak erdemini Budist töresinden almýþtýr. Budizmin töresel ilk
esi acýmak ve sevmektir. Budist
töresinin son sözü de vazgeçmedir. Her türlü isteklerden, tutkulardan, gerektiði
nde de yaþamaktan vazgeçme... Bu
vazgeçiþ, Budisti sonsuz mutluluða kavuþturmakta, nirvana'laþtýrmaktadýr. Schope
nhauer, Hýristiyanlýðý da bu
açýdan eleþtiriyor ve onu Doðu'dan aldýðý bu ilkelerden ötürü doðru, Yahudilikte
n aldýðý ilkelerden ötürü yanlýþ
buluyor. Schopenhauer'e göre Ýsrailoðullarý, bütün ýrklar içinde, yaþamaya sýkýc
a yapýþmýþ ve yaþamaktan ne
pahasýna olursa olsun vazgeçmemeye karar vermiþ tek ýrktýr.
Hiç doðmamýþ olmak, doðmuþ olmaktan çok daha iyidir, diyor Schopenhauer. Var o
lmak, acý çekmek anlamýný
taþýr. Olumlu mutluluk sonsuz bir kuruntudur. Olsa olsa olumsuz bir mutluluða ka
vuþabilir insanlar, bu olumsuz
mutluluk da acýlarýnýn kýsa sürelerle azalmasýndan ibarettir. Parmaðýnýza bir ið
ne batar, acý duyarsýnýz. Ýðneyi
çýkarýr, acýnýzý dindirerek sevinirsiniz. Mutluluðunuz bu kadarcýktýr, daha çoðu
nu beklemeyin. Bin bir yeni bela
sizleri hiçbir zaman rahat býrakmayacaktýr. O belalarý birer birer yok 'etmeye ç
abalamakla geçecek ömrünüz. Birini
yok edince de, ardýnda ikincisinin sizi beklediðini düþünmeden, mutlu sanacaksýn
ýz kendinizi. Bu yüzdendir ki
cinsiyeti yaymak büyük bir kötülüktür. Bilinciniz bu kötülüðün utancýný taþýr. E
vlenmek, kendini yenmek gücünü
gösteremeyenlere acýmadan ötürü verilmiþ bir izindir. Ýsa'nýn babasýz doðuþunun
ince anlamý da buradadýr. Çünkü
Ýsa, böylesine utanç verici bir kötülüðü iþleyen bir adamýn oðlu olamazdý. Düþün
ce gücümüz, tutkularýmýzýn,
eðilimlerimizin boþluðunu anlamak içindir. Bunu anladýktan sonra vazgeçmelere do
ðru yöneliriz. Ýçimizde,
çevremizdekilere karþý bir acýmadýr baþlar. Tüze (adalet) duygumuz geliþir.
Schopenhauerin bu kötümserliði, þu sýralarda on yaþýnda bulunan Nietzsche'de d
oruklaþacak.
EVET DÝYEN ÝNSAN. XViii'nci yüzyýl Almanya'sý, düþünce düzeninin ekonomi düzen
ine dayandýðýný elle
tutulurcasýna belirten bir örnektir. Sýrtlarý ýsýnan, karýnlarý doyan, gelecekle
rine güvenle bakabilen insanlar
düþüncenin mutluluklarýna ulaþmaya çalýþýyorlar. Büyük aþklarla büyük düþünceler
geliþiyor. Yükselmenin
engelleri kýrýlmýþtýr. Kitapçýlar, operalar, tiyatrolar çoðalýyor. Yaþamanýn ilk
gereklerini yoluna koyan insanlar
resim seyretmek, müzik dinlemek istiyorlar. XVii'nci yüzyýlda baþlayan bu geliþm
e zinciri içinde; artýk, bir
nalbantýn oðlu terzi, terzinin oðlu okumuþ, okumuþun oðlu da Almanya'nýn en büyü
k ozaný olabilecektir. Kiþinin
mutluluðu, toplumun mutluluðuna baðlanýyor. Geçici mutluluklarla yanýla yanýla i
lerlemeye çalýþan insan, sonunda,
bu sürekli mutluluðu bulmuþtur, en büyük gerçeðe eriþmiþtir: Yaþamak güzeldir (W
ie es auch sei, das leben, es ist
gut).
Goethe (1749-1832), bu sonuca varabilmek için insan ikiliðinden, akla karadan
yola çýkýyor. Bu ikilik, iyilikle
kötülüktür. Ýnsan (Doktor Faust), bu ikiliðin çarpýþtýðý alandýr. Goethe, 58 yýl
, 1773'ten 1831'e kadar bu ikiliði
bire indirmeye uðraþacaktýr. Bu uzun düþünce yýllarý sonunda vardýðý gerçek þudu
r: Ýnsan, evet demelidir.
Goethe'ye göre, büyük gerçeðe varabilmek için kötülüðü yardýma çaðýrmak gücünü g
österebilen insan, iyilik
düþmaný deðil, iyilik arayýcýsýdýr. Çünkü insanýn öz kaynaðý erdemdir. Þeytan (M
efisto), ne yaparsa yapsýn, insaný
bu öz kaynaðýndan ayýramayacaktýr. Ýnsan sonunda aydýnlýða çýkacak, insan kalmas
ýný bilecektir; hayatý
yargýlayamayacaðýný anlayacaktýr. Hayat, kendiliðinden ne iyi, ne de kötüdür, ne
yse odur. Ýnsan, ona katlanmalý,
evet demelidir. Ýnsan, hayatýn doðal koþullarýna boyun eðmeli, ruhunu yenmeye ça
lýþan cismini dizginlemeyi
bilmelidir. Hayat, ancak o zaman, sürekli bir mutlulukla mutsuzluklar kovalamaca
sý da olsa, yaþanmaya deðer.
Yaþamak, insanlýk toplumunun ortak gücüne katýlmakla, güzeldir. Dehanýn ödevi, b
u gücü en yararlý amaca
yöneltmektir. Ýnsana sevinç duyuran, yeryüzü cennetinin kapýlarýný açan, bu amac
ý vicdanýnda duymasýdýr.
Böylesine bir sevinci duyuran, yeryüzü cennetinin kapýlarýný açan Mefisto deðild
ir; insanýn, Mefisto'ya raðmen,
kendi kendine eriþtiði bu bilinçtir. Ýnsan, ancak bu bilince eriþtiði ana; geçme
dur, o kadar güzelsin ki... diyebilir.
Goethe'nin uzun þiiri, Tanrýyla þeytanýn (iyilikle kötülüðün), insan üstünde bah
se giriþmeleriyle baþlýyor. Ýnsan,
hangisinin olacaktýr? Tanrýya göre insan, bilinmezi araþtýrdýðý sürece yanýlabil
ir, sonunda nasýl olsa üstün
yaratýlýþýný anlayacak, kendisine dönecektir. Þeytansa (Mefisto), insanýn hiçbir
zaman Tanrýya dönmeyeceði,
bencilliðinin, bundan ötürü de kendisinin tutsaðý olarak kalacaðý kanýsýndadýr.
Doktor Faust, böylesine bir bahis
için iyi bir alandýr. Çünkü, her iki güce de sýrt çevirmiþ, þeytaný olduðu kadar
Tanrýyý da kendinden üstün
saymamýþtýr. Gerçeði aramak için tozlu kitaplarýna gömülerek ömrünü geçirmiþ, so
nunda bula bula þunu bulmuþtur:
Baþlangýç sözdü, diye yazýlý. Daha buradayken duralýyorum. Söze o kadar önem ver
memeliyim. Baþlangýç
düþünceydi. Oysa, her þeyi var eden düþünce midir? Baþlangýç güçtü.
Ama bunu yazdýðým anda burada kalamayacaðýmý anlýyorum. Öyleyse, baþlangýç eyl
emdi.
Doktor Faust, býkmýþ usanmýþtýr, ömrünü boþuna geçirdiði kanýsýndadýr. Kendisi
ni öldüreceði sýrada karþýsýna
Mefisto çýkýyor. Mefisto ona, hayatýn yaþanmaya deðer bulunduðunu, o kadar güzel
sin ki, geçme dur...
diyebileceði anlarý olacaðýný söylemektedir. Faust, hayatýn böylesine büyüleyici
anlarý olabileceðine
inanmamaktadýr. Ýkinci bahis, þeytanla insan arasýnda tutuþuluyor. Mefistö, Faus
t'a bu anlarý yaþatacak, Faust da
öbür dünyada Mefisto'ya ruhunu verecektir. Faust, dünya zevklerini, ruhunu verer
ek satýn almaktadýr. Ruhunu
kurtarmak için yaþamanýn hiçbir anýna, geçme dur, o kadar güzelsin ki... dememes
i gerekiyor. Dayanamayýp bunu
söylerse bahsi kaybedecektir.
Tanrýya göre insanlarýn bu denemelerinin hiçbir önemi yoktur, sonuç kesindir;
insan yanýlmak içindir, yanýlanlar
sonunda sürüye dönecektir: Siz, öz Tanrý çocuklarý, yaþayan zengin güzelliklerde
n tadýnýz. Sonsuza deðin
yaþayacak evren, sizleri sevginin bitmez tükenmez tatlýlýklarýyla sarsýn.... Bah
çývan, yeþillenen fidanýn gelecek
yýllar çiçeklerle süsleneceðini bilmektedir. Faust'un býkmýþ usanmýþlýðý ahmaklý
ðýnýn sonucudur, ruhunu þeytana
satmasý da ahmaklýðýnýn tepkisidir. Gerçekte, cennetle cehennem, þeytanla Tanrý,
onun benliðinde çarpýþmaktadýr.
Þeytanla Tanrýnýn diyaloðu, Doktor Faust'un iç diyaloðudur: Ah, benim içimde iki
ruh yaþýyor. Biri ötekinden
ayrýlmak istiyor. Bu, kaba tutkularla dünyaya sarýlýrken, þu, tozlarýn arasýndan
hýzla kalkarak ulu atalarýn yurduna
yükseliyor.... Faust'un sözünü ettiði, tozlar, yýllarca, dünya mutluluklarýna sý
rt çevirerek üstüne kapandýðý
kitaplarýnýn tozlarýdýr.
Doktor Faust, göksel Tanrýya benzemediðini sezmektedir. Yeryüzünün ruhu kendis
ine daha yakýndýr. Ýnsanlarýn
her yerde acý çektiklerini görmüþ, saf ve hafif gün'ü aramýþtýr: Ah, felsefe, hu
kuk, týp, maalesef Tanrýbilim. Bütün
bunlara ateþli bir istekle çalýþtým. Ýþte ben, zavallý çýlgýn, neysem gene oyum.
Hey dolunay. Bana kaðýt, kitap
yýðýnlarý üstünde görünürdün. Ah, senin sevimli ýþýðýnda dað tepelerinde gezineb
ilseydim, kara oyuklar çevresinde
ruhlarla uçuþabilseydim, alacakaranlýðýnda çimenler üstünde dolaþabilseydim, büt
ün bilgi sislerinden sýyrýlýp senin
þebnemlerinde yýkanarak saðlýða doðabilseydim...
Oysa kendini sadece hayata vermek için çok yaþlýdýr, isteksiz olmak içinse çok
gençtir. Ýnsanlýðýn en büyük gücü
sayýlan bilgiyle düþünceden tiksinmektedir. Þehveti isteyecek, ama sevinç bulduð
u için deðil, çok acý veren zevk
olduðu için. Bilgiye susamanýn etkisinden kurtulan kalbi, artýk hiçbir acýya kap
alý kalmamalý: Eðer, geçen ana dur,
o kadar güzelsin ki dersem... O zaman beni zincirleyebilirsin. O zaman sevinçle
yok olmaya razýyým. O zaman
ölüm çanlarý çalabilir. O zaman görevim bitmiþ olur. O zaman saat dursun, yelkov
an düþsün, vaktim tamam olsun.
Çocuk çocuktur, oyun da oyun. Grethenin bir bakýþý bu dünyanýn bütün bilgilerind
en daha deðerlidir. Zeka denilen
þey ahmaklýktan baþka bir þey deðildir, niçin masumluk kendi kutsal deðerini bil
mez? Yapýlacak tek þey, kendini
bütünüyle vermek, sonsuz olmasý gereken mutluluðu duymaktýr. Umutsuzluk mudur bu
? Hayýr, sonsuzluktur. Kim
Tanrýya inanýyorum diyebilir, kim ona inanmadýðýný söyleyebilir? Mutluluðu içind
e duyunca ona ne ad takarsan
tak, mutluluk de, aþk de, kalp, de, Tanrý de, ne dersen de. Ad, göklerin parlakl
ýðýný sislendiren bir sestir ama, duygu
her þeydir. Grethenin kollarý arasýnda göklerin sevinci nedir ki? Ýnsan için tam
olan hiçbir þey yoktur; istekten
zevke doðru akacak, zevkin kucaðýndayken gene isteðin özlemini çekecektir. Ýnsan
, bu ikilikten kurtulamayacak.
Ýstek, zevk, gene istek, gene zevk, yeniden istek, sonunda, keþke dünyaya hiç ge
lmemiþ olsaydým....
Fýrtýnadan sonra gökte ebemkuþaðý görünür. Ebemkuþaðý, insanlýk eyleminin göðe
vuruþudur. Bu renkler hayattýr.
Yalnýzlýk içinde yaþayan, çevrelerinde ne mekan, ne de zaman bulunmayan Tanrýçal
ar annelerdir. Oluþum,
deðiþim... Ýþte annelerin sonsuz düþüncelerinin sonsuz diyaloðu... Güzellikleri
yakaladýðýný sanýrsýn, elinde bir
süpürge sýrýðý, bir deðnek, bir mantar kalýr. Ýnsandan her zaman kaçacak olan, s
ükunu tatmaktýr. Doktor Faust,
sadece bunu tatmadan, özlediði zevklerin her birini tadarak yüz yaþýný bulmuþ, o
ysa hiçbir mutluluða, geçme, dur!
dememiþtir. Tam öleceði ana, geçme, dur! diyecek, fakat gene de bahsi kaybetmiþ
olmayacaktýr. Çünkü, artýk
aydýnlýða kavuþmuþ, evet demesini öðrenmiþtir. Onu aydýnlýða kavuþturan, Mefisto
'nun önüne serdiði mutluluklar
deðil, kendi öz varlýðýdýr. Tanrý, þeytanla bahse tutuþurken insanýn bu öz varlý
ðýna güvenmiþti. Bu öz varlýk,
sonunda, gerçeði bulmuþtur: Saðduyunun son yargýsý þudur: Hayat o kimsenindir ki
, her gün onu yeniden kendinin
eder. Özgür bir toprakta, özgür bir halk arasýnda bulunmak istiyorum. O zaman, g
eçen ana, dur, o kadar güzelsin
ki, diyebilirim. O zaman, yeryüzünde geçirdiðim günlerin izi kaybolmaz. Böyle bi
r mutluluðun önsezisi içinde,
þimdi, o en yüksek anýn zevkini tadýyorum.
Ýnsanlar, o kadar güzelsin ki, geçme, dur!.. diyebilecekleri bir yaþamýn özlem
i içindedirler.
DOKTOR JEKYLL VE MÝSTER HYDE. Peki; Goethe'nin insanlarda varsaydýðý bu ikilik
, iyilikle kötülük,
birbirinden ayrýlamaz mý? Kendinde hiç kötülük bulunmayan tüm iyi bir insanla ke
ndinde hiç iyilik bulunmayan
tüm kötü bir insan varolamaz mýydý? Ýþte ondokuzuncu yüzyýl Ýngiltere'sinin çok
okunan romancýsý Robert Louis
Stevenson(1850-1894) da bunu tasarlýyor. Romantik bir açýdan iþlediði bu tasarým
ýn sonucu Mister Hyde'dir.
Mister Hydein erdemli insanlarý ürperten bir dýþ görünüþü var.
Onunla karþýlaþanlar sarsýlýyor, tiksinti duyuyorlar. Biçim, özün aynasýdýr. S
tevenson da bu bilgiye dayanarak
Mister Hydein biçimini özüne uygun kýlýyor. Karþýmýza çýkardýðý her bakýmdan bir
canavardýr.
Stevenson bu iþe, bir düþünce adamý olmaktan çok, bir romancý olarak giriþmiþt
ir. Doktor Jekyll'e söylettiði þu
sözlerle çýkýþ noktasýný açýklýyor: En büyük kusurum taþkýn bir neþ'em olmasýydý
. Bu neþ'e birçoklarýný mutluluða
ulaþtýrmýþtýr. Ama ben, baþýmý her zaman yükseklerde tutmak, herkesin önünde çok
aðýrbaþlý görünmek isteðiyle
yandýðým için, bu neþ'eyi saygýdeðerlik isteðimle uzlaþtýramýyordum. Neþ'emin, t
adýný gizlice çýkarabilirdim, öyle
yaptým. Ne yaptýðýmý düþünecek bir çaða varýp da çevreme baktýðým, toplum içinde
ki durumumun bilançosunu
çýkardýðým zaman kendimi güçlü bir hayat ikiliðine düþmüþ buldum. Kendimi soruml
u tuttuðum yolsuzluklarý
hastalýk denecek kadar utançla ayýp sayýyor, baþkalarýndan gizliyordum. Ýçimdeki
isteklerin egemenliði, insanýn çift
yüzlü tabiatýný hem ayýran hem birleþtiren o iyilikle kötülük dünyalarýný, bende
, birçoklarýnda olduðundan daha
derin bir uçurumla ayýrýyordu. Bu yüzden, dinlerin temeli olan, acýlarýn en büyü
k kaynaðý o çetin hayat kanununu
sürekli olarak düþünmeye baþladým. Bu kadar geniþ bir ikilik içinde bulunduðum h
alde ikiyüzlü deðildim,
kiþiliðimin her iki yönündeki davranýþlarý da içtendi. Araþtýrmalarým gittikçe þ
u gerçeðe yaklaþýyordu Ýnsan,
gerçekte, bir deðil, iki kiþilik taþýmaktaydý. Ben iki diyorum, çünkü bilgim ben
i daha öteye götürmedi. Ýlerde, bu
yolda araþtýrmalar yapanlar elbette beni geride býrakacaklardýr. Sonunda insanýn
, birbirini tutmaz, birbirine
benzemez, birbirleriyle ilgisiz birçok nesnelerin topluluðundan baþka bir þey ol
madýðý görülecek. Buna
inanýyorum.
Stevenson'a göre, insanýn mutluluðuna engel olan, bu iki kiþiliðin bir bedende
toplanmasýdýr. Ýyilik kiþiliðiyle
kötülük kiþiliði bir arada bulunmasa, her biri ötekinden ayrý olarak, ötekiyle k
arþýlaþmadan kendi yolunda
yürüyebilse, her iki kiþilik de ayrý yollardan ayný mutluluða ulaþabilecektir..
Vicdan sýzlamasý, rezil olmak,
piþmanlýk duygusu her iki kiþiliðin birleþmesinin sonucudur. Birinin olduðu yerd
e öbürü bulunmasaydý, örneðin
piþmanlýk duygusu insana acý çektirmezdi. Çünkü, kötü kiþilik piþmanlýðý doðuran
iyilik düþüncesinden uzaktýr, iyi
kiþilikse piþmanlýðý doðuracak bir davranýþta bulunmayacaktýr.
Þu halde, insana boþ yere, acý çektiren bu iki kavgacýyý birbirinden ayýrmak g
erekiyor. Ýþte Stevenson'un Doktor
lekylle'le Mister Hyde adlý romaný bu tasarýmý iþlemektedir. Saygýdeðer Doktor J
ekyll, bulduðu bir ilaçla, Mister
Hydei kendinden ayýrarak Londra sokaklarýna salýveriyor. Artýk rahat rahat adaml
ar öldürülecek, hýrsýzlýklar
edilecek, yalan söylenecek, sarhoþ olunacak, þehvet peþinde koþulacaktýr. Bunlar
yapýlýrken de rezil olunmayacak,
piþmanlýk duyulmayacak, vicdan sýzlamayacaktýr: Böylesine bir canavarý meydana g
etiren Doktor Jekyllin çekmesi
gereken acýlar baþka bir konu.
Ama Stevenson'un unuttuðu bir þey var: Mister Hyde (erdemsizlik) neþ'eden doðm
uþtu; demek ki Doktor Jekyll
(erdem)'e keder kalmaktadýr.
ÜÇÜNCÜ YOL. Olguculuk (Pozitivizm) öðretisi Hume ve Kant anlayýþlarý temeli üs
tünde Fransýz düþünürü
Auguste Comte (1806-1837) tarafýndan kurulmuþtur. Ýngiliz düþünürleri John Stuar
t Millie (1806-1873), Herbert
Spencerin (1820-1903) de geniþ çapta katkýlarý olmuþtur. Öðretiye olguculuk adýn
ý veren Comte'dur. Comte'un
terminolojisinde pozitif deyimi, kök anlamlarýyla yýkýcý (La. Negatio) anlamýnda
ki negatif deyimi karþýlýðý olarak
yapýcý (La. Positor) anlamýný dilegetirir. Comte, bu deyimle, kurduðu sistemden
önceki bütün felsefelerin yýkýcý ve
olumsuz olduklarýný, ancak kendi sisteminin yapýcý ve olumlu olduðunu ileri sürm
ektedir. Comte'a göre, bütün
felsefeler yýkýcý ve olumsuz olmuþlardýr, çünkü deneyi aþan anlamýnda metafizikl
e uðraþmýþlardýr. Oysa ister
düþünceci (idealist) ister özdekçi (materyalist) olsun, deneyi aþan bütün spekül
asyonlar metafiziktir. Felsefeden
metafiziði atmak ve bunun yerine bilimi koymak gerekir, bundan ötürü de olguculu
k bir bilim felsefesi'dir. Comte,
bu savýyla, daha ilk adýmýnda felsefeden vazgeçmekte ve felsefeyi yasaklamaktadý
r. Bundan ötürü de olguculuk
felsefesiz bir felsefe, eþdeyiþle felsefenin temel sorunlarýný yadsýyan bir fels
efe olmak iddiasýný taþýr. Comte'a göre,
bilim felsefeden vazgeçebilir, çünkü bilim baþlý baþýna bir felsefedir. Comte'cu
bilim anlayýþý da genel bilim
anlayýþýndan farklýdýr. Görgücü (ampirist) ve olaycý (fenomenalist) bir temele d
ayanan bu bilim anlayýþýna göre
bilim, olgularý açýklayamaz, sadece betimleyebilir (tasvir eder). Bu bilim, ne ö
zdeði ne de ruhu inceleyebilir, çünkü
bunlar bilinemez. Bundan ötürü de olguculuk bir bilinemezcilik'tir. Bilim, sadec
e ilineksel (La. Positivus) planla
uðraþacaktýr, bu da olgu'lardýr. Bilim bu olgularý gözlemleyerek aralarýndaki ba
ðýntýlarý, eþdeyiþle yasalarý
kavramaya çalýþan bir deney ve gözlem alanýdýr. Comte'cu olgu anlayýþý da genel
olgu anlayýþýndan farklýdýr.
Comte'cu anlayýþta olgu, sadece duyumlar ve algýlardýr. Duyumlarýmýz ve algýla
rýmýzla bize araçsýz olarak
verilenlerin dýþýnda baþkaca hiçbir bilimsel olgu yoktur. Comte, bilimin ancak g
özlem sonuçlarýný bildirebileceðini
ve sadece bu sonuçlar arasýndaki iliþkileri gözlemleyebileceðini ilerisüren bu s
avýyla daha ilk adýmýnda, felsefeyi
olduðu gibi, bilimi de yasaklamaktadýr. Tanrýnýn dünya ile zar attýðýna inanmýyo
rum sözüyle, uyumlu ve düzenli
bir evrende yaþayan insanýn fiziksel gerçeklerin bilgisine ulaþabileceðini dileg
etiren ve bulgularýyla da bunu
tanýtlayan büyük fizikçi Albert Einstein, Comte'un bu yasaðýna karþý çýkan bilim
cilerin en belli örneklerinden
biridir. Düþüncecilikle özdekçiliði metafizik ve bundan ötürü de bilimdýþý sayar
ak bunlarýn üstünde bir bilim
metodolojisi kurmaya çalýþan olguculuk, bu niteliðiyle de üçüncü felsefe adýný a
lmýþtýr. Felsefe ve bilimde bir
yöntem olmak isteyen bu üçüncü yol denemesi, özdeksel ve nesnel gerçeklikten de
kopmakla bireysel bilinç
çerçevesi içine kapanarak bir öznel düþüncecilik (sübjektif idealizm) niteliðini
kazanmaktadýr. Böylelikle,
felsefenin ve bilimin temel sorunlarýný saf dýþýna iten bu bilimsel felsefenin u
ðraþý alanýnda sadece iki konu
kalmýþtýr: Tarih ve toplum. Auguste Comte bu konularý iki varsayýmla betimlemeye
ve bir varsayýmla düzenlemeye
çalýþmaktadýr: Üç durum yasasý, bilimlerin aþama sýralarýnýn saptanmasý, din...
Metafiziðe karþý çýkmakla iþe
baþlayan olguculuk, sonunda yeni bir din önerisiyle yeniden metafiziðin alanýna
girmek zorunda kalmýþtýr. Sistemin
tümüyle incelenmesi sonunda açýkça görüldüðü gibi, Comte'cu savlarýn gerçek amac
ý ne felsefe ne de bilimdir,
sadece siyasa'dýr. Olguculuðun yukarda sayýlan üç uðraþýsý bu amacýn gerçekleþti
rilmesi için hazýrlanan
gerekçelerdir. Bu siyasa, Comte'un þu formülüyle dilegetirilmektedir: Ýlke olara
k sevgi, temel olarak düzen, erek
olarak ilerleme (Fr. L'amour comme principe, l'ordre comme base, progres comme b
ut). Ne var ki bu ilerleme,
kurulu düzenin çerçevesi içinde ve devrimleri önlemek amacýyla gerçekleþtirilmek
istenen bir ilerlemedir.
Devrimleri önlemek içinse onlarý önceden görmek gerekmektedir. Comte bu gereði d
e þu formülüyle dilegetirmiþtir:
Bilmek için görmeli, önceden görmek için bilmeli, düzenlemek için önceden görmel
iz (Fr. Voir pour savoir, savoir
pour prevoir, prevoir pour regler). Comte'a göre, toplumsal deðiþikliklerin baþl
ýca etkeni siyasadýr (bkz. Comte,
Cours de Philosophie Positive, Paris 1839, c. dördüncü s, 399-400).
Comte'cu sistemde köklü bir toplumsal deðiþmeye engel olmak için gereken siyas
aya varmakta tutulacak yol
(pozitivist metodoloji) þöyle saptanmýþtýr: Ýnsansal bilgi olgusunun geliþmesi i
çin tarih gözlemlenecek, bu gözlem
sonucunda anamalcýlýðýn deðiþmez ve sonsuz bir nitelik taþýdýðýný tanýtlayacak o
lan toplumbilimin baþ yerini
saptamak için bilimler sýralanacak, bundan sonra da 1789 Fransýz Devrimi'yle fil
izlenmiþ olan özgürlük sorununu
kökünden çözümleyecek olan siyasa saptanacaktýr. Comte'a göre, bir taþýn özgür o
lup olmadýðý sorunu nasýl
sözkonusu deðilse bir insanýn özgür olup olmadýðý sorunu da öylece söz konusu de
ðildir. Tarih ve toplumbilim bu
siyasayý gerçekleþtirecek olan birer araçtýrlar: Ýyi anlaþýlmýþ bir tarih bilimi
yle ussallýða indirgenmiþ bir siyasa
birbirlerine uygundur (Comte, Ýbid, s. 283-284). Auguste Comte, siyasa amacýný C
athecisme Positive ou Sommaire
Exposition de la Religion Universelle (1852) adlý yapýtýnýn birinci baskýsýnýn ö
nsözünde þöyle açýklamaktadýr:
Batý'yý anarþik bir demokrasiyle kokuþmuþ bir aristokrasiden kurtarmaya geliyoru
z. Biz sosyokratlar, aristokrat
olmadýðýmýz kadar demokrat da deðiliz. Olguculuk, bunlarýn müessif çatýþmalarýný
n yerine aralarýnda zorunlu bir
baðýmlýlýk iliþkisi kuracaktýr. Siyasamýz, bu iki eksik ve tutarsýz yanýn üstünd
e bulunmaktadýr. Felsefesel ve
toplumsal mezhebimin sürüp geldiði otuz yýldan beri çeþitli rejimlerimizde muhal
efet denilen þeye karþý daima derin
bir nefret ve her türlü yapýcý'lara karþý gizli bir yakýnlýk duymuþumdur.
Genel kuruculuðun en çok bir ihtiyaç olduðu bu yüzyýlda yapýcý'larý daima yýký
cý'lara yeðlemiþimdir.
Tutucularýmýzýn gerilikleri bana basit devrimcilerimizden çok daha yakýndýr. Bun
dan sonra, Marx'ýn afyon
deyimini tanýtlamak için yazýlmýþçasýna, toplumsal düzeni endüstri anamalcýlýðý
yararýna saðlamak ve Comte'un
deyimiyle modern keþmekeþ'e egemen olmak için Ýnsanlýk dini'nin (Fr. Religion de
l'humanite) kurallarý ve
yasalarý sergilenmektedir. Bu müspet din'in mülkiyeti nasýl baþ tacý edeceði ve
gene Comte'un deyimiyle, en az
para kazanan iþçi sýnýfýnýn baþkaldýrýþýna, her kiþisel hizmetin bunu yapmaktan
doðan haz ve saðladýðý
minnettarlýktan baþka hiçbir þey içermediði öðüdüyle nasýl engel olunacaðý uzun
uzun anlatýlmaktadýr (Özellikle
bkz. Ýbid, Önce Toplumsal, Sonra Törebilimsel ve Ýnsansal Düzen baþlýðý altýnda
verilen sekizinci konuþma). Bu
siyasal sonucu gerçekleþtirmek için Auguste Comte, Paris'te, kapýsýnda Positiviz
m Müdürü (Fr. Directeur de
Positivisme) yazýlý bir levha bulunan Monsieur le-Prince sokaðýndaki 10 numaralý
apartmanýnda, ne düþünceci ne
de özdekçi olan ve bundan ötürü de sadece tarihsel olgularýn gözlemlenmesine day
anan ilk olgucu varsayýmýný
þöylece oluþturmuþtur: Ýnsanlýðýn evrimi, bilginin evrimiyle gerçekleþmiþtir. Bi
lginin evrimi, insan düþünüþündeki
deðiþiklikleri dilegetirir. Ýnsan düþünüþündeki deðiþikliklerde üç durum gözleml
enmektedir. Birinci durum,
Tanrýbilimsel durum'dur (Fr. L'etat theologique). Ýnsanlýk bu durumunda Tanrýlýk
güçlerle yönetildiðini sanmýþ,
çevresini ve kendisini Tanrýlýk düþünceyle açýklamaya çalýþmýþtýr. Ýnsanlýðýn bu
ilk durumu da kendi içinde üç
evreden geçmiþtir. Birinci evrede insan, çevresindeki nesneleri kendisi gibi can
lý ve akýllý olarak düþünmüþtür. Bu
evre, insansal düþünüþün fetiþçilik evresi'dir. Bir süre insan düþüncesi deðiþik
liðe uðrayarak kendisinin ve
çevresinin çok sayýdaki görünmez varlýklarca yönetildiðini düþünmüþtür. Bu ikinc
i evre çoktanrýcýlýk evresi'dir.
Daha sonra bu çok sayýdaki görünmez varlýklarýn tek ve büyük bir iradenin yöneti
mi altýnda bulunduðu düþüncesine
varmýþtýr. Bu da, insan düþüncesindeki birinci durumun üçüncü tektanrýcýlýk evre
si'dir. Ýnsan düþüncesinin bu
durumu giderek köklü bir deðiþikliðe uðramýþ ve soyutçuluða yönelmiþtir. Hýristi
yan Avrupa'nýn ortaçaðý bu ikinci
metafizik durum'un (Fr. L'etat metaphysique) tarihsel bölümüdür. Bu durum insan
düþüncesinin, kendisine
benzeyen Tanrýlardan vazgeçerek, soyut kavramlara yöneldiði ve Tanrýsýný bu soyu
t kavramlarla nitelediði bir
durumdur. Ýnsan düþüncesi bu durumda kendisinin ve çevresinin yönetimini soyut k
avramlarla açýklamaya
çalýþmýþtýr. Ortaçaðýn sona ermesiyle kapanan bu evreyi, insan düþüncesinin son
ve yetkin durumu olan olgucu
durum (Fr. L'etat positif) izleyecektir. Olgucu durum, ilk kavgasýný, daha ortaç
að sona ermeden adcýlarla vermiþ ve
soyut kavramlarý tahtlarýndan indirmiþ bulunmaktadýr. Yapýcý (Fr. Positif) düþün
üþ gerçek zaferine olguculukla
ulaþacaktýr. Bu yeni durumu gerçekleþtirecek olan, olgucu düþünür ve bilginlerde
n kurulu, yeni bir sýnýf yaratmak
gerekmektedir. Siyasal gücü elinde bulunduran sanayiciler, tüccarlar, tarýmcýlar
dan kurulu aktif sýnýf bu olgucu
durumu gerçekleþtiremez. Maddi güç, kendisini daha da güçlendirecek olan yeni bi
r manevi güç'e muhtaçtýr.
Toplumun düzenlenmesi için gereken bu manevi gücü de yeni bir insanlýk dini sa
ðlayacaktýr. Comte'un Üç Durum
Yasasý (Os. Üç Hal Kanunu, Fr. Loi des Trois Etats) adýný verdiði ilk varsayýmý
budur. Comte bu varsayýmýyla insan
bilgisinin geçirdiði deðiþiklikleri saptamak için tarihi gözlemlediði kanýsýndad
ýr. Ne var ki þimdi, bu yeni siyasetini
önermeden önce, toplum'un ne durumlar geçirdiðini saptayacak olan toplumbilimin
(Sociologie deyimini öne süren
de Comte'dur) nasýl oluþtuðunu gözlemlemek gerekmektedir. Bu gözlemleme de Comte
'un bilimlerin hiyerarþisi
adýný verdiði ikinci varsayýmýný meydana getirecektir. Comte'a göre tek tek bili
mler positif bilimler'dir ve her biri
genelden özele giden bir hiyerarþiye baðlý olarak varlaþmýþtýr. Bilimlerin bu sý
ra düzeninin en altýnda, en genel bilim
olan matematik, en tepesinde de en özel bilim olan toplumbilim vardýr. Her bilim
, insan düþüncesi ve felsefe gibi,
kendi içinde üç durumdan geçmektedir. Auguste Comte, Hegelin üçlemelerinden esin
lendiði bu üç durum'u her
olguda gözlemler ve onlarý çocukluk, gençlik, olgunluk çaðlarýna benzetir. Þöyle
der: Hepimiz çocukluðumuzda
Tanrýbilimci, gençliðimizde metafizikçi, olgunluðumuzda da fizikçi eþdeyiþle müs
pet felsefeci olduðumuzu
anýmsamaz mýyýz? (Comte, Cours de Philosophie Positive, Paris 1830, cilt I; s. 7
). Buna göre her bilim de kimi
hala birinci ya da ikinci durumda bulunmak üzere bu üç evreyi geçirmiþ ya da geç
irmektedir. Comte'a göre bilimler,
yalýnlýklarý oranýnda sonuncu duruma erken eriþmiþlerdir. Bilimlerin en yalýný o
lan matematik, ilk gününden beri
olgucu durumdadýr, Tanrýbilimsel ve metafizik durumlarý geçirmemiþtir, binlerce
yýldan beri ilk biçimiyle
sürüpgelmiþ ve üç kez üçün on etmesi için Tanrýya yalvaracak hiçbir saðduyulu ki
þi çýkmamýþtýr. Buna
karþý, örneðin astronomi bilimi karmaþýklýðý yüzünden üç durumun üçünü de geçirm
iþtir: Aristoteles'le
Tanrýbilimsel, Copernicus ve Kepler'le metafizik, Newton'la pozitif olmuþtur. En
karmaþýk bilim ve sýra düzeninin
baþ tacý olan toplumsal fizik (Fr. Physique sociale) ya da toplumbilim'se henüz
metafizik durumdadýr, onu pozitif
duruma pozitivizm getirecektir. Bilimlerin, her biri kendinden önceki bilimlere
baðlý olarak, sýra düzeni þöyledir:
Ýlk bilim, en genel, en yalýn; baþkaca hiçbir bilimin bilgisini gerektirmeyen ar
itmetik'tir. Bunu, kendinden önceki
aritmetiðin bilgisinden baþka hiçbir bilgiyi gerektirmeyen geometri izler. Geome
triden sonra da, kendinden önceki
aritmetikle geometrinin bilgilerinden baþka hiçbir bilgiyi gerektirmeyen mekanik
gelir. Bu üç bilim, bütün
bilimlerin temeli olan matematiki meydana getirir. Comte'a göre matematik, kendi
ni ayný sýra düzeni içinde
meydana getiren üç bilimi içeren birinci bilimdir. Doða bilimleri, ilk bilim ola
n bu matematik bilimler'in üstünde
kurulacaklardýr. Doða bilimler de cansýz cisimler bilimleri ya da inorganik fizi
k'le canlý cisimler bilimleri ya da
organik fizik olmak üzere ikiye ayrýlmakla genel bilimler sýralamasýnda bir üçlü
k meydana getirirler: Matematik,
inorganik fizik, organik fizik. Bu üçlüðün yeni iki bölümü de ayný mantýksal sýr
a düzeniyle oluþur. Ýkinci bilim
olarak astronomi, kendinden önceki matematiðin bilgilerine kendi özel bilgisini
ekleyerek meydana gelir. Üçüncü
bilim olan fizik, kendinden önceki matematikle astronominin bilgilerine kendi öz
el bilgisini ekleyerek oluþur.
Dördüncü bilim olan kimya, kendinden önceki matematik-astronomi- fizikin bilgi
lerine kendi özel bilgisini
ekleyerek biçimlenir. Bu üçlük (astronomi, fizik, kimya) de genel üçlüðün ikinci
si olan cansýz cisimler bilimleri'ni
meydana getirir. Comte'a göre, bu üçlüklerin sýra düzeni de ayný mantýða baðlýdý
r. Yani, ikinci üçlük birinci
üçlükteki bilgilere muhtaçtýr ama, birinci üçlük ikinci üçlükteki bilgileri gere
ktirmez. Bu mantýksal düzen üçüncü
aþamada da sürer. Beþinci bilim olan biyoloji, kendinden önceki bilimlerin bilgi
lerine muhtaçtýr ve bunlara kendi
özel bilgisini katmaktadýr. Altýncý bilim olan toplumbilim de öyledir, kendinden
önceki bilimlerin bilgilerine kendi
özel bilgisini ekleyerek kurulmuþtur. Bu mantýksal sýra düzeninin mantýksal sonu
cu olarak Auguste Comte,
toplumbilimin yasalarýný biyolojinin yasalarýna indirgemiþ olur. Görüldüðü gibi
bu sýra düzeninde bilimler en
genelden en özele, en yalýndan en karmaþýða doðru ve Üç Durum Yasasý'na uygun ol
arak sýralanmýþlardýr. Örneðin,
en baþta bulunan matematik, Tanrýbilimsel ve metafizik evrelerden hiç geçmemiþ v
e ilk kuruluþundan beri pozitif
olmuþtur. Buna karþý en sonda bulunan toplumbilim henüz pozitif duruma girmemiþt
ir. Comte'a göre bu sýra
düzeninde didaktik bir ilke de izlenmiþtir, bilimler bu sýraya göre daha çabuk v
e kolay öðrenilirler. Bu sýra düzeni,
ayný zamanda, bilimlerin tarihsel geliþmelerini de saptamaktadýr. Auguste Comte
böylece sýraladýðý altý bilime soyut
bilimler demektedir. Her soyut bilimi onun karþýlýðý olan somut bilimler bütünle
r: Örneðin, soyut fizik ve kimyaya
somut mineroloji, soyut biyolojiye somut zooloji ve botanik baðlýdýr. Soyut bili
mler, olgularýn genel yasalarýyla,
somut bilimlerse bu yasalarýn uygulandýðý varlýk ve nesnelerle uðraþýr. Somut bi
limler soyut bilimlere baðlý
olduklarýndan zorunlu olarak onlardan daha aðýr geliþirler. Bilimlerin bu mantýk
sal sýra düzeni sonunda oluþan
toplumbilim (Comte, sosyoloji terimini ilkin altý ciltlik Cours de Philosophie P
ositive adlý yapýtýnýn dördüncü
cildinde, Pascal'ýn 1648 yýlýnda ilerisürdüðü fizik sosyal deyiminin yerine kull
anmýþtýr)'le Comte, siyasal
olguculuk (Fr. Positivisme politique) denemesine giriþmektedir. Bu bilimin konus
u Comte'un insanlýk anlamýnda
kullandýðý büyük vücut (Fr. Le grand etre)'tur. Ona göre bu büyük vücut, iki ayr
ý açýdan incelenmelidir: Soyut
toplum düzeni'yle (Fr. Ordre) somut toplumun ilerlemesi (Fr. Progres), bütün bil
imlerde olduðu gibi ikincisi
birincisine baðlý olarak, Comte'un özel deyimleriyle, statique sociale' le dynam
ique socialein konularýdýr. Comte,
yukarda adý geçen yapýtýnýn yeni bir bilim olarak önerdiði toplumbilime ayrýlan
son üç cildinde, toplumun
dinamiðini, Systeme de Politique Positive (1815-1854) adlý yapýtýnda da toplumun
statiðini incelemiþtir. -Dinamik
ilerleme, statik düzenin geliþmesidir- (Ýbid; Paris 1929, cilt ii, s. 41). Stati
k toplumun yasalarýný, dinamik de onun
bu yasalara göre geliþmesini inceler.
Comte'a göre tarihsel olaylar, biyolojik olaylardaki zorunluðun ayný olan bir
zorunlukla birbirlerini doðururlar. Bu
yasalarýn varlýðýyladýr ki tarih ve toplumbilim, birer bilim olmuþlardýr: Bundan
ötürüdür ki bütün bilimler gibi tarih
ve toplumbilim de pratiðe uygulanabilir ve insanlýðýn hizmetine sokulabilir. Can
sýz doða bilimleri kendi alanlarýnda
nasýl bir teknik yaratmýþlarsa canlý doða bilimleri de pozitif anlayýþ sayesinde
toplumda öylece bir teknik
yaratacaklardýr. Bu teknik, toplumu yönetme tekniðidir. Olgucu yönelme tekniðiys
e yeni bir düzenle
gerçekleþecektir. Ýþte bu yeni düzen Comte'un önerdiði insanlýk dini'dir. Bu din
, Tanrýbilimsel ya .da metafizik
deðildir, pozitiftir, çünkü olgulara dayanmaktadýr. Bu tapým, bir Tanrýya deðil,
topluma tapma'dýr (Fr. Sociolatrie).
Bu dinin Tanrýsý insanlýk (Fr. L'humanite), ilkesi de sevgi'dir (Fr. L'amour). S
evgi, baþkalarý için yaþamak
formülüyle dilegetirilir. Baþkalarý için yaþamak, baþkalarýný sevmek demektir.
Kolektif bilinç, birey üstü bir varlýktýr. Ýnsanlýk insanla deðil, insan insa
nlýkla açýklanýr. Ýnsan, insanlýða
katýldýðý oranda ölümsüzleþir. Comte, bir yeni din kurucusu olarak Katolikliði ö
rnek alýr. Katolikliðin baba oðul
kutsal ruh üçlemesine karþý þu üçlemeyi çýkarýr: Ýnsanlýk (Fr. Le grand etre) gö
k (Fr. Grand milieu) dünya (Fr.
Grand fetiche). Katolikliðin papa'sýna karþý insanlýk dininin papa'sý da Auguste
Comte'dur. Katolikliðin koruyucu
melekleri insanlýk dininde kadýnlardýr. Çünkü gerçek sevgi kadýnlara özgüdür. Ka
dýn, erkeðe göre daha özgecil,
sevmeye daha yatkýn bir yapýdadýr. Bencil erkekler, özgecil kadýnlarý beslemekle
görevlidirler. Toplum sevgisine,
insanlýðý, bir insaný sevdiðimiz gibi seviniz formülü gereðince kadýn sevgisi yo
luyla varýlacaktýr. Auguste Comte
dinine geniþ bir kilise örgütü de tasarlamýþtýr. Her bölgede bir pozitivist tapý
nak kurulacak, bu tapýnaklarýn baþýna
pozitivist baþ papaza baðlý pozitivist papazlar getirilecektir. Bu pozitivist ör
gütü ve papazlarýný insanlýk
besleyecektir. Bu tapýnaklar, Comte'un deyimiyle, insanlýk, ölümlerinden sonra y
aþamaya hak kazanmýþ ölülerden
müteþekkil bulunduðuna göre, seçkinlerin mezarlarýnýn ortasýnda bulunmalýdýr. Ta
pýnaklar, oðlunu kollarý
arasýnda tutan otuz yaþýnda bir kadýn heykelleriyle süslenecektir. Bu otuz yaþýn
daki kadýn, bir tahsildarýn
karýsýyken ve otuz yaþýndayken veremden ölen, Comte'un sevgilisi Clotilde de Vau
x'dur. Comte'un Tanrýlaþtýrmak
istediði kadýn ve sevgi, bu kadýn ve bu sevgidir. Bu kadýn anne, eþ, kýz çocuk,
kýz kardeþ olarak bütün kadýnlarý
simgeler. Kadýn, günde üç kez (sabah, öðle, akþam) kutsanacaktýr. Katolik dualar
ý örnek alýndýðý gibi, her gün bir
ermiþini kutsayan Katolik takvimi de örnek alýnmýþtýr. Comte bu takvime, herhang
i bir yýla özgü pozitivizm
takvimi adýný vermektedir. Çünkü takvim, yirmi sekizer günlük aylardan on üç ayl
ý olmak üzere saptandýðýndan,
günler hiçbir yýl deðiþmez. Örneðin, dokuzuncu ayýn dördüncü günü her yýlda perþ
embe günüdür. Yirmi sekizer
günlük aylardan her yýl artan bir gün (365. gün) evrensel ölüler bayramý, dört y
ýlda bir artacak bir gün (366. gün)
de kutsal kadýnlar bayramý günüdür. Katoliklik nasýl her gün bir ermiþini anýyor
sa insanlýk dini de her gün bir
büyük adamý anacaktýr. Ýnsanlýk dininin ermiþleri büyük adamlardýr. Aylar onlarý
n adlarýyla anýlýr. Comte'un
saptayýþýna göre her yýl þu aylardan meydana gelir: Birinci ay Musa (ilk teokras
i) ayýdýr, ikinci ay Homeros (eski
þiir) ayýdýr, üçüncü ay Aristoteles (eski felsefe) ayýdýr, dördüncü ay Archimede
s (eski bilim) ayýdýr, beþinci ay
Caesar (askerlikle uygarlaþma) ayýdýr, altýncý ay Paulus (Katoliklik) ayýdýr, ye
dinci ay Charlemagne (ortaçað
uygarlýðý) ayýdýr, sekizinci ay Dante (çaðdaþ destan) ayýdýr, dokuzuncu ay Gutte
mberg (çaðdaþ sanayi) ayýdýr,
onuncu ay Shakespeare (çaðdaþ tiyatro) ayýdýr, on birinci ay Descartes (çaðdaþ f
elsefe) ayýdýr, on ikinci ay
Frederic (çaðdaþ siyasa) ayýdýr, on üçüncü ay Bichat (çaðdaþ bilim) ayýdýr. Her
ayda dört pazar vardýr, pazarlar
Comte'un sýnýflandýrmasýna göre ikinci derecede büyük adamlara ayrýlmýþtýr. Örne
ðin, Musa ayýnýn dört pazarý þu
büyük adamlarla adlanýr: Numa, Buda, Konfüçyüs, Muhammed. Her ayda yirmi sekiz g
ün vardýr, Comte'un
sýnýflandýrmasýna göre günler üçüncü derecedeki büyük adamlarla adlanýr. Örneðin
, Homeros ayýnýn son haftasý þu
günlerdir: Ennius, Lucretius, Horatius, Tibullus, Ovidius, Lucianus. Pozitivistl
er örneðin, 13 nisan 1890 tarihini
þöyle yazarlar: 19 Arkhimedes 102, Ptolemaios. Pozitivizm takvimi, Comte'un deyi
miyle, Batýnýn dönüþümü'nün
baþlangýç yýlý olan 1789 (Fransýz Devrimi) yýlýyla baþlar, bundan ötürü 1890 yýl
ý, pozitivistlere göre 102. yýldýr.
Comte bu takvime, insansal hazýrlýðýn somut tablosu adýný vermektedir ve onun
Charlemagne' dan beri beþ ileri
Batý ulusunun (Fransa, Ýtalya, Ýspanya, Ýngiltere, Almanya) kurduðu Batý Cumhuri
yeti'nin sonul dönüþümüne özgü
olduðunu söyler. Comte'un insanlýk deyiminden anladýðý bu uluslardýr: Asya, Afri
ka ve Amerika onun insanlýk
sisteminin dýþýndadýr. Comte'a göre Latin Avrupa'nýn metafizik çaðý, Fransýz Dev
rimi'yle kapanmýþtýr. Þimdi, yeni
bir çað, pozitivist çað oluþturulmaktadýr. Ne var ki Comte, Fransýz Devrimi'nin
getirdiði bireyciliðe ve bireysel
özgürlük anlayýþýna þiddetle karþý çýkmaktadýr. Ona göre birey, ancak toplum yas
alarýna uymakla özgürleþebilir
(bkz. Comte, Catechisme Positiviste, Paris 1890, 3. baský, s. 308-310). Comte, b
ireyle ilgili diye ruhbilimi bile
bilim saymamakta, bireysel olduðundan ötürü bilimin atomla uðraþmasýný yasaklama
ktadýr. O, ne demokrat ne
aristokrat olan bir sosyokrat'týr (Fr. Sociocrate), ideal saydýðý düzen sosyokra
si'dir (Fr. Sociocratie) ve bu düzenin
dini de sosyotatri'dir (Fr. Sociolatrie). Comte, toplum düzenini gerçekleþtirece
k olan bu dinin ilkelerini, kendi
deyimiyle, melekçe bir esin'le (Fr. Angelique inspiration) sevgilisi Clotilde'de
n almýþtýr.
Çünkü Clotildein sevgisi ona, toplumu anarþiye sürükleyen bireyci bencilik (Fr
. Egoisme) yerine, toplumu
düzenleyecek olan toplumsal özgeciliki (Fr. Altruisme) öðretmiþ bulunmaktadýr. Ý
þte bu noktada, nesnel olmasý
gereken Comte'un ofiguculuðu, zorunlu olarak öznelliðe dönüþmektedir. Comte'a gö
re insanlarý toplum olarak
birbirlerine nesnel bir bað deðil, ancak bu öznel bað baðlayabilir. Kaldý ki özg
eciliðin bu öznel baðý, mülkiyeti ve
anamalý da haklý kýlmaktadýr. Çünkü kendimizin tüketebileceðimiz kadar üretmek b
encilik, baþkalarýnýn tüketimini
düþünerek üretmekse özgeciliktir. Demek ki mülkiyet ve anamal, özgecilik için va
zgeçilmez temel bir yapýdýr.
Comte, böylelikle, Saint Simon'un katipliðini yaptýðý günlerden kalma yeni dinle
sanayileþme gibi Saint Simon'cu
düþünceleri olgucu bir yönde geliþtirmiþ olmaktadýr. Comte'a göre insanlýðý yöne
ten öznel içgüdü'lerdir. Bu
içgüdüleri, Beynin on sekiz iç görevinin olumlu sýnýflandýrýlmasý ya da ruhun si
stematik tablosu adýný verdiði bir
cetvelde þöyle sýralar: Beslenme içgüdüsü, cinsel içgüdü, analik içgüdüsü, yok e
tme ya da askerlik içgüdüsü, yapma
ya da sanayi içgüdüsü, egemenlik içgüdüsü, beðenilme içgüdüsü, baðlýlýk içgüdüsü
, saygý içgüdüsü; iyilik ya da
tümel sevgi içgüdüsü. Ona göre bu içgüdülerden ilk yedi tanesi bireysel, son üç
tanesi toplumsaldýr. Bireysel
olanlar benciliði, toplumsal olanlarsa özgeciliði gerçekleþtirir. Bireysel olanl
arýn ilk üçü (beslenme, cinsellik,
analýk) korunma içgüdüleridir, ikisi (yok etme, yapma) yetkinleþme içgüdüleridir
. Bu beþ içgüdü Comte'a göre çýkar
içgüdüleri, son iki içgüdüyse (egemenlik, beðenilme) istek içgüdüleridir. Üç top
lumsal içgüdünün ilk ikisi (baðlýlýk,
saygý) özel içgüdülerdir, tümel sevgi içgüdüsüyse genel içgüdüdür. Bu içgüdüler,
beyin örgeninin on sekiz iç görevi
kapsamý içindedir ve insanlýðý baþkalarý için yaþamak'a hazýrlayan ilkelerdir. B
u ilkeler beyinin beþ düþünsel
görevi aracýlýðýyla amaca yönelirler. Beyinin aracýlýk eden beþ düþünsel görevi
þunlardýr: Bütünleme, çözümleme,
genelleme, sistemleþtirme, iliþki kurma. Bu görevlerin ilk dördü tasarlama, sonu
ncusuysa dilegetirmedir. Bu
dilegetirme on içgüdüden üç pratik yeti oluþturarak karakter sonucuna varýr: Ces
aret, basiret, azim. Böylelikle, sinir
sisteminin merkezi olan beynin bu on sekiz iç görevi Comte'un deyimiyle, sevmek,
düþünmek, davranmak, sevgiyle
davranmak ve davranmak için sevmeki gerçekleþtirir. Comte buna, beyin kuramý adý
ný vermektedir. Toplum,
böylesine bir beyinle düzenlenmektedir. Bu beyin, olumlu felsefe'den (Fr. Philos
ophie positive) çýkardýðý olumlu
siyasa'yý (Fr. Politique positive) gerçekleþtirecektir. Böylelikle olguculuk, Üç
Durum Yasasý'nda dilegetirildiði gibi,
Tanrýbilimle metafiziðin yerine geçmekte ve toplumu düzenlemektedir. Comte'a gör
e törebilim, toplumbilimin bir
dalýdýr. Çünkü törebilim, bireysel olan benciliðin toplumsal olan özgeciliðe boy
un eðmesi demektir.
Comte'un izdaþlarý Comte düþüncesini iki döneme ayýrýrlar, 1484 yýlýna kadar o
luþan olumlu felsefe dönemine
olguculuk (Fr. Positivisme) ve 1844 yýlýndan sonra oluþan dinsel siyasa dönemine
Comte'culuk (Fr. Comtisme)
derler. Metafiziði yadsýyan ve bilgiyi olgular üstüne kurmak amacýný güden John
Stuart Mill (1806-1873), Herbert
Spencer (1820-1903), Ernest Renan (1823-1890) felsefeleri de olguculuk adýyla ad
lanýr. Bu felsefeler ayný
temelden yola çýkmakla beraber Comte'un ikinci dönemine karþýdýrlar ve Comte'cul
uðu olguculukla çeliþkili
bulurlar. Örneðin John Stuart Mill olguculuðu bireycilik ve liberalizm yolunda g
eliþtirirken Comte'u Ýngiltere'nin
özel geliþimini anlamamakla suçlar (John Stuart Mill, Auguste Comte and Positivi
sme, Londra 1866, s. 111).
Fransýz düþünürleri Emile Littre'yle (1801-1881) Pierre Laffitte (1823-1903) de
Comte olguculuðuna katkýda
bulunanlar arasýndadýr. Özellikle Comte'un öðrencisi olan Laffitte. Comte izleyi
cilerinin yöneticisi olarak bu
anlayýþýn yayýlmasýnda baþlýca etkenlerden biridir. Catechisme'e yazdýðý ek'te þ
öyle der: Yönetimi bana verilen
örgütün merkezi, Comte' un vasiyetinde bildirdiði isteðine uygun olarak, Paris't
e Monsieur le Prince sokaðýndaki 10
numaralý apartmaný içindedir. Revue Occidentale gazetesini çýkarýyor, kitaplar v
e broþürler yayýmlýyor, dersler ve
konferanslar veriyoruz. Ayrýca 1 ocak günü insanlýk bayramýný, 5 eylül günü Augu
ste Comte bayramýný, 31 aralýk
günü de ölüler bayramýný kutluyoruz. Her yýl ulusal ve uluslararasý ziyaretler y
apmaktayýz. Fransa, Ýngiltere, Ýsveç,
Amerika'da birçok ocaklar kurulmuþtur ve benim yönetimime az ya da çok baðlý bul
unmaktadýrlar. J. H. von
Kirchmann (1802-1884), Ernst Las (1836-1885), Hyppolite Taine (1828-1921) öðreti
leri de olgucu niteliktedir.
Olguculuk, Avenarius ve Mach'ýn empiriocritisme'lerine de temel olmuþtur. Olgucu
luðun çaðýmýzdaki geliþimi yeni
olguculuk genel adýný taþýr. Yeni olguculuk; mantýksal atomculuk, genel semantik
, mantýksal olguculuk akýmlarýnda
belirir. Bu akýmlar genel olarak felsefe sorunlarýný dil sorunlarýna indirgerler
. Olguculuk, eski ve yeni bütün
anlayýþlarýnda bilimcilik savýna raðmen bilime karþý ve bilimdýþý, metafiziði ya
dsýmasýna raðmen metafizik,
idealizme karþý çýkmasýna raðmen idealist, tarafsýzlýk savýna raðmen taraflý, üç
üncü yol savýna raðmen ikinci yolcu
bir anlayýþtýr. Ýster ikinci, ister üçüncü ve ne kadar saçmasapan olursa olsun,
insanlarýn büyük bir bölümü, o kadar
güzelsin ki, geçme, dur! diyebilecekleri gerçeði bulabilmek umuduyla bu çýkmaz y
ola da girmekten kendilerini
alamayacaklardýr.
HER ÞEY BENÝM ÝÇÝN. XiX'ncu yüzyýlda, Almanya'da Max Stirner (1806-1856) adýnd
a bir filozof, okuyanlarda
bir hayli þaþkýnlýk uyandýran bir kitap yazdý. Kitabýn adý, Biricik Ýnsan ve Özg
elgesi'dir (Der Einzig und Sein
Eigentum). Yapýt, geniþ çapta düþünceleri etkiledi. Birçok düþünürler, Stirnere
hayranlýkla yöneldiler. Stirner,
Rousseau ya da La Rochefoucauld gibi, hemen herkesin duyup da biçimlendiremediði
ya da açýklamaya cesaret
edemediði insan duygularýný anlatýyordu. Söylediði sözler pek öyle karýþýk þeyle
r deðildi.
Ben, diyordu, dünyayý ve insanlarý sadece kendim için kutlamaktayým. Benden ga
yrisi benim umurum deðildir. Her
þey benim için yaratýlmýþtýr, bütün mutluluklar benim içindir. Bu dünya benim dü
nyamdýr, benim özelgemdir
(malým, mülküm). Gerçek benim. Bir iþ biliyorum, o da benim iþimdir. Benim iþimi
iyilikle ya da kötülükle
yorumlayamazsýnýz. Çünkü iþim demek ben demeðim. Bense ne iyi, ne de kötüyümdür.
Olduðum gibi biricik
insaným. Ýyinin de, kötünün de benim için hiçbir anlamý yoktur. Hiçbir þey, önün
de, kendimi alçaltmamý
gerektirecek bir yücelikte deðildir. Yüce olan bir þey var: Ben. Beni benden baþ
ka hiçbir þey ilgilendirmez. Ýyinin
iþi, Tanrýnýn iþi, insanlýðýn iþi, gerçeðin iþi, özgürlüðün iþi, ruhun iþi ve da
ha gerisinde de sayýlamayacak kadar bir iþ
kalabalýðý... Evet efendim, bu iþlerin hiçbiri benim iþim deðildir, hiçbiri beni
ilgilendirmez. Beni sadece benim iþim
ilgilendirir. Nasýl bir bitkinin, bir hayvanýn hiçbir ödevi yoksa, insanýn da hi
çbir ödevi yoktur. Töre, neden benim
ödevim oluyormuþ? Bunu kanýtlamak için aklýn alabileceði hiçbir neden gösterilem
ez. Bütün bunlar kimi kafalarýn
bozukluðundan doðma birtakým saçmalardýr.
Hasta beyinlerin putlarýna tapmak gülünç olmaktýr. Kendimden baþka, kendisine
yönelmem gereken, hiçbir gerçek
yoktur. Bütün gerçekler benim için olanlardýr. Tepeden týrnaða kadar benim iþim
olmayan her iþe uðurlar olsun. Her
insan kendisi için biricik insandýr. Ýnsaný insan eden bencilliðidir. Erdem, ken
di isteklerime benim
uygunluðumdur.
Stirnerin bu aþýrý düþüncesinin daha bir süslenmiþleri, eðitilmiþleri, ileride
gösteriþli profesör cüppeleri altýnda,
Ýngiltere ve Amerika'daki üniversite kürsülerinden karþýmýza çýkacaklardýr.
ÖYLEYSE YARARLANALIM. Ýnsan için en iyi davranýþ, kendisini en mutlu kýlan dav
ranýþtýr, diyen ilkçað
törecilerini düþününüz. Mutluluk töresini (saadet ahlakýný) kuran bütün Yunan fi
lozoflarýný; Protagoras'ý,
Sokratesi, Aristipposu, Antisthenesi, Epikouros'u hatýrlayýnýz. Ölüm ötesi mutlu
luklarýný amaç edinen din
düþüncelerini gözlerinizin önüne getiriniz. Birçok haklý saldýrmalara uðradýðý h
alde, yüzyýllardýr gene de ayakta
duran o büyük sözü, insan her þeyin ölçüsüdür sözünü anýnýz.
Sonra da, bakýþýnýzý ondokuzuncu yüzyýl Ýngiltere'sine çeviriniz. Mutluluk fay
dadadýr. diyen John Stuart Mill, 1806
yýlýnda Londra' da doðdu, altmýþ yedi yýllýk çok verimli bir yaþayýþtan sonra 18
73 yýlýnda Avigon'da öldü. Büyük
bir ekonomici sayýldýðý kadar büyük bir filozof sayýlýyordu. Ekonomi ilkelerini
1848'de yayýmlamýþtý. Faydacýlýk
adlý önemli yapýtýnýysa, ölümünden on iki yýl önce, 1861'de yayýnladý. Düþüncesi
nin temelleri Epikouros'a kadar
inen faydacý filozoflara dayanýr. Düþünce zincirinin bir halkasý olarak da Hume'
a, XViii'nci yüzyýl deneycilerine
(empirisme, tecrübecilik) eklenir. Siyasal alanda Liberal Parti'yi tutmuþtu 1869
yýlýnda yayýnladýðý anýlarý çok ilgi
çekicidir.
Felsefenin doðuþundan beri, diyor J. Stuart Mill, düþünürler en üstün iyinin (
summum bonum) ne olduðunu
aramýþlardýr. Ýþte biz de, Bentham'le beraber, bu sorunun karþýlýðýný veriyoruz:
En üstün iyi, faydadadýr. Ýyiyi
kötüden ayýracak ölçü nedir? Ne akýlcýlar, ne ruhçular bu ölçüyü verememiþlerdir
. Ýþte biz, Benthamie beraber, bu
ölçüyü veriyoruz: Ýyiyi kötüden ayýracak ölçü, fayda ölçüsüdür. Hekimlik sanatý
iyidir, çünkü saðlýk faydasýný taþýr.
Müzik iyidir, çünkü zevk faydasýný taþýr. Ýnsanlarýn mutluluðunu, tiksinmeye kar
þýlýk olarak, hoþlanma duygusu
doðurur (hedonisme, hazcýlýk). Hoþlanma duygusu, faydacýlýðýn sonucudur. Ýnsan,
faydalýdan hoþlanýr, faydasýzdan
hoþlanmaz.
Bu konudaki tartýþmalar þundan çýkmaktadýr: Fayda sözcüðü, bugüne kadar yanlýþ
anlaþýlmýþtýr. Halk onu, sanki o
geçici hoþlanmalara üstünlük anlamýný taþýyormuþ gibi, çok zaman, hoþlanma sözcü
ðünün karþýsýna alýr. Örneðin,
bir anne, çocuðuna, hep faydasýz þeyleri seviyorsun, der. Oysa, bu deyiþ yanlýþt
ýr. Epikouros'tan Bentham'e kadar
bütün faydacý yazarlar fayda sözcüðünü, hoþlanmanýn karþýtý olarak deðil, her tü
rlü acýdan uzak, kendiliðinden
hoþlanma olarak anlamýþlardýr. Faydalý olan, hoþlanýlandýr. Fayda ilkesiyle en ü
stün mutluluk ilkesi ayný
anlamdadýr. Faydacýlar, davranýþlarýmýzý, bize verdikleri mutluluk oranýnda iyi,
bize getirdikleri mutsuzluk
oranýnda kötü sayarlar. Mutluluktan anladýðýmýz, hoþlanma ya da acýnýn yokluðudu
r. Mutsuzluktan anladýðýmýz da,
acý ya da hoþlanmanýn yokluðudur. Ýnsanlarýn gerçekten isteyebilecekleri biricik
amaç, hoþlanma ya da acýnýn
yokluðudur, tek sözle mutluluktur.
Felsefenin doðuþundan bugüne kadar bütün mutluluk törecileri (saadet ahlakçýla
rý), bütün hazcýlar (hedonecular)
töresel duygularla ilgili hazlara kaba beden hazlarýndan çok deðer vermiþlerdir.
Beden hazlarýný hor görmeyen
Epikouros bile bu düþüncededir. Çünkü, töresel duygularla ilgili hoþlanmalar, be
den hoþlanmalarýndan daha
süreklidir, daha güvenlidir, daha ucuzdur. Þöyle de denebilir: Sürekli fayda, ge
çici faydadan iyidir. Bu ilke, töresel
mutluluðun dayandýðý en saðlam ilkedir.
Bütün öteki þeylerin ona göre, onun hatýrý için istenilir olduðu son amaç, olu
nabildiði kadar acýdan uzak,
olunabildiði kadar hoþlanmaya yakýn bir yaþamadýr. Fayda, insan davranýþlarýnýn
amacý olduðundan, zorunlu
olarak törenin de temel ölçüsüdür. Öyleyse töre (ahlak) þöyle tanýmlanabilir: Tö
re, birtakým davranýþ kurallarýdýr
ki, onlara uyulduðu zaman bütün insanlýða, sadece insanlýða da deðil, bütün duyg
ulu yaratýklara acýdan uzak,
hoþlanmaya yakýn bir yaþama saðlar. Faydacýlýðýn amacý, karakter soyluluðunu (as
aletini) elde etmektir. Soylu bir
karakterin soyluluðundan ötürü daha mutlu olduðundan kuþkulansak bile, onun ötek
i insanlarý daha mutlu
kýldýðýndan, dünyamýza pek çok þeyler kazandýrdýðýndan (faydalý olduðundan) kuþk
ulanamayýz. Ýnsanlarýn ne
yapsalar mutlu olamayacaklarýndan söz etmek saçmadýr. Kötü eðitimler, kötü sosya
l düzenler elbette mutluluðun
engelleridir ama, bunlar düzeltilebilir. Ýnsan, mutluluk içindir. Ancak, yaþamak
tan, onun verebileceði mutluluktan
fazlasýný beklememelidir.
Mutlu, doymuþ, her türlü istekleri giderilmiþ bir yaþamanýn iki öðesi (unsuru)
vardýr: Huzur, heyecanla davranýþ...
Çok zaman bunun birincisi yetmektedir. Ýnsanlarýn büyük çoðunluðu çok huzur, az
hoþnutsuzlukla yetinirler.
Kimileri de çok heyecan içinde acýya alýþabilirler. Bu iki öðe birbiriyle uzlaþa
bilir, çünkü aralarýnda doðal bir
birleþme vardýr. Birinin uzamasý; öbürünü hazýrlamasý, öbürüne istek uyandýrmasý
demektir. Huzurun uzamasý
heyecanla davranýþý istetir, heyecanla davranýþýn uzamasý da huzuru aratýr. Sade
ce bir bozukluk (vice) olduðu
zamanlarda sükun devresinden sonra davranýþ isteði uyanmaz. Bunun gibi, heyecanl
a davranýþýn bir hastalýk
biçimine girdiði hallerde de, sükun devresinden sonra yeniden davranýþ üzücü, ta
tsýz gelir. Ýnsanlar, yaþamakta,
yetecek kadar hoþlanma bulamýyorlarsa bunun nedenini kendi bozuk yapýlarýnda ara
malýdýrlar. Çünkü kendilerinin
dýþýnda baþkaca hiçbir neden yoktur. Genel ya da özel sevgi duygularý bulunmayan
lar yaþamanýn tadýný alamazlar,
heyecanla davranýþ haline geçemezler. Onlar için yaþamanýn deðeri, bütün bencil
ilgilere son verecek ölüm
yaklaþýnca, büsbütün azalýr. Arkalarýnda sevgi býrakacak olanlar insan cinsinin
ortak ilgileriyle baðlýdýrlar, ölürken
bile saðlýk gücünü yitirmezler. Yaþamayý az hoþlanýlýr yapan bencilliðin yanýnda
baþka bir neden de, düþünsel
kültürün eksikliðidir. Sözün kýsasý, insan acýlarýnýn bu kaynaklarý bütün bütüne
düzeltilebilir. Baþarýya ulaþýncaya
kadar belki birçok kuþaklar geçecek, ama baþarý her halde gerçekleþecektir. Ýnsa
nlar, insanlýðýn bu mutlu savaþýna
katýlmalýdýrlar.
Her bireyin özel çýkarýný, özel faydasýný genel çýkarla, genel faydayla uyuþtu
rmasý gerektir. Bundan baþka eðitim,
öðretim, kamuoyu (efkar-ý umumiye) bireyin ruhunda öyle çözülmez bir ortaklýk ku
rmalýdýr ki, özel mutlulukla
genel mutluluk arasýnda bir uygunluk bulunsun. Böylelikle insan, genel iyiliðe u
ygun gelmeyen bir özel iyilik
davranýþýný düþünemeyecektir.
Faydacýlýk, her iki davranýþýn erdem niteliðini taþýmadýðýný söylemektedir. Fa
ydacýlara göre çok zaman yerilecek
davranýþlar, övülecek niteliklerden çýkar. Stoacýlarýn (Zenon'un felsefe okulu)
erdemden gayri her þeye sýrt
çevirmelerine karþýdýrlar. Faydacýlýk, erdemin yanýnda istenilen baþka deðerler
de bulunduðunu savunmaktadýr.
Örneðin erdemsizlik olan yalancýlýk, yerinde kullanýlýrsa, erdemlilik olabilir.
Doðruyu söylemek bir hastayý
öldürecekse, faydacýlýk burada yalan söylemeyi gerektirir. Ama bu anlamdaki fayd
anýn sýnýrlarý titizlikle
çizilmelidir. Yalan, ancak, kendisinden gayrisini haksýz bir kötülükten koruyaca
ksa, yalandan baþka da bir yol
yoksa, faydalýdýr. Bu halde fayda ilkesinin görevi, birbirini alt etmeye uðraþan
faydalarý ölçmekle, karþýlaþtýrmakla,
birinin ötekine ne zaman üstün tutulacaðýný göstermekle belirir. Nerede bir hak
varsa, orada bir erdem hali deðil, bir
tüze (adalet) hali vardýr. Þöyle bir örnek alalým: Bir endüstri topluluðunda ust
alýk, çýraklýða göre üstün bir hak
saðlamalý mýdýr? Bir düþünceye göre saðlamamalýdýr, çünkü elinden geleni yapanýn
ayný hakký elde etmesi tüzeye
uygundur. Bir baþka düþünceye göre saðlamalýdýr, çünkü üstün verimin üstün bir h
ak elde etmesi tüzeye uygundur.
Bu iki düþüncenin her ikisi de saðlamlýkta birbirlerine eþittirler. Ýþte faydacý
lýk ilkesinin zorunluluðu burada açýkça
belirmektedir: Hangi düþünce toplum faydasýna daha yarardýysa o seçilecektir. Tü
zeyi gizlenmiþ bir erdem sayarsak,
bu halde, fayda erdemden ayrýlmakta, erdemin beceremediði, iþi becermektedir. Bü
tün bu karýþýk zorluklarda
faydacýlýk ilkesini tutmaktan baþka kurtuluþ yolu yoktur. Erdemle fayda arasýnda
ki bu ayrýlýk bir kuruntu deðil,
gerçek bir ayrýlýktýr.
Ýnsanlar sadece mutluluðu isterler, mutluluktan gayri hiçbir þeyi istemezler.
Erdem isteði, mutluluk isteði kadar
yaygýn deðildir. Faydacýlýk, erdemin, hem çoðu insanlarca istendiðini, hem de bü
tün insanlarca istenilmesi
gerektiðini bilmektedir. Erdeme uygun olanýn ne olduðu üstünde anlaþabilirsek; e
rdemi, en yüksek amaca eriþmek
için araçlýk eden birçok iyi þeylerin baþýna geçirebiliriz. Oysa erdem, mutluluk
amacýna götüren bir araç deðil,
mutluluk amacýnýn bir parçasý olmalýdýr. Buysa erdemin, kendiliðinden istenilen
bir þey olmasýyla saðlanýr. Erdem,
kendisini karþýlýksýz olarak sevenlerde bu hali alabilir. Erdem bu yolda yalnýz
deðildir. Ýnsanlarýn, önce
mutluluklarýnýn aracý, sonra da mutluluklarýnýn parçasý olabilen daha pek çok is
tekleri vardýr. Para sevgisini, ün
tutkusunu, iktidar isteðini örnek olarak sayabiliriz. Bütün bunlar önce mutluluð
a eriþebilmek için birer araçtýrlar,
sonra mutluluk amacýnýn birer parçasý haline gelirler. Erdem, faydacýlýk kavram
ýna göre, bu çeþit istekler arasýnda
sayýlabilir. Erdem, ancak, hoþlanmaya götürdüðü, acýdan uzaklaþtýrdýðý için iste
nir. Fakat araçla amaç arasýnda bu
ortaþým meydana geldi mi, artýk erdeme bir iyi istek gözüyle bakýlmak zamaný gel
miþ demektir. Erdem, bir bakýma,
yukarda örnek olarak saydýðýmýz öteki isteklerden ayrýdýr. Onlar, kiþiyi baþkala
rýna karþý zararlý kýlabilirler,
erdemse kiþiyi baþkalarýna karþý faydalý kýlar. Bu yüzdendir ki faydacýlýk, için
e baþka nedenler karýþmamýþ, ancak
erdem için istenilen erdemi genel faydaya uygun görmekte, yayýlmasýný istemekted
ir.
Yararcýlýk öðretisi, toplumsallaþma çabalarýna raðmen tipik bir bireycilik öðr
etisidir. Bütün deðerleri bireyin
hoþlantýsýna indirger. Bireysel mutlulukla toplumsal mutluluðu uyumlu kýlabilmek
için, metafizik bir anlayýþla,
eðitim ve öðretimden medet umar. En üstün iyiyi, mutluluðu, erdemi ve tüzeyi bir
eysel yararla aynýlaþtýrýr.
Yararlýðýn ölçütü bireysel hoþlanma olduðuna göre, zorunlu olarak öznel idealizm
e dayanýr. Nitekim, sonunda,
katýksýz bir idealizm olan pragmacýlýðý doðurmuþtur.
SUÇ VE CEZASI. Bütün bu idealist düþünceler dönüp dolaþýp sonunda Tanrýcýlýða
varmak zorundadýrlar. Bu
zorunlu sonuç, ondokuzuncu yüzyýlýn ilk yarýsýnýn oluþturduðu ünlü bir sanat yap
ýtýnda yansýmaktadýr.
Dostoyevski'yi (1821-1881) oluþturan yýllar, ondokuzuncu yüzyýl Rusya'sýnýn Ça
r i'nci Nikola'nýn baskýsý altýnda
ezildiði yýllardýr. Toprak iþçileri, bir çeþit tarým gereciymiþçesine toprak bey
leri arasýnda açýk artýrmayla
satýlmaktadýr. Oysa küçük toprak beylerinin durumlarý da, inek gibi alýp sattýkl
arý mujiklerden daha güvenli
deðildir; sabah akþam bölge komiserinden dayak yemektedirler. Devlet dairelerind
e müdür, memurunu tokatlayarak
çalýþtýrýr. Kýrbaçlamakla kýrbaçlanmak en olaðan günlük iþlerdendir. Kazançlar y
aþamaya yetmemektedir, açlýk
salgýndýr, aydýnlar arasýnda yýkýcý düþünceler kaynaþmaktadýr. Bakýþlar gök ölçü
lerine çevrilmiþtir, mujikler Ýsa'nýn
saltanatýný sabýrsýzlýkla beklemektedirler: Bu kadar iðrenç bir þeye Tanrý razý
olamaz.
Sonya'nýn aðzýyla bu yargýya varan Dostoyevski, yaþadýðý sürece onu kývrandýra
cak olan ikiliði, Suç ve Ceza'nýn
dördüncü bölümünde, Raskolnikov'un aðzýndan ortaya atýyor: Ama gene de razý oluy
or iþte.... Birkaç yaprak
sonra da, ünlü romanýnýn dayandýðý önemli sorulardan birini sormaktadýr: Nasýl o
luyor da bu kadar bayaðýlýk,
böyle kutsal bir duyguyla baðdaþabiliyor?. Dostoyevski, daha birçok yapýtlarýnda
, bu sorunun uyandýrdýðý
kuþkularý çözmeye çalýþacaktýr. Gök ölçüleri karþýsýnda insan yapýsý, çeþitli yö
nlerden ustaca didiklediði bu ikilik;
hemen bütün yapýtlarýnýn temelidir.
Dostoyevski doðduðu zaman Puþkin yirmi iki, Gogol on bir yaþýndaydý: Her ikisi
, de ona öncülük etmiþtir.
Tolstoy'la Turgenyev'se onunla birlikte yetiþecek, onunla yarýþacaklardýr. Alman
ya'da Goethe, Ýngiltere' de Byron,
Fransa'da Chateaubriand, Stendhal, Balzac ünleri Rusya'ya eriþmiþ olarak yaþamak
tadýrlar. 1843'te Balzac
Moskova'ya geldiði zaman Dostoyevski onun Eugenie Grandet'sini Rusçaya çeviriyor
du Çað, büyük düþünürlerle
büyük sanatçýlarýn çaðýdýr. Heine, Hugo, Merime, Poe, Musset, Dickens, Flaubert
yetiþmektedirler. Suç ve
Ceza,'nýn tasarlanmasýndan önce bir de Çehov doðacaktýr. Dostoyevski ilk yapýtý
olan Ýnsancýklar'ý yayýmladýðý
1846 yýlýnda yirmi beþ yaþýndaydý. Yýl, en önemli yazarlarýn birbirleriyle yarýþ
arak kaynaþtýðý bir yýldýr.
Dostoyevski, Byron öldüðünde üç, Goethe öldüðünde on bir, Puþkin öldüðünde on al
tý, Stendhal öldüðünde yirmi
bir, Chateaubriand öldüðünde yirmi yedi, Balzac öldüðünde yirmi dokuz, Gogol öld
üðünde otuz bir yaþýndaydý.
Altmýþ yaþýna kadar yaþayacak, edebiyat dünyasýnýn en saðlam yapýtlarýný kuracak
týr.
Suç ve Ceza, böylesine bir çevrede, 1866 yýlýnda yayýmlandý. 1860'ta Rusya'da
toprak reformu yapýlmýþ, toprak
köleliði kaldýrýlmýþtý. Çar I. Nikola çoktan ölmüþtü. Bütün bunlar açlýkla yoksu
lluðu azaltacak yerde, büsbütün
hýzlandýrmýþtý. Sosyal denge bozulmuþtu bir kez, toplumdaki kargaþalýk sürüpgide
cekti. Turgenyev (1818-1883)
Babalar ve Çocuklar'ýnda, Çerniþevski (1828-1889) Ne Yapmalý'sýnda bu sosyal kar
gaþalýðýn nedenlerini
araþtýrýyorlardý. Dostoyevski Suç ve Ceza'sýyla, Turgenyevie Çerniþevski'nin kar
þýsýna göksel ölçüyü çýkardý. Suç
ve Ceza, bu açýdan, Dostoyevski'nin kendisiyle yaptýðý önemli bir tartýþmaydý. N
itekim o yýllarýn aydýnlarý bu
tartýþmaya çok büyük bir önem verdiler, yapýt bir anda bütün Rusya'ya yayýldý.
Suç ve Ceza'nýn ortaya attýðý sorun þuydu: Bir yanda budala, önemsiz, hastalýk
lý, kimseye yararlý olmayan, tersine,
herkese zararý dokunan, niçin yaþadýðýný kendisi de bilmeyen, yarýn nasýl olsa k
endiliðinden ölecek bir kocakarý
var. Öte yanda da yardým görmediklerinden ötürü yok olup giden genç, körpe güçle
r... Kocakarýnýn manastýra
adadýðý paralarla milyonlarca kötülük önlenebilecektir. Þu halde kocakarýyý öldü
r, parasýný al, sonra da bu parayý
bütün insanlýðýn yararýna harca. Bir ölüme karþý binlerce dirilme. Bu bir hesap
iþidir. Hem sosyal dengede bu aptal,
bu kötü yürekli kocakarýnýn ne deðeri olabilir? Bir bit, bir hamamböceði ondan d
aha deðerlidir. Yaþamak için,
yaþamaya deðer olmalýdýr. Baþkalarýný sev diyorlar, bundan çýkan sonuç her ikisi
nin de yarý yarýya çýplak
kalmasýdýr. Kaftanýný ikiye bölüp yarýsýný komþuna verirsen hem sen çýplak kalýr
sýn, hem de o giyinmemiþ olur.
Ýyisi mi, kendini sev, hem kaftanýn saðlam kalýr, hem de komþunun ikiye bölünmüþ
bir kaftandan daha fazlasýný
almasýný saðlamýþ olursun. Bir toplumda özel iþler ne kadar týkýrýnda giderse ge
nel iþler de o kadar düzenli olur.
Kendini düþünmen genel ilerleyiþi saðlar, buysa komþun için yarým bir kaftandan
daha yararlýdýr. Ölüme gidecek
bir adamýn kayanýn üstünde, ancak iki ayaðýný koyabilecek kadar daracýk bir yerd
e oturmasý gerekse, çevresinde
uçurumlar, ummanlar olsa, sonsuz karanlýklar, sonsuz yalnýzlýk; bitmez tükenmez
fýrtýnalar içinde, bir arþýnlýk o
daracýk yerde sonsuza deðin ayakta durmasý, adamýn o anda ölmesinden daha iyidir
. Ne türlü olursa olsun, yaþamak
gerek.
Sorun, o yýllar Rusya'sýnýn sorunudur. Dostoyevski, hukuk öðrencisi Raskolniko
v'un kiþiliðiyle sorunu ortaya
attýktan sonra tartýþmaya baþlýyor: Olaðan insanlarla olaðanüstü insanlarý birbi
rinden ayýrmalýdýr. Olaðan insanlar
boyun eðerek yaþamak zorundadýrlar, kanun dýþýna çýkmaya haklarý yoktur. Olaðanü
stü insanlar bütün suçlarý
iþlemeye, bütün kanunlarý ayaklar altýna almaya yetkilidirler, ülküleri uðruna b
ütün sýnýrlarý aþabilirler. Likürg,
Solon, Napolyon yeni kanunlar koyarken eski kanunlarý haklý olarak çiðnemiþlerdi
r. Yerleþmiþ bir açýdan bakýlýnca
bunlarýn iþledikleri de suç deðil midir? Olaðanüstü insanlar bir bakýma tüm suçl
udurlar, kendilerinin ya da
toplumlarýnýn yararýna kan dökmekten bile çekinmemiþlerdir. Büyükler þöyle dursu
n, toplumlarý içinde biraz olsun
sivrilenler bile, az ya da çok, öldürücü olmak zorundadýrlar. Öldürücülük, olaða
nüstülüðün gereðidir. Olaðan
insanlar, ellerine geçirebilirlerse, olaðanüstü insanlarý asýp keserler ama, bir
süre sonra da heykellerini dikip onlara
taparlar. Olaðan insanlar uysal, gelenekçi, eðik boyunludurlar; görevleri kendil
eri gibi birtakým varlýklarýn
çoðalmasýna yaramaktýr. Onlar, insanlýðý koruyup çoðaltýrlar, ötekilerse yürütüp
bir amaca götürürler.
Genç hukuk öðrencisi Raskolnikov, faizci kocakarýyý bu düþünceden yola çýkarak ö
ldürmüþtür. Evet, kan
dökmüþtür ama, herkesin döktüðü kaný, þu yeryüzünde bir çaðlayan halinde dökülen
, her zaman dökülen kaný...
Onu bir þampanya gibi akýtanlar sonradan Capitol'de taç giyip insanlýðýn övüncü
oldular. Ben de insanlara iyilik
etmek istiyordum. Yaptýðým bu biricik anlamsýzlýðý baðýþlatmak için insanlýða bi
nlerce iyi iþ yapacaktým. Yaptýðým
iþe anlamsýzlýk bile denemez ya, düpedüz beceriksizlik denir. Çünkü bu düþünce,
baþarýsýzlýða uðradýktan sonra
göründüðü gibi, hiç de budalaca deðildi. Baþarýsýzlýða uðrayan her þey budalaca
görünür. Ben, þimdi budalaca
görünen bu eylemle sadece kendime baðýmsýzlýk saðlamak, yaþamak için ilk adýmýmý
atmak, gerekli araçlarý
edinmek istemiþtim. Bundan sonra her þey ölçülemeyecek kadar yararlý bir yürüyüþ
olacaktý. Ama ben, ilk adýmda
tökezledim. Baþarabilseydim benim de baþýma taç giydireceklerdi.
Raskolnikov niçin baþaramamýþtýr? Çünkü olaðanüstülük sanýsýna kapýlan olaðan
bir insandýr. Olaðanlar büyük
acýlar çekmeye dayanamazlar, gerçekten büyük insanlarsa büyük acýlar çekmek zoru
ndadýrlar. Olaðanlar aþmamalarý
gereken sýnýrlarýn içine er geç çekilirler, kendi cezalarýný kendi elleriyle ver
irler, sevgi'nin tutsaðýdýrlar.
Olaðanüstüler sevgi'ye boyun eðmezler: Peki ama, buna layýk olmadýðým halde, bun
lar beni ne diye bu kadar
seviyorlar? Ah, hayatta yalnýz olsaydým, kimse beni sevmeseydi, ben de kimseyi h
içbir zaman sevmeseydim, bütün
bunlarýn hiçbiri olmazdý.
Raskolnikov kendi erdemini denemek için öldürmüþtü. Olaðanüstüler, doðrudan do
ðruya yaparlar, denemezler.
Erdem, düþünce deðil, eylem'dir: O zaman anladým ki Sonya, iktidar, ancak eðilip
onu almak cesaretini
gösterenlere verilir. iþ, cesaret etmekten ibaretti. Sorun, yalnýz buydu. Ben, c
esaret göstermek istedim, öldürdüm.
Sýrt üstü karanlýkta yattýðým sýrada bütün bunlarý düþünmüþtüm. Beni mahveden de
iþte bu oldu ya. Ýktidara
geçmeye hakkým olup olmadýðýný kendi kendime sorup soruþturmaya baþladýysam, dem
ek ki iktidara geçmeye
hakkým yokmuþ. Ýnsan bir bit midir? Ýnsan, bunu soran için bir bit deðildir, akl
ýna böyle bir soru gelmeyen için
bittir. Napolyon bu soruyu sormadan gider, kocakarýyý öldürürdü. Benim suçum bu
soruyu sormaktýr.
Gök ölçüsü, olaðan insanlarýn birbirlerine karþý davranýþlarýný düzenler. Rask
olnikov da olaðan bir insan olduðuna
göre: Kalk, hemen þimdi, þu dakikada, dört yol aðzýna koþ, yere kapan, ilkin kir
lettiðin topraðý öp, sonra dört bir
yana eðilerek bütün dünyayý selamla, herkesin önünde, yüksek sesle: Ben öldürdüm
! diye baðýr. O zaman, Tanrý
sana yeniden hayat verecektir.
Raskolnikov'un kendisine yüklediði biricik suç, sonuna kadar dayanmamaktýr: Be
nim davranýþým onlara niçin bu
kadar çirkin görünüyor? Kanunun sýnýrlarý aþýlmýþ, kan dökülmüþtür. Öyleyse; ins
anlýða iyilik eden, iktidarý zorla
alan birçok kimselerin de, daha ilk adýmlarýnda, kafalarýný kesmek gerekirdi. Am
a bu adamlar sonuna kadar
dayandýlar, bunun için de haklý çýktýlar. Bense dayanamadým, bunun için de bu ad
ýmý atmak hakkýný
kazanamadým.
Raskolnikov kendisini güçsüzlükle, korkaklýkla suçlandýrmaktadýr. Oysa Dostoye
vski, Raskolnikov'un kendisinde,
inanýþýnda derin bir hata bulunduðunu söylüyor. Dostoyevski'ye göre Raskolnikov,
bu hatayý sezmiþtir ama, gereði
gibi anlayamamýþtýr. Dostoyevski, büyük yapýtýnýn sonlarýna doðru Tanrýca davran
ýyor, yarattýðý kiþiyi yargýlýyor:
Raskolnikov, kendisinde, inanýþlarýnda derin bir hata olduðunu, belki daha o zam
an, sulara eðilip baktýðý
sýralarda, sezmiþ bulunduðunu bir türlü anlayamýyordu. Bu seziþin yarýnki hayatý
na ait deðiþikliðin, ölümden sonra
diriliþinin, hayata yeni bir bakýþýn habercisi olabileceðini de anlamýyordu.
Dostoyevski, Raskolnikov'u Sibirya'ya gönderip eline de, Turgenyev' le Çerniþe
vski'ye karþý çýkardýðý, göksel bir
erdemi tutuþturduktan sonra yapýtýný þu sözlerle bitirmektedir: Raskolnikov, bu
yeni hayatýn kendine bedava
verilmediðini, onu çok pahalýya, gelecekte yapacaðý büyük fedakarlýklarla satýn
almak gerektiðini henüz
bilmiyordu. Ama burada yeni bir öykü; bir adamýn derece derece yenileþmesinin, y
avaþ yavaþ yeniden hayat
buluþunun, bir dünyadan bir baþka dünyaya geçiþinin, þu ana kadar hiç bilmediði
yeni bir gerçekle tanýþmasýnýn
öyküsü baþlýyor. Bu, yeni bir yapýtýn konusu olabilir.
AÞK. Toplumu öðütlerle düzenleme çabasý devam ediyor. Bu öðütlerden bir yenisi
de aþk.
Ludwig Andreas Feuerbach (1804-1872), Hýristiyanlýk Felsefesi'ni yayýmladýðý s
ýrada (1839), Alman düþünce
çevreleri Hegelciliði tartýþýyorlardý. Hegel, geniþ bir alanda olaðanüstü etkisi
ni sürdürüyordu
Ýþte, aþk felsefecisi Ludwig Feuerbach da, bütün çaðdaþlarý gibi, bu Hegelcilikt
en doðmuþtu. Ölüm ve Ölümsüzlük
Üstüne Düþünceler adýný taþýyan yapýtýný Hegelin ölümünden bir yýl önce yayýmlam
ýþtý. Gelecek Felsefenin
Ýlkeleri'niyse on üç yýl sonra yayýmlayacaktý: Bir bakýma, insan aklýnýn özledið
i tartýþma henüz bitmemiþ olmalýydý.
Hegel, oluþu düþünceyle, ruhla baþlatmýþtý. Doðru muydu? Düþünce mi önceydi doða
mý, bir baþka deyiþle, ruh mu
önceydi madde mi?
O bitmez tükenmez masal, insan aklýnýn büyük macerasý yeniden baþlýyordu.
Feuerbach, soruyu kesinlikle karþýladý: Temel, doðadýr. Doðanýn dýþýnda hiçbir
þey yoktur. Her þey gibi, düþünce
de, doðanýn ürünüdür. Düþünce, maddesel bir organ olan beyinden çýkmaktadýr... B
ununla beraber Feuerbach,
maddecilikte kalamayacaktýr. Þöyle diyor: Bence maddecilik, insanýn varlýk ve bi
lgi yapýsýnýn temelidir. Ama bir
fizyolojistin, bir natüralistin anladýðý gibi, varlýk yapýsýnýn kendisi deðildir
. Maddecilikle geride beraberim ama,
ileride beraber deðilim.
Niçin?.. Çünkü Feuerbdch, bütün dinleri yýktýðý halde, yerlerine yeni bir evre
nsel din kurma yolundadýr. Bu yeni
din, aþk dinidir. Feuerbach, temeli maddeye dayadýðý halde bir idealisttir artýk
. Aþký, maddesel bir çekim olarak
deðil, bir insanlýk ideali olarak ele almaktadýr. Feuerbach da, Hegel gibi, diya
lektiði, maddelerde deðil, düþüncede
bulmaktadýr. Feuerbach'a göre düþüncede olup bitenler, düþüncenin ürünleridirler
. Ýnsanlar, seviþiniz, diyor,
gerçek din sizin bu sevgilerinizdedir. Varlýðýnýz, aþkýnýzla biçimlenecektir.
Feuerbach'a göre, dinin gerçeði aþktadýr. Önceleri insanlar, kendi nitelikleri
nin fantastik yansýmalarý olan Tanrýlar
yaratmýþlardýr. Tanrýlar, insanlýk düzenini kurmaya yetmediler. Oysa, bu düzeni
kuracak olan, insanýn baþka
insanlara karþý duyduðu baðlýlýktýr. Bu baðlýlýk, en yetkin biçimine aþkta ulaþý
r. Hele cinsel aþk, bu duygusal insan
baðlýlýðýnýn en yoðunlaþmýþ biçimidir. Dostluk, acýma, vazgeçme, coþkunluk gibi
çeþitli eðilimler, yetkinliði cinsel
aþkta beliren aþkýn çeþitli görünüþleridir. Ýnsanlar arasýndaki bütün sorunlar a
þkýn gücüyle çözülecektir. Aþký
kutsallaþtýrmak gerekir. Ýnsanlar, böylelikle, bütün acýlarýndan kurtulacaklardý
r. Din (religion), Latince baðlamak
anlamýndaki (religare) sözcüðünden gelir. Þu halde, din sözcüðünün ilk anlamý ba
ðdýr. Bundan ötürü insanlar
arasýndaki her bað, bir dindir. Din' sözcüðünün etimolojik anlamý gerçeði ortaya
koymaktadýr. Ama bu din, ruhçu
bir temele deðil, maddeci bir temele oturmaktadýr. Temel doðadýr. Her þey gibi,
din de, doðanýn ürünüdür. Varlýk
yapýsýnýn temeli maddedir ama; kendisi düþüncedir. Bir baþka deyiþle, varlýk mad
deden çýkýyor ama, ruhla geliþiyor,
varlýklaþýyor. Maddelerin oyunu bitmiþtir artýk.
Feuerbach, mutluluk felsefesini de, bu düþüncesinin üstüne kuruyor. Ona göre,
mutluluk eðilimi insan yapýsýnýn
doðal bir eðilimidir. Ýnsan, doðarken mutluluk eðilimiyle birlikte doðar. Mutlul
uk eðiliminin töreselliði (ahlakiliði)
bu yüzdendir. Gene bu yüzdendir ki, her törenin temeli mutluluk eðilimi olmalýdý
r. Ama mutluluk eðilimi baþýboþ
býrakýlamaz elbet. Onu düzenleyen iki doðal kýsýtlayýcý vardýr:
1- Eylemlerimizin kendimizdeki sonuçlarý: Mutluluk eðilimimizi baþýboþ býrakýp
, örneðin içkiyi fazla
kaçýrýrsak hastalanýrýz. Böylelikle de kendi eðilimimizi, kendimizden ötürü, ken
dimiz kýsýtlarýz.
2- Eylemlerimizin toplumdaki sonuçlarý: Mutluluk eðilimimizi baþýboþ býrakýrsa
k baþkalarýnýn mutluluk
eðilimlerinin sýnýrýna gireriz. Bu halde baþkalarý, kendi mutluluk eðilimlerini
savunarak bizim mutluluk
eðilimimizi bozarlar. Böylelikle de kendi eðilimimizi, gene kendimizden ötürü, k
endimiz kýsýtlarýz.
Özet olarak, hem kendimiz, hem de baþkalarý, elbirliðiyle mutluluk eðilimimizi
düzenlerler, aþýrýlýklarýmýza engel
olurlar. Bu iki durumun dýþýnda mutluluk eðilimimizin hiçbir engeli yoktur, keyf
ince yol alabilir. Anlaþýldýðýna
göre, mutluluðumuzu, gene kendi mutluluðumuz düzenlemektedir. Kendi mutluluðumuz
u bozmadýktan sonra
mutluluk eðilimimizin yöneldiði her yol töreseldir. Toplumsal sonuçlar, kendi mu
tluluðumuzun tadýný
kaçýrdýklarýndan ötürü kýsýtlayýcýdýrlar.
Evrensel uzlaþmayý aþkta bulan Feuerbach, töre alanýnda da, inceden inceye hes
aplanmýþ, kendisine hiçbir
bakýmdan zarar vermeyecek her mutluluðu cömertçe baðýþlamaktadýr kiþioðluna. Bu
açýdan bakýnca, Feuerbach'ýn
töresi, pek ince bir hesap iþi olarak görünmektedir. Hesap tuttu mu, baþkaca hiç
bir engel yoktur. Ýnsanýn Tanrýya
tapmasýný yasaklayan maddeci Feuerbach'ýn karþýsýna dikilen, insanýn insana tapm
asýný buyuran ruhçu Feuerbach,
düþünce dizisinde, zorunlu olarak böyle bir sonuca varmýþtýr. Düþünce alanýna yö
nelen, böylelikle de kendi içine
kapanan düþünce, duygusal bir ortamda gezinmek zorundadýr. Ýnsanlara birbirlerin
i sevmelerini öðütleyen ünlü
düþünür, yalnýzlýk ve yoksulluk içinde ölmüþtür.
KAZIK. Ýnsanlarýn mutluluðunu saðlamak için toplumu düzenlemek düþüncesi, topr
aða baðlýlýkla baþlýyor. Göçebe
topluluklarýn toplumsal sorunlarý yoktur. Birbirleriyle deðil, doðayla çekiþmekt
edirler. Ne saymak, ne de yazmak
gereðini duymuyorlar. Doða korkusu, onlarý, birtakým bitkilere, taþlara hoþ görü
nmeye zorluyor. Böylesine bir
yaltaklanmanýn dýþýnda din anlayýþlarý da yok. Erdemsizlik bulunmadýðý için erde
m kavramý belirmemiþtir.
Birbirlerine karþý ne iyilik, ne de kötülük ediyorlar. Doðanýn ezici baskýsý alt
ýnda tutunmaya çabalayarak kardeþçe
yaþamaktadýrlar. Bilgileri, doðadan korunma yolunda geliþmektedir. Bu geliþmenin
sonunda içlerinden biri çýkacak,
bir toprak parçasýnýn çevresine kazýklar çakýp, burasý benimdir, diyecektir.
Ýnsanlýk tarihi, artýk, bu kazýðý çýkarmak için çekilen acýlarýn tarihidir.
Eþitlik bozulmuþtur: Artýk, tarih boyunca güçlülerle güçsüzler çatýþacak, çýka
rlar çarpýþacak, toplumsal sorunlar
tartýþýlacaktýr. Bu eþitliði yeniden saðlamak isteyen düþünce akýmýna toplumculu
k (sosyalizm) adý verilecektir.
Çeþitli toplumcu düþünürler, çeþitli yollar göstereceklerdir. Bu düþünürlerin ar
asýnda Jean-Jacques Rousseau gibi
göçebelik çaðýnýn özlemini çekenler, Thomas More gibi eþitlik adasý düþleri kura
nlar da bulunacaktýr. Toplumsal
düþünce, çevresine kazýk çakýlan topraðý o kazýðý çakan atamýzýn elinden geri al
abilmek için, bin bir kapýya
baþvurarak, belli bir amaca doðru yürümüþtür. Thomas More'un açtýðý bu ütopyacý
çýðýr, sýrasýyla, Bacon'a (1561-
1625) Yeni Atlantis'i, Thomas Campanella'ya (1568-1639) Güneþ Ülkesi'ni, Valanti
n Andrea'ya (1600-1654)
Hýristiyan Ülkesi'ni, Harrington'a Oceana'yý (1656), Winstanley'e Devletin Yenid
en Kuruluþu'nu (1652),
Barclay'e Argenisi (1611), Heywood'a Altýn Çað'ý (1611), Gabriel Foigny'ye Jacqu
es Sadeur'ün Serüvenleri'ni
(1679), Vairrase'a Severanbe Tarihi'ni (1682), Morelly'ye Basiliade'ý (1745), Ga
briel Mably'ye Kenttaþlarýn
Hukuk ve Görevleri'ni (1765) yazdýrdý.
Fransa'da 1789 burjuva devrimi oluþmaya baþlamýþtýr. Toprak, soylularýn elinde
dir. Soylu olmayanlar toprak
edinemezler. Varlýklýlardan alýnmasý gereken vergi, tersine, yoksullardan alýnma
ktadýr. Kilisenin baskýsý,
soylularýnki kadar ezicidir. Kilise, uçsuz bucaksýz topraklarý Tanrý adýna iþlet
mekte, Fransýz köylüsünü yarý aç
çalýþtýrmaktadýr. Gelecek yýllarýn vergileri bile toplandýðý halde, krallýðýn bü
tçesi elli altý milyon lira açýktýr.
Devlete vermiþ bulunduðu borçlarý, Fransýz ulusuna yükleyerek alacaklarýný saðla
ma baðlamak isteyen yeni bir
sýnýf, burjuvazi doðmuþtur. Toprak adamlýðýndan para adamlýðýna geçilmeye çalýþý
lmaktadýr. Para adamlýðý da,
kendi yasalarýna uygun, yeni bir düzen gerektirmektedir.
1780'de yayýmlanan, Mülkiyet ve Hýrsýzlýk Üstüne Araþtýrmalar adlý yapýtýn yaz
arý Brissot de Warville, Devrim
Meclisinin milletvekilidir. Devrim Meclisi, mülkiyete karþý olmamakla beraber, k
ilisenin ve soylularýn bütün
mallarýna el koymuþtur, burjuvalara ve köylülere daðýtmaktadýr.
Meclis, özel mülkiyet üstünde kesin bir yargýya varamamýþtýr. Ýlerideki geliþm
elere göre her açýdan
uygulanabilecek yeni bir taným ortaya atmaktadýr: Özel mülkiyet, mülklerin kanun
gereðince verilen parçasýndan
yararlanma hakkýdýr.
Bu taným, salt eþitliði saðlamak isteyenleri kýzdýrmýþtýr. Bunlarýn baþýnda da
Gracchus Baboeuf (1760-1797)
gelmektedir. Baboeuf, kurduðu Le Tribun du Peuple gazetesinde; Darthe, Antonelle
, Buonarotti'yle birlikte,
Devrim Meclisinin ekonomik eþitliði saðlamasý gerektiðini savunuyor.
Ondokuzuncu yüzyýl baþlarken, Fransa'da, Marsilya kentinde Charles Fourier (17
72-1837), yanýnda çalýþtýðý bir pirinç
toptancýsýnýn; fiyatlarý yükseltmek için, iki bin ton pirinci denize döküþüne þa
þkýnlýkla bakýyordu. Fourier, bu
olaydan þu sonucu çýkardý: Plansýz çalýþma boþunadýr. Bilimsel bir plana baðlanm
ýþ üretim, baþýboþ üretimden,
ölçülemeyecek kadar verimli olacaktýr. Yüz aile bir araya gelip ayný mutfaðý kul
lanabilse daha az giderle
beslenebilirler. Engels, onun için þöyle diyor: Charles Fourierde o günkü toplum
sal koþullarýn heyecanlý, ama
ayný zamanda derine inen bir eleþtirmesini buluyoruz. Fourier, burjuvaziyi, devr
im öncesinin coþkun peygamberleri
ve devrim sonrasýnýn dalkavuklarý ile birlikte olduðu gibi ele almaktadýr. Fouri
er, burjuva dünyasýnýn maddi ve
manevi sefaletini hiç çekinmeden ortaya koyar, bu sefaleti filozoflarýn parlak v
aatleriyle karþýlaþtýrýr, aklýn
egemenliðini gerçekleþtirmiþ olacaðý vaadedilen bir uygarlýðýn herkese rahat ve
güven içinde yaþamayý saðlayýþý ve
insanýn içinde en kusursuz hale geldiði bir toplum idealiyle burjuvazinin gerçek
dünyasýný karþýlaþtýrýr. Bu gerçek
dünya ile çaðdaþ ideologlarýn pespembe dünyasý arasýndaki farký gözler önüne ser
er. Her yerde en sefil ve feci
gerçeðin en þiþirilmiþ tumturaklý sözlerle nasýl bir arada bulunduðunu gösterir
ve lafazanlýða bütün gücü ve
alaycýlýðýyla hücum eder. Fourier sadece bir eleþtirmeci deðildir, sakin yaratýl
ýþlý olduðu için ayný zamanda yergici
bir kimsedir, hatta onun gelmiþ geçmiþ yergici yazarlarýn en büyüðü olduðunu söy
leyebiliriz. Fourier, bir toplumun
genel geliþmiþliðinin ve özgürlüðünün, kadýnýn geliþmiþliði ve özgürlüðüyle ölçü
ldüðünü söyleyen ilk düþünürdür.
Ama Fouriernin en büyük yaný toplumun tarihiyle ilgili görüþünde aranmalýdýr...
Burjuva uygarlýðýnýn bir kýsýr
döngü içinde dönüp durduðunu, bir türlü çözemediði çeliþmeleri durmadan yarattýð
ýný ve sonunda, her zaman,
aradýðý ya da aradýðýný ilerisürdüðü þeylerin tam tersine ulaþtýðýný, nitekim yo
ksulluðun ve bolluðun kendisinden
doðduðunu söyler. Bu örnekler, Fouriernin, diyalektiði, çaðdaþý Hegel kadar usta
lýkla kullandýðýný göstermektedir.
Çaðdaþlarý insan yetkinliði üstüne sonu gelmez lafazanlýklar ederken Fourier, he
r çaðýn bir yükseliþ bir de iniþ
dönemi olduðunu gösteriyor ve bu görüþünü insanoðlunun geleceðine uyguluyordu. K
ant'tan beri doðabilimi göksel
cisimlerin gelecekteki ölümlerini kabul ediyorsa Fourierden sonra da tarih bilim
i, insanlýðýn gelecekteki ölümünü
görmezlikten gelemez (Engels, Sosyalist Düþüncenin Geliþmesi, çeviren: Selahatti
n Hilav, Ýstanbul 1964, s. 64,
75). Fourier, düþüncelerini 1808 yýlýnda yayýnladýðý Dört Hareketin Kuramý adlý
yapýtýnda açýklamýþtýr. Öðretisinin
ana çizgileri þunlardýr: 1) Ýnsan iyidir, özgürce geliþebileceði sosyal kuruluþl
ara kavuþunca daha da
yetkinleþecektir... 2) Ticaret kötüdür, insanýn ortaklaþacýlýðý gerektiren doðal
eðilimlerine aykýrýdýr... 3) Evlilik
ikiyüzlülüktür, çünkü her yerde kadýnýn köleleþmesini gerektirir... 4) Uygarlýk
her türlü kötülüðü içinde topladýðý
oranda ortaklaþacýlýðý gerçekleþtirecek güçlerin oluþmasýný saðlamaktadýr.
1803 yýlýnda, Saint-Simon'un kafasýna þöyle bir düþünce takýlýyor: Bir anda Fr
ansa, devlet adamlarýný, bütün
aristokratlarýný, bütün papazlarýný, bütün mülk sahiplerini yitirse ne olur? Fra
nsa üzülür, oysa gene Fransa'dýr. Ama
bir anda elli fizikçiyi, elli kimyacýyý, elli fizyolojisti, elli demircilik atel
yesi þefini, altý yüz çiftçiyi yitirse ne olur?
Fransa, Fransa olmaktan çýkar. Þu halde Fransa'yý Fransa eden insan, industriell
e (sýnai) insan'dýr. Oysa sýnai
insan, hiçbir zaman faiz ve kira almaz, emeðinin karþýlýðýný alýr. Þu halde faiz
ve kira, Fransa'ya hiçbir yararý
dokunmayanlarýn, Fransa'yý Fransa edenleri sömürmelerini saðlamaktadýr. Ýnsan, i
nsaný sömüreceðine, planlý bir
çalýþmayla doðayý sömürmelidir. Fransýz ekonomicisi Claude Henri de Rouvroy Comt
e de Saint-Simon (1760-
1825), idealist ve metafizik yapýsýna raðmen, toplumsal evrimi, sýnýf mücadelesi
nin bu toplumsal evrimin itici gücü
olduðunu ve sýnýf farklarýnýn da özel mülkiyetten doðduðunu açýklamýþtýr. Toplum
un kendi çaðýndaki yapýsý ve
geleceðin sanayi toplumunun nasýl kurulacaðý üstünde, ütopik ama ilginç düþüncel
er ilerisürmüþtür. Bilimsel olarak
olumlu bir toplum kurulmasý önerisi, o sýralarda ona katiplik etmekte olan gelec
eðin ünlü düþünürü Auguste
Comte'u etkilemiþtir. Ýnsanýn insan tarafýndan sömürülmesi ortadan kalkmalýdýr,
diyordu. Ama bunu
gerçekleþtirmek için ilerisürdüðü öneriler bilimsellikten uzaktý. Yeni platoncu
bir seçkinler yönetimi anlayýþýyla
toplumun endüstriyeller dediði iþverenler, tüccarlar, bankerlerle birlikte iþçil
eri de kapsayan karma bir sýnýf
tarafýndan yönetilmesini istiyordu. Hýristiyanlýðýn Hýristiyanlarca çoktan býrak
ýlmýþ olan yoksulluk felsefesini,
kendi deyimiyle en yoksul ve en kalabalýk sýnýfýn kalkýnmasýna uyguluyor ve bunu
n yeni Hýristiyanlýkla mümkün
olabileceðini ilerisürüyordu Bu bakýmdan Saint-Simonculuk, idealist sosyalizm ya
da ülkücü sosyalizm adlarýyla
da anýlýr. Anamalcý müteþebbisin kar'ýný haklý buluyor, ancak faiz ve rant'ýn bi
rer sömürü olduðunu söylüyordu.
Üretim araçlarýnýn mülkiyetini kabul etmekte, ancak bunun yetkin ellerde toplanm
asýný istemekteydi. Saint
Simonculuk akýmýnda izdaþlarý onun bu düþüncesini doðru bulmayarak üretim araçla
rý üstündeki özel mülkiyeti
bütünüyle bir sömürü aracý saymýþlardý.
Saint Simonculuða prodüktivizm de denir. Çünkü üretim araçlarý üstünde organiz
atör otorite saydýðý devlet bunlarý
en verimli olanlara daðýtacaktýr. Saint-Simon, böylelikle herkese yeteneðine gör
e ilkesini önermektedir. Verimli
üretimden herkes bu üretime katýlmasýyla orantýlý olan payýný alacaktýr. Enfanti
n, Bazard vb. gibi Saint Simoncular
kimi yerde ustalarýný eleþtirmiþler, kimi yerde de düþçülükte ustalarýný kat kat
geride býrakmýþlardýr. Saint
Simoncular (Fr. Saint Simoniens, Al. Saint Simonisten, Ýng. Saint Simonians)'ýn
bu tutumlarý karþýsýnda
yaþamýnýn son yýllarýnda Saint-Simon'un ben Saint Simoncu deðilim diye baðýrdýðý
söylenir. Saint Simon'un
ölümünden sonra 1828 yýlýnda Saint Simoncular dinsel bir mezhep gibi örgütlenmiþ
ler ve dinsel törenler
düzenleyerek skandallar çýkarmýþlardýr. Saint Simon bütün ütopyacýlýðýna raðmen
çaðýný geniþ çapta etkilemiþ bir
düþünürdür. Engels onun için, Büyük Fransýz Devrimi'ni soylular, burjuvalar ve y
oksullar arasýnda geçen bir
mücadele olarak görmek gerçekten dahiyane bir kavrayýþtýr. Politikanýn üretim bi
liminden baþka bir þey olmadýðýný
ve ilerde ekonominin içinde eriyeceðini görmüþtü. Onda, sonraki toplumcularýn il
erisürdükleri düþüncelerin
doðrudan doðruya ekonomik olan düþünceler dýþýnda hemen tümünü içinde taþýyan da
hiyane bir kavrayýþ geniþliði
vardý der.
Simon de Sismondi (1773-1842) de þöyle bir kuþkuya kapýlmýþtýr: Plansýz bir ya
rýþma sonunda, gerektiðinden çok
üretim (surproduction) yapýlsa ne olur? Fabrikacý, fabrikasýný kapayýp bir süre
bekleyebilir. Fabrikada çalýþan
gündelikçilerse bekleyemezler, açlýklarýndan ölürler. Þu halde ekonomik dengesiz
lik, toplumsal dengesizliði
doðurur. Toplumsal yoksulluðun nedeni, ekonomik dengesizliktir.
Bu arada, Pierre Leroux (1797-1871), Eþitlik Üstüne (1838) ve Ýnsanlýk Üstüne
(1840) adlý yapýtlarýný
yayýmlamaktadýr. Leroux'ya göre tarihsel köle, önce serf, sonra ücretli iþçi olm
uþtur. Özgür ve eþit insan olabilmesi
içinse, daðýtýmýn devlet eliyle ve þu kurallara göre yapýlmasý gerekir: Her çalý
þanýn emek niceliði, emek niteliði,
yaþama gerekleri... Leroux'nun toplumculuðu, üretimin ve tüketimin devlet eliyle
, belli kurallara göre düzenlendiði
bir toplumculuktur.
Bir yandan da Robert Owen (1771-1858), kuramsal düþünceyi eylemsel alana götür
erek, Kanada'da birkaç köy
kurup, toplumculuk denemelerine giriþmiþtir. Owen, büyük bir iþadamýydý. Kendi g
özlem ve deneylerine dayanarak
kendine özgü toplumcu bir tutum geliþtirmiþtir. Düþçü ve hayalci (ütopik) bir al
anda da olsa anamalcýlýðýn
çeliþkilerini sezmiþ ve sahibi bulunduðu fabrikada örnekler vererek anamalcýlýðý
n zararlarýný önlemeye çalýþmýþtýr.
Toplumculuk, özellikle kooperatif modelini Owen'e borçludur. Owen, anamalcý düze
ndeki artan yoksulluðu, üretim
sürecine deðil, bölüþümün adil olmamasýna baðlýyordu. 2500 iþçinin çalýþtýðý fab
rikasýný örnek bir fabrika
durumuna getirmiþti. Ýþçi çocuklarý için bakýmevleri açmýþtý. Çocuk yuvalarýnýn
ilk tohumunu atan da odur. Baþka
fabrikalar iþçilerini on dört saat çalýþtýrýrken Owen on buçuk saat çalýþtýrýyor
du Beþ yýllýk bir mücadeleden sonra,
1819 yýlýnda, kadýnlarýn ve çocuklarýn çalýþma saatlerini kýsýtlayan ilk yasanýn
çýkarýlmasýný da o saðlamýþtý.
Düþünceleri, özellikle birimi çalýþma saatiyle belirlenen vesikalar karþýlýðýnda
emek ürünleri alýþveriþinin yapýldýðý
emek pazarlarý tasarýsý, Proudhonculuðu geniþ çapta etkilemiþtir. Engels, onun i
çin bu adamýn kiþiliðinde yücelik
derecesine varan çocuksu bir yanla insanlarý yönetme konusunda pek az kimsede bu
lunan bir yetenek yan yana
bulunuyordu der.
Louis Blanc (1813-1882) da, Çalýþmanýn Düzenlenmesi adlý ünlü yapýtýný 1840'ta
yayýmlamýþ, 1848 ihtilalinden
sonra kurulan geçici hükümette yer alarak düþüncelerini uygulamaya baþlamýþtýr.
Fransa'nýn karýþýk günleridir.
Blanc, açtýðý ulusal iþyerlerini yürütemedi. Ýþçiye, verilmesi gereken gündeliði
güçlükle bulabiliyordu, ama
verilmesi gereken iþi bulamýyordu:
Ýki yýl sonra, elimize, yeni bir toplumcu öykü geçecektir. Etienne Cabet (1788
-1856), Icarie'ye Yolculuk
ütopyasýný yayýmlamýþtýr (1842). Icarie, düþsel bir ülkedir. Bu ülkede devlet, y
aptýklarý iþin niteliðine ve niceliðine
bakmaksýzýn, herkesin yaþama gereklerini karþýlamaktadýr. Yetenekler, doðal veri
lerdir. Çok akýllý, çok çalýþkan
olmak kiþiye hiçbir üstünlük saðlamaz. Ýnsan, elinden geldiðince çalýþacak, eþit
olarak yaþayacaktýr.
ondokuzuncu yüzyýlýn ilk yarýsý sona ererken, hemen bütün Avrupa toplumculuk çab
asý içindedir. Dünyanýn bütün
toplumcu düþünce adamlarý, Fransa'nýn baþkenti Paris'te toplanmýþlardýr. Arnold
Ruge, Almanya'dan Paris'e
geçerek; baþýna topladýðý Heine, Jung, Hess, Marx, Engels, Hervegh gibi yurttaþl
arýyla birlikte Paris'te toplumcu
bir dergi çýkarmaktadýr. Ayrýca. Bakunin, genç Lasalle, Weitlinger Paris'tedirle
r. Proudhon, Mülkiyet Üstüne adlý
ünlü yapýtýný yayýmlamýþtýr (1840). Savigny, ünlü Roma Hukuku Tarihi'nde (1815)
hukukun da bir yaþamý ve
evrimi bulunduðunu kanýtlamýþtýr. Her kafadan bir ses çýkmakta, her düþünür kend
ine özgü bir tasarý önermektedir.
Hepsinin birleþtiði kavþak þudur: Toplum, yeniden ve ekonomik bir açýdan düzenle
nmelidir.
Prusya'nýn genç bakanlarýndan Rodbertus (1805-1875), anamalla (sermaye) iþgücü
arasýndaki çeliþmenin devlet
eliyle giderilmesini istemektedir. Mikhail Bakunin (1814-1876), evrensel ayaklan
madan yanadýr, Tanrýtanýmazlýðý
ve her türlü yetkenin (otorite) ortadan kaldýrýlmasýný öðütler. Blanqui (1805-18
81) ve Stuart MilI (1806-1873),
ekonomik temelde iþgücünün önemini belirtirler. Ferdinand Lasalle (1825-1864), M
aithus kuramýndan yola çýkarak
insan çoðalmasýnýn anamal çoðalmasýný ölçülemeyecek kadar geçeceðini, bu yüzden
de iþsizliðin önüne
geçilemeyeceðini ilerisürer ve üretim kooperatifleri kurulmasýný savunur. Profes
ör Finkelblek, Karl Marlo takma
adýyla, elemekçisinin yarattýðý ürünlerin daðýtýmýnda, anamalcýlarýn (sermayedar
lar) el emekçilerini nasýl
aldattýklarýný kanýtlamaya çalýþýr.
Joseph Proudhen (1809-1856), ortaya bir ilke atmýþtýr: Yýkacaðým ve yapacaðým
(destruam et aedificato)... Nasýl
yýkýlacaðýný anlatmaktadýr ama, nasýl yapýlacaðý üstüne açýk seçik bir düþüncesi
yoktur. Özel mülkiyetin yerine
geçici bir mülkiyetin konulmasý gerektiðini ilerisürmekte, siyasal düzeltmelerde
n önce ekonomik düzeltmelerin
gerektiðine inanmaktadýr. Hegelciliði yorumlayan Yoksulluðun Felsefesi adlý yapý
týný yayýmlamýþtýr.
Karl Marx (1818-1883), Proudhon'a, Felsefenin Yoksulluðu adlý yapýtýyla karþýlýk
veriyor. Marx'a göre,
Proudhon'un bu felsefe üstündeki bilgisizliði bir yana, Hegel felsefesi gerçekte
baþ aþaðý oturtulmuþ (madde
temeline dayanacaðý yerde ruh temeline dayanmýþ) bir felsefedir ve onu gerçek ye
rine, ayaklarýnýn üstüne oturtmak
gerekmektedir.
Toplumculuðun XiX'ncu yüzyýlda ulaþtýðý bu geliþme, Katolik kilisesini bile to
plumculukla uzlaþmaya
zorlamaktadýr. Bu görevi de Philippe Buchez (1796-1865) üstüne almýþtýr. Katolik
lik ve Tam Bir Felsefe Üstüne
Denemeler adýný taþýyan yapýtý, bu uzlaþmayý saðlamaya çalýþmaktadýr. Bu arada;
gözler, çok eski iki kurum üstüne
çevrilmiþtir: Aile ve Katolik manastýrlarý... Bu iki eski kurum, ilk kuruluþlarý
ndan beri toplumcu bir yapý
içindedirler. Aile ve manastýr üyeleri, kendi yeteneklerine göre üretmekte, oysa
kendi gereksemelerine
(ihtiyaçlarýna) göre tüketmektedirler.
Friedrich Engels (1820-1895), Kapital'in yazýlmasý için Marx'ý zorlamaktadýr.
Marx'ýn bakýþý, ilk anamal
birikmelerini incelemek üzere, XVi'ncý yüzyýl Ýngiltere'sine çevrilmiþtir.
Bu arada, bir Alman iþçi düþünürü Joseph Dietzgen (1828-1888) maddeci diyalekt
iði sezmekte, Bir Kol Ýþçisine
Göre Düþünce Ýþinin Özü adlý yapýtýný yayýmlamaktadýr. Dietzgen'e göre, baþlangý
çtan beri var olduðu savunulan ve
nerede bulunduðu da gereði gibi açýklanamayan Hegel'in salt düþüncesi (mutlak fi
kir) bulanýk bir tasarýmdýr. Ýnsan
denilen maddesel yapýnýn kafasýnda bulunmasý gereken bu düþünce, maddeler diyale
ktiðinin bir yansýmasmdan
baþka bir þey deðildir.
Kazýk, çakýlmýþtý bir kez. Çýkarmak kolay olmayacaktý elbet.
KABA YA DA HAM. XiX'ncu yüzyýlýn ikinci yarýsýnda düþüncenin yöneldiði bilimse
llik eski bir deyime yeni bir
anlam kazandýrýyor. Eski anlayýþta bilginin üç aþamasýný dilegetiren halksal (Os
. Avami, Fr. Vulgaire); bilimsel
(Os. Ýlmi, Fr. Scientifique) ve felsefesel (Os. Felsefi, Fr. Philosophique) deyi
mleri yer deðiþtiriyorlar. Bilginin son
aþamasý, yeni bir deyimle nitelenip, bilginin ilk adýmýyla birleþiyor: Kaba.
Belki de ham demek daha doðru olurdu Kurgul (Os. Zihni, Fr. Speculatif) düþünc
e, pratikle baðýntý kurup
diyalektik bir öze kavuþuncaya kadar, kaba olmaktan çok, ham kalmýþtý çünkü.
Pratikle baðýntý kuramamýþ, insan eylemleriyle denetlenememiþ her düþünce hamd
ýr. Düþünce, metafizik düþünme
yöntemi içinde, kendi olanaklarýný zorlayarak, genellikle gerçekleri sezmiþ ve d
oðru yolu bulmuþ; ne var ki
diyalektik düþünme yöntemini öðreninceye kadar bilimsel bir tutarlýða kavuþamamý
þ, ham kalmaktan
kaçýnamamýþtýr.
Artýk kaba ya da ham deyimi, halksal'dan büsbütün baþka bir anlamda, Osmanlýca
avami ve Fransýzca vulgarie
deyimleri karþýlýðýnda ve bilimsel deyimi karþýtý olarak kullanýlmaktadýr. Bu an
lam, bir açýdan bilimsel olmayan'ý
(Os. Gayri ilmi, Fr. Non scientifique) dilegetirir. Bilimsel olmayan her düþünce
, ne kadar çok doðru'yu içerirse
içersin, tutarlý deðildir, hamdýr, kabadýr.
Bu ham ya da kaba düþüncelerin baþýnda diyalektik-öncesi özdekçilik anlayýþý g
elmektedir. Genel olarak
özdekçilik (Os. Maddecilik, Fr. Materialisme) adýyla anýlan kaba özdekçilik (Os.
Avami maddecilik, Fr.
Materialisme vulgaire), doðru bir temelden yola çýkmakla beraber, diyalektik bil
imsellikle geliþtirilemediði için
metafizik tek yanlýlýðýn sürüklediði yanlýþ sonuçlara varmaktan kaçýnamamýþtýr.
Evrenin özdeksel bütünlüðünü
sezmek gibi büyük bir baþarýya ulaþtýðý halde, üst olaný alt olana indirgeyerek
idealizme düþmüþtür. Onu bu
yanýlgýlardan kurtaran, ayýklayýp arýtan, bilimselliðe kavuþturan eytiþimsel özd
ekçilik (Os. Diyalektik maddecilik,
Fr. Materialisme dialectique) anlayýþýdýr.
Gerçekte çok doðru bir anlayýþý yansýtan özdekçilik gibi, diyalektik düþünceni
n oluþup meydana çýkmasýna temel
olan diyalektik-öncesi ekonomi, evrimcilik, toplumculuk anlayýþlarý da böyledir.
Bütün bunlar da kaba deyimiyle
nitelenmektedir.
Kaba ya da ham demek; olgu ve olaylardaki özellikle iki ve genellikle çok yanl
ýlýðý görememek, görünüþlerle
yetinip öze inememek, temel düþünceden çýkacak sonuçlarda tutarlýlýðý saðlayamam
ak, somutu soyutla karýþtýrmak,
tek yanlýlýðýn gerektirdiði aþýrýlýklara düþmek ve böylelikle üst olaný alt olan
a indirgemek demektir.
Örneðin kaba özdekçilik, XiX'ncu yüzyýlda Alman idealist felsefesine karþý olg
ucu bir nitelikte oluþmuþtur. Doða
bilimlerindeki kendiliðinden özdekçilik temeli üstünde geliþtirilmiþtir. Baþlýca
temsilcileri Ýsviçreli düþünür ve
doðabilimci Carl Vogt (1817-1895), Fransýz doktoru ve düþünürü Pierre Cabanis (1
757-1808), Alman fizyoloji
bilgini ve düþünürü Jacob Moleschott (1822-1893) ve Büchnerdir. Yanlýþ ve zararl
ý bir özdekçilik anlayýþýdýr.
Yanlýþlýðý bilinci özdeðe, tüm ruhsal süreçleri fizyolojik süreçlere indirgemesi
ndedir. Zararýysa idealizmin
saldýrýlarýna pek çok açýk ve güçsüz kapýlar býrakmasýndadýr. Üstelik de felsefe
yi yadsýr ve felsefesel sorunlarýn
doðabilimsel araþtýrmalarla çözümlenebileceðini ilerisürer. Ýnsan bilineninin to
plumsal bir ürün olduðunun farkýnda
deðildir. Düþünce ve duygularýn, fizyolojik süreçlerce belirlendiðini savunur. E
vrenin özdeksel bütünlüðünü
sezmek gibi büyük bir baþarýya ulaþtýðý halde bu vargýsýný, eytiþimden yoksun bu
lunduðu için zorunlu olarak
idealizme düþmesinden ötürü, aþýrýlýða vardýrmýþ ve üst olaný alt olana indirgem
iþtir. Kaba özdekçilik anlayýþý,
idealizme karþý çýktýðý halde, idealist yapýlýdýr ve metafizik düþünmenin tek ya
nlýlýk yanýlgýsýný taþýr. Ruhsal
faaliyeti bütünüyle yadsýr ve bunun sonucu olarak insan bilincini de özdek sayar
. Örneðin KarI Vogt, tükürük
bezleri nasýl tükürük ya da karaciðer nasýl safra salarsa beyin de öylece düþünc
e salar, Moleschot düþünce,
beyinden çýkan fosfordur derler. Ludvig Büchner ve Ernest Haekel gibi mekanik an
layýþlý özdekçiler de bu kaba
özdekçiliðe düþerler, örneðin Haekel, ruh, plazmadýr der. Bilimdýþý olan kaba ya
da ham özdekçiliðin yanýlgýlarý
þöyle saptanmýþtýr: 1. Bu özdekçilikte mekanik yan aðýr basýyor, kimya ve biyolo
jideki son geliþmeleri hesaba
katmýyordu. 2. Ne tarihsel, ne de eytiþimseldi, antidiyalektik anlamda metafizik
ti ve geliþme anlayýþýna tutarlý ve
kapsamlý bir biçimde baðlý deðildi. 3. Ýnsanýn özünü somut ve' tarihsel olarak,
tüm toplumsal iliþkilerin ürünü
olarak deðil de soyut olarak görüyor ve bu yüzden dünyayý sadece yorumluyordu, o
ysa bu bir deðiþtirme
sorunuydu, eþdeyiþle devrimci pratik eylemin önemini kavramamýþtý. Ünlü bir diya
lektikçi de þöyle der:
Düþüncenin özdeksel olduðunu söylemek, materyalizm ile idealizmi birbirine karýþ
týrmaya doðru yanlýþ bir adým
atmaktýr. Gerçekten de düþünce özdekten baþka bir þey deðilse özdek de düþüncede
n baþka bir þey deðil demektir,
eþdeyiþle aralarýnda hiçbir fark yoktur. Oysa bunlar farklý, hem de çok farklý þ
eylerdir. Bilinç özdeksel bir
geliþmenin ürünüdür ama, özdek deðildir. Özdekle bilinç, nasýl birbirlerinden ay
rýþtýrýlamazlarsa öylece de
birbirleriyle aynýlaþtýrýlamazlar.
Bütün bu kabalýklarýn ve hamlýklarýn içinde biri var ki özellikle incelenmeye
deðer.
KABA EKONOMÝ. Toplumsal üstyapýda bütün olupbitenlerin ekonomik altyapýyla bel
irlendiði açýk secik
anlaþýlýnca XX'nci yüzyýlýn bakýþý ekonomi bilimine çevriliverdi. Ekonomi bilimi
nin çok ilginç tarihsel bir serüveni
var.
Aristoteles, her malýn iki deðeri bulunduðunu görmüþ ve kullanma (istimal) deð
eriyle deðiþtirme (mübadele)
deðerini birbirinden ayýrmýþtýr. Bundan baþka faizin, parayý, deðiþtirmeyi kolay
laþtýrma görevinden ayýrarak üretici
(kapital, sermaye) kýldýðýný da sezmiþtir. Bu bakýmdan faizin yasaklanmasýný öðü
tlemektedir. Kazanç için yapýlan
ticareti de doðaya aykýrý bulmakta, erdemsizlik saymaktadýr. Fiyat, doðru olmalý
dýr, der. Doðru fiyat (juste prix),
deðiþtirilen mallar ve hizmetlerin eþit deðerde olmasýdýr. Özgür vatandaþlarý ka
ba iþlerde çalýþtýrmaktan kurtaran
esirliði gerekli bulur ve esiri canlý bir makine sayar.
Görüldüðü gibi Aristoteles, çok önemli birkaç buluþla konuya girmektedir. Buna
karþý, Yunan uygarlýðýný
kovalayan Roma uygarlýðýnda en küçük bir ekonomik seziþ yoktur. Sadece Cato ve V
arro gibi birkaç yazar, tarým
tekniði üstünde düþünmüþlerdir.
Ortaçaðda ekonomiye din açýsýndan bakýlmýþtýr. Bu çaðda da amaç, kurulu düzeni
n titizlikle korunmasýdýr.
Karþýmýza, Aristoteles'ten sonra ekonomiye eðilen ikinci yazar olarak Aquino'lu
Thomas (1225-1274) çýkmaktadýr.
Thomas, dinle dünyayý uzlaþtýrma çabasý içinde, birçok çeliþmelere düþmüþtür. Ör
neðin, bütün insanlarýn eþitliðini
savunduðu halde, ki Hýristiyanlýk açýsýndan bunu savunmak zorundadýr esirliði zo
runlu ve yararlý bulur. Mal
edinmeyi uygun görür, ama sýnýrlamaya kalkar, mal edinme (mülkiyet) kiþilerin so
syal durumunu koruyacak kadar
olmalýdýr, der. Burada, kurulu düzenin korunmasý pahasýna, ayrýca, Hýristiyanlýk
la da çeliþmeye düþmektedir.
Bilindiði gibi, Hýristiyanlýk mal edinmeye karþýdýr. Thomas'nýn ekonomik düþünce
ye getirdiði tek yenilik, narh
statüsüdür, bir þeyi gerçek deðerinden pahalýya satmayý ya da ucuza almayý yasak
lamaktadýr.
Bununla beraber ortaçað, iki önemli düþünürüyle, ekonomik düþünceye yeni güçle
r katmýþtýr. Bu düþünürlerden
biri Buridanus, öteki Oresmius'tur. Jean Buridanus (1300-1358), deðerin, bir mal
ý deðiþtiren bir insanýn kiþisel
ihtiyacýndan deðil, deðiþtirme zorunluðunda bulunan bütün insanlarýn ortak ihtiy
açlarýndan doðduðunu sezmiþtir.
Bundan baþka paranýn cevher deðeriyle deðiþtirme deðerini (kur) ustaca ayýrarak
paranýn deðiþtirme deðerinin
devletçe onanacaðýn: ilerisürmektedir. Nicolaus Oresmius (1323-1382) da para kon
usunda baþlý baþýna bir deneme
yazmakla ekonomiyi, ilk kez, dinden ayýrmýþ ve baðýmsýzlýða kavuþturmuþtur.
Kronolojik sýrada Ýslam düþüncesi, ekonomik alanda Aristotelesçiliði sürdürmek
tedir. Kurulu feodal düzenin
titizlikle korunmasý söz konusudur. Sadaka ve zekat yasalarý, varlýklýyla yoksul
ayrýlýðýný onaylamaktadýr. Bununla
beraber çok önemli bir Ýslam düþünürü, Ýbn-i Haidun (1332-1406), ekonomik alana
yeni düþünceler katmýþtýr. Ýbn-i
Haldun, kaderciliðe karþýdýr. Tarihsel olaylarda doða ve insan etkisini sezmiþ,
tarihsel zorunluðu görmüþtür.
Liberaldir, devletin ekonomik alana karýþmasýný yasaklar. Devletin bu alana el a
tmasýnýn ticaret düþünce ve
giriþkenliðini baltalayacaðý kanýsýndadýr. Bu baltalamanýn, dolayýsýyla amme eko
nomisini de sarsacaðýný ilerisürer.
Bundan baþka, memur maaþlarýnýn indirilmesinin satýn alma gücünü azaltacaðýný il
erisürmekle çaðdaþ satýn alma
gücü kuramýna öncülük etmektedir. Ekonomi tarihinde Ýbn-i Haldun'u ilk liberal s
aymak doðru olacaktýr.
Buna karþý, bir din devrimcisi sayýlan Luther, bir hayli gerici bir yüzle karþým
ýza çýkmaktadýr. Sosyal eþitsizlik
düzeninin Tanrý iþi olduðunu ve bu yüzden de olduðu gibi korunmasý gerektiðini s
avunmaktadýr.
Ýlk kapitalist Calvin de bu çaðda (reformation çaðý) karþýmýza çýkýyor. Calvin
, ilk kez, kapitalist bir anlayýþý
kuramsal olarak savunmakla önem kazanmaktadýr. Ayrýca, Calvin'de, ilk kez insan
emeðinin ekonomik bir deðer
olarak belirmeye baþladýðýný görüyoruz. Emek, Tanrýsal bir buyruktur. Calvin, ye
pyeni görüþler getiriyor:
Uluslararasý ticaret yararlýdýr, genel yoksulluðu azaltýr. Üretim için alýnacak
kredide faiz gereklidir ve dinsel
yasalara aykýrý deðildir.
Ýlk merkantilist (devletçi ve himayeci) düþünceye de bu çaðda rastlýyoruz. Mon
tesquieu'nün öncüsü sayýlan J.
Bodin (1530-1596), hammaddelerin çýkýþýyla yapýlmýþ maddelerin giriþini aðýr güm
rük resmine, bunun tersini de
hafif gümrük resmine baðlamak gerektiðini ilerisürüyor. Bundan baþka, Bodin, tar
ihte ilk kez esirliðin
kaldýrýlmasýný savunmaktadýr. Ayrýca, para miktarýyla fiyat arasýndaki kökten il
iþkiyi (çaðdaþ theorie quantitative)
de sezmiþtir. Bodin, ekonomik olaylarý dogmatik açýdan deðil, deneysel açýdan de
ðerlendirmektedir ki, bu davranýþ
ekonomi biliminin geliþmesinde çok büyük bir adýmdýr.
Yeni zamanlarda da kurulu düzenin korunmasý yolundaki titizlik devam etmektedi
r. Ancak, bu çaðda ekonomik
düþünce, felsefe (erdem ve töre) ve din etkilerinden kurtularak ulusal ve siyasa
l etkiler altýna girmiþtir. Ýlk
merkantilist düþünceyi ortaya atmýþ bulunan Bodin'i merkantilist yazarlar kovala
maktadýrlar. Bunlarýn arasýnda
Antoine de Montchr6tien (1576-1621), ilk kez, ulusal ekonominin önemi üstünde du
rmuþtur. Çok önemli bir görüþ
getiriyor: Ekonomik baðlýlýk siyasal baðlýlýðý gerektirir. Montchretien ayrýca,
insan emeðiyle iþbölümünün önemi
üstünde de durmuþ, bu yüzden, dýþ ticarette sýký himayeciliði savunurken, iç tic
arette tam bir serbestliði önermiþtir.
Gene bu yüzden, tembellerin iþ evlerinde zorla çalýþtýrýlmalarý gerektiðini savu
nmuþtur.
Ýlk fizyokrat seziyle de bu çaðda karþýlaþmaktayýz. iV'ncü Henri'nin bakanlarý
ndan Sully (1559-1640), ticaret ve
sanayi öngören merkantilist bir düzen içinde, ilk kez, þu düþünceyi ilerisürüyor
: Topraðý sürmek ve hayvan
beslemek Fransa'nýn iki memesidir.
XiV'ncü Louis'nin bakanlarýndan büyük adýyla anýlan Colbert (1619-1683), ekono
mi alanýna çok önemli yeni bir
düþünce getiriyor: Ulus, ekonomik bir örgüttür. Colbert'e göre, iç pazar kurulma
lý ve iç gümrükler kaldýrýlarak dýþ
ticaret gümrükleri konulmalýdýr. Devlet sanayi kurulmalý, kredi ve vergi kolaylý
klarý saðlanmalýdýr. Colbert,
sorumlu bir bakan olarak, bütün bu düþüncelerini gerçekleþtirerek Fransa'yý kalk
ýndýrmýþtýr.
Fizyokrat (doða gücü) düþünce, sanayie verilen bu büyük önemin tepkisi olarak
doðacaktýr. Örneðin, Ýtalyan
merkantilisti papaz Galiani (1728-1787) þöyle demektedir: Önemli olan sanayidir.
Buðday ucuz oh malýdýr ki,
manüfaktür sanayi geliþebilsin.
Bu arada, Platon ve Thomas Morus'nün yollarýný kovalayan, katýksýz devletçi ol
mak bakýmýndan merkantilist
sayýlabilecek bir büyük ütopyacý yetiþiyor: Tommaso Campanella (1567-1639). Para
sýz, ticaretsiz, eþit yurttaþlarýn
örgütlediði bir devlet düþlüyor. Ekonomik eþitlik (özgürlük) henüz ütopya alanýn
dadýr.
Tarihte ilk kez, Napoli'de baðýmsýz bir ekonomi kürsüsü kurulmuþtur. Ýlk ekonomi
profesörü de Genovesi'dir
(1712-l769). Genovesi bir de yeni düþünce getirmektedir: Altýn ve gümüþ, deðerle
rini, para olarak
kullanýlmalarýndan alýrlar.
Koyu merkantilist düzen, bir yandan fizyokrat tepkiyi hazýrlarken, öbür yandan
liberal tepkiyi kotarmaktadýr.
Ýngiliz merkantilisti Dudley North (1641-1691), uluslararasý ticaret serbestliði
ni savunmak ve gümrük yasaklarýna
karþý çýkmakla liberalizme öncülük etmektedir.
Ýtalyan merkantilisti Ortes (1713-1791), Malthus'ten önce, nüfusun artma eðili
minde olduðunu ve buna karþý
ulusal gelirin artmadýðýný görmüþ, doðumun kontrolü gerektiðini savunmuþtur. Ulu
sal ekonomi deyimini ilk kez
kullanan yazar Ortes'dir.
Bullionizm adýyla anýlan Ýspanyol merkantiliznýi, ulusal zenginliði deðerli ma
den stoklarýnýn artmasýnda
görmüþtür. Bu yüzden, deðerli madenlerin yurt dýþýna çýkmasý yasaklanmýþtýr. Oys
a, bu maden stoklarý, geldikleri
yoldan dýþarýya çýkmakta gecikmemiþlerdir.
Ýngiliz merkantilisti Thomas Mun (1641-1671) da ticaret dengesi kuramýnýn kuru
cusudur. Ticaret dengesini
saðlamak için ithalatýn azaltýlýp ihracatýn çoðaltýlmasýný, yiyecek maddeleri ür
etiminin artýrýlmasýný öngörmektedir.
Yüz yýl arayla yetiþen iki Ýngiliz filozofu, Locke ve Hume, ekonomi alanýna deðe
rli görüþler getirmiþlerdir. John
Locke (1632-1740), mallarýn yüzde doksan dokuzunun deðerinin insan emeðinden doð
duðunu ilerisürmekle deðer
kuramýnýn öncüsüdür. David Hume (1716-1776) da, enflasyonun etkilerini incelerke
n genel fiyat yükseliþinin
çeþitli mallarda farklý hýz ve oranda belirdiðini yakalamakla ekonomik devre kur
amýnýn temelini atmaktadýr.
Kameralist (hazineci) adýyla anýlan Alman merkantilistleri de devlet kasasýna, y
apabildikleri kadar çok, gelir
saðlama yolundadýrlar. Stokçuluðu öngören Hornigk (1638-1712), devletin çýkarý h
alkýn çýkarýdýr, diyen Schröder
(1640-1688), ulusal zenginliði altýn stoklarýndan ibaret bulan Sechendorff (1626
-1692) bunlarýn en önemlileridir.
Merkantilist yazarlardan, parayý altýn ve gümüþten kurtararak toprak karþýlýðýna
dayamak isteyen John Law (1671-
1729), ulusal zenginliðin kaynaðýný tarýmda bularak fizyokrat düþünceyi hazýrlay
an R. Cantillon (1680-1734), fiyat
hareketlerini tümüyle arz ve talep karþýlaþmasma baðlamak isteyen James Steuart
(1712-1780), parayla para
maddesini birbirinden ayýrarak para deðerini yasa gücünde bulan Nicholas Barbon
(1640-1698), istatistik biliminin
kurucusu William Petty (1623-1687) ekonomik düþüncenin geliþmesine yararlý olmuþ
kiþilerdir.
Ekonomi dünyasýný XVi'ncý, XVii'nci ve XViii'nci yüzyýllarda yöneten merkantil
izm, devletçiliðin öncüsüdür.
Merkantilist yazarlarýn ortak düþünceleri devletçilik, ulusal ekonomiyi koruyucu
luk ve sanayicilik sorunlarýnda
toplanýr. Enflasyoncu bir düþünceyle ulusal zenginliði (millî servet), devlet ka
sasýndaki altýn ve gümüþ stokunun
çoðalmasýnda bulmuþlar; altýn ve gümüþü yurt içinde tutmak için giriþ kolaylýkla
rý ve çýkýþ zorluklarý koymuþlardýr.
Zengin madenleri ele geçirmek yolundaki sömürgecilik de bu düþüncenin zorunlu so
nucu. olmuþtur. Yurt sanayi ve
ticaretini içte ve dýþta koruyuculuk (himaye), merkantilizmin baþlýca özelliðidi
r. Örneðin, Ýngiltere'de ölülerin
yünlü kumaþla kefenlenerek gömülmelerini zorunlu kýlan yasalar yapýlmýþ, çeþitli
gümrük statüleri uygulanmýþtýr.
Ýnsan sayýsý çok olan memleketlerin insan sayýsý az olan memleketlere üstün olac
aðý düþüncesi de çocuk düþürmeyi
yasaklamak, evlenmeyi ve çok çocuk yapmayý zorlamak, göçmen getirmeyi kolaylaþtý
rmak ve dýþarýya çýkýþlarý
zorlaþtýrmak sonucunu doðurmuþtur. Ülke sýnýrlarý içinde kapalý ve kendi yaðýyla
kavrulan (otarþik) bir ekonomi
düþüncesi, merkantilist görüþün ürünüdür.
1914-1918 i'nci Dünya Savaþý'ndan sonra birçok ülkeler yeniden merkantilizme d
öneceklerdir (neomerkantilizm).
Sanayi ve ticarete önem veren merkantilizm, XViii'nci yüzyýl Fransýz tarýmýný çö
ktürmek üzeredir. Kronolojik sýra,
bu durumun tepkisi olarak fizyokrasinin kurucusu Dr. François euesnay'i (1694-17
74). karþýmýza çýkarmaktadýr.
Fizyakrasi, bir yandan aþýrý sanayiciliðe karþý tarýmýn önemini belirtirken öbür
yandan aþýrý yasakçýlýða karþý tam
serbestliði savunmuþtur: Býrakýnýz yapsýnlar, býrakýnýz geçsinler (laissez faire
, laissez passer).

Yunanca kökünde doða gücü anlamýna gelen fizyokrasi, evrende bir doðal düzenin
(ordre naturel) varlýðý
düþüncesi üstünde oturmaktadýr. Doðal düzen, doðal yasalarla kurulmaktadýr. Ekon
omi de bu doðal yasalara
baðlýdýr. Fizyokrasi, XVi'ncý yüzyýldan beri ortaya atýlmýþ bulunan doðal hukuk
(droit naturel) sistemi içindedir.
Ancak, sosyal eþitsizliði yararlý ve gerekli, mülkiyet hakkýný titizlikle korunm
asý gereken en güçlü bir hak saymakla
geliþmeye yönelmiþtir. Bununla beraber, ekonomik yaþâmý bir bütün olarak ele ala
n ilk bilimsel çalýþma, fizyokrasi
çalýþmasýdýr.
Fizyokrat düþünce þöyle özetlenebilir:
1. Tek üretici güç toprak, tek üretici sýnýf çiftçi sýnýfýdýr. Sadece topraktý
r ki yatýrýmýný aþabilen ürün verir.
Ulusal zenginliðin temeli, topraðýn verdiði bu artýkdeðer (kýymet fazlasý)'dir.
Toprak dýþý emek, sanayi ve
ticaret, toprak ürünlerine sadece biçim deðiþtirir, yeni ve artýk bir deðer ekle
mez. Biçim deðiþtirmek
(fizyokratlarýn deyimince, toplamak), çoðaltmaz (fizyokratlarýn deyimince, çarpm
az). Toprak dýþý bütün
emekler, ancak, hammaddenin deðerine emekçinin yaþamasý için gerekli toprak ürün
lerinin deðerini ekler;
buysa, bir çoðalma, yeni bir deðer elde etme deðildir. Bu ekleme deðer, doðal dü
zen gereði, yeniden
topraða dönmek zorundadýr.
2. Ekonomik alaný doðal yasalar yönetir. Topraktan çýkan artýkdeðer, zorunlu o
larak, gene topraða
dönecektir. Üretici sýnýfýn, örneðin beþ milyar lira ürettiði düþünülse bu beþ m
ilyarýn iki milyarý tohum,
gübre, çiftçinin ve hayvanlarýnýn beslenmesi karþýlýðý olarak üretici sýnýfýn (ç
iftçinin) elinde kalacaktýr.
Geriye kalan üç milyarýn bir milyarý sanayi ürünleri satýn almak için kýsýr sýný
fa (sanayi ve ticaret iþçileri,
sermayedarlar, memurlar, serbest meslekçiler), iki milyarý da mülkiyet hakký ola
rak toprak sahipleri
sýnýfýna verilir. Toprak sahipleri sýnýfý eline geçen bu iki milyardan bir milya
rýný beslenmek için gerekli
toprak ürünlerini satýn almak üzere gene üretici sýnýfa, bir milyarýný da gerekl
i sanayi ürünlerini satýn almak üzere
kýsýr sýnýfa verir. Kýsýr sýnýf; bir milyarý üretici sýnýftan, bir milyarý topra
k sahipleri sýnýfýndan gelerek eline geçen
iki milyarýn bir müyarýný beslenme, bir milyarýný da hammadde için gene üretici
sýnýfa verir. Böylece, topraktan
çýkan beþ milyar gene topraða dönmüþ olmaktadýr (ekonomik hareketin cyclique kar
akteri).
3. Toplumda üç sýnýf vardýr: Üretici sýnýf, toprak sahipleri sýnýfý, kýsýr sýn
ýf... Topraktan elde edilen
artýkdeðer, topraklarýný tarýmýn emrine vererek ilk avansý yapmýþ olan toprak sa
hiplerinin hakkýdýr. Bu
hak, tarýma elveriþli bir toprak hazýrlamak için birtakým masraflarýn yapýlmakta
olduðu düþüncesine
dayanýr. Bununla beraber, bu hak da, Dr. Quesnay'in yukardaki tablosunda görüldü
ðü gibi, zorunlu olarak
gene topraða dönecektir. Kýsýr sýnýfýn yaptýðý dýþ ticaret, toprak deðiþiklikler
i yüzünden kaçýnýlmaz bir
kötülüktür. Bir memleket kendi topraklarýnýn yetiþtirmediði bir ürünü baþka bir
memleketten almak
zorundadýr. Bununla beraber, dýþ ticaret bir memleketi zenginleþtirmez, tersine
yoksullaþtýrýr. Ýç ticaret ve
iç pazarlar önemlidir ve serbest olmalýdýr. Ýç pazarlar çoðaldýkça dýþ ticaret a
zalýr ki amaç da budur.
Kiþilere özel çýkarlarýný gütmeleri imkanýný saðlamak yeter, iþlerine karýþmak g
erekmez (doðal düzen
düþüncesinin zorladýðý liberalizm).
Fizyokrasi, baþta Mably olmak üzere, birçok yazarlarca eleþtirilip bir hayli h
ýrpalanacaktýr. Kaldý ki, XViii'nci
yüzyýlýn sonlarýna doðru büyük kapitalizm doðmakta, uluslararasý geniþ bir sanay
ileþme tarým alanýný silip
süpürmektedir. Kumaþ fabrikalarýna yapaðý yetiþtirebilmek için çiftçiler tarlala
rýndan atýlmakta, tarlalar
otlaklaþtýrýlmaktadýr. Uluslararasý sanayin kaçýnýlmaz gereði olan emperyalizm g
ücünü duyurmaya baþlamýþtýr (bkz.
W. Sombart, L'Apogee du Capitalisme, Paris 1932). Din (Calvinizm ve püritanizm),
kapitalist düþünceyi
desteklemektedir. Kapitalizm, bir yandan büyük zenginlikler saðlayarak genel yaþ
ama çizgisini yükseltirken, öbür
yandan sosyal eþitsizliði artýrnýaktadýr (bkz. A. Birni, Histoire Economigue de
l'Europe, Paris 1932).
Tam bu sýrada karþýmýza Ýskoçyalý Adam Smith (1723-1790) çýkýyor. Klasik okul ad
ýyla anýlan öðretisi, liberal ve
kapitalcidir. Smith, ulusal zenginliðin tek kaynaðý olarak fizyokratlarýn toprað
ýna karþý emeði göstermektedir.
Öyleyse sadece çiftçiler deðil, bütün çalýþanlar üreticidirler. Çalýþanlar arasý
nda sýký bir iþbirliði baðlantýsý vardýr.
Bu iþbirliði {cooperation) sosyal iþbölümünün sonucudur. Ýþbölümü, emeðin ürünün
ü artýrýr. Adam Smith, bunu
belirtmek için, bir iðne fabrikasý örneði veriyor. Ýðne fabrikasýnda her iþçi, b
ir iðnenin meydana gelmesi için gerekli
on sekiz iþten birini yapmaktadýr. Ýþbölümü, ihtisasý artýrýr, yeni buluþlara yo
l açar, zaman kazandýrýr ama, bir
yandan da iþçiyi otomatlaþtýrarak körleþtirir, kiþiliðini yok eder.
Eskiden tek baþýna herhangi bir þeyi yapabilen sanatçý iþçi, artýk kocaman bir
makinenin küçük bir vidasý kadar
önemsizleþmiþtir. Smith, ekonomi alanýna, çok önemli bir düþünce getiriyor: Deðe
ri yaratan, emektir... Smith,
iþçinin, ilkel ekonomi çaðýnda emeðinin tam karþýlýðýný aldýðýný, þimdiyse bunu
alamadýðýný söylemektedir.
Eskiden, iþçi ya da çiftçi, emeðiyle ürettiði bütün ürünlerin tek sahibiydi. Þim
diyse, sermayenin yardýmý olmaksýzýn
üretmesi mümkün bulunmadýðýndan, elde ettiði ürünün bir kýsmýný sermayeye býrakm
ak zorundadýr. Bununla
beraber Smith, bu durumu, tüzeye ve töreye (adalet ve ahlak) aykýrý buluyor. Smi
th'e göre üç türlü fiyat vardýr:
Gerçek (reelle), doðal (naturelle) ve piyasa (courant) fiyatlarý... Gerçek ve do
ðal fiyatlar, yerine göre ad alan ayný
özü taþýrlar ve piyasa fiyatýný doðururlar. Piyasa fiyatý, arz ve talebin karþýl
aþmasýyla belirir. Smith, ilk kez,
sermayeyi durgun ve deðiþir (sabit ve mütehavvil) olmak üzere ikiye ayýrmakta ve
aralarýndaki farký göstermektedir.
Makineler, avadanlýklar, iþletme yapýlarý ve çeþitli bilgiler durgun sermaye; ha
m ve yapýlmýþ maddelerle para deðiþir
sermayedir. Kazanç, müteþebbisin karýyla sermayenin faizidir. Smith'e göre zengi
nleþmiþ memleketlerde kazanç
azalýr, iþçi ücretleri yükselir. Bundan baþka, iþçi ücreti en az geçim çizgisiyl
e sýnýrlanýr ve bunun altýna düþemez.
Üç türlü gelir vardýr: Kazanç, rant, ücret... Bütün öteki gelirler bu üç gelirin
deðiþik görünüþlere bürünmesinden
baþka bir þey deðildirler. Üretimde bir denge eðilimi vardýr, bu dengeyi saðlaya
n, kazançtýr. Sermaye ve iþgücü,
kazanç getirmeyen alandan kaçar ve denge böylelikle saðlanmýþ olur. Adam Smith,
nüfus sorunlarýnda da yeni
görüþler ilerisürmektedir: Nüfus azsa, piyasaya iþçi arzý da azdýr. O zaman iþçi
ücretleri yükselir, bu da doðumu
artýrýr. Nüfus çoksa bu olayýn tersi gerçekleþir. Smith, para konusunda da bu de
ngenin sözünü etmektedir. Ona göre
para da bir maldýr ve mal deðiþtirme (emtia tedavülü) yasalarý para alanýnda da
geçerlidir. Devlet, ekonomik alana
karýþmamalý, kiþisel çýkarlarý serbest býrakmalýdýr. Devletin bu konudaki tek gö
revi, mülkiyeti savunmaktýr.
Kapitalistler, iþçilere insanca davranmalý, onlara iyi ücretler vermelidirler. U
luslarýn zenginliði böylelikle
gerçekleþebilir.
Adam Smith, Uluslarýn Zenginliði (The Wealth of Nations) adlý ünlü yapýtýnýn i
kinci bölümünü þu sözlerle
bitirmektedir: Üretim ve yoðaltým denkleþmesi, bir ulusun sürekli olarak yararýn
a, ticaret denkleþmesiyse sürekli
olarak zararýna bulunabilir. Bir ulus, üst üste belki yarým yüzyýl ihraç ettiðin
den çok deðerde ithalde bulunabilir.
Bütün bu süre içinde giren altýnla gümüþ oradan bir çýrpýda, olduðu gibi dýþarýy
a gönderilebilir. Yerine, türlü kaðýt
para geçtiði için, memleketin elden ele dolaþan parasý gitgide tükenebilir. Hatt
a alýþveriþ ettiði uluslara karþý
yüklenmiþ olduðu borçlar boyuna artabilir.
Gene de gerçek zenginliði, topraðýyla emeðinin yýllýk hasýlasýnýn deðiþebilir
deðeri, ayný süre içinde pekala
artabilir. Þu son patýrtýlarýn baþlamasýndan önce (1775) Kuzey Amerika'daki sömü
rgelerimizin durumu ve bunlarýn
memleketimizle (Ýngiltere) yaptýklarý ticaret, bunun hiç de imkansýz bir þey olm
adýðýný göstermektedir.
Adam Smith, görüldüðü gibi, katýksýz bir liberal, sermayeci, sömürgecidir. Yukar
da sayýlan bütün dengeleri
ekonomi alanýndaki tam serbestliðin saðlayacaðýna inanýr. Ýleride, sosyalistler,
hem onun deðerli görüþlerinden
yararlanacaklar, hem de onu kýyasýya eleþtireceklerdir. Daha þimdiden, birçok ko
nularda çeliþmeye düþmekle;
deðeri yaratan emektir, dediði halde sonradan deðer yaratýcýlarý arasýna toprak
ve sermayeyi de katmakla, kullanma
deðeriyle deðiþtirme deðeri arasýndaki kökten iliþkiyi görememekle, emeðin ürünü
nü sermayeyle paylaþmasýný
erdeme aykýrý bulduðu halde sonradan sermayenin emeðin verimini artýrdýðýný iler
isürmekle, rant konusunda
gereken açýklýðý bulamamakla, müteþebbisle sermayeciyi ve karla faizi birbirine
karýþtýrmakla suçlandýrýlmaktadýr.
Klasik okulun ikinci yazarý, Protestan papazý Robert Malthus (1766 -1834), Essay
on the Principle of Popcýfation
(1798) adlý yapýtýnda bir nüfus yasasý ilerisürmüþtür. Bu yasaya göre . insanlar
geometrik bir oranla (2, 4, 8, 16...
olarak), tarýmsal üretim aritmetik bir oranla (1, 2, 3, 4... olarak) artmak eðil
imindedir. Bu yüzden, insan üremesi
tarýmsal üretimle sýnýrlanmýþtýr. Açlýk ve sefaletle bunlarýn doðurduðu ölümleri
artýran ve doðumlarý azaltan her
türlü kötülükler doðaldýr. Tarýmsal üretimin sýnýrlamasýndan doðan bu kötülükler
engellemese insanlarýn üremesi
besin üretimini aþar ve insanlýk aç kalýr (Ýbid, c. i, s. 1-29). Ýnsanlar eþit o
lmamalý, yoksullara yardým edilmemeli ve
ölümleri önleyici tedbirler alýnmamalýdýr, her eþitlik sistemi sonunda yoksulluk
ve sefalete varýr (Ýbid, c. ii, s.
151). Osmanlý devleti, kötü yönetimi ve zulmüyle tarýmsal üretimi ve dolayýsýyla
nüfusu sýnýrlamýþtýr (Ýbid, c. i, s.
211). Ýþçi ücretlerinin en az geçim çizgisinde bulunmasý kaçýnýlmazdýr, çünkü üc
retler artarsa nüfus da artar ve
ücretler zorunlu olarak gene en az geçim çizgisine iner. Ýngiliz oligarþisinin ç
ýkarlarýna uygun bulunan Malthus'ün
bu savý geniþ çapta tutulmuþ ve desteklenmiþtir. Malthus ekonomik bunalýmlarý da
nüfus yasasýndaki mantýkla
açýklamaktadýr. Bunalýmlarýn üretimin satýn alma gücünden daha büyük bir hýzla a
rtmasýndan doðduðunu; üretimle
tüketim arasýndaki bu dengesizliði gidermek için nasýl nüfus yasasýnda insanlarý
ölüme býrakmak gerekiyorsa parayý
da öylece üretici olmayan amaçlara býrakmak gerektiðini söyler. Eþdeyiþle, nasýl
insanlarýn bir bölümünü öldürmek
gerekiyorsa paranýn da öylece bir bölümünü öldürmek gerekir. Görüldüðü gibi, Mal
thus, anamalcý çoðalmayý
sezmiþ, ama nerede bir çoðalmaya rastlamýþsa hemen onu yoketmek gerektiðini iler
isürmüþtür. Doðal düzen insan
artýþýna karþý yoksulluðu ve ahlaksýzlýðý, para artýþýna karþý da eðlenceyi ve l
üksü koyarak dengeyi saðlamaktadýr.
Ýnsanlarýn buna karýþmamalarý ve bu dengeyi bozmaya çalýþmamalarý yeter.
Liberalizmin býrakýnýz yapsýnlar formülünü býrakýnýz ölsünler formülüne döuüþt
üren Malthus'ün bu savlarý, kýsa
bir süre içinde, pratikle yalanlanmýþtýr. XiX: yüzyýlda teknik yenilikler, üreti
mi, deðil aritmetik, geometrik bir oraný
da aþan bir hýzla artýrmýþ ve toplumu, nüfus artýþý deðil, üretimin artýþý tedir
gin etmiþtir. Bunun sonucu olarak da,
doðumlarý azaltmak yerine, aþýrý üretimi azaltmak yoluna gidilmiþtir. Kaldý ki M
althus'ün nüfus yasasý, keyfi ve
bilimdýþý bir konuta dayanmaktadýr; insanlarýn geometrik ve tarýmsal üretimin ar
itmetik bir oranla arttýðý hiçbir
zaman tanýtlanmamýþtýr. Bu varsayýmýn her bakýmdan yanlýþlýðý, gittikçe çoðalan
insanlýðýn gittikçe artan
ihtiyaçlarýný giderecek bütün araçlarý saðlamasýyla da meydana çýkmýþ bulunmakta
dýr. Evrensel geliþme, artan her
ihtiyacýn onu karþýlayacak aracý da birlikte getirmesiyle sürüp gitmektedir. Mal
thus, insansal iliþkileri, ne doða
yasalarýna ve ne de tarih yasalarýna dayanan, bilimdýþý sayýsal iliþkilere, dönü
þtürmüþ ve böylelikle de sözde emekçi
sýnýfýnýn yoksulluðunu ve savaþýn kaçýnýlmazlýðýný açýklamýþtýr. Demek ister ki,
emekçilerin çektikleri sefalet de,
savaþ da anamalcýlýðýn suçu deðildir; bunlar doða yasalarýnýn zorunluðuyla olmak
tadýr. Klasik ekonomi okulunun
çok deðerli bilginleri olduklarý halde bir Smithçilik'ten, bir Ricardoculuk'tan
söz edilmeyip günümüzde bile ikide
bir Maltüsçülüðün ilerisürülmesinin nedeni budur. Papaz Malthus'ýn bu bilimdýþý
varsayýmý nüfus kuramcýlarýnýn
büyük çoðunluðu Protestan papazlarýdýr, açlýk ve yoksulluðun, anamalcý üretimin
zorunluðu deðil, bir doðal
zorunluk olduðunu tanýtlama gayretine dayanýr. Hindistan kumpanyasý hizmetinde o
lan ve verdiði derslerin ücretini
bu kumpanyadan alan papaz Malthus'a göre açlýk da, yoksulluk da doðaldýr, mukadd
erdir, hiçbir güç bunlarý
önleyemez, devlet bu konuya boþuna müdahale etmemelidir (liberalizm). Yoksullarý
koruma yasalarý (Ýng. Poor
Law), nüfus artýþýný saðlamak ve yoksulluktan ölümlere engel olmakla, topluma kö
tülük etmektedirler. Ýnsanlarýn ve
besinlerin gerekli oranlarý Tanrýca düzenlenmektedir ve devlet, beceremeyeceði b
ir iþe karýþmamasý gerektiðinden
baþka, Tanrýnýn iþine de burnunu sokmamalýdýr.
Klasik okul adý altýnda toplanan liberal kapitalistlerin en ünlü kuramcýsý Dav
id Ricardo'dur (1772- 1823).
Bodin'in XVi'ncý yüzyýlda sezdiði para miktarýyla fiyat arasýndaki kökten iliþki
yi Ricardo gün ýþýðýna çýkarýyor:
Kaðýt paradaki deðer düþüklüðü, kaðýt para miktarýnýn çoðalmasýyla orantýlýdýr (
enflasyon). Buna karþý, yeni bir
altýn madeninin bulunmasý altýný çoðaltarak altýnýn deðerini düþürür ve böylelik
le mal fiyatlarýný yükseltir. Öyleyse
paranýn deðeri, para miktarýyla belirlenir (miktar kuramý, theorie quantitative)
. Ricardo, buna, çok ilgi çekici bir
düþünce de ekliyor: Piyasadaki parayla piyasadaki mallarýn birbirlerine tam uygu
n bulunduklarý ideal bir
durumda deðerli madenlerin deðiþtirme deðerleri bunlarý çýkarmak için harcanan e
meðin deðerine eþittir. Örneðin,
böyle bir durumda, gümüþün gramý beþ lira ederken, altýnýn gramý on lira ediyors
a, altýný çýkarmak (istihsal etmek)
için gümüþe harcanan emeðin iki katý harcanýyor demektir. Ricardo'ya göre, böyle
ideal bir durumda, paranýn
deðeri bile emeðin tam karþýlýðý olmaktadýr. Deðeri yaratan, emektir (say, iþgüc
ü; XVii'nci yüzyýlda John Locke'un
bu sonuca pek yaklaþtýðý hatýrlardadýr). Ricardo'ya göre, uluslararasý ticaret,
piyasanýn gerektirdiði para miktarýný
otomatik olarak dengeler. Ancak, bunun için, paranýn ya deðerli maden, ya da deð
erli maden karþýlýðý kaðýt olmasý
ve dýþ ticaret fiyatlarýnýn tam bir serbestlik içinde belirmesi gerekir. Böyle b
ir durumda ne enflasyon olur, ne de
deflasyon. Karþýlýksýz kaðýt paraysa önemlidir ama, her bakýmdan da tehlikelidir
. Para çýkarmak, bir devlet
bankasýnýn iþi olmalýdýr (liberal Ricardo'nun kural dýþý tek önerisi budur). Ban
ka, karþýlýk miktarýnca kaðýt para
çýkarabilir. Ancak bu karþýlýk da deðerli külçeler halinde olmalýdýr ki halk iki
de bir kaðýt parasýnýn altýn ya da
gümüþle deðiþtirilmesini isteyemesin, bundan sadece büyük tüccarlar ticaret deng
esini düzeltmek için
yararlanabilsin (birçok memleketler, Ricardo'nun bu öðüdünü hala tutmaktadýrlar)
. Ricardo, deðiþmez bir deðer
ölçüsünün bulunamayacaðý kanýsýndadýr. Deðeri yaratan emektir, sermaye de deðer
yaratýr ama, sermaye, birikmiþ
bir emekten baþka bir þey deðildir (Ricardo'nun, ayný sonuca vardýðý halde sonra
dan vazgeçen Adam Smith'e göre,
büyük baþarýsý bu düþüncededir; Smith, sermayenin birikmiþ bir emek olduðunu sez
ememiþti). Bu kural, yeniden
üretilebilen mallar için doðrudur, diyor Ricardo. Sanat ürünleri, antika eþya, e
skitilmiþ þarap gibi bir daha
üretilemeyecek mallarýn deðerini nedret yasasý düzen1er. Her malýn tek fiyatý va
rdýr, bu tek fiyat da o malýn en
kötü ortamda üretilmesi için gerekli emeðin karþýlýðýdýr (çünkü, en kötü ortamda
ki emeðin deðeri karþýlanamazsa, o
mal bir daha üretilemeyecektir).
Rant, fiyatý belirlemez. Çünkü rant, salt bir deðer deðildir (Anderson ve Malt
hus gibi yazarlar rantýn, doðanýn
verim gücüyle belirlenen salt bir deðer olduðunu söylemiþlerdi). Rantý ancak yük
sek verimli topraklar elde edebilir,
çünkü rant bu verim farkýndan doðan görece (izafi, tefazuli) bir deðerdir. Piyas
aya yakýn olmak, daha verimli
bulunmak gibi avantajlardan yararlanan iþletmelerin maliyet fiyatý, kötü durumda
ki iþletmelerin maliyet fiyatýndan
elbette daha düþük olacaktýr. Oysa, her malýn tek fiyatý vardýr ve piyasa fiyatý
, en kötü durumdaki emeðin fiyatýdýr.
Ýyi iþletme, piyasa fiyatýyla kendi maliyeti arasýndaki farktan yararlanacaktýr
ki iþte bu fark ranttýr (rant kuramý da
Ricardo'nun büyük baþarýlarýndan biridir). Ricardo, sermayeciye pek önem verdiði
ve onu ekonomik yaþamýn
yöneticisi saydýðý halde toprak sahiplerini toplumun parazitleri olarak adlandýr
maktadýr. Bu parazitlerle burjuva
sýnýfý arasýndaki büyük çatýþmayý da açýkça ortaya koyuyor: Endüstrinin geliþmes
i þehirleri geniþletir ve besin
ürünleri gereðini artýrýr. Bu yüzden, besin ürünlerinin fiyatlarýyla toprak kira
sý sürekli olarak artar. Sonundaysa,
sermayenin ve iþgücü gelirinin (kar ve ücretlerin) büyük bir parçasý toprak sahi
plerinin cebine girer, hem de sadece
topraklarýný kiralamakla yetinip hiçbir iþ görmedikleri halde... Besin ürünlerin
in fiyatlarý artarsa iþçi ücretleri de
artar, çünkü iþçi ücretleri en az geçim çizgisinin altýna düþemez. Buysa, sermay
ecinin kazancýnýn azalmasý demektir,
çünkü iþçi ücretleriyle kazanç ters orantýlýdýr. Öyleyse endüstrinin geliþmesi,
sermayecinin deðil, parazit toprak
sahiplerinin cebini dolduruyor demektir. Ýþte, 1789' büyük Fransýz Devrimi'ni ge
rektiren ekonomik çatýþma.
Görüldüðü gibi Ricardo, kapitalist. ya da Marksist olsun, çaðdaþ ekonominin te
mellerini atan çok önemli bir
kuramcýdýr. Kimileri, böylesine güçlü bir kuramcýnýn akademik yoldan, üniversite
kürsülerinden gelmemiþ olmasýný
þaþkýnlýkla karþýlamaktadýrlar (borsacý ve iþadamýydý). Ricardo, iþçi sýnýfýný i
þ hayvanlarý, avadanlýklar, fabrikalar
gibi bir üretim aracý saydýðý halde sermaye kazancýyla iþçi ücretleri arasýndaki
ters orantýyý yakalamýþtýr.
Burada, bir zamanlar ekonomi dünyasýný bir hayli uðraþtýran pek ilginç bir tartý
þmayý da belirtmemiz gerekir:
Geleceðin neo merkantilistleri klasik akulun Ýngiltere'nin dünya egemenliðini sa
ðlamak için kasýtlý olarak yanlýþ
kuramlar kurduklarýný ilerisürmüþler, geleceðin neo klasikleri de neo merkantili
stleri Almanya'nýn dünya
diktatörlüðünü hazýrlamakla suçlamýþlardýr. Bir bakýma, yukarda sayýlan klasik o
kul kurucularýnýn tümü (Smith,
Malthus, Ricardo) Ýngiliz, neo merkantilistlerin tümü Almandýr. Ancak, anlatmak
üzere bulunduðumuz bir de
Fransýz klasiði vardýr ki, bu açýdan, durumu bir hayli ilginçtir.
Bu klasik, Jean Baptiste Say'dýr (17671832). Say, koyu bir dev(etçilik düþmaný
, aþýrý bir serbestçilik dostudur.
Ona göre arzýn tümü, talebin tümüne eþittir. Öyleyse, ekonomik çöküntüyü gerekti
recek bir üretim çoðalýþý
(surproduction) söz konusu olamaz. Olsa olsa, herhangi bir malýn satýþýnda gevþe
klik olabilir ki bu da piyasanýn
tam serbestliði halinde hemen dengesini bulur. Çünkü, her mal, karþýlýðý olan bi
r malla deðiþtirilmek için üretilir.
Her üretim, bir baþka üretimin hem nedeni, hem sonucudur. Daha açýk bir deyiþle,
karþýlýðý üretilmeyen mal, esasen
üretilemez, bu yüzden; de üretim çokluðu olayý imkansýz bir kuruntudur.
Say'ýn getirdiði bir baþka yenilik de, Adam Smith'in birbirine karýþtýrdýðý se
rmaye geliri faiz'le müteþebbis geliri
kar'ý kesinlikle ayýrmasýdýr.
Bu Fransýz klasiðini, hemen ardýndan, gene bir Ýngiliz klasiði izliyor. John S
tuart Mill (18061873), kendinden
sonrakileri felsefe açýsýndan da etkileyen (örneðin, pragmatisme) önemli bir düþ
ünürdür. Mill, gelirlerin
bölüþümünü kýyasýya eleþtirmiþ, miras hakkýnýn kaldýrýlmasýný önermiþtir. Ancak,
insan eþitliðinin miras
kurumunun kaldýrýlmasýyla hemen gerçekleþivereceðini sanmaktadýr. Bundan baþka,
Mill, üretim kooperatifleri
kurulmasýný önermekte, toprak rantýnýn devletleþtirilmesini (socialisation) savu
nmakta, hiç deðilse yüksek bir
toprak vergisi alarak rantýn ortadan kaldýrýlmasýný istemektedir. Bu pek ileri d
evletçi düþüncelerini, tam bir
serbestlik düþünceleriyle nasýl baðdaþtýrdýðý ilk bakýþta yadýrganabilir. Burada
, Mill'in felsefeci kiþiliði iþe
karýþmaktadýr. Mill, faydacýdýr. Bireylerin çýkarýný toplumun çýkarýnda, toplumu
n çýkarýný da bireylerin çýkarýnda
bulmaktadýr. Sonralarý, pragmacý felsefenin bir hayli geliþtirdiði gibi, Mill'e
göre insanlarý, kiþisel çýkarlarý yönetir.
Mill'i, gerektiði hallerde toplumsallaþtýrma düþüncelerine götüren iþte bu temel
anlayýþý olmuþtur. Gerçekte Stuart
Mill, ekonomik dengenin tam bir rekabet serbestliði içinde gerçekleþebileceðine
inanmaktadýr. Bu açýdan, fiyat ve
uluslararasý ticaret konularýnda, yeni görüþler ortaya atmýþtýr: Arz ve talep fi
yat dalgalanmalarýný, fiyat
dalgalanmalarý da arz ve talebi etkilemektedir. Arz biraz fazlalaþýnca fiyat düþ
er, fiyatýn düþmesi talebi çoðaltýr ve
dolayýsýyla arzýn gereken çizgiye inmesini saðlar. Talebin biraz fazlalaþmasý ha
linde de durum aynýdýr. Öyleyse,
diyor Mill, fiyat, arz ve talebi dengede tutan bir güçtür. Bununla beraber, arz
ve taleple fiyat arasýndaki yükseliþ ya
da alçalýþlar ayný oranda deðildir, oranýn derecesi (nispetin mikyas'ý) mallarýn
cinsi ve karþýlayacaðý ihtiyaç gibi
çeþitli etmenlere baðlýdýr. Uluslararasý ticarette de faydayý, ihracatta deðil,
ithalatta bulmaktadýr (merkantilistleri
hatýrlayýnýz). Çünkü, diyor Mill, ihracat, bir memlekette üretilemeyen ya da çok
pahalý üretilebilen mallarýn ithalini
saðlamak için yapýlýr. Öyleyse, bu konuda önemli olan, tüccarlarýn hangi malý ge
tirmekten daha çok kar edecekleri
sorunu deðil, tüketmek için hangi malýn gerekli bulunduðu sorunudur.
Kök anlamýnda ticaret kavramý bulunan merkantilizm, daha XVi'ncý yüzyýlda devl
etçi bir sistem olarak belirmeye
baþlamýþtý (Bodin'i hatýrlayýnýz). Bütün serbestçi sistemlerin karþýsýnda, çeþit
li kýlýklara bürünmüþ de olsa, onu
bulmak mantýk gereðidir. Þimdi de karþýmýza neo merkantilizm adý altýnda iki yen
i kýlýkla çýkmaktadýr: Romantik ve
ulusçu... Her iki kýlýk da Alman düþüncesinin ürünüdür.
Romantik neo merkantilist okulun en ünlü yazarý Adam Müller (1779-1829), örnek
bir devletin yüceliðini öne
sürmektedir. Ona göre devlet, töresel ve organik bir birliktir ve her alaný kaps
amaktadýr (l'Etat totaliste). Ýnsanýn
varlýðý devletin varlýðýna baðlýdýr. Ekonomi, serbest bir alanda at oynatamaz. E
konominin düzenleyicisi devlettir.
Ulusal zenginlik (milli servet), sadece maddesel ürünleri deðil, düþünsel ürünle
ri de kapsar. Bütün düþünce
alanlarýnda çalýþanlar da, tarýmcý ve sanayiciler kadar, üreticidirler. Sermaye
kavramýnda, sadece maddesel sermaye
deðil (capital physique), düþünsel sermaye (capital intellectuel) de vardýr. Mül
ler ve F. V. Baader (1765-1841) gibi
düþünürlere romantik denmesinin nedeni, rasyonalist felsefeye karþý ve mistik eð
ilimli olmalarýdýr.
Ulusçu neo merkantilist okulun en ünlü düþünürü Frederic List (1789-1846), kla
sikleri, bireyci olmakla ve tarihsel
geliþmeye önem vermemekle suçlandýrmaktadýr. List'e göre, bireyle insanlýk arasý
nda tarihsel bir geliþimi olan bir
de ulus vardýr ki, ekonomik alan asýl onun gerekleriyle düzenlenir. Çünkü ulusl
ar arasýnda sürekli bir barýþ
düþünülemez, klasik okulun bütün yasalarý böylesine düþsel bir barýþýn varlýðý ü
stüne kurulmuþtur, bu varlýk
gerçekleþmeyeceðine göre, o yasalarýn hiçbir deðeri yoktur. List'e göre tarihsel
geliþim þu sýrayý izlemiþtir: Ýlkçað
(vahþet), çobanlýk çaðý, tarým çaðý, tarým manüfaktür çaðý, tarým manüfaktür tic
aret çaðý... Uluslarý bu son ve yetkin
çaða ancak devlet eriþtirebilir. Uluslararasý iliþkiler, klasik mekanizmanýn iþl
emesine engel olurlar. Ekonomik
düzen, ancak ulus içinde ve devlet yöneticiliðiyle gerçekleþtirilebilir. Devlet
korumaz ya da koruyamazsa, geliþmiþ
bir yabancý sanayi, geliþmemiþ ya da az geliþmiþ uluslarýn ilerlemesine kesinlik
le engeldir. List, sadece sanayi ve
ticaret alanýnda kalmamakta, bu konuda ulusun bütün üretici güçlerinin seferber
edilmesini öðütlemektedir.
Bununla beraber, List için de amaç, ticaretin tam bir serbestliðe kavuþacaðý ulu
slararasý sonsuz bir barýþtýr. Devlet
koruyuculuðu, bu amaca götürecek olan bir araçtýr. Kiþi, bugünün çýkarýný gelece
ðin yararý uðruna harcayamaz.
Bunu ancak devlet yapabilir. Sanayisiz, tarýmsal bir devlet tek bacakla yürümeye
çalýþan bir insana benzer. Bu
bakýmdan, herhangi bir ulusu, tarým çaðýndan sanayi çaðýna geçirebilecek bir sav
aþ bile, mutlu bir olaydýr.
Romantik ve ulusçu neo merkantilizm ki görüldüðü gibi, eski merkantilizmden bir
hayli farklýdýr gerçekte, ünlü
Alman filozofu Johann Gottlieb Fichte'nin (17621814) kurduðu kapalý ticaret devl
eti (l'Etat commercial ferme,
1800) temeli üstünde yükselmektedir. Fichte, otarþik ekonominin en yetkinini mey
dana koymuþ bir düþünürdür.
Fichte'ye göre para, bütün gücünü devletten alýr. Ýnsan, ancak toplum içinde bir
varlýktýr. Öyleyse devlet, insan
varlýðýna anlam veren bir kuruluþtur. Ulusal geliþme, kapalý bir ticaret devleti
içinde mümkündür. Müller ve List''in
kökleri büyük düþünür Fichte'de bulunmaktadýr. Fichte, ünlü yapýtýný yayýmladýðý
zaman, Müller yirmi bir, List on
bir yaþýndaydýlar.
Bu arada, yaptýklarý tarih araþtýrmalarýyla ekonomik olaylarýn daha iyi anlaþý
lmasýna yol açan tarihçi okuldan da
sözetmek gerekir. Titiz araþtýrýcýlar olan bu okul düþünürleri, ekonomi alanýna
göreciliði (relativisme, izafilik)
getirmiþlerdir. Altý çizilmesi gereken bir düþünce olarak, özetle, þunu söylemek
tedirler: Ekonomik yasalarýn ve
eðilimlerin geçerliði belli tarihsel devrelere baðlýdýr. Her eðilim, belli tarih
sel koþullar içinde geçerlidir. Öyleyse,
gerçeklerin meydana çýkarýlmasý için, karþýlaþtýrmalý bir yöntem (mukayese usulü
) kullanmak gerekir... Tarihçi okul
düþünürlerine örnek olarak W. Roscher, C. Schmoller, B. Hilldebrand, F. Knapp, K
. Knies, G. Gohn, Vagner,
Schaeffle, L. Brentano, Took, Leslie ve Ashley gösterilebilir. Tarihçi okul, Alm
an üniversitelerinde büyük etkiler
yapmýþtýr. Örneðin, Schmoller (1838-1917), ekonomi bilimini dogmatik kadercilikt
en (liberallerin doðal, ezeli ve
ebedi yasalarýndan) kurtarmaya çalýþmýþtýr. Ne var ki bütün bu çabalar, bilimsel
likten uzak olduklarý ölçüde kaba
ya da ham kalmaya mahkumdular. Metafizik ve idealist bir alanda at oynatýyorlard
ý. Bu yüzden de bilimsel
gerçekleri meydana koyamadýlar. Toplumsal yaþamda neler olup bittiðini ve neden
böyle deðil de þöyle olup
bittiðini bir türlü açýklayamadýlar.
XiX'ncu yüzyýlýn ikinci yarýsý, bilimin, toplumun her alanýný, en ince ayrýntý
larýna kadar, ýþýl ýþýl aydýnlattýðý bir
çaðdýr. Ýnsan düþüncesi metafizik ve idealist spekülasyonlardan kurtulmuþ, toplu
msal yaþamýn ve onun temeli olan
ekonomik yaþamýn tüm gerçeklerini öðrenmiþtir. Ama bunun doðal bir sonucu olarak
da bu gerçeklerin
öðrenilmesinden çýkarlarý tehlikeye düþenler, metafiziðe ve idealizme büsbütün s
arýlmak zorunda kalmýþlardýr.
Kaba ekonomi, yeni biçimlere. dönüþerek sürüp gitmektedir.
Bilimselliðin gittikçe geliþip yayýlmasý ve süregelen ekonomik düzenin zorunlu
çeliþkilerinin gittikçe
gerginleþmesi üzerine idealist ekonomi kuramcýlarý, ekonomik deðerin insan emeði
nden doðduðu gerçeðini gizlemek
için öznel bir kuram geliþtirmek gereðini duymuþlar ve marjinalcilik (Fr. Margin
alisme) adý verilen yeni bir deðer
kuramý ilerisürmüþlerdir. Bu anlayýþýn kurucularýndan Stanley Jevons bunu açýkça
söyler, Toplumsal Ekonomi
Kuramý adýný taþýyan ünlü yapýtýnda þöyle der: Sayýlarý gittikçe artan ve örgütl
enme güçlerini geliþtiren iþçi
sýnýfýmýz siyasal ve ekonomik özgürlüðümüzün geliþmesini durdurmaya yöneltilebil
irler. O halde emeðin hiçbir
biçimde deðeri yaratmadýðýný ortaya koyan bir kuram geliþtirmeliyiz (Ýbid, 4. ba
ský, s. 164-165). Bu kuram, eski
ihtiyaç kuramý'yla eski fayda kuramý eski nedret kuramý'yla birleþtirilerek orta
ya atýlmaktadýr. Bu anlayýþa göre, bir
malýn, azlýðý ya da çokluðundan ötürü deðiþik ihtiyaçlarda kullanýlmasýyla belir
lenen son biriminin faydasý (ki buna
marjinal fayda adý verilmiþtir, okulun. adý da buradan türetilmiþtir) onun deðer
inin ölçütüdür. Böylelikle ekonomik
deðer, üretim alanýndan tüketim alanýna ve nesnellikten öznelliðe kaydýrýlmaktad
ýr. Bu anlayýþa göre, bir malýn
deðeri, malýn kendisinde bulunan bir þey deðil, malýn alýcýsýnda bulunan bir þey
dir.
Ýsviçreli Leon Walras, Avusturyalý Karl Menger ve Ýngiliz Stanley Jevons'un ku
rduklarý bu okula sübjektivist okul
ve neo-klasik okul da denir. Ýzdaþlarý yöntem ayrýlýðý yüzünden psikolojik okul
ve matematik okul adlarý altýnda iki
kola ayrýlmýþtýr. Psikolojik okul, son birimin yararýný, tüketicilerin ruhsal eð
ilimlerine göre ölçer. Matematik
okulsa bunu matematik formüllere baðlamaya çalýþýr. Her iki okulun da amacý; bir
malýn, o mala duyulan ihtiyaç, o
malýn saðladýðý fayda ve o malýn az ya da çok bulunurluðunu saptayarak kullanma
deðerini hesaplamak ve bu
kullanma deðeri yoluyla deðiþtirme deðerini bulmaktýr. Marjinal sözcüðü, burada,
son (Ar. Nihai) anlamýndadýr.
Klasik ekonomiciler deðeri üretim maliyetinde buluyorlardý. Bu, yanlýþ olmasýna
raðmen nesnel bir anlayýþtý.
Marjinalciler deðeri faydada bulmaktadýrlar ki bu öznel bir anlayýþ olmakla büsb
ütün yanlýþtýr. Bu demektir ki,
deðer, artýk, üretim alanýnda deðil, tüketim alanýnda aranmaktadýr. Bu anlayýþa
göre üreticinin, deðerin
belirlenmesinde, tüm belirleyici olmak bir yana, hiçbir rolü yoktur. Örneðin çöl
deki bir insan için, bir testi suyun
ikinci testinin bulunamayacaðýný varsayarsak son damlasýnýn deðeri (marjinalistl
erin deyimiyle marjinal deðeri)
paha biçilemeyecek derecede büyüktür. Oysa çeþmeleri gürül gürül akan bir kentte
su bedavadýr, çünkü marjinal
deðeri sýfýrdýr. Etin deðeri ekmeðin deðerinden yirmi kat fazlaysa, son lokma et
son lokma ekmekten yirmi kat fazla
deðer taþýyor demektir. Deniz çok boldur ve bu yüzden bedavadýr, ama denize giri
lebilecek yerler azsa oralarda
plajlar kurulmaya ve deniz ona duyulan ihtiyaçla az bulunurluðu oranýnda deðerle
nmeye baþlar. Bu hesap, mallarda
böyle olduðu gibi, hizmetlerde de böyledir. Örneðin marjinalcilere göre müteþebb
isler iþçilerden daha çok
kazanýrlar, çünkü müteþebbislerin hizmet türü iþçilerin hizmet türünden daha nad
irdir (bkz. J.-B. Say, Oeuvres
Diverses, s. 80). Ýþçilerin de marjinal üretkenlikleri, aldýklarý ücrete eþittir
. Her iþçi saat baþýna, ücretine eþit bir
deðer üretir (bkz. H. Denis, Valeur et Capitalisme, s. 85-6). Ýþçinin ücreti, bu
anlayýþa göre, çalýþma süresinin son
biriminin ürünüyle belirlenmektedir. Ne var ki, anamalcý üretimde anamalcýlar, m
arjinalcilerin bütün bu
öðrettiklerine raðmen, maliyet hesaplarýný klasik bilgilere göre yapmakta devam
etmektedirler (bkz. Alderer ve
Mitchell, Economics of American Industry, s. 128).
Paris Hukuk Fakültesinde yapýlan bir tartýþmayý toplayan Le Fonctionnement des
Entreprises Natonalisees en
France'ta þöyle yazýlýdýr: Çeþitli anketlerin, özellikle Hall ve Hitch'in yaptýk
larý anketlerin gösterdiði gibi
iþletmeler, marjinal fiyatlarýný bilmemekte, önceden tasarlanmýþ bir kar marjý e
kleyerek ortalama toplam maliyete
göre hüküm vermektedirler (s. 261). Bunun nedeni çok açýktýr: Çünkü, marjinal de
ðer hesaplanamaz. Nitekim,
marjinalciler, üretim mallarýnýn marjinal deðerini, 1871'den bu yana yüzyýl geçt
iði halde hala
hesaplayamamýþlardýr. Örneklerini hep tüketim mallarýndan, özellikle de lüks tük
etim mallarýndan seçmektedirler
(bkz. Leon Walras, Abrege des Elements d'Economie Politique). Klasik liberaller
deðerin belirlenmesi için
deðiþtirme deðerini temel aldýklarý halde marjinalciler, bunun tam tersini, kull
anma deðerini temel almýþlardýr.
Onlara göre deðiþtirme deðeri, kullanma deðerinin yani malýn faydasýnýn ürünüdür
. Oysa kullanma deðerini de
nicelik olarak dile getiremediklerinden kullanma deðerinin karþýladýðý ihtiyacý
miktarca saptamaya çalýþmaktadýrlar.
Ne var ki bir insanýn bedava olan havaya, çok deðerli olan elmastan çok daha faz
la ihtiyacý vardýr. Bunun içindir ki
marjinalciler, doðrudan doðruya ihtiyacýn niteliðini deðil, tatmin edilmeyen iht
iyacýn son biriminin niceliðini
ölçmeye çalýþmýþlardýr. Marjinalcilerin, klasik ekonomiyi tersyüz etme çabalarýn
ýn nedeni de çok açýktýr ve bunu
kendileri de açýklamaktadýrlar: Paris komünü hareketinden (1871) sonra ciddileþm
iþ bulunan toplumculuk
tehlikesini saf dýþý edebilmek için, onun dayandýðý bütün klasik ve liberal teme
lleri de kökünden deðiþtirmek
gerekmiþtir. Bunun için de, bütün klasik anamalcý ekonominin dayanaðý olan üreti
mden hareket yerine,
marjinalcilik (1871), tüketimden hareket etmeyi yeðlemiþtir. Marjinalcilik, böyl
elikle, Hermann Oossen ve
Richards Jennigs'in hazýrladýðý temeller üstünde Walras, Jevons ve Menger tarafý
ndan toplumculuðu kökünden
yýkma gayretiyle kurulmuþtur. Onlarý, Anglo-Amerikan okulundan Alfred Marshall,
J. B. Clarck; Avusturya
okulundan F. von Wiesser; Lozan okulundan Vilfredo Pareto izlemiþtir (bkz. W. St
ark, The History of Economics
in its Relation to Social Development). Faydanýn ölçülüp ölçülemeyeceði aralarýn
da tartýþma konusudur. Sencer
Divitçioðlu þöyle yazmaktadýr: Marjinal ve neo klasik okul temsilcilerinden çoðu
faydanýn kardinal olarak
ölçülebileceðine inanmýþlardý. Marshall'e göre bir malýn azalan marjinal fayda e
ðrisiyle o malýn talep eðrisi özdeþ
olduðundan mala atfedilen fayda, dolaylý olarak fiyatlarla ölçülebilir. Talep ed
ilen mal miktarýnýn azalan marjinal
faydanýn bir fonksiyonu olduðunu kabul eden Marshall'ýn kýsmi analizine karþýlýk
, Lozan okulundan Pareto
faydanýn ordinal olup ölçülemeyeceðini savunmuþtur. Maldan talep edilen miktar y
alnýz o malýn faydasýnýn bir
fonksiyonudur. Böylece kýymet teorisinde kýsmi analiz bir yana býrakýlmýþ, genel
analiz uygulanmaya baþlanmýþtýr.
Bu görüþ tarzýna göre, birey, karþýlaþtýðý mallar karþýsýnda bir seçiþ yapmak
zorunda kalacaktýr. Birey, seçiþini
yaparken, kendisine maksimum faydayý, yahut baþka bir deyiþle maksimum tatmini s
aðlayacak birleþimi arayacaktýr
(bkz. Mikro-iktisat, Ýstanbul 1971, s. 3, 4). Marjinalcilik, deðerin her mal içi
n ayrý ayrý belirlenmesi gerektiðini
ilerisüren, mikro ekonomik bir anlayýþtýr. Deðeri, üretim maliyetlerinin ürünü d
eðil, aranýmýn bu üretim maliyetleri
üstündeki etkisinin ürünü sayar. Yani, deðeri araným belirler. Ernest Mandel þöy
le yazmaktadýr: Ricardo'nun
ortaya attýðý ve Marx tarafýndan geliþtirilen toprak rantý teorisi, ondokuzuncu
Yüzyýlýn ikinci yarýsýnda emek deðer
teorisini mesele haline getiren marjinal deðer teorilerinin hareket noktasýdýr:
Marx'ýn toprak rantý teorisine göre
gerçekte, tarýmsal ürünlere talep, son tahlilde bu ürünlerin fiyatýný belirler.
Bu toprak rantý teorisinin genel bir deðer
teorisi haline getirilmesi iki tahlil hatasýndan ileri gelmektedir: Önce, toprak
rantýný yaratmýþ olan toprak
mülkiyetinin özel þartlarýný hesaba katmýyor. Sonra, kapitalist rejimde toprak m
ülkiyeti, sermaye mülkiyeti ve
iþgücü mülkiyeti ile ilgili kuramsal bakýmdan farklý þartlarý göz önünde tutmuyo
r. Toprak rantý, toprak üretim
sürecinin temel bir unsuru olduðu için doðmaz. Bu, toprakla bu üretim süreci ara
sýna, bu üretim sürecinde
yaratýlmýþ toplam gelirlerden öþrü keyfi olarak isteyen bir toprak sahibinin gir
mesinden doðar. Üretim süreci içinde
yaratýlmýþ gelirler hakkýnda bir teori ortaya atmak için bu öþrün veriliþ tarzýn
dan hareket etmek büyük bir mantýk
hatasýdýr (Mandel, Ekonomi Elkitabý, Orhan Suda çevirisi, c. i, s. 305-6). Marji
nalciler liberaldir, çünkü kurmaya
çalýþtýklarý sistem ancak toptan bir rekabet halinde iþleyebilir (bu yüzden kend
ilerine neo klasik adý verilmiþtir).
Böylesine bir rekabet alanýnda, bütün üretimin deðerini belirleyen marjinal ürün
ün deðeri; amorti edilen anamal
ücret, faiz ve toprak halinde erir. Bu durum, marjinalist genel denge kuramýyla
saptanmýþtýr (bkz. Walras, op. cit., s.
187-9). Ernest Mandel þöyle yazmaktadýr: Bugün, ekonomistlerin çoðu, neo klasik
denge sisteminin gerçeklikten
yoksun bulunduðunu kabul etmektedirler. Bu sistem, emekçinin ücretinin emek müdd
etinin son biriminin ürünü
tarafýndan belirleneceði görüþünün saçmalýðýný ortaya koyan kapitalizmin özel ku
rumsal kadrolarýný da kabul
etmemektedir. Rekabetin dinamik karakterini ve bu rekabetin meydana getirdiði de
ngenin daimi sarsýntýlarýný kabul
etmemektedir. Esas itibariyle statiktir ve dinamiðe olsa olsa dengeyi bozan bir
unsur olarak kendi sisteminde yer
vermektedir. Oysa gerçekte denge devamlý sallantý halindeki spazmodik bir ekonom
ik hareketin sadece geçici bir
anýdýr. Bu sistem ne periyodik buhranlarý, ne de yapýsal buhranlarý açýklamaktad
ýr.
Kendi mantýðý gereði emperyalizm fenomenini bile, daha doðrusu emperyalizmin k
apitalizmin geliþme kanunlarýyla
herhangi bir ilgisi bulunduðunu bile inkar etmektedir (op. cit., c. ii, s. 474-5
). Gossen, doyurulmuþ ihtiyacýn son
dozuna marjinal doz (Fr. Dose marginale) adýný vermiþtir. Gossen'e göre kimi mal
larda doyma (tatmin) noktasýna
daha çabuk, kimi mallardaysa daha geç ulaþýlmaktadýr. Bu doz, her mal için baþka
dýr. Örneðin lüks mallarda doyma
noktasý, marjinal doz, daha geç belirir. Bundan baþka, bu doz, kiþilere ve ihtiy
açlara göre de deðiþir. Bir kimse,
ayný mala, ötekinden daha çabuk doyabilir. Yatýrým malýna eklenecek yeni bir bir
imin ona harcanacak paraya oranla
getireceði kazanç yüzdesine de anamalýn marjinal etkinliði (F'r. Efficacite marg
inale du cagital, Al.
Grenzleistungsfaehigkeit des Kapitals, Ýng. Marginal efficiency of capital) denm
ektedir. Böylelikle anamalcý
müteþebbisler, yatýrým kararlarýný etkileyen kar etme ölçütünü bulduklarý kanýsý
ndadýrlar. Sürümün bir birim
artmasýyla toplam gelirde kaydedilen artýþa marjinal gelir (Fr. Revenu marginal,
Al. Grenzerlös, Ýng. Marginal
revenue) denmektedir. Bir üretim etmeni birimi eklendiðinde üretim toplamýnda gö
rülecek artýþa da marjinal ürün
(Os. Marjinal hasýla, Fr. Produit marginal, Al. Grenzprodukt, Ýng. Marjinal prod
uct) adý veriliyor. Bir malýn artan
bir biriminin öteki malýn bir ya da birkaç birimiyle deðiþtirilebilen niceliðine
, marjinalcilik sözlüðünde marjinal
ikame haddi denmektedir. Marjinalci anlayýþa göre bu had, tüketicinin ayný yarar
düzeyinde bir maldan bir birim
vazgeçmesini karþýlayan öteki malýn nicelik oranýdýr. Dýþalým mallarýna yönelen
aranýmýn gelir artýþýna oraný da
marjinal dýþalým eðilimi (Os. Marjinal ithal meyli, Fr. Propension marginale a i
mporter, Al. Grenzhang zum
Einfuhr, Ýng. Marginal propensity to import) deyimiyle dilegetirilmektedir. Örne
ðin yüz milyonluk bir gelir artýþý
var, bunun yirmi beþ milyonu dýþalým mallarýna yöneliyorsa, marjinal dýþalým eði
limi dörtte bir oranýndadýr.
Üretimde bir birim artýþýnýn daha önceki üretim giderlerine eklediði harcamaya m
arjinal maliyet (Fr. Cout
marginal, Al. Grenzkosten, Ýng. Marginal cost) denmektedir. Diyelim ki, bir iþle
tme günde dört makine yapýyor ve
50.000 lira harcýyor, günde beþ makine yaptýðý takdirde 57.000 lira harcarsa mar
jinal maliyet 7.000 lira demektir.
Artan birimlerin maliyeti önce azalýrken sonra artmaya baþlar. Marjinal maliyeti
n bilinmesi demek, maliyetin
azalma seyrinde en son birimin hangisi olduðunu bilmek demektir. Daha açýk bir d
eyiþle, örneðimizdeki iþletme
maliyeti artýrmadan günde kaç makine yapabilecektir? Diyelim ki sekizinci makine
biriminde maliyet artmaya
baþlýyor, demek ki bu iþletmenin ekonomik verimi günde yedi makinedir. Ýþçi ücre
tlerini, son iþçinin üretimde
yarattýðý artýþla belirleyen görüþe de marjinal verimlilik kuramý (Fr. Theorie d
e marginale productivite) adý
verilmektedir. Bu kuram, özellikle Alman ekonomicisi H. von Thünen ve Amerikan e
konomicisi John Bates Clark
tarafýndan ilerisürülmüþ, ufak tefek deðiþikliklerle bütün marjinalcilerce kabul
edilmiþtir. Ýþçi ücretlerinin nasýl
saptanacaðýný gösterir. Bu anlayýþa göre iþçi ücreti, bir fabrikaya alýnan son i
þçinin marjinalist deyimle marjinal
iþçinin saðladýðý ürüne eþittir. Diyelim ki bu son iþçi fabrikaya on liralýk has
ýlat saðladý, öyleyse bütün iþçilerin
ücretleri on lira olacaktýr.
Ýngiliz marjinalisti Marshall bunu þöyle bir örnekle açýklýyor: Yirmi koyunu o
lan ve bunlarý bir çobanla yetiþtiren
bir kimsenin ikinci bir çoban tutabilmek için eskisine göre pazara yirmi koyun d
aha fazla gönderebileceðine
inanmasý gerekir. Eðer bu koyuncu, pazara gönderebileceðine inandýðý fazla koyun
larýn deðerinden daha az ücret
isteyen bir çoban bulabilirse bu çobaný tutar, yoksa ikinci bir çoban tutmaz. Gö
rülüyor ki çobanýn ücreti, toplam
hasýlaya eklediði deðere eþit olmakta ve ikinci bir çobanýn iþe alýnmasý söz kon
usu olduðu takdirde bu ikinci çoban,
yani marjinal çoban, kendinden önceki çobanýn ücretini de belirlemektedir (Erol
Zeytinoðlu, Ýktisat Dersleri,
Istanbul 1969, s. 282-3). Amerikalý ekonomici John Bates Clark da son birimin ve
rimine marjinal verim (Fr.
Rendement marginale) adýný vermiþtir. Son birimin yeðinliðine marjinal yeðinlik
(Os. Marjinal þiddet, Fr: Intensite
marginale) denmektedir. Aranýmý karþýlamasý gereken sürüm ne kadar azsa marjinal
þiddet de o kadar büyük olur.
Örneðin çölde susuz kalan bir adamýn güçlükle bulduðu bir testi suyun son damlas
ýnýn þiddeti çok büyüktür, buna
karþý evinde sürekli akar su bulunan bir adam için marjinal þiddet sýfýrdýr. Jev
ons, kullanýlan son birimin faydasýna
faydanýn son derecesi diyordu, onun bu deyiminin yerini Wieserin marjinal yarar
terimi almýþ bulunmaktadýr.
Marjinal yarar, bir malýn saðladýðý en büyük yarar deðil, onun akýllýca kullaným
ýnýn saðladýðý en küçük yarardýr.
Marjinal yarar ve þiddet dozlar arttýkça azalýr. Ekonomik olgularý ruh bilimsel
açýdan ele alan metafizik düþünce
yapýlý ekonomicilerden Gossen'e göre, herhangi bir mala karþý istek sonsuz olara
k artmaz, istek giderildikçe azalma
eðilimi gösterir. Ekonomici Marshall, Gossen'in bu yasasýndan azalan marjinal fa
yda kavramýný çýkarmýþtýr.
Azalan marjinal fayda ilkesine göre bir malýn tüketilen miktarý arttýkça o mal
ýn marjinal faydalý azalma eðilimi
gösterir. Buradaki marjinal fayda, o malýn son biriminin faydasýdýr. Bunu daha i
yi anlamak için þu basit örnekten
yararlanýlabilir: Diyelim ki karnýnýz açtýr. Bu açlýðýnýzý gidermek için bir ekm
ek satýn alýyorsunuz. Ýlk lokmanýn
ruhbilimsel faydasý sizin için çok büyüktür. Ama yediðiniz lokmalarýn sayýsý çoð
aldýkça bu ruhbilimsel fayda
azalacaktýr. Buysa ekmeðin son lokmasýnýn getirdiði ek faydanýn gittikçe azalmak
ta olduðunu gösterir. Amerikalý
ekonomi profesörü Paul Samuelson, Ýktisat adlý yapýtýnda þu örneði vermektedir:
Farzedelim ki insanýn gözlerini
kapatýp elini, avcunun içi yukarý bakacak þekilde, tutmasýný söylüyorsunuz. Avcu
na bir aðýrlýk koyduðunuz
takdirde þüphesiz ki bunu hissedecektir. Aðýrlýðý artýrdýðýnýz takdirde ek aðýrl
ýklarý da hissedecektir. Fakat aðýrlýk
epeyce arttýktan sonra, deneye baþlarken koyduðunuz aðýrlýða eþit bir aðýrlýk ko
yduðunuz takdirde bu eki
hissetmediðini söyleyecektir. Eþdeyiþle, avcun taþýdýðý toplam aðýrlýk ne kadar
çoksa ek veya marjinal aðýrlýk o
kadar az olacaktýr (Ýbid, Ýstanbul 1970, çeviren: Demir Demirgil, s. 479). Gelir
deðiþikliðine karþý biriktirme
(tasarruf) niceliðinde görülen deðiþiklik oranýna marjinal biriktirme eðilimi (O
s. Marjinal tasarruf meyli, Fr.
Propension marginale a epargner, Al. Marginale Sparneigung, Ýng. Marginal propen
sity to save) denmektedir.
Marjinalcilere göre bu eðilim, biriktirmedeki artýþý gelirdeki artýþa bölmek yol
uyla bulunacak niceliktir. Gelir
deðiþikliði halinde tüketim niceliðinde görülen deðiþikliðe de marjinal tüketim
eðilimi (Os. Marjinal istihlak meyli,
Fr. Propension marginale â consommer, Al: Marginale Konsumneigung, Ýng. Marginal
propensity to consumption)
adý veriliyor. Bu eðilim niceliði de tüketimdeki artýþ niceliðini gelirdeki artý
þ niceliðine bölmek yoluyla
bulunmaktadýr. Marjinalciler, bütün bu savlarýyla, bilimsel ekonominin ortaya ko
yduðu gerçekleri örtbas edecekleri
kanýsýndadýrlar. Marjinalci varsayýmlarla belini doðrultamayan kaba ekonomi düze
ni, çýkarlarýna uygun gelenlerce
pek ince sayýlan yeni bir kabalýða yöneliyor. Cambridge Üniversitesi ekonomi pro
fesörü John Maynard Keynes
(1883-1946), Profesör Galbraith'ýn deyimiyle anamalcýlýðýn rahminde toplumculuk
cücüðünün hýzla geliþtiðini
görmüþ ve özellikle 1929-1933 yýllarý arasýndaki anamalcýlýk bunalýmýna çare ara
yarak liberalizmin alýþýk olmadýðý
birtakým aykýrý düþünceler ilerisürmüþtür. Bu düþüncelere Keynesiyen yenilikler
adý verilmiþ ve Keynes
anamalcýlýðýn büyük kurtarýcýsý sayýlarak anamalcýlýkta bir Keynes ihtilali'nin
sözü edilmiþtir. Keynes, Marx'ýn
Kapital'ini iyice okumuþ ve anamalcýlýðýn çeliþkilerini iyice saptamýþtý. Bir ku
ramcýdan çok, yurdunun çýkarlarýný
gözeten bir pratikçi olan Keynes her þeyden önce iþsizliðe çare bulunmasý ve art
ýk deðerin tümüyle yatýrýmlara
harcanmasý gerektiðini görmüþtür. O günlerin Ýngiltere'sinde iþçi sýnýfýnýn yüzd
e onu iþsizdi. Keynes, yeni iþ
alanlarý açýlmasý için tam kullanma kuramý (Os. Keynes'in tam istihdam nazariyes
i, Fr. Theorie Keynesienne de
l'emploi, Al. Beschaeftigungstheorie von Keynes, Ýng. Keynesian theory of employ
ment)'ný ilerisürmüþ ve faizlerin
düþürülmesini önermiþtir. Bu, anamalcýlýðýn o güne kadar akýl edemediði bir düþü
nceydi. Faizler düþük olunca
anamal zorunlu olarak yatýrýmlara akacaktý, bir yandan devlet halktan topladýðý
vergileri anamalcýlýðýn hizmetine
vererek yeni yatýrým alanlarý yaratmakla görevlendiriliyordu.
Örneðin devlet, hiçbir gereði olmasa bile yollar yaptýrmalý ve bütün iþsizlere
böylelikle iþ bulmalýydý. Bundan
baþka altýn fetiþizmi adýný verdiði paranýn altýn temeline dayanmasý geleneðiyle
de alay ederek bunu barbarlýðýn bir
kalýntýsý olarak niteledi ve enflasyondan korkmamak gerektiðini ilerisürdü. The
General Theory of Employment,
Interest and Money adlý yapýtýnda hiç çekinmeden ve en açýk deyimlerle iþçilerin
nasýl olsa bunu anlayacak bilgileri
olmadýðýný, iþçilerin fiyatlarýn düþük ya da yüksek oluþundan çok ceplerine gire
cek paranýn azlýðýna ya da
çokluðuna önem verdiklerini söylüyordu. Bu, açýkça þu anlama geliyordu: Budalala
ra deðerli on lira vereceðine
deðersiz yirmi lira ver, onlar buna aldanýrlar (bkz. Ýbid, s. 36-39, 266-270). B
u düþünce de, gerçekten, liberalizmin o
güne kadar akýl edemediði bir Keynesiyen yenilik'ti. Keynes, Churchill'in dýþarý
ya kömür satabilmek için iþçi
ücretlerini düþürmesiyle de alay etmiþ ve onu ahmaklýkla suçlamýþtý (Keynes, Eco
nomic Concequences of Winston
Churchill, 1923). Gerçekte ücretler, böyle budalacasýna deðil, enflasyonist oper
asyonlarla iþçiye farkettirmeden
düþürülmeliydi. Bundan baþka ücret düþüklüðü satýn alma gücünü de azaltýrdý ki b
u dýþarýya kömür satmanýn
getireceði kardan çok daha büyük bir zarar doðururdu. Keynes açýkça kömür ocakla
rý iþçileri umurumda deðil, ben
yurdumun anamalcý düzeninin geleceðini düþünüyorum diyordu. Bundan ötürü Keynes'
e lordluk unvaný verilmiþ ve
Ýngiltere bankasýnýn genel müdürlüðüne getirilmiþtir. Keynes'e göre iþsizlik, ar
aným yetersizliðinden doðmaktadýr.
Araným yetersizliðiyse insanlarýn psikolojik etmenlerle gelirlerinin bir bölümün
ü saklamalarýndan ve anamalcýlarýn
yatýrým yapmamalarýndan ilerigelir. Öyleyse devlet iþe el koymalý, enflasyonist
operasyonlarla anamalýn verimliliðini
artýrdýðý gibi bizzat yatýrýmlar yaparak tam istihdamý saðlamalýdýr. Devlet, ver
gi yoluyla tüm halktan topladýðý
paralarý anamalýn emrine vererek anamalcýlýðýn güçsüz yanlarýný onaracaktýr. Key
nes'in The General Theory of
Employment, Interest and Money adlý yapýtýyla ortaya atýlan Keynesçilik, ekonomi
politik alanýnda, liberal
tutkularýn bir yana býrakýlýp pratik çarelere yönelmeyi dilegetirir. Keynes'e gö
re birey için doðru olan toplum için
doðru olmayabilir. Bu yüzden bireysel incelemeyle (mikro) global inceleme (makro
) sonuçlarý birbirine
karýþtýrýlmamalýdýr. Bireysel incelemeleri genelleþtirmek klasikleri yanýltmýþtý
r. Örneðin bir kiþinin kazancýndan
tasarruf etmesi ve gelirinin bir bölümünü saklamasý kendisi için yararlýdýr ama,
toplum için zararlýdýr. Çünkü
toplumun bütün kiþileri bu yola giderlerse tüketim azalýr, gelir düþer ve toplum
un para biriktirme olanaðý kalmaz.
Otomatik tam kullanma dengesi yoktur; bütün üretici güçlerin tam olarak kullanýl
dýðý haller nadirdir. Klasiklerin
tam kullanma kuramý yanlýþtýr. Aranýmý yaratan sürüm deðil, tersine, sürümü yara
tan gelecekteki aranýmdýr. Bu
araným (efektif talep), müteþebbisin gelecek için tahmin ettiði aranýmdýr. Müteþ
ebbisin yatýrým yapmasý, tahmin
ettiði bu marjinal verimin faiz haddinden büyük olmasýna baðlýdýr. Faiz de, saný
ldýðý gibi, anamal sürüm ve
aranýmýnýn fiyatý deðildir. Faizi belirleyen insanlarýn para biriktirme tutkular
ýdýr. Bu tutkuyu yenmek için yüksek
faiz vermemek gerekir, demek ki faiz psikolojik bir etmenle alçalýp yükselir. Bu
psikolojik etmene, müteþebbisin
geleceði tahmini gibi ikinci bir psikolojik etmen de eklenir. Yatýrýmý gerçekleþ
tiren, tam kullanma dengesi kuramý
deðil, bu psikolojik etmenlerdir. Klasikler parayý sadece bir deðiþtirme aracý o
larak görüyorlar ve ekonomik olaylarý
etkilemediðini sanýyorlardý. Oysa para miktarýný ayarlayarak faizi düzenlemek ve
böylelikle de üretimi azaltmak ya
da çoðaltmak mümkündür. Yatýrýmlar para miktarýyla etkilenebilirler, çünkü faizi
düþürerek marjinal verimi çekici
göstermek para ayarlamasýyla düzenlenebilir. Tüketim, biriktirme, yatýrým eðilim
leri psikolojik etmenlerle belirlenir.
Keynes, klasiklerin fiyat kuramýnýn yerine gelir kuramýný koyar. Klasikler yat
ýrým yapabilmek için önce para
biriktirmek gerektiðini sanýyorlardý, oysa para biriktirmek için önce yatýrým ya
pmak gerekir. Çünkü yatýrým gelir
doðurur, gelir de tüketim ve biriktirme eðilimlerine yol açar. Bu gelir, daðýtýl
an ulusal gelirdir. Öyleyse yatýrýmlarla
biriktirmeler arasýndaki dengeyi ulusal gelir kuracaktýr. Yatýrým, üretim, gelir
, gelirin daðýlýmý, biriktirme devresi
sonunda yatýrýmlarla biriktirmeler birbirlerine eþit olurlar; eþdeyiþle devre ba
þýnda mümkün olmayan denge devre
sonunda gerçekleþir. Bu dengeyi saðlayan, klasiklerin sandýðý gibi fiyat hareket
leri deðil, gelir hareketleridir.
Keynes, Engels ve Schwabe yasalarýný da geliþtirerek, gelirlerle tüketimler aras
ýndaki iliþkilerin psikolojik
nedenlerini ilerisürer. Gelirleri artanlarýn tüketimleri de artmaktadýr, gelirle
ri azalanlarýnsa tüketimleri azalmaktadýr.
Ne var ki tüketimdeki azalma ve çoðalma, gelirdeki azalma ve çoðalmayla ayný ora
nda deðildir. Çünkü, burada,
alýþýlmýþ olan yaþama biçimini bozmamaya çalýþmak ve gelecekteki gelirin artacað
ýný ummak gibi psikolojik
etmenler rol oynar. Düþük gelirlerdeki zorunlu tüketim harcamalarý, yüksek gelir
lerdeki zorunlu tüketim
harcamalarýndan çok daha büyüktür. Örneðin yoksullar varlýklýlara göre çok daha
yüksek ev kirasý öderler; bir
varlýklýnýn örneðin gelirinin binde birini götüren ev kirasý bir yoksulun örneði
n gelirinin yüzde altmýþýný götürür.
Ulusal geliri belirleyen tüketim ve yatýrým harcamalarý arasýndaki optimal denge
yi ancak devlet belli bir çizgide
tutabilir. Öyleyse devlet, özel sektörün yetersiz bulunduðu alanlara yatýrým yap
malýdýr ki bütün üretici güçlerin
üretim alanýna sürülebilmesi (tam istihdam) gerçekleþebilsin. Az gelirli sýnýfla
rý koruyarak tüketimi artýrmak ve
böylelikle yatýrýmlara imkan hazýrlamak da devletin görevi olmalýdýr. Para mikta
rýný, gerektiðinde çoðaltýp
gerektiðinde azaltarak, ekonomiyi düzenlemek de devletin iþidir. Düþük kullanma
hallerinde devlet iþsizlere iþ
bulmalý ve bütçe harcamalarýyla iþ alanlarý açmalýdýr. Ünlü Alman tarihçisi Ýsaa
c Deutcher þöyle yazar: 1925'te
Moskova'yý ziyaret eden Keynes, Milli ekonomi yüksek konseyinde yaptýðý bir konu
þmada, Ýngiltere'deki iþsizliði
nüfusun artmasýyla açýklamýþ ve þöyle demiþti: Rusya'nýn da savaþtan önceki sefa
letinin nufus artmasýndan
ilerigelmiþ olduðunu sanýyorum. Bugün de, ölümden çok fazla doðum olduðu görülüy
or. Bu durum, Rusya'nýn
geleceði için büyük bir tehlikedir... Bu sýrada Rusya'da hala iþsizlik vardý. Am
a üç yýl sonra planlý ekonomi
baþlayýnca en büyük tehlýke'nin, tersine, insan gücü azlýðý ve nüfusun yavaþ art
masý olduðu görüldü.
Bu da, sanayileþen bir toplum ekonomisine Malthus'un ve Neo Malthuscülerin düþ
üncelerinin uygulanamayacaðýný
gösterdi (Deustcher, Troçki, Aðaoðlu Yayýnevi, çev. Rasih Güran, cilt II, s. 190
). 1943 yýlýnda Ýngiltere hükümeti
hesabýna paralarýn uluslararasý tutarlýlýðýný korumak için bir plan hazýrlamakla
görevlendirilmiþti. Keynes Planý (Fr.
Plan de Keynes, Al., Ýng. Keynes Plan) adýyla ünlenen bu plan Bretton Woods konf
eransýnda baþarýsýzlýða uðramýþ
ve reddedilmiþtir. Eksik istihdam koþullarý altýnda yapýlan uluslararasý ticaret
i tam istihdam koþullarýnda
gerçekleþtirmeyi amaçlayan bir baþka anamalcý kuramýna da Keynes'in dýþ ticaret
kuramý (Os. Keynes'in ticareti
hariciye nazariyesi, Fr. Theorie Keynesienne des changes internationaux, Al. Aus
senhandelstheorie von Keynes,
Ýng. Keynesian theory of international trade) denir. Bu kurama, gelirle yatýrým
arasýndaki belli oraný saptayan ünlü
çarpan'ýný da uygulamýþtýr. Çarpan, bir çarpma iþleminde çarpýlanýn kaç kez tekr
arlanacaðýný gösteren sayýdýr.
Keynes'e göre yatýrýmlar ulusal geliri bu katsayý oranýnda etkiler. Eþdeyiþle ul
usal gelir, yatýrýmlarýn bu çarpanla
çarpýmý kadar artar. Keynes, çarpaný saptamak için, marjinal tüketim eðiliminin
bilinmesini þart koþar. Örneðin
marjinal tüketim eðilimi 2/3 ise yani, bireyler kazandýklarý her 300 liranýn 100
lirasýný biriktirip 200 lirasýný
harcýyorlarsa bu katsayý, eþdeyiþle Keynes çarpaný 3'tür. Bu halde 500 liralýk b
ir yatýrým 500 X 3=1500 liralýk bir
ulusal gelir artýþý saðlayacaktýr. Keynes çarpanýna çoðaltan da denir. Keynesçil
ik, teksözle, tüm halkýn parasýný
anamalcýlara vermeyi ve devleti tüm varlýðýyla anamalcýlarýn hizmetine koþmayý d
ilegetirir.
Kaba ekonomi kuramlarý Keynes'le bitmiyor elbet. Kaba ekonomi düzeni sürdükçe
kaba ekonomi kuramlarý da
sürecek. Günümüzde kaba ekonomi kuramlarýnýn baþlýca temsilcisi Chicago okulu li
deri Milton Fried'man
(Doðumu: 1912)'dýr. Ýnsanýn insaný daha çok sömürmesini saðlamak için onun da ke
ndine özgü reçeteleri var.
GERÇEK AYDINLIK. ondokuzuncu yüzyýl, insanlýk tarihinde, insanýn bilimin ýþýðý
yla gerçekten aydýnlandýðý, en
üstün bir insanlaþma dönemidir. Doðayý, bilinci ve toplumu (demek ki tüm evreni)
tanýyýp bilme yöntemi ondokuzuncu
Yüzyýlda keþfedildi. Bu yöntem, eytiþim sözcüðüyle dilimize getirdiðimiz diyalek
tik yöntemdir. Bu yöntem
doðanýn, bilincin ve toplumun iþleyiþ biçiminden çýkarýldý. Doða, bilinç ve topl
um (eþdeyiþle, tüm evren)
diyalektikle iþliyordu. Öyleyse onu kavramanýn yolu da diyalektik olmalýydý. Bir
bakýma bunu ilk sezen düþünür
gene bir antikçað düþünürüdür, evrende her þeyin sonsuz bir devim (hareket) için
de bulunduðunu ilkin Herakleitos
anlamýþtý. Ne var ki bu anlayýþý bir bilgilenme yöntemine dönüþtürebilmek için d
aha pek çok yüzyýllar gerekiyordu.
Diyalektik sözcüðü Yunanca kökeninde tartýþmacýlýk anlamýnda kullanýlmaktaydý ve
soru karþýlýk yöntemiyle
oluþan tartýþmalarý dilegetiriyordu. Oysa doðal varlýklar ve düþünsel kavramlar
da, týpký bu tartýþmalarda olduðu
gibi, kendi karþýt'larýyla çatýþarak eþdeyiþle devinerek (hareket ederek) oluþuy
orlardý. Devim, evrenin her alanýnda
(doðada, bilinçte ve toplumda) karþýtlarýn birbirlerini itme (dýþýndalama) ve çe
kme (birlikte olmaya
zorlama)'lerinden doðuyordu. Örneðin bir atoma bakmalýydýk. Elektronlarý çekirde
ðin çevresinde tutan dengenin, iki
karþýt güç olan itici kinetik enerjiyle çekici elektrostatik enerjinin savaþýmýn
dan (mücadelesinden, eþdeyiþle týpký
bir tartýþmada olduðu gibi çatýþmasýndan) meydana geldiðini görürdük. Bunun gibi
, elektrik iki karþýt güçten
(negatif ve pozitif), mýknatýs iki karþýt kutuptan (kuzey ve güney) oluþur. Bunl
ardan biri olmayýnca elektrik ve
mýknatýs da olmaz. Bu karþýtlýklar ve karþýtlýklarýn çatýþmasý doðanýn hemen her
zerresinde gözlemlenebiliyordu.
Bizzat doða, yaþamla ölüm karþýtlýðýnýn savaþýmýndan oluþmuþtu. Bireyde yaþamý a
lteden ölüm, türde yaþama
altoluyordu. Birey olarak bir çiçek solup ölüyordu ama, tür olarak çiçekler yaþa
makta devam ediyorlardý. Ya
toplum, maymunumsu atalarýmýzýn doðayla savaþýmýndan oluþmamýþ mýydý? Hem bu sav
aþým (insanýn doðayla
savaþýmý) hala sürmüyor muydu ve sonsuzca sürmeyecek miydi? Toplumu geliþtiren b
u savaþým deðil miydi? Ýþte
bütün bunlar ve bunlar gibi bilimlerin ortaya koyduðu daha nice gözlemler, diyal
ektiði, bilimsel bir bilgilenme
yöntemine dönüþtürdü. Bu yöntemi meydana koyup açýk seçik sergileyen eytiþimsel
ve tarihsel özdekçi öðretidir.
Ondokuzuncu yüzyýlýn bu gerçek ve büyük aydýnlýðýna ulaþýlýncaya kadar doðabil
imleri olgularý tek tek toplayýp
sýnýflandýrýyordu. Bir nesneyi tanýmak için onu baþkaca bütün nesnelerden koparý
p ayýrmak gerekiyordu. Olaylarý
ayrý ayrý ve tüm iliþkilerinin dýþýnda ele almak alýþkanlýðý böylece doðmuþtu. B
u, bir tarihsel zorunluktu ve bilimin
ilk evrelerinde az çok yararlý da olmuþtu. Ne var ki bu metafizik yöntem, tek te
k aðaçlarla uðraþýrken ormaný
göremiyordu ve doðasal toplumsal karmaþýk süreçlerin açýklanmasýnda baþarýsýz ka
lmaya mahkumdu. Metafiziðin
olaylarý ayrý ayrý ve tüm iliþkilerinin dýþýnda ele alma yöntemi, olaylarýn nede
nlerinin anlaþýlmasýný, evrimlerini,
kendilerinden farklý baþka nesnelerden nasýl çýktýklarýný ve nereye yöneldikleri
ni; kendilerinden, tümüyle farklý
daha ne gibi olaylar ve nesneler türeyeceðini bilmeyi kesinlikle engelliyordu.
Metafizik yöntem, en yeni kullanýmlarýnda bile, nesne ve olaylarý asla deðiþme
miþ ve deðiþmeyecek bir nitelikte
görür. Bundan ötürü de zorunlu olarak varolaný, eþdeyiþle eski'yi savunur ve var
laþmakta olan yeni'nin karþýsýna
dikilir. Buysa bilginin bütün alanlarýnda tutucu bir davranýþtýr ve bilimdýþýdýr
. Bu yüzdendir ki metafizik, çaðdaþ
anlamýnda, ilerici diyalektiðin karþýsýnda gericiliði simgeler.
Doðasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular eytiþimsel geliþme yasalarýyla o
luþur. Öyleyse bu oluþmayý anlamak
için ona eytiþimsel yöntemle yaklaþmak zorunludur. Eytiþim, bu yüzden, geliþmeni
n yasasý olduðu kadar, onu
inceleme yöntemidir. Ayný zamanda, inceleme ve bilme yöntemi olduðu kadar, gerçe
kliði deðiþtirme yöntemidir.
Çünkü oluþmanýn nasýl gerçekleþtiði bilinince o oluþmayý nasýl incelemek ve o ol
uþmayý deðiþtirmek için ne türlü
davranmak gerektiði de bilinir. Herhangi bir olgunun incelenmesinde eytiþimsel y
öntemi kullanmak, o olguya
eytiþimsel bilgilerle bakmak demektir. Bu bilgiler, metafizik ve mekanik bilgile
rin tam karþýtý olan bilgilerdir.
Eytiþimsel kavrayýþ, çok yönlü bir kavrayýþtýr; bu yüzden de formüllere baðlanýp
reçetelenemez. Her þeyden önce
metafizik ve mekanik düþünme alýþkanlýðýndan kurtulmak gerekir, bunun için de ey
tiþimin iyice bilinmesi baþlýca
koþuldur. Doðayý, tarihi ya da bilinçsel etkinliðimizi incelediðimiz zaman hiçbi
r þeyin olduðu gibi ve olduðu yerde
kalmadýðýný, her þeyin deðiþip geliþtiðini görürüz. Ýliþkiler, tepkiler, deðiþme
ler ve bileþimlerle karþýlaþýrýz. Her
örgensel varlýk her an hem aynýdýr, hem ayný deðildir. Her an dýþardan saðlanmýþ
maddeleri özümler ve baþka
maddeleri dýþarý atar, öyle ki her an kendisidir ve gene de kendisinden baþka bi
r þeydir. Daha yakýndan incelenince
bir karþýtlýðýn iki ucunun, örneðin olumluyla olumsuzun, karþýt olduklarý kadar
ayrýlmaz ve karþýtlýklarýna raðmen
birbirleriyle iç içe olduklarýný görürüz. Bunun gibi, nedenle sonucun ancak tek
olaylarda geçerli kavramlar
olduklarýný, oysa o tek olayý evrenin bütünüyle olan genel iliþkisi içinde düþün
ünce birbirleriyle rastlaþtýklarýný ve
sürekli olarak yer deðiþtirdiklerini; evrensel etki ve tepkiyi göz önüne aldýðým
ýz zaman nedenle sonucun birbirine
karýþtýðýný, burada sonuç olan þeyin orada neden ve orada neden olanýn burada so
nuç olduðunu anlarýz. Böylesine
süreçlerin hiçbiri metafizik yöntemin çerçevesine giremez. Oysa eytiþim yöntemi,
nesneleri ve onlarýn
betimlenmelerini, düþüncelerini; iliþkileri, sýralanmalarý, devimleri, baþlangýç
larý ve bitimleri içinde kavrar: Doða,
eytiþimin kanýtýdýr ve metafizik olarak deðil eytiþimsel olarak iþler. Doðada hi
çbir þey kalktýðý yere dönen bir
çemberin deðiþmezliðinde devinmez, tersine, gerçek bir tarihsel evrimle devinir.
Yöntem belli bir amaca varmak
için izlenmesi gereken ilkeleri saptar.
Doðru düþünme ve doðru uygulama amacýna da bunu saðlayabilecek bir yöntemle va
rýlýr. Eytiþim yöntemi
bilimseldir ve bilimlerin geliþmesiyle oluþmuþtur, metafizik yöntemse kurgusaldý
r ve kurgusal soyutlamalarla
oluþmuþ, hiçbir zaman da bilimlerle baðdaþamamýþtýr. Eytiþimsel inceleme somutta
n soyuta ve sonra yeniden
somuta varan bir yol izler. Eytiþimsel yöntem, parçalarýný da tanýyarak bütünü d
aha iyi tanýmak için en soyuta
indiði evrede bile doða ve son çözümlemede doðanýn ürünü olan toplum ve insan bi
linci olay ve olgularýný: 1-
bütünsellikleri, 2- çok yanlýlýklarý, 3- baðýmlýlýklarý, 4- devimsellikleri, 5-
çeliþmeleri, 6- deðiþkenlikleri, 7.
geliþkenlikleri içinde inceler. Eytiþimsel yöntemle inceleme önce bu olgu ve ola
ylarý tanýyýp bilmeyi (bilim), sonra
onlar üstünde doðru düþünmeyi (kuram), daha sonra da bu doðru düþünmenin sonucu
olarak doðru uygulamayý
(kýlgý) gerçekleþtirir. Bilimsel veriler göstermiþtir ki doða, toplum ve bilinç
eytiþimsel olarak iþlemektedir; öyleyse
bunlarýn olay ve olgularýný incelemek için bunlara ayný yöntemle, eþdeyiþle eyti
þimsel bir düþünüþle yaklaþmak
gerekir. Eytiþimsel olarak iþleyen doða, toplum ve bilinç olaylarýna onlara ters
düþen metafizik yöntemle
yaklaþýlamaz. Doða, toplum ve bilinç olaylarýný eytiþim yöntemiyle tanýmak, onla
r üstünde düþünmek ve onlarý
insansal eylemle etkileyebilmek için: 1- Onlarý somut bütünlükleriyle ele almak
gerekir. Soyutlama, ancak, onlarý
parçalarýnda da tanýyarak bütünlüklerini daha iyi tanýmak için yapýlýr. Onlarýn
gerçek bilgisi bu soyutlamanýn
yeniden somutlanmasýyla elde edilir. 2- Onlarý bütün yanlarýyla ele almak gereki
r. Her olay ve olgu çok yanlýdýr,
tek yanýný tanýmakla bütünü tanýnamaz. 3- Onlarý baðýmlýlýklarý içinde ele almak
gerekir. Her olay ve olgu,
baþkaca birçok olay ve olgularla baðýmlýdýr. Bu baðýmlýlýklarýndan kopararak onu
incelemek, onun tanýnmasýný
olanaksýz kýlar. 4- Onlarý devimlilikleri içinde ele almak gerekir. Her olay ve
olgu devimseldir. Geçmiþi, þimdisi ve
sonrasý vardýr. Bu, her olay ve olgunun bir tarihi olduðunu dilegetirir. Hiçbir
olay ve olgu geçmiþinden koparýlarak
ve sonrasýna baðlanmadan tanýnamaz. 5- Onlarý çeliþmeleri içinde ele almak gerek
ir. Devimselliði, gerçekleþtiren
çeliþmedir. Neyle, neden, nasýl ve hangi yöne doðru çeliþtiði bilinmeyen hiçbir
olay ve olgu tanýnamaz. 6- Onlarý
deðiþkenlikleri içinde ele almak gerekir. Tüm olay ve olgular, kimi yavaþ kimi h
ýzlý, ama tümü de sürekli olarak
deðiþirler. Bu deðiþkenlik, devimselliðin zorunlu sonucudur. Onlarý deðiþmez ola
rak ele almak tanýnmalarýný
olanaksýz kýlar. 7- Onlarý geliþkenlikleri içinde ele almak gerekir. Geliþme, de
vim ve deðiþmenin zorunlu sonucudur.
Olay ve olgularýn deðiþmeleri basitten karmaþýða, alttan üste ya da aþaðýdan yuk
arýya, az geliþmiþten daha geliþmiþe
doðru geliþen bir süreç izler. Onlarý bu geliþmelerinin dýþýnda ve geliþmez olar
ak ele almak tanýnmalarýný olanaksýz
kýlar. Bu ilkeleri tersine çevirmekle metafizik yöntemin ilkeleri elde edilir ve
metafizik yöntemin geniþ
araþtýrmalardaki tüm yanýlgýlarýnýn nedeni de kolaylýkla anlaþýlmýþ olur. Eytiþi
m yöntemi doða, toplum ve bilinç
olaylarýný tanýmanýn ve onlar üstünde düþünmenin yöntemi olduðu kadar onlarý deð
iþtirmenin ve yeniden kurmanýn
da yöntemidir. Yöntemin bu niteliði, olgularý bütünüyle tanýmasý ve bilmesi sonu
cudur. Ancak bilinen
deðiþtirilebilir, bilinmeyen deðiþtirilemez. Bundan baþka doða, toplum ve bilinç
olaylarýný deðiþtirme iþlemi bir
bakýma zorunludur da. Doða, toplum ve bilincin bizzat kendileri her an bilinçli
insan pratiðiyle deðiþtirilmekte ve
insansal yaþama daha elveriþli biçimlere dönüþtürülmektedir. Deðiþtirmenin yönte
mi olan eytiþimsel yöntem bu
yüzden yenici ve ilerici, bunun tam karþýtý olan deðiþmezliðin yöntemi metafizik
yöntemse bu yüzden tutucu ve
gericidir. Eytiþim yöntemi tüm inceleme ve gözlemlerinde eytiþimin üç temel geli
þme yasasýný (karþýtlarýn birliði ve
savaþý, nicelikten niteliðe ve nitelikten niceliðe geçiþ, olumsuzlanmanýn olumsu
zlanmasý yasalarýný) daima göz
önünde tutar, onlarýn bilgisiyle olay ve olgulara egemen olur.
Eytiþimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin büyük baþarýlarýndan biri de üç evren
sel (evrenin her alanýnda; doðada,
bilinçte ve toplumda geçerli olan) yasayý keþfetmiþ ve meydana koymuþ olmasýdýr.
Bu üç yasanýn keþfi, evrenin
bütün oluþma ve geliþme sýrlarýný aydýnlatmýþtýr. Ama, önce, yasa nedir? Bunu da
iyice bilmemiz gerekiyor. Yasa,
doðasal ve toplumsal bütün olgularýn doðal geliþmelerini belirleyen temel iliþki
lerini dilegetirir. Doðanýn düzenli
iþleyiþinin birtakým yasalara baðlý olduðu ilk düþüncelerce de sezilmiþti. Toplu
mun da doða gibi nesnel yasalarla
geliþtiði tarihsel özdekçilikle keþfedildi. Metafizik düþünce doðanýn düzenli iþ
leyiþini bir önceden belirlenme sayar
ve bunu birtakým doðaüstü güçlere baðlar. Dinsel düþünce bu açýdan metafizikten
daha açýktýr, metafiziðin çeþitli
varsayýmlarýný tek bir tanrý varsayýmýnda özetler. Yasa anlayýþý, antikçað düþün
celerinde kader anlayýþýyla
karýþmýþtýr ve törebilimsel kural (Os. Kaide, Fr. Regle, Al. Regel, Ýng. Rule, Ý
t. Regola)'la ilgili kýlýnmýþtýr...
Kanon sözcüðü Yunancadýr ve örnek, yöntem anlamlarýný dilegetirir. Ýslam düþünür
leri bu terimi Yunanlýlardan
almýþlar ve kanun deyiþiyle kural ve ilke terimleriyle anlamdaþ kýlmýþlardýr. Os
manlý düþünürleri Araplardan
aldýklarý bu terime yasa anlamýný vermiþler ve asýl yasa anlamýný dilegetiren Yu
nanca nomos sözcüðünden
Arapçaya namus sözcüðüyle geçen terimi de törebilimsel bir anlama çekmiþlerdir.
Epikurosçular bu sözcüðü mantýk
anlamýnda kullanmýþlardýr. Çoðunlukla örneklik edecek ve yöntem gösteren toplama
lar bu terimle dilegetirilir.
Örneðin Roma imparatorluk çaðý baþlangýcýnda örneklik edecek on söylevciyi (Anti
phon, Andokides, Lysias,
Ýsokrates, Ýsaios, Demosthenes, Lykurgos, Hypereides, Aiskhines, Deinarkhos) top
layan listeye Attika söylevcileri
kanonu denir. Katolik kilisesinin buyruk ve kararlarý da kanon hukuku (Fr. Droit
canon, Al. Kanoniches Recht, Ýng.
Canon Law, Ýt. Diritto canonico) adý altýnda toplanmýþtýr. Ýngiliz düþünürü John
Stuart Mill, mantýðýnda saptadýðý
beþ tümevarým kuralýna tümevarýmsal felsefenin gerçek kanonlarý (Ýng. The true C
anons of inductive philosophy)
der. Leibniz bu terimi genel kurallar anlamýnda kullanmýþtýr. Kant da þöyle der:
Kanon terimiyle, bilgi güçlerinin
pratik kullanýlýþýný saptayan önsel ilkelerin topunu dilegetiriyorum. Görüldüðü
gibi, spekülatif felsefe, doðasal ve
tarihsel olaný kendi alanýna, düþünsel ve mantýksal olana çekmiþ bulunmaktadýr.
Tarihsel olan, nesnelerin yasalý
(doðal ve toplumsal yasalarla) geliþmesi; mantýksal olan, düþüncenin yasalý (man
týk yasalarýyla) geliþmesidir.
Eytiþimsel özdekçilik, bu ikisinin sýký iliþkisini ve baðýmlýlýðýný meydana ko
ymuþtur. Tarihselle mantýksal
eytiþimsel bir birliktir, her ikisi de birbirini içerir. Mantýksal (Os. Mantýki,
Fr. Logique), kuramsal olarak
belirtilmiþ tarihsel, tarihsel (Os. Tarihi, Fr. Historique) somut olarak belirmi
þ mantýksaldýr. Bu birliktelik, geliþme
sürecinde, öznelle nesneliin, eytiþimsel birliðini de meydana koyar. Nesnel yasa
lara baðlý olan insansal eylem öznel
amaçlar taþýr, böylelikle yasalarýn nesnelliðine öznel bir yan da eklenmiþ olur.
Felsefesel yasa kavramý, eytiþimsel
ve tarihsel özdekçilik öðretisiyle açýklanmýþtýr. Nesnel gerçekliðin bütün alanl
arýnda; inorganik doðada, organik
doðada, toplumda, düþüncede iþleyen çeþitli yasalar vardýr. Bütün bu yasalarýn o
rtak özellikleri felsefesel yasa
kavramýnda özetlenirler. Felsefesel bir ulam olarak yasa; nesnel gerçekliðin nes
ne, olay ve olgularý arasýnda ve
bunlardan herhangi birinin çeþitli yanlarý arasýnda, onlarý geliþtiren zorunlu,
nedensel ve nesnel iç iliþkidir. Yasa
iliþkisi, nesnel gerçekliðin çeþitli iliþkilerinin en temel olanýdýr. Rastlantýs
al, geçici, ayrýntýlara özgü ve dýþsal bir
iliþki deðildir. Dýþsal iliþkiler, felsefesel koþul ulamýyla dilegetirilir. Yasa
larýn iþlemesi için koþullar gereklidir,
ama hiçbir koþul içsel yasa olmaksýzýn nesne ve olgularý geliþtiremez (eþdeyiþle
; oluþturamaz). Örneðin bir
yumurtanýn içinde civcivin oluþmasý için ýsý (dýþsal koþul) gerekir; ama ýsý, iç
inde yaþambilimsel bir süreç (içsel
yasa) bulunmayan bir taþý civcivleþtiremez. Her yasa, belli bir anlamda evrensel
dir; eþdeyiþle, belli bir sýnýf, olgu
ya da olayýn, sadece bir bölümü için deðil, tümü için geçerlidir. Bundan ötürüdü
r ki yasanýn ayrallýðý (istisnasý)
yoktur. Örneðin, bir cismin kapasitesiyle direnci arasýndaki iliþkiyi ortaya koy
an Arþimed yasasý, sývý
içine konulan her cisim için geçerlidir. Evrende, sývý içine konulup da bu yasan
ýn geçerliði dýþýnda kalan hiçbir
cisim yoktur. Bundan ötürüdür ki Engels, yasa, doðadaki evrenselliðin biçimidir
der. Nesneler, olgular ve olaylar
nesnel olarak (insan bilincinden, isteðinden ve iradesinden baðýmsýz olarak) var
olduklarý için, bunlarýn içsel
iliþkileri olan yasalar da nesneldirler. Ýnsanlar tarafýndan yaratýlamaz ve yoke
dilemezler. Ne var ki insanlar, bu
yasalarýn bilgisini edinmekle, yasalarýn iþlemesi için gerekli bulunan dýþsal ko
þullarý hazýrlayarak ya da yokederek
bu yasalara egemen olabilirler; eþdeyiþle onlarýn iþleyiþini daraltýp geniþleteb
ilirler, yavaþlatýp hýzlandýrabilirler.

Örneðin uçaklar, yerçekimi yasasýnýn bilinip aðýrlýðýn altedilmesiyle, göðe yü


kselebilmiþlerdir. Tüm bilimlerin
tarihi, insanlarýn yasalara egemenliklerinin tarihidir. Ne var ki bu egemenlik,
ancak yasalarýn iþleyiþi doðrultusunda
gerçekleþebilen bir egemenliktir. Yoksa insanlar, hiçbir zaman, yasalarýn iþleyi
þini doðrultusundan saptýramazlar,
geriye döndüremezler. Doðasal, toplumsal ve bilinçsel tüm süreçler geri çevrilme
z (Os. Gayrý kaabili rücu, Fr.
Irreversible)'dirler. Yasalarýn iþlemesi için gerekli dýþsal koþullarý yok etmek
le; yasa asla yok edilmiþ olmaz; ancak,
yukarda da söylediðimiz gibi, iþlemesi geciktirilmiþ olur. Yoksa yasalar, iþleme
leri için gerekli koþullarý ergeç
bulurlar ve iþleyiþ doðrultularýnýn yolunu açarlar. Örneðin insanlar, tonlarca a
ðýrlýktaki bir uçaðý göðe çýkarmakla
yerçekimi yasasýnýn doðrultusunu saptýrmýþ, onu geriye çevirmiþ, eþdeyiþle onu o
rtadan kaldýrmýþ deðillerdir. Tam
tersine, yerçekimi yasasýný bilip tanýmakla uçaðýn aðýrlýðýný yok etmekte ve onu
böylelikle, eþdeyiþle yerçekimi
yasasýna uygun olarak ve bu yasanýn doðrultusunda, uzaya gönderebilmektedirler.
Doðasal, toplumsal ve bilinçsel
tüm süreçler gibi yasalarýn geri çevrilmezliði de geliþmenin sürekliliðini ve ev
renselliðini dilegetirir. Yasalar, olgu
ve olaylarýn geliþmelerini belirleyen iliþkiler olmakla, her zaman geliþmenin do
ðrultusunda iþlerler. Geliþmenin
saptýrýlamayacaðý ve geri çevrilemeyeceði gerçeðiyse tüm doðasal ve insansal tar
ihle tanýtlanmýþtýr. Yirmi yaþýna
girmiþ insan hiçbir zaman on dokuz yaþýna geri dönemez, kozasýndan çýkmýþ kelebe
k hiçbir zaman yeniden
kozasýna giremez. Tarihin tekerleklerini geriye döndürmeye çalýþmak, boþunadýr v
e kesin bir yenilgiye mahkumdur.
Nesnel yasalarýn denetim altýna alýnmasý, sadece onlarýn bilinmesiyle deðil, o
nlara uygun nesnel iliþkilerin
oluþturulmasýyla olanaklaþýr. Felsefe, yasalarý üç kümede sýnýflandýrýr: 1- Tek
ya da az sayýdaki olgularda geçerli
olan tikel yasalar (Os. Kavanini cüz'iye, Fr. Lois particulieres), 2- Çok sayýda
ki olgularda geçerli olan genel
yasalar (Os. Kavanini umumiye, Fr. Lois generales), 3- Nesnel gerçekliðin tüm al
anlarýnda geçerli olan evrensel
yasalar (Os. Kavanini külliye, Fr. Lois universelles). Örneðin fizikteki Ohm yas
asý, toplumdaki sýnýf savaþýmý yasasý
tikel yasalardýr; fizikteki erkenin sakýnýmý yasasý, toplumdaki üretim iliþkiler
inin üretim güçlerine uygunluðu yasasý
genel yasalardýr. Felsefe, üç büyük evrensel yasa saptamýþtýr ki nesnel gerçekli
ðin tüm alanlarýnda (doðada,
toplumda ve bilinçte) geçerlidir: Evrimin kökenini ve itici gücünü açýklayan kar
þýtlarýn birliði ve savaþýmý
yasasý, tüm niceliksel deðiþmelerin sürekli ve sýçramalý olarak niteliksel deðiþ
ikliklere dönüþtüðünü açýklayan
nicelikten niteliðe geçiþ yasasý, evrimin sarmal biçimindeki karakterini açýklay
an olumsuzlamanýn olumsuzlanmasý
yasasý. Bu yasalar, bir bitki yaþamýndan bir toplum yaþamýna, bir düþünce öðreti
si yaþamýndan bir yýldýz yaþamýna
kadar tüm evrensel geliþmenin nasýl gerçekleþtiðini açýklarlar. Bu yasalar, tüm
evrende, eski'yi dönüþtürüp yeni'yi
oluþtururlar. Bundan ötürüdür ki tüm evren, eþdeyiþle tüm özdek, sürekli ve sons
uz bir geliþme içindedir. Bu
sürekli ve sonsuz geliþmeyse tüm evrensel süreçlerdeki geri çevrilmezliðin en be
lli kanýtýdýr. Evrensel geliþmede
yeni ve ileri olan, kesinlikle, eski ve geri olanýn yerini alýr. Bundan ötürüdür
ki yeni hiçbir zaman altedilmez.
Altedilmez, çünkü evrensel evrimin ve geliþmenin zorunlu sonucudur. Altedilmez
, çünkü yeni nesnel koþullara en
uygun olandýr. Örneðin eski çaðlarýn gymnosperm (tanelerin koruyucu zarfý bulunm
ayan) bitkileri yerlerini nesnel
koþullara daha uygun bulunan zarflý bitkilere, eski toplum biçimleri yerlerini n
esnel koþullara daha uygun bulunan
yeni toplum biçimlerine, eski düþünceler yerlerini nesnel koþullara daha uygun b
ulunan yeni düþüncelere
býrakmýþlardýr. Yeni altedilmez, çünkü elle tutulup gözle görülecek kadar belli
bir nesnel gerçeklik olan evrim ve
geliþme altedilmez. Doðanýn nesnel yasalarý, bilinçsiz doðal güçlerin karþýlýklý
etkileriyle oluþmuþ yasalar;
toplumun nesnel yasalarýysa bilinçli insansal etkinliklerin karþýlýklý etkileþim
iyle oluþmuþ yasalardýr. Bundan
ötürüdür ki, toplumsal yeninin altedilmezliði, doðasal yeninin altedilmezliðinde
n farklý olarak bilinçli insan
etkinliðini gerektirir. Tikel, genel ve evrensel yasalar birbirleriyle baðýmlýdý
rlar. Genel yasalar birçok tikel
yasalarýn, evrensel yasalar da birçok genel yasalarýn ortak öðelerini içerirler.
Bu bakýmdan yasalar, temel yasalar
(Os. Esasi kanunlar, Fr. Lois principales) ve türev yasalar (Os. Müþtak kanunlar
, Fr. Lois derives) olmak üzere iki
bölümde sýnýflandýrýlabilirler. Türev yasalar, bir temel yasadan türeyen ve o ya
sayý somutlaþtýran yasalardýr. Türev
yasalar, temel yasanýn egemen olduðu tüm tikel alanlarda iþlerler ve temel yasay
a baðýmlý olmalarý dolayýsýyla bütün
bu tikel alanlarý birbirlerine baðlayýp somutlaþtýrýrlar. Herhangi bir alaný, o
alanýn temel yasasýna baðýmlý olan bir
türev yasalar hiyerarþisi iþletir. Türev yasa, somut olaylara, temel yasadan dah
a yakýndýr. Örneðin anamalcý üretim
düzeninin temel yasasý, artýk-deðer yasasýdýr. Ama bu temel yasanýn türevleri ol
an deðer yasasý, emek yasasý,
yeniden üretim yasasý vb.' anamalcý üretim düzeninin tikel olaylarýný iþleterek
tüm anamalcý düzende geçerli temel
yasa olan artýk-deðer yasasýný bütünlerler ve somutlarlar. Bundan baþka kimi yas
alar, örneðin mekaniðin yasalarý
gibi, olgular arasýnda matematik formüllerle dilegelebilecek niceliksel iliþkile
r kurmazlar. Ama ne türlü olursa
olsun, bütün yasalar olgular arasýndaki nesnel zorunlu iliþkileri yansýtýrlar. B
ilimsel gerekircilik, olay ve olgular
arasýndaki bu yasalýlýðýn bilimce onaylanmasý demektir. Metafizik ve idealizm, b
u yasalýlýða karþý çýkýp
yadgerekircilik ve usaaykýrýcýlýk alanlarýnda boy göstermekle kendi bilimdýþýlýð
ýný bizzat tanýtlar. Immanuel Kant
gibi ünlü bir düþünür bile, idealizmin zorunlu sonucuna boyun eðerek, nesnel yas
alarýn varlýðýný yadsýmýþ ve her
þeyin insan usuyla düzenlendiðini ilerisürmüþtür: Bilimden yasalarý çýkarýp atma
yý istemek gerçekte, bilime hileli
bir yoldan dinsel yasalarý sokmak istemektir. Ne var ki yasalar, bu savlarla giz
lenemeyecek ölçüde bütün
gerçeklikleriyle ortadadýrlar. Yasalar olmasaydý bilim de olmazdý.
Eytiþimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin keþfettiði ve açýkladýðý üç evrensel
yasadan biri karþýtlarýn birliði ve
savaþýmý yasasý (Os. Tezatlarýn vahdeti ve mücadelesi kanunu, Fr. La loi de l'un
ite et de conflit des contraires, Ýng.
Law of unity and conflict of opposites)'dýr. Doðada, toplumda ve bilinçte tüm ne
sneler, olaylar ve süreçler içlerinde
bir karþýtlýk (eþdeyiþle eytiþimsel iç çeliþki) taþýrlar, bu karþýtlýk tüm devim
ve geliþmenin kaynaðýdýr. Nesneler,
olaylar ve süreçler bu karþýtlýkla devinir ve geliþirler. Bu karþýtlýklar hem bi
r birlik (biri olmadan öbürü de olmaz),
hem de bir savaþým (biri öbürünü sürekli olarak dýþýndalar) içindedirler, birbir
lerine geçiþirler (biri öbürünü
sürekli olarak altetme, onun yerine geçme ebilimindedir). Doða, toplum ve bilinç
bu evrensel yasayla iþler ve
geliþir. Geliþme, bu savaþým sonucu, birliðin ortadan kalkýp yerine yeni bir bir
liðin doðmasý demektir. Bundan
ötürüdür ki karþýtlarýn birliði geçici (eþdeyiþle göreli, ilineksel, ikincil), k
arþýtlarýn savaþýmýysa sürekli (eþdeyiþle
saltýk, temel, birincil)'dir. Bu yasadan ötürüdür ki eski, daima yerini yeni'ye
býrakýr. Doðada örneðin yumurta bu
yasayla civciv olur, toplumda örneðin kölecilik bu yasayla feodalite olur, bilin
çte örneðin herhangi bir bilgi bu
yasayla daha üstün bir bilgi olur. Yaþam olmadan ölüm olmaz, ölüm olmadan da yaþ
am olmaz; alt olmadan üst
olmaz, üst olmadan da alt olmaz; köleci olmasa köle olmaz, köle olmadan da kölec
i olmaz vb. Bütün bunlar hem bir
birlik hem de bir savaþým içindedir. Bu savaþýma mantýk dilinde çeliþme de denir
. Doðasal, bilinçsel ve toplumsal
nesne ve olaylarda sayýsýz çeliþmeler ve alt çeliþmeler vardýr. Örneðin toplumda
kentlilerle köylüler, tüketimle
yatýrým, sanayiyle tarým çeliþirler. Ayrýca, her çeliþme içinde de, sayýsýz alt
çeliþmeler devinir. Örneðin sanayi içinde
çelik sanayiyle kimya sanayi, köylü sýnýfý içinde topraklý köylülerle topraksýz
köylüler çeliþirler. Ýþte bütün bu
çeliþmelerin içinde, belli bir anda, bir çeliþme yüze çýkar ve topluma yön verme
ye baþlar: Ana çeliþki budur. Ne var
ki bu ana çeliþki amacýna ulaþmayabilir, koþullarýn deðiþmesiyle yönverici etkis
ini baþka bir çeliþmeye býrakabilir.
Diyalektikçinin görevi, olayý, bütünüyle ve deðiþen koþullarý içinde her an gözl
emek ve ana çeliþki'yi her an somut
olarak yakalayýp meydana koymaktýr: Ana çeliþki, dümdüz bir çizgi üstünde geliþm
ez. Çeliþmeler, belli bir anda ve
belli bir biçimde, kaynaþýrlar. Bu kaynaþma sonunda bir öncekinden nitelikçe far
klý yeni bir durum meydana gelir.
Artýk bu yeni durumun ana çeliþkisi, bir önceki durumun ana çeliþkisinden baþk
adýr. Herhangi bir varlýðýn içindeki
sayýsýz çeliþmelerden geliþmeye yönveren çeliþme ana çeliþme olduðu gibi bu ana
çeliþmenin iki karþýt ucundan
geliþmeye yönveren ucu da ana uç' tur. Bir çeliþmenin her iki ucu ayný güçte deð
ildir, uçlardan biri öbüründen
daha baskýn çýkýp geliþmeyi kendi yönüne çeker. Örneðin bilinçsel bilgi edinme s
ürecinde bilgisizlik'le bilgi ana
çeliþmedir, bilgi edinme isteði daha baskýn çýkarsa bu ana çeliþmenin bilgi ucu
ana uç olur ve süreci bilgilenmeye
doðru geliþtirmeye baþlar. Geliþme, bu çeliþkinin sürekli olarak kendini ortaya
koyuþu ölçüsündedir. Her
bilgilenme aþamasý bu çeliþkinin çözümlenmesi, eþdeyiþle aþýlmasýdýr. Ama her çö
zümlenmede bu çeliþki kendini
yeniden ortaya koyar, bilgilenme böylelikle ilerler. Daha az bilgiden daha çok b
ilgilere dereceli olarak geçiþler
(geliþme), bilinçsel bir devim (hareket)'dir. Devim ve geliþme, karþýtlarýn sava
þýmýnýn sonucu olduðundan bu yasaya
eytiþimin özü denir. Gerçekten de eytiþimin yapýsý bu birlik ve savaþýmdýr, eyti
þim deyiminden anlaþýlmasý
gereken bu birlik ve savaþýmdýr. Her nesne, olay ve süreçte eytiþimsel birlik ve
savaþým içseldir, hiçbir dýþ etkiyi
gerektirmez, eþdeyiþle dýþsal bir etkinin sonucu deðildir. Kaldý ki eytiþimsel d
eyimi daima içsel olaný dilegetirir;
örneðin bir meyvenin aðaçtan koparýlmasý mekanik bir devim, kendiliðinden olgunl
aþýp düþmesi eytiþimsel bir
devimdir. Karþýtlarýn birliði ve savaþýmý da böylece eytiþimsel, eþdeyiþle içsel
dir. Karþýtlarýn birliði ve savaþýmý
yasasý, devimin ve geliþmenin kendiliðindenliðini dilegetirir. Ana çeliþmenin ik
i ucundan biri nasýl baskýn çýkar da
ana uç olur? Bunu daha iyi anlayabilmek için doðadan bir örnek, su örneðini ele
alalým. Su, 1-99 dereceleri
arasýnda sývý, 0 derecede katý su (buz), 100 derecede buhar su (su buharý) olur.
Bu deðiþmeleri saðlayan suyun
içindeki bitiþme daðýlma güçleridir. Su, sývý durumundayken bu çeliþme gizlidir,
henüz ana çeliþme durumuna
yükselmemiþtir, göreli bir denge görünümü içindedir. Bitiþme daðýlma çeliþkisi a
na çeliþki düzeyine çýkýnca bitiþme
ucu baskýn çýkýp ana uç olursa su katýlaþýp buz olur, daðýlma ucu baskýn çýkýp a
na uç olursa su buharlaþýp su buharý
olur. Bu içsel yasada uçlardan birini ya da ötekini baskýn çýkaran bir dýþ koþul
'dur, ýsý'dýr. Isý azalýrsa bitiþme ucu,
ýsý çoðalýrsa daðýlma ucu öbürünü alteder. Ama hiçbir zaman unutulmamalýdýr ki d
ýþ koþul, iç yasa olmaksýzýn
hiçbir rol oynayamaz. Isý olmayýnca yumurta civcivleþmez, ne var ki ýsý yumurta
biçimindeki bir taþ parçasýný da
civcivleþtiremez. Bunun gibi, bilgilenme sürecindeki bilgisizlik bilgi çeliþmesi
ni iþletebilmek için gereken, örneðin
bir mevkie geçmek için bir diploma elde etme dýþ koþulu da bir eþeði hiçbir zama
n bir hekim ya da bir avukat
yaptýramaz. Ýç çeliþkiler, az ya da çok geliþmiþ de olsalar temeldirler. Dýþ koþ
ullar daima ikincildir. Kaldý ki iç
çeliþkiler yeteri kadar geliþmemiþlerse incelenemezler. Bundan ötürüdür ki örneð
in anamalcý üretim düzeni
XViii'nci yüzyýlda gereði gibi incelenemezdi, çünkü ana çeliþkisi henüz geliþmem
iþ ve yüzeye çýkmamýþtý. Bundan
ötürü ancak bölümsel görünüþleri yakalanabilirdi ki Marx'tan önce gelenler de bu
nu yapabilmiþlerdir. Yeni
baþlamýþ bir sürecin görüntülerini vaktinden önce genelleþtirip sonuç çýkarmaya
çalýþmak, metafiziðe düþmek
demektir.
Bu yasa, eytiþimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin ortaya koyduðu öbür iki yasa
yla daha da aydýnlanýr. Ýkinci yasa,
olumsuzlanmanýn olumsuzlanmasý yasasý (Os. Ýnkarýn inkarý kanunu, Fr. La loi de
negation dc la negation, Ýng.
Law of negation of negation)'dýr. Karþýtlarýn birliði ve savaþýmý yasasý'yla nic
elikten niteliðe geçiþ yasasý adlarýný
taþýyan öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlamanýn olumsuzlanmasý yasasý d
oðanýn, bilincin ve toplumun
evriminde geçerli olan evrensel bir yasadýr. Sonsuz ve sýnýrsýz evrim, tüm evren
de bu üç yasanýn iþlemesiyle
gerçekleþir. Sonsuz ve sýnýrsýz evrende sonlu ve sýnýrlý olan nesne ve olaylar b
u yasalarla doðar, büyür ve ölürler.
Ne var ki ölümleri de yeni bir doðumu saðlamak, eþdeyiþle genel geliþmeyi gerçek
leþtirmek içindir. Her yeni eskir
ve yerini daha yenisine býrakýr. Eski'nin yerini yeni'ye býrakmasý, olumsuzlaman
ýn olumsuzlanmasýdýr. Çünkü eski,
bir zamanlar yeniydi ve kendisinden eski olaný olumsuzlayarak varlaþmýþ ve yeni
olarak kendini meydana
koymuþtu. Þimdiyse bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni olan tarafýndan o
lumsuzlanmaktadýr. Bundan
ötürüdür ki eski varoluþ biçimleri olumsuzlanmadýkça hiçbir alanda geliþme olmaz
. Olumsuzlamanýn
olumsuzlanmasý yasasý, karþýtlarýn birliði ve savaþýmý yasasýnýn doðal ve zorunl
u sonucudur. Evrende her nesne,
olay ya da süreç birbirlerini karþýlýklý olarak yoketmeye çalýþan çeþitli karþýt
yönler ve eðilimler taþýr. Bu, onlarýn
savaþýmýdýr. Ama bütün bu karþýt yönler ve eðilimler, ayný zamanda, birbirleriyl
e sýkýca baðýmlýdýrlar, biri olmadan
öbürü de olamaz. Bu da onlarýn birliðidir. Geliþme sürecinde yeninin eskiyi olum
suzlamasý, karþýtlar arasýndaki
çeliþkilerin çözülmesinden ve aþýlmasýndan baþka bir þey deðildir. Olumsuzlamaný
n olumsuzlanmasý yasasý, ayný
zamanda nicelikten niteliðe geçiþ yasasýyla da organik bir baðlýlýk içindedir. Ç
ünkü olumsuzlama, eski bir nitelikten
yeni bir niteliðe geçiþ demektir ki bu da niceliksel birikimlerin gereken olgunl
uða ulaþtýklarý zaman sýçramayla
gerçekleþir. Her yeni, eskinin baðrýnda ve onun olumlu bölüm ve eðilimlerinden o
luþur; bundan ötürüdür ki her
yeni, ayný zamanda eskinin daha yetkinleþmiþ ve geliþmiþ bulunan özelliklerini d
e taþýr. Eytiþimsel olumsuzlamayý,
metafizik olumsuzlamayla karýþtýrmamak gerekir. Metafizik olumsuzlama eskinin tü
müyle yokolup gitmesidir,
eytiþimsel olumsuzlamaysa eskinin deðerli yanlarýnýn korunarak yeniye geçirilmes
idir.
Böyle olmasaydý geliþme gerçekleþemezdi. Nitekim metafiziðe göre geliþme bir k
ýsýr döngüdür ve eskiye dönüþ
yönündedir. Eytiþimsel geliþme anlayýþý da geliþme sürecinde zaman zaman eskiye
dönüþlerin varlýðýný kabul eder;
ne var ki son çözümlemede geliþme daima alttan üste, basitten karmaþýða, aþaðýda
n yukarýya ve daha az geliþmiþten
daha çok geliþmiþe doðru ilerler. Dünya tarihini, düz, geriye dönüþsüz, büyük sý
çramalarla hep ileriye doðru giden
bir devim olarak görmek diyalektiðe ve bilime aykýrý bir görüþtür, yanlýþtýr. Ge
riye dönüþler her zaman olabilir,
ama toplum son çözümlemede sürekli bir ilerleyiþ içindedir. Bir sosyo ekonomik o
luþum, daima, yerini,
kendisinden daha yetkin bir sosyo ekonomik oluþuma býrakmýþtýr ve býrakacaktýr.
Geliþme, olumsuzlamanýn
olumsuzlanmasý aþamasýnda, daha önceki aþamalarýn olumlu özellik ve eðilimlerini
daha yetkin bir biçimde
tekrarladýðýndan, alttan üste doðru örneðin bir uzay gemisinin göðe yükseliþi gi
bi dümdüz bir yol izlemez, sarmal
(Os. Helezoni, Fr. Spiral) bir yol izler. Sarmal geliþme, idealist anlayýþlý dai
resel geliþmeye karþýt olarak, diyalektik
geliþme anlayýþýný dilegetirir. Hegel'in sav karþýsav bireþim sürecinde meydana
geldiðini saptadýðý her þeyin
karþýtýna dönüþmesi olgusunu açýklar. Her þey karþýtýna dönüþür, ama daha üstün
bir düzeyde ve daha geliþmiþ
olarak dönüþür. Böyle olmasaydý geliþme gerçekleþmezdi ve diyalektik süreç bir k
arþýtlýðýn sürekli olarak
birbirlerine dönüþmelerinden ibaret bir tekrarlar dizisi olurdu. Diyalektik özde
kçiliðe göre tarihsel geliþme, sarmal
bir geliþmedir. Tarih tekrarlamalardan ibarettir sözü bu sarmal geliþimi göremem
ekten doðmuþtur. Her þey
karþýtna dönüþür, tavuk yumurta ve yumurta tavuk olur. Ama bu dönüþme bir mekið
in devimi gibi iki uç arasýnda
dengeli bir gidiþ geliþ deðildir, daha yüksek ve daha ileri bir aþamaya dönüþtür
. Ýyice incelenirse görülür ki tavuk
yumurta ve yumurta tavuk olmaz, tavuktan yumurtalar çýkar ve o yumurtalardan da
birçok tavuklar meydana gelir.
Artýk o çýktýðý yumurtaya ya da tavuða dönüþ deðil, birçok yumurtalara ve birçok
tavuklara, daha açýk bir deyiþle
ileri ve üstün bir aþamaya geliþme'dir. Demek ki nesneler sarmal bir sürece uyar
ak geliþirler ve ayný noktaya
dönüþmeyip daha üstün bir düzeye ulaþýrlar. Toplumun evrimi de böylesine sarmal
bir evrimdir. Bu yüzdendir ki
tarihin tekrarlardan ibaret olduðu sözü, yanlýþ bir sözdür. Tarih hiçbir zaman t
ekrarlanmamýþtýr ve tekrarlanamaz.
Herakleitos'un dediði gibi, ayný nehre iki kez girilemez, çünkü sular sürekli ol
arak akmaktadýr. Eytiþimsel
olumsuzlama mekanik olumsuzlamadan da titizlikle ayýrdedilmelidir. Mekanik olums
uzlamada olumsuzlanan nesne
bir dýþ etkenle yokedilir, eytiþimsel olumsuzlamadaysa onu ortadan kaldýran kend
i iç çeliþkilerinin geliþimsel
aþýlmasýdýr. Örneðin bir böceðin üstüne ayaðýmýzý bastýrýp öldürebiliriz, bu mek
anik olumsuzlamadýr; ama böcek
yaþamýný tamamlayýp kendiliðinden ölür, bu eytiþimsel olumsuzlamadýr. Mekanik ol
umsuzlama da birçok
durumlarda yararlý olabilir; örneðin zararlý böcekler bu yolla yokedilir, buðday
dan bu yolla un ve ekmek yapýlýr.
Olumsuzlamanýn olumsuzlanmasý deyimi, dilimizde, yadsýmanýn yadsýnmasý deyimiyle
de dilegetirilir.
Eytiþimsel ve tarihsel özdekçi öðretinin ilerisürdüðü üçüncü evrensel yasa, nice
likten niteliðe geçiþ yasasý (Os.
Kemmiyetin keyfiyete intikali kanunu, Fr. La loi de passage de la quantite a la
qualite, Ýng. Law of transition from
quantity to quality)'dýr. Eytiþimsel özdekçiliðin meydana koyduðu bu yasa, doðad
a, bilinçte ve toplumda alt
olandan üst olana doðru ilerlemenin hangi koþullar altýnda gerçekleþtiðini açýkl
ar. Bu nesnel yasaya göre her türlü
geliþme, nicelikçe birikmelerin zorunlu olarak nitelik deðiþimini gerektirmesiyl
e gerçekleþir. Örneðin yüz dereceye
kadar kaynatýlan su nitelik deðiþtirip buhar olur, bilgisi çoðalan týp öðrencisi
nitelik deðiþtirip hekim olur, gerekli
oy sayýsýný bulan milletvekili adayý nitelik deðiþtirip milletvekili olur vb...
Bu nesnel ve evrensel yasa evrim ve
devrim deyimleriyle de dilegetirilir. Evrim ve devrim, geliþmenin, birbirlerine
sýkýca baðýmlý iki yarýdýr. Geliþmenin
gerçekleþebilmesi için bir yanda nicelikçe birikmeler (evrim), öbür yanda niteli
kçe deðiþmeler (devrim) gereklidir.
Evrimsel geliþme, zorunlu olarak, devrimsel geliþmeyi doðurur. Nicelikten niteli
ðe bu geçiþ, ani olarak, sýçrama'yla
gerçekleþir. Örneðin 99 dereceye kadar niteliðini sürdüren su bir derece daha ýs
ýnmakla birdenbire buhar, bin oy
almasý gereken ve 999 oya kadar aday niteliðini sürdüren kiþi bir oy daha almakl
a birdenbire milletvekili olur.
Doða, toplum ve bilinç bu yasayla devinir ve geliþir. Gerçekleþen, eski'nin yoko
larak yerini yeni'ye býrakmasýdýr.
Ne var ki bu yeni, her geliþme sürecinde mutlaka eskiyle zýtlaþan bir yeni deð
ildir. Yeni, kendinden önceki
aþamaya göre yeni olduðu halde, kendinden sonraki aþamaya göre eskidir. Kimi yer
de de yenileþmiþ bulunduðu
halde eski yapýsýný sürdürür. Örneðin, iç çeliþmelerdeki nicel birikimin gerekli
sýnýrý aþtýðý noktada anamalcýlýk
emperyalizm aþamasýna sýçramýþtýr, ama gene de anamalcýlýk yapýsýný korumaktadýr
. Bu demektir ki daha az yetkin
bir yapýya göre niteliksel olan deðiþme, daha yetkin bir yapýya göre nicelikseld
ir. Niceliksel deðiþmelerle niteliksel
deðiþmeler de birbirlerine sýkýca baðýmlýdýrlar, nicelik deðiþmeleri nitelik deð
iþmelerini doðurduðu gibi nitelik
deðiþmeleri de nicelik deðiþmelerini doðurur. Örneðin yeni bir makine (nitelik)
üretimi artýrýr (nicelik) üretimin
artmasý (nicelik) daha geliþmiþ bir makineyi (nitelik) gerektirir, daha geliþmiþ
bir makine de (nitelik) üretimi daha
çok artýrýr (nicelik) vb... Eytiþimsel özdekçi çözümleme nicelik'le nitelik'in n
esnel gerçeðin birbirinden ayrýlmaz iki
yaný olduðunu açýklamýþtýr.
Nicelikle nitelik baðýmlýdýrlar, birbirlerine dönüþürler, ayrýþtýrýlamazlar. S
adece nicel ya da sadece nitel olan hiçbir
þey yoktur. Soyut kavramlar bile bu baðlantýdan koparýlamazlar. Örneðin üç (nice
lik) ya kalemdir, ya insandýr, ya
elmadýr (nitelik); güzel (nitelik) ya az güzeldir, ya çok güzeldir, ya daha güze
ldir (nicelik). Engels, Dialektik der
Natur adlý yapýtýnda, en soyut nicelik olan sayýlarýn da bir niteliði bulunduðun
u göstermiþtir: 16 sayýsý sadece 16
tane 1'in toplamý deðil, ayný zamanda 4'ün karesi ve 2'nin dördüncü kuvvetidir.
Temel sayýlar, baþka sayýlarýn
kendileriyle çarpýmýndan meydana gelen sayýlara yeni ve kesin nitelikler verirle
r. Her nesne ve olay, belli bir
nitelikle belli bir niceliðin birliðidir. Bu birliðin bozulmasý o nesne ya da ol
ayý baþka bir nesne ya da olaya
dönüþtürür. Bir þeyin neyse o kalmasý için niteliksel yanýyla niceliksel yanýnýn
belli bir oranda birleþmiþ, dengeye
girmiþ olmasý gerekir. Örneðin azotla oksijenin bileþiminden meydana gelmiþ, ama
birbirlerinden baþka olan çok
sayýda madde vardýr. Ýki azotun bir oksijenle birliði güldürücü bir gaz, iki azo
tun beþ oksijenle birliði katý bir
kristaldir. Gazýn gaz ve kristalin kristal olabilmesi için niceliklerinin niteli
kleriyle kurduðu dengenin bozulmamasý
gerekir. Bu dengenin bozulmasý, örneðin dört oksijenin eklenmesi ya da çýkarýlm
asý, gazý kristale ve kristali gaza
dönüþtürür. Bu dönüþme için, örneðimizde olduðu gibi niceliðin azalmasý ya da ço
ðalmasý da herhalde gerekli
deðildir, niceliðin toplam olarak ayný kaldýðý halde birlikteki dengesel orantýs
ýný deðiþtirmesi de yeter. Örneðin
ýsýyý mekanik devime ya da mekanik devimi ýsýya çevirdiðimiz zaman nicelik topla
m olarak ayný kaldýðý halde
nitelik deðiþmektedir. Ne var ki ýsýdan azalan nicelik devime ya da devimden aza
lan nicelik ýsýya eklenmiþtir.
Demek ki bir nesnenin neyse o kalmasý için niteliðiyle niceliði arasýndaki denge
yi korumasý gerekir, bu denge
bozuldu mu o nesne baþka bir nesne olur. Ne var ki bir nesnenin nitelik deðiþtir
mesi için, son örneðimizde olduðu
gibi, toplam olarak deðiþmese bile, herhalde bir nicelik deðiþimi gereklidir. Ni
celik deðiþmesi olmaksýzýn nitelik
deðiþmesi mümkün deðildir. Nicelikle niteliðin baðýmlý birliðinde temel olan nit
eliktir, çünkü bir nesne ya da olayýn
az ya da çok sürekli bir varlýk biçimi vardýr ve niceliksel olarak deðiþirken bu
niteliksel varlýk biçimini belli bir
sýnýra kadar sürdürür. Niteliðin deðiþmesi için niceliðin deðiþmesi zorunludur,
ama her nicelik deðiþimi nitelik
deðiþimini gerektirmez. Niteliðin deðiþmesi için niceliðin belli bir sýnýrý aþac
ak derecede deðiþmesi, eþdeyiþle belli
bir nesne ya da olayýn birliðinde nitelikle iliþkisel dengesini bozacak kadar az
almasý ya da çoðalmasý gerekir.
Örneðin 1-99 ýsý dereceleri arasýnda su niteliðinde olan iki hidrojenle bir oksi
jen 0 ýsý derecesinde buz ve 100 ýsý
derecesinde gaz niteliðine dönüþür. Bunun gibi, anamalcý bir toplumda toplumcula
rýn sayýsý seçmen sayýsýnýn
yarýsýna kadar çoðalsa da o toplumun anamalcý niteliðini deðiþtiremez, seçim sýn
ýrý olan seçmen sayýsýnýn yarýsýný
aþýnca toplumun niteliði deðiþir ve anamalcý toplum toplumcu toplum olur. Demek
ki belli bir göreli denge sýnýrýný
aþan her nicelik deðiþimi bir nitelik deðiþimini zorunlu kýlar. Ne var ki her ni
telik deðiþimi de yeni nicelik
deðiþmelerine yol açar, olanak saðlar. Devimin ve geliþmenin (hareketin ve inkiþ
afýn) temel yasasý budur.
Görüldüðü gibi bu üç evrensel yasa birbirleriyle sýkýca baðýmlýdýr ve doðasal-
bilinçsel-toplumsal geliþmede eskinin
yerini daima yeninin nasýl aldýðýný açýklar. Yeni (Os. Cedid, Fr. Nouveau), tari
hsel koþullarda geliþmenin ürünüdür,
geliþmeyi gerçekleþtirir ve yönlendirir. Eski (Os. Kadim, Fr. Ancien) de geliþme
nin engelleyicisidir. Birbirleriyle
baðýmlý olarak eskiyle yeninin savaþýmý, geliþme ve ilerleme olayýnýn itici gücü
dür. Her yeni zorunlu olarak eskir ve
her eski zorunlu olarak yerini yeniye býrakýr. Bu, evrensel bir yasadýr; doðada
olduðu kadar toplumda ve bilinçte de
geçerlidir. Her eski, yeninin tohumunu baðrýnda taþýr ve her yeni, eskinin baðrý
nda oluþur. Yeni, eskideki
çeliþmeleri sona erdirir ve yeni çeliþmelere olanak saðlar. Bu yeni çeliþmeler,
geliþme sürecini sürdürür. Bu süreç
nesneldir, insan iradesinden ve bilincinden baðýmsýzdýr. Yeni, eskiyle savaþýmýn
da, eskiyi yokederken onun olumlu
yanlarýný alýr ve kendi geliþimine katar, eþdeyiþle daha da geliþtirerek sürdürü
r. Niceliksel birikimlerin sonunda
niteliksel bir deðiþimi gerçekleþtiren yeni daima bir sýçramayla (birdenbire, an
i olarak) ortaya çýkar, ne var ki her
ortaya çýkan þey yeni deðildir. Ancak geliþimsel oluþumlar (geliþmenin ürünü ola
n ve geliþmeyi sürdüren
oluþumlar) yenidir. Yeninin ortaya çýkýþýnda eski ona göre daha güçlüdür, ne var
ki yeni geliþimsel karakteri
nedeniyle zamanla güçlenir ve eskiyi alteder.
Bu üç evrensel yasa, tarih ve toplum anlayýþlarýný kökünden deðiþtirmiþ ve onl
arýn nesnel yasalý bir süreç
olduklarýný tanýtlayarak bilimselleþtirmiþtir. Nesnel yasalarýnýn dýþýnda, ideal
ist ve metafizik bir düzeyde ele alýnan
tarih ve toplumbilimin ve bunlarýn temeli olan ekonominin bilimsellikten ne kada
r uzak bulunduklarý bütün
gülünçlükleriyle artýk ortadadýr.
Tarihsel ve eytiþimsel özdekçilik öðretisinden önce tarih, ya doðaüstü güçlerc
e yönetilen ya da büyük insanlarýn
rastlantýsal olarak ve keyiflerine göre biçimlendirdikleri bir olaylar dizisi ol
arak görülüyordu. Bununla beraber,
tarihin doðal bir süreç olduðunu sezen tarihçiler de çýkmýþtýr. Baþta Arap bilgi
ni Ýbni Haldun olmak üzere A.
Thierry, F. Guizot, F. Mignet gibi 1830-1840 restorasyon dönemi Fransýz tarihçil
eri (Ýng. French historians of the
restoration) bunlardandýr. Ne var ki hiçbiri sorunun kökenine inememiþler ve ide
alist bir düzeyde yüzeysel
gözlemlerle yetinmek zorunda kalmýþlardýr. Tarihsel ve eytiþimsel özdekçilik önc
esi tarih bilimine tümüyle idealist
tarih görüþü (Ýng. Idealistic understanding of history) egemendir. Örneðin Hegel
, tarihi, insan bilincinden üstün bir
tümel bilincin yön veriþiyle; sol Hegelciler, tarihi, önder insanlarýn yön veriþ
iyle açýklarlar. Çaðdaþ Ýngiliz tarihçisi
Toynbee'ye göre de tarih, tanrýsal bir planýn gerçekleþmesidir. Gerçekte tarih,
doðal ve toplumsal geliþme
süreci'dir. Toplum tarihi, doða tarihinden farklý olarak, insanlarca yapýlýr. Ne
var ki tarihi yapan insanlar, idealist
tarih anlayýþýnda ilerisürüldüðü gibi önder kiþiler deðil, üretim faaliyetinde b
ulunan halk yýðýnlarýdýr. Tarihin ilk
temel koþulunu, eþdeyiþle insanlarýn tarih yapabilmeleri için yaþamalarý gerekti
ði koþulunu ilerisürmekle iþe
baþlamalýyýz. Yaþam, her þeyden önce yemek, içmek, giyinmek, barýnmak vb. demekt
ir. Demek ki ilk tarihsel eylem,
bu gereksinimleri karþýlayan araçlarýn, eþdeyiþle özdeksel yaþamýn kendisinin ür
etilmesidir. Bu, binlerce yýl önce
olduðu gibi bugün de insan yaþamýný sürdürmek için her günün her saatinde yerine
getirilmesi gereken tarihsel bir
eylemdir, tüm tarihin temel olgusudur... Demek ki daha ilk baþtan insanlarýn bir
birleriyle özdeksel bir baðlantý
içinde olduklarý ve bu baðlantýnýn insanlarýn gereksinimler ve üretim tarzlarýnc
a belirlendiði ve insanlar kadar eski
olduðu bir gerçektir. Bu baðlantý, durmadan yeni biçimlere girerek her türlü siy
asal ve dinsel saçmalýklardan
baðýmsýz bir tarih ortaya koymaktadýr... Bugüne kadar tarihin bu gerçek temeli y
a hiç göz önüne alýnmamýþ, ya da
tarihin geliþmesini ilgilendirmeyen bir konu sayýlmýþtýr. Bu yüzden de tarih, he
r zaman, mutlaka kendi dýþýnda bir
ölçüte göre yazýlmýþtýr. Buna karþýlýk gerçekten tarihsel olan ne varsa tarih dý
þýna itilmiþtir. Bundan ötürü de târihte
sadece prenslerle devletlerin siyasal eylemleri, dinsel ya da baþka türden kura
msal kavgalar görülebilmiþtir...
Gerçekte, tarihteki tüm çatýþmalarýn kaynaðý, üretim güçleriyle üretim iliþkiler
i arasýndaki çeliþkidir. Üretimin
geliþmesi nesnel bir zorunluk, bir toplum yasasýdýr. Ýnsanlar, üretimlerini geli
þtirmeden yaþayamazlar. Üretimsel
geliþme sürecindeyse ilk geliþen üretim güçleri bunlarýn içinde de en hýzlý geli
þen üretim araçlarý'dýr. Daha az
çalýþmayla daha çok verim elde edebilmek için insanlar sürekli olarak üretim ara
çlarýný geliþtirirler, sürekli olarak
daha yetkinlerini meydana koyarlar.
Üretim iliþkileri'yse bu hýzlý geliþmeye hiçbir zaman ayak uyduramaz, köhner,
kokuþur ve dev adýmlarýyla ilerleyen
üretim güçlerinin ayaklarýna takýlarak onlarý kösteklemeye baþlar. Ýþte dönüþüm
bu yüzden zorunlu olur ve ilerlemiþ
üretim güçleri köhnemiþ üretim iliþkilerini yýkýp devirerek kendilerine uygun ye
ni üretim iliþkileri oluþtururlar.
Tarihsel süreçteki tüm toplumlarýn baþýna gelen budur. Örneðin köleci toplumun b
aþlangýcýnda boðazý tokluðuna
çalýþtýrýlan kölelerle köle sahipleri arasýndaki üretim iliþkileri, köle emeðiyl
e gerçekleþtirilen ilkel tarýma pek
uygundu. Bu yüzden de köleci toplum günden güne hýzla geliþmeye baþlamýþtý. Ne v
ar ki bu geliþme ilkin üretim
araçlarýný geliþtirdi, yeni ve pahalý üretim araçlarý icadedildi. Bu yeni üretim
araçlarýna, hiçbir çýkarlarý
olmadýðýndan ötürü, en küçük bir ilgi duymayan köleler ya onlarý hiç kullanamadý
lar, ya da gereði gibi
kullanamadýlar, kýrýp bozmaya baþladýlar. Kölelerle köle sahipleri arasýndaki ür
etim iliþkileri, hýzla geliþen üretim
araçlarýna uymuyor ve onlarý, eskiden olduðu gibi desteklemek yerine, köstekleme
ye baþlýyordu. Bu yüzden de elde
edecekleri verimden kölelere bir pay vermek zorunluðu doðdu Ktile (Fr. Esclave)
böylelikle toprak kölesi (Fr.
Serf)'ne, ktileci (Fr. Esclavagiste) toprak beyi (Fr. Seigneur)'ne ve köleci top
lum feodal topluma dönüþtü. Feodal
toplumun baþlangýcýnda toprak köleleriyle toprak beyleri arasýndaki üretim iliþk
ileri yeni üretim güçlerine uygun
gelmiþ ve toplumu geliþtirmeye baþlamýþtý.
Ta ki yeni üretim güçleri meydana çýkýp köhnemeye baþlayan feodal üretim iliþk
ilerini aþýncaya kadar: Tarih
kendi amaçlarýna ulaþmaya çalýþan insan faaliyetinden baþka hiçbir þey deðildir.
Tarihi insanlar yapar, ama
görüldüðü gibi bunu keyiflerine göre yapamazlar. Ýnsanlar, üretim güçleri ve üre
tim iliþkileriyle belirlenirler.
Üretim güçleri ve üretim iliþkileriyse kendilerinden önceki kuþaklarca hazýrlanm
ýþtýr. Ýnsanlar, diledikleri bir
ortamda deðil, böylesine zorunlu bir ortamda doðarlar. Ýçinde gözlerini açtýklar
ý ortamýn, kendilerinden önce
varlaþmýþ yasalarýna uymak zorundadýrlar. Bundan ötürüdür ki insanlýk tarihi, in
sanlar tarafýndan yapýldýðý halde,
yasalý ve eþdeyiþle nesnel bir süreçtir. Ama insanlar amaçlý faaliyetleriyle, ke
ndilerinden baðýmsýz olan bu nesnel
süreci etkileyip deðiþtirebilirler. O zaman, var bulunan ortam yeni bir ortama v
e var bulunan nesnel yasalar da yeni
nesnel yasalara dönüþür.
Ýnsanlýk tarihi, toplumsal ekonomik formasyonlarýn deðiþim ve dönüþüm tarihidi
r.
Toplumun yapýsý ve nasýl olmasý gerektiði üstündeki düþünceler pek eskidir. Am
a Batý geleneðine uyarak antikçað
Yunan düþüncesinden yola çýkmak gerekirse, bu alanda gene Platon'la Aristoteles'
i karþýmýzda buluruz. Onlardan
önce de Herodotos, adý bilinmeyen ve Yaþlý Oligarkh diye anýlan bir düþünür, Per
ikles, Thukidides gibi bu konuda
düþünmüþ olan kiþiler vardýr. Ne var ki Platon'la Aristoteles bütün bu daðýnýk d
üþünceleri dizgeleþtiren ilk
düþünürlerdir. Daha sonra Polybios, Cicero, Seneca, Augustinus, Aquino'lu Thomas
, Padua'lý Marsiglio,
Machiavelli, Calvin, Brutus, Bodin, Hobbes, Locke, Spinoza vb. gibi pek çok düþü
nür siyasal ve ekonomik
açýlardan toplumu incelemiþler ve ona biçim vermeye çalýþmýþlardýr. Thomas More,
Francis Bacon, Thomasso
Campanella, Valantin Andrea, Barclay, Heyvood, Winstanley, Harrington, Gabriel F
oigny, Vairasse, Morelly,
Gabriel Mably vb. gibi birçok ütopyacýlarý da katarsak toplum üstüne düþünmüþ ol
anlarýn sayýsý bir hayli çoðalýr.
Bununla beraber toplumbilimi baðýmsýz bir bilim olarak kuran, onun adýný da koym
uþ bulunan, Fransýz düþünürü
ve ünlü olgucu Auguste Comte'dur. Onun hemen ardýndan, Avrupa iþçileri arasýnda
yaptýðý anket ve monografilerle,
Fransýz maden mühendisi Le Play (1806-1882) gelir. Öyle ki, kimi toplumbilim tar
ihçileri, toplumbilimin
kurucularý olarak Comte'la Le Play'i birlikte gösterirler (Örneðin bkz. Prof. Nu
rettin Þazi Kösemihal, Sosyoloji
Tarihi, Önsöz). Daha sonra, Fransýz düþünürü Emile Durkheim (1858-1917)'in, bu m
etafizik yapýlý toplumbilime
katkýlarý olmuþtur. Ýdealist ve metafizik yapýlý toplumbilimin baþlýca karakteri
; tutarsýzlýðý, kimi yerde gülünçlük
derecesine varan metafizik gevezelikleri ve egemen sýnýflarýn çýkarlarýný yansýt
masýdýr. Örneðin feodal çaðda, kilise
inaklarýna dayanan ve kilisenin çýkarlarýný yansýtan tanrýbilimsel toplumbilim (
Os. Ýçtimaiyatý ilahiyye, Fr.
Sociologie theolobique) öðretileri oluþmuþtur. Bu toplumbilimin ilerigelen temsi
lcileri ermiþ Augustinus'la ermiþ
Thomas'dýr. Bunlar toplumu ve dolayýsýyla tarihi, tanrýnýn oluþturduðu ve yönett
iði kanýsýndaydýlar. Bu yüzden de
tanrýnýn yeryüzündeki temsilcisi olarak kilisenin egemenliðini ve çýkarlarýný pe
kiþtiriyorlardý. Feodalizm çökmeye
yüz tutunca Machiavelli ortaya çýktý ve prenslerin çýkarlarýný yansýtan bir topl
um öðretisi geliþtirdi. Anamalcýlýðýn
egemen olduðu çaðdaysa Tönnies, Simmel, Weber, Wiese vb. gibi anamalcýlarýn çýka
rlarýný yansýtan sayýsýz
toplumbilimciler türedi. Metafizik ve idealist toplumbilimin baþlýca tutarsýzlý
ðý, toplumun nesnel geliþme
yasalarýný anlayamamasý ya da anlamazlýktan gelmesi dolayýsýyla toplumsal geliþm
enin nedenlerini çok
çeþitli ve birbirine karþýt yönlerde aramasýdýr. Bu idealist toplumbilimcilerind
en kimileri toplumsal
olaylarý fizik doðaya, kimileri yaþambilimsel örgenliklere, kimileri insanbilims
el olaylara, kimileri içgüdülere,
kimileri yaþam kavgasýna, kimileri ruhbilimsel olaylara vb. indirger. Bu çok yön
lülük, onlarýn, bilimsel bir toplum
bilgisi düzeyinde birleþmelerini olanaksýz kýlar. Kaldý ki, vardýklarý sonuçlar
da birtakým bilimdýþý saçmalýklardýr ve
zaten ipe sapa gelmemeleri yüzünden birbirleriyle birleþtirilemezler. Bunlar, in
anýlamayacak ölçüde gevezeliklerdir.
Örneðin Alman toplumbilimcisi Otto Ammon, bir toplumda uzun kafalýlarýn artýþý
yla toplumsal geliþmeyi oranlý
kýlar. Toplum, uzun kafalýlarýn artmasýyla geliþirmiþ. Bir baþkasý, Fransýz topl
umbilimcisi Vacher de Lapouge,
Fransa'nýn Amerika'ya göre gerilemesini Fransa'da uzun kafalýlarýn azalmasýna ba
ðlar, Amerika'da uzun kafalýlar
artýyor ve Amerika bu yüzden geliþiyormuþ. Ýdealist toplumbilim, toplum ve onun
geliþme yasalarý üstünde,
bütünsel bir görüþ saðlayamadýðýndan, ruhbilimsel, örgensel, coðrafyasal, yaþamb
ilimsel, ýrksal, hukuksal, dinsel
vb. gibi çok çeþitli okullara bölünmüþtür. Bu yüzden de, genel bir toplumbilim k
uramý meydana getirmenin
olanaksýzlýðýný savunurlar. Toplumla bireyin çýkarlarýný karþýtlaþtýrýrlar, gerç
ekte bu karþýtlýðýn, toplumla birey
arasýnda deðil, karþýt sýnýflarda olduðunu görmezlikten gelip sonsuz (ebedi) old
uðunu savunurlar. Usaaykýrýcý ve
bilinemezcidirler, toplumun planlý olarak yürütülebileceðini ve bilimsel öngörüy
ü yadsýrlar. Toplumu çeþitli
bölümlere ayýrýrlar ve aile toplumbilimi, kýr toplumbilimi, kent toplumbilimi, s
anayi toplumbilimi, eðitim
toplumbilim, sanat toplumbilimi, din toplumbilimi, bilim toplumbilimi vb. gibi b
irbirleriyle baðdaþmaz sayýsýz
toplumbilimler ilerisürerler. Oysa bütün bunlar, toplumun temel yapýsýný belirle
yen bir birlik içinde, tek bir
toplumbilimdir. Bizzat bir Amerikan toplumbilimcisi Robert K. Merton, Amerika'da
beþ bin kadar toplumbilimci
bulunduðunu ve bunlardan her birinin de kendilerine özgü birer toplumbilimi oldu
ðunu yazmaktadýr. Baþka bir
Amerikan toplumbilimcisi E. G. Hughes, dünya beþinci toplumbilim kongresinde, te
k bir toplumbilim olmadýðýný
ve Amerikan, Rus, Yugoslav, Çin, Ýtalya vb. gibi her ülkeye özgü çeþitli toplumb
ilimler bulunduðunu söylemiþtir.
Ýdealist toplumbilimin toplumbilim anlayýþý ve bugünkü görünümü budur. Çaðdaþ to
plumbilimciler, bu anlayýþ ve
görünümde, yeni kuramlar geliþtirmektedirler. Bunlardan biri, Amerikalý toplumbi
limci Lester Ward'ui kurduðu
ruhbilimsel toplumbilim (Os. Ýlmülruhi içtimaiyat, Fr. Sociologie psychologique)
'tir.
Fransýz toplumbilimcisi Gabriel Tarde'la Alman toplumbilimcisi George Simmel d
e çeþitli açýlardan onu
izlemiþlerdir. Ward'ýn anlayýþýna göre toplumsal olaylarýn güdücüsü, bireylerin
ruhsal yapýlarý ve bundan oluþan
ortaklaþa ruhsal yapýdýr. Tarde da insanlarýn birbirlerini taklit etmelerini top
lumsal geliþmenin temel yasasý sayar.
Bu düþüncelerin saçmalýðý gizlenemez ölçüde anlaþýlýnca, ruhbilimsel toplum bili
m, ekinsel toplumbilim (Os. Harsi
içtimaiyat, Fr. Sociologie culturelle)'e dönüþmüþtür. Bu anlayýþa göre de toplum
sal geliþmenin nedeni, ekinsel
(kültürel) ilerlemedir. A. Weberin baþkanlýðýný yaptýðý bu okul da ruhbilimcilið
e düþmekle deðerini meydana
koymuþ olmaktadýr. Çaðdaþ toplumbilim kuramlarýnýn bir baþkasý, öznel toplumbili
m (Os. Enfüsi içtimaiyat, Fr.
Sociologie subjective) kuramýdýr. Seçkinler kuramý adýyla da anýlan bu öznelci
toplumbilime göre, topluma yön
veren seçkin kiþilerdir, bu seçkin kiþiler de para babalarýdýr. Ruhbilimsel topl
umbilimin yeni bir uzantýsý, Rumen
Yahudisi asýllý Amerikan toplumbilimcisi ve ruhbilimcisi Jacob Levy Moreno'nun o
rtaya attýðý sosyometri
anlayýþýdýr. Fabrikalardaki iþçiler üstünde incelemeler yapan Moreno, sosyo ekon
omik tüm sorunlarýn emekçilere
tiyatro oynatmakla çözümlenebileceðini ilerisürmüþtür. Ýdealist toplumbilimin ça
ðdaþ bir biçimi de görgül
toplumbilim (Os. Ýhtibari içtimaiyat, Fr. Sociologie empirique)'dir. Amerikalý t
oplumbilimciler Lundberg, Dodd,
Mayo vb.'larýnýn baþýný çektiði bu anlayýþa göre toplum, birbirinden baðýmsýz çe
þitli toplumsal olaylarýn mekanik
bir toplamýdýr. Yukarda açýklandýðý gibi, çeþitli toplumbilimler oluþturan anlay
ýþ, bu görgül toplumbilim anlayýþýdýr.
Çaðdaþ idealist toplumbilimin bir baþka biçimi iþlevsel toplumbilim (Os. Uf'ulev
i içtimaiyat, Fr. Sociologie
fonctionnelle)'dir. Amerikan toplumbilimcileri R. Merton, Pitirim Sorokin, T. Pa
rsons'un öncülük ettikleri bu
anlayýþ, anamalcý düzendeki çeliþkilerin sona erdiðini savunur. Bu sözde bilimci
lere göre toplumun belirleyicisi, bir
toplumsal iþlev (Os. Ýçtimai uf'ule, Fr. Fonction sociale) olan tinsel deðerler,
eþdeyiþle dindir. Çaðdaþ idealist
toplumbilimin bir baþka akýmý, yaþambilimsel toplumbilim (Os. Ýçtimaiyatý hayati
yye, Fr. Sociologie
biologique)'dir. Bu anlayýþ, toplumsal yasalarý yaþambilimsel yasalara indirger
ve yaþamaya hakký olan toplumun en
güçlü toplum olduðunu savunur. En güçlü toplumsa, en üstün ýrklý toplumdur.
Çaðdaþ toplumbilim kuramlarý arasýnda Hitler düþçülüðünü yaratan romantik topl
umbilim (Os. Romantik
içtimaiyat, Fr. Sociologie romantique)'dir. Baþta Gobineau olmak üzere Günther,
Krieck, Rosenberg gibi Alman
toplumbilimcilerinin geliþtirdikleri bu kurama göre en üstün ýrk, Arya ýrkýdýr v
e bu ýrk bütün insanlýða egemen
olmalýdýr. Pek romantik olan bu kuram, baþta Yahudi ýrký olmak üzere milyonlarca
insanýn savaþ alanlarýnda boþu
boþuna can vermesine, toplama kamplarýnda canavarca iþkencelere uðratýlmasýna yo
l açmýþtýr. Çaðdaþ
toplumbilimin bir baþka biçimi de doðalcý toplumbilim (Os. Ýçtimaiyatý tabiiyye,
Fr. Sociologie naturaliste)'dir. Bu
akým, yaþambilimci toplumbilimle ýrkçý toplumbilimin, Darvincilikle Matlhusçülüð
ün toplamýdýr. Toplumbilim
alanýnda ne kadar bilimdýþý öðe varsa tümünü içermiþtir. Nüfus olaylarýný da top
lumsal geliþmenin baþlýca etkeni
sayar. Tarihsel ve eytiþimsel özdekçilik öðretisi; toplumu oluþturan, iþleten ve
geliþtiren yasalarý keþfedip
sergilemekle toplumbilimi tüm idealist ve metafizik gevezeliklerden arýndýrmýþ v
e bilimsel toplumbilim (Os. Ýlmi
içtimaiyat, Fr. Sociologie scientifique)'i gerçekleþtirmiþtir. Toplumsal geliþme
nin, doðal ve tarihsel yasalý bir süreç
olduðu ilk kez bilimsel olarak tanýtlanmýþtýr. Toplumu oluþturan, iþleten ve gel
iþtiren doðal ve tarihsel yasalarýn
bilinip tanýnmasý, insanlarýn toplumlarýna egemen olmalarýný olanaklý kýlmýþtýr.
Tarihsel özdekçi yöntem, insanlarýn
geleceklerini güven altýna alabilmelerini saðlamýþtýr. Bugün, ne toplumda ve ne
de onun biliminde, açýklanmamýþ ve
çözümlenmemiþ hiçbir sýr kalmamýþtýr.
BÝLGÝ. Nasýl bilgi edinildiði sorunu felsefenin temel sorunlarýndan biridir ve
felsefesel düþüncenin baþlangýcýndan
beri üstünde düþünülmüþtür. Antikçað Yunan felsefesinde Demokritos'un açtýðý özd
ekçi yolla Platon' un açtýðý
düþünceci yolda geliþtirilen bu sorun, ancak ve bilimsel olarak yansý kuramý'yla
açýklanabilmiþtir. Antikçaðda
Demokritos, özdeksel cisimlerin görünmez atomlar biçiminde imge (Yu. Eidola)'ler
yaydýklarýný ve bu imgelerin
duyu örgenlerini etkileyerek bilgi saðladýðýný ilerisürmüþtü. Bu, özdekçi ama ço
cuksu bir varsayýmdý. Antikçaðlý
Platon'sa bilginin, ruhun bedene girmeden önceki varoluþunda tanýdýðý ruhsal ide
a'larýn bedenli ruhun anýmsama
(Yu. Anamnesis)'sýyla oluþtuðunu ilerisürmüþtü. Bu, idealist ve bilimdýþý bir va
rsayýmdý. Demokritos'un çocuksu
özdekçi varsayýmý, Ýngiliz özdekçileri Hobbes, Locke; Fransýz özdekçileri Baron
d'Holbach, Helvetius, Diderot;
Alman özdekçisi Feuerbach taraflarýndan geliþtirildi. Ne var ki bütün bunlar öðr
enme sürecinin toplumsal ýrasýný ve
eytiþimsel özünü görememiþler ve metafizik tekyanlýlýkla yetinmek zorunda kalmýþ
lardýr. Bu metafizik özdekçilik,
bilgilenme sürecinde duyumun rolünü saltýklaþtýrmýþ ve düþüncenin rolünü yadsýmý
þtýr, böylelikle duyumla
düþünce arasýndaki eytiþimsel baðlantýyý keþfedememiþtir. Platon'un idealist ve
bilimdýþý varsayýmý da ortaçað
skolastiðinde özellikle gerçekçiler, yeniçaðda Descartes ve Leibniz gibi usçular
la ayný idealist ve bilimdýþý bir
doðrultuda geliþtirilmiþtir. Bunlar da bilgiyi tümüyle düþüncenin ürünü sayarak
bilgilenme sürecinde düþüncenin
rolünü saltýklaþtýrmýþlar, duyumun rolünü yadsýmýþlardýr. Her iki kampýn yanýlgý
sý ayný nedene dayanýr, bu neden
de eytiþimsel bilgiden yoksun bulunmaktýr. Bu yanýlgýlý özdekçi ve düþünceci bil
gi kuramlarý, yansý kuramýyla
aþýlmýþtýr. Yansýma ve yansýtma (Al. Widersplegelung), özdeðin bir özelliðidir.
Her özdek, karþýlýklý etkileþiminde,
baþka bir özdekte yansýr ve baþka bir özdeði yansýtýr. Yansý (Al.. Widerschein),
yansýtýlan özdeðin etkilenen
özdekte iç deðiþime uðratýlarak yeniden üretilmesidir. Bilgi, nesnel gerçekliðin
insan beyninde yansýmasýdýr. Ne var
ki bu yansýma; bir aynanýn bir cismi ya da bir kaya parçasýnýn bir güneþ ýþýnýný
yansýtmasý gibi yalýn bir yansýma
deðildir. Ýki basamaklýdýr: 1- Nesnel gerçekliðin algýlandýðý duyum basamaðý, 2-
Nesnel gerçekliðin dönüþüme
uðratýlýp yeniden üretildiði düþünce basamaðý. Bilgi, bu iki basamaktan geçmekle
bilgi olur. Bilginin kaynaðý
toplumsal pratik olduðu gibi, amacý da toplumsal pratiktir ve doðru olup olmadýð
ýnýn ölçütü de toplumsal pratiktir.
Demek ki bilgi, toplumsal pratikten koparýlarak çözümlenemez ve insan usuna gö
kten zembille inmez. Toplumsal
pratikten yansýyan bilgi, nesnel gerçekliði dönüþüme uðratma ve doðayý insan ger
eksinimlerine uydurma amacýyla
gene toplumsal pratikte kullanýlýr. Bilme (Al. Wissen), usun, tanýmakta olduðu n
esnel gerçekliðe her adýmda biraz
daha yaklaþýmýdýr bilgisizlikten bilgiye, eksik ve yetersiz bilgiden daha tam ve
daha yeterli bilgiye doðru sonsuzca
ilerleyen bir süreçtir. Bilgilenme süreci, daima, nesnel gerçekliðin duyu örgenl
eri aracýlýðýyla algýlanmasýyla baþlar
(Birinci basamak). Duyumlar olmaksýzýn nesnel gerçeklik üstüne hiçbir þey öðreni
lemez. Duyu örgenleri, insanýn
dýþ dünyaya açýlan kapýlarýdýr; bilgi bu kapýlardan içeri girer. Ne var ki bu ye
tersiz bir bilgidir. Örneðin
duyularýmýzla elektrik ýþýðýný görebiliriz, ama elektriðin ne olduðunu anlayamay
ýz. Duyumsal bilgi, nesnel
gerçekliðin iç yapýsýný ve evrim yasalarýný bildirmez. Ama duyumsal bilgi olmada
n da nesnel gerçekliðin iç
yapýsýnýn ve evrim yasalarýnýn bilgisine ulaþýlamaz. Bundan ötürüdür ki duyumsal
bilginin tamamlanabilmesi için,
duyumlarýmýzla algýladýðýmýz gereçlerin usumuzda deðiþime uðratýlmalarý gerekir
(Ýkinci basamak). Duyumlarýmýzla
algýladýðýmýz gereçler, usumuzda kavramlaþýr. Kavramlar, ussal bilgilenmenin tem
el biçimidir. Usumuz,
duyularýmýzýn getirdiði gereçleri ayýklar, eþdeyiþle soyutlar, çözümleme (analiz
) ve bireþtirme (sentez) iþlemlerinden
geçirerek kavramlar kurar. Belirlenmiþ kavramlar yargýlarý, yargýlar da uslamlam
alarý oluþturur. Kavramlarýn,
yargýlarýn, uslamlamlarýn birliðinden bilginin en yüksek biçimleri olan varsayým
lar ve kuramlar meydana gelir.
Varsayýmlarýn ve kuramlarýn doðru olup olmadýklarý deneylerle, toplumsal pratikl
e denetlenir ve doðrulanýr.
Bilgilenme süreci, böylelikle, en ilkel duyumlardan en geliþmiþ kuramlara uzan
ýr. Bu süreç, tarihsel ve toplumsal
bir süreçtir. Bu süreçte insanlar, kendilerinin dýþýnda ve kendilerinden baðýmsý
z olarak varbulunan özdeksel evreni,
kuramsal ve kýlgýsal etkinliklerinin konusu yaparlar ve onu bilim, ideoloji, din
, sanat vb. gibi çeþitli toplumsal
bilinç biçimlerine dönüþtürüp yeniden üretirler, gözlemden soyut düþünceye ve or
adan da pratiðe; iþte nesnel
gerçekliði bilmenin eytiþimsel yolu budur. Bu süreçte özdeksel olan, düþünsel ol
ana dönüþür; ama düþünsel olan
da özdeksel olanla denetlenir ve doðrulanýr, özdeksel olana uygulanýr (Bu arada
þu gerçeði yineleyelim: Bilim
öncesi özdekçiliðin büyük yanýlgýsý sadece özdeksel olaný, idealizmin büyük yaný
lgýsý sadece düþünsel olaný
görmüþ olmasýdýr. Bilimsel özdekçiliðin büyük baþarýsý, özdeksel olanla düþünsel
olan arasýndaki sýký baðýmlýlýðý
meydana çýkarmaktýr). Bilgilenme sürecinin duyumsal ve düþünsel iki basamaðý da
birbirleriyle sýkýca
baðýmlýdýrlar; duyumsal bilgide düþünsel öðeler bulunduðu gibi düþünsel bilgide
de duyumsal öðeler vardýr.
Ýnsanlar, algýlarken de düþünürler, eþdeyiþle algýladýklarý nesneyi anlayarak
algýlarlar. Kabaca örneklersek
diyebiliriz ki; ellerle beyin birlikte çalýþýr. Duyumsal bilginin olanaklarý sýn
ýrlýdýr. Örneðin ýþýðýn saniyede üç yüz
bin kilometrelik bir hýzla yolaldýðýný algýlayamayýz. Ama bu bilgiyi birçok duyu
msal deneyler sonucunda düþünce
basamaðýnda elde ederiz ve onu kuramsal hesaplarla ortaya koyarak pratikle denet
ler ve doðrularýz. Böylelikle
somuttan soyuta yükselen bilgi, hakikatten uzaklaþmaz, tersine, hakikate daha da
yaklaþýr. Düþüncenin gücü,
duyumsal algýlarýn sýnýrlarýný aþabilmesindedir. Ne var ki bu güç, duyumsal algý
lar olmaksýzýn asla gerçekleþemez.
Düþünsel bilgi, bu yüzden, göreli bir baðýmsýzlýk taþýr. Daha açýk bir deyiþle,
düþünsel bilgi, doðrudan doðruya
deðil, dolaylý olarak nesnel gerçekliðe baðlýdýr. Örneðin doðada aklýk yoktur; b
izler aklýðý ancak ak taþ, ak kuþ, ak
çiçek vb. aracýlýðýyla görebiliriz. Ýþte düþünsel bilginin bu göreli baðýmsýzlýð
ýdýr ki düþünceciliðe (idealizme)
yolaçmýþtýr. Düþünce, nesnel gerçekliði yansýtýrken daima nesnel gerçeklikten ko
pmak ve birtakým kuruntular da
düþlemek tehlikesiyle karþý karþýyadýr. Bu tehlike, eþdeyiþle idealist yanýlgýla
r, düþünce ürünleri pratiðe vurularak
ve pratikle denetlenerek önlenir. Bilim, düþüncenin sürekli olarak pratikle etki
leþimi yoluyla geliþmiþtir. Gerçek
bilim, ancak ve ancak, kuramsal düþüncenin pratiðe (eþdeyiþle nesnel gerçekliðe)
vurulmasýyla ilerler. Tüm idealist
saçmalýklar, düþünceyle duyum (eþdeyiþle: teoriyle pratik, soyutla somut, varsay
ýmla nesnel gerçeklik) arasýndaki
baðlantýnýn koparýlmasýndan meydana gelmiþtir.
ÝNSANDIÞI. Ýnsanlýk, gerçek bir aydýnlýkla aydýnlana dursun, idealist ve metaf
izik düzeyin mýzmýz felsefeleri
gevezeliklerine devam etmektedirler. Gerçek aydýnlýðýn doðum yýlý, ayný zamanda,
bu mýzmýz felsefelerin bir
temsilcisinin de doðum yýlýdýr. Yarý çatlak Alman düþünürü Friedrich Nietzsche (
1844-1900), insanüstü (Al.
Übermensch) varsayýmýyla, geleceðin nazizm ve faþizm gibi ünlü canavarlýklarýnýn
temellerini atmaktadýr. Zerdüþt
böyle dedi adlý yapýtýnda bir peygamber gösteriþiyle (yaþamýnýn son yýllarýnda b
üsbütün çýldýrmýþ ve mektuplarýný
peygamber olarak imzalamýþtýr) þöyle diyor: Maymuna göre insan neyse insana göre
de insanüstü odur.
Siz solucandan insanlýða kadar yol aldýnýz ve içinizde birçok þey hala solucan
dýr, diyor Nietzsche. Ben size
insanlýðý öðretiyorum. Ýnsan, aþýlmasý gereken bir þeydir. Onu yenmek için ne ya
ptýnýz? Ýnsanüstü, yeryüzünün
amacýdýr. Yeryüzüne baðlý kalýn ve size öte dünya umutlarýndan söz edenlere kanm
ayýn. Tanrý ölmüþtür. Þimdi,
korkunç olan, yeryüzüne karþý günah iþlemek ve bilinmesi kabil olmayaný yeryüzün
ün amacýndan üstün tutmaktýr.
Benim erdemim nedir ki? Erdemim beni henüz çýldýrtmadý ama, iyilik ve kötülükler
imden ne kadar bezginim.
Bunlarýn hepsi züðürtlük, kirlilik ve acýnacak bir rahat düþkünlüðüdür. Bir Tanr
ý yaratabilir misiniz? Öyleyse bana
Tanrý sözü etmeyin. Ama insanüstünü yaratabilirsiniz. Sizin en iyi yaratmanýz da
bu olacak. Eðer Tanrýlar var
olsaydý, ben Tanrý olmamaya nasýl dayanýrdým, o halde Tanrý yoktur. Siz, kendini
z, yaratýcýsýnýz. Büyük
kurtuluþunuz da bu yaratýcýlýðýnýzdadýr. Ey insan kardeþlerim, sizler belki insa
nüstü olmayacaksýnýz, ama
insanüstünün babalarý olabilirsiniz. Dünya dediðiniz þeyi siz yaratmalýsýnýz. O,
sizin aklýnýz, düþünceniz, sevginiz
olmalý...
Ey uyku ve erdemden söz açanlar, bütün erdemleri uyumaya yollayýn. Uyku, erdem
lerin efendisidir. Ýstediðiniz,
iyice uyumak için uyanýk durmak mýdýr? Öylesi bizden uzak olsun. Bir zamanlar tu
tkularýnýz vardý, þimdiyse
erdemleriniz var. Düþünmez misiniz ki erdem dedikleriniz o tutkulardan yetiþtile
r. Ýster kincilerin, ister
þehvetlilerin, ister öç alýcýlarýn soyundan olunuz. Sonunda bütün tutkularýnýz e
rdemleriniz oldu. Ama her erdem
baþka erdemi kýskanýr. Erdemler de kýskançlýk yüzünden yok olabilirler. Niceleri
çöle gittiler ve kendilerini
öldürdüler, çünkü erdemlerinin savaþ alaný olmaktan yorulmuþlardý. (Mademki isti
yorsunuz) erdemlerinizi sevin.
Çünkü, onlarýn yüzünden mahvolacaksýnýz. (Bu da insanüstüne varabilmek için yara
rlýdýr, anlamýna. Çünkü sizden
sonrakinin, insanüstünün meydana gelebilmesi için sizlerin bir an önce yok olman
ýz gereklidir).
Ben ne deðilsem, erdemim odur. Kimileri vardýr ki, ayaklarýnýn zincirine erdem d
erler. Kimileri vardýr ki kurulmuþ
saatler gibidir, günlük tiktak'larýný yaparlar ve bu tiktak'lara erdem derler. K
imileri de, erdem gereklidir demeye
erdem derler, gerçekteyse polisin de gerekliliðine inanýrlar. Hiç olmazsa herkes
iyi ve kötüyü tanýdýðýný sanýr.
Erdemleriyle düþmanlarýnýn gözlerini oymak isterler ve ancak baþkalarýný alçaltm
ak için yükselirler. Ah, insan
kardeþlerim, nasýl ana çocuðundaysa sizler de kendi varlýðýnýzýn eyleminde olmal
ýsýnýz. Sizin erdeminiz bu olmalý.
(Erdem, insanýn insanüstüne varabilmek için göstereceði çabadýr, anlamýna). Þimd
i bana çocuklar gibi
kýzýyorsunuz. Ama bu dalga size yeni oyuncaklar getirecek ve önünüze yeni renkli
kabuklar dökecek.
En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir. Bu en büyük iyilikse yaratýcý
lýktýr. Ýyilik ve kötülükte yaratýcý
olmak isteyen, önce bir yýkýcý olmak ve deðerleri yýkmak zorundadýr. Hayat bana
þu sýrrýný verdi: Bak, ben daima
yenmek zorunda olaným. (Ýnsanüstüne varabilmek için kendinizi yenmek, bu uðurda
kendinizi yok etmek
zorundasýnýz, anlamýna). Nerede bir ölüm varsa orada bir doðum için kendini feda
etme vardýr. Var olma iradesi bir
kuruntudur (Schopenhauere karþý). Çünkü var olmayan bir þey, isteyemez. Var olan
bir þeyse daha ne isteyecek?
Evet, sizlere diyorum ki, son bulmayan bir iyilik ve kötülük yoktur. O, daima ke
ndini yenmek zorundadýr.
Erdemlerini kýskanmadýðým için beni baðýþlamýyorlar. Onlara, küçük insanlara k
üçük erdemler gerekir, dediðim
için bana diþ biliyorlar. Bir þey veriyormuþ gibi davranýyorlar ama, gerçekte i
stedikleri almaktýr. Onlar
küçülmüþlerdir ve gittikçe de küçüleceklerdir, mutluluklarý ve erdemleri bundan
ibarettir. Onlarýn erdemleri,
rahatlýk isteklerine uygundur. Kendilerine acý verilmesin diye baþkalarýna acý v
ermekten çekinirler. Erdem
dedikleri, aslýnda korkaklýktýr. Bu küçük adamlar ömürlerinde bir gün sert konuþ
acak olsalar, ancak seslerinin
kýsýklýðýný belli ederler. Kurnazdýrlar. Erdemlerinin kurnaz parmaklarý vardýr.
Uysal yapan her þey, onlarca
erdemdir. Böylece, kurdu köpekleþtirirler ve insaný evcil bir hayvan yaparlar. A
h, bu boyun eðme ustalarý, nerede
küçüklük, hastalýk, adilik varsa bit gibi oraya sokulurlar. Erdemleri çok fazla
esirgenmek için çok fazla fedakarlýk
etmektir. Bilmezler ki bir aðacýn büyümesi için kayalarýn çevresine kök salmasý
gerekir. Benim yanýmda olanlar,
böylesine bir boyun eðiþten uzak duranlardýr. Her þey ele geçebilir, derler. Fak
at ey rahat düþkünleri, sizlere derim
ki: Her þey alýnýr ve her þey elinizden alýnacak... Ah, benim þu sözümü anlasaný
z: Ne olursa olsun daima
istediðinizi yapýnýz. Bunun için de, her þeyden önce, bir þey isteyebilen insanl
ar olunuz. Yakýnlarýnýzý kendiniz
gibi seviniz, ama önce kendinizi seven insanlar olunuz.
Þehveti, hükmetme isteðini, bencilliði üç büyük kötülük sayarlar. Bunlar, üç b
üyük iyiliktir, üç büyük mutluluktur.
Beden ve ruhlarýn kendi kendilerine keyiflenmelerine erdem denir. Korkaklar bu m
utluluklara yanaþamazlar. Bu
mutluluklar, saðlam ruhlar ve güçlü bedenler içindir. Bu mutluluklar þimdiyi gel
eceðe baðlayan köprülerdir.
Gerçekte, bencilliðe konu olan þeylere erdem denmeliydi. Ýnsanýn kendisini taþým
asý güçtür, sýrtýnda birçok yabancý
þey taþýmaktadýr çünkü. Ben, herkese karþý iyi ve herkese karþý kötüyüm diyebile
n cüceyi ve köstebeði susturmuþ
olur. Ama her þeyi iyi bulan ve dünyayý en iyi þey sayanlarý da sevmem (Leibniz'
e karþý). Ben, evet ve hayýr
demesini bilen dilleri, aðzýnýn tadýný bilen damaklarý ve mideleri severim.
Parçalayýnýz kardeþlerim, eski levhalarý parçalayýnýz!.. Adý iyi ve kötü olan
eski bir kuruntu vârdý. Kardeþlerim,
þimdiye kadar yýldýzlar ve gelecek üstüne ancak kuruntular kurulmuþ, oysa hiçbir
þey bilinmemiþtir. Çakýþmalýsýnýz,
öldürmemelisiniz sözleri bir zamanlar kutsaldý. Bu sözlerin karþýsýnda diz bükül
ür, pabuç çýkarýlýrdý. Fakat size
soruyorum: Doðada hýrsýzlýk ve öldürmek yok mudur? Böyle sözlerin kutsal sayýlma
sý doðal gerçeðe aykýrý deðil
midir? Parçalayýnýz kardeþlerim, eski levhalarý parçalayýnýz!.. Soyluluðunuz geç
miþinizden deðil, gittiðiniz yoldan
geliyor. Sizler geleceðin ekincilerisiniz. Atalarýnýzýn yurdundan sürülünüz, yur
dunuz çocuklarýnýzýn yurdudur.
Babalarýnýzýn çocuklarý olmak günahýný çocuklarýnýzla temizleyiniz. Geçmiþ böyle
ce kurtarýlacaktýr. Ýþte size bu
yeni deðer levhasýný gösteriyorum. Maðaralarýnýzdan çýkýnýz kardeþlerim, dünya b
üyük bir bahçe gibi sizleri
beklemektedir.
Nietzsche, yeryüzünün efendisi olacak yönetici bir ýrk gerektiðini ve Almanya'
ya Yahudi akýmýnýn durdurulmasý
kanýsýnda olduðunu söyler. Törebilimi aristokrattýr, Ýyi bir aileden doðmadýkça
hiçbir ahlaklýlýk mümkün
deðildir, insanýn her ilerleyiþi aristokratik toplumdan gelir. der. Ýnsanüstü er
eði, Nietzsche'nin deyimiyle aynen,
Milyonlarca salaðý ortadan kaldýrarak geleceðin insanýný kakba dökmektir, ve Büt
ün bir ulusun yoksulluðu
bir insanüstü'nün acý çekmesinden daha az önemlidir. Nietzsche'nin halk yýðýnlar
ýna karþý tutumu, yaratmak
istediði insanüstü'lerin tutumu gibidir; gerçekte milyonlarca salak deyimiyle ni
telediklerine, amaçlarýna koþmak
istediði zaman, ey insan kardeþlerim! diye seslenir ve onlarýn insan olduklarýný
, ancak onlardan hizmet beklediði
zaman hatýrlar. Yarým yüzyýl sonra, onun felsefesinin ürünü olan insanüstü Hitle
r de aynýný yapacaktýr. Nietzsche,
Hýristiyanlýða karþý olduðu kadar, onun deyimiyle, milyonlarca salaðý insan etme
k isteyen toplumculuða da
karþýdýr. Ona göre toplumculuk, milyonlarca salaðý insanüstülere karþý çýkarmakt
adýr. Oysa milyonlarca salak
öðretimden yoksun býrakýlmalý, birçok gerçekleri bilmemeli ve insanüstü'lere köl
elik etmelidir.
Nietzsche'nin üstün insanýndan yola çýkan Hitler faþizminin liderlerinden Himm
ler de Nietzsche'vari bir üslûpla
Alman olmayan bütün insanlar için alt insan (Fr. Sous-hommes) deyimini kullanaca
k. Himmler, 1937 yýlýnda
yaptýðý bir konuþmada, gelecek on iki yýl içinde Alman dýþ siyasasýnýn amacýný d
ünyadaki bütün alt insanlarýn
yokedilmesi olarak saptamýþtý (bkz. Andre Brissaud, Les SS toute l'historie de L
'ordre noire, Paris 1968,
Marabout yayýný, s. 236-7).
Nietzsche'nin yaþamý incelendiði zaman, onun hasta bir vücut ve ruh yapýsý içi
nde geliþtiði görülür. Çocukluðu,
güçsüzlüðün acýsýyla kývranarak geçmiþtir. Güçlülük kavramý, onun için, metafizi
k bir kavramdýr ve ülküsel
anlamýyla din kurumunda dilegelir. Ýsa; yýkýlmasý gereken bir güçlülük simgesidi
r. Onun yerine, ayný metafizik
yapýda, bir insanüstü geçirilmelidir. Bir arkadaþýna þöyle der: Bir gün gelecek,
Ýsa'dan önce ve Ýsa'dan
sonra terimleri yerine, tarihi belirlemek için, Nietzsche'den önce ve Nietzsche'
den sonra terimleri kullanýlacak.
Çýldýrarak ölmüþtür. Son yazýsýnýn altýna attýðý imza çarmýha gerilendir.
i'nci Dünya Savaþý'ndan sonra Avrupa anamalcýlýðýnýn dört elle sarýlacaðý faþi
st diktatörlükler iþte bu düþünsel
temeller üstünde yükselecektir.
XX'nci YÜZYIL, ÇALPARALARLA BAÞLIYOR. Bir þiirde, bir baþka evrenin belli beli
rsiz açýða vuruluþu
uðruna, o þiirin kavranabilir anlamýný küçümsemeye kadar varan akým, romantizmde
n çýkmýþtýr, diyor Yves
Duplessis (Yves Duplessis, Le Surrealisme, P.U.P., 1958). Daha o günlerde Alfred
de Vigny yapýtlarýna felsefece
bir anlam vermeye çalýþýyordu Baudelaire, yaþamýn gizlerini duyuran Victor Hugo'
yu övüyor; kokularýn, renklerin ve
seslerin çaðrýþtýðý bir dünyanýn birliðini dilegetiriyordu. Rimbaud, yaþamýn dör
t duvarýný yýkmaya çalýþýyordu.
Apollinaire; beklenmediðin araþtýrýlmasýna yönelmiþti. Kübizm gibi gerçeði parça
layan akýmlar, dýþ görünüþlerin
ötesine uzanarak varlýklarýn özünü yakalamaya çalýþýyorlardý. Sanatçýlar, yapýtl
arýný kiþilikleriyle de yaþamaya
baþlamýþlardý. Alfred Jarry, burjuva kurallarýný altüst eden bir ubu'ydü.
Ýki anlamsýz hecenin yan yana getiriliþinden doðan dada akýmý, insanlarýn en k
ötümser olduklarý günlerde, dünya
savaþýnýn ortasýnda, 1916 'da Zürich'te ortaya atýldý. Yaþamla ölüm arasýnda hem
en hiçbir ayrýlýk kalmadýðýný,
insan deðerinin sýfýra düþtüðünü gören ve hiçbir þeyin saðlam, sürekli olduðuna
inanmayan gençlik, dadaizme dört
elle sarýlmýþtý. Tristan Tzara, savaþtan sonra, 1919'da Paris'e geldi. Savaþ son
rasý' bunalýmý baþlamýþtý. Yaþamaya
katlanabilmek için yeni bir anlam aranýyordu. Mademki her þey boþunaydý, þu hald
e bir de geleneksel buyruklarla
sýnýrlanmak neden?.. Dadacýlar, bir kahvede, manifestolarýný okuyacaklarýný duyu
rdular. Giordano Bruno'yu
yakanlarýn torunlarý toplandý, þaþkýnlýklarýndan aðýzlarý bir karýþ açýlmýþtý. B
elli bir gün ve saatte, Tristan Tzara,
manifesto yerine, rasgele bir gazeteden rasgele bir yazý okumaya baþlamýþtý. Pau
l Eluard'la Theodore Rankel,
çalpara çalýp tempo tutuyorlardý. Yüzyýllar boyunca akýl ve iradeyle bastýrýlmýþ
bulunan insanýn coþkun iç
deðerleri, olabildiðine koyverilmiþti ortaya.
Dadaizm, tutumu gereðince, sonunda, kendi kendini de yok edecekti elbet. Dada,
görevini, gereðince görmüþtü.
Ýnsaný, hem kendine hem de doðaya tutsak kýlan ikiyüzlülük perdeleri yýrtýlmýþtý
artýk. Özgür insan düþüncesi, yeni
bir yola giriyordu; gerçeküstülücük, bütün ön hazýrlýklarýný yapmýþtý.
Andre Breton, gerçeküstücülüðü þöyle tanýmlýyor: Sözle, yazýyla, ya da baþka b
ir biçimde, düþüncenin gerçek
iþleyiþini ortaya koymak için kullanýlan katýksýz ruhsal otomatizm. Düþüncenin;
aklýn hiçbir denetlemesine, hiçbir
töresel ya da estetik yasaya baðlý olmaksýzýn, kendini, olduðu gibi ortaya koyma
sý... Yolunu da, þöyle gösteriyor:
Düþüncenizin kendi üstüne kapanmasýna en elveriþli yerde oturun. Önünüzde kaðýt
kalem bulunsun. Bütün
bilgilerinizden ve yeteneklerinizden sýyrýlýn (feno menolojik yöntemi hatýrlayýn
ýz. Orada, bütün bilgilerinizi ve
yeteneklerinizi paranteze alýp, varlýðýnýzýn özüne inebilmek için, ortada, tüm f
enomen olarak kalýyordunuz).
Önceden bir konu düþünmeksizin, duraksamayarak ve yazdýklarýnýzý okuyup düzeltme
eðilimine kapýlmayarak,
yapabildiðiniz kadar hýzla yazýn. Sözcükleri, geliþigüzel, hiçbir düþünsel düzen
katmadan, art arda sýralayýn. Elde
edeceðiniz yapýt, gerçeküstücü bir yapýt olacaktýr (Premier Manifeste du Surreal
isme, Kra, 1929).
Böylesine bir otomatizmin sonunda, örneðin Breton'la Eluard, birlikte yazdýkla
rý þöyle bir yapýt elde ediyorlar:
Müthiþ iyiyim. Aðzýma koyduklarý boþ kelimeler etkilerini göstermeye baþlýyor. B
enzerlerim beni býrakýp
gidiyorlar. El aslanlarýn yelesinde, bana son kez yalan söyleyecek aldatýcý ufku
görüyorum. Hepsinden ve süprüntü
biçimindeki yalanlarýndan ve evimden her vakit geçerken yaptýðý bu küçük gezinti
den yararlanýyorum. Hiçbir þey
onun bana rastlamasý kadar iyi olmuyor. Ama saçma sýnav. Bu tarih sorusu olmasay
dý gene de sýyrýlýrdým içinden.
Ýyi ki girmedim. Yolculuklar beni her vakit çok uzaða götürdü. Varýþýn kesinliði
açýlmayan bir kapýya yüzüncü
vuruþ gibi gelmez bana hiçbir zaman... (Ölüm baþlýklý yazý, Ergin Ertem çevirisi
).
Gerçeküstücüler, gerçekten üstün gerçek olan varlýðýn kendiliðini (özünü, mahi
yetini) yakalamak için, otomatik
yazýdan baþka yollara da baþvurmaktaydýlar (bkz. Gerçeküstücülük, De Yayýný, 196
2; Hilav, Ertem, Kutlar çevirisi,
Gerçeküstücü teknikler bölümü, s. 32-49). Bu yollarýn baþýnda humour (alay) geli
yor. Humour, dünyaya, nesneler
arasýndaki beylik baðýntýlarý koparýp baþka bir açýdan bakmamýzý saðlamaktadýr.
Louis Aragon'a göre, felsefe,
kullandýðý gereçler arasýnda, gerçekdýþý bir baðýntý kurar. Humour, bizleri bu g
erçekdýþý baðýntýya götürmektedir.
Nasýl mý?.. Ýþte böyle:
Rose Selavy'nin uykusunda vardý bir cüce
Çýkar kuyudan ekmeðini yerdi her gece.
Gerçeküstücü yollarýn, otomatik yazýyla humour'dan baþka, bir üçüncüsü de olað
anüstü'dür. Eleþtirici aklýn engel
olmadýðý her yerde, olaðanüstü vardýr. Varlýðýn en güçlü coþkunluklarý, kendiler
ini dilegetirme fýrsatýný, ancak,
insan aklýnýn denetlemeyi býraktýðý ve hiçbir þeye karýþmadýðý bu özgür ve fanta
stik alana girmekle kavuþurlar.
Albert Birot' ya göre, gittikçe engellerden ve olaðanlardan kurtulan olaðanüstü,
kendinde gerçeðin özelliklerini
kazanýr. Ýþte gerçeküstücülerin ulaþmak istedikleri evren, böylesine bir öz gerç
eðin evrenidir.
Gerçeküstüye, bir dördüncü yoldan, düþ'ler yolundan da varýlabilir. Salvador D
ali þöyle diyor: Gün boyunca,
bilinçsiz olarak, düþlerin yitik görüntülerini arýyorum... Freud'e göre, düþ dün
yasý, bilinçsiz arzularýn, açýða
vurulmamýþ isteklerin dünyasýdýr. Ýnsan, bunlarý çözerek, kendi kendinin tam bir
bilincine varabilir. Bu
zenginlikleri, uyanýkken, gündelik baþarýlar uðruna bilerek susturmaktayýz. Oysa
, bu yaptýðýmýz' varlýðýmýzý
sakatlamaktan baþka bir þey deðildir. O halde, düþlerimizi, kendimizi daha iyi k
avrayabilmek için, kaðýtlara,
tuvallere, notalara, biçimlere dökmeliyiz, ýþýða çýkarmalýyýz.
Gerçeküstünü yakalamanýn bir baþka yolu da, çýlgýnlýk'týr. Gene Freud'e göre,
dýþ gerçeklerden kopmuþ bulunan
akýl hastalarý, pek zengin iç gerçeklerini meydana vururlar. Akýl hastalýðý, öze
llikle paranoia, her þeyin yapýlabilir
olduðu, imgesel olanla gerçek olaný uzlaþtýran, pek özgür bir ülkedir. Paranoiak
'a göre, dünya, kendisinin baþ
oyuncu olduðu bir tiyatrodur. Böylesine bir çýlgýnlýk bütünüyle tutarlýdýr. Ýnsa
n, kendisini böyle bir çýlgýnýn yerine
koyarak, mantýða uygun yepyeni bir dünya görüþü kurabilir.
Gerçeküstü, bir oyunla da yakalanmaktadýr. Bu oyun, adýný ilk oynanýþýnda elde
edilen sözden alýyor: Le Cadavre
Exquis (Seçkin Ceset)... Seçkin ceset oyunu, þöyle oynanýr: Birkaç kiþi, üstüne
her birinin bir sözcük, ya da bir
çizgi eklediði bir kaðýdý elden ele dolaþtýrýrlar. Sonunda, gerçekliklere aykýrý
, bir söz ya da bir biçim elde edilir. Ýki
kiþi, karþýlýklý oturarak, birbirlerine göstermeden sorular ve karþýlýklar da di
zebilirler. Birinin yazdýðý soruyla
öbürünün yazdýðý karþýlýk birleþtirilince, ortaya gerçeküstü güzellikler çýkabil
ir.
Bütün bu yollarýn ortak amacý, insaný; olduðu gibi, sonradan elde edilenlerden
sýyýrarak, kendiliði içinde
yakalayabilmektir.
Husserl'in fenomenolojisinde olduðu gibi, kendimizi anlamak için doðadan deðil
, doðayý anlamak için
kendimizden yola çýkmalýyýz diyen Breton, insanlýðýn gerçek Aydýnlýðýndan habers
iz, 1929 yýlýnda yayýmladýðý
ikinci bildirisinde (Fr. Manifeste du Surrealisme) de þöyle demektedir: Ruhumuzu
n öyle bir yeri var ki, bu yerden
bakýnca, artýk, yaþamla ölüm, geçmiþle gelecek, gerçek ve tasarým, dilegetirilen
ve dilegetirilemeyen, yukarý ve aþaðý
çeliþik deðildirler. Ýþte bu yer, gerçeküstü'dür. Toplumsal bunalýmlarýn bilimse
l çözümünü gerçekleþtiremeyen
düþüncelerin varacaklarý sonuç da elbette bundan baþka bir þey olamaz. Usaaykýrý
cý sanat anlayýþýnýn amacý,
Camus'nün deyiþiyle saçmanýn zevki'ni vermektir. Çünkü, gene Camus'nün deyiþiyle
çevremizde saçmanýn iklimi
vardýr. Çevremizde, bilimsellikten uzaklaþanlarýn meydana getirdiði, saçmanýn sa
çmasý bir iklim bulunduðu
doðrudur. Ne var ki sorun, bu iklimi överek ve ona uyarak deðil, ona karþý çýkar
ak ve onunla savaþarak çözülebilir.
Gerçek þu ki saçmadan alýnan zevkle ancak saçmalanýr ve bu da kýsa bir süre sonr
a, gerçeküstücülük gibi, yitip
gider. Ardýnda da hiçbir iz býrakmaz.
Bütün bu oyunlarla kendiliðinde yakalandýðý sanýlan insan, çalpara sesleriyle
de olsa uyanmýþtýr bir kez. Yüzyýlý
baþlatan çalpara sesleri, top seslerine dönüþmek yolundadýr.
ÇALPARA ORKESTRASININ ÞEFÝ. Kendime bakýyorum. Çeþitli bilgilerle doluyum. Bu
bilgilerin dýþýnda da
çeþitli sanýlarým var. Bilgilerimle sanýlarýmýn gerektirdiði davranýþlarla yaþýy
orum. Bilgiler, sanýlar, davranýþlar
ortasýnda kendimi yitirmiþim. Soruyorum: Bilgilerimin, sanýlarýmýn, davranýþlarý
mýn dýþýnda ben neyim?.. Üzümün
bilincine varabilmem için bütün bilgilerimi, sanýlarýmý, davranýþlarýmý unutmam
gerekir. Kendimi araþtýrýrken bende
ve çevremde dünyalý olarak ne varsa bir çantaya koyup ortadan kaldýracaðým. Bütü
n verilmiþlerden soyunacaðým.
Böylece, hiçbir kuþkuya kapýlmaksýzýn var diyebileceðim biricik varlýðý yakalaya
caðým: Ben. Alman profesörü
Edmund Husserl (1859-1938), ben'i böylesine bir araþtýrmaya çaðýrýyor: Bu araþtý
rma, bir psikoloji araþtýrmasý
deðildir. Psikoloji, beni bilgilerim, sanýlarým, davranýþlarýmla birlikte araþtý
rýr. Þimdiyse bütün bunlardan
soyuluyor, sadece bir görünen (fenomen) olarak kalýyorum. O halde yapacaðým bu a
raþtýrma bir fenomenolojf
araþtýrmasýdýr. Kendimi, evrendeki bütün görünenler gibi, bir fenomen olarak inc
eleyeceðim.
Husserl'in fenomenolojisi, bu anlamda, bir felsefe deðil, bir yöntemdir. Bunu
Husserl de biliyor ve yöntemine
fenomenoloji yöntemi (metot) adýný veriyor. Fenomenoloji felsefesini bu yöntemde
n çýkaracaðý sonuçlarla
kuracaktýr. Þimdilik, soðukkanlýlýkla, varacaðý sonucu bilmeden, araþtýrmaktadýr
. Bu yöntem, Edmund Husserl'in
bulduðu bir yöntemdir. Felsefe, Husserl'e gelinceye kadar böylesine bir araþtýrm
aya giriþmemiþtir.
Kendimdeki ve çevremdeki bütün dünyalýlarý bir çantaya koyup ortadan kaldýrýnc
a (Husserl buna, parantez içine
almak diyor), ortada son bir ben kalýyorum (absolut ego). Fenomenoloji, ilk adým
da, zorunlu olarak bir egolojidir.
Kendimden baþka hiçbir þeyin bilincine varamam.
Evreni kavramak için önce kendimi kavramalýyým (buradaki öncelik, bir zaman ön
celiði deðil, bir düþünce düzeni
önceliðidir, çünkü zaman da paranteze alýnmýþtýr). Ýyi ama, kendimi nasýl kavray
acaðým?.. (Ýnsan, bilebileceði tek
þey olan kendisiyle yetinmelidir, diyen Yunanlý Protagoras'ý hatýrlayýnýz). Kend
imi kavramam için bir bilinç eylemi
(þuur aktý) gerçekleþtirmeliyim (düþündüðüm için varým, diyen Descartes'ý hatýrl
ayýnýz). Ortada som bir ben varým
ama, çantaya koyup kaldýrdýðým bütün dünyalýlar, bir yandan sürüpgitmektedir. Þi
mdilik benden baþka hiçbir þey
yok. Her þeye benden yola çýkarak varacaðým. Bu durumda dünyalý olan her þey ben
im içindir (dünya benim
malýmdýr, diyen Max Stirneri hatýrlayýnýz). Benim için kendini belli eden tek þe
y vücudumdur. Vücudum, bütün
nesneler içinde biricik nesnedir. Vücudum, benim malýmdýr.
Ýyi ama, vücudum ne türlü bir nesnedir?.. Dýþtan bakýyorum, gördüðüm bir cisim
dir. Ýçten bakýyorum, gördüðüm
bir organdýr, cisimden bambaþka bir þey olan canlý bir organizmadýr. Demek ki vü
cudum, hem cansýz bir cisim hem
de canlý bir organizmadýr, baþka bir deyiþle, canlý organizmam cansýz cisimli bi
r þeydir. Bu, bir ikilik deðil, bir
tekliktir. Organizmalýkla cisimlik, vücudumda, birlikte var olmaktadýr. Ben, vüc
utlu ruhlu bir bütünüm. Ne
vücudumu ruhumdan, ne de ruhumu vücudumdan atamam. Ýkisini de bir birliktelik iç
inde taþýmak zorundayým.
Edmund Husserl, fenomenoloji yöntemiyle vardýðý fenomenoloji felsefesinde de bu
düþünceyi savunmaktadýr.
Birliktelik, pek beðendiði bir deyimdir. Ona göre, ben (ruh) ile vücut (madde) b
ir birliktelik içindedir somut
psikofizik bir bütündür. Bir cisim olan, bir madde olan vücudumun ayný zamanda b
ir idrak organý olmasý,
vücudumun kendi kendime veriliþini de açýklamaktadýr. Baþkalarýný idrak ettiðim
gibi, kendi kendimi de idrak
etmedeyim. Sol elim süje olur, sað el objemi idrak eder. Sonra, sað elim süje ol
ur, sol el objemi idrak eder.
Vücudum, bana çift olarak verilmiþtir. Vücudum, sadece bir idrak organý deðil, a
yný zamanda bir irade organýdýr.
Onu keyfimce kullanýrým. Ben'imi, vücudumun içinde buyuran bir varlýk olarak yaþ
arým. Her þeyi vücudumda
denerim, evrene vücudumla açýlýrým.
Edmund Husserl, canlý varlýk ya da doðadan (canlý tabiat) ruhu anlýyor, cansýz
varlýk ya da doðadan (cansýz tabiat)
da maddeyi. Cansýz varlýkta madenlerle bitkiler var, canlý varlýkta da hayvanlar
la insanlar. Ona göre, kendine ben
diyebilen tek varlýk, insan'dýr. Bu yüzden de, bilen tek insaný soyutlayarak yol
a çýkýyor, hayvanlarý incelemiyor.
Tüm cansýz ya da ruhsuz saydýðý madenlerle bitkilerin deneyine (einfühlung) de e
l atmýyor. Maddeli ruhlu
birlikteliðin kendini idrakinden yola çýkarak, bunca yorgunluklardan sonra varac
aðý sonuç, bir hayli ilgi çekicidir.
Maddeli ruhlu vücudum, ölçümdür. Bütün dünyalýlar, onunla anlam kazanýrlar. Uz
ak ona göre, yakýn ona göre, sað
ona göre, sol ona göre, ötesi ona göre, berisi ona göredir. Bana verilen her þey
, vücudumla verilir. Daha doðrusu,
her þeyle birlikte bana vücudum da verilir. Baþkayý bilebilmek için kendimi bilm
ek zorundayým.
Peki, bu kapalý kutudan, kendi ben'imden (ego), baþka ben'e (alter egoj nasýl ge
çeceðim?.. Baþka ben, bana
direnebilen bir ben'dir. Benim için baþkasýnýn vücudunun ancak kendi vücudumla a
nlam kazanabileceðini
öðrenmiþ bulunuyorum: Baþkasýný, ancak kendi vücuduma dayanarak idrak edebilirim
(Husserl buna, anlam
aktarmasý diyor). Ama, baþkasýnýn vücudunu kendi vücudum olarak deðil, baþkasýný
n vücudu olarak idrak
etmeliyim. Aradaki benzerlik yeter mi?.. Bu benzerlikten ötürü, kendi vücudumdan
aldýðým vücut anlamýný
baþkasýnýn vücuduna aktarýr ve çaðýrýrým. Baþka vücudun, benim için, baþkasýnýn
vücudu olarak var olabilmesi,
kendi vücudumun örneklik etmesiyle mümkündür. Kendi vücuduma bakarak baþka vücud
un ne olduðunu
bilebilirim. Ýlk kurduðum vücut, kendi vücudum olduðuna göre, baþkasýnýn vücudun
u kendi vücudumdan
yapacaðým bir aktarma ve çaðrýþýmla kurarým. Buradaki çaðrýþým (association), ob
jelerden birinin kayarak
öbürünün anlamýyla birleþmesidir.
Fenomenoloji yöntemiyle elde edilen kuruluþlarý iyice anlayabilmek için çýkýþ
noktasýný unutmamak gerekir.
Doðal davranýþlarýn tümü çantaya konup ortadan kaldýrýlmýþtýr (parantez içine al
ýnmýþtýr). Görünenden baþka hiçbir
bilgi yoktur, bilgi olmayýnca hatýrlama da yoktur. Dünyalý olarak hiçbir aracýda
n yararlanýlamaz. Ortada som
görünenler (fenomenler) vardýr. Yaþadýðýmýz dünyada fenomenolojik tasarýmlar yok
tur, bu tasarýmlarý düþünsel bir
soyutlamayla elde etmekteyiz. Yaþadýðýmýz dünyayý daha iyi kavramak ya da yenide
n kurmak için, fenomenolojik
yöntemle çalýþtýðýmýz süre, yaþadýðýmýz dünyadan isteðimizle vazgeçiyoruz. Çalýþ
mamýz, böylelikle, dünya dýþý bir
çalýþma olmaktadýr. Elde edilen tasarýmlarý da bu açýdan deðerlendirmek zorunday
ýz. Bu alandaki fenomenler de
dünyalý fenomenler deðildir, her türlü dünyalýlýktan soyulmuþ fenomenlerdir. Örn
eðin, vücut derken sözünü
ettiðimiz fizyolojik bir vücut deðil, sadece cisimli ruhlu som bir bütündür.
Kendi vücudumdan aldýðým bir anlam aktarmasýyla baþkasýnýn vücudunu kurdum. Ba
þkasýnýn vücudundan
baþkasýnýn ben'ine nasýl geçeceðim? Baþka ben'i, önce, vücudumun idrakine dayana
rak bir cisim olarak bulurum.
Onu denemeye baþlarým. Denemelerim sýrasýnda, bu cisme ait olan bir ben görünür.
Sadece bir kanadýný gördüðüm
kapýnýn öbür kanadýný nasýl idrak ediyorsam, vücudunu gördüðüm baþkasýnýn ben'in
i de öylece idrak ederim. Bu, bir
varsayým tahmin, seziþ deðildir; doðrudan doðruya bir idrak ediþtir. Vücut, ruhl
u bir cisimdir. Ruh, vücutta kendini
verir. Bu veriliþi, kendi vücudumda nasýl yaþamýþsam, baþkasýnýn vücudunda da öy
lece yaþarým. Baþkasýnýn ben'ini
idrak ediþim, elbette orijinal bir idrak ediþ deðildir; baþkasýnýn ben'ini vücud
u dolayýsýyla idrak ediþtir. Bu idrak,
baþkasýnýn vücudunu denemeyle elde edilmektedir (Husserl bu denemeye, klasik anl
amýndan baþka bir anlamda
cinfühlung diyor).
Bu denemeden elde ettiðim sonuç nedir?.. Baþka benii, kendi ben'im gibi yaþama
ya baþlýyorum. Hiçbir kuþkuya
kapýlmadan, kendi ben' imin varlýðýný nasýl biliyorsam baþkasýnýn ben'inin varlý
ðýný da öylece bilmekteyim. Bu
aydýnlanma, bana, tek baþýma yaþamadýðýmý öðretmiþtir. Ben, ego'sunun içine kapa
nmýþ biricik ben deðilmiþim,
fenomenolojik ego'nun uçsuz bucaksýz alanýnda baþka ben'lerle birlikteymiþim. Fe
nomenolojik anlamda baþkasý,
benim için öylesine temel bir varlýk olmuþtur ki, artýk onu kendi ben'imden ayýr
amam. Biliyorum ki, kendi
ben'imin en içinde bir yabancý yaþamaktadýr. Ýçimde baþkalarý var.
Þimdi, kendimi de daha bir aydýnlanmýþ olarak görüyorum. Kendimden baþkasýna g
ittim, baþkalarýndan da
kendime geldim. Biliyorum ki ben insan, ancak baþka insanlar arasýnda, baþka ins
anlardan biri olarak anlamlýdýr.
Varlýðýmý, baþkasýna borçluyum. Kendimin gerçek bilincine varabilmek için bile,
baþkalarýyla birlikte bulunmam
gerekiyormuþ. Kendimi bile, ancak baþkalarýnýn yardýmýyla kavrayabilirmiþim. Dün
ya, benim deðil, bizimmiþ
meðer. Çünkü, kendimi bile gereði gibi kavrayamadýktan sonra, baþkalarý olmadan,
dünyayý kavrayabilmem
mümkün deðildir. Dünya, ancak, baþkalarýyla birlikte vardýr. Ben'ler arasýndaki
içten birlik, dünyanýn bizim
içinliðini gerektirmektedir.
Böylece, ilk adýmda egoloji olarak yola çýkan fenomenolojik yöntem, son adýmda
sosyoloji olmaktadýr.
Son adým, evrensel bir birliktelik içinde bulunan insan kültür toplum tarih düny
asýdýr. Edmund Husserl buna,
Almanca bir terimle, geist dünyasý demektedir. Husserl'e göre, insanýn çevresi i
þte bu dünyadýr. Ýnsan, böylesine
birbirine geçmiþ, birbirini etkileyen deðerlerle dolu karmaþýk bir dünya içinde
yaþamaktadýr. Ýnsanýn çevresi, tek
baþýna yaþayabileceði bir ülke deðildir. Bu çevre, onun baþkalarýyla birlikte pa
ylaþtýðý, ancak hakký olan kendi
payýný alabileceði bir çevredir. Bu çevreyi çevre eden, baþkalarýdýr. Bu çevrede
benim tek baþýma yapabileceðim
hiçbir þey yoktur. Ne yapabilirsem baþkalarýnýn yardýmýyla yapabilirim. Kendi ür
ünümde bile kendimi baþkalarýyla
birleþtirmek zorundayým, kendi ürünümde bile zorunlu olarak baþkalarý vardýr. Be
n, insan olarak, özel bir varlýk
ortamýnda yer almýþým. Bu ortamda yer almak zorundayým. Bu zorunluk, tarihsellik
'tir. Baþkalarýnýn beni, zorunlu
olarak getirip býraktýklarý noktada, zorunlu olarak bulunurum. Konuþtuðum dil o
nlarýndýr, yediðim yemek
onlarýndýr, baðlý olduðum gelenek onlarýndýr. Varlýðým, baþkalarýyla sýmsýký sar
ýlmýþtýr. Varlýðým, sayýsýz
geleneklerin etkisiyle yoðrulmuþtur, bu sayýsýz geleneklerin içinde kýmýldamakta
dýr.
Kendimi denemem bana baþkasýný verdi, baþkasýný denemem bana dünyayý verdi. Ev
reni denemem bana kendimi
vermektedir. Evren, dünya, baþkalarý ve ben birbirinizi denemekte, birbirimizi e
tkilemekte, birbirimizi
aydýnlatmaktayýz. Bu, birliktelik ahengidir. Ben'in fenomenolojisi de, böylelikl
e, birliktelik fenomenolojisi'ne
eriþmiþtir.
Fenomenoloji, XX. yüzyýlýn mýzmýz felsefesi'nin en tipik örneklerinden biridir
.
ÇOCUKLAR ÝÇÝN ÖZGÜRLÜK. Düþünürü, bilgini ve sanatçýsýyla bütün idealist ve me
tafizik kamp yandaþlarý,
insanlýðý yüzyýllardan beri ezen baský güçlerini, gene metafizikte ve idealizmde
aramak gibi bir çeliþkiye düþerler.
Comte, Mach, Avenarius, varoluþçuluk, yeniolguculuk vb. metafiziðin tam ortasýnd
a oturduklarý halde metafiziðe
karþý çýkmýþlardýr. Bir bakýma bu, onlar için kaçýnýlmaz bir sonuçtur. Çünkü met
afizik düþünce yöntemiyle ancak
metafiziðe ve idealizme varýlýr. XX'nci yüzyýl tanrýtanýmazlýðý da bu kýsýrdöngü
nün bir baþka örneðidir. Fransýz
romancýsý Roger Martin du Gard (1881-1958), lean Barois adlý romanýnda bu türlü
bir örneði sergiliyor.
Vatikan Ruhani Meclisi, 1870 yýlý toplantýsýnda oybirliðiyle kabul ettiði Dei
Filius anayasasýný, þu kesin
kurallarla sýnýrlamýþtý: Her kim, kutsal kitaplarý, XXX'ncu yýl Ruhani Meclisini
n bildirdiði gibi, bütünlükleri içinde
ve bütün bölümleriyle kilise kurallarýna uygun saymaz da bunlarýn Tanrý bildiris
i olduðuna inanmazsa o kimseye lanet
olsun. Her kim, bilimin geliþmesine göre kilisenin ilerisüreceði dogmalara, kili
senin anladýðý anlamdan baþka bir
anlam verirse, o kimseye lanet olsun. Çünkü, Tanrýnýn bildirdiði insan öðretisi,
insan zekasýnýn yetkinliklerine
býrakýlmamýþ, Tanrýsal bir armaðan gibi titizlikle saklanmak ve deðiþtirilmeden
öðretilmek üzere Ýsa'nýn karýsý olan
kiliseye verilmiþtir.
Bu anayasa, Hýristiyanlýðýn akla aykýrýlýklarýný yorumlama yoluyla hoþ görmeye
çalýþan Hýristiyanlarý da defterden
siliyordu. Ýþte, genç Jean Barois da bunlardan biridir. Artýk yapacak tek þey ka
lýyordu. Barois, ayný çabayla
çabalamakta olan bir arkadaþýna þöyle yazýyor: Bizi býrakan, ona doðru yönelttið
imiz çabalarý suç sayan bu kocamýþ
sütnineye, karþýlýðýný bulmayan bir sevgiyle ne diye yapýþýp kalmalý?.. Sizi dýþ
arýda, özgür havada bekliyorum
kardeþim.
Jean Barois, Trocaderoda'da yaptýðý bir konuþmada, þunlarý söylüyor: Bugünkü k
argaþalýk içinde, kimileri, baðlý
bulunduklarý bilime, eski dinciliklerinin kalýntýlarýný getirmek isteyeceklerdir
. Buna izin vermeyelim. Gerçekte
artýk yeni bir Tanrýya da yer yoktur. Coþkun hayal güçlerinin bu sonuca boyun eð
meleri gerekir. Kendisiyle
ilgilenmeyen, kendisini aþan bir doða karþýsýnda insan, sýklaþmak, bir araya gel
mek, daha çok dayanýþmak gereðini
duyacaktýr. Elli yýl önceki duyguya dayanan maddecilik, bugünkünden de uzaklaþac
aktýr. Düþünce, onun
araþtýrmasýný bilinmezin enginlerine doðru götürmektedir. Yapabileceðimiz iki uð
raþý var. Biri kiþisel davranýþýmýz,
öteki çocuklarýmýzýn eðitimi... Hem kendimize, hem de bizim yaþayýþýmýzý izleyen
lere karþý namuslu davranmak.
Ýþte ahlak kurallarýnýn þimdilik en bellisi, en þaþmazý. Hiçbir savaþ el altýnda
n yürütülemez, eþit silahlarla
karþýlaþalým. Papazlarýn okul açmakta, bu okullarda dünyanýn altý günde yoktan v
ar edildiðini, Ýsa'nýn Tanrý
babayla bir kýz oðlan kýzýn çocuðu olduðunu ve cesedinin gömüldükten üç gün sonr
a göðe çekilmek üzere
mezardan kendi kendine çýkýp gittiðini, o günden beri cennette Tanrý babasýnýn s
aðýnda oturduðunu öðretmekte
serbest kalmalarý, özgürlük adýna, gereklidir. Evet, onlarý serbest býrakalým, b
ýrakalým ama biz de aklýn, bilimin
bütün yardýmýyla Katolik dininin artýk inanýlmasý mümkün olmayan saflýklar üstün
e kurulduðunu tanýtlayacak
okullar açmakta serbest olalým. Yalanla gerçek; karþýlýklý serbest kalýnca, yala
n hiçbir zaman tutunamaz. Özgürlük,
evet ama, yalnýz din dersi okutan papaz için deðil, akýl için de özgürlük, çocuk
için de özgürlük. Ah dostlarým,
þunu haykýrarak sözlerimi bitirmek isterim: Çocuklar için özgürlük!..
Ýnsanlýðýn, yüzyýllardan beri aradýðý neydi?.. Huzur. Din, bu huzuru karþýlýyo
rdu. Romanýn en önemli kiþisi Luc,
bu düþüncededir: Ne yazýk ki, gururlandýðýmýz vicdanýmýzý yüzlerce mistik kuþakl
arla elde etmiþiz. Böylesine bir
zenginlik kolaylýkla fýrlatýlýp atýlamazdý. Ahretiniz, gerçekten de, olaðanüstü
bir buluþtur. Bu, öyle uzak bir vaattir
ki, akýl, gönlün buna inanmasýna engel olamaz. Siz ona böylesine bir düþle umut
verdiniz. Benim umudumsa,
iyiliðe doðru harcadýðým çabalarýn yok edilemez olduðuna inanmaktýr. Benim umudu
m, sizinki gibi, aklýndan
vazgeç! diye direnmez. Tersine, aklým bu umudu destekler. Aklým, hayatýn boþ bir
hareket, acý çekmek için bir
bahane, kiþisel mutluluða doðru bir yarýþma olmadýðýný gösterir. Aklým, bana, ha
reketlerimin evrensel çabayla
iþbirliði yaptýðýný gösterir. Her yerde umut verici nedenler buldurur. Gene her
yerde, hayatýn ölümden doðduðunu,
gücün acýdan doðduðunu, bilimin yanlýþtan doðduðunu, ahengin ahenksizlikten doðd
uðunu gösterir. Evet sayýn
rahibim, sizin inanýnýz kadar deðerli bir, inandýr bu. Ýnsan, mutluluða, ancak h
içbir seraba aldanmadan, gerçekle
varabilir.
Ölüm, hayatýn mantýðý içindedir. Doðum düþüncesini ne kadar doðal buluyorsam,
ölüm düþüncesini de o
kadar doðal buluyorum. Siz, o uðursuz dakikaya, nasýl huzur içinde bir bilincin
rahatlýðýyla
katlanabiliyorsanýz, ben de öyle katlanýyorum. Bu huzura siz ne ad veriyorsanýz
ben de ayný adý
veriyorum. Karþýlýk, güven deðil midir? Ýþte ben de bu güveni duyuyorum. Bu güve
ni, yapýtýný ölümüyle de
güçlendireceðini bilen, Sokrates de duymuþtu.
Luc, bu sözlerini, davranýþlarýyla da tanýtlamaktadýr. Öleceði sýrada, bütün ç
ocuklarý baþ ucunda
toplanýyorlar. Oysa, bütün bu baþlarýn üstünde, birer birer elini gezdiriyor. Ke
ndi kendine
konuþuyormuþçasýna mýrýldanýyor: Çocuklarým ne kadar güzeldir.
Ya bu Tanrýsýz evrende olup bitenler?.. Onu da, romanýn bir baþka kiþisi, genç
Dalier açýklýyor: Nedenler,
körü körüne ve hiçbir amaca yönelmeden birbirlerini doðururlar. Evrende hiçbir þ
ey, ne bir yönü, ne de
bir ilerlemeyi gerektirmez. Bütün bunlar, birtakým hareketlerden ibarettir. Ýþte
hepsi bu kadar.
Roger Martin du Gard, bu düþüncenin daha açýðýný bir baþka Nobel deðerlisi Alber
t Camus'yü
kývýlcýmlayan düþünceyi ilk cildini 1922, son cildini de 1940 yýlýnda yayýmladýð
ý büyük yapýtý Thibaultlar'
da Antoin Thibault'ya söyletmektedir: Bu üzüntü neden? Eðer kavranmasý mümkün ol
mayan yasalarýn
sonsuz boþluk içinde amaçsýz olarak döndürüldüðü bir damla çamurun üstünde yaþay
an boynu bükük
hayvanlarsak, bu yaþamda direnmenin anlamý ne?.. Bu yer yuvarlaðýnýn kabuðu üstü
nde, her gün,
milyonlarca varlýk doðmaktadýr. Bunlar, yeryüzünde, bir an gürültü edip yarýn sý
rasý gelince daðýlacak
olan baþka milyonlara yerlerini býrakacaklardýr. Bu pek kýsa görünüþün bir anlam
ý olabilir mi? Hayýr,
hayatýn anlamý yoktur. Her ne pahasýna olursa olsun, buna bir anlam bulmaya çalý
þmakla oyalananlarýn
düþlerinden kurtulmak bize, sükunun, gücün, özgürlüðün o olaðanüstü duygusunu ve
rebilir.
XX. yüzyýlda bile idealizmin vardýðý sonuç deðiþmiyor: Yaþamanýn anlamý yoktur
.
Görüldüðü gibi, Tanrýtanýmazlýk, hala bir kahramanlýk, bir marifet sayýlmakta
devam etmektedir. Roger
Martin du Gard böylesine kahramanlardan biridir.
Bilinci ve bilinçli insaný gereði gibi çözümlediðini sanan metafizik, þimdi de
bilinçaltýna ya da bilinçdýþýna
el atacaktýr.
BÝLÝNCÝN ALTI YA DA DIÞI. Husserl'in felsefede, Roger Martin du Gard'ýn sanatt
a yaptýklarýný Freud de
bilimde yapmaktadýr. Metafiziðin tek yanlý bakýþý, metafizik düþüncenin el attýð
ý bütün alanlarda geçerlidir.
Doktor Sigesmund Freud (1856-1939), 1880 yýlýnda yirmi dört yaþýndayken, Viyana'
da, kendisi gibi genç bir
öðrenci olan Doktor Josef Bröer, bir ruh hastasýný uyutarak iyileþtirmeye çalýþý
yordu. Doktor Bröer, hastasýnýn
birtakým ruh baskýlarýndan kývrandýðýný seziyor, onu ipnotizma yoluyla uyutup ko
nuþturarak ferahlatýyordu. Kötü
anýlar, hastanýn beden dengesini bozmuþtu. Dengenin düzelmesi için bu kötü anýla
rýn bilinçaltýndan birer birer
çýkarýlarak atýlmalarý gerekliydi. Arkadaþýnýn bu çalýþmalarýna katýlan Freud; F
ransa'ya gitti. 1885 yýlýnda, ünlü
Profesör Doktor Chazcot'nun öðrencisi oldu. Doktor Charcot, uyuttuðu hastalarýnd
a düþünce aþýlamasý yoluyla
(telkin) geçici kötürümlükler elde ediyordu. Ruhtan gelen düþüncenin bedende köt
ürümlük meydana getirmesi bir
hayli ilgi çekiciydi. Charcot'nun bir baþka Fransýz öðrencisi Doktor Pierre Jane
t, fizyolojiden psikolojiye geçiþi
hazýrlayan incelemeler yapýyordu. Bütün bunlar, Freud'ün düþüncesini olgunlaþtýr
dý. Bir baþka doktor, Bernheime,
hastalarýna, uykuda yaptýklarýný hatýrlatmaya çalýþýyordu. Freud, Doktor Bröerin
hem bir hayli güç, hem de her
hastada kesin bir sonuç vermeyen uyutma yöntemi yerine, Doktor Bernheime'ýn hatý
rlatma yöntemini kullanmayý
düþündü. Bilinçaltýný temizlemek için kullanýlan bu yönteme, çaðrýþým yöntemi (t
edai metodu, methode associative)
adýný verdi. Ünlü filozof Leibniz de, insanda bilinçten baþka bir de bilinçdýþý
ya da bilinçaltý bulunduðunu iki
yüzyýl önce ilerisürmüþtü.
Görüldüðü gibi, insan ruhunun didiklenmesi için hastanýn yatýrýlacaðý masa haz
ýrdý. Doktor Freud'ün ak gömleðini
giyip býçaðý eline almasý bekleniyordu Freud geldi, hastayý masaya yatýrdý. 1909
yýlýydý. Ýnsanlar, beþ yýl sonra
ruhlarýnýn bozukluðu yüzünden bedenlerinin birbirleriyle boðuþacaðýndan habersiz
diler. Viyana Üniversitesi, elli
üç yaþýndaki Profesör Freud'ün psikanaliz üstüne verdiði beþ konferansla çalkala
nýyordu.
Freud'e göre, insaný üç önemli içgüdü yönetmektedir: Korunma içgüdüsü, cinsell
ik (cinsiyet) içgüdüsü,
toplumsallýk içgüdüsü. Ýnsanýn eriþtiði uygarlýk (medeniyet) içinde korunma içgü
düsüyle toplumsallýk içgüdüsü
önemini oldukça yitirmiþtir. Bugün için önemli olan tek içgüdü, cinsellik içgüdü
südür. Cinsellik içgüdüs'ü yeni
doðmuþ bir çocukta bile belirmektedir. Parmaðýný emen bebek, cinsel bir hoþlanma
duyar. Cinsellik içgüdüsünün
töresel (ahlaki) baskýlar altýna alýnmasý birçok hastalýklarýn nedenidir. (Freud
, önceleri isteriklerle nevrozlar gibi
birtakým ruh hastalýklarýndan söz ediyordu Sonralarý bu kuram, kalp, mide, karac
iðer, baðýrsak gibi birçok beden
hastalýklarýna kadar geniþletildi). Ýþte ruhun incelenmesi (psikanaliz) yöntemi;
bu geriye itilmiþ, baskýya konulmuþ,
hapsedilmiþ heyecanlarý birer birer bulup meydana çýkararak eðitir (terbiye eder
), düzene koyar.
Freud, psikanaliz üstüne verdiði konferanslarýn ikincisinde, bunu açýk bir örn
ekle anlatýyor: Þimdi ben burada
konuþurken dinleyiciler arasýndan bir terbiyesiz adam gürültü etmeye kalksa, içi
nizden birkaç terbiyeli adam, onu
kolundan tutup dýþarý atarlar. Ama o terbiyesiz adam kapýnýn dýþýnda da boþ durm
az, kapýyý yumruklayarak bizleri
rahatsýz (hasta) eder. O zaman biz, çaresiz, onu yeniden içeri alarak terbiyesiz
lik etmeyeceðine söz verdikten sonra
oturmasýna izin veririz. Ýþte psikanaliz yöntemi budur.
Çoðu erdem baskýsýyla bilinçaltýna itilmiþ bu heyecanlarý, Freud üç yoldan mey
dana çýkarmaktadýr:
1- Bu yollardan birincisi hastayý konuþturmak yoludur. Hastayý konuþturmak old
ukça güç bir iþtir. Çünkü
hasta, baskýlarýnýn direnci (mukavemet) altýndadýr. Doktor, hastasýný; saçma sap
an, yalan yanlýþ, anlamlý
anlamsýz konuþmaya zorlar, direncine önem vermeden uluorta konuþmasýný kolaylaþt
ýrýr. Düþünce
çaðrýþýmlarý, doktorun parmak basmasý gereken çözüm noktalarýdýr. Doktorun görev
i, hastadaki direnci
kýrmak, hatýrlatma yöntemiyle düþünce çaðrýþýmlarýný saðlamaktýr. Hastanýn bilin
cine çýkacak düþünceler
aracýlýðýyla unutulmuþ aný, kolaylýkla bulunup meydana çýkarýlýr.
2- Ýkinci yol, düþlerin (rüya) yorumlanmasý yoludur. Düþlerimiz, çocukluk düny
alarýmýzý yaþatmaktadýr.
Çocukluðumuzun bütün özellikleri, istekleri, artýk iþimize yaramayacak olan bütü
n ilgileri düþlerimizde
yaþamaya devam etmektedir. Düþlerin kaynaðý bilinçaltýdýr. Düþler, özellikle cin
sel kompleksleri bilince
çýkarýrken bir çeþit simgeler (semboller) kullanýrlar: Psikanalizci doktor bu si
mgeleri kolaylýkla çözerek
gerçek nedeni bulabilir.
3- Üçüncü yol, insanlarýn her gün baþlarýna gelen birtakým yanýlmalarý, sürçme
leri yorumlamaktýr. Saðlam
insanlar bile birtakým adlarý unuturlar, bir yazýyý okurken dilleri sürçer, bir
þeyler kýrýp dökerler,
öteberilerini yitirirler. Psikanaliz bilmeyenlerin yorgunluk, dalgýnlýk, rastlan
tý (tesadüf) dedikleri bütün bu
yanýlmalar, sürçmeler, beceriksizlikler psikanalizci için çok önemli ipuçlarýdýr
. Tespih ya da bir zincirle
oynamak, ikide bir öksürmek, bir þeyler mýrýldanmak, parmaklarý çýtlatmak gibi s
ayýsýz belirtilerden her
birinin önemli bir nedeni vardýr. Bütün bunlarýn kaynaklarý, itilmiþ isteklerdir
. Yaþayan insan ruhunda
rastlantý sayýlabilecek hiçbir þey yoktur.
Hastalýklarýnýn nedeni bulunan hastalarýn çoðu, artýk doktorun yardýmý olmaksý
zýn da iyileþebilirler. Neden
bilindikten sonra geriye onu bir düzene sokmak kalmaktadýr. Bilinçaltýndan bilin
ce çýkarýlan, aydýnlatýlan nedenin
giderilmesinde de üç yol vardýr:
1- Kimi hastalar bu isteklerini baský altýnda tutmakla saðlýklarý için gerekti
ði gibi davranmamýþ olduklarýný
anlarlar, isteklerinin giderilmesi yolunu ararlar.
2- Kimi hastalar isteklerini daha yüksek bir amaca çevirirler. Aþýrý sofuluða
düþmüþ kadýnlar bunlara en iyi
bir örnektir. Freud, isteklerin böylece yüksek bir amaca çevrilmelerine, la subl
imation du desir adýný
veriyor.
3- Kimi hastalar da bu isteklerinin uygunsuzluðunu daha açýk görerek baskýnýn
yetersiz direnci yerine,
aydýnlýk düþüncelerini koyarak isteklerinden kurtulabilirler.
Freud, beþ konferansýndan sonuncusunu hekimce bir sonuca baðlayarak bitirmekte
dir: Yapýmýzdaki
hayvanlýðý büsbütün küçümsememeliyiz. Saðlýðýmýz için itilmiþ eðilimlerimizden k
imilerini
gerçekleþtirmemiz gerekir. Günümüz uygarlýðý birçok kiþileri gereksiz yere baský
altýnda tutmaktadýr.
Yüksek amaçlara çevrilmeler (la sublimation) her zaman yetmez. Bir makineye veri
len ýsýnýn tümü nasýl
güce çevrilemezse, eðilimlerimizin tümü de yüksek amaçlara çevrilemezler. Her gü
n yemi biraz eksiltilen
atýn sonunda neden öldüðüne þaþanlara diyeceðim ki: Bu at açlýktan ölmüþtür.
Freud öðretisi, gerçekte, metafizik tekyanlýlýðýn bütün yanýlgýlarýný taþýr. R
uhsal tedirginlikleri ya da
hastalýklarý tek nedene; cinsel isteklerin doyurulmamýþ olmasý nedenine baðlar.
Ýnsanda tanýtlanmamýþ bir
bilinçaltý ve gene tanýtlanmamýþ olarak gerçeðin bu bilinçaltýnda gizlenmiþ bulu
nduðunu varsayar.
Bilincin bilinçsizlikle yönetildiðini ilerisürer. Freud'e göre ruhsal olan temel
, fiziksel ya da somatik
(bedensel) olan ikincildir. Oysa gerçek bunun tam tersidir, ruhsal olan özgül bi
r ilke deðil, özdeðin
geliþmesinin bir ürünüdür. Freud, ansal (zihni) faaliyetin nesnel yöntemlerle in
celenebileceðini yadsýmýþ ve
öznel bir kuram geliþtirmiþtir. Ansal faaliyeti, onu meydana getiren nesnel ve ö
zdeksel koþullardan
ayýrmýþtýr. Freud'e göre, tüm ansal faaliyet ve toplumsal faaliyet bilinçsizliði
n ürünüdür ve cinsel
güdülerle yönetilir. Demek ki bilim, sanat, tarihsel olaylar, teksözle her þey b
ilinçsizlikle ve bilinçdýþý
bölgede iþ gören cinsel güdülerle yapýlmýþtýr. Fröydcülük, özellikle psikanaliz
tekniðinde, çaðrýþýmlardan
medet uman ve tahminlerle iþ görmeye çalýþan öznel ve bilimdýþý bir yöntemdir. B
ertrand Russell, The
Scientific Outlook adlý yapýtýnýn Ruhbilimde Teknik baþlýðýný taþýyan bölümünde
þöyle der: Psikanaliz, bir
ruhbilim kuramý olarak, genellikle bilinçdýþý kimi isteklerin açýða vurulmasýnda
n ibarettir. Bu istekler
özellikle düþlerde, akýllýca olmayan kuruntularda, hatta sözde akýllýca olan iþ
hayatýmýzýn az ussal yanlarýnýn
hepsinde birtakým inançlar meydana getirir. Bir saðaltým (tedavi) yöntemi olarak
göz önüne alýnan psikanaliz, inanç
kaynaðý olarak, kiþisel istekler yerine kiþisel olmayan istekler getirmek amacýn
ý güden bir tekniktir, hele kiþisel
istekler onlardan esinlenen kimseyi toplumsal ve genel istekle çatýþtýracak kada
r egemen olursa... Topluma uyma
aklý baþýnda olmaya alamet ise, bizzat Freud'ü aklý baþýnda saymamak gerekiyor.
AÞAÐILIK DUYGUSU. Bir baþka doktor, Avusturyalý Alfred Adlere (1870-1937) göre
, insan olmak, aþaðýlýk
duygusu duymak demektir. Aþaðýlýk duygusu, soydan gelen organ yetersizliklerinde
n doðar. Oysa insanýn
davranýþlarýný belirleyen, Freud'ün zannettiði gibi haz isteði deðil, üstün olma
isteðidir. Freud'ün savunduðu
cinsellik güdüsü, insanýn üstün olma isteðinin çeþitli belirtilerinden sadece bi
ridir. Ýnsan, yaþadýðý sürece, her an,
öz varlýðýný deðerlendirmek ve aþmak isteðiyle davranýr. Haz duygusu, gerçekte,
üstünlük tutkusunun
giderilmesinden baþka bir þey deðildir. Üstünlük tutkusunu yaratan da aþaðýlýk d
uygusudur (kompleks
denferyorite), bu duygu, insaný üstünlüðe doðru iter. Ýnsanlýk tarihi, aþaðýlýk
duygusunu gidermek için yapýlan
davranýþlarýn tarihidir. Canlý madde faaliyete baþladýðý günden beri daima aþaðý
durumdan daha üstün bir duruma
ulaþmak yolunu aramýþtýr. Oluþ kavramýyla özetlediðimiz þey iþte bu harekettir.
Ýnsan vücudu belli bir biçimde
güvenlik ilkesine göre meydana gelmiþtir. Hýrpalanmýþ bir organ kendiliðinden öz
ümleyici bir enerji yaratýr. Sürekli
olarak ilerleyen uygarlýk da bu güvenlik duygusunu sürekli bir aþaðýlýk duygusuy
la bize gösterir. Bu duygu, insaný,
daha büyük bir güvenliðe ulaþtýrmak için sürekli olarak dürter....
Her iki hekimin de demek istediði þudur: Ýster cinsellik olsun, ister aþaðýlýk
, bizi duygular yönetiyor. Doðayý ve
toplumu bir yana býrakýn; ister dýþý olsun, ister içi, bilincinizi eðitin. Ya bi
lim?..
BÝLÝMÝ DE BIRAKIN. Bunu söylemek için de bir ruhçu gerek. Fransýz idealisti He
nri Bergson (1859-1941),
metafiziðin bu dileðini þu sözlerle dilegetiriyor: Bize doðayý kavratacak sezgi'
den (Os. Hads, Fr. Intuition) baþka
hiçbir yol yoktur.
Bergson'a göre sezgi, gerçeði bilme yetisidir. Gerçeði doðrudan doðruya kavrat
acak sezgi'den baþka hiçbir yol
yoktur. Çünkü gerçek, özdeksel doða deðil, ruhsal doða, eþdeyiþle ruhsal yaþam v
e teksözle yaþam (Os. Hayat, Fr.
La vie)'dýr. Yaþam, evrenin kuruluþuyla baþlamýþtýr ve özdeðin tüm engellerine k
arþýn yolunu açarak, onun
durgunluðunu altedip kimi yerde onu kýmýldatarak akýp gitmektedir. Bu kesintisiz
, bölümsüz ve sürekli akýþa
Bergson süre (Os. Müddet, Fr. Duree) demektedir. Ýþte bu süre'nin bilgisini kavr
amak için bu süreyle birlikte
yaþamak, onun içinde olmak ve onunla birlikte akmak gerekir ki bunu ne us ne de
bilim gerçekleþtirebilir. Çünkü us
ve bilim sinematografik olarak çalýþýrlar. Bergson'a göre ussal ve bilimsel bilg
i sinematografiktir. Bir film, ard arda
dizilmiþ durgun ve bölümsel resimlerden oluþur. Us ve bilim, filmin akýþýný durd
urarak bu resimleri tek tek
incelerler ve birtakým bilgiler saptarlar. Ne var ki akýþýn bizzat kendisini, eþ
deyiþle yaþamý hiçbir zaman
kavrayamazlar. Demek ki us ve bilim, sadece, durgun ve bölünebilir olan özdek üs
tünde bilgi edinebilirler, yaþam
üstünde bilgi edinemezler (Bergson, geleneksel ruh ve özdek karþýtlýðý yerine, a
yný þey olduðu kolaylýkla
anlaþýlmakla beraber, terim deðiþtirerek yaþam ve özdek karþýtlýðýný koymaktadýr
). Bergson, bölümsüz olan süre
tasarýmýný tanýtlamak için, bütün yapýtlarýnda niceliðe karþý niteliði, çokluða
karþý yeðinliði, uzaya karþý zamaný
savunur. Ona göre, evrendeki her deðiþme, bir sayý çoðalmasý deðil bir yeðinlik
(þiddet) artýþýdýr. Les donnees
immediates de la Conscience (Bilincin Araçsýz Verileri, Paris 1889) adlý yapýtýn
ýn önsözünde þöyle der: Amacýmýz,
deterministlerle endeterministler arasýndaki tüm tartýþmalarýn nitelikle nicelið
i birbirine karýþtýrmaktan ilerigeldiðini
göstermeye çalýþmaktýr. Bergson'a göre nicelik bölümlü, nitelikse bölümsüzdür, b
undan ötürü de süre'ye uygundur,
þöyle der: Gerçek süre, nitelikseldir (Ýbid). La pensee et le mouvant (Düþünce v
e Devingen, Paris 1934) adlý
yapýtýnda da þöyle der: Biz her deðiþikliði, her devimi kesinlikle bölünmez olar
ak tasarlýyoruz (Ýbid, Ýkinci
konferans). Bergson'a göre zaman, uzay gibi özdeksel deðildir. Uzay özdekseldir,
çünkü özdeksiz uzay ve uzaysýz
özdek (eþdeyiþle, yer kaplamayan özdek) yoktur. Oysa zamaný bölen, parçalayan, o
nu aylara ve yýllara ayýran us ve
bilimdir. Us ve bilim, zamaný uzaya baðlamakla (örneðin ay ayýn, yýl dünyanýn uz
ayda yer deðiþtirmesidir) onu
özdekleþtirmektedir.
Demek ki us ve bilim, hiçbir þeyi özdekleþtirmeden inceleyemiyor. Yaþamsal aký
þýn, eþdeyiþle süre'nin
kavranmasýysa özdekleþtirilmeden gerçekleþmelidir, çünkü gerçek süre, daima zama
n adý verilmiþ olan
þeydir (Ýbid). Bunu kavrayabilecek olansa sadece sezgi'dir. Bergson'a göre sezgi
, kendi bilincine varmýþ
içgüdüdür. Þöyle der: Ýçgüdüyü söyletebilseydik, yaþamýn bütün sýrlarýný çözerdi
k. Bilinç, içgüdüde içkindir ve
ruhsaldýr. Bundan ötürü de ruhsal yaþam akýþýný sadece o kavrayabilir. Bergson,
L'Energie Spirituelle (Ruhsal
Güç, Paris 1920) adlý yapýtýnda, ruhun ölümsüzlüðünü savunurken þöyle der: Bizle
r, örgenliði aþan bir bilinç
düþüncesine ne kadar alýþýrsak ruhun bedenden sonra yaþamasýný da o kadar doðal
buluruz. Þüphesiz, insan
bilincinde, onun beynine kaydedilmiþ þeylerden baþka hiçbir þey bulunmasaydý, bi
lincin bedenin alýnyazýsýný
izlediðini ve onunla birlikte ölüpgittiðini kabul edebilirdik. Ne var ki bilinç,
beyinle ayný þey deðildir. Olgularý, her
sistemden baðýmsýz olarak gözden geçirirsek bilinçsel yaþamýn beyinsel yaþamdan
çok daha geniþ olduðunu
kolaylýkla görürüz. Bu halde de ruhun bedenin ölümünden sonra yaþamýný sürdürmes
i gerçeði o kadar basitleþir ki,
kanýtlama yükümlülüðü, bizden çok, bu gerçeði yadsýyanlara düþer. Çünkü ölümden
sonra bilincin de yok olup
gideceði hakkýnda tek kanýt, bedenin ölümle çürüyüp daðýldýðýný görmektir. Bu ka
nýtýnsa, bilincin bedenden
baðýmsýzlýðý anlaþýlýnca, hiçbir deðeri kalmaz. Bergson, özdeksel olan her þeyi
ruhsal olana indirgemek istediði
gibi, tüm bilimleri de ruhbilime indirgemek ister, þöyle der: Kendi kendime aras
ýra sorup durmuþumdur: Çaðdaþ
bilim, mekaniðin, astronominin, fiziðin ve kimyanýn doðrultusuna yönelmek için m
atematikten iþe baþlayacaðýna ve
tüm çabalarýný özdeðin incelenmesi üzerine toplayacaðýna, ruhu gözönünde tutmakl
a iþe baþlamýþ olsaydý; örneðin
Kepler, Galile, Newton birer ruhbilimci olsaydýlar ne olurdu? Þüphesiz, hakkýnda
bugün hiçbir tasarýma sahib
olamayacaðýmýz kadar üstün bir ruhbilimimiz olurdu (Ýbid). Bergson, sezgi'yi þöy
le tanýmlamaktadýr: Gerçeði
saltýk ya da saltýðý gerçek olarak kavramaya sezgi diyorum. Tüm idealistlerde ol
duðu gibi Bergson'da da saltýk ve
gerçek kavramlarý anlamdaþtýr.
Bergson'un yaptýðý, Elealýlardan beri sürüpgelen bu geleneksel idealist savý y
inelemekten ibarettir. Bergson'a göre
evrim de nitelikseldir, niceliksel birikimlerin niteliksel deðiþimlere dönüþümü
deðildir. Çünkü böyle olsaydý
kesintili, eþdeyiþle bölümlü olurdu ve sürüpgitmezdi (eþdeyiþle, süredýþý kalýrd
ý). Evrim sadece niteliksel olunca
yaratýcý olmasý, her an kendi kendini yaratarak yenilemesi, yetkinleþtirmesi ger
ekir. Yaratýcý Evrim (Evolution
Creatrice, Paris 1906) adlý yapýtýnda bu yaratýcýlýðýn yaþam atýlýmý (Os. Hamlei
hayat, Fr. Elan vital)'yla
gerçekleþtiðini ilerisürer. Böylece' araya bir de yaratýcý (Tanrý) yerleþtirmekl
e Bergson, felsefesel dizgesini
tamamlamaktadýr. Görünüm þudur: Ruhsal bir yaratýcýnýn yönetiminde ruhsal bir ev
ren. Bütün dinler de,
yüzyýllardan beri, bunu söylemektedirler. Böyle olunca Bergsoncu sezgiciliðin Pa
palýk Katolikliðinden
hiçbir farký kalmamaktadýr. Bergson, özdek'ten, yellerin akýþýna engel olan koca
man daðlar gibi, durgun, yerinden
kýpýrdamaz, hantal bir þeyi anlamaktadýr. Açýkça görüldüðü gibi idealizm, istedi
ði kadar terim ve tasarým
deðiþtirsin, Platon'dan kalma terim ve tasarýmlarýný deðiþtiremiyor. Platon'unda
n Bergson'una kadar yüzyýllardan
beri söyledikleri þeyler, hep ayný þeylerdir. Ýdealizmin tüm tasarýmlarý gibi Be
rgson'un tasarýmlarý da usaaykýrý ve
bilimdýþýdýr. Kaldý ki Bergson, açýkça, sezgi çekiminde baþarýya ulaþmak için bi
lime sýrt çevirmek gerektiðini
savunmakta ve bilimsel bilgiyi sýnýrdýþý býrakmaktadýr. Evreni kendi sezgisiyle
anlamlandýran mistik sezgicilik,
zorunlu olarak tekbenciliðe (solipsizm) varýr. Kiþisel sezgiyi, örneðin Bergson'
un sezgisini, saltýk ve gerçek bilim
saymak gerekir ki bu da, ya baþka bilgileri yadsýmak ya da herkesin kendi sezgis
ine göre sayýsýz bilgileri olduðunu
kabul etmek sonucunu doðurur. Bu sonuç, bilimsel bilginin nesnelliði gerçeðine k
arþýdýr. Bundan baþka, sadece
nicesel deðiþiklikleri kabul eden vülger evrimciler gibi, sadece nitesel deðiþik
likleri kabul eden yaratýcý evrimeilerin
de yanlýþ yolda bulunduklarý bilimsel olarak tanýtlanmýþtýr. Evrim, ne sadece ni
cesel ne de sadece nitesel olmayýp,
nicesel deðiþmelerin nitesel deðiþmeleri gerektirdiði bir süreçtir. Bergson'un y
aþam atýlýmlarý adýný verdiði olay,
nicesel birikimler sonunda çeliþmelerin çözümünden baþka bir þey deðildir ve ruh
sal deðil, özdeksel doðada her an
olagelmektedir.
Görüldüðü gibi, Bergson bilimsel bilgiyi tümüyle safdýþý býrakmaktadýr.

Doðayý býrakýn, toplumu býrakýn, bilimi býrakýn. Sonra?..


KEYFÝNÝZE BAKIN. Ýngiliz faydacýlýðýnýn, her olguyu iþe yararlýða' göre deðerl
endiren iþadamlarý ülkesi
Amerika'da pragmacýlýðý (pragmatisme, kýlgýcýlýk, uygulayýcýlýk) doðurmasý kolay
lýkla anlaþýlýr bir olaydýr.
Amerikan filozofu Wiliam James (1842-1910), gerçekte, pragmacýlýkla Amerikan end
üstrisinin felsefesini
kurmuþtur. Felsefenin adý Yunanca, eylem (action) anlamýna gelen pragma sözcüðün
den yapýlmýþtýr ki, Ýngilizce
practice, Fransýzca pratique sözcükleri de ondan gelmektedir. Bu sözcüðü felsefe
ye ilk olarak 1878'de Charles
Peirce sokmuþtur. William James, yapýtýnýn önsözünde, pragmacýlýk adý için, onu
böyle adlandýrýyorlar; gerçi ad
hoþuma gitmiyor ama, deðiþtirmek için artýk çok geç diyor.
James'in Pragmacýlýk yapýtý, 1908 yýlýnda Boston'da Lowel Ensütüsü'nde, 1907 y
ýlýnda New York'ta Colombia
Üniversitesi'nde verdiði konferanslardan meydana gelmiþtir. William James 1842 y
ýlýnda New York'ta doðmuþ,
altmýþ sekiz yýllýk bir yaþayýþtan sonra, 1910 yýlýnda ölmüþtür. Ünlü Amerikan f
ilozofu Henry James'in oðludur.
1869 yýlýnda Harward Üniversitesi'nden týp doktoru olarak çýkmýþtý. 1876 yýlýnda
Harward Koleji'ne fizyoloji
doçenti, 1885 yýlýnda da felsefe profesörü oldu. Tecrübe Felsefesi, Ýnsanlýðýn Ö
lmezliði, Dinde Tecrübecilik,
Psikolojinin Ýlkeleri gibi birçok yapýtlar yayýnladý. Pragmacýlýk adlý yapýtýný
faydacý Mill'e þu sözlerle armaðan
etmektedir: Zihnin pragmatik açýklýðýný ilk olarak kendisinden öðrendiðim, yaþam
ýþ olsaydý liderimiz olacaðýný
düþünmekten zevk duyduðum John Stuart Mill'in anýsýna....
Pragmacýlýk, James'in deyiþine göre, bir felsefe olmaktan çok bir metot, düþün
ceyi doðurduðu eyleme göre ölçen
bir metottur. Charles Peirce, 1878'de Popular Science Monthly dergisinde yayýmla
dýðý Fikirlerimizi Aydýnlýða
Kavuþturmanýn Yolu, baþlýklý yazýsýnda þöyle diyordu: Bir düþüncenin anlamýný aç
ýklamak için onun hangi
davranýþý doðurduðunu bilmek gerekir. Ýþte o davranýþ, o eylem bizim için düþünc
enin ta kendisidir. William
James, yirmi yýl sonra, kimsenin üstünde durmadýðý bu sözü bulup ortaya çýkarmýþ
, felsefesini bu söze dayamýþtýr.
Pragmatik metotta yeni hiçbir þey yoktur, diyor William James, Sokrates onun ust
asýydý. Aristo, metodik olarak
onu kullanmýþtý. Locke, Hume, Berkeley onun araçlarýný kullanarak gerçeðe yararl
ý oldular. Oysa pragmacýlýðýn bu
öncüleri onu ancak parçalar halinde kullandýlar. Onlar sadece giriþ yapmýþlardý.
Pragmacýlýk metodu günümüze
gelinceye kadar genelleþmemiþti, evrensel bir görevin bilincine varamamýþtý. Ben
bu göreve inanýyorum,
konuþmalarýmýn sonunda size de bu inancý aþýlayabileceðimi sanýyorum.
Kimyacý Leipzigli Ostwald bana þöyle yazýyor: Bütün gerçeklikler pratiðimizi e
tkilendirirler. Þu ya da bu almaþ
(alternative) doðru olsaydý, dünya hangi alanlarda baþkalaþýrdý? Eðer hiçbir baþ
kalýk bulunamazsa o zaman almaþýn
da hiçbir anlamý yok demektir.
Herhangi bir yerde bir ayrým meydana getirmeyen bir ayrým (difference) hiçbir
yerde var olamaz. Felsefenin bütün
görevi, bu dünya formülü ya da þu dünya formülünün doðru olmasýnýn hayatýmýzýn b
elli anlarýnda üzerimizde ne
gibi bir ayrým doðuracaðýný anlamak olmalýdýr. Pragmatik metod, her þeyden önce,
baþka türlü son verilemeyecek
olan metafizik tartýþmalarýn yatýþtýrýlmasý metodudur. Dünya tek midir, çok mu?
Ýþte birtakým kavramlar ki dünya
için doðru olmalarý da mümkündür, olmamalarý da. Bu çeþit kavramlar üstündeki ta
rtýþmalarýn sonu gelmez. Böyle
hallerde pragmatik metot, her kavramý, kendisinden, deðer verilebilecek pratik s
onuçlar çýkarmak suretiyle
yorumlamaya çalýþýr. Bu kavram, öteki kavramdan daha doðru olsaydý, herhangi bir
kimse için, pratik bakýmdan ne
gibi bir ayrýlýk doðacaktý? Çýkarýlan sonuçlarda pratik hiçbir ayrýlýk yoksa, he
r iki düþünce de, pratik bakýmdan,
ayný þeye karþýlýk olmaktadýr. Þu halde tartýþma yersizdir. Tartýþma yerindeyse,
bunun ya da ötekinin doðruluðu
halinde pratik bir ayrýlýðý görebilmemiz gerekü.
Bunun kabacasý þu demektir: Dünya, madde olsa ne olacak, ruh olsa ne olacak? B
iri ya da öteki olmasý pratik bir
fayda saðlýyorsa, o zaman baþýmýzýn üstünde yeri var.
Nitekim William James, pragmacýlýk metodunu kullanarak ruhçuluðu (spiritualism
e) seçmektedir. Çünkü, diyor,
özdekçilik (maddecilik, materialisme) umut kýrýcýdýr; ruhçuluksa umut, hoþlanma,
yaþama isteði vericidir. Tanrýya
inanmak insanlar için faydalý bir eylemdir. Bu eylem insanlara, James'in deyiþiy
le, töresel bir tatil yaptýrýr. Ölümlü
dünyadaki kötülüklerin Tanrýda yok olacaðý düþüncesi, bizleri sorumluluk kaygýsý
ndan kurtarýr. Ýyiliðin, sonunda,
nasýl olsa geleceðine güvenerek korkumuzu yenebiliriz. Dünya arabasýný, yürüdüðü
yolda, keyfince gitmeye
býrakarak töresel bir tatil (ahlak tatili) yaparýz. Ýyi ama, gerçek bu mudur, de
rseniz James'in karþýlýðý hazýrdýr:
Gerçek, pratik faydasý olandýr.
Pragmacýlýk, böylelikle, akýlcý sistemlerle görgücü sistemler arasýndaki uzlaþ
maz ayrýlýðý çözdüðü kanýsýndadýr.
Aklýn verilerini de pragmatik metoda vurarak hem dinci kalabilecek, hem de olgul
arla ilgilenebilecektir. Her
ikisinde de pratik fayda bulduðuna göre, bunlarý birbirinden ayýrmayý düþünmemek
tedir. Görgücüler Tanrý
düþüncesine, istedikleri kadar, teþekkür ederiz, kullanmýyoruz desinler, pragmac
ý pratik fayda bulduðu sürece
onu kullanmakta devam edecektir.
Pragmacýlara göre bir düþünce, yaþayýþýmýz için elveriþli olduðu sürece doðrud
ur. Ýyidir yerine doðrudur
diyebiliriz, çünkü bu iki kavram birbirinin aynýdýr. Doðru sözcüðü, inanç alanýn
da iyi olduðunu ispat eden her
þeyin adýdýr. Doðru olan, belirli sebepler dolayýsýyla ayný zamanda iyidir. Bizi
m için neye inanmak daha iyi olurdu,
dersek, bu söz þu anlama gelir: Neye inanmak zorundayýz? Bu sorunun karþýlýðý þu
dur: Ýnanýlmasý bizim için daha
iyi olan þeye inanmak zorundayýz. Þu halde, bizim için daha iyi olanla bizim içi
n daha doðru olan arasýnda hiçbir
baþkalýk (difference) yoktur. Pragmatik metot, doðru'yla iyi'yi birleþtirmektedi
r.
Bundan þu sonuç çýkýyor: Erdem, yaþayýþýmýz için elveriþli olduðu sürece, prat
ik fayda saðladýðý hallerde
doðrudur. Pragmacýlar soyut düþüncelere, deney öncesi düþüncelere de kendi metot
larýný uyguluyorlar. Onlara göre
doðru düþünce (a priori fikir), pratikte doðrulanabilen bir düþüncedir. Bir düþü
ncenin gerçeði, ona yapýþýk,
hareketsiz bir özellik deðildir. Gerçek, düþüncenin baþýna gelen bir þeydir. Bir
düþünce, kafamýzda dururken doðru
olamaz. Ancak doðru bir hale gelebilir, olaylar yüzünden doðrulaþýr. Onun gerçek
liði, geçer hale girmesiyle olur.
Sonsuz derecede faydalý ya da sonsuz derecede zararlý bir gerçeklikler dünyasýnd
a yaþamaktayýz. Doðru düþünce
bizler için önemlidir. Bir ormanda kaybolursanýz, açlýktan ölmek üzere bulunursa
nýz, keçi yoluna benzer bir þey
görünce bu yolun sonunda insanlarýn oturduðu bir evi düþünmeniz çok önemlidir. B
urada doðru düþünce faydalýdýr,
çünkü konusu olan ev faydalýdýr. Doðru düþüncenin pratik deðeri, bu düþünceye ka
rþýlýk olan nesnelerin pratik
deðerinden çýkmaktadýr. Gerçekte bu nesneler her zaman için faydalý olmayabilirl
er. Örneðin, keçi yolunun
sonundaki ev, boþ bir evse, açlýktan ölmek üzere bulunan sizin için hiçbir fayda
sý yoktur. Ama, her nesne bir gün,
bir zaman önem kazanabileceðinden, herhangi bir durumda doðrulanabilecek (verifi
cation) bir genel düþünceler
stokunu elde bulundurmamýz faydalýdýr. Doðru sözcüðü doðrulama sürecini harekete
getiren bir düþüncenin, faydalý
sözcüðü onun deneyde tamamlanan görevinin adýdýr. Doðru düþünceler, faydalý olma
dýkça, deðer belirten bir ad
kazanamazlar. Kuramla olgu, soyut düþünceyle iþe yarar pratik arasýndaki bu birl
eþme, ölçüsüz derecede
bereketlidir.
Hakikat (gerçek) düþünürken bize faydasý olan þeydir, nasýl ki hak da eylem ha
linde bize faydasý olan þeydir.
Ýnsanlar için gerekli olan, uygun olan iþ görecek bir kuram bulmaktýr. Ýþte prag
macýlýk, bu kuramdýr.
James'e göre: Ýnsanýn evrendeki durumu kedinin kitaplýktaki durumu gibidir, görü
r ve dinler, ama hiçbir þey
anlayamaz. Öyleyse insan için tek gerçeklik, uygulama alanýnda iþine yarayan ger
çekliktir. Hýristiyanlýk dini de
pek iþe yarar bulunduðu, insaný ölüm korkusundan kurtardýðý ve kötülüklerin tanr
ýsal düzeyde nasýl olsa yok
olacaðýný vaadederek birtakým yersiz kuþkulardan koruduðu için geçerlidir. Ýnsan
, hiçbir þey anlamaksýzýn içinde
bulunduðu ve duyusal tutkularla kavrulduðu bu dünyada çýkarýna bakmalýdýr. Pragm
acýlýða göre her düþünce,
yaþayýþýmýz için elveriþli olduðu sürece doðrudur. Doðru sözcüðü doðrulama sürec
ini harekete getiren bir
düþüncenin, yarar sözcüðü de onun deneyde tamamlanan görevinin adýdýr: Doðru düþ
ünceler yararlý olmadýkça
deðer belirten bir ad kazanamazlar. Pragmacýlar dünyanýn nesnel gerçekliðine göz
lerini kapamýþlardýr. Gerçek,
kendi yararýmýza göre belirmekle, özneldir. Bu bakýmdan pragmacýlýk tekbenciliðe
(solipsizm) varmaktadýr. Her þey
ben'im ve her þey benim içindir. Bu kanýysa pek açýk olarak saçma bir kanýdýr. B
ilinemezci yönleri de bilgiyi
yadsýmakla eylemsel uygulamayý köksüz býrakmaktadýr. Uygulama, bilgisizliði deði
l, tam tersine bilgiyi gerektirir.
Ýnsan eylemi etkili olabilmek için nesnel yasalarýn bilgisine dayanmak zorundadý
r. Bundan baþka gerçeði
yararlýlýkta bulan pragmatizm, her türlü zorbalýðýn savunucusudur. Bilgiye sýrt
çevirmekle bilime de karþý çýkan
pragmacýlýk, düþünsel ve uygusal eylemi günlük çýkarlara baðlamakla çaðýmýzýn mý
zmýz felsefelerinin en sudan
örneklerinden biridir.
OLMAK YA DA OLMAMAK. XVi'ncý yüzyýlda William Shakespeare, ünlü trajedyasýnda
prens Hamlet'in
aðzýndan þöyle diyordu: Olmak ya da olmamak... Ýþte sorun. XX'nci yüzyýlýn Hamle
t'leri yok mu sanýrsýnýz?
Ama onlar Danimarka'lý Hamlet kadar saf ve açýk yürekli deðiller, lakýrdýyý bir
hayli döndürüp dolaþtýracaklar.
XX'nci yüzyýl idealizmi Amerika'da iþe yarayan bir kuram ilerisürerken Avrupa'da
da hiçbir iþe yaramayan bir
kuram geliþtirilmektedir. Bu kuram, varoluþçuluk (egzistansiyalizm)'tur. Öznel d
üþünceci, tekbenci, usaaykýrýcý,
bilime karþý ve bilimdýþý niteliklerle bezenen bu sözde öðreti anamalcý üretim d
üzeninin büyük bunalým yýllarýnda
(1930'larda) bu bunalýmýn bulanýk kafalarda yansýmasýndan meydana gelmiþtir. Eko
nomik bunalýmýn çaresizliði
içinde çýrpýnan küçük burjuva aydýnlarý, Danimarka'lý gizemci Soeren Aabye Kierk
egaard (1813-1855)'ýn dinsel
gizemsel varsayýmlarýna yapýþmýþlar ve bu abuksabukluklardan elbirliðiyle bir mo
da felsefe oluþturmaya
çalýþmýþlardýr. Dünya gençliðinin bir bölümü, bilgisizlikleri (yüzeyselin altýnd
aki gerçekleri görememeleri)
yüzünden bu modaya kapýlmýþlardýr. Bundan ötürü de dünyanýn hemen her yerinde, s
özde kendi kendilerini
varlaþtýran genç hipi'ler türemiþtir. Hipi (Ýng. Hippy)'ler varlýklarýný, toplum
a baþkaldýrmak ve her türlü deðeri hiçe
saymakla, oluþturduklarý kanýsýndadýrlar. Kullandýklarý uyuþturucu maddeler de b
u oluþmanýn baþyardýmcýlarýdýr.
Böylesine somut ürünler de veren varoluþçuluk, Avrupa'nýn birçok küçük burjuva d
üþünürünce elbirliðiyle
oluþturulmuþtur. Varoluþçuluðun sözüm ona düþünsel temelinde, Kierkegaard'ýn erm
iþliðiyle birlikte Nietzsche'nin
delice sabuklamalarý, Husserl'in olaybilimi, Dilthey'in yaþam felsefesi ve hatta
ozan Rilke'nin düþsel dizeleri yatar.
Kendilerine sorarsanýz Sokrates, Augustinus, Pascal, Main de Birand ve hatta Des
cartes vb. da varoluþçuluðun
temellerini atanlardandýr. Varoluþçuluk deyimi, ilk kez, 1929 yýlýnda yenikantçý
Alman düþünürü F. Heinemann
tarafýndan kullanýlmýþtýr. Varoluþçuluk; Gabriel Marcel (1889-1973), Jaspers (18
83-1969), Nicolas Berdiaeff
(1879-1948), Lev Chestov (1866-1938), Martin Buber (1878-1965) taraflarýndan tan
rýcý bir düzeyde ve Martin
Heidegger (1889- ), Jean Paul Sartre (1905-1980), Albert Camus (1913-1960) taraf
larýndan da tanrýsýz bir düzeyde
oluþturulmuþtur. Merleau Ponty, Simone de Beauvoir vb. gibi pek çok izleyicileri
de vardýr. Varoluþçuluk, ben'le
varoluþ'un ayrýlmazlýðý düþüncesinden yola çýkar. Bunu yaparken de gizemci bir H
ýristiyan düþünürünü temel alýr.
Gizemci Kierkegard'a göre insan, tanrý ve ne etse önleyemeyeceði ölümsel hiçlik
karþýsýnda tirtir titreyen zavallý bir
yalnýz yaratýktýr. Özellikle tanrýtanýmaz varoluþçular, bu varsayýmdaki tanrý ko
rkusunu bir yana býrakýp ölüm
korkusu'na büyük önem verirler. Ölüm korkusuyla titreyen bu insan ne olduðunu bi
lmiyor, sadece varolduðunu
biliyor. Demek ki ben'le varoluþ özdeþtir. Öyleyse bu bensel varoluþ sorunu, ölü
msel hiçlik karþýsýnda nasýl
konulmalýdýr? Varoluþçular bu soruya þöyle karþýlýk verirler (Özellikle Sartre'ý
n anlayýþýný dilegetiren aþaðýdaki
parça Asým Bezirci'nin çevirisinden yararlanýlarak özetlenmiþtir): Ýnsan, özünü
kendi yaratýr, özünü kendi yaratan
tek nesne insandýr. Ýnsandan baþka her nesnede yapýþ, varoluþtan önce gelir. Önc
e varolup, sonra kendini yapan
sadece insandýr. Örneðin masa, bir masa düþüncesine göre varedilir. Neye yarayac
aðý, nasýl olacaðý önceden
düþünülerek yapýlýr, masanýn özü varlaþmasýndan öncedir. Yalnýz insandýr ki önce
varlaþýr, sonra özünü yaratýr;
nasýl olacaðýný, neye yarayacaðýný kendisi çizer. Ýnsan varolmadan önce tanýmlan
amaz, çünkü varolmadan önce
hiçbir þey deðildir. Ancak varolduktan sonra bir þey olacaktýr, hem de kendisini
nasýl yaparsa öyle olacaktýr.
Salatalýk salatalýklýðýný, eþek eþekliðini, tebeþir tebeþirliðini kendi yapmaz
ama, insan insanlýðýný kendi
yapar. Demek ki bu yapýþ, keyfe baðlý bir yapýþtýr. Öyleyse bu keyifsel özgürlük
de, ölümün ötesindeki hiçlik
karþýsýnda boþuna bir çabalamadan ibarettir. Ama varoluþçular, böyle demiyorlar
elbet. Descartes'ýn cogito'sundan
yola çýktýklarýný söylüyorlar, düþünüyorum, öyleyse varým (Fr. Je pense donc je
suis). Onlara göre bilincin
kendiliðinden ulaþtýðý mutlak gerçek sadece budur. Herhangi bir gerçeðin var ola
bilmesi içinse ortada mutlak bir
gerçeðin bulunmasý gerekir. Bu gerçek, insanýn, bir aracýya baþvurmaksýzýn kendi
ni anlamasý, özünü bilmesi
gerçeðidir. Ýnsan, bu gerçekle, kendinden baþkalarýna da varmaktadýr. Ýnsan, ken
di gerçeklerine varabilmek için
baþkalarýnýn içinden geçecektir. Baþkalarý, insanýn hem varolmasý, hem de kendin
i bilmesi için gereklidir. Oysa
gene de kendini yapan, sadece, insanýn kendisidir. Baþkalarýnýn içinden geçmesi,
yaptýðýný deðerlendirmek içindir.
Varoluþçularýn bu düþünceleri, Descartes'dan yola çýktýklarý halde, Descartes'ýn
düþüncesine karþýdýr. Ýlkin,
Descartes'ýn ben'i, kendini yapan bir ben deðil, düþünen bir bendir. Düþünme, bi
linç demek olduðuna göre, ben
tümüyle bilinçtir, keyfe göre davranmaz. Ýkinci olarak, Descartes'ýn ben'i, bizz
at düþünmez, tersine, onda düþünen
bir þey vardýr, bir bakýma kendi ben'inden ayrý ve baðýmsýz bir töz vardýr; düþü
nceler, kendisinin deðil, bu tözün
düþünceleridir. Varoluþçulara göre ilkin insan vardýr. Ýnsan, önce dünyaya gelir
, varoluþ, ondan sonra tanýmlanýp
belirlenir. Kendini nasýl yaparsa öyledir. Ýnsan; bir hýyar deðildir, bir yosun
deðildir, geleceðe doðru bir atýlýþtýr, bir
gelecek bilincine varýþtýr, kendini yaþayan bir tasarýdýr. Ýnsan özünü kendi yar
atýr: Dünyaya atýlarak, orada acý
çekerek, savaþarak... insan sorumludur. Varlýk özden önce geldiðine göre, insan
ne olduðundan sorumludur. Özünü
kendisi tasarladýðýna göre sorumluluðunu da omuzlarýna yüklenmesi gerekir. Hem b
u sorumluluðu sadece
kendisine karþý deðildir, bütün insanlara karþýdýr. Çünkü insan kendini seçerken
bütün insanlarý da seçmiþ olur,
olmak istediðini yaratýrken herkesin nasýl olmasý gerektiðini de tasarlar. Ýnsan
evlenmekle, evlenmeyi bütün
insanlara salýk vermiþ olur, sadece kendini deðil, bütün insanlarý da baðlar. Ye
þil güzeldir derken yeþilin bütün
sorumluluðunu da yüklenir. Bir gazeteye abone olurken artýk o gazeteden ötürü bü
tün insanlara karþý sorumludur,
çünkü o gazeteye abone olmak gerektiðini tasarlamýþtýr. Böylelikle insanýn sorum
luluðu bütün çaðýna yayýlýr, bütün
evreni kucaklar. Bu sorumluluk korkunç bir sorumluluktur, uçsuz bucaksýzdýr. Örn
eðin bir Fransýz bir Afrika
olayýndan sorumludur, Lumumba'nýn öldürülmesinden sorumludur.
Gelenekçiyse, Lumumba'yý öldüren gelenekçilik tasarýsýdýr, sorumludur. Gelenek
çi deðilse, gelenekçiliði henüz
yok edemediðinden ötürü Lumumba öldürülmüþtür, sorumludur. Ýnsan, bu sorumluluðu
n bütün yükünü
omuzlarýnda taþýmakla insanlaþýr. Örneðin bir Hýristiyan sendikasýna giren bir Ý
ngiliz iþçisi, alýnyazýsýna katlanmayý
tasarlamakla, sadece kendisini deðil, Çin'deki iþçileri de baðlamýþ olur. Ýnsan,
kendini seçerken bütün insanlarý
seçtiði gibi, bütün insanlarý seçerken de kendini seçer, kendine karþý sorumlu o
lunca bütün insanlara karþý da
sorumlu olur. Bunaltý, sorumluluðunu duymaktýr. Öyleyse insan, bunaltýdýr. Sorum
luluklarýný maskeleyen bu
bunaltýyý azaltabilirler, gene de içleri rahat deðildir. Gerçekte, baðlanan, sad
ece olmak istediði kimseyi deðil, bir
yasa koyucusu olarak bütün insanlýðý seçen kiþi, sorumluluk duygusundan da, onun
sonucu olan bunaltýdan da
kurtulamaz. Çoðu kimseler yaptýklarýnýn yalnýz kendilerini baðladýðýna, yalnýz k
endilerini sorumlu kýldýðýna
kendilerini inandýrmaya çalýþýrlar, gene de bir türlü rahat edemezler. Çünkü sor
umluluk da, bunaltý da insanýn
insanlýðýndan gelmektedir, edimlerinin sonucudur. Bunaltý, insaný eylemden ayýrm
az, tersine, eyleme götürür,
eyleme zorlar. Ýnsan özgürdür. Hem sadece özgür de deðildir, özgür olmak zorunda
dýr. Çünkü
yaratýlmamýþtýr, kendi kendisini yaratmýþtýr. Çünkü bütün yaptýklarýndan, tutkul
arýndan bile sorumludur.
Tutkular, kötü edimler için bir özür deðildir. Çünkü yeryüzünde insana yol gös
terecek, kendisinden baþka,
hiçbir þey yoktur. Çünkü her insan, kendisinden öncekileri canýnýn istediði gibi
yorumlayabilir. Ýnsan
yardýmsýzdýr, desteksizdir, bir baþýnadýr, býrakýlmýþlýk içindedir. Ýnsanýn yapa
caðý el deðmemiþ bir gelecek
vardýr, insan insanýn geleceðidir. Bunun içindir ki, insan insaný bulur. Ýnsan,
bir iþaretin anlamý üzerinde
karar verirken tek baþýnadýr, tek baþýna býrakýldýðý içindir ki kendi varlýðýný
kendisi seçer. Ýnsan,
deðerlerini kendi yaratýr. Ýnsan yaþamaya baþlamadan önce hayat yoktur, hayata a
nlam veren yaþayan
insandýr: Deðer denilen þey, insanýn seçtiði bu anlamdan baþka bir þey deðildir.
Genel bir ahlak yoktur.
Çünkü dünyada insana yol gösterecek bir iþaret bulunmamaktadýr. Bu iþaretlerin v
arlýðýna bir an için
inansak bile onlarý yorumlayan, taþýdýklarý falanca anlamý seçen gene bizleriz.
Çünkü öðüt alacaðý kimseyi
seçmekle insan kendini seçer. Varoluþçulara göre hiçbir genel ahlak size yapacað
ýnýz þeyi söyleyemez, yapacaðýnýz
þeye ancak siz karar verebilirsiniz. Bir iþareti yorumlarken özgürsünüz, diledið
iniz gibi yorumlayabilirsiniz. Ýþler,
onlarýn nasýl olmasýný kararlaþtýrýrsanýz öyle olacaktýr. Gerçekte, oluþan aþkta
n baþka aþk, bu aþkta görülen
olanaktan baþka olanak, kendini sanat yapýtýnda gösteren dehadan baþka deha yokt
ur. Ýnsanoðlu hayatýna baðlanýr,
orada kendi resmini çizer, bu resmin dýþýnda hiçbir þey yoktur. Ýnsan, kendi hay
atýndan baþka hiçbir þey deðildir.
Ýnsan, erdemlerini kendi yaratýr. Korkak ya da kahraman olmak insanýn elindedir.
Nitekim korkak her zaman
korkaklýktan kurtulabilir, kahraman her zaman kahramanlýktan çýkabilir. Korkaðýn
korkaklýðý ciðerinin, böbreðinin
korkak oluþundan deðil, kendini o duruma düþürmesinden gelir, edimleriyle kendin
i bir korkak olarak kurmasýndan
gelir.
Bunun içindir ki korkak, korkaklýðýndan sorumludur. Ýnsan ancak elinden geleni
yapabilir ama, yapmayý
tasarladýðý her þey de elinden gelir, insan, ahlakýný kendi seçer. Üstelik bir a
hlak seçmeden de edemez, içinde
bulunduðu koþullarýn aðýr baskýsý insaný bir ahlak seçmek zorunda býrakýr. Ýnsan
, ahlakýný seçerken kendi kendini
de kurmuþ olur. Seçiþ, sebepsiz deðildir. Þu halde, þöyle ya da böyle bir ahlaký
seçiþimizin belli bir sebebi vardýr.
Bu sebep, duygularýmýzdan mý doðmaktadýr? Hayýr, diyor varoluþçular. Duygularýmý
zýn baþlý baþýna hiçbir anlamý
yoktur, duygularýmýz ancak hareketlerimizle, edimlerimizle anlam kazanýrlar. Har
ekete geçmemiþ duygu hiçbir þey
deðildir. Baþka bir deyimle duygu, yapýlan hareketlerle meydana gelir. Duygunun
deðeri edimlerden sonra ortaya
çýkar. Duygunun deðerini ancak onu doðrulayan, belirleyen bir edimle, bir hareke
tle tanýmlayabiliriz. Harekete
geçmemiþ, hareket halinde belirmemiþ duygunun deðeri olup olmadýðý bilinemez. Du
ygu, insana doðru yolu
göstermez. Bu demektir ki, ne bizi harekete getirecek gerçek durumunu arayabilir
iz, ne de hareketimizi saðlayacak
kurallarý bir ahlaktan bekleyebiliriz. Seçiþimizin sebebi duygularýmýz deðildir.
Bu sebep, içgüdülerimizden mi
doðmaktadýr? Hayýr, diyor varoluþçular. Bütün insanlara özgü ortak bir öz, on se
kizinci yüzyýl düþünürlerinin
dediði gibi (deðiþmez bir insan tabiatý) yoktur. Çünkü insanda varoluþ, özden ön
ce gelir. Ýnsan önce vardýr, sonra
þöyle ya da böyledir. Çünkü insan özünü kendi yaratýr. Ýçgüdülere inanmak, insan
dan önce varolan ortak bir öze
inanmak demektir. Varoluþçuluksa bunun tam tersini savunmaktadýr. Bu sebep, baþk
alarýnýn hareketlerinden mi
doðmaktadýr? Hayýr, diyor varoluþçular. Gerçi insan kendini tanýmak için baþkala
rýnýn içinden geçer, ama kendini
yapan sadece kendisidir. Ýnsan yardýmsýzdýr, desteksizdir, bir baþýnadýr. Öðüt a
lacaðý kimseyi seçmekle insan
kendini seçer. Örneðin çeþit çeþit keþiþ var, bir keþiþten öðüt almak isteyen bi
r Hýristiyan öðüt alacaðý keþiþi
seçerken, almak istediði öðüdü de seçmiþ olur. Varoluþçuluk, bunu bildiði içindi
r ki; özgürsünüz, yolunuzu
kendiniz seçin, demektedir. Bu sebep, toplumdan mý doðmaktadýr?
Hayýr, diyor varoluþçular. Topluma güvenemeyiz. Çünkü özgürdür kiþioðlu, üstün
e yaslanabileceði bir insan
tabiatý da yoktur. Toplumun nereye yöneleceði bilinmez. Bir de bakarsýnýz biz öl
dükten sonra faþizmi kurmaya
kalkýþýrlar, bizim için bunca kötü olan faþizm, o zaman insancýl bir gerçek hali
ne gelir. Kaldý ki insan bir baþýna
býrakýlmýþtýr, varoluþçuluðun çýkýþ yeri bireyin öznelliðidir. Putatapar bir top
lumda insan köle, derebeyi ya da iþçi
olarak doðabilir. Bu insan için, toplumda da, deðiþmeyen bir zorunluluk varsa o
da þudur: Dünyada yaþamak, bir iþ
görmek, baþkalarý arasýnda bulunmak, ölümlü olmak... Ýþte Fransýz varoluþçusu Sa
rtre bunlarý söylemektedir. Bilim
düþmaný Hitler'ci Profesör Heidegger de bilim, hiç de zorunlu deðildir der. Varo
luþ, bilimsel soyutlamalardan
kurtulmakla gerçekleþir. Geliþmemiþ bir bilinç; kaygý, korku, kuþku, tedirginlik
vb. gibi insan kiþiliðinin önsel
biçimleriyle geliþir ve insanýn öznel varlýðýný meydana getirir. Ýnsan, her an ö
lümle karþý karþýya olduðunu
duymalýdýr. Çünkü ancak böylelikle bilimden, amaçlardan, ideallerden vb. (Heideg
ger bunlara varlýðýn putlarý der)
kurtulur ve her anýnýn deðerini bilir. Bir baþka bilim düþmaný varoluþçu Profesö
r Karl Jaspers'e göre, aðýr
hastalýklar, büyük suçlar, ölüm tehlikesi vb. gibi varoluþa çarpan olaylar sýnýr
durum (Grenzsituation)'dur. Ýnsanýn
kafasý bu sýnýra çarpmakla bilimden kurtulur ve bilimin boþluðunu anlar. Ýnsan,
sýnýr durumda varoluþunu bir
baþarýsýzlýk olarak yaþar (Bundan ötürü Jaspers'in anlayýþýna baþarýsýzlýk felse
fesi Fr. Philosophie de l'echec de
denir). Ama sýnýr durumdaki bu baþarýsýzlýk þu baþarýyý saðlar: Varlýk, baþarýsý
zlýkta kanýtlanýr (Fr. Dans l'echec,
faire l'epreuve de l'Etre). Daha açýk bir deyiþle, kiþi, varoluþuna bu baþarýsýz
lýkla kavuþur. Jaspers þöyle der: Sýnýr
durumlarý yaþamak ve varolmak ayný þeydir.
Jaspers'e göre, temel sýnýr durum, kiþinin bizzat kendi varoluþudur. Peki, kiþ
i kendi varoluþunu kendi yaptýðýna
göre kendi yaptýðý varoluþ kendisi için nasýl sýnýr durum oluyor? Jaspers, bu so
ruya yapraklar dolusu söz oyunuyla
karþýlýk verir. Jaspers'e göre, kiþinin her an yorumlamak zorunda bulunduðu tek
þey varlýðýn þifresi (Al. Chiffre für
das Sein)'dir. Kiþi, ancak bununla bilgi edinir, nesnel dünyayý algýlayarak deði
l. Peki, bu bilgiyle nereye varýr?
Jaspers bunu söylemese de kestirmek güç deðil. Ama söylüyor: Aþkýn kendinde varl
ýk (Al. Das transzendentale
Ansich Sein)'a ki bu da tanrý deneyi demektir. Doðrudur, þifre çözmekle varýlaca
k yer tam burasýdýr. Jaspers,
ölmeden önce, soðuk savaþýn bir sýnýr durum olmasý dolayýsýyla kültürel bir deðe
r taþýdýðýný savunacak kadar
bilimdýþýlýða düþmüþtür. Katolik Profesör Gabriel Marcel'e göre varoluþsal yaþam
, tanrýyý kavramak için gereklidir.
Kiþi ancak varoluþuyla tanrýsýna ulaþýr vb. Albert Camus'nün varoluþçuluðu da sa
çmacýlýk adýyla anýlýr. Öteki
varoluþçular da aþaðý yukarý ayný þeyleri söylemiþler, ayný usaaykýrý ve bilimdý
þý öznelciliði izlemiþlerdir. Ýçlerinde
Sartre ve Maurice Merleau Ponty (1908-l961) gibi varoluþçuluðu Marksçýlýkla birl
eþtirmek gülünçlüðüne kalkanlar
da vardýr. Varoluþçu özgürlük ve sorumluluk anlayýþlarý Sartre, Camus, Simone de
Beauvoir gibi varoluþçularý
ilerici davranýþlara da yöneltmiþtir; ne var ki bu davranýþlar, tüm metafizikçi
ve idealistlerin davranýþlarý gibi
tutarsýzdýr, bilimsel içerikten yoksundur. Çünkü bizzat insaný toplumsal koþulla
rdan yoksun býrakmakla tarihe ters
düþmüþ bulunmaktadýrlar. Çaðdaþ düþünceleri inceleyen bilimsel yapýtlarda varolu
þçuluk, usa karþý felsefe
deyimiyle nitelenir ve onun özellikle burjuva bireyciliðinin kokuþmuþluðunu yans
ýttýðý vurgulanýr. Bundan baþka
varoluþçuluk, sömürü toplumlarýndaki sýnýfsal savaþýmý, tüm topluma karþý savaþý
ma dönüþtürüp yozlaþtýrarak el
altýndan anamalcýlýðýn hizmetine de girer. Varoluþçuluk, görüldüðü gibi, nesnel
varlýðý insansal varlýða, insansal
varlýðý kiþisel varlýða, kiþisel varlýðý da kiþisel düþünceye indirgemekte ve zo
runlu olarak idealizme varmaktadýr. Bu
idealizm, Alman düþünürü Fichte'ninki gibi öznel bir idealizmdir. Heideggere gör
e, evren, ancak içinde insansal
varlýk bulunduðu oranda vardýr. Öyleyse insanýn dünya üstünde belirmesinden önce
dünya da yoktu Kaldý ki bu
dünya, varoluþçuluða göre, insan türünün varlýðýyla deðil tek tek insanlarýn kiþ
isel düþünceleriyle varlaþmaktadýr.
Bu sonuç da varoluþçuluðu kaçýnýlmaz olarak tekbenciliðe (solipsizm) götürür ve
kendimden baþka hiçbir þey
yoktur saçmasýna vardýrýr.
Nitekim varoluþçuluða göre evren, insan'a karþýdýr, mantýksal olarak anlaþýlma
zdýr ve ölüm gibi fizikötesi bir
anlaþýlmazlýkla son bulmaktadýr. Varoluþçu Jaspers'e göre, felsefe yapmak, ölmes
ini öðrenmektir.
Varoluþçuluðun sorumluluk duygusu olarak göstermek istediði bunalým, gerçekte bu
ölüm korkusunun sonucudur.
Bu korkuysa insaný ancak kiþisel çýkarlarýnýn ve yaþamýnýn eylemine itebilir, ba
þkaca hiçbir olumlu toplumsal ya da
bilimsel eyleme itemez. Varoluþçuluk, her bakýmdan, tipik bir idealist öðretidir
. Varoluþçuluða 'göre insan,
kendisini nasýl yaparsa öyle olur, eþdeyiþle çiftçi çiftçi olmak istediði için y
a da çiftçice düþündüðü için çiftçi
olmuþtur. Bilim, bu varsayýmýn tam tersini tanýtlamaktadýr; çiftçi çiftçi olduðu
için çiftçice düþünür, çiftçice
düþündüðü için çiftçi olmuþ deðildir. Ýnsan, kendisini nasýl isterse öyle yapama
z, karmaþýk dýþ ve iç koþullarýn
zorunluðuna baðlýdýr. Ýnsanýn özgürlüðü bu zorunluðun bilgisine eriþerek zorunlu
ðun doðrultusunda gerçekleþir.
Ýnsan, özgürlüðünü varoluþçu anlamda kullanmaya kalkarsa toplumla çatýþmaya gire
r. Nitekim varoluþçular da
topluma karþý çýkmakta ve toplumun kiþiyi bireyselliðinden yoksun kýldýðýný iler
isürmektedirler. Oysa insan,
toplumsal bir varlýktýr ve toplumdan koparýlýrsa ölüm korkusuyla titremekten baþ
ka yapacaðý hiçbir þey kalmaz.
Kaldý ki insaný toplumdan ayýrarak bir baþýna ele almak, onu, metafizik anlayýþa
uygun olarak soyutlamaktýr.
Varoluþçuluk, hangi bakýmdan ele alýnýrsa alýnsýn, metafizik alanda boy gösteren
bir öðreti olmaktan
kaçýnamamaktadýr. Varoluþçuluðun ayýrýcý niteliði, kiþisel tedirginliði, bu tedi
rginliðin nedenlerini çözümlemeye
çalýþacaðý yerde, topluma karþý çýkmaya yönelterek gidermek istemesidir. Bu iste
kse, toplumsal bir anarþi doðurarak
kiþisel tedirginliði büsbütün artýrmaktan baþka hiçbir sonuç saðlayamaz. SAÇMA.
Varoluþçuluk idealizmi, giderek,
varlýðý büsbütün yadsýmaya varmaktadýr. Bunu da, bir baþka düþünür Albert Camus
(1913-1960) ilerisürüyor.
Camus'ye göre, insan için evren saçmadýr, uyumsuzdur, akla aykýrýdýr, bilinemezd
ir (absurdite de l'existence). Bu
uyumsuzluðu görmeniz için de gözlerinizi açmanýz ve aklýnýzý kullanmanýz yeter.
Bilim yoluyla olgularý kavrayýp
sayabilirsiniz ama, evreni kavrayamazsýnýz. Ýþte aðaç, sertliðini duyuyorsunuz;
iþte su, tadýný alýyorsunuz; iþte yel,
sizi serinletiyor. Bu kadarla yetinmek zorundasýnýz. Bilim, giderek, size, elekt
ronlarýn bir çekirdek çevresinde
toplandýklarý görünmez bir gezegenler takýmýndan söz edecektir. Bu, bir varsayým
dýr. O zaman dönüp dolaþýp süre
geldiðinizi ve hiçbir þeyi bilemeyeceðinizi anlayacaksýnýz. Öyleyse nedendi bu k
adar çaba? Bir gece yarýsý
yüreðinizin sorunsuz olduðu bir sýrada, otlarýn ve yýldýzlarýn kokusu bu bilimin
pek daha çoðunu öðretmemiþ miydi
size?
Evren rasgeledir, boþunadýr, hiçbir saðlamlýða dayanmamaktadýr ve sizin için ö
lümle bitmektedir. Bu aydýnlýða
varan kiþi, iki yol tutabilirdi: Kendini öldürmek ya da evrenin ötesini umut etm
ek... Bu iki yoldan birini ya da
ötekini tutanlar olmuþtur. Oysa bu iki yol da uyumsuzdur, saçmadýr, akla aykýrýd
ýr. Asla bilinemeyecek olanýn
umuduyla bilinenin kendini yadsýmasý uyumsuzluðun ta kendisidir. Bu gerçeði daha
iyi anlayabilmek için
uyumsuzu tanýmlamak gerekiyor: Uyumsuz, bir kýyaslamadýr. Bir baþka deyiþle, uyu
msuz, kýyaslananlarýn ne
birinde ne de ötekindedir, her ikisinin karþýlaþmasýndadýr. Ýnsan, kendi çerçeve
si içinde uyumludur; dünya kendi
çerçevesi içinde uyumludur; uyumsuzluk, bu iki uyumlunun kýyaslanmasýndan doðar.
Ýnsan açýklýk isteðindedir,
karþýsýndakiyse bu açýklýk isteðine karþýlýk vermez, iþte uyumsuzluk buradadýr.
Her þeyi bilmek isteyiþimizin
karþýsýnda aklýmýz güçsüzdür. Aklýn beceremediðini becermeye kalkan ruh da çeliþ
melerle saçmalamalar bulur
sonunda. Karþýmýzda anlamýný kavrayamadýðýmýz bir evren var. Gerçek þu ki, biz b
u evreni tanýmýyoruz. Kesin
bilgileriniz bizi çevreleyen duvarlarla sýnýrlýdýr. Bu duvarlarýn dýþýnda kocama
n bir boþluk, bir akla aykýrýlýk düzeni
uzamaktadýr.
Ölmek zorunluðu fizikötesi bir rezalettir. Deney ötesini gerçekleþtirmekte güç
süz, deneyin derinliklerine inmekte
yetersiz, baþarýsýzlýklarla altüst olmuþ insan sonunda bu, rezaletle rezil olmak
zorundadýr. Bir tokatýn iz býrakmaz
olduðu bu cansýz bedenden ruh silinmiþtir. Ýþte maceranýn bu ilkel ve kesin yaný
, uyumsuzluk duygusunun özünü
meydana getirir. Bu kaderin ölümlü ýþýðý altýnda faydasýzlýk belirmiþtir. Bu dur
umumuzu buyruklarý altýnda tutan
kanlý matematikler karþýsýnda hiçbir töre, hiçbir çaba, deneye dayanmayan bir dü
þünceyle haklý çýkârýlamaz. Öteden
beri bilinen bu gerçeðin sonucu ilgilendiriyor Camus'yü. Karþýlýðýný bulmaya çal
ýþtýðý soru 'þudur: Öyleyse ne
yapmalýyýz?
Ýsteyerek ölmeli miyiz, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeliyiz? Yukarda da sö
ylediðimiz gibi Camus, bu iki
yolu da uyumsuz bulmaktadýr. Aðaçlar içinde bir aðaç, kediler içinde bir kedi ol
saydýk sorun çözülmüþ olurdu.
Çünkü o zaman biz de susan evrenin susan bir parçasý sayýlýrdýk. Oysa bizim sesi
miz var. Bilinçli aklýmýz bize bu
oyunu oynayan, insanlýðýmýz bizi evrenin karþýsýna çýkaran. Bu ayaklanýþýmýz, bo
þ bir gururun ürünü deðildir. Bu
baþdöndürücü çizgide durmasýný bilmek, iþte dürüstlük budur, gerisi kaçamaktýr.
Dünyanýn uyumsuzluðu ondan umut ya da kendini öldürmeyle sýyrýlývermeyi gerekt
irmez. Ýnsanýn gerçek çabasý,
onun üstünde mümkün olduðu kadar çok kalmaya, onun acayip bitkilerini incelemeye
çalýþmak olmalýdýr.
Dünyaya bakýyoruz. Onu, yüzyýllardan beri, kendi verdiðimiz biçimlerle, çizgiler
le görmeye alýþmýþýz. Bu
yapmacýklýðý sürdürmeye gücümüzün yetmediði ya da bu oyunun artýk bize býkkýnlýk
verdiði bir anda bir aðacýn, bir
taþýn bize ne kadar uzak, bizden ne kadar habersiz ye bizim için ne kadar kavran
ýlmaz olduðunu, sezinleriz.
Uyumsuzluk macerasý böylece baþlar. Hele bu sezginin üstüne ölmek rezilliði de e
klenirse soru bütün gücüyle
karþýmýza dikilir: Öyleyse ne yapabiliriz?
Yapabileceðimiz tek þey var, diyor Camus, yaþamak... Bu dünyanýn kendisini aþa
n bir anlamý var mýdýr,
bilmiyorum. Ama bu anlamý bilmediðimi, öðrenmenin de benim için þimdilik imkansý
z olduðunu biliyorum.
Durumumun dýþýnda olan bir anlamýn benim için anlamý ne?.. Ben, ancak insan teri
mleriyle anlayabilirim.
Dokunduðum þey, bana karþý direnen þey, iþte budur benim anladýðým. Öyleyse anla
dýðýmý býrakmamalýyým. Bana
alabildiðine açýk görüneni, bana karþý bile olsa, tutmalýyým.
Vaktiyle hayatýn yaþamaya deðer bir anlamý olup olmadýðý sorulurdu. Þimdiyse n
e kadar anlamsýz olursa o kadar
daha iyi yaþanacaðý biliniyor. Yaþamak, uyumsuz'u yaþatmaktýr. Uyumsuzu yaþatmak
sa her þeyden önce ona
bakmaktýr. Eurydice'in tersine, uyumsuz ancak kendisine sýrt çevrildiði zaman öl
ür. Ýnsanla kendi karanlýðýnýn bu
sürekli karþýlaþmasý, tutarlý olan pek ender felsefe durumlarýndan birini meydan
a getirmektedir. Ýnsanýn bu
þahlanýþý, ne ezici bir kaderin güvenliðidir, ne de bir boyun eðiþ. Bu, uyumsuz
bir özgürlük, gerçek bir özgürlüktür.
Artýk hiçbir amaç beni kösteklemeyecek, beni tutsak edemeyecektir. Biliyorum ki,
yarýn yoktur. Uyumsuz insanýn
bütün yapabileceði, her þeyi olduðu gibi, kendisini de tüketmektir. Uyumsuzun il
k gerçeði meydan okumadýr. Bu
meydan okuma, bu þahlanýþ hayata gerçek deðerini verir, bir hayatýn uzunluðu üst
üne yayýlmýþ olarak büyüklüðünü
yeniden yerine getirir. Gözleri baðlanmamýþ bir insan için kendisini aþan bir ge
rçekle çarpýþan zekanýn görünümü
kadar güzel bir görünüm yoktur.
Uyumsuzun ikinci gerçeði, hayattan baþka her þeye karþý ilgisizliktir ki, aþýl
dýðýnda yýkýlýþýn ve hiçliðin baþladýðý o
sýnýrlý ve saydam evrende yaþamayý kabul ettirir kiþiye, Artýk bir deðerler sýra
lamasý, bir seçme, bir yeðleme yoktur
kiþi için.
Bu, bir erdemsizlik midir?.. Hayýr, diyor Camus, ben burada insanýn suçsuzluðu
ilkesinden yola çýkýyorum.
Uyumsuz insanýn doðrulanabilecek hiçbir þeyi yoktur. Uyumsuz kiþinin benimseyebi
leceði tek erdem, kendini
zorunlu kýlan erdemdir. Bütün töreler, bir davranýþýn kendini haklý ya da haksýz
kýlan sonuçlarý bulunduðu
düþüncesi üstüne kurulmuþtur. Uyumsuza varmýþ bir insan bu sonuçlarýn açýk yürek
le ele alýnmasý gerektiðini
düþünür sadece, ödemeye hazýrdýr. Onun için sorumlular bulunabilir ama, suçlular
yoktur. Geçmiþ deneyden
gelecek davranýþýný düzenler. Hem sýnýrlý, hem de aðzýna kadar mümkün þeylerle d
olu olan bu alanda hiçbir þey
önceden kestirilmez. Uyumsuz kiþinin usavurma sonunda anlayabileceði þeyler töre
kurallarý deðil,
aydýnlatmalardýr. Bir kiþinin koþullarý deðil, yenilgileri yargýlar kendisini. U
yumsuz insan için iyilik yerini
cömertliðe, birlik yerini cesarete, þefkat yerini erkekçil susuþa býrakmýþtýr. B
ir töre sorunu çýkarmaz kendisine, bu
konuda herkes gibidir. Onun töresi, bir nitelik töresi deðil, bir nicelik töresi
dir. Öyle görünmekle öyle olmak birdir
onun için. Ýnsan, kendi kendisiyle biter, ötesi yoktur, bir þey olmayan evrende,
insanca olan ve yalnýz bu olan her
þeyin daha yakýcý bir anlam taþýdýðýný bilir. Gerilmiþ yüzler, tehlikeye düþmüþ
kardeþlik, insanlar arasýndaki güçlü
ve utangaç dostluk geçici olduklarý oranda gerçek zenginliklerdir., Tinsel varlý
k gücünü ve sýnýrlarýný en iyi bunlar
ortasýnda duyar.
Albert Camus, Sisyphe Efsanesi adlý yapýtýnda bu uyumsuz dünyada uyumsuz oyunu
(hayatý) en iyi oynayan dört
oyuncuyu inceliyor. Bu oyuncular þunlardýr: Donjuan, aktör, fatih ve sanatçý...
Bu dört oyuncu da uyumsuzlukla
aydýnlanmýþ kiþilerdir. Mutludurlar. Mutsuzluðu doðuran bilmemek ve umut etmekti
r. Onlar bilirler ve umut
etmezler. Onlarýn yaþamalarýnda, nicelik töresi elle tutulurcasýna görülür. Orta
k yanlarý sonu, öne almalarýnda ve
ömürleri boyunca pek çok sonlar yaþamalarýndadýr. Bir kadýn, sana aþký verdim en
sonunda... diye baðýrýr.
Donjuan'a. Donjuan gülümser; en sonunda mý? der, hayýr, fakat bir kez daha.
Uyumsuz kiþinin üç niteliði vardýr: Kafa tutma, özgürlük, çeþitlilik... Ýþte b
u dört oyuncu, bu üç niteliði en iyi
biçimde gerçekleþtirmektedirler. Ýster aþk, ister oyun, ister fetih, ister yarat
ým olsun, bu birleþik kafalar giriþtikleri
iþlerden de kurtulmasýný bilirler. Eserlerinde var olmayacaklarýný kabul edecek
dereceye gelmiþlerdir, böylece,
bireysel hayatýn derin faydasýzlýðýný tüketmektedirler. Hayatýn uyumsuzluðunu gö
rmek onlara bütün aþýrýlýklara
dalmak hakkýný vermiþtir. Kalan þey, biricik çýkýþ yolu, ölümcül olan bir kaderd
ir. Ölümün bu tek kaçýnýlmazlýðý
dýþýnda, sevinç ya da mutluluk, her þey özgürlüktür. Biricik efendisinin insan o
lduðu bu dünya devam eder.
Düþüncenin kaderi, kendi kendinden el çekmek deðildir artýk, imgeler halinde sýç
ramaktýr. Eðlendiren ve
körleþtiren Tanrýsal masal deðil, içlerinde güç bir bilgelik ve yarýnsýz bir tut
kunun özetlendiði yeryüzünün malý
olan yüz, eylem ve dramdýr. Efendisiz olan bu evren, onlara ne kýsýr görünür, ne
de deðersiz. Tanrýlarca, bir kayayý
durmamacasýna bir daðýn tepesine kadar yuvarlayýp çýkarmakla cezalandýrýlan Sisy
phe'in sessiz, gösteriþsiz
sevincini duyar onlar. Kaderleri kendilerinindir. Geceyle dolu bu daðýn her made
nsel parýltýsý, tek baþýna, bir dünya
meydana getirir. Tepelerle çarpýþma bile bir insan yüreðini doldurmaya yeter çün
kü. Sisyphe mutludur.
Albert Camus, 1945 yýlýnda yayýnýladýðý bir denemede düþüncesini þu sözlerle bir
az daha açýklamaktadýr: Üstünde
durduðumuz sýkýntý, bütün bir çaðýn sýkýntýsýdýr. Biz kendi hayatýmýzdan ayrýlma
k istemiyor, kendi tarihimiz içinde
düþünmek ve yaþamak istiyoruz. Biz, inanýyoruz ki, bu hayatýn gerçeðine ancak he
rkesin kendi dramýný sonuna
kadar yaþamasýyla eriþilebilir. Çaðýmýz nihilisme'den çok çektiyse aradýðýmýz tö
reye nihilisme'i bir yana
býrakmakla varýlamaz. Hayýr, her þey yadsýma ve uyumsuzda bitmiyor, biliyoruz bu
nu. Ama önce yadsýmayý ve
uyumsuzu ele almalý. Çünkü bizim kuþaðýmýz ilkin onlara rastladý, þu halde ilkin
onlarla kozunu paylaþmak
zorundadýr.
Camus, ikinci Dünya Savaþý'ndan sonra yayýmladýðý Bir Alman Dosta Mektuplar, d
ördüncü baþlýklý denemesinde de
þunlarý söylemektedir: Birlikte inanýyorduk ki, bu dünyanýn yüce bir anlamý yok
ve bizler ezilmiþ, umutlarýný
yitirmiþ insanlarýz. Siz bundan þu sonuca vardýnýz ki, iyiyle kötüye insan diled
iði anlamý verebilir. Madem ne
insanca, ne de Tanrýca hiçbir çeþit töre yoktur dediniz, öyleyse bu dünyada yaln
ýz hayvanlarý güden güçler vardýr,
yalnýz zor ve kurnazlýk vardýr. Öyleyse insan hiçtir ve ruhu öldürülebilir dedin
iz. Sizce tarihlerin en çýlgýnýnda
insanýn yapacaðý tek iþ, üstünlük peþinde koþmaktýr. Sizce ülkeler fethetmekten
baþka töre olamazdý. Nerede
ayrýlýyorduk, biliyor musunuz? Siz umutsuzluðu rahatça kabul ediyordunuz, bense
etmiyordum. Siz insan
kaderindeki haksýzlýðý kabul edip hoþ görüyordunuz, bense dünyanýn haksýzlýðýyla
savaþmak için hakký öne sürmek,
mutsuzluða karþý koymak için mutluluk yaratmak gerektiðine inanýyordum. Siz umut
suzluðu bir taþkýnlýða
vardýrdýnýz; bense umutsuzluðu ve bu dertli dünyayý kabul etmeyerek insanlarýn b
irleþmesini ve kötü bahtlarýna
karþý birlikte savunmalarýný istiyordum. Görüyorsunuz ya, ayný ilkeden iki ayrý
töre çýkarmýþýz. Ben bu dünyanýn
yüce bir anlamý olmadýðýna inanýyorum ama, onda bir þey bulunduðunu da biliyorum
. Bu þey, insandýr. Çünkü bir
anlam arayan tek varlýk odur.
Bu dünyada hiç deðilse insanýn gerçeði var ve bizim ödevimiz onun kaderine kar
þý koymasýna yardým etmektir.
Dünyanýn insandan baþka anlamý yoktur. Hayat anlayýþýmýzý kurtarmak istiyorsak i
nsaný kurtarmalýyýz. Ýnsaný
kurtarmak, onu kesip biçmemek, yalnýz onun düþünebileceði doðruluðu bulmasýna im
kan vermektir. Siz zaferi
umutsuzluðun ezici gücünde buldunuz, bizce insanýn kazanacaðý en büyük zafer, mu
tluluðudur. Bu zaferse insanýn
kendi kaderine karþý kazanabileceði bir zaferdir. Madem bu iþ bitti, artýk size
öðrendiðimizi söyleyebiliriz:
Kahramanlýk hiç de güç bir þey deðilmiþ, güç olan mutlulukmuþ meðer. Dört yýldýr
bize bol bol gösterdiðiniz
korkunç sahnelerde içgüdünüz kadar aklýnýzýn da payý vardý. Bunun için yargým to
pyekun olacak: Siz benim
gözümde ölmüþsünüz. Ama o korkunç davranýþýnýzýn hesabýný soracaðým zaman unutma
yacaðým ki, siz ve biz ayný
yalnýzlýktan yola çýktýk, siz ve biz bütün Avrupa'yla birlikte ayný kafa trajedy
asýnýn içindeyiz. Sizin gücünüzü
yýkmak istiyoruz, ruhunuzu deðil. Görüyorsunuz ya, sizi bizden güçlü yapan þey g
ene de sizde kalýyor, ama bizim
size üstünlüðümüzü yapan da budur. Dünyayý suçlandýrmakta hiç de gevþemiþ deðili
z. Yeni bilgimizi o kadar
pahalýya ödedik ki, çaðýmýzý umut kýrýcý görmekte devam ediyoruz. Bütün bunlarla
ne kazandýk? Birkaç yeni
düþünce ki, onlarýn da, kimilerimizin daha iyi ölmesine yardým etmekten baþka bi
r faydasý olmayacak. Evet bu umut
kýrýcý bir þeydir. Ama biz, bunca haksýzlýða layýk olmadýðýmýzý tanýtlamak istiy
oruz. Kendimize verdiðimiz ödev bu,
yarýn baþlayacaðýmýz iþ de budur.
Camus'ya göre mutluluk, dünyayý ondan hiçbir þey beklemeden sevmektir. Dünya,
çeþitli güzelliklerle
kaynaþmaktadýr. 1950 yýlýnda, Sisyphe'ten sekiz yýl sonra yazdýðý bir baþka dene
mesinde de þunlarý söylemektedir:
Her þeyin anlamsýz olduðu, her þeyden umudu kesmek gerektiði düþüncesiyle nasýl
kalýr insan? Her þeyin anlamsýz
olduðunu söylediðimiz anda bile anlamlý bir þey söylemiþ oluyoruz. Dünyanýn hiçb
ir anlamý yoktur demek, her türlü
deðer yargýsýný ortadan kaldýrmak olur. Oysa yaþamak kendiliðinden bir deðer yar
gýsýdýr. Ölmeye yanaþmadýðý
sürece insan yaþamayý seçiyor demektir. O zaman da, yaþamaya bir deðer veriyor d
emektir. Þu var ki, en koyu
umutsuzluðum içinde umutsuzluðu aþmanýn yollarýný aradým ben. Kara da olsa, eser
imizin göbeðinde tükenmez bir
güneþ parlýyor ki, o da bugün ovada, tepelerde baðýran güneþtir.
Albert Camus, bu baðýran güneþi sezmeye baþladýðý bir sýrada, 4 ocak 1960 günü
, kýrk yedi yaþýndayken, Yonne'da
bir otomobil kazasýnda öldü. Pindare'ýn þu mýsraý, eserini özetlemektedir:
Ruhum, ölümsüz hayatý isteme, mümkünün alanýný tüket. Görüldüðü gibi Albert Ca
mus'nün þiirli bir dille anlattýðý
bu varsayýmlar, bilimsel açýdan büyük yanýlgýlar ve bilimdýþý pek çok yargýlarla
doludur. Ýlkin, evreni usaaykýrý
bulmakla usaaykýrýcýlýðýn tüm bilimdýþýlýðýný yüklenir. Ýkinci olarak, hiçbir þe
y bilmediðimizi ve asla
bilemeyeceðimizi ilerisürmekle bilinemezciliðin bilime aykýrýlýðýyla donanýr. Üç
üncü olarak, nesnel gerçekliði
insansal varlýða ve insansal varlýðý da bireysel varlýða indirgemekle öznel düþü
nceciliðin ve tekbenciliðin
bilimsellikten yoksun tüm zýrva sonuçlarýnýn içine düþer. Dördüncü olarak, tek f
elsefesel sorunun kendini öldürme
(intihar) sorunu olduðunu savlamakla bilimsel felsefeyle hiçbir ilgisi bulunmadý
ðýný ve felsefeyi bir küçük sýnýf
öðrencisi kadar bile kavramamýþ olduðunu ortaya koyar. Beþinci olarak, bireyi to
plumdan soyutlamak ve topluma
karþý çýkarmakla bireyciliðin tüm güçsüzlüðünü taþýr. Altýncý olarak, Schopenhau
er ve Nietzsche kötümserliðini
tüm bilimdýþýlýðýyla sürdürür.
VARLIÐIN BÝLÝMÝ. Çaðýmýzýn idealistleri çok verimlidirler. Boþ durmuyorlar, öð
reti üstüne öðreti
ilerisürüyorlar: Bunlardan biri de varlýkbilim (ontoloji) adýný taþýyor.
Metafiziðin bir dalý olarak geliþtirilen ve metafizik yapýsýný deðiþtirmeksizin
çeþitli anlamlarda kullanýlan
varlýkbilim deyimi, duyudýþý ve özdeksiz bir varlýk tasarýmýnýn temel yapýsýný,
türlerini ve biçimlerini inceler.
Çaðdaþ varlýkbilimci Hartmann'a göre varlýkbilimin öteki bilimlerden baþkalýðý,
öteki bilim dallarýnýn bir iþbölümü
anlayýþý içinde var olan'ý çeþitli alanlara bölerek sadece o belli alanlarda ara
þtýrmalarýna karþý varlýkbilimin var
olan'ý bütünlüðü içinde ele almasýndadýr. Örneðin astronomi göksel varlýklarý, j
eoloji madensel varlýklarý; botanik
bitkisel varlýklarý, fizyoloji insansal varlýðý incelediði halde varlýkbilim büt
ünüyle varlýðýn varoluþ ilkelerini inceler.
Var olan'ý var olan olarak incelemek anlamýndaki varlýkbilim anlayýþý, antikçað
Yunan düþünürü Aristoteles'le (Ý.Ö.
384-322) baþlar.
Aristoteles'in ilk felsefesi bir varlýkbilimdir, var olaný var olduðu gibi inc
eleme deyimi Aristoteles'indir,
varlýkbilimin çaðdaþ temsilcisi Alman düþünürü Nicolai Hartmann tarafýndan da ku
llanýlmýþtýr.
Varlýkbilim deyimi, varlýk anlamýna gelen Yu. ontos deyimiyle bilgi anlamýna gel
en Yu. logos deyiminin
bileþimi olarak ilk kez Aristoteles tarafýndan kulanýllmýþtýr. Ortaçaðda Aquino'
lu Thomas, Aristoteles'in bu
çalýþmasýný tanrýnýn yarattýðý varlýklarýn bilgisi olarak tanýmlar. Aristoteles'
in tüm özdekçi öðelerini
budamakla ünlü Thomas, Katolik inaklarýna (dogmalarýna) felsefesel bir temel bul
abilmek için bu
Aristotelesçi metafizikten yararlanmaya çalýþmýþtýr. XVii'nci yüzyýlda Alman düþ
ünürü Christian Wolf,
varlýkbilimi, temel ilkeler bilimi olarak tanýmlar ve duyudýþý özdeksiz bir varl
ýk tasarýmýnýn temel yapýsýný,
türlerini ve biçimlerini inceler. Tarihsel süreçte Kant, Schelling ve Hegel gibi
büyük Alman idealistleri
varlýkbilim'e karþý çýkmýþlardýr. Varlýkbilimin kofluðu ve ne idüðü belirsiz ina
ksallýðý bu düþünürlerin
gözünden kaçmamýþtýr. Varlýkbilimin yerine Kant deneyüstü felsefe'yi, Schelling
aþkýn düþüncecilik'i ve
Hegel mantýk'ý önermiþlerdir. Ne var ki varlýkbilim Husserl, Heidegger, Hartmann
vb. gibi düþünürlerce,
öteki bilimlerle ilgilenmeksizin, metafizik kurgularla geliþtirilmeye çalýþýlmýþ
týr. Özellikle Alman düþünürü
Nicolai Hartmann tarafýndan geliþtirilen yeni varlýkbilim ya da eleþtirel varlýk
bilim sözde nesnel bir temele
dayanma savýyla yola çýkar. Nesnellik savýnda haklýdýr, ama bu nesnel düþüncecil
iðin nesnelliðidir. Nicolai
Hartmann, yeni varlýkbilimin gerekçesini þöyle anlatýr (bkz. Ýstanbul Üniversite
si Edebiyat Fakültesi felsefe
bölümünce yayýmlanan Felsefe Arþivi'nin 1, 2 ve 3. sayýlarýnda yer alan Takiyyet
tin Mengüþoðlu'nun
çevirdiði Nicolai Hartmann'ýn yazýsý; Almanya'da yeni ontoloji cereyaný): Ýnsan
dünyada tek baþýna
deðildir, varlýk iliþkilerinin oluþturduðu geniþ bir dizge içindedir. Bu dizge,
ona özgü deðildir, insanýn
bulunmadýðý yerde de vardýr. Ýnsanýn da bir parçasý bulunduðu dünya varlýk iliþk
ileri'yle kurulmuþtur.
Ýnsan kendisini bu iliþkilerden soyutlarsa içinde yaþadýðý dünyayý bütünüyle kav
rayamaz. Varlýk
iliþkilerini tanýmadan ne tarihin oluþumu ve ne de yaþamýn toplumsal biçimleri a
nlaþýlamaz. Etkinlik,
isteme, umma, korkma vb. gibi insansal davranýþlar da bu iliþkilerle ilgilidir.
Demek ki bu iliþkiler
bilinmedikçe insanýn tinsel yapýsý da anlaþýlamaz. Bundan ötürüdür ki, bir felse
fesel temel bilim aramak
zamanýmýzda bir gereksinme olmuþtur. Bu gereksinme bizi, Aristo'dan beri ilk fel
sefe (Prima Philosophia)
rolünü oynayan bir disipline, var olaný var olduðu gibi inceleyen bir bilgiye, e
þdeyiþle varlýkbilime götürmektedir
(Bu parçayý Hartmann'ýn adý geçen yazýsýndan olduðu gibi aktarmadým, o yazýdan a
nladýðýmý özetledim ve kimi
sözcüklerin altýný çizdim. O. H.). Hartmann, bu varlýk iliþkilerinin de neler ol
duðunu Zur Grundlegung der
Ontologie (1935), Möglichkeit und Wirklichkeit (1939) ve Aufbau der realen Welt
(1940) adlarýný taþýyan üç ciltlik
yapýtýnda anlatmaktadýr. Hartmann, önce, aralarýnda bir baðlýlýk bulunduðuna da
deðinmekle beraber, bilgi düzeni
(La. Ratio cognoscendi)'yle varlýk düzeni (La. Ratio essendi)'ni birbirinden ayý
rmak gerektiðini öðütlüyor ve
þimdiye kadar düþülmüþ olan tüm yanýlgýlarýn bunlarý birbirine karýþtýrmaktan do
ðduðunu ilerisürüyor. Ona göre,
varlýk düzeninde, alttan üste doðru þöylece sýralanan dört basamak (Al. Stufe) v
ar: Özdeksel (maddi) varlýk
basamaðý, örgensel (uzvi) varlýk basamaðý, ruhsal (ruhi) varlýk basamaðý, tinsel
(manevi) varlýk basamaðý.
Burada kullandýðýmýz alt ve üst deyimleri, Hartmann'a göre, birer deðerlendirm
e deðildirler; sadece basamaðýn
yalýnçlýðýný ya da karmaþýklýðýný gösterirler, eþdeyiþle basamaklarýn en yalýncý
özdeksel ve en karmaþýðý tinsel
olandýr. Hartmann'a göre felsefenin en büyük yanýlgýsý, temel ilkenin ya da evre
nin nedeninin bunlardan sadece
birinde, eþdeyiþle tek'te aranmasýdýr. Bu sorunun yanýtýný özdekçilik özdeksel b
asamakta, metafizik ve idealizm de
tinsel basamakta aramýþlardýr. Oysa bu basamaklar birbirlerine indirgenemez, dah
a açýk bir deyiþle birinin yasalarý
öbürüne uygulanamaz (Dikkat edilirse, Hartmann, felsefenin temel sorununu böylel
ikle dýþýndalýyor ve onu
geçersiz kýlýyor. Buysa onu, açýkça, eleþtirdiði idealizme baðlamaktadýr). Hartm
ann'a göre her varlýk basamaðý,
kendinden önceki varlýk basamaklarýný þart koþar. Daha açýk bir deyiþle, örneðin
örgensel basamaðýn oluþmasý için
daha önce bir özdeksel basamaðýn bulunmasý gerekir. Bu, her basamaðýn, kendinden
önceki basamak ya da
basamaklarla bir baðlýlýðý bulunduðunu gösterir. Ne var ki her basamak, bu baðlý
lýkla birlikte, kendinden önceki
basamak ya da basamaklardan baðýmsýzdýr ve özerktir. Hartmann'a göre her basamak
, baðlýlýkla baðýmsýzlýðý bir
arada taþýr. Hartmann þöyle diyor: Ne tinsel basamaktan yola çýkýlarak özdeksel
evren, ne de özdeksel basamaktan
yola çýkýlarak tinsel yaþam anlaþýlabilir. Çünkü bir varlýk basamaðýnýn ulam ve
yasalarý, öbür varlýk basamaðýna
uygulanamaz. Uygulanýrsa, o ulam ve yasalar nesnel geçerliklerini yitirirler. Ne
var ki bu basamaklar arasýnda
ortak olan temel ulamlar da vardýr, basamaklar bu ulamlarla birbirlerine baðlânm
ýþlardýr. Ama birlik ve çokluk,
çatýþma ve uygunluk (Al. Widerstreit und Einstimmigkeit), parça ve bütün vb. ort
ak ulamlarý her basamakta baþka
bir ýra kazanýrlar. Daha açýk bir deyiþle, örneðin örgensel basamaktaki parça ve
bütün, ruhsal basamakta ayný parça
ve bütün deðildir, deðiþik ýradadýr. Basamaklar arasýnda ortak bulunan bu temel
ulamlardan baþka, alt basamaktan
üst basamaða uzanan ulamlar da vardýr (Ama üst basamaðýn ulamlarý hiçbir zaman a
lt basamaða sarkmazlar);
örneðin zaman, oluþ, deðiþme, etki vb. gibi ulamlar alt basamaktan en üst basama
klara kadar uzanýrlar. Bununla
beraber alt basamak ulamlarýnýn tümü, hiçbir zaman üst basamaklarýn içine kadar
giremezler.
Hartmann bununla þunu demek ister: Öyle ulamlar vardýr ki alt basamaktan en üs
t basamaða kadar yükselebilir
(örneðin, zaman ulamý), ama öyle ulamlar da vardýr ki ancak belli bir basamaða k
adar yükselebilir (örneðin,
yerkaplama ulamý. Ancak özdeksel basamaktan örgensel basamaða yükselebilir, ruhs
al basamaða çýkamaz). Bundan
ötürüdür ki her basamak öbürlerine karþý kapalý bir sýnýr taþýr, Hartmann'ýn dey
imiyle aralarýnda derin bir yarýk
vardýr. En alttaki basamak en güçlü, en üstteki basamak en güçsüzdür. Ne var ki
en güçsüz olan, ayný zamanda, en
baðýmsýz olandýr. Her varlýk basamaðýnýn kendine özgü yasalarý vardýr, bu yasala
r öteki basamaklarda iþlemez. Ama
basamaklar arasýndaki iliþkileri düzenleyen ulamsal yasalar da vardýr. Hartmann
bunlara kategorial yasalar diyor:
Varlýk basamaklarýnda bir de derece düzeni (Al. Rangordnung) vardýr ki birbirler
ine göre büyük farklýlýklar taþýr.
Örneðin üst basamaktaki yetkinlik derecesi (Al. Vollendung) daha aþaðý basamakta
kinden deðiþiktir, aþaðý bir
basamakta ona göre yüksek olan basamaktan daha çabuk ve daha kolay yetkinliðe er
iþilir. Bu hesaba göre ve bizzat
Hartmann'ýn da söylediði gibi, varlýk basamaklarýnýn en üstünde bulunan insan en
az yetkin olanýdýr (Bundan
zorunlu olarak þu sonuç da çýkýyor: Örneðin insanýn törebilimsel yetkinliði hiçb
ir zaman böbreklerinin yetkinlik
derecesine ulaþamaz). Hartmann bu olguyu þu nedene baðlýyor: Yüksek varlýk basam
aklarýndaki varlýklar,
yetkinlikleri için daha çok þey gerekserler; yetkinleþmeleri de bundan ötürü dah
a geç ve daha güç olur.' Bununla
beraber, her basamaðýn kendine özgü yeter bir yetkinlik derecesi vardýr. Her yü
ksek basamaðýn ulamý, kendinden
aþaðýdaki basamaðýn ulamýna göre farklý ve yeni bir þey içerir. Hartmann bu yeni
þey'e novum adýný veriyor, ulamsal
novum olmadan varlýk basamaklarýnýn yükseklik farký da olamaz diyor. Örneðin ken
di kendini düzenleme yeteneði
örgensel basamaða özgü, sorumluluk yeteneði tinsel basamaða özgü birer novum'dur
. Her varlýk basamaðý kendisine
özgü novum'larla ötekilerden ayrýlýr ve aþaðý basamaklarýn kimi ulamlarýnýn kend
ilerine uzanmasýna karþýn kendi
baðýmsýzlýðýný korur. Yukarý basamaðýn varlýðý, ancak aþaðý basamaðýn taþýyýcý y
apýsý üstünde olanaklýdýr. Ama bu,
yüksek basamaðýn aþaðý basamak tarafýndan belirlendiði anlamýna gelmez. Yüksek b
asamaðý aþaðý basamaktan
ayýran ve onun üstüne koyan, ona özgü kategorial novum'dur. Yüksek basamak, aþað
ý basamakça taþýnýr, ama ona
karþý tümüyle baðýmsýz ve özgürdür. Hartmann, burada, evrim (Al. Entwicklung) an
layýþýna da karþý çýkarak nesnel
düþünceciliðini açýða vurmaktadýr: Evrim düþüncesi (Al. Entwicklungsgedanke), di
yor, evrenin tek bir kaynaktan
çýktýðýný varsayar.
Tüm çeþitlenmeler tek kaynaktan çýkmýþsa elbette kendiliklerinden birbirlerine
baðlanacaklar ve bir birlik
oluþturacaklardýr. Evrim düþüncesi, evrenin tek kaynak olarak özdekten ya da tan
rýdan çýktýðýný düþünebilmek
gereksinmesinin ürünüdür. Ama böyle bir düþünce havada ve sallantýda kalýr. Çünk
ü ne olaylar bunu tanýtlýyor, ne
de bunu kabul ettirecek önsel bir neden var (Dikkat edilirse Hartmann burada da
felsefenin temel sorununu
dýþýndalýyor ve üçüncü felsefenin yolunu tutuyor, olgucu idealizmin aðýna düþüyo
r). Varlýk basamaklarýnýn evrim
sonucu , olarak birbirinden çýktýðýný düþlemek onlara ne bir þey katar, ne de on
lardan bir þey eksiltir. Olsa olsa,
varlýk basamaklarýna gereksiz yere metafizik bir yük yükler. Oysa varlýkbilimsel
düþünme, bu yükü taþýyamaz. Bir
buçuk yüzyýldan beri yerinde saymasý da bu yüzdendir. Bundan ötürü varlýkbilimse
l düþünmeye bu yükün
atýlmasýyla baþlanmalýdýr. Ýdealizmin temel uðraþýlarýndan biri olan varlýkbilim
, gene idealistlerce, ama yerine ayný
yapýda baþka varlýkbilimler önerilerek, eleþtirilmiþtir.
Görüldüðü gibi, bilimsel dilde pek yalýn bir gerçeði, dýþ dünya'yý, eþdeyiþle
özdek (madde) anlamýný dilegetiren
varlýk kavramý, idealist düþüncede ya özdekten önce var olaný, ya özdekten baðým
sýzca var olaný, ya da bilinen
ürünü olarak var olaný dilegetiriyor. Bilimsel dilde varlýk özdek ve varoluþ onu
n sonsuz çeþitlilikteki somut
biçimleri'dir. Demek ki varoluþ'un özü varlýk'týr. Varoluþ, varlýðýn sonsuz ve s
ýnýrsýz çeþitlilik içindeki
oluþmasýný dilegetirir. Varlýksýz varoluþ olamayacaðý gibi varoluþsuz varlýk da
olamaz. Ne varlýðýn dýþýnda bir
varoluþ, ne de varoluþun dýþýnda varlýk kavranamaz. Varlýk, varoluþu dilegetiren
en soyut kavramdýr. Örneðin bu
anlamda devim, bir varlýk biçimidir denir, bu demektir ki devim, özdeðin varoluþ
biçimidir, çünkü özdek ancak
devim durumunda varolur. Bu anlamdaki varlýk terimini de, varoluþ teriminden tit
izlikle ayýrdetmek gerekir.
Varoluþ, hiçbir zaman varlýða indirgenemez. Çünkü böylesine bir indirgeme, çok y
anýlgýlý sonuçlar doðurur.
Metafizik ve idealist öðretiler, ya varlýðý varoluþtan, ya da varoluþu varlýktan
üstün tutarak birçok yanýlgýlara
düþmüþlerdir.
VARMIÞ GÝBÝ. Ýdealizmin yeni bir biçimi de Alman düþünürü Profesör Hans Vaihin
ger (1852-1933)
tarafýndan Die Philosophie des Als Ob (l911) adlý yapýtýnda ilerisürülmüþtür. Di
limize sanki felsefesi, ve tut
ki felsefesi deyimleriyle de çevrilmektedir. Garaudy'nin deyimiyle mýzmýz, Bache
lard'ýn deyimiyle profesoral
felsefelerin en belli örneklerinden biridir. Althusser de bu gibi kof varsayýmla
ra profesör dilbazlýklarý der.
Vaihingere göre bilimsel önermelerin doðruluklarý, ancak kendi kendileriyle tuta
rlý (Os. Ýnsicamlý, Fr. Coherent)
olmalarýndan ibarettir. Yoksa bize nesneler üstünde hiçbir doðruluk bildirmezler
. Ama biz önermelerimizi nesneler
sanki böyleymiþler gibi düzenleriz. Vaihinger þöyle der: Ýnsan, tanrýnýn varolup
olmadýðýný bilemeyeceði gibi, onun
niteliklerini de bilemeyeceðinden ve tanrýsýz da olamayacaðýndan (Çünkü, Vaihing
ere göre, tanrý insansýz olabilir,
ama insan tanrýsýz olamaz: O. H.), tut ki tanrý var diye davranmalýdýr. Pierre D
uhem'den, Henri Poincare'den
William James'e, J. M. Baldwin'e kadar daha pek çok profesörün katýldýðý bu bili
mdýþý saymacacýlýðýn pek çok
deðiþkeleri vardýr (Örneðin pragmacý James tanrýyý varsaymanýn insana hiçbir zar
arý yoktur, buna karþý pek çok
yararlarý vardýr, öyleyse yararýmýza olduðu için onu varsaymalý der, ünlü Ýngili
z yazarý ve tarihçisi H. G. Wells
anlaþýlmasý olanaksýz bulunaný oluruna býrakma'yý öðütler. Gaston Bachelard da v
armýþ gibi'nin yerine niçin
olmasýn? deyimini önerir vb.). Bu bilimdýþý anlayýþa göre örneðin Süleymaniye Ca
mii, Eyfel Kulesi vb. sanki
böyleymiþler gibi bilimsel hesaplamalarla yapýlmýþtýr. Oysa Süleymaniye Camii ve
Eyfel Kulesi, bilimsel hesaplarýn
sanki böyle deðil, gerçekten öyle olduklarýný açýk seçik tanýtlar; yoksa yüzyýll
ardan beri sapasaðlam kalamazlar,
daha yapýlýrken çökerlerdi. Ýstanbul Üniversitesi'nde de profesörlük etmiþ bulun
an Ernst von Aster þöyle der:
Gerçekten daire, sonsuz çok ve sonsuz küçük kenarlardan oluþmuþ bir çokgen midir
? Yoksa daire sanki böyleymiþ
gibi mi sayýlýyor? Sanki felsefesi adýný taþýyan çaðdaþ bir bilgi kuramý var. Bu
kuram, her türlü kavram kurmalarýn
fiktif karakterini (kurgusal ya da uyduruk karakterini O. H.) ýsrarla belirtir,
hatta bu kavramlarýn çeliþik olduklarýný,
sadece karþýlýklý olarak birbirini kaldýran iki çeliþmeyi taþýdýklarýný ilerisür
er. Ancak, bu iddia doðru deðildir. Bu
kavramlara tamamýyla çeliþmesiz bir þekil verilebilir. Daha doðrusu durum þöyle:
Yalnýz herhangi bir þekilde
algýlanabilir bir görünüþ haline getirdiðim ya da getirilebilir objelere reel di
yebilirim. Bu masanýn molekülleri henüz
ilkece algýlanabilirler. Oysa dairenin sonsuz çok ve sonsuz küçük kenarlarýný al
gýlamayý istemek, sonsuz çok ve
sonsuz küçük kenarlar yerine, sayýca çok büyük olsa da, sonlu küçük kenarlar koy
mak demektir. Bu anlamda
dairenin çokgen kenarlarý, gerçekten reel olmayan, fiktif (yapýntýlý) kenarlardý
r. Ama bu fiksiyon (yapýntý),
çokgenlerin çevre ve alanlarýna iliþkin kanunlarý daireye uygulanabilir yapar, ö
yle ki bizi doðru sonuç'lara götürür.
Daire bir çokgendir derken de iþte tam bunu demek isteriz (bkz. Aster, Bilgi Teo
risi ve Mantýk, Macit Gökberk
çevirisi, Ýstanbul 1972, s. 82).
VARSAYIM. Çaðýmýz metafizikçilerinin ve idealistlerinin medet umduklarý bir ka
vram da varsayým. Bilimdýþý
hayallerinin varsayým (Os. Faraziye, Fr., Al. Hypothese, Ýng. Hypothesis) olduðu
nu ve bir gün gelip
tanýtlanmasýnýn olanaklý bulunduðunu ilerisürerler. Oysa insan kafasýnýn ortaya
attýðý her düþsel sav, bilimsel
varsayým deðildir.
Bilim, pratik doðrulanmalardan sezinlenen varsayýmlarýn yeni deneylere yol açm
asýyla geliþmiþtir. Herhangi bir
varsayým, pratikle doðrulanarak gerçeklik ve geçerlik kazanýr. Bilimsel varsayým
, tanýtlanmýþ bir olgular dizisiyle
temellenir, varbulunan tüm öteki bilimsel olgularla da uyum içindedir ve doðrulu
klarý kesinleþmiþ bilimsel bilgilere
asla ters düþemez. Eðer bu nitelikleri taþýmýyorsa zaten bilimsel varsayým deðil
dir. Bir varsayýmýn doðrulanmasý
için gerekli koþullar ya da bilgiler henüz hazýr bulunmayabilir, bu durumda bili
msel çaba o varsayýmýn
doðrulanabilmesi için gerekli koþullarýn hazýrlanmasýna yönelir. Henüz doðrulanm
adýðý halde gerekli koþullar ve
bilgiler hazýrlanýnca doðrulanabilecek olan varsayýmlar, daha önce elde edilmiþ
bilimsel vargýlarla deðerlendirilir ve
temellendirilir. Varsayým deyimi, mantýk terimi olarak, özellikle matematikte va
rgý deyimi karþýtý olarak kabul
edilen önermeyi dilegetirir. Deneysel bilimlerde, deneyin denetimiyle baðlantýlý
olarak þimdilik kabul edilen
önermeyi bildirir. Deneysel bilimlerde bilginler, araþtýrmalarýna baþlamak için,
bir varsayýmdan yola çýkmak
zorundadýrlar. Çünkü, varýlmasý gereken sonucu elde edebilmek için, o sonucun ön
tasarýmlarýna sahibolmak
gerekir. Deneysel bilimlerde varsayýmlar, çeþitli yollardan çýkarsanabilir. Örne
ðin Kepler, Mars yýldýzýnýn
yörüngesinin elips biçiminde olduðu yolundaki varsayýmýný Mars yýldýzýný gözlem'
lerken saptamýþtý. Claude
Bernard kurar maddesinin canlý örgenliði zehirleyerek öldürdüðü yolundaki varsay
ýmýný yaptýðý deney'lerden
çýkarmýþtý. Arkhimedes (Arþimet)'in, sudaki bir cismin yer deðiþtirttiði suyun o
ylumu kadar kendi aðýrlýðýný
yitireceði yolundaki ünlü varsayýmýný, hamamda yýkanýrken kurnadaki suya batýrdý
ðý tastan sezinlediði söylenir.
Fleming, kimi mikroplar üstünde deneyimler yaparken bir rastlantý olarak küflene
n bir tüpte mikrop bulunmadýðýný
görüp küfsel penisilinin mikroplarý öldürdüðü yolundaki varsayýmýný bulmuþtu. Ne
var ki, görüldüðü gibi, sezgiler
ve rastlantýlar bile, bilimsel çalýþmalar sýrasýnda ortaya çýkmýþtýr ve bilimsel
çalýþmalarýn ürünüdür. Kimi yerde
yanlýþ varsayýmlar bile yararlý olur, doðru varsayýmlar yanlýþ varsayýmlarý dýþý
ndalayarak elde edilir. Gene yukardaki
örneklerde görüldüðü gibi, varsayýmlar, daima gerçek olaylardan çýkarýlmýþlardýr
, metafizikçilerle idealistlerin
doðaüstü varsayýmlarý gibi hayal ürünü deðildirler. Bu yüzden varsayým, bilimsel
öngörü olarak da nitelenir.
Bilgilenme sürecinde ilkin düþünsel kavramlar oluþturulur. Bu kavramlardan yar
gýlar, uslamlamalar türetilir.
Kavramlarýn, yargýlarýn, uslamlamalarýn karmaþýk çaðrýþýmý, bilginin en üstün aþ
amalarý olan varsayým'larla
kuram'larý oluþturur. Yasalarýn ipucu olan varsayýmlar, deneylerle, eþdeyiþe pra
tikle doðrulanýr. Çünkü, gerçeðin
tek þaþmaz ölçütü pratiktir. Varsayýmlar, pratikle doðrulandýklarýnda kuram, eþd
eyiþle bilimsel yasa adýný alýrlar.
Kimi varsayýmlar yadsýnýrken kimileri de bilimlerin deðerli bilimsel bulgularý a
rasýna katýlýrlar. Bilimsel birikim
böylelikle artar ve yeni varsayýmlara yolaçar.
Bilimsel kuram, pratikle denetlenebilen kuramdýr. Kuram, insansal deneylerin b
ilincine varýlmasý ve bireþimidir.
Nesnel gerçekliðin insan bilincine düþünsel olarak yansýmasýdýr. Gerçekte kuram
ve kýlgý (teori ve pratik), bilme
sürecinin ansal ve özdeksel iki yanýný dilegetiren felsefesel kavramlardýr. Bu b
ilme süreci, doðayý ve toplumu
dönüþtürme ve deðiþtirme sürecini de kapsar. Bundan ötürüdür ki toplumsal tarihs
el (Fr. Socio historique) bir
süreçtir. Ýnsanlarýn eylemsel çabalarý kýlgý, düþünsel çabalarý kuram'dýr. Bu ba
kýmdan birbirine karþýt durumda
bulunan bu iki insansal olgu ayný zamanda birbirleriyle sýkýca baðýmlýdýr. Kuram
, kýlgýdan doðar ve gene kýlgýya
dönerek onu etkiler ve geliþtirir. Kuram, kýlgýyla birlikte ve kýlgý içinde oluþ
ur. Eytiþimsel özdekçilik dilinde buna
kuramla kýlgýnýn birliði ve ayrýlmazlýðý denir. Metafizikçiler onu salt düþüncey
le kurulmuþ bilgi sayarlar, oysa salt
düþünceyle kurulmuþ hiçbir bilgi yoktur, Darwin kuramýný kurarken sayýsýz deneyl
er ve gözlemler yapmýþtýr.
Kuramsal faaliyet, kýlgýsal faaliyete dayanýr ve kýlgýsal faaliyetle doðrulanýp
desteklenir; bu yüzdendir ki toplumsal
kýlgýyla sýmsýký baðýmlýlýk içindedir. Bununla beraber metafizik kuramlarýn nesn
el gerçeklikten kopmuþ ve salt
düþünceyle kurulmuþ olduklarý doðrudur, ne var ki iyice incelenirse bu hayali ku
ramlarýn bile nesnel gerçekliðin
fantastik ve çarpýtýlmýþ yansýmalarý olduðu görülür. Bu gibi düþsel kuramlarýn m
eydana gelmiþ olmalarýnýn nedeni,
kol ve kafa emeklerinin birbirinden ayrýlmýþ olmasý ve kuramla kýlgýnýn göreli o
larak birbirlerinden baðýmsýz birer
toplumsal faaliyet haline dönüþmüþ bulunmalarýdýr. Bu düþsel kuramlar hiçbir zam
an kýlgýyla denenemez ve
doðrulanamazlar, bundan ötürü de nesnel gerçekliðe ve dolayýsýyla gerçeðe aykýrý
kalýrlar. Toplumsal kuramlar,
ancak, toplumun özdeksel yaþamýndaki geliþme, toplumun önüne yeni görevler koydu
ðu zaman ortaya çýkarlar.
Ama bir kez ortaya çýktýlar mý, toplumun özdeksel yaþamýndaki geliþmenin ortaya
koyduðu yeni görevlerin mutlaka
yerine getirilmesini saðlayan özdeksel bir güç haline gelirler. Ýþte yeni kuraml
arýn örgütleyici, devindirici ve
deðiþtirici rollerinin bütün önemi o zaman kendini gösterir. Açýkçasý, yeni topl
umsal kuramlar ortaya çýkýyorsa, bu,
doðrudan doðruya topluma gerekli olduklarý içindir. Çünkü onlarýn örgütleyici, d
evindirici ve deðiþtirici etkileri
olmadan, toplumun özdeksel yaþamýndaki geliþmenin getirdiði geciktirilemez sorun
larýn çözümü olanaksýzdýr.
Kuramla kýlgýnýn birliði, diyalektik bir zorunluktur. Çünkü kuramsal düþünce olm
aksýzýn iki doðal gerçek birbiriyle
iliþkili kýlýnamaz ya da onlar arasýnda varolan iliþki anlaþýlamaz. Düþüncenin g
erçekleþmeye yönelmesi yetmez,
gerçekleþme de düþünceye yükselmelidir.
METAFÝZÝÐE KARÞI METAFÝZÝK. Kantçýlýk ya da eleþtiricilik adlarý altýnda Alman
düþünürü Kant'ýn sistemi,
idealist bir yapý içinde yükselmiþ bir çeþit utangaç özdekçilik olmakla beraber
birçok düþünceleri geniþ çapta
etkilemiþ bir akýmdýr. ondokuzuncu yüzyýlda yenieleþtiricilik ya da yenikantçýlý
k adý altýnda Almanya'da Albert Lange
(1828-1876) ve Fransa'da Charles Renouviernin (1815-1903) öncülükleriyle Hermann
Cohen (1842-1918) ve
izdaþlarýnda beliren olgucu bir yapý içinde canlanmýþtýr. Yenikantçýlýk da, eski
idealist gerçekçiliði diriltmeye
çalýþan yenigerçekçilik gibi, bir çeþit yeniolguculuk (neo pozitivzm) karakterin
dedir. Daha açýk bir deyiþle,
yenikantçýlýk Auguste Comte'tan temizlenmiþ bir olguculuktur. Yenikantçýlýk da,
özet olarak, þöyle der:
Olaylardan baþka hiçbir þeyi bilemeyiz. bilim olaylarý incelemekle yetinmelidir.
.. Liebmann, J. Volkelt, A. Riehl,
H. Cornelius, H. Cohen, P. Natorp, E. Cassirer, A. Lieber, Windelband, Rickert,
Lask gibi birçok düþünürler bu
anlamdaki yenikantçýlýðý savunmuþlardýr. Lange'nin önderliðindeki Alman yenikant
çýlýðý Kant'ýn usçuluðuna,
Renouviernin önderliðindeki Fransýz yenikantçýlýðý Kant'ýn töreciliðine önem ver
miþtir. Özellikle Lange'nin
düþünceleri, idealist kafalardaki bulanýklýðý belirtmek bakýmýndan yeterli bir ö
rnektir. Lange'ye göre özdekçilik
bilimsel bir yöntem olmakla yetindiði sürece doðrudur, nesnelerin kendiliklerini
açýklamak gibi bir kuruntuya
kapýlýnca yanlýþ bir yola girmektedir. Çünkü özdek dediðimiz þey, sonuç olarak,
düþüncemizin tasarýmlarýndan
ibarettir. Bu yüzden de asýl gerçeklik materyalizmde deðil idealizmdedir. Kaldý
ki idealizm, insanýn mutluluðu için
de gereklidir. Bilim, kendiliðinde þey'i bilemez. Özdekçilik de, bu yüzden, sade
ce olaylarla uðraþan bir bilim
olarak kalmalýdýr. ondokuzuncu yüzyýlda, bu Kantçý olgucu yeni görüþ, Claude Ber
nard (1813-1878), Dubois Reymond
(1818-1896), Helmholtz (1821-1894), Wilhelm Wundt (1832-1930), H. Taine (1828-18
93), E. Renan (1823-
1892), Scherer (1815-1889) gibi pek çok ünlü bilgin ve düþünürü etkilemiþtir. Ye
nikantçýlýk, Marbourg okuluyla
(Cohen, Natorp, Cassirer); Badep okulunda (Windelband, Rickert) geliþtirilmiþtir
. Ýtalya'da C. Cantoni, Tocco;
Rusya'da Vedenski, Çelpanov ve yasal Marksçýlar Kant'ýn idealizmini geliþtirmeye
çalýþan yenikantçýlardýr.
Yenikantçýlarýn ilerisürdüklerine göre, ondokuzuncu yüzyýlda felsefe çöküyormuþ,
bu yüzden de felsefeyi kurtarmak için
Kant'a dönülmüþ. Oysa ondokuzuncu yüzyýlda çökmeye baþlayan felsefe deðil, burju
va gevezeliklerinden ibaret olan
burjuva felsefesiydi ve burjuvazinin kendini destekleyebilecek güçlü bir idealiz
m gereksinimi vardý. Yenikantçýlýðýn
ya da Kant'a dönüþün özdeksel varlýk nedeni budur. Engels; þöyle der: Yenikantçý
bilinemezci ortaya çýkýp diyor
ki: Bir nesnenin niteliklerini doðru olarak algýlayabiliriz, ama nesnenin kendis
ini hiçbir duyusal ya da zihinsel yolla
kavrayamayýz, kendinde varlýk kavrayýþýmýzýn ötesindedir. Hegel buna çok önceler
i þu karþýlýðý vermiþti: Bir
nesnenin bütün niteliklerini biliyorsanýz o nesnenin kendisini de biliyorsunuz d
emektir. Geriye, sözkonusu
nesnenin bizim dýþýmýzda varolduðundan baþka bir þey kalmaz. Ve duyularýnýz size
bu olguyu öðrettiði zaman
kendinde varlýðýn, Kant'ýn o ünlü Ding an sich bilinemezinin üst yanýný da kavra
mýþ olursunuz. Engels, gerçek bir
bilim adamý aðýrbaþlýlýðýyla þunlarý da ekler: Kant'ýn çaðýnda doðal nesneler ko
nusundaki bilgimiz öylesine bölük
pörçüktü ki, onlarýn üstünde bildiðimiz az bir þeyin ötesinde esrarlý bir kendin
de varlýk bulunduðu sanýlabilirdi.
Ama bu kavranamaz sanýlan nesneler bilimin dev adýmlarýyla ilerlemesi sonunda
kavrandýlar, çözümlendiler,
üstelik de yeniden üretildiler. Kant XViii'nci yüzyýlda yaþamýþtý. Ya ondokuzunc
u yüzyýlla XX'nci yüzyýlýn
yenikantçýlarýna ne demeli? Onlara ne deneceðini de gene Engels söylüyor: Yenika
ntçý, bir bilim adamý olduðu
ölçüde, eþdeyiþle herhangi bir þeyi bildiði ölçüde özdekçidir. Ama biliminin dýþ
ýnda, hiçbir þey bilmediði alanlarda
bilgisizliðini Yunancaya çevirir ve ona agnostisizm (bilinemezcilik) der. Yenika
ntçýlýðýn olaðanüstü
yaygýnlaþmasýnýn nedenleri, özellikle Almanya'daki sýnýf iliþkilerinin deðiþmesi
nde ve genellikle dünya
burjuvazisinin ideolojik gereksinimlerinde yatar. Paris komününden dehþete kapýl
an burjuvazi, toplumculukla
savaþýmýnda kullanabileceði idealist bir felsefeyi þiddetle gereksiyordu. Doða b
ilimleriyle toplum bilimleri arasýnda
bir antitezin varlýðýný, bunun sonucu olarak da toplumsal geliþmenin doðadaki ge
liþme gibi yasalý olamayacaðýný ve
toplumsal olaylarý bilimsel olarak bilmenin olanaksýz bulunduðunu ancak Kant'ýn
idealizmi gösterebilirdi. Özellikle
Kant'ýn kuramsal ve kýlgýsal us ayrýmlarý, o her derde deva bilinemezciliði burj
uvazinin baþlýca güç kaynaðý
olmuþtur. Bu yüzdendirki Baden okulunun yenikantçý profesörleri þöyle derler: Ta
rih, kültürel deðer taþýyan tekil
olgularýn bilimidir ve hiçbir zaman yasalý olamaz: Toplumsal olaylarý bireysel o
laylara ve toplumsal geliþmeyi
kültürel geliþmeye indirgeyen bu görüþ, yenikantçýlýðýn özüdür. Bundan ötürü de
toplumbilimde pek çok yenikantçý
öðretiler türemiþtir. Bu yenikantçý burjuva toplumbilimlerinin ortak yanlarý; Ma
x Weber, W. Windelband ve H.
Rickert'in tarihsel süreçte, nesnel etmenlerin rolünü görmezlikten gelerek, özne
l etmenlerin rolünü abartýp
saltýklaþtýran idealist savlarýdýr.
Olguculuk, temelde; Alman düþünürü Immanuel Kant'tan gelen olaylardan baþka hi
çbir þeyi bilemeyiz
varsayýmýna dayanýr. Bu bakýmdan yenikantçýlýk, yenigerçekçilik, yenihegelcilik
gibi bütün idealist öðretiler, az
çok, zorunlu olarak olgucu bir sonuca varýrlar. Olaylardan baþka hiçbir þeyi bil
emeyeceðimize göre, bilim de sadece
olaylarý incelemekle yetinecek ve kendiliðinde þey'in alanýna el uzatmayacaktýr.
Yeniolgucular, olguculuk
öðretisini bu anlamdaki bilimselliðe uygulayarak, bilimsel kurallarýn deðerini ö
lçebilecek yanýlmaz bir ölçüt
bulduklarý kanýsýndadýrlar. Bu ölçüt de dil ve somut mantýk incelemeleridir. Ger
çeðin bilgisi, bilimsel düþüncenin
verilerinden ibarettir. Demek ki felsefeye dilin çözümlenmesinden baþka yapacak
bir iþ kalmamaktadýr. Felsefe ve
bilim tüm mantýk iþidir. Bu yüzden yeniolguculuk, bilim felsefesi ya da mantýkçý
olguculuk (Fr. Positivisme
logique) adlarýyla da anýlýr. Yeniolguculuðun temelleri Bertrand Russell, L. Wit
tgenstein, M. Schlick, R. Carnap;
H. Reichenbach, Tarski, W. Quine, A. Pap, G. Ryle, A. Ayer taraflarýndan atýlmýþ
týr. Yeniolguculuðun ayýrýcý
niteliði, bilimsel terimlerin semantik çözümlenmesine dayanmaktadýr. Bu düþüncey
se, örneðin Amerikan
semantikçisi S. Chase'in elinde sömürme teriminin dilden atýlmasýyla sömürme ola
yýnýn da ortadan kalkacaðý
sonucuna varmaktadýr. Yeniolgucular, otay deyiminden, nesnel fenomenleri ve olgu
larý deðil, öznel duyumlarý ve
tasarýmlarý anlamaktadýrlar. Onlara göre bilim sadece olaylarla uðraþacaktýr, am
a olaylarýn nesnel gerçeklikleri
yoktur, örneðin bir limonun gerçekten var olup olmadýðý ve nasýl bir süreçle 'va
rlaþtýðý sorulamaz ve incelenemez.
Limon, sadece dille anlaþýlan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve b
içimden ibarettir ve yalnýz bu
nitelikleri bilimsel bir araþtýrmanýn ve yargýnýn konusu olabilir. Bilim, nesnel
dünyayý asla bilemez.
Yeniolgucular, böylece, felsefenin temel sorunlarýný tümüyle yok ettikleri ve
bilimi en ilkel yanýndan aldýklarý
halde, varsayýmlarýna bilimsel felsefe adýný takmaktan çekinmemektedirler. Gerçe
kte yaptýklarý iþ, olay teriminden
öznel duyumlarý ve tasarýmlarý anladýklarýna göre, yalýn bir öznel idealizmden i
barettir. Yeniolgucular, töresel
alanda da ayný özelliði gütmektedirler. Onlara göre töresel bir kaný, kiþisel bi
r kanýdýr ve baþkalarýný baðlamaz.
Nesnel töresel kurallar yoktur. Bundan çýkan sonuç da açýkça þudur: Nesnel töres
el kurallar arayanlar dine
baþvurmalýdýrlar. Yeniolguculuk, görüldüðü gibi, metafiziðe sýrt çevirme ve bili
mselleþme iddialarýna raðmen,
bilimin tüm dýþýnda ve metafiziðin tüm içinde bulunan gerici idealist bir öðreti
dir. Öznel düþünceci yeni olguculuk,
çaðýmýzda, ayný yapýda olmak üzere, çeþitli adlar ve okullarla boy göstermektedi
r. Örneðin Avusturya'da M.
Sehlick'le öðrencilerinin kurduðu Viyana okulu, Ýsveç'te Upsala okulu, H. Reiche
nbach ve C. Hempel'le izdaþlarýnýn
oluþturduðu Berlin bilimsel felsefe derneði, Almanya'da ayrýca Münster grubu (Sc
holz), Ýngiltere'de Lengüistik
felsefe grubu ve ayrýca Moore'u izleyen Analitik düþünürler (Stebbing, Wisdom vb
.), Lvov-Varþova okulu (özellikle
K. Aidukewicz), Viyana grubuna baðlý olarak Alman mantýkçý olgucularý (Carnap, N
eurath vb.), Amerika'da
Pragmacý yeniolgucu akým (E. Nagel, M. Morgenau, W. Quine Morris, Bridgman vb.)
ve ayrýca bilimsel görgücülük
(Fr. Empirisme scientifique) adý altýnda toplanan pek çok düþünür yeniolgucudurl
ar. Bilim adamý geçinen bu kadar
çok profesörün böylesine bir bardak suda fýrtýna koparmaya çalýþmalarýnýn nedeni
, kolaylýkla anlaþýlamaz.
Emperyalizmin merkezi olan Amerika'nýn bugün yeniolguculuðun da merkezi olduðu u
nutulmamalýdýr. Bu bilimdýþý
akýma kendilerini kaptýrmýþ bulunan kimi iyi niyetli bilim adamlarý, yeniolgucul
uðun pek çok felsefe sorunlarý
karþýsýndaki aczini itiraf etmekte ve bunu yeniolguculuðun bunalýmý (Fr. Crise d
e neo positivisme) olarak
nitelemektedirler. Felsefeyi bir dilbilgisi çözümlemesine indirgemek, onu yok et
mek demektir. Yok edilen bir
felsefeye bilim felsefesi adýný vermekse yeniolgucu bulanýk kafalýlýðýn yapabile
ceði bir þeydir. Bundan ötürü
yeniolguculuk, sözde bilim felsefesi (Fr. Soidisant philosophie de science) adýy
la anýlýr.
HAYIR DÝYEN ÝNSAN. XX'nci yüzyýlýn burjuva düþüncesi, sanat alanýnda da umutsu
zdur. Bu umutsuzluðu
belirtmek için, biri Ýngiliz öbürü Fransýz, iki sanatçý, bir XV'nci yüzyýl ermiþ
inden yararlanýyorlar. Bu sanatçýlar,
Bernard Shaw'la (1856-1950) Jean Anouilh'dur (1910- ). Sorduklarý þudur: Jeanne
d'Arc niçin yakýldý?
XV'nci yüzyýl, Fransa'yý kargaþalýk içinde buldu. Dükalar birbirine girmiþ, iç s
avaþlar baþlamýþtý. Güçsüzlüklerden
yararlanmasýný pek iyi bilen bir baþka ulus, Ýngiltere, Fransa kýyýlarýnda boy g
österiyordu Fransýz soylularý
ülkelerini satýyorlardý. Harfleur bir aylýk bir kuþatmadan sonra düþmüþ, Normand
iya Ýngilizlerin eline geçmiþti.
Ýngiliz tümenleri, Bourgonyalýlarýn da yardýmýyla, Calais üssüne yönelmiþlerdi.
Fransa Kralý Vi'ncý Charles'ýn
kýzýyla evlenen Ýngiltere Kralý V'nci Henri, Fransa tahtý üstündeki düþünü gerçe
kleþtirmek üzereydi. Bourgonya Dükasý
Philippe, Fransa tacýný avuçlarý arasýna almýþ, Ýngiltere Kralý V'nci Henri'ye s
unuyordu 1422 'de Ýngiliz damat
Fransýz kaynatasýndan iki ay önce öldü ama, Ýngiltere'nin Fransa üstündeki tutku
su zerrece eksilmedi. Ýngiliz kral
naibi Duc de Bedford bu tutkuyu hýzlandýrmýþtý. 1392 yýlýndan beri aklý baþýnda
bulunmayan deli Kral Vi'ncý
Charles da ölünce ortada beceriksiz, parasýz, taçsýz bir veliahttan baþka kimsec
ikler kalmýyordu. Oysa Fransa'nýn geleceði
gene de bu zavallýnýn taç giymesine baðlýydý. Dükalar, Fransa tahtýna oturmasý g
ereken bu delikanlýyý kral yerine
deðil, adam yerine bile koymuyorlardý. Delikanlý, elleri cebinde, ne yapacaðýný
þaþýrmýþ, Fransa'nýn henüz Ýngiliz
ayaðý deðmemiþ topraklarýnda dolaþýp duruyordu. Ýngiliz ayaklarýysa çevresini gi
ttikçe daraltýyorlardý. Bu gidiþle,
dolaþabileceði tek yer, Tourain'deki evinin bahçesi kalacaktý.
Ýþte erdemli Jeanne, Tanrýnýn sesini bu sýrada duydu Tanrý ona, Orleans'ý Ýngi
lizlerden temizleyerek veliahta taç
giydirmesini emrediyordu. On sekiz yaþýnda, kaba saba, bilgisiz bir köylü kýzýyd
ý. Lorraine'le Champagne arasýnda,
Mouse nehri kýyýlarýndaki Domremy köyündendi. Kendisi pek bilmiyordu ama, babasý
, soylarýnýn Arc'tan geldiðini
söylüyordu. Sürülerin peþinde koþmaktan elleriyle ayaklarý nasýr içindeydi. Oysa
, kendisinden yüzyýllarca sonra
yaþayan Fransýz tarihçilerinin sözbirliðiyle yazacaklarýna göre, Fransa'nýn kurt
arýcýsý olacaktý.
Fransa, bahtsýz kargaþalýðýnýn ortasýnda, bir ermiþin erdemlerini bekliyordu.
Jeanne d'Are tam zamanýnda
yetiþmiþti. Sophokles'in temkinli akýl'ýnýn yapamadýðýný bilinçsiz güç baþaracak
tý. Baþvurabileceði baþka bir þey
kalmamýþ olan halk, ona inanýyordu. Ünü, Fransa topraklarýnda hýzla yayýlmýþtý.
Beceriksiz veliaht önüne ilk
çýkanýn peþine takýlmaya hazýrdý. Askerler erdemli Jeanne'ýn getirdiði Tanrýnýn
sesiyle yüreklenmiþlerdi. Birkaç ay
içinde Orleans Ýngilizlerden temizleniverdi. Veliaht, Reims' da kutsal krallýk t
acýný giydi. Þaþkýn delikanlý artýk
Fransa Kralý Vii'nci Charles olmuþtu. Tahta oturduktan sonra yüreklenmeye baþlay
acak, Ýngiltere kral naiplerinin
çekiþmelerinden de yararlanarak, ülkesi hesabýna mutlu iþler baþaracaktý.
Erdemli Jeanne görevini bitirmiþti, artýk Ýngilizlere satýlabilirdi. Ýngilizle
r de onu, bir öç alma duygusu içinde,
odun yýðýnlarýnýn üstüne çýkarýp yakabilirlerdi. Warwick'in dediði gibi, ileride
, baþka bir politika gerektirirse ateþte
yaktýklarý bu zavallý kýzýn heykelini de dikebilirlerdi. Birkaç yüzyýl sonra Ýng
iltere hükümetinin menfaatleri bunu
pekala gerektirebilirdi. Oysa þimdilik suçluydu; Ýngiliz ordusunu büyücülükle ye
nmiþti, Tanrýnýn sesini duyduðunu
söyleyerek kutsal kiliseye karþý koymuþtu.
Jeanne d'Arc niçin yakýldý?.. Bu soruya önce bir Ýngiliz sanatçýsý, Bernard Sh
aw karþýlýk verdi: Çünkü dünya,
erdemlileri istemiyordu. Jeanne'ýn eliyle tahta çýkardýðý Kral Vii'nci Charles,
onun yakýlmasýna göz yummuþtu:
Çünkü minnet altýnda yaþayamazdý. Hele kaba saba bir köylü kýzýnýn eliyle tahta
oturmak ince soyluluðuna pek aðýr
geliyordu. Kilisenin düþmanlýðýnaysa hiç dayanamazdý. Bir yandan da Ýngilizlerle
iyi kötü bir anlaþmaya varmasý
gerekiyordu Görevini bitirmiþ bir büyücüyü savunacak kadar aptal deðildi.
Monarþiden baþka, aristokrasi de onun yakýlmasýna göz yummuþtu: Çünkü Jeanne,
aristokrasiyi bir kenara atýp
kralý biricik, mutlak hükümdar kýlýyordu. Kral, soylularýn sadece birincisi olma
ktan çýkýyor, onlarýn efendisi
oluyordu. Soylularýn topraklarý tehlikedeydi. Kral bütün Fransa topraklarýnýn sa
hibi kýlýnmýþtý.
Bilginler, okumuþlar da göz yumuyordu: Çünkü Jeanne ulusçuydu, Fransa Fransýzl
arýndýr, diyordu. Bu
düþüncenin sonu Ýspanya da Ýspanyollarýndýra varýrdý. Oysa; Ýspanya'nýn bir parç
asý pekala Fransýzlarýn olabilirdi.
Bu düþünce Katolikliðe de aykýrýydý, Katolikliðin tanýdýðý tek hükümdarlýk Ýsa'n
ýn hükümdarlýðýydý. Bu
hükümdarlýk uluslara paylaþtýrýlýrsa Ýsa da tahtýndan indirilmiþ olurdu. Yakýlac
ak olan Protestanlýk deðil,
ulusçuluktu.
Kilise göz yumuyordu: Çünkü, Tanrýdan ses almak gibi akla sýðmayan bir kurumla
burnu þiþmiþ bir köylü kýzý,
kilisenin bilgeliðini hiçe saymaya kalkarsa dünyanýn hali nice olurdu? Kilisenin
baþýna, Muhammed'le ona
kananlar yetiþmiyormuþ gibi, bir de bu kýzla ona kananlar çýkmýþtý. Kilisenin, v
arlýðýný savunmasý gerekiyordu.
Jeanne'ýn kendisi de göz yumuyordu: Çünkü ermiþlik, onun mutluluðuydu. Ermiþliði
ni yalanlamak onu
yakýlmaktan kurtaracak, ama mutluluðundan edecekti. Özgürlüðüne kavuþabilse bu m
utluluðun harcanmaya deðer
olup olmadýðýný düþünürdü. Oysa, ermiþliðini yalanlamaya karþý sadece zindanda ç
ürümeye býrakýlmak veriliyordu
Deðmezdi, hesap tutmuyordu.
Jeanne'ýn yakýlmasýndan yirmi beþ yýl sonra gerekler deðiþecek, köylü kýzýnýn
ermiþliði, Fransa'nýn menfaatlerine
daha uygun görünecekti. Elli bir yaþýna basmýþ olan Kral Vii'nci Charles, bir bü
yücünün gücüne deðil, bir ermiþin
gücüne dayanmak istiyordu. Dava, Jeanne'ýn annesiyle kardeþlerine açtýrýlýp Jean
ne temize çýkarýldý; ermiþliði de,
artýk güçlenmiþ bulunan kralýn isteðine uyularak, kilisece onaylandý. Bu sonuç h
alkýn da duygularýný karþýlýyor,
Ýngilizlere karþý yeni bir üstünlük saðlýyor, bir taþla birkaç kuþ vurulmuþ oluy
ordu. Oysa Bernard Shaw'a göre,
Jeanne temize çýkarýp ermiþliðini onaylayacak yerde diriltebilselerdi, altý aya
varmaz yeniden yakarlardý. Çünkü
erdemliler dünyaya göre deðildi, dünya, erdemlileri istemiyordu.
Soruyu, Bernard Shaw'dan sonra, Fransýz sanatçýsý Jean Anouilh karþýladý: Jean
ne, hayýr dediði için yakýlmýþtý.
Jeanne'ýn erdemleri, hayýr diyen insan'ýn erdemleriydi. Ýnsan baþtan aþaðý güçtü
, güvendi, yüreklilikti. Bir bakýma
baþtan aþaðý günah, þehvet, pislikti de, Gecenin karanlýðýna sýðýnýp yaptýðý þey
lerin hepsi hayvanlýktý. Ama
hayvanlar gibi davranan o insan, bir de bakardýnýz, bir orospunun yataðýndan fýr
layýp küçük bir çocuðu kurtarmak
üzere azgýn bir atýn önüne atýlývermiþ. Tanrý, insaný iþte bu ikiliði için yarat
mýþtý. Ýnsan olmanýn gururuyla
mucizenin ta kendisiydi insan. Düþman, insanýn ta kendisiydi. Asýl davanýn ne ol
duðu, kimden hesap sorulduðu
bilinmeliydi artýk. Zavallý bir köylü kýzýnýn ardýnda þeytaný aramak boþunaydý.
Ýnsan, kendine güveni, sessiz, duru
haliyle þeytandan bin kat daha korkunçtu. Çünkü onun tek Tanrýsý kendisiydi. Ses
i, yüzyýllar boyunca susmayacak,
hayýr demekte direnecekti. Ona evet dedirtmeye çalýþmak boþunaydý.
Jeanne hayýr demiþti, çünkü, ileride beni buradan çýkarýp saraya alýrlarsa ne
yaparým ben? Herkes tarafýndan
unutulan, þiþman, obur, saçlarý kýnalý, her þeyi hoþ gören bir Jeanne... Belki d
e evli barklý, çoluklu çocuklu
babayani bir kadýn... Ben, sonum gelsin istemiyorum, sonu olmayan bir son istem
iyorum. Ermiþ Marguerite, ermiþ
Catherine, söylemeseniz de anlýyorum artýk, ben sizleri ilk gördüðüm gün dünyaya
geldim, söylediklerinizi
yaptýðým günden beri yaþamaya baþladým. Ben, elinde kýlýç düþmana saldýran bir k
ýzým. Manastýr köþelerinde
sabahtan akþama kadar pinekleyen, miskin, obur bir kadýn deðilim ben!...
Yanman yarým saat, anlaþýlman beþ yüzyýl sürdü sevgili ermiþ. Fransýz yazarý J
ean Anouilh, ayný temayý, bir
antikçað ermiþinde de iþlemektedir. Bu ermiþ, Antigone'dur. Anouilh, Sophokles'i
n ünlü trajedisinde þu sözlerin
altýný çizmiþ olmalýdýr:
Antigone, ablasý Ýsmene'ye, soylu musun, yoksa soysuz musun, þimdi bunu görece
ksin diyor. Antigone'un
erdemleri, soyluluðunun sonucudur. Antigone, kimsenin bana vefasýz demesini iste
miyorum diyor. Kendisini
vefalý bulmalarý Antigone'u mutlulandýrmaktadýr. Hoþlarýna gitmek istediklerimin
hoþlarýna gittiðimi biliyorum
diyor. Hoþlarýna gitmek istediði kimselerin hoþlarýna gitmesi Antigone'u mutlula
ndýrmaktadýr. Bunu yaptýktan
sonra ölürsem ne mutlu bana. O zaman sevdiðim insanýn yanýnda dinlenirim, onun y
üzünden iþlediðim bu suç için
o da beni sever. Dirilerden çok, ölülerin hoþuna gitmek isterim. Çünkü onlarýn y
anýnda sonsuz kalacaðým. Sen,
iþine gelirse Tanrýlarýn katýnda þerefli olaný hor görebilirsin diyor. Antigone
hesaplýdýr, Tanrýlarýn katýnda þerefli
olmak istemektedir, çünkü bu sonsuza deðin süreceðine inandýðý uzun bir mutluluk
tur. Topraðýn üstünde
Haimon'la geçireceði günler sayýlýdýr, ama topraðýn altýnda kardeþiyle geçireceð
i günler sonsuzdur. Antigone
insanca bir hesap yapýyor, küçüðü verip büyüðü alýyor.
Anouilh, Antigone'un erdemini XX'nci yüzyýl ölçülerine uygun güdülere dayamak
zorundaydý. Ýki bin beþ yüz
yýldan beri hesaplar bir hayli deðiþmiþti. Toprakaltý mutluluklarý yerine toprak
üstü mutluluklarýna göz
dikenlerin sayýsý çoðalmýþtý. Temkinli akýl, toprak üstünde geçireceði birkaç mu
tlu günü çok daha karlý
buluyordu. Birinci Antigone, Ý.Ö. V'nci yüzyýlýn gereklerine uygun yolu seçmiþti
; ikinci Antigone da, elbette, Ý.S.
XX'nci yüzyýlýn gereklerine uygun yolu seçmeliydi. Bu yollardan her ikisi de ölü
me varýyordu. Ancak çýkýþ
noktalarý arasýna yirmi beþ yüzyýl girmiþti.
Anouilh'un Antigone'u ne istediðini gereði gibi bilmektedir. Ben her þeyi heme
n isterim. Üstelik tamam olmasýný
isterim. Yoksa kabul etmem. Uslu oturdum diye vereceðiniz bir parçacýk þeyle yet
inemiyorum. Her þeyden emin
olmak istiyorum diyor. Aþkýndan da emin olmalýdýr elbet: Beni seviyor muydun Hai
mon, beni seviyor muydun?
Bundan emin miydin o akþam, o baloda, gelip beni köþemde bulduðun an, yanlýþ bir
ine gitmediðine emin miydin?
O vakitten beri hiç esef 'etmedin mi? Ýsmene'yi istemenin daha münasip olacaðýný
bir defa olsun düþünmedin mi?.
Çirkindir, bunu da bilmektedir. Bir bildiði daha var, kuþkulardan kurtulmanýn in
saný güzelleþtireceði: Evet,
çirkinim. Babam sonradan güzel olmuþtu. Kendisini artýk hiçbir þeyin kurtaramaya
caðýný anladýktan sonra. O
zaman birdenbire rahatladý, güzelleþti. Acaba sýr, Ýsmene'nin giyitlerinde mi, d
udak boyalarýnda mý, kokularýnda
mý?.. Senin yanýna Ýsmene'nin giyitlerini giyerek niçin mi geldim? Aptallýk. Ben
i sahiden arzuladýðýna
inanamýyordum. Onlarýn giyitlerini giyer, boyalarýný sürer, kokularýný kullanýrs
am biraz daha onlara benzer, sana
arzu veririm diye düþündüm. Ablasý, sarýþýn Ýsmene'yi kýskanmaktadýr: Ben kara k
uru bir kýzým, Ýsmene'yse bir
meyve gibi pýrýl pýrýl. Polyneikes'in ölüsü meydanda duruyor, ama iþler yolunda
gitseydi, ölmeyi ben de
isterdim. Oysa kuþkular, aþaðýlýk duygusu onu günden güne eritmektedir. Yapabils
e de Ýsmene'yi de beraber
sürüklese, geride býrakmasa. Ama Ýsmene ölmek istemiyor. Þu halde Antigone erdem
ini tek baþýna yaþayacaktýr.
Artýk toprak üstünde yapabileceði bir þey kalmamýþtýr. Polyneikes'in ölüsünü göm
erek erdemini belirtebilir.
Sophokles'in Antigone'unun þu sözü Anouilh'in Antigone'una daha çok yakýþýyor: S
onunda bir þey bana
kalacaktýr: Güzel bir ölüm.
Kreon'un erdemleriyse bambaþka hesaplara dayanmaktadýr. Anouilh'in Kreon'u da,
Antigone'u gibi, ne istediðini
gereði gibi biliyor: Güneþte çürüyen bu leþ beni de senin kadar rahatsýz etmiyor
mu sanýyorsun? Kokudan midem
bulanýyor, gene de pencereleri kapatmýyorum. Onu gömdürmeyi ben de isterdim, hiç
deðilse halkýn saðlýðý adýna.
Ama ne çare ki yönettiðim hayvanlarýn, en aþaðý bir ay, bu kokuyu duymalarý gere
k. Ne yaparsýn, meslek böyle
istiyor. Bu meslekte çalýþmalý mý, çalýþmamalý mý, bu tartýþýlabilir. Ama çalýþm
alý dersen, baþka çaresi yok, böyle
olacak.
ÝNSAN ARTIK SADE RUH. XX'nci yüzyýlýn kargaþalýðýnda insanýn insanlýðý büsbütü
n yitirilince, metafiziðe,
artýk onun sadece ruhtan ibaret olduðunu tanýtlamak düþüyor. Yitip giden bedeni
arayýp yeniden yerine
yerleþtirmeye çalýþmaktansa onu büsbütün yadsýmak daha kolay. Bilimci geçinen bi
rçok profesör bu iþi baþarmak
için birbirleriyle yarýþ ediyorlar. O kadar da çoklar ki hepsini anlatmaya kalks
am bu kitaba daha iki cilt eklemek
gerekir. Hem de deðmez. Kendilerinden çok söz edilen ve kimi çevrelerce pek beðe
nilen birkaç örnek vermekle
yetineceðim.
Bunlarýn baþýnda ünlü fizik profesörleri Mach'la Avenarius geliyor. Alman fizi
kçisi ve düþünürü Ernst Mach
(1838-1916)'ýn öðretisi bilimsellik görünüþü içinde bilimdýþýlýðýn en belli örne
klerinden biridir. Empirio critisme
adýyla anýlan öðretisinde varlýðýn duyum denilen elemanlardan meydana geldiðini,
bütün doðanýn insan
düþüncesinde düzene konulan bu eleman serileri (Fr. Serie d'elements)'nin toplam
ý olduðunu, nesnel sandýðýmýz her
þeyin gerçekte bizim öznel duyumlarýmýzdan ibaret bulunduðunu ilerisürmüþtür. On
a göre varlýk bir duyumlar
karmaþasý'dýr. Fizik ve psiþik bütün gerçeklikler temelde öznel duyumlara indirg
enirler. Mach'ý izleyenler
bilimsellik iddiasý içinde bu kadar ileri gitmenin mümkün olmadýðýný anlayarak,
bu duyumlarýn hiç kimseye ait
olmayýp yansýz (Fr. Neutre) olduklarýný ilerisürmüþler ve onun öznel ideâlizmini
gizlemeye çalýþmýþlardýr. Ne var ki
ne fizik ne de psiþik olmakla tanýmlanan bu yansýz kavramý da Mach'ýn savýna hiç
bir gerçeklik katmamýþtýr. Çünkü
doðada fizik ya da psiþik olmayan hiçbir þey yoktur. Ernst Mach, nesnel doðayý v
e bundan ötürü bilimi yadsýdýðý ve
böylelikle metafiziðe düþtüðü halde metafizikle de savaþmýþ ve Kant'ý metafiziði
temizleyememekle suçlamýþtýr,
þöyle der: Büyük Königsberg'li metafizikte temizlik yaptýðý zaman numen denilen
mantarý temizlemeyi unutmuþtur.
Bu mantar iþte o günden beri büyüyüp gitmektedir.
Bütün özdeksel kuramlar gibi atom kuramýna da karþý çýkan Mach, ünlü fizikçi P
lanck'la yaptýðý bir tartýþmada bu
yoldaki fizik araþtýrmalarýný bilime aykýrýlýkla suçlamýþtýr. Ona göre doðada hi
çbir gerçeklik bulunmadýðý için atom
da, numen, yani kendiliðinde gerçeklik de yoktur. Bu, dünyada benim öznel varlýð
ýmdan baþka hiçbir þey yok,
demektir ki tekbencilik anlayýþýna varan bilimdýþý bir idealizmdir. Mach'ýn vard
ýðý sonuç, olgucu düþüncenin
zorunlu sonucudur. Denilebilir ki olguculuk (Pozitivizm) XX'nci yüzyýlýn baþlarý
nda, ilerde daha baþka biçimlere
dönüþmek üzere, Mahçýlýk biçimine dönüþmüþtür. Fiziðe olduðu kadar metafiziðe de
sözde sýrt çevirerek üçüncü
bir yol olma iddiasýndadýr. Gerçekte Ýngiliz düþünürleri George Berkeley (1685-1
753) de David Hume'un (1711-
1776) görüþünü izler, düþünen insanýn dýþýnda hiçbir objektif gerçek bulunmadýðý
ný dolaylý olarak ilerisürmekle
sübjektif ruhçuluðu savunur. Ýnsanýn dýþýndaki bütün þeyleri insanýn duyularýna
indirgemekle, insanýn dýþýnda ve
insandan önce de var olan dünyayý tanýmaz. Deneyci görünür, ama deneydeki objekt
if gerçeðin varlýðýný yadsýr,
insan için sadece duyularla elde edilen algýlarýn gerçek bulunduðunu ve insanýn
bu tasarýmlarla yetinmesi
gerektiðini ilerisürer.
Mahizme ampirio kritisizm adý da verilerek Richard Avenarius'ün (1843-1896) dü
þüncesiyle birleþtirilir.
Mahçýlarýn sözde deney'e baþvurmalalarýnýn onlarý hiçbir zaman bilimselleþtirmed
iði bütün açýklýðýyla ortaya
konmuþtur. Deneyciliði (Mahçýlýk, deneyci eleþtiricilik anlamýna gelen empirio c
riticisme adýyla da anýlýr)
materyalist anlamýnýn tam karþýtý olan idealist bir anlamda ele alan Mahçýlýk, b
ir yandan bilgi kökeninin deneysel
olduðunu kabul ederken öbür yandan deneydeki nesnel gerçeðin varlýðýný yadsýr. D
eney konusunun nesnel dünya
olmayýp duyumlar ve algýlar olduðunu ilerisürer, buysa düpedüz öznel düþüncecili
k (sübjektif idealizm) demektir.
Herkes insandaki duyumun ne olduðunu bilir, ama insan olmaksýzýn duyum ya da ins
andan önce varbulunan duyum
saçmadan baþka bir þey deðildir. Mahcýlarýn, yansýz eleman uydurmasýyla materyal
izm ve idealizmin üstüne
yükselme savlarý, eytiþimsel özdekçi felsefede felsefe þarlatanlýðý olarak nitel
enir. Ünlü bir diyalektikçi Mahçýlara,
her aklý baþýnda insanýn kolaylýkla yanýtlayabileceði þu sorularý sorar: Ýnsanda
n önce doða var mýydý? Mahçýlara
göre yoktur, çünkü doðayý bireysel insan duyumu varetmiþtir. Ýnsan beyniyle mi d
üþünür? Mahçýlara göre insan
beyniyle düþünmez, çünkü beyin denilen örgeni bireysel insan düþüncesi varetmiþt
ir. Çevrenizde kendinizden baþka
insanlar var mýdýr? Mahçýlara göre yoktur, çünkü o baþka insanlar da bireysel du
yum ve düþüncenin ürünüdür.
Mahçýlýk, pek açýk bir tekbencilik (solipsizm)'tir ve saçmalýðýnýn en açýk kanýt
ý da budur. Avenarüýs ve Mach,
tekbenciliðe düþmemek ve öznelciliklerini gizlemek için benim sözcüðü yerine biz
im sözcüðünü kullanýrlar. Ne
var ki dýþ dünyanýn nesnel varlýðý yoksa pek açýktýr ki baþka insanlarýn da nesn
el varlýklarý olamaz, öyleyse
kendimden baþka hiçbir þey bilemem ve benden baþka hiçbir þey yoktur saçmalýðýnd
an da kaçýnýlamaz. Bu
anlayýþa göre fiziðin konusu, nesneler arasýndaki baðlantýlardýr. Mach, þöyle de
mektedir: Duyumlar nesnelerin
sembolleri deðildir, tersine, nesneler duyumlar karmaþasý için ansal sembollerdi
r. Evrenin gerçek elemanlarý
nesneler deðil, duyumlardýr. Ünlü bir eleþtirici Mach'ýn bu sözlerini þöyle yaný
tlar: Öyleyse düþünce beyinsiz
olarak vardýr. Bu beyinsiz felsefeyi savunabilecek olan da var mýdýr? Evet, o da
vardýr. Bu Profesör Richard
Avenarius'tür.
Ýnanýlýr gibi deðil ama, bu bilimdýþý öðreti baþta Henri Poincarl;, P. Duhem,
Adler, Petzold, Bermann, Helfond,
Ýyuþkeviç, Bazarov, Bogdanov, Lunaçarski, Suvorov vb. olmak üzere yüzlerce profe
sör tarafýndan benimsenmiþ ve
desteklenmiþtir.
Antropoloji felsefesinin kurucusu, Alman düþünürü Max Schelerdir (1874-1928) M
ax Schelere gelinceye kadar
insanla ilgili bütün konularýn felsefesi yapýlmýþ, insanýn kendisinin felsefesi
yapýlmamýþtý. Ýnsanýn beden yapýsý, ruh
yapýsý, dünyasý, evreni, hastalýklarý, töresel ve toplumsal kurallarý ayrý ayrý
incelenmiþti ama, bütün bunlarýn üstünde
insan denilen varlýðýn ne olduðu incelenmemiþti. Scheler, Yahudi soyundan gelme
bir Hýristiyan'dý. Oysa, son
yýllarýnda Tanrýdan büsbütün vazgeçmiþ, Tanrýya yakýþtýrýlan nitelikleri insanda
aramaya baþlamýþtý (bu konuda
Bedia Akarsu'nun Max Scheler'de Kiþilik Problemi adýný taþýyan araþtýrmasýna bkz
. Ýstanbul, 1962). Münih ve
Kolonya Üniversitelerinde felsefe, Frankfurt Üniversitesinde de sosyoloji okuttu
. Frankfurt Üniversitesinde verdiði
derslerde antropolojinin temellerini attý. Bu konudaki düþüncelerini özetleyen Ý
nsanýn Dünyadaki Yeri adlý yapýtýný
ölümünden birkaç ay önce bitirmiþti (bu yapýtý, Ýnsan Kainattaki Yeri adýyla Tak
ýyettin Mengüþoðlu dilimize
çevirmiþtir, Ýstanbul 1947).
Max Scheler'e göre insaný hem çevresine, hem de kendisine karþý özgür kýlan ge
ist'tir. Geist, sözcük anlamýyla,
Arapçadaki ruh deyimini karþýlýyor. Oysa felsefe anlamý büsbütün baþkadýr. Max S
chelere göre geist; aklý, ide
bilincini, kendiliðindenliðe yönelen bir anlayýþý (mahiyet idrakini), iyilik, se
vgi, acýmak, saygý, piþmanlýk gibi
heyecan aktlarýný kapsayan bir ilkedir. Ýnsaný insan eden iþte bu ilkedir.
Bu, bir zeka gücü deðildir. Zeka, geist'in kapsadýðý pek geniþ anlamýn ancak k
üçük bir parçasýdýr. Hayvansal beyin,
geliþebildiði kadar geliþse de, geist sonucuna varamaz. Hayvansal beynin sonsuza
kadar geliþerek insan zekasýný
aþmýþ olduðunu düþünsek bile, o zeka, insanca geist'i oluþturamayacaktýr. Çünkü
geist, maddesel bir geliþme deðil,
belki maddesel geliþmelerin pek özel olarak birbirlerini etkilemeleri sonunda el
de edilmiþ, belirmesi pek özel
koþullara baðlý bir düzen aktýdýr (eylemidir). Geist'in, bir varlýkta meydana çý
kmasýný saðlayan akt merkezi de
kiþiliktir (þahsiyet). Geist, iþte bu kiþilikte meydana gelir.
Bu, bir töresel (ahlaki) güç de deðildir. Çünkü töresel aktlar da, geist'in ka
psadýðý kocaman anlamýn pek küçük bir
parçasýdýr. Kaldý ki geist, kendi baþýna, töresel bir aktý meydana getiremez. Tö
resel olsun ya da olmasýn herhangi bir
aktýn meydana gelebilmesi için bir enerji gerekir. Geist, kendi baþýna, güçsüzdü
r. Ne bir enerji meydana getirebilir,
ne de meydana gelmiþ bir enerjiyi yok edebilir. O, güçsüz ve sessiz bir düzenley
icidir. Elinde en küçük bir zorlama
gücü yoktur. Cezalandýrmak yetkisi verilmemiþ bir trafik polisini düþünün. Size
gideceðiniz yolu gösteriyor. Ama
siz, onun gösterdiði yoldan gitmeyebilirsiniz, sizi zorlayamaz. Gene de görev, b
ýkýp usanmadan, onu dinlemeseniz
bile, gitmeniz gereken doðru yolu göstermektedir.
Bu, bir evrimsel geliþme sonucu da deðildir. Öyle olsaydý, belki, pek uzak bir
gelecekte hayvanlar için de
düþünülebilirdi. Evrimsel geliþme, doðaya (tabiata ve hayata) uygun bir çizgide
yol almaktadýr. Oysa geist, doðaya
karþýttýr. Ama o kadar güçsüz ve sessiz bir ilkedir ki, doðaya karþýt olduðu hal
de, doðayla geist birbirlerini
tamamlamaktadýrlar. Böyle olmasaydý, geist, insan tarihi boyunca hayatý sürekli
olarak örseleyen ve yok etmeye
çalýþan bir ilke olurdu Oysa onun böylesine bir kavgayý gerçekleþtirebilecek hiç
bir gücü, hiçbir enerjisi yoktur.
Doðayla geist arasýnda bir kavga deðil, geist'in pek incelikle düzenlediði karþý
lýklý bir ilgi vardýr. Bununla beraber
geist, sessizce ve ustaca; dolayýsýyla, doðayý vurabilir, yenebilir, deðiþtirebi
lir. Yýkýcý ve yaratýcý güçler, bilinçli bir
irade tekniðine dayanýrlar. Ýþte geist, hayvanda hiçbir zaman meydana gelemeyece
k olan bu þeyi, bilinçli irade
tekniðini, sessizce düzenleme yoluyla insanda meydana çýkarýr. Kavga onun becere
bileceði bir iþ deðildir.
Bu, sözcük anlamýna uyan bir ruh da deðildir. Çünkü, tinsel (ruhi) varlýk, ken
di kendisini gerçekleþtiremez. Biz,
bütün tinsel olaylarý, geist'le obje haline getirip inceleyebiliriz. Oysa geist'
imizi, baþka bir geist'imiz bulunmadýðý
için, obje haline getirip inceleyemeyiz. Geist, ruh olsaydý, obje haline getiril
ip incelenebilirdi. Geist, her þeyi
objeleþtirebildiði halde, kendisi objeleþtirilemeyen biricik varlýktýr. Geist, s
af bir eylemden (faaliyetten) ibarettir.
Geist'in varlýðý kendisinin parçalarý olan aktlarýn özgür bir biçimde gerçekleþm
elerine dayanýr. O halde geist'in
merkezi olan kiþilik de, obje gibi bir varlýk deðil, kendi kendilerini gerçekleþ
tiren aktlarýn bir düzeninden, bir düzen
sisteminden baþka bir þey deðildir. Öyleyse biz, geist'imizin merkezi olan kendi
kiþiliðimizi ve böylece baþkalarýnýn
kiþiliklerini de objeleþtirip inceleyemeyiz. Bundan da zorunlu olarak þu sonuca
varýlýr: Öyleyse ide'ler (ruh) eþyadan
önce, ya da eþyanýn içinde ya da eþyadan sonra deðil, eþya ile birlikte ve o eþy
anýn gerçekleþmesini (objeleþmesini)
saðlayan geist aktýyla meydana gelmiþlerdir. Bu, bir birlikte meydana getirme'di
r. Daha açýk bir deyiþle; ruh,
insandan önce, insanýn içinde ya da insandan sonra meydana gelmiþ deðildir. Anca
k, insanla birlikte meydana
gelmiþtir. Þu halde evrensel bir ruh (Tanrý) düþüncesi, kendiliðinden çeliþik bi
r düþüncedir. Böylece insan, dünyaya
ve kendisine üstün olan tek varlýk olarak görünmektedir. Ýnsan, geist'iyle, kend
isini de aþmýþtýr.
Max Schelerin insaný insan eden ilke olarak ortaya attýðý geist kavramýnýn iyi
ce anlaþýlabilmesi için þu sorularýn da
karþýlanmasý gerekiyor: Ýnsanda yaratýcý ve güçlü olan geist midir?.. Hayýr, gei
st'in ne yaratýcýlýðý vardýr, ne de gücü.
Geist'in deðerleri (akýl, ide'leþtirme bilinci, kendiliðindeliðe yönelen anlayýþ
, birçok heyecan aktlarý), güçsüz
deðerlerdir. Kendiliklerinden hiçbir þey yaratamazlar. Yapabildikleri sadece bir
düzenleme ve dizginleme iþidir.
Peki, bu düzenleme ve dizginleme iþi bir gücü gerektirmez mi? Baþka bir deyiþle,
güçsüz bir ilke nasýl
düzenleyebilir ve dizginleyebilir?.. Ýþte, geist kavramýnýn iyice anlaþýlmasýnda
en önemli soru budur. Gerçekten de
güçsüz bir ilke, hiçbir þeyi düzenleyemez ve dizginleyemez. Geist, herhangi bir
eylemde bulunabilmek Schelerin
deyimiyle, canlanabilmek için gereken gücü, insanda bulunan ikinci bir ilkeden,
itki güçlerinden alýr. Ancak bu
sistemin eylemde bulunabilmesi, itki güçlerinden alacaðý enerjiyle saðlanýr. Bur
ada, karýþtýrýlmamasý gereken, ikinci
önemli nokta, geist'in eylemde bulunabilmesi için gereken enerjiyi, itki güçleri
nden gene kendi sessiz eylemiyle
almakta olduðudur. Geist, canlanabilmesi için gereken enerjiyi, itki güçlerini d
izginleyerek, bastýrarak saðlar. Þu
halde, geist'in hiçbir güce dayanamayan kendiliðinden bir eylemi vardýr.
Niçin?.. diye sorulabilir. Gerçekte vitalist görüþler, bu konuyu, bir noktaya
kadar, çok daha anlaþýlýr bir biçimde
anlatýyorlardý: Evrende bir enerji var. Bu enerji, cansýz ve kör sayýlan doðadan
yola çýkarak insana kadar gelip
canlanýyor, gözleri açýlýyor. Önce aklý, sonra geist'i doðuruyor.
Ýþte burada, yukardaki niçin'i karþýlayabilmek için, baþka bir niçin'i ortaya
atýyor Scheler: Bu enerji, insanda, niçin
kendisine karþý çýkýyor öyleyse, hayat iradesine niçin hayýr diyor? Geliþen ener
jiye, bir baþka deyiþle, hayat
iradesine uygun olan itki güçlerini niçin bastýrýyor? Hayvanýn son çizgisine gel
inceye kadar hiçbir zaman
bastýrýlmamýþ, dizginlenmemiþ olan bu itilmeleri (içgüdüleri) insanda bastýran þ
ey nedir?
Ýnsan olmak bilinci, bu sorunun karþýlýðýnda baþlamaktadýr. Hayat iradesine ha
yýr diyen tek varlýk insandýr.
Ýnsanda bu hayýrý dedirten þey de insanýn geist'idir, bir baþka deyiþle kiþiliði
, bir baþka deyiþle insanlýðýdýr. Öyleyse
geist, hayat iradesinden ve itki güçlerinden gelme bir güç deðil, tersine, hayat
iradesine ve itki güçlerine karþý olan,
ancak insanda meydana gelmiþ baþka bir güçtür. Ýnsanýn baþkalýðý, biricikliði de
bundan ötürüdür.
Soruyu, Schelere gelinceye kadar, baþkalarý da karþýlamýþlardý. Örneðin, A. Se
ydel þöyle diyordu: Ýnsanda, bir tür
niteliði olarak, bir itki gücü fazlalýðý vardýr. Bundan ötürü, insan, bu fazlalý
ðý bastýrmak zorunda kaldý. Scheler
soruyor gene: Niçin?.. Ýnsan niçin bu fazlalýðý bastýrmak zorunda kaldý? Ýnsaný,
bu bastýrma, dizginleme, düzenleme
eylemine zorlayan þey nedir?.. Karþýlýðýný da þöyle veriyor: Bu þey, geist'tir.
Ýtki gücü fazlalýðý bir neden deðil, bir
sonuçtur. Ýtki gücü fazlalýðý, insanda bir tür niteliði olamaz. Bu fazlalýk, ilk
in bastýrýlan itki gücünden doðmuþtur.
Ýtki gücü ilkin bastýrýlmasaydý, amacýna doðru akar gider, bir fazlalýk meydana
gelmezdi. Bir fazlalýk varsa bu
fazlalýk, bir bastýrýlmadan ötürüdür. Onu bastýran da geist'tir. Çünkü geist'in,
kendi gereði olan irade projelerini
gerçekleþtirebilmesi için itki güçlerini düzenlemesi gereklidir.
Þu halde, Schelere göre, insaný insan eden iki ilke vardýr: Geist ve itki güçl
eri... Bunlarýn her ikisi de birbirlerine
karþý baðýmsýzdýrlar, birbirlerinin nedeni deðildirler. Ýnsan olmak, bu iki ilke
nin hem birbirlerine karþýt ve
hem birbirlerine gerekli olmalarýnýn sonucudur. Ruhçular kadar maddeciler de yan
ýlmaktadýrlar. Ýnsaný insan eden ne
Tanrýdýr, ne de madde, (Tanrýcýlýk, geist'i maddecilik itici gücü'nü öne alan, t
ek nedenleþtiren öðretilerdir; Schelerse
ikici'dir). Tanrý, insanla birlikte oluþmuþtur, insandan önce yoktu ki insaný me
ydana getirsin. Madde, cansýzdan
canlýya ve bu arada insana kadar gelen doðanýn tüm niteliðidir, insanda baþlayan
bir þey deðildir ki insaný meydana
getirsin. Öyleyse insanda baþlayan, insaný insan eden baþka bir þey var. Bu þey,
geniþ anlamýyla geist'in
dilegetirdiði, insan kiþiliðiyle itki güçleri arasýndaki denkleþtirici karþýtlýk
'týr. Ýþte bu insancalýðýndan ötürüdür ki
geist, insandan baþka bir varlýkta bulunamaz. Bu denkleþtirici karþýtlýk, geist
kavramýnda dilegelmektedir. Öyleyse
Schelerin görünüþteki ikiciliði (dualisme), sonunda gene tekçilik (monisme) olar
ak beliriyor: Ýnsaný insan eden þey,
geist'tir. Çünkü sadece insanda baþlayan tek þeydir geist.
Amerika'ya yerleþmiþ Alman profesörü Herbert Marcusee göre de, gerçek, sadece
ussal alanda deðil, belki de
sadece hayal alanýndadýr. Dünyamýz iki kampa ayrýlmýþtýr. Her iki kamp da teknik
geliþmenin en tehlikeli çizgisine
varmýþlardýr. Teknolojinin bu çizgisi, baský'yý gerektirir. Bu baský, teknolojik
toplumun yapýsýndan doðmaktadýr.
Baskýlý toplumlarsa karþýtlýksýz toplumlardýr ve tek boyutlu'durlar. Tek boyut
lulukla niteliksel bir devrim
yapýlamaz, çünkü niteliksel bir sýçrama için bir karþýtlýk bulunmasý gerekir. Di
yalektik teori bir kenara atýlmamýþtýr,
ancak bir çare de getirememektedir... Makinenin tek üretim aracý olmasýný, mutla
k birim durumunda olmasýný
ortadan kaldýrma eðilimindeki teknolojik deðiþim, Marksçý görüþün, kapitalin org
anik bileþimi düþüncesini ve buna
baðlý olarak artýkdeðerin yaratýlma teorisini de ortadan kaldýrýr. Öyleyse ne ya
pmalý?.. Profesör Marcuse öðütlüyor:
Önemli olan, kurumlarý deðiþtirmek deðildir. Önemli olan insaný deðiþtirmek, gör
üþlerine yeni bir yön vermek,
içgüdülerini yeniden biçimlendirmek, hedeflerini tazelemek ve deðer ölçülerini y
eni baþtan düzenlemektir.
Açýkçasý; hayal alanýnda olan gerçeði elde etmek için maddeyi bir yana býrakýp
ruh'u iþlemek gerekir. Ruh'u nasýl
iþlemek gerektiðine gelince?.. Marcuse'ün bunun için de bir öðüdü var. 1967 yýlý
nda Berlin Üniversitesinin
konferans salonunda Alman öðrencilere þöyle sesleniyor: Özgür seviþmenin tadýna
varýn!...
Oysa bütün bu bilimdýþý gevezeliklerin dýþýnda ruh'un bilimsel açýdan çok ilgi
nç bir serüveni var: Ruhbilimin tarihi
de antikçað Yunan felsefesinden baþlar. Ruhbilimin geliþmesi, bir açýdan, ruh ka
vramýnýn geliþmesiyle iliþkilidir.
Isparta'lý Khilon, Ý.Ö. Vii'nci yüzyýlda kendini bil! diyor ve bununla da insa
nýn bilmeyle ilgili ruhsal yanýný
ortaya koymuþ oluyor. (Çok daha sonra Sokrates'in de kullanacaðý bu söz, Delphoi
'deki Apollon tapýnaðýnýn
giriþinde yazýlýdýr. Platon, onun þu anlama geldiðini söyler: Sadece bir insan o
lduðunu bil). Ama asýl ruhbilim, Ý.Ö.
V'nci yüzyýlda Empedokles'in sevgi ve nefret ilkelerini ilerisürmesiyle baþlatýl
ýr. Empedokles, evrenin, ateþ su hava
toprak özdeklerinin birleþip ayrýþmasýyla oluþtuðunu ve bu birleþip ayrýþmayý da
sevgiyle nefretin (özdekdýþý,
duyusal iki ilkenin) saðladýðýný söylüyordu. Böylelikle de özdeksel elemanlarý d
evindirmek için ruhsal etkenler
tasarýmlanmýþ oluyordu. Özdek ve ruh ikiciliði (düalizm) de Empedokles'in bu tas
arýmýyla baþlar. Ayný yüzyýlda
ünlü özdekçi Demokritos da özdeksel bir ruhbilim geliþtirmektedir. Demokritos'a
göre, duyularla edinilen algýlar,
nesnelerden çýkan buharsal atomlarýn örgenlerimize gelip dokunmasýyla oluþur. Ýn
sanýn ruhsal yaný da gövdenin her
yanýna daðýlmýþ bulunan pürüzsüz ve yuvarlak atomlardan meydana gelmiþtir. Daha
sonra bilgicilerin ve özellikle
Sokrates'in geliþtirdiði felsefe bilgisel ve törebilimseldir, eþdeyiþle insanýn
bilinçsel ve ruhsal yanýný inceler.
Platon'un insanýn ruhsal yanýna bakýþ açýsý tümüyle metafizikseldir, Timaios diy
alogunda ruhun ölümsüzlüðünü
tanýtlamaya uðraþýr. Ona göre bilgi, ilksizlikte idea'larý görmüþ bulunan bu ölü
msüz ruhlarýn, girdikleri insan
gövdelerinde gerçekleþtirdikleri anýmsama (Yu. Anamnesis)'lardan ibarettir. Duyu
mlar, bu anýmsamayý ve eþdeyiþle
bilgiyi dürter ve uyandýrýrlar ama, onu asla meydana getiremezler. Aristoteles,
Peri Psykhe (Ruh Üstüne) adlý
yapýtýnda bir metafiziksel ruhbilim (Os. Mafevkattabii ruhiyat, Fr. Psychologie
me taphysique) geliþtirir. Ruhsal
yaþamý bir dereceye kadar felsefeden baðýmsýz olarak ele aldýðý halde yaþambilim
e (biyolojiye) baðlar. Ona göre
ruhsal yaþam, bir beslenme ve devinme iþi, eþdeyiþle yaþambilimsel bir iþtir. Be
den ruh içindir ve ruh bedeni yaþatan
bir güçtür. Bitkilerde besleyici ruh (Os. Mugaddi ruh, Fr. Ame nutritive), hayva
nlarda devindiren ruh (Os.
Müteharrik ruh, Fr. Ame motrice) ya da duysal ruh (Os. Hissi ruh, Fr. Ame senþit
ive), insanlardaysa düþünen ruh
(Os. Mütefekkir ruh, Fr. Ame pensante) vardýr.
Ruhbilim deyimi ilkin Latinee olarak ve Aristotelesçi anlamda Alman tanrýbilim
cisi Philipp Melanchton (1497-
1560) tarafýndan ilerisürülmüþ, sonra bugünkü anlamýyla Alman düþünürü Christian
Wolff (1679-1754) tarafýndan
kullanýlmýþtýr. Ruhbilim, baþlangýcýndan ondokuzuncu yüzyýlýn ortalarýna gelince
ye kadar felsefeye baðlý bir dal olarak
kalmýþtýr. Felsefeden baðýmsýz bir bilgi dalý olarak geliþmesi, deneysel ruhbili
m (Os. Tecrübi ruhiyat, Fr.
Psychologie experimentale) anlayýþýyla baþlar. Ruhbilim alanýnda ilk denemeler A
lman fizyoloji bilgini Weber
(1795 -1878) tarafýndan yapýlmýþtýr. Bu ilk denemeler, çeþitli ruhbilimsel farkl
ýlýklarý ya da tepki sürelerini
ölçmekten ibarettir. Örneðin deneðe bir resim gösteriliyor, denek o resmin ne ol
duðunu yanýtlayýncaya kadar geçen
zaman saptanýyordu. Böylelikle ruhbilim alanýnda birçok deðerli bilgiler elde ed
ilmiþtir. Ýlk ruhbilim laboratuarý
Leipzig Üniversitesinde 1879 yýlýnda Alman bilgini Wundt (1832-1920) tarafýndan
kurulmuþtur. Bunu, on yýl
sonra, Fransýz Beaunis'le Binet'nin Sorbonne Üniversitesinde 1889 yýlýnda kurduk
larý laboratuar izlemiþtir.
Bununla beraber, Ýngiliz düþünürü Bertrand Russell bu konuda þöyle der: «Ölçme,
hiç kuþkusuz, kesin bilginin
temelidir. Bundan ötürüdür ki bilimsel görüþ sahibi olan ruhbilimciler, ölçülebi
lecek bir þey aramýþlardýr. Ne var ki
zaman aralýklarýnýn ölçülmesiyle bir yarar saðlanacaðýný sanmakla yanýlmýþlardýr
. Þimdi, artýk hep bildiðimiz gibi,
ölçülmesinden yarar saðlanacak tek þey köpeklerin salyalarýdýr (Russell, bu sözü
yle, Pavlov deneylerini anlatmak
istiyor. O. H.. bkz. The Scientlfic Outlook, bölüm X). Ruhbilim, baðýmsýzlaþmasý
na ve bilimselleþmesine raðmen,
eytiþimsel özdekçi öðretiye dayandýrýlýncaya kadar, hep metafizik yapýlý kalmýþ
ve bir düþünceci ruhbilim (Os.
Ýftikari ruhiyat, Fr. Psychologie idealiste) olmaktan öte gidememiþtir. Aristote
les'in Peri Psyckhe adlý yapýtý,
rönesansa kadar ruhbilimin temel yapýtý olarak kalmýþtýr. Bütün ortaçað boyunca
Aristotelesçi ve Platoncu ruh
anlayýþlarý tartýþýlmýþ ve baðdaþtýrýlmaya çalýþýlmýþtýr. Özellikle Aquino'lu Th
omas'nýn geliþtirdiði dinsel ruhbilim
(Os. Dini ruhiyat, Fr. Psychologie religieuse) bu çaðýn egemen ruhbilimidir. Tan
rý'nýn varlýðýný tanýtlama amacýný
güden bu dinsel ruhbilim, yeniolguculuk idealizmiyle birleþip Ribot, James, Flou
rnay, Godin vb.'larýnca XX'nci
yüzyýlda da sürdürülmektedir. Çaðdaþ dinsel ruhbilim de, Tomacý ruhbilim gibi, d
insel etkinin güçlendirilmesi için
dinsel heyecanlarý inceler ve insan ruhunun hastalýksal bozukluklarýný kiliseyi
yüceltmek için kullanmaya çalýþýr.
Bertrand Russell gibi kimi düþünürlere göre kilise, özellikle cizvitler, yüzyýll
ardan beri ruhbilimsel yöntemlerle
çalýþmaktadýr. Dahasý, kilise, çaðdaþ ruhbilimsel yöntemleri yüzyýllarca önceden
keþfetmiþ gibidir. Örneðin
Russell'a göre cizvitler, kendilerini yetiþtirirlerken davranýþçýlýða (Behaviori
sme), günah çýkartanlara egemen
olmakta da psikanalize (Freudisme) dayanýrlar (Ýbid.). Xvii'nci yüzyýlda Fransýz
düþünürü Descartes (1596-1650)
ruhla bedeni birbirinden tümüyle ayýrmýþ, bedensel yapýnýn hayvan ve insanlarda
ortak olduðunu ve aralarýnda
hiçbir niteliksel ayrým bulunmadýðýný ilerisürmüþtür. Descartes'a göre insaný ha
yvandan ayýran tek þey ruh'tur ki
düþünen töz (La. Res cogitans) olarak tanýmlanýr. Ruh (düþünce)'la beden (özdek)
arasýnda hiçbir iliþki ve etkileþim
sözkonusu deðildir. Bedenin devim yasalarý, bir makinede olduðu gibi, mekaniðin
yasalarýdýr.
Descartes'ýn bu varsayýmý þu çok önemli soruya karþýlýk bulmak zorundaydý: Eli
mi bir yere çarpýyorum ve acý
çekiyorum, bedensel çarpma ruhsal acýyý nasýl doðuruyor? Dekartçý profesör Geuli
ncx (1624-1669) çifte saat
örneðiyle bu soruyu karþýladýðý kanýsýndadýr. Geulincx'e göre, ruhla beden, bir
saat üçü çalarken öbürü saat üçü
gösteren iki saat gibidir, her ikisi de önceden iyi kurulmuþ ve ayarlanmýþlardýr
, bu iki ayrý saatin birbirleri üstünde
hiçbir etkileri bulunmaksýzýn uyumlu iþlemeleri nasýl gerçekleþiyorsa tanrý tara
fýndan uyumlanmýþ ve ayarlanmýþ
ruhla bedenin uyumlu iþlemeleri de böylece gerçekleþir. Ne var ki insan usu, art
ýk bu gibi masallarla yetinmeyecek
kadar geliþmeye baþlamýþtý. Sorduðu sorulara bilimsel ve anlaþýlýr karþýlýklar a
rýyordu. Aristotelesçi ruhbilim
anlayýþýna ilk karþý çýkan, Ýngiliz düþünürü Thomas Hobbes (1588-1679)'tur. Hobb
es'a göre ruhsal olaylar, bedensel
olaylardan kaynaklanýr. Beden dýþýnda ayrýca ruhsal bir töz sözkonusu deðildir (
Bunun zorunlu sonucu olarak da:
Tanrý kavramý, imgelemimizin ürünüdür). Onu izleyen Ýngiliz düþünürü John Locke
(1632-1704), ruhsal olaylarýn
biricik kaynaðýnýn duyumlar ve deney olduðunu ilerisürmüþtür. Ne var ki Locke, d
ýþ deney'le birlikte bir de iç deney
olduðunu söyler ve bu iç deney ruhun kendi faaliyetidir. Onu izleyen Ýngiliz düþ
ünürü David Hume (1711-1776)
tüm ruhsal olaylarý duyumlara baðlayarak Ýngiliz görgücülüðünü (ampirizm) pekiþt
irmiþtir. Ama bir yandan da
nesnel gerçeklýðin, nedenleri bilinmeyen ve asla bilinemeyecek olan bir izleniml
er akýmýndan ibaret olduðunu
ilerisürmüþtür. Xviii'nci yüzyýlda Wolff, ruhbilimi, insanbilimin bir dalý olara
k görmüþtür. Ýnsanbilim (antropoloji),
somatoloji ve psikoloji olmak üzere ikiye ayrýlmaktadýr. Ona göre ruhbilim de ik
iye ayrýlýr: Görgül ruhbilim (Os.
Ýhtibari ruhiyat, Fr. Psychologie empirique) ve ussal ruhbilim (Os. Akli ruhiyat
, Fr. Psychologie rationelle). Usun
kendi kendini gözlemlemesini yöntem olarak alan bu ussal ruhbilim, sonralarý, va
rlýkbilimsel ruhbilim (Os.
Ýlmülruhu vücudi, Fr. Psychologie ontologique) adýyla da anýlmýþtýr. Usun kendi
kendini gözlemlemesi yöntemi,
gerçekte, törebilimcilerin yöntemidir. Bu yöntemi ruhbilime sokan, rönesansýn ün
lü yazarý Montaigne (1533-
1592)'dir. Bu yöntem, Montaigne'den Descartes'a ve Pascal'a, bunlardan da Ýngilt
ere'ye geçmiþtir. Duyumculuðun
kurucusu Locke ünlü iç deney tasarýmýyla bunu yöntemleþtirmiþ; kendisini izleyen
Hume, Ýskoçyalýlar (özellikle
Thomas Reid) vb. yöntemi getiþtirmiþlerdir. Wolff bu yöntemi Almanya'da, Royer C
ollard da Fransa'da
uygulamýþtýr. Fransýz düþünürü Maine de Biran bu yöntemi Descartes ve Condillac
düþünceleriyle kaynaþtýrmýþtýr.
Böylelikle bir bilinçsel ruhbilim (Os. Ýlmülruhu þuuri, Fr. Psychologie de consc
ience) doðmuþtur.
Bu içebakýþý baþkalarýnda da gözlemleme bir duygudaþlýk ruhbilimi (Os. Ýþtirak
i his ruhiyatý, Fr. Psychologie de
sympathie) meydana çýkarmýþtýr. Bundan da düþünme ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu teemm
üli, Fr. Psychologie reflexive)
'ya da eleþtirel ruhbilim (Os. Ýlmülruhu tenkidi, Fr. Psychologie critique) doðm
uþtur. Bireysel ruhbilim (Os.
Ýlmülruhu þahsi, Fr. Psychologie individuelle) de bu yöntemin ürünüdür. Almanlar
ýn derinlik ruhbilimi (Al.
Tiefenspychologie), bu akýmýn doðurduðu bir ruhbilim anlayýþýdýr. Düþünceci ve m
etafiziksel bir yapýya dayanan
ruhbilim anlayýþý alanýný gittikçe geniþletmekte ve þu alanlara yayýlmaktadýr: Ç
ocuk ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu etfal,
Fr. Psychologie pedagogique), hayvan ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu hayvani, Fr. Psych
ologie zoologique), kalýtým
ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu irsi, Fr. Psychologie genetique), fiziksel ruhbilim (Os
. Ýlmülruhu fiziki, Fr.
Psychophysique), fizyolojisel ruhbilim (Os. Ýlmülruhu fizyolociyai, Fr. Psychoph
ysiologie), hastalýk ruhbilimi (Os.
Ýlmülruhu marazi, Fr. Psychologie pathologique), karþýlaþtýrmalý ruhbilim (Os. Ý
lmülruhu tatbiki, Fr. Psychologie
comparee), tepke ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu aksülameli, Fr. Psychologie de reactio
n), ansal yapý ruhbilimi (Os.
Ýlmülruhu terkibi, Fr. Psychologie structurale), ilkel insan ruhbilimi (Os. Ýlmü
lruhu iptidai, Fr. Psychologie
etnologique), ýra farklarý ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu secaya, Fr. Psychologie etho
logique), ansal ruhbilim (Os.
ilmülruhu zihni, Fr. Psychologie mentale), davranýþ ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu ame
li, Fr. Psychologie de
comportement), biçim ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu þekli, Fr. Psychologie de forme),
toplumsal ruhbilim (Os. Ýlmülruhu
içtimai, Fr. Psychosociologie), çözümleme ruhbilimi (Os. Ýlmülruhu tahlili, Fr.
Psychanalyse), dil ruhbilimi (Os.
Ýlmülruhu lisani, Fr. Psychologie linguistique) vb... Bunlarýn içinde özellikle
davranýþ ruhbilimi (Ýng. Behaviorism),
biçim ruhbilimi (Al. Gestalttheorie) ve Freud' ün ruhsal çözümleme (Al. Psychoan
alyse)'si yüzyýlýmýzda metafizik ve
düþünceci kampý bir hayli etkilemiþ ve egemen sýnýflarýn yararýna kullanýlmýþ bu
lunmaktadýr. Örneðin burjuva
toplumbilimcileri bunlara dayanarak toplumsal evrimi ruhbilimsel açýdan açýklarl
ar. Onlara göre toplumsal evrim,
bilincin ürünüdür. Ne var ki bu, bilinçsiz bir bilinçtir. Çünkü onlara göre insa
n, bilinçsiz dürtülerin ve
yaþambilimsel (biyolojik) içgüdülerin etkisiyle davranan bir varlýktýr. Ruhbilim
genellikle dört yöntemle çalýþmýþtýr:
Ýçebakýþ yöntemi, deney yöntemi, patolojik yöntem ve karþýlaþtýrma yöntemi. Ýçeb
akýþ (Entrospeksiyon), bilincin
kendi kendini gözlemesini dilegetirmek için Ýngiliz ruhbilimcilerinin kullandýkl
arý bir deyimdir. Ýçgözlem ya da
içduyu deyimleriyle de dilegetirilmiþtir.
Bilincin ikiye bölünüp bir yandan algýlarken, öbür yandan da nasýl algýladýðýn
ý gözlemesi sadece insana özgü bir
olgudur. Bundan ötürü bu yöntem hayvan, çocuk, ilkeller vb. gibi ruhbilim alanla
rýnda kullanýlamaz. Bundan baþka
Comte ve Wundt gibi düþünürler, bilincin kendi kendini bilmesinin doðrudan doðru
ya bir gözlemden gelmediðini,
sonradan bellek tarafýndan yeniden kurulan anýlar üstünde gözlemde bulunulduðunu
, bunun da doðrudan bir
fiziksel olguyu gözlemler gibi bir gözlemleme olmadýðýndan birçok yanýlmalarý ge
rektirebileceðini, dahasý
gözleyenle gözlenen ayný kiþi olduðundan yansýzlýðýn saðlanamayacaðýný ilerisüre
rek bu yönteme karþý çýkmýþlardýr.
Bununla beraber düþündüðümüz, duyduðumuz ya da bir þey yaptýðýmýz zaman ansal ya
þamýmýzý gözlemekle çok
deðerli bilgiler elde ettiðimiz de kesindir. Böylelikle ruhsal yaþamýmýzý tanýr,
nitelendirir, sýnýflandýrýr ve
düzenleriz. Deney yöntemi, yaþambilimsel alanda ilkin Claud Bernard tarafýndan o
rtaya atýlmýþtýr. Deney,
çocukluktan yaþlýlýða kadar her çaðdaki denekler, normaller, anormaller, çeþitli
hayvanlar üstünde yapýlabilir; bu
yüzden de çok geniþ bir çalýþma alanýna sahiptir. Ruhbilimdeki devrimsel bulgula
r da bu yöntemle bulunmuþtur.
Deney bir uyaran (ki buna stimulation, excitation ya da stimulus denir)'la yanýt
ý (ki buna da reaction denir)
arasýndaki iliþkiyi saptamak için yapýlýr. Örneðin dikkat'le soluk alma arasýnda
ki ya da korku'yla kan dolaþýmý
arasýndaki iliþki incelenir ve ölçülür. Bu, nesnel ve bilimsel bir araþtýrmadýr.
Patolojik yöntem, özellikle akýl ve ruh
hastalýklarýyla ruhsal oluþumlar arasýndaki iliþkiyi saptamak ve açýklamak açýsý
ndan zorunlu ve yararlý olmuþtur.
Broussais Irritation et la folie adlý yapýtýyla, Maury Sommeil et les reves adlý
yapýtýyla ve daha sonra Esquirol,
Moreau de Tour, Maudsley, Charcot vb.'larýnýn çalýþmalarý bu yöntemin ruhbilimde
kullanýlmasýna yol açmýþlardýr.
Fransýz ruhbilimcileri Maine de Biran'la Ribot bu yöntemin ilk uygulayýcýlarýdýr
. Bu çýðýr yüzünden ruhbilimci
hekimler oluþmuþ ve gittikçe çoðalmýþtýr. Bu yöntem, özellikle ruhsal iþlevleri
sýnýflandýrmayý gerçekleþtirmiþ ve
ruhsal bireþim (Fr. Synthese psychique), özdevingenlik (Fr. Automatisme), ansal
düzey (Fr. Niveau mental),
gerginlik (Fr. Tension) vb. gibi pek çok ruhbilimsel kavramlarýn tanýmlarýna açý
klýk kazandýrmýþtýr. Karþýlaþtýrma
yöntemi (Mukayese usulü), ruhsal geliþmenin çeþitli aþamalarý arasýnda bir bað k
urulmasýný saðlamýþtýr. Örneðin
çocuktaki geliþmeyle bir ilkeldeki geliþme arasýnda ne gibi benzerlikler ya da a
yrýlýklar vardýr? vb. gibi birçok
önemli sorunlar bu yöntemle çözülebilmiþtir.
Yukarda özetlenen çeþitli metafizik ve düþünceci ruhbilim anlayýþlarýna karþý
bilimsel ruhbilim (Os. Ýlmi ruhiyat,
Fr. Psychologie scientifique), eytiþimsel ve tarihsel özdekçi öðretiye dayanýr v
e Ývan Mihayloviç Seçenov (1829-
1905)'la onun izinden yürüyen Ývan Petroviç Pavlov (1849-1936) tarafýndan gerçek
leþtirilmiþtir.
Ýnsanlýðýn Galile, Darwin, Einstein türünden birkaç büyük bilgininden biri ola
n doðabilgini Ývan Petroviç Pavlov,
ruhsal faaliyetin özdeksel temele dayandýðýný kesin olarak tanýtlamakla, yüzyýll
ardan beri çeþitli metafizik kurgulara
yol açan ve düþsel tasarýmlar meydana getiren özdekten baðýmsýz ruh kuruntusuna
son vermiþtir. Pavlov'un bilimsel
kanýtlarý, ilk idealistlerden günümüze kadar sürüpgelen, felsefenin temel sorunu
nu kesinlikle çözümlemiþ
bulunmaktadýr. Fizyolojide ve ruhbilimde idealizmi temelinden çürütmeye baþlayan
fizyoloji bilgini Ývan
Mihayloviç Seçenov (1829-1905)'un ansal faaliyetin yansýtýcý özü üstündeki bulgu
larýný geliþtiren Pavlov, koþullu
tepkeler (þartlý refleksler) meydana getiren deneyleriyle beyin örgeninin temel
iþleyiþ yasalarýný bilimsel olarak gün
ýþýðýna çýkarmýþ bulunmaktadýr. Artýk bilinmektedir ki, Pavlov'un bizzat dileget
irdiði gibi ruhsal faaliyet, beyin
kitlesinin fizyolojik faaliyeti sonucudur (Pavlov, Toplu Yapýtlar, 1949 baskýsý,
c. iii, s. 557). Demek ki ruh
(Psyche), özdeksel koþullardan yansýyan bir faaliyettir. Alýcý duyu örgenleri ü
stündeki etkiyle bu etkiyi yanýtlayan
tepki arasýndaki baðlantýnýn çözümlenmesi, ruhsal faaliyet olgusunu tümüyle aydý
nlatmýþtýr. Bu baðlantý,
sürüpgiden tutarlý yaþam koþullarý içinde, koþulsuz (þartsýz)'dur. Ýnsanlarla yü
ksek dereceli hayvanlar bu baðlantýya
sahip olarak doðarlar. Örneðin belli bir tehlike karþýsýnda insan da, hayvan da
korkar. Bu koþulsuz tepkelere
hayvanlarda içgüdü, insanlarda içtepi denir. Ýnsanlarýn ve yüksek dereceli hayva
nlarýn çevrelerine uyma zorunluðu
bu içtepi ve içgüdülerle saðlanýr. Ne var ki insanlarla yüksek dereceli hayvanla
r yaþamlarý sýrasýnda da karþýlaþtýklarý
yeni olgular yüzünden yeni tepkeler edinirler, bu tepkeler koþullu (þartlý) dur.
Çünkü duyu örgenlerini etkileyen yeni uyarýcýlarla koþullanmýþtýr. Örneðin yýr
týcý hayvanlardan pek çoðu insanlarý
ilk gördüklerinde korkmamýþlardýr, ama insanlarýn kendilerini avlamaya baþlamal
arý üzerine korkmaya baþlamýþlar
ve insanlar karþýsýnda yeni davranýþlar edinmiþlerdir. Demek ki koþullanmýþ'lar
dýr. Aslýnda koþulsuz tepkeler de,
kalýtým yoluyla kuþaklardan kuþaklara geçmiþ bulunan eski koþullu tepkelerin son
ucudur. Pavlov, Rus devriminin
baþladýðý sabah on dakika geç kalan asistanýna yapacak bunca iþimiz varken devri
mden size ne? dediði
laboratuvarýnda, bu koþullu tepkeleri meydana getirip çözümlemekle, yüzyýllarýn
kuruntusu baðýmýz ruh sorununu
kökünden yýkmýþtýr. Eski ruhbilimcilerin içtepi ve içgüdü, çaðrýþýmcýlarýn çaðrý
þým adýný verdikleri olguya, kendine
özgü bir deyimle koþulsuz tepke adýný veren Pavlov' un deneyleri kýsaca þöyle öz
etlenebilir: Aðýzda yiyecek varken
bezlerin salya salmasý koþulsuz tepke'dir, eþdeyiþle özdeksel yapýnýn kendi kend
ine ve deneyle
koþullandýrýlmaksýzýn meydana getirdiði bir olgudur. Bu olgu, ruhsal yapýsý geli
þmiþ bulunan insan türünde ruhsal
yapýyla da meydana getirilebilir, lezzetli bir yemek hayal eden insanýn da aðzý
sulanýr. Ama ruhsal yapýlarý
geliþmemiþ bulunan hayvanlar hiçbir zaman lezzetli bir yiyeceði hayal edemezler
ve bundan ötürü de aðýzlarý
sulanamaz. Pavlov, yüksek derecede bir hayvan olan köpeðin özdeksel bir uyarýcýy
la geliþmemiþ ruhsal yapýsýný
harekete getirmekle de bu fizyolojisel ve özdeksel sonucun meydana getirilebilec
eðini deneylemiþtir.
Köpeðe et vermeden önce bir deneyde bir zil çalmýþ, baþka bir deneyde de bir ý
þýk yakmýþ ve bu deneyleri birkaç
kez yineledikten sonra köpeðe et vermeksizin sadece zil çalmak ya da ýþýk yakmak
la köpeðin aðzýnýn sulandýðýný
saptamýþtýr. Zil sesi duymak ya da ýþýk görmekle aðzýn sulanmasý koþullu tepke'd
ir, eþdeyiþle özdeksel yapýnýn
kendi kendine meydana getirmeyip, ruhsal yapýnýn özdeksel bir uyarýcýyla koþulla
ndýrýlmasý yoluyla meydana gelen
bir olgudur. Demek ki hayvan, önceleri tepkide bulunmadýðý yeni bir uyarýma tepk
ide bulunmayý öðrenmiþ,
eþdeyiþle özdeksel bir uyarýmla ruhsal bir yapý oluþturmuþtur. Pavlov, köpeðin a
ðzýna koyduðu salya ölçer bir tüple
koþulsuz ve koþullu tepkelerdeki salya niceliðinin de birbirine eþit olduðunu sa
ptamýþtýr. Bu nokta bir kez
saptandýktan sonra ruhbilimsel olgularýn bir sýra fizyolojisel koþullu tepkelerd
en baþka bir þey olmadýðý sonucu
çýkar (Les Reflexes conditionnels, Paris, F. Alcan, 1927, s. 101). Pavlov bu den
eyleriyle insanlarýn ve hayvanlarýn
yüksek sinir faaliyetine özgü fizyolojisel yasalarý da keþfetmiþ olmaktadýr. Ýns
anlarla hayvanlarýn yüksek sinir
faaliyetleri arasýndaki özdeþlik ve ayrým bu yasalarla gün ýþýðýna çýkmýþtýr: Sa
dece sinir dokusunda olagelen
fizikoþimik oluþumlarý incelemenin bize sinir sistemiyle ilgili bütün olaylarýn
gerçek bir kuramýný vereceði açýktýr
(Pavlov, Lectures on Conditioned Reflexes, W. Horsely'nin Ýngilizceye çevirisi,
s. 349). Pavlov, sadece istek
tepkelerini denemekle kalmamýþ, korunma ve sakýnma tepkelerini de denemiþtir. Kö
peðe, belli bir uyarýcýnýn
ardýndan kimi zaman hoþuna giden ve kimi zaman hoþuna gitmeyen þeyler verilmekle
, sinir ya da akýl hastalýklarý
meydana geldiði görülmüþtür. Pavlov bu deneyini þöyle anlatmaktadýr: Köpeðe yiye
cek vermeden önce daire
biçiminde bir ýþýk, elektrik þoku vermeden önce de elips biçiminde bir ýþýk göst
eriyordum.
Daireyle elipsi açýkça ayýrdedebiliyordu. Daire görünce seviniyor, elips görün
ce korkuyor ve sakýnýyordu. Giderek
elipsi daireleþtirmeye baþladým. Uzun bir süre elipsi daireden ayýrdedebildi. Am
a daireye pek yakýn bir elipse
gelince iþ deðiþti, ikisini birbirinden ayýrdedemez oldu. Eskiden uslu uslu otur
an köpek durmadan çýrpýnýyor ve
uluyordu Elipsi yeniden çoðaltarak yani, daire biçiminden uzaklaþtýrarak onu tes
kin edebildim ama, ayný
ayýrdetmeleri göstermesini saðlayamadým. En kaba ayýrdetmeleri saðlamam için þim
di eskisinden çok daha fazla
zaman istiyordu Ayýrdetmeyi elde ettiðim zaman elipsi pek az daireleþtirmekle ay
ýrdetme birdenbire kayboldu ve
köpek yeniden bir heyecan komasýna girdi (Ýbid, s. 342).
Pavlov, bir sýra deneylerle koþullu tepkeler elde ettikten sonra yeni bir sýra
deneylerle de bu tepkeleri giderme
derecelerini incelemiþtir. Þöyle demektedir: Her koþullu uyarým tekrar edilmekle
etkisini kolayca yitirir. Tekrarlar
ne kadar sýk olursa koþullu tepkeler de o kadar çabuk kaybolur. Ama bir koþullu
tepkenin kaybolmasý baþka bir
koþullu tepkenin de kaybolmasýný gerektirmez, eþdeyiþle biri ötekini sürüklemez.
Kaybolmuþ koþullu tepkenin
yeniden görünmesi kendiliðinden olur, ne var ki bunun için iki saat ya da daha ç
ok bir zaman geçmesi
gerekmektedir. Bu tepkenin yeniden kurulmasý bir anda olabilir, þu þartla ki, ke
ndisini doðuran koþulsuz tepke
çaðrýlsýn, örneðin köpeðin aðzýna bir asit akýtýlsýn. Bundan sonra eðer hayvana
koþullu uyarým yeniden gösterilirse
kaybolan koþullu tepke yeniden belirir. Ayrýca þu da görülür ki eðer bir hayvana
günler ve haftalarca hiç durmadan
bir yiyecek gösterilirse bu yiyecek hayvaný uzaktan uyarma gücünü tümüyle yitiri
r. Bu uyarma gücünü yitirmemesi
için yiyeceði uzaktan göstermekle kalmayýp yedirmek gerekir.
Bütün bu saydýðýmýz olgulardan, salyalanmayý doðrudan doðruya belirleyen bir þ
eyin özellikleriyle bu þeyin öteki
duyularý etkileyen özellikleri arasýnda sýký bir iliþki olduðu sonucu apaçýk ort
aya çýkar (Op., cit. s. 54). Bu
deneyler, fizyolojisellikle ruhsallýðýn sýký iliþkisini de tanýtlamýþtýr. Pavlov
bu konuda da þunlarý söylemektedir:
Fizyoloji deneylerinde salya bezlerinin faaliyetinde ne gibi deðiþmeler oluyorsa
ruhsal deneylerde de ayný
deðiþmeler olmaktadýr. Eþdeyiþle köpeðin aðzýna konulan yiyeceðin meydana getird
iði salya salgýsý onu uzaktan
göstermekle de saðlanabiliyor. Köpeðin dýþ davranýþlarýna bakýlýrsa kuru ekmeðe
oranla eti görmek onu daha çok
sevindirir. Ama salya salgýsýna bakýlýrsa kuru ekmek, etten daha etkilidir. Et g
ören köpeðin salya bezlerinden çýkan
salgý glütenle doludur, hoþuna gitmeyen bir yiyecek gören köpeðin salyasýndaysa
pek az glüten vardýr. Baþka türlü
söylenirse, ruhsal uyarýcýlar üzerinde ayný maddelerle yapýlan deneyler, fizyolo
jisel uyarýcýlar üzerinde yapýlan
deneylerde de aynen meydana gelmektedir (Ýbid, s. 43).
Pavlov, insanlarda ve yüksek dereceli hayvanlarda, örgenlikle çevre arasýndaki
iliþkilerin beynin alt korteksinde
düzenlendiðini de bulmuþtur. Koþullu uyarýmlar, beynin alt korteksinde koþulsuz
uyarýmlara Pavlov'un deyimiyle im
(Os. Ýþaret, Fr. Signal) verirler. Canlýyla çevresi arasýnda böylesine bir imlem
e düzeni (Os. Ýþaret sistemi,
Sinyalizasyon sistemi; Ýng. Signal system) vardýr. Pavlov, herhangi bir doða nes
nesinin ya da olayýnýn koþulsuz
tepkelerle birleþtiði zaman insanlarda ve yüksek dereceli hayvanlarda koþullu te
pkeler için bir haber verme aracý
olabileceðini meydana koymuþ ve insanlarla hayvanlardaki bu ortak haber verme ar
acýna birinci imleme düzeni
(Birinci sinyalizasyon sistemi) adýný vermiþtir. Pavlov, insanýn yüksek sinir fa
liyetinin yüksek dereceli hayvanýn
sinir faaliyetine oranla özgül bir karakter gösterdiðini de keþfetmiþ ve çok öne
mli bir buluþla sadece insanlara özgü
bulunan dil olgusunun doðurduðu haber verme düzenine ikinci imleme düzeni (Ýkinc
i sinyalizasyon sistemi) adýný
vermiþtir. Sadece insana özgü bulunan bu ikinci haber verme düzeni, birinci düze
ndeki imlerin genelleþip
soyutlanmasýna ve bundan ötürü de insanýn dýþ dünyaya sýnýrsýzca açýlabilmesine
olanak saðlamaktadýr.
Hayvanýn çevresine açýlma bakýmýndan sýnýrlý durumuyla insanýn sýnýrsýz durumu
arasýndaki ayrýmýn nedeni budur.
Birinci düzen beynin alt korteksinde, ikinci düzense beyin yuvarlarýnda gerçekle
þmektedir. Demek ki insanýn ön
beyin loplarýnda dili ve konuþmasýyla imlenen (sinyal edilen) ikinci bir imleme
düzeni vardýr. Canlý varlýklarýn dýþ
ortama uyma olgusu, idealist ruhbilimcilerin idealizm yararýna kullandýklarý bir
olaydý. Pavlov'un bulgularý bu çok
önemli konuyu da bilimselliðin sýnýrý içine almýþtýr. Ýngiliz bilgini Prof. Hogb
en þöyle demektedir: Bizim
kuþaðýmýzda Pavlov okulu tarihte ilk kez, Doktor Haldan'ýn tanrýbilime aykýrý bi
r terimle bilinçli davranýþ adýný
verdiði sorunu baþarýyla çözümlemiþ, onu yeni tepke sistemlerine vücut veren koþ
ullarýn incelenmesi durumuna
indirmiþtir (Hogben, The Nature of Living Mater, London 1930, s. 25). Ruhsal faa
liyet, bu sinyal'lerin bir
fonksiyonudur. Pavlov'un bulgularý, eytiþimsel ve tarihsel özdekçi felsefenin di
lle düþünce, duyusal yansýmayla
mantýksal bilme arasýndaki baðlantýlar üstünde ilerisürdüðü düþüncelerin ve özel
likle yansýma kuramýnýn en saðlam
ve bilimsel temelidir. Davranýþçýlýk (Behaviorizm) adýyla anýlan ruhbilim akýmý,
Pavlovculuðun özdekçi temellerini
görmezlikten gelip, onun idealist ve metafizik açýdan yorumlanmasýyla meydana ge
lmiþtir. Ýdealist yazarlar Pavlov'u
da davranýþçýlýðýn kurucularý arasýna katmaya çalýþýrlarsa da Pavlov'un, onlarý
geniþ çapta etkilemekten baþka,
onlarla hiçbir iliþkisi yoktur.
Ünlü bir diyalektikçinin dediði gibi, büyük bilgin Pavlov, hayvanlarda ve insa
nlardaki yüksek sinirsel etkinliðin
yasalarýný bulmakla, insanýn yüksek sinirsel etkinliðiyle hayvanýnki arasýnda bu
lunan ortak yanlarla bunlarý
birbirinden ayýran farklarý keþfetmekle insanýn ruhsal yaþamýnýn incelenmesine y
arayan bilimsel temelleri ortaya
koymuþ olmaktadýr. Sinir, anatomi dilinde, örgenliðin her türlü uyarýmlarýný mer
kezleri olan beyin omurilik ve
boðumlara ileten ak kaytan biçimindeki örgenlerden her biri olarak tanýmlanýr. Ö
zellikle ruhbilimin baþlýca
konularýndan biri olan sinir dizgesi, Pavlov'un parlak deneyleriyle evrensel, ça
pta bir önem kazanmýþ ve gerçek
felsefenin baþlýca konusu olmuþtur. Pavlov deneyleriyle açýða çýkarýlan sinirsel
iþlevler, bilinci, yüksek derecede
örgenleþmiþ özdeðin (eþdeyiþle, beyinin) bir iþlevi olarak gören eytiþimsel özde
kçi savý bütün açýklýðýyla ve bilimsel
olarak tanýtlamýþ bulunmaktadýr. Bu bulgular, ayný zamanda, en basit örgenlikler
in bilinçli insana kadar nasýl
evrimleþtiðini de açýk ve seçik olarak gözler önüne sermektedir. Artýk bilinmekt
edir ki canlý evren, bir yansýtma
süreci içinde oluþmuþtur. En basit özdekte bile bir yansýtma özelliði vardýr. Bu
yansýtma, özdeðin içinde bulunduðu
ortama kendini uydurma (adaptasyon) aracýdýr. Cansýz doðadaki yansýtma (örneðin,
bir maden parçasýnýn ýþýðý
yansýtmasý), en basit canlý örgenliklerde uyarýlganlýk (yaþambilimsel yansýtma)
yeteneðine yükselmiþtir. Örneðin
bitkiler ýþýkla uyarýlýrlar ve ýþýða yönelirler, amipler besinle uyarýlýrlar ve
besine yönelirler. Bitkilerin ve amiplerin
bu uyarýlganlýðý, örneðin cansýz doðadaki bir metalin mýknatýslanmasýndan farksý
z bir olgudur. Örgenlikler
geliþtikçe, uyarýlganlýðý da aþan yeni bir yansýtma oluþmuþtur:
Duyum. Duyumsal yansýtma, madensel yansýtmanýn çok geliþmiþ biçimidir. Ama dah
a yüksek örgenliklerde,
eþdeyiþle hayvan ve insanlarda bundan daha yetkin bir yansýtma aracý meydana gel
miþtir: Sinir dizgesi. Sinirler
sayesindedir ki yüksek örgenlikler kendilerini ortama daha iyi uydurabilmeye baþ
lamýþlardýr. Bundan ötürü sinir
dizgesi, canlýyla ortamýný iliþkiye geçiren uzmanlaþmýþ örgen olarak tanýmlanýr.
Yaþam süreci, bir ortamla alýþveriþ
sürecidir. Büyük bilgin Pavlov, ortamla bu alýþveriþin, eþdeyiþle ortama kendini
uydurabilme yeteneðinin yüksek
hayvanlarda aþaðý hayvanlardakinden çok daha geliþmiþ olduðunu göstermiþtir. Can
lýyla ortamýný iliþkiye geçirmede
uzmanlaþmýþ bir örgen olan sinirler, bu görevlerini, hayvan ve insanlarda tepkel
er'le gerçekleþtirirler. Tepkeler
(refleksler); örgenliðin dýþ etkilere karþý tepkiler (reaksiyonlar)'idir.
Ýþte yüksek örgenlikler, bu tepkelerden yararlanarak, ortamlarýyla daha geniþ
çapta bir alýþveriþe giriþirler ve
kendilerini ortamlarýna çok daha iyi uydururlar (adapte ederler). Örgenlikler iç
in en önemli koþullu tepkeler,
örgenlikte köklenerek, koþulsuz tepkelere dönüþürler. Böylelikledir ki bilinç ol
uþur ve düþünme yeteneði kazanýlýr.
Bundan ötürüdür ki, örneðin bir insan; eðitim ve öðretimle koþullanarak bilinçle
nir ve düþünme yeteneðini geliþtirir.
Bilgin Pavlov, sinir dizgesinin iþleyiþinde, insanýn, en yüksek hayvan türünden
daha üstün ve farklý bir yeteneði de
elde ettiðini bilimsel olarak meydana çýkarmýþtýr. Yüksek sinir dizgesi (Ýng. Hi
gher nervous system)ne sahibolan
yüksek hayvan türleriyle insanlarda ortak bulunan birinci sinyal düzeni'nden ayr
ý olarak sadece insanlarda bulunan
bir de ikinci sinyal düzeni vardýr ki bu da dil'dir. Pavlov, insansal, eþdeyiþle
dilsel tepkenin temeli olan fizyolojisel
mekanizmayý bütün ayrýntýlarýyla açýklamýþtýr. Ýþte, yüksek türdeki hayvanlarla
insanlar birinci sinyal dizgesi,
sadece insanlar hem birinci ve hem de ikinci sinyal dizgesi'yle nesnel gerçeklið
i yansýtýrlar, çevrelerine daha iyi
uyarlar (intibak ederler, adapte olurlar), hele insanlar çevreleri (eþdeyiþle, d
oða) üstünde böylelikle egemenlik
kurarlar. Sinyal dizgeleri, sinir faaliyetleridir. Demek ki koþullu tepkeler, bu
geçici sinirsel baðlantýlar (Fr. Liaisons
nerveuses)'ýn ürünüdür. Dýþ ve iç ortamýn herhangi bir edimi, sinir uçlarýný uya
rmaktadýr. Bu uyarým, merkezcil
sinirler tarafýndan beynin ilgili bölümlerine iletilir, merkezkaç sinirler burad
an aldýklarý uyarýmlarý bunlarýn
harekete getireceði çeþitli örgenlere götürürler. Tepkeler, böylece meydana geli
r Besinin kokusunu duyan ya da onu
gören canlý böylelikle hemen ona yönelir. Canlýlar bu tepkelerle korunur, bu tep
kelerle beslenir, bu tepkelerle
çiftleþip türlerini sürdürürler. Pavlov'un üstün baþarýsý, idealizmin doðaüstüne
baðladýðý ruhsal yaþamýn, fizyolojisel
(eþdeyiþle, özdeksel) temelini açýk seçik ortaya koymuþ olmasýdýr. Pavlov, hayva
nlarýn ve insanlarýn yüksek sinir
faaliyetine ait yasalarý keþfetmiþ, yüksek sinir faaliyetleri açýsýndan hayvanla
rla insanlar arasýndaki birliði ve
ayrýlýðý (nerelerde eþ ve nerelerde ayrý bulunduklarýný) bulmuþ, ruhsal yaþamýn
bilimsel temellerini meydana
çýkarmýþ çok büyük bir bilgindir.
ÝNSAN UZAYIN DERÝNLÝKLERÝNDE. Fizikçi Albert Einstein'ýn özel ve genel baðýntý
lýlýk kuramlarý Galile ve
Newton fiziklerini doruðuna ulaþtýrmýþ ve eytiþimsel özdekçi felsefenin hemen bü
tün varsayýmlarýný doðrulayarak
çaðdaþ felsefesel düþünceye yön vermiþtir. Doða bilimlerinin yeterince geliþmemi
þ olmalarýndan ötürü zorunlu
olarak metafiziðe yönelmiþ ve kurgusal bir alanda ilerlemeye çalýþmýþ bulunan fe
lsefe artýk bilimsel alana girmiþ
bulunmaktadýr. Kurgusal felsefe evresi büyük idealist Hegel'le, bir daha açýlmam
ak üzere, kapanmýþtýr. Artýk doða
bilimleri bilinmedikçe felsefe yapýlamayacaðý gibi felsefe bilinmeksizin de doða
bilimlerinde ilerlenemez. Bilimsel
kuramlar birbirlerini, yalanlayarak deðil, sýnýrlayarak geliþirler. Her yeni kur
am, bir önceki kurama göre, daha geniþ
bir alana geçerlilik getirir. Fiziðin evriminde de böyle olmuþ, evrenin birbirle
riyle baðýmlý birçok þeylerden kurulu
bir bütün olduðu gerçeði adým adým açýklanmýþtýr. Ýlkin Galileo Galilei, mekanik
yasalarýn düzenli devinen bütün
sistemlerde ayný olduðunu göstermiþti. Ýkinci olarak Isaac Newton, Galile'nin dü
þme yasasýný yýldýzlarýn devinme
yasalarýyla ayný ilkeye baðladý ve gök mekaniðini kurdu Çaðýmýzýn büyük fizikçis
i Albert Einstein sadece mekanik
yasalara özgü kalan bu tanýtlamalarý evrensel ölçüde geniþletti ve sadece mekani
k yasalarýn deðil, bütün doða
yasalarýnýn birbirine göre düzenli devinen bütün sistemler için ayný olduðunu gö
sterdi. Einstein, bu evrensel
kuramýna iki aþamada ulaþmýþtý. Ýlkin özel baðýntýlýlýk kuramý'yla doða yasalarý
nýn çekim olayýnýn dýþýndaki bütün
fiziksel olaylarda ayný olduðunu tanýtladý, on yýl sonra genel baðýntýlýlýk kura
mý'yla bütün doða yasalarýnýn çekim
olayýnda da geçerli bulunduðunu gösterdi. 1918 yýlýnda Times gazetesinde yayýnla
dýðý ve sonradan Comment je vois
le monde (Dünyayý Nasýl Görüyorum, s. 206-214) adlý kitabýna aldýðý bir makalede
Albert Einstein bu kuramlarýný
þöyle anlatýr: Baðýntýlýlýk kuramým iki katlý bir yapýya benzer. Bu katlardan bi
rincisi özel baðýntýlýlýk kuramý,
ikincisi genel baðýntýlýlýk kuramýdýr. Birinci kuram çekimden baþka bütün fiziks
el olaylara aitken ikincisi çekim
yasasýna ve bu yasanýn baþka doða yasalarýyla olan iliþkilerine dairdir. Eski Yu
nandan beri bilinir. bir cismin
devimini göstermek için o cismin devimiyle orantýlý olan baþka bir cismin devimi
de alýnýr. Örneðin bir arabanýn
devimi yere, bir gezegen yýldýzýn devimi de duraðan yýldýza göre saptanýr. Uzay
bakýmýndan olaylarýn kendilerine
oranlandýðý cisimlere fizikte koordinatlar sistemi deriz.
Örneðin Galile ve Newton'un devim yasalarý ancak böyle bir sistem kullanýlarak
dilegetirilebilir. Oysa mekanik
yasalarýn geçerli olabilmesi için bu koordinatlar sisteminin devimini dilediðimi
z gibi seçemeyiz, örneðin bu devim
ne devirli ne de ivmeli bir devim olmamak gerekir. Mekanikte geçerli olabilecek
bir sisteme bu yüzden süredurum
sistemi diyoruz. Ne var ki mekaniðe göre süredurum sisteminin devimi de doða tar
afýndan açýkça belirtilmemiþtir.
Þöyle demek daha uygun olur: Bir süredurum sistemine oranla bir doðru çizgi üzer
inde düzgün devimle devinen bir
koordinatlar sistemi de bir süredurum sistemidir. iþte özel baðýntýlýlýk kuramý
demekle bunu anlatmak istedim,
eþdeyiþle doðanýn herhangi bir koordinatlar sistemi için geçerli olan genel yasa
sý, hiç deðiþmeden, o koordinatlar
sistemine eþit bir devimle yer deðiþtiren baþka bir sistemde de geçerlidir. Özel
baðýntýlýlýk kuramýnda göstermek
istediðim birinci ilke budur. Özel baðýntýlýlýk kuramýnýn özü olan ikinci ilkeys
e boþlukta ýþýk hýzýnýn sabit oluþu
ilkesidir. Bu ilkeye göre ýþýðýn boþlukta belli bir hýzý vardýr ve bu hýz ýþýk k
aynaðýnýn devimine baðlý deðildir.
Fizikçilerin bu ilkeye güvenini, üstün baþarýlarýyla Maxwell ve Lorentz saðlamýþ
lardýr. Bu iki ilke deneylerle
desteklenebiliyorsa da mantýk açýsýndan birbirleriyle uyuþturulmaz gibi görünüyo
rlardý. Özel baðýntýlýlýk kuramý,
fiziksel uzay ve zaman bilgilerini deðiþtirerek, bu mantýksal birliði göstermiþt
ir. Özel baðýntýlýlýk kuramý
göstermiþtir ki, iki olayýn eþitzaman olduðunu söylemenin ancak baþka bir koordi
natlar sistemine oranla anlamý
vardýr. Hatta ölçmek için kullandýðýmýz metrelerin biçimi ve saatlerin iþlemesi,
koordinatlar sistemine oranlanan
devim durumlarýna baðlýdýr. Ýþte, Galile ve Newton'un yasalarýný kapsayan eski f
izik, bu baðýntýcý kinematiðe
uymuyordu. Bu baðýntýcý fizikten birtakým genel matematik koþullar meydana çýkýy
ordu ki ancak yukarda sözünü
ettiðim iki ilke doðru olduðu takdirde doða yasalarý bu koþullara uygun düþebili
rdi.
Özellikle, hýzla yerlerini deðiþtiren özdeksel noktalar için yeni bir devrin y
asasý saptadým ve bu yasanýn elektrikle
yüklü cisimcikler üzerinde de doðruluðunu gösterdim. Özel baðýntýlýlýk kuramýnýn
en önemli sonucu bir cisimler
sisteminin süredurum kitlelerini ele almasýydý. Bir sistemin süredurumunun, kend
inden enerjiye baðlý olduðu
tanýtlanmýþ, eþdeyiþle süredurumlu kitlelerin, içlerinde gizli bulunan enerjiden
baþka bir þey olmadýklarý
anlaþýlmýþtýr. Kitlenin sakýmý ilkesi baðýmsýzlýðýný yitirerek enerjinin sakýmý
ýlkesiyle kaynaþmýþtýr. Özel baðýntýlýlýk
kuramý Maxwell ve Lorentz'in elektro dinamiðinin bir sistem içinde devamýndan ba
þka bir þey deðildir ve kendi
sýnýrlarýný aþarak yeni yollar açmýþ bulunmaktadýr. Ýþte bu yollar bizi genel ba
ðýntýlýlýk kuramýna götürmüþtür.
Acaba fiziksel yasalarýn baðýmsýzlýðý, koordinatlar sistemlerinden birinin öteki
ne oranla düzgün ve hep eþit devim
durumlarýna mý özgü kalacaktý? Doðanýn, tarafýmýzdan iþin içine sokulan koordina
tlar sistemleriyle ve onlarýn
devimleriyle iliþkisi neydi? Hatta doðayý nitelemek ve tanýmlamak için kendi key
fimize göre seçilmiþ bir
koordinatlar sistemi kullanmak zorunlu olsa bile onun deviminin seçiliþi bu sýný
rlamaya uðramamalýydý ve doða
yasalarý bu seçiliþe asla baðlý olamazdý. Ýþte genel baðýntýlýlýk kuramýnýn iler
isürdüðü ilke budur. Genel baðýntýlýlýk
kuramýnýn uygulanmasý eskiden beri bilinen bir deneyle kolayca anlaþýlabilir: Bu
da bir cismin süredurum ve
aðýrlýðýnýn ayný sabitenin etkisi altýnda olduðunu, eþdeyiþle ayný süredurum ve
aðýrlýk kitlelerinin eþitliðini gösteren
deneydir. Newton'un anladýðý anlamda bir süredurum sistemine oranla düzgün ve de
virli devimle devinen bir
koordinatlar sistemi tasarýmlayýn. Bu sistemin merkezkaç güçleri, týpký aðýrlýk
güçleri (çekim gücü) gibi, cisimlerin
kitleleriyle oranlýdýr ve Newton'a göre süredurumun sonuçlarý gibi sayýlmasý ger
ekir.
Ama acaba kimi durumlarda koordinatlar sistemini dinginlikte sayamaz mýyýz? Me
rkezkaç güçleri çekim gücü
sayamaz mýyýz? Ýþte bu ve buna benzer düþünceler bize genel baðýntýlýlýk kuramýn
ýn çekim yasalarýný
açýklayabileceðini sezdirmiþti. Bu düþüncelerin mantýksal tutarlýlýðý da umudumu
zu güçlendirdi. Oysa klasik
mekanik bu düþüncelere karþý çýkýyordu. Yürüyeceðimiz yol, sandýðýmýzdan daha da
sarptý. Eukleides geometrisini
býrakmak gerekiyordu. Çünkü bu halde cisimlerin uzay içindeki durumlarýný meydan
a koyacak yasalar, Eukleides
geometrisinin uzay üzerine verdiði yasalara uymuyordu. Örneðin uzayýn bükümü (Fr
. La courbure de l'espace)
diyebilmeliydim. Eukleides geometrisinin doðru çizgi, yüzey vb. gibi temel kavra
mlarý düþündüðüm fizikte
anlamlarýný yitiriyorlardý. Genel baðýntýlýlýk kuramýnda uzay ve zaman ilkesi, k
inematik, artýk fiziðin öteki
bölümlerinden ayrý deðildir. Cisimlerin durumu ve saatlerin iþleyiþi çekim alaný
na baðlýdýr. Ama çekim alaný da
özdekten ibarettir. Demek ki uzay, zaman, devim ve özdek bir ve ayný þeydir.
Genel baðýntýlýlýk kuramý yeni bir çekim kuramýdýr ve Newton kuramýndan önemli
ölçüde farklýdýr. Ama pratik
sonuçlarý birbirine o kadar yakýndýr ki deneylerde farklar saptamak bir hayli gü
çtür. Þimdiye kadar sadece þu üç fark
saptanabilmiþtir: Gezegenlerin yörüngelerinin her gün biraz daha uzadýðý (Jüpite
r gezegeninde tanýtlanmýþtýr), çekim
alanýndan geçen ýþýk ýþýnýnýn büküldüðü (Ýngiliz bilginleri tarafýndan bir güneþ
tutulmasý sýrasýnda alýnan
fotoðraflarla tanýtlanmýþtýr), büyük kitledeki yýldýzlardan gelen ýþýðýn tayflar
ýndaki çizgilerin kýrmýzýya doðru
yerlerini deðiþtirdikleri (yapýlan birçok deneylerle tanýtlanmýþtýr). Kuramýn en
önemli yaný mantýksal bir bütün
meydana getirmesidir. Eþdeyiþle bu sonuçlardan biri yanlýþ çýksaydý bütün kuram
yanlýþ olurdu.
Bütün kuramý sarsmadan kuramýn en küçük bir noktasý deðiþtirilemez gibi görünm
ektedir. Ama bu kuramýn
Newton'un büyük yapýtýný bir yana attýrabileceði asla düþünülmemelidir. Onun açý
k ve büyük düþünceleri gelecekte
de önemini sürdürecektir. Çünkü biz evrenin nitellðini açýklayan kuramýmýzý hep
onun büyük düþünceleri üstünde
kurduk.
Einstein'ýn büyük bir alçakgönülülük ve kadirbilirlikle ilerisürdüðü bu açýkla
maya þu bilgilerin de eklenmesi
gerekir: Newton, fiziðinde, bir saltýk zaman ve bir saltýk uzay ilerisürmüþtü; u
zayda daðýlmýþ ve boþ uzay içinde
birbirlerini belli bir güçle çeken çekim noktalarý tasarýmlamýþtý, üstelik de bu
noktalarýn özdekdýþý olmalarý
gerektiðini ilerisürmüþtü. Bentley'e yazdýðý bir mektupta çekim, kimi yasalara u
yarak sürekli olarak etki yapan bir
etkenin ürünüdür. Bu etkenin özdeksel ya da özdeksiz olmasýný okurlarýmýn görüþü
ne býrakýyorum diyordu. Onun
bu savlarýna karþý çýkan ilk düþünür Leibniz olmuþtur. Leibniz, saltýk zamanla s
altýk uzay varsa saltýk bir devim de
olmalýdýr, diyordu, oysa saptanabilen her devim baðýntýlýdýr, eþdeyiþle uzaya gö
re deðil baþka bir cisme göredir,
gene bunun gibi uzayda bir cismin bulunduðu yeri yer olarak deðil ancak öteki ci
simlere göre saptayabiliriz, oysa
saltýk uzay varsayýmý her cisme uzayda böylesine saltýk bir yer gösterilmesini g
erektirmektedir. Sonuç olarak
Leibniz, Einstein'dan iki yüzyýl önce, uzayýn onu dolduran cisimlerin bir baðýnt
ýsý olduðunu ve bu cisimler olmadýðý
takdirde uzayýn bir hiçten baþka bir þey olamayacaðýný ilerisürmüþtü. Zaman da b
öylesine bir olaylar baðýntýsýydý,
zamaný gösterecek bir olay varbulunmadýkça ne saatin ne de günün anlamý vardý. Ö
rneðin Amerika'da 24 Ekim
gecesi saat 21'de verilen bir konseri Türkiye'de radyo ya da televizyonla 25 Eki
m sabahý saat 5'te dinlemektesiniz,
oysa Türkiye'deki radyo dinleyicisiyle Amerika'daki þarkýcý ayný zaman içindedir
ler, demek ki zaman da uzay gibi
bir baðýntý sorunudur, ancak bir baðýntýyla varolabilir. Fizikçiler hiçbir fizik
konusunu saltýk olarak ele alamazlar,
onlara doðru olarak yaklaþabilmeleri için baðýntý (iliþki)'larý içinde ele almak
zorundadýrlar.
Özdekle enerjinin de ayný þey olduðu böylesine bir baðýntý içinde meydana çýkm
ýþtýr. Özdek kitlesini atar ve ýþýk
hýzýnda yol alýrsa enerji olur, buna karþý enerji donar ve bir biçim alýrsa özde
k olur. Ýþte Einstein'ýn özel ve genel
baðýntýlýlýk (iliþkinlik) kuramlarý özdek, zaman, uzay, devim kavramlarýnýn ve b
unlara uygun düþen doðasal
olaylarýn tek ve ayný þey olduklarýný tanýtlamýþ bulunmaktadýr (Týpký Amerika'da
ki 24 Ekim akþamýnýn Türkiye'deki
25 Ekim sabahýyla ayný zaman olmasý gibi, ki bu ancak radyo ya da televizyon bað
ýntýsýyla gözle görülüp elle
tutulur bir duruma gelmektedir). Þimdi deyimiyle nitelenen ayný zaman diye bir þ
ey bulunmadýðý Einstein
denklemleriyle tanýtlanmýþtýr. Çünkü evrende özdek-devim-uzay birlikteliðinden b
aðýmsýz saltýk zaman diye bir þey
yoktur. Evrende duraðan bir zaman aralýðý yoktur ki onunla baðýntý kurarak þimdi
diyebilelim. Örneðin 1978 yýlýnda
Arcturus yýldýzýna bakýyoruz, gördüðümüz þimdi'ki Arcturus yýldýzý deðil 1940 yý
lýndaki Arcturus yýldýzýdýr. Çünkü
Arcturus yýldýzý dünyamýza otuz sekiz ýþýk yýlý uzaklýktadýr (Bir ýþýk yýlý, eþd
eyiþle ýþýðýn bir yýlda yolaldýðý uzaklýk
9,6 trilyon kilometredir. Radyo dalgalarý da ayný hýzdadýr). Þimdi Arcturus yýld
ýzýný bize gösteren ýþýnlar, otuz sekiz
yýl önce Arcturus yýldýzýndan ayrýlan ýþýnlardýr. Demek ki biz þimdi Arcturus yý
ldýzýnýn yerinde olup olmadýðýný bile
bilemeyiz, bunu ancak 2016 yýlýnda öðrenebiliriz. Gördüðümüz Arcturus yýldýzý gi
bi onu gören bizler de þu anda
(þimdi) bir zaman içindeyiz, ne var ki bu zaman þimdi, eþdeyiþle ayný zaman deði
l. Alman matematikçisi Herman
Minowski þöyle der: Ayrý uzay ve ayrý zaman artýk yok olmuþtur, ancak ikisinin b
irleþimidir ki gerçekliðini
sürdürebilir. Bütün zaman ölçmeleri gerçekte uzay ölçmeleridir, buna karþý bütün
uzay ölçmeleri de gerçekte zaman
ölçmeleridir. Albert Einstein özel baðýntýlýlýk kuramýnda birbirine göre düzenli
devinen bütün sistemler için doða
yasalarýnýn ayný olduðunu tanýtlamýþtý. Ama bir bilim adamý olarak doða yasalarý
na inanýyordu ve onlarýn devimi ne
türlü olursa olsun bütün sistemlerde ayný olmasý gerekeceðini düþünüyordu. Genel
baðýntýlýlýk kuramýyla da bu
düþüncesinin doðru olduðunu tanýtlamayý baþarmýþtýr.
Evet, Einstein'a iki nokta arasýndaki en kýsa yol doðru bir çizgidir diyen Euk
leides geometrisi yetmemiþti. Çünkü
uzayda iki nokta arasýndaki en kýsa yol eðri bir çizgiydi. Bunun gibi Eukleides
geometrisinin üç boyutu da
yetmiyordu, dördüncü bir boyut gerekiyordu. Einstein, evrenin dört boyutlu olduð
unu tanýtlamýþ ve üç uzay
boyutuna bir de zaman boyutu eklemiþtir. Örneðin demiryolu tek boyutlu bir uzay
sürekliliðidir, makinist falan
kilometrede olduðunu söyleyerek yerini bildirebilir. Gemiyse iki boyutlu bir uza
y sürekliliðidir, kaptan yerini
bildirebilmek için hem enlem hem de boylamýný söylemek zorundadýr. Uçak üç boyut
lu bir uzay sürekliliðidir, pilot
yerini bildirebilmek için enlem ve boylamdan baþka yerden yüksekliðini de söylem
elidir. Devimli bir fizik olayýysa
dört boyutludur, çünkü sadece uzaydaki yer'i bildirmek yetmez, o yerin zaman'la
nasýl deðiþtiðini de bildirmek
gerekir, daha açýk bir deyiþle, örneðin uçaðýn hangi zamanda nerede olduðunu sap
tamak gerekir. Zaman boyutu
bildirilmedikçe uçaðýn þu enlemde, þu boylamda ve þu yükseklikte olduðu hava tra
fiði yöneticisi için hiçbir anlam
taþýmaz.
Metafizikçiler bütün bunlardan kendi iþlerine yarayan sonuçlar çýkarýrlar, Ein
stein'ýn baðýntýlýlýðýný metafizik bir
yorumla görelilik anlamýnda ele alýrlar ve iþte, bilim dediðiniz nedir? Eukleide
s geometrisi de yalanlandý ve ortadan
kalktý derler. Oysa Eukleides geometrisi ne yalanlanmýþ ne de ortadan kalkmýþtýr
. Yeryüzünün fiziðine uygun
bulunan bu geometri sadece uzay fiziðine yetmemiþ ve daha geliþtirilip geniþleti
lmesi gerekmiþtir. Bilimsel ilerleme,
yalanlayarak ve ortadan kaldýrarak deðil, geliþtirilerek ve geniþletilerek gerçe
kleþir. Eukleides geometrisi
yeryüzünde yüzyýllarca iþe yaramýþtýr, sonsuzca da yarayacaktýr. Eyfel kulesinin
, Süleymaniye Camiinin vb.
Eukleides geometrisiyle yapýldýðý unutulmamalýdýr.
Einstein, özel baðýntýlýlýk kuramýnýn üstüne kurduðu genel baðýntýlýlýk kuramý
nda evrenin en büyük sýrrýný þöyle
açýklar: Hareket durumlarý ne olursa olsun, bütün sistemler için doða yasalarý a
ynýdýr. Eytiþimsel özdekçiliðin
felsefe diliyle ilerisürdüðü evrensel baðýntýlýlýk böylece, fizik diliyle dilege
tirilmiþ ve tanýtlanmýþ olmaktadýr. Bütün
baþarýlarý dogmalara güvenmemekten doðan Einstein, bu evrensel çaplý kuramýný, ö
zel baðýntýlýlýk kuramýný
yayýmladýktan sonraki on yýl içinde geliþtirmiþtir. Çýkýþ noktasý, Newton'un sür
edurum ve yerçekimi yasalarýydý.
Einstein bu kuramýnda çekim gücü diye bir þeyin varolmadýðýný ve çekimin, kürese
l evren üzerinde en kýsa yol olan
evren eðrisini en az iþ ilkesine uygun olarak izlemekten ibaret bulunduðunu göst
erdi. Bu fiziksel bulguyu, Bertrand
Russell, ABC of Relativity adlý yapýtýnda, fizik bilmeyenlere þu örnekle anlatýr
: Karanlýk bir gecede, gökteki bir
balondan, dünyaya baktýðýnýzý farz edin. Baktýðýnýz yer geniþ bir ova olsun. Siz
görmüyorsunuz ama, ovada
serpiþtirilmiþ köyler var, ovanýn ortasýnda da diyelim ki yükseldikçe dikleþen v
e nihayet bir uçurumda son bulan
sipsivri bir tepe bulunuyor. Sizin gördüðünüz, sadece, bu tepenin üstündeki büyü
k deniz feneriyle köyler arasýnda
gidip gelen elleri fenerli adamlarýn ýþýklarýdýr. Fenerli adamlar köyler arasýnd
a en kýsa yollardan gidip geliyorlar. Bu
yollar, elbette, tepeye týrmanýp uçuruma düþmemek için, tepenin arkasýna geçebil
meyý saðlayacak yani en az iþ'i
gerektirecek eðri yollar olacaktýr. Bu eðri yollar da, tepenin doruðuna ne kadar
yaklaþýrlarsa o kadar keskin
bükülmeler ve ne kadar uzaklaþýrlarsa o kadar daha az keskin bükülmeler gösterec
eklerdir. Balondan bakan siz,
büyük ýþýðýn sýcaðýndan yanmamak için yollarýný kýrýp eðri bir yolla büyük ýþýk
tan kaçtýklarýný sanacaksýnýz. Oysa
onlar, gidecekleri köye tepeyi aþmadan varmak için en kýsa yollarýný izlemektedi
rler. Þimdi bu benzetmedeki büyük
feneri güneþ, fenerli insanlarý gezegenler ve kuyrukluyýldýzlar, yollarý da onla
rýn yörüngeleri olarak alýrsanýz,
Einstein'le birlikte, güneþin bir uzay zaman tepesi üzerinde olduðunu ve her cis
min de her an kendisi için en kolay
yolu seçtiðini, çünkü uzay zaman tepesi araya girince bu yolun bir düz çizgi olm
aktan çýktýðýný anlarsýnýz.
Gerçekte, benzetmemizdeki her fenerli insanýn yani evrendeki her cismin üzerin
de kurulup oturduðu bir uzay
zaman tepesi vardýr. Einstein, 1918 yýlýnda, kuramlarýnýn kendisi tarafýndan hal
ka açýklanmasý isteðine uyarak
Londra'da çýkan Times gazetesine yazdýðý yazýda þöyle demektedir: Baðýntýlýlýk k
uramým, iki katlý bir binaya
benzer. Birinci kat özel baðýntýlýlýk kuramý, ikinci kat da genel baðýntýlýlýk k
uramýdýr. Ýkinci kuramýn üstüne
kurulduðu birinci kuram, çekimden baþka bütün fiziksel olaylara aitti. Ýkinci ku
ramsa çekim yasasýna ve bu yasanýn
öteki doða yasalarýyla olan baðýntýsýna aittir. Einstein, yukardaki benzetmede a
çýklanan cisimsel uzay zaman
tepelerinin gerektirdiði en kýsa yol bükülmelerinin gerçekleþtiði alanlara, Newt
on'un çekim deyimine benzer bir
deyimle, çekim alaný adýný vermiþtir. Daha açýk bir deyiþle, çekim sanýlan olay,
gerçekte, her cismin uzay-zaman
tepesinin çevresindeki alanda gerçekleþen, tepeyi aþmak için en kýsa yolu izleme
olayý'ndan baþka bir þey deðildir.
Einstein, adý geçen yazýsýnda, eytiþimsel özdekçiliðin özünü meydana getiren b
u kuramý þöyle anlatmaktadýr:
Genel baðýntýlýlýk kuramý, uzay zaman hareket'in fiziðin öteki olgularýndan baðý
msýz olmadýðýný göstermiþtir.
Cisimlerin hal ve durumu çekim alaný'na baðlýdýr. Çekim alanýysa özdek'le hasýl
olmaktadýr. Hatýrlanmalýdýr ki
Newton, Bentley'e yazdýðý bir mektupta, çekim, bazý yasalara uyarak sürekli etki
yapan bir etkenin ürünüdür. Bu
etkenin, maddi ya da gayrý maddi olmasýný okurlarýmýn görüþüne býraktým demiþti
ve madde'yi idea ya da tanrý
kadar ilksiz ve sonsuz bir ilke saymakla beraber küçümseyen ve aþaðýlayan Platon
'dan beri yerleþmiþ bir
alýþkanlýkla gayrý maddi'liðe (özdeksizliðe) pek meraklý bulunan büyük çoðunluk
Newton'un çekim gücü'ne madde
dýþý ruh'un varlýðýný tanýtlamak yolunda dört elle sarýlmýþlardý. Einstein, gene
l baðýntýlýlýk kuramýyla, bu hayali
kökünden yýkmaktadýr. Einstein'in tanýtladýðý gibi, ne saltýk zaman, ne de saltý
k mekan vardýr. Evren, ayrýlmazca
birleþmiþ zaman uzay hareket madde birlikteliðinden ibarettir. Eytiþimsel özdekç
ilik, bu fiziksel tanýtý da kapsayan
baðýntýlýlýk anlayýþýna evrensel bütünlük ya da baðýmlýlýk adýný verir. Einstein
, adý geçen yazýsýnda, genel
baðýntýlýlýk kuramýnýn dayandýðý ilkeyi þöyle açýklýyor: Özel baðýntýlýlýk kuram
ý, kendi sýnýrlarýný aþarak yeni yollar
açtý...
Doðayý anlamak ve tanýmlamak için, kendi keyfimize göre seçtiðimiz bir koordin
atlar sistemini kullanmamýz
zorunlu olsa bile, doða yasalarý her halde bizim seçtiðimiz bir hareket biçimiyl
e baðýmlý olmamalýdýr. Koordinatlar
sistemi, fizik dilinde, uzaysal olaylarýn kendileriyle oranlandýðý örneðin bir a
rabanýn hareketini anlamak için
durgun bir yerle oranlanmasý gibi cisimleri adlandýrýr. Einstein, kuramýna temel
yaptýðý bu ilkeyle, þu gerçeði
açýklamýþ oluyor: Bizler, doða yasalarýný, þu hareket biçimi içinde þöyle, bu ha
reket biçimi içinde böyle
tanýmlayabiliriz. Ama o yasalar bizim kendilerine oranladýðýmýz bu hareket biçim
lerinden baðýmsýz yasalardýr,
eþdeyiþle nesnel'dirler. Öyleyse, örneðin Newton'un çekim gücü saydýðý bu yasa,
kendiliðinde nedir? Ýþte Einstein,
genel baðýntýlýlýk kuramýyla, bu soruyu karþýlamýþ bulunmaktadýr: Bu yasalar evr
ensel baðýntýlýlýk'týr ve bütün
hareket biçimleri için aynýdýr. Bu genel baðýntýlýlýðý tanýtlamak için Newton'un
süredurum ve yerçekimi kuramlarýný
vesile edinen Einstein'in bu savý bir uçaðýn içinde kolaylýkla gözlemlenebilir.
Havada uçan bir uçaðýn içinde
süredurum etkileriyle yerçekimi etkileri birbirinden ayrýlamaz. Hiçbir pilot, yü
ksek hýzda, yükselme duygusuyla
dönme duygusunu birbirinden ayýramaz. Bu demektir ki, mutlak hareket diye bir þe
y yoktur ve hareket, ancak
karþýlaþtýrma sistemine göre düþünülebilen uzay zaman madde'yle sýkýca baðýntýlý
bir olgudur. Metafizik düþünce,
mutlak olmayan þey yoktur der ve Einstein kuramlarýný da bu konulara yatkýn olma
yanlara bu yanlýþ görelilik
anlayýþýyla sunmaya çalýþýr. Oysa Einstein tanýtlamýþtýr ki hareket hem mutlak d
eðil'dir ve hem de vardýr. Einstein
kuramlarý, metafizik dünya görüþüyle zorunlu olarak yanlýþ yorumlanabilir ve anc
ak zorunlu olarak diyalektik dünya
görüþüyle doðru anlaþýlabilir. Baðýntýlýlýk kavramýnýn, fizik ve felsefe açýlarý
ndan, gerçek anlamý budur.
BÝRAZ DAHA ÖÐÜT. Ýnsanlýðýn büyük aydýnlýðý her geçen gün daha çok parlayadurs
un, metafizik ve idealizm
gevezeliklerine devam ediyor. Öðütçülük, metafizik düþüncenin kaçýnýlmaz sonucud
ur. Mademki her þey saltýktýr ve
deðiþmez, yüzyýllardan beri ayný durumda kalmaktan býkanlara öðüt vermekten baþk
a ne yapýlabilir?
Mutsuzluðun ve mutluluðun nedenleri ve çareleri apaçýk ortada dururken bakýnýz
, pek öðülen ve pek beðenilen
çaðdaþýmýz Bertrand Russell (1872-1969) mutluluðu ve mutsuzluðu nasýl saçma sapa
n nedenlere baðlýyor:
Bertrand Russell, Mutluluðun Ele Geçirilmesi (The Conquest of Happiness) adlý
yapýtýnda, mutsuzluðun ve
mutluluðun nedenlerini inceliyor. Russell'a göre, mutluluðumuz elimizdedir. Bunu
saðlamak için kendimizle
uðraþmamýz, kendimizi onarmamýz gerekir. Russell, kiþinin iç savaþýný anlatýyor
bu yapýtýnda. Mutsuzluðun
nedenlerini þu bölümlerde topluyor:
1- Mutsuzluðu doðuran nedenlerden biri, içe kapanýklýktýr. Kendini günah iþlem
iþ sayanlar, kendi kendine
tutkunlar, megalomanyaklar, kendi içlerine gömülmüþlerdir. Bunlar için mutluluða
kavuþmanýn tek yolu, dýþ dünya
ile ilgilenmektir.
2- Kimileri de her þeyi, öðrenip bitirmiþ ve artýk dünyada yaþamaya deðer hiçb
ir þey kalmadýðý kanýsýna
varmýþlardýr. Russell, bu çeþit mutsuzluða Byron mutsuzluðu diyor. Ýngiliz ozaný
Byron (1788-1824), bu çeþit
mutsuzlardandý. Bu gibilerin de ilaçlarý, içe kapanýklar gibi, dýþ dünyaya açýlm
aktýr. Bunlarda eksik olan, kolay elde
etmelerinden doðan bir gayret noksanlýðýdýr. Oysa, dünya üzerinde, henüz elde ed
ilememiþ, gayret gerektirecek daha
pek çok þey vardýr.
3- Mutsuzluðu doðuran üçüncü bir neden de, insanlar arasýndaki rekabettir. Kim
ileri buna, yaþama kavgasý adýný
verirler. Gerçekteyse yaþamak için deðil, komþularýndan daha üstün bir hayata er
iþmek için kavga etmektedirler.
Baþarý, mutluluðun gereklerinden biridir ama, bütün öbür gereklerin harcanmasý p
ahasýna elde edilmiþse, çok
pahalýya mal olmuþ demektir. Deðmez. Amaç, en tepeye çýkmak deðil, rahat ve huzu
rlu yaþamak olmalýdýr. Asýl dert,
çaðýmýzda, gereksiz yere þiþirilmiþ bir rekabet felsefesinin benimsenmiþ olmasýd
ýr. Oysa rekabet, gücünü ancak iki
kuþak boyunca sürdürebilir, sonunda yorulur, sinirleri hiçbir iþ yapamayacak kad
ar gevþer ve çalýþma stoku tükenir.
Rekabet hastalýðýnýn giderilmesi, sakin zevklerin rolünü kabul etmekle mümkündür
. Ýnsan, komþusunu çatlatmakla
deðil, yarýnki kahvaltýsýný bulabilmekle mutlu olmalýdýr.
4- Heyecan isteði ve can sýkýntýsý da mutsuzluk doðurmaktadýr. Ne var ki, can
sýkýntýsý büsbütün kötü bir þey
sayýlmamalýdýr. Can sýkýntýsý, kimilerini verimli kýlar. Bütün büyük yapýtlarda
sýkýcý bölümler, bütün büyük
yaþamlarda ilgi çekici olmayan dönemler vardýr. Birinci yapraðýndan sonuncu yapr
aðýna kadar göz kamaþtýran
yapýtlar, büyük yapýt deðildirler. Yeryüzünün temposu yavaþtýr. Birçok büyük iþl
erimizde verimli monotonluða
boyun eðmek zorundayýz. Birtakým iyi þeyler vardýr ki, belirli derecede monotonl
uk olmadan mümkün deðildir.
Modern kentlilerin çektiði can sýkýntýsý, doðadan uzak bulunuþlarýyla ilgilidir.
Ýstedikleri gibi yaþayabilecek
derecede varlýklý olanlarsa can sýkýntýsýndan kaçmak isterlerken, çok daha kötüs
üne tutulurlar: Mutlu bir yaþama,
büyük ölçüde sakin bir yaþamayla mümkündür. Çünkü gerçek hoþnutluk ancak sakin b
ir ortamda yeþerebilir.
5- Yorgunluk, mutsuzluk kaynaðýdýr. Aþýrý olmayan yorgunluklar, kiþiyi nasýl m
utlu kýlarlarsa aþýrý yorgunluklar o
derece tüketir. En tehlikeli yorgunluk, sinir yorgunluðudur. Yaþadýðýmýz modern
kent hayatýnda sinir
yorgunluðundan kaçýnmak güçtür. Yorgunluðun çeþitli nedenleri vardýr:
a) Kentte çalýþan adamýn, eviyle iþyeri arasýnda katlanmak zorunda bulunduðu s
ürekli kent gürültüsü büyük
yorgunluk doðurur.
b) Farkýna varmadýðýmýz halde, yorgunluk yaratan nedenlerden biri de, yabancýl
arla karþýlaþmamýzdýr.
c) Ýþine yetiþmek telaþý kiþiyi bir hayli yorar.
ç) Ýþini yitirme korkusu sinirleri sürekli olarak gerer. Ýþçi için iþinden atý
lmak neyse, patron için iflas etmek odur.
Bu korkuyu duymayacak kadar saðlamlaþmýþ olanlarýn sinirleri de, o basamaða çýkm
ak için bu yollardan geçmiþ
bulunduklarýndan ötürü, yýpranmýþ bir haldedir.
d) Boþuna bir çaba olduðu halde, kararsýzlýk kadar yorucu hiçbir þey yoktur.
e) Her olayda sinir bozukluðunun nedeni, iþ deðil, duygusal tedirginliktir.
f) Heyecan düþkünlüðü de büyük ölçüde yorgunluk doðurmaktadýr. Bu çeþit yorgun
luklarýn ilacý bellidir. Her
fýrsatta kýrlara çýkmak, kentin havasýndan kurtulmak, dinlenmek, uygun bir yaþam
a felsefesi ve zihin disipliniyle
kuþkularý yenmek mümkündür. Akýllý insan, dertleri üstünde, gerektiði zaman düþü
nür; baþka zamanlarda baþka
þeyler düþünür. geceyse hiçbir þey düþünmez. Unutmamalýdýr ki, insan, dünyanýn b
üyük bir parçasý deðildir. Kendisi
önemsiz olanýn dertleri önemli olabilir mi?
6- Mutsuzluðun baþlýca kaynaklarýndan biri de, hasettir. Bir bakýma haset, dem
okrasinin de temelidir. Kibirli bir
ahlak inancý da ayný iþi görür. Bu inanca aykýrý hareket etmek fýrsatýný bulmuþ
olanlara haset edilir ve davranýþlarý
suç sayýlýr. Bu gibiler erdem adýna, hasetçiler eliyle, cezalandýrýlýrlar. Ýyi k
i, insan yaratýlýþýnda bu duyguyu etkisiz
kýlacak baþka bir duygu, hayranlýk duygusu da vardýr. Hayranlýk olmasaydý haset,
kimbilir, nerelere kadar giderdi,
Ýnsanoðlunun mutluluðunu artýrmak isteyen kimseler, hasedi azaltýp hayranlýðý ço
ðaltmaya bakmalýdýrlar. Hasedin
ilacý mutluluktur. Ancak iþin güçlüðü de hasedin mutluluða engel olmasýdýr. Zih
insel disiplin, boþ yere
düþünmemek alýþkanlýðý, insaný bundan kurtarabilir. Her þey bir yana, mutlulukta
n daha çok haset edilecek ne
vardýr? Ve eðer ben, hasetçilikten kendimi kurtarabilirsem, mutluluða kavuþur,
üstelik haset edilecek bir kimse
olurum. Hasedi azaltma yollarýndan biri de, içgüdüyü doyurucu bir yaþama saðlama
ktýr.
7- Ergin yaþ mutsuzluklarýnýn en önemli psikolojik nedenlerinden biri de günah
duygusudur. Sürüden kovulma
korkusu da bu duyguya pek benzer. Hemen her olayda bütün bunlarýn kaynaðý kiþini
n çocukluðunda aldýðý töresel
öðretimdir. Günah korkusunda aþaðýlýk bir þey, bir kendi kendine saygý noksanlýð
ý vardýr. Oysa, kendisine karþý
saygýsýný yitirmekten kimseye bir iyilik gelmez. Aslýna bakýlýrsa, günah duygusu
sanýlanýn tam tersini doðurur.
Kiþiyi daha iyi, daha temiz bir hayata götüreceði yerde, hem mutsuz kýlar, hem d
e aþaðýlýk duygusunu aþýlar. Bir
insan, mantýða uygun olarak nelere inanacaðýný iyice kararlaþtýrmalý, ne kadar k
üçük olursa olsun, mantýða uymayan
kanýlarla savaþmalý, onlarýn etkisi altýna girmemelidir. Kimileri mantýðý sevmez
, mantýksal bir çabayý
beceremeyeceklerini ya da böylesine bir çabanýn kendilerini yoracaðýný sanýrlar.
Oysa en büyük hazlar, zihnin en
çok iþlediði ve pek çok þeylerin düþüncenin yüzeyine çýktýðý anlarda duyulur. Þu
, ya da bu türlü bir sarhoþlukla
saðlanan mutluluk, doyurucu deðildir. Gerçekten doyurucu olan bir mutluluk, bütü
n yeteneklerimizin tam olarak
kullanýlmasý ve içinde yaþadýðýmýz dünyanýn eksiksiz idrak edilmesiyle mümkündür
.
8- Herkesin bize tekme attýðýný düþündüðümüz sürece, mutlu olmamýz mümkün deði
ldir. Russell, hayatlarýnda hep
nankörlük, sertlik ve hainlikle karþýlaþtýklarýndan yakýnan kimselerin bu durumu
na iþkence manisi adýný veriyor.
Akýl hastalýðý çizgisine varmayan bu mani, mutsuzluðun baþlýca nedenlerinden bir
idir. Oysa, olasýlýk yasasýna göre,
belli bir toplumda yaþayan kimseler aþaðý yukarý eþit sayýda kötü davranýþla kar
þýlaþabilirler. Daha çok kötü
davranýþla karþýlaþan bir kimse, söylediði doðruysa eðer, bunun nedenini kendind
e aramalýdýr. Ýþkence manisinin
kökü, kendi deðerimizi olduðundan büyük görmemizdir. Þu dört gerçeðin yeterince
anlaþýlmasý iþkence manisine
karþý korunmayý saðlar:
a) Davranýþlarýmýzýn asýl nedenleri bize göründükleri kadar özgecil deðildir.
b) Kendi deðerimizi gözümüzde büyütmemeliyiz.
c) Baþkalarýndan göreceðimiz ilgi, kendimize duyduðumuz ilgi kadar olamaz.
ç) Ýnsanlar durmadan bize iþkence yapmayý isteyecek kadar bizi düþünemezler.
9- Yaþayýþlarý ya da düþünceleri, kendileriyle birlikte yaþamak zorunda bulund
uklarý kimselerce iyi
karþýlanmayanlar mutlu olamazlar. Russell, bu duruma halkoyu korkusu adýný veriy
or. Halkoyu korkusu, kiþiyi bir
hayli mutsuz kýlar. Bu korkuya tutulanlar, yaþamayý kendilerine tam anlamýyla ze
hir ederler. Oysa, belli zevkleri ve
kanýlarý bulunan bir kimse, bir grup içinde kendini yabancý bulduðu halde, baþka
bir grup içinde benimsenmiþ
bulabilir. Bundan baþka halk, kendi düþüncesine aykýrý davranandan çok, halkoyun
dan korkana karþý zorbalýk eder.
Halkoyunu bile bile hor görmek de doðru deðildir elbet. Ama onu gerçekten umursa
mamak hem kiþinin dayanýklý
olduðunu gösterir, hem de bir mutluluk kaynaðý olur. Yakýn komþulardan çekinme,
eskiye göre çok azalmýþtýr ama,
onun yerine, gazetelerin yazmasý korkusu çýkmýþtýr ki, bu da ortaçaðlardaki büyü
cü baskýnlarý kadar dehþet
vericidir. Aslýnda bu derdin tek çaresi, halkoyundaki hoþgörürlüðün artmasýdýr.
Hoþgörürlüðün artmasý içinse,
mutluluðun tadýný çýkaran kimselerin çoðalmasý ve böylece en büyük zevkleri insa
n kardeþlerine acý çektirmek olan
kiþilerin, sayýca azalmasýdýr.
Mutluluðun Ele Geçirilmesi adlý yapýtýnýn birinci bölümünde mutsuzluðun nedenl
erini inceleyen Bertrand Russell
ikinci bölümünde de mutluluðun nedenlerini araþtýrýyor. Mutluluk hala mümkün müd
ür? diye soruyor önce, Verdiði
karþýlýk olumludur. Evet, mutluluk hala mümkündür. Russell'a göre, iki türlü mut
luluk vardýr: Duygusal
mutluluk, mantýksal mutluluk... Bunlardan birincisi herkes için, ikincisiyse sad
ece okumuþlar için mümkündür.
Russell, gene kiþinin iç savaþý açýsýndan, mutluluðun nedenlerini þu bölümlerde
topluyor:
1- Mutluluðun baþlýca nedenlerinden biri, heves ve hoþlanma duygusudur. Bu duy
gularýmýz da ilgilerimizi
alabildiðine geniþletmekle elde edilir. Dünya üzerinde, her biriyle ayrý ayrý il
gilenmeye ömrümüzün yetmeyeceði
kadar çok þey vardýr. Bu kadar bol ve çeþitli konular karþýsýnda içimize kapanýp
sýkýntýdan patlamak yapýmýzdaki bir
bozukluktan ileri gelir. Bu bozukluðu tez elden düzeltmeliyiz. Bizi ilgilendireb
ilecek þeylere karþý tepkilerimiz,
düþmanca deðil, dostça olmalýdýr. Her hoþnutsuzluk bir hastalýktýr ve hepimizde
bu içe kapanma hastalýðýna eðilim
vardýr. Ýnsanlar, önlerine serilmiþ bulunan sayýsýz deðerlere baþlarýný çevirip
kendi içlerindeki boþluða bakmak
eðilimindedirler. Oysa, içine kapanmýþ kiþinin mutluluðunda herhangi bir yücelik
bulunduðu sanýlmamalýdýr. Beyin,
kendisine sunulan gereçleri þaþýlacak kombinezonlar halinde birleþtirme gücü ola
n bir makinedir. Bu makine, dýþ
dünyadan gereç almazsa güçsüzleþir. Kaldý ki, içimizi iyice görebilmek için de d
ýþýmýzý iyice inceleyebilmek
gerektir.
Heves ve hoþlanma duygularýmýzýn doyurulmasýyla mutluluðu elde edebilmek için,
Yunanlýlarýn öðütledikleri
ölçülülüðü göz önünde tutmalýyýz. Ölçüyü kaçýrýrsak, mutluluk yerine, mutsuzluk
doðabilir. Oburla iþtahlý kiþinin
ayrýlýðý, birincinin bir zevk uðruna bütün öteki zevkleri harcamasýndadýr. Bir z
evke aþýrý tutkun olanlarýn kökü
derinlerde bulunan bir tedirginlikleri vardýr ki, bu tedirginlik onlarý mutsuz e
der. Ýþtahlý olalým ama, obur
olmayalým. Bu durum, içki düþkünlerinde elle tutulurcasýna görünür. Hayatlarýnda
bir umacý bulunmasaydý, içki
düþkünleri, sarhoþluðu ayýklýktan üstün tutmazlardý.
2- Mutluluðun önemli nedenlerinden biri de, sevgidir. Genel hayat güvenci, kiþ
ioðlunun gereksemesi olan uygun
bir sevgi görmesiyle meydana gelir. Güven duygusunu doðuran, karþýlýklý olarak s
evmek ve sevilmektir. Hayatý
güvenle karþýlayanlar, güvensizlikle karþýlayanlardan çok daha mutludurlar. Güve
n, sevginin ürünüdür. Karþýlýklý
sevgi tomurcuðunun açmasýna engel olan psikolojik ya da toplumsal bütün nedenler
, dünyanýn çekegeldiði büyük
kötülüktür. Seviniz, sevileceksiniz. Sevmeyen sevilmez. Sevilmek istemeden sevin
iz. Ýnsanlar, sevilmek istemeden
sevenleri severler. Sevilmek için büyük iyilikler yapan kiþinin çabasý boþunadýr
. Sevilmek için gösterilebilecek tek
çaba, sevmek çabasýdýr. Bütün gücünüzle, alabildiðine, duygularýnýzýn her zerres
ini bütünleyerek seviniz. Gerçek
deðerli cinsel birleþmeler, taraflarýn kendilerini tutmadýklarý ve kiþiliklerini
birbirine katýp ortak bir kiþilik
yarattýklarý cinsel birleþmelerdir.
3- Mutluluðun büyük kaynaklarýndan bir baþkasý da, aile'dir. Ana babalarýn bir
birlerini, çocuklarýn da ana
babalarýný, ana babalarýn çocuklarýný sevmesi güçlü bir mutluluk doðurur. Oysa,
günümüzün ailesi, mutluluk deðil,
mutsuzluk kaynaðý olmaktadýr. Bunun psikolojik, ekonomik, sosyal, eðitimsel, pol
itik olmak üzere çok ve çeþitli
nedenleri vardýr. Ailenin büyük mutluluðuna eriþebilmek için bütün bu nedenlerin
çözümlenmesi gerektir. Bu konu,
bir bakýma, birbirleriyle çeliþen koþullarla doludur. Örneðin, bir kadýn, kocasý
nýn hoþnutluðunu, mutfaða girmesi ve
girmemesiyle saðlayabilir. Koca, hem iyi kurulmuþ bir sofra, hem de o iyi kurulm
uþ sofrayla yýpranmamýþ bir kadýn
ister. Buysa, belli bir ekonomik çizgiye eriþmekle elde edilebilir. Bir baþka ör
nekte de, demokrasinin genel
yayýlýþýnýn çocuklarla ana babalar arasýndaki ilgileri etkilediði görülmektedir.
Günümüz düzeninde, ana babalar,
çocuklar üstündeki haklarýna güvenmemektedirler, çocuklarsa ana babalarýna karþý
saygý borçlarýný yitirmiþlerdir.
Bir bakýma, bunun, hem böyle olmasý, hem de böyle olmamasý gerekmektedir. Buysa,
daha uygun bir politik
düzenle elde edilebilir.
4- Mutluluk nedenlerinden biri de iþ'tir. Ýþ, kimileri için býktýrýcý olsa bil
e, aylaklýk, en sýkýcý çalýþmadan beterdir.
Sadece can sýkýntýsýný önleyenden hazlarýn en büyüðünü verenine kadar her derece
de iþ vardýr. Ýþin mutluluk
doðurmasý, yapýcýlýða ve ustalýk göstermeye imkan vermesindedir. Ne türlü olursa
olsun, bir þey yapmak ve ustalýk
göstermek, kiþiyi mutlu kýlar. Oysa, yapýcýlýk kadar yýkýcýlýk da bir` iþtir. Ýk
isinin arasýndaki ayrýlýk, birinin
düzensizliði düzene, öbürününse düzeni düzensizliðe götürmesidir. Ama birçok hal
lerde yeniden yapmak için
yýkmak gerekir. Bu durumda yýkýcýlýk, yapýcýlýðýn bir bölümüdür. Yapýcý bir iþle
uðraþmak, kiþiyi nefret
alýþkanlýðýndan kurtarýr. Birçok kötülükler, iþsizlikten doðar. Gördüðü iþ, insa
nýn kendisine olan saygýsýný saðlar.
Kiþi, kendisine saygý duymazsa gerçek mutluluða kavuþamaz.
5- Benlik dýþý birçok ufak tefek ilgiler de mutluluk doðururlar. Bunlar, insan
ýn yaþamasý için gerekli olan temel
ilgiler deðil, boþ zamanlarýný doldurarak kendisini o büyük ilgilerin yorgunluðu
ndan kurtaran küçük ilgilerdir.
Mutsuzluk, çoðu zaman, insanýn pratik önemi olan þeylerden baþka hiçbir þeye ilg
i duymamasýndan ileri gelir. Dýþ
ilgiler, herhangi bir çaba gerektirmezler, bundan ötürü de dinlendiricidirler. B
irçok durumlarda mutsuzluk,
yorgunluðun ürünüdür. Yorgunlukla dýþ ilgilerse içinden çýkýlmaz bir yuvarlaðýn
içinde dönmektedirler. Yorgunluk,
dýþ ilgileri azaltýr; dýþ ilgilerin azalmasý da, yorgunluðu artýrýr. Kiþi, bu yu
varlaðýn içine düþmeye görsün, serüveni
bedensel çöküntüyle sonuçlanýr. Ýnsan bu yuvarlaktan kurtulmak için gerekli çaba
yý göstermelidir. Birçok
eðlenceler, dinlendiricilik niteliðine uygun dýþ ilgilerdir. Oyun oynamak, tiyat
ro seyretmek, spor yapmak, meslek
dýþý kitaplar okumak bunlarýn baþýnda gelir. Benlik dýþý bütün bu ilgiler, dinle
ndirici olduklarý kadar yararlýdýrlar.
Gerektiði gibi olmasa bile, elimizde bulunan öðrenme olanaklarýndan yararlanmama
k, tiyatroya gidip de oyunu
seyretmemeye benzer. Evren, korkunç ya da gülünç, kahramanca ya da korkakça, þaþ
ýrtýcý þeylerle doludur. Hayatýn
bizlere sunduðu bütün bu ilginç þeylere niçin sýrtýmýzý çevirelim? Üstelik, bütü
n bu ilginç þeyleri doðru ölçüleri
içinde görebilmek de bir hayli avutucudur.
Bilgi, teselli vericidir. Mutsuzluðumuz, çoðu zaman, bilgisizliðimizden doðar.
Bir evren vatandaþý olarak,
astronomik çaðlar içinde yaþayabildiðimiz kýsacýk süreyi ve kaplayabildiðimiz pe
k küçücük yeri gereði gibi
öðrenebilseydik, kendimizi birçok mutsuzluklardan korumuþ olurduk. Çýlgýnca didi
nmemiz; boðuþmamýz
önemsizliðimizi bilmediðimizdendir. Modern yüksek öðrenimin kusurlarýndan biri d
e, evreni tarafsýz bir gözle
inceleme yolunda duygu ve düþünce geliþimine pek az yer vermesidir.
Evren vatandaþlýðýnýn bilgisine eriþseydik, kendimizi böylesine yýpratacak yer
de, insanlýðý uygarlýða götürenlerin
büyük ordusunun bir eri olmayý yeðlerdik. Eðer evren vatandaþlýðýnýn bilgisine u
laþsaydýk, kiþisel kaderimiz ne
olursa olsun, derin bir mutluluk, yaþadýðýmýz sürece bizimle beraber olurdu. Hay
at, bütün çaðlarýn büyükleriyle bir
olma, ölümse, umursanmaya deðmez bir olay halini alýrdý. Kiþi, kendini neyin yüc
elttiðini anlayabilseydi,
bencilliðe, küçüklüklere, önemsiz aksilikler yüzünden üzüntülere kapýlmaz ve alý
n yazýsýndan korkmazdý. Yüksek
öðretimi gönlümce düzenlemeye yetkim olsaydý, diyor Russell, gençler arasýnda pe
k azýný, hem de az akýllý ve pek
geri kafalý olanlarýný ilgilendiren din yerine, belki kolaylýkla din sayýlamayac
ak bir þey koymaya çalýþýrdým. Geçmiþi
çok iyi bilen, insanoðlunun geleceðinin geçmiþinden kýyaslanamayacak derecede uz
un olabileceðini kavrayabilen,
üstünde yaþadýðýmýz gezegenin bir nokta ve bu gezegendeki ömrümüzün geçici bir o
lay olduðu bilincine eriþmiþ
gençler yetiþtirmeye çalýþýrdým.
Bireyin önemsizliðini belirten bu gerçeklerle birlikte, bireyin eriþme yeterli
ðinde olduðu yüceliði ve bizce bilinen
uzak derinlikleri içinde birey kadar deðerli bir þey bulunmadýðý gerçeðini de aþ
ýlardým. Evren vatandaþýnýn
özgürlüðü, böylesine bir bilince eriþmesiyle gerçekleþecektir. Mutluluðu da öyle
. Mutluluðunu ele 'geçirmek isteyen
kiþi, hayattaki temel ilgilerine ek olarak birçok yedek ilgiler de edinmelidir.
Yitirilen her ilginin yerini kolaylýkla
baþka biri alabilir ve böylece bütün talihsizlikler alt edilebilir. Evren, bir k
ayýpla yýkýlacak kadar küçük deðildir.
6- Mutluluðun baþka bir nedeni de, çaba'yla yetinme (tevekkül) arasýndaki deng
ededir. Mutluluk, çoðu iyi huylu
olarak doðmamýþtýr. Kimilerinin, düzenli bir yaþayýþý dayanýlamayacak derecede s
ýkýcý bulan, bir dalda durmaz
tutkularý vardýr. Saðlýk, hiç kimsenin kesin olarak güvenemeyeceði bir varlýktýr
. Evlilikse her zaman, bir mutluluk
kaynaðý olmamaktadýr. Bütün bu nedenlerden ötürü mutluluk, Tanrýnýn bir baðýþý d
eðil, insanýn çabasýyla elde ettiði
bir baþarýdýr. Ýþte bu çabanýn, en uygun noktada, yetinmeyle dizginlenmesi gerek
mektedir. Aþýrý yetinme, boyun
eðiþ, alçakgönülülük nasýl mutluluða engel olursa, aþýrý çaba da öylece mutluluð
a engel olur. Mutluluðunu dileyen
kiþi, elde edebildiðiyle yetinmesini bilmelidir. Akýllý kiþi, önleyebileceði tal
ihsizlikler karþýsýnda elini kolunu
baðlayýp oturmamakla beraber, kaçýnýlmaz talihsizlikler için ne zaman, ne de duy
gu harcar. Çabayla boyun eðiþ bu
gibi hallerde, ayrý ayrý deðerlidir. Tutulmasý gereken yol, kiþinin elinden gele
ni yapmasý, sonucuna da boyun
eðmesidir.
Üzüntü, kuþku ve öfke hiçbir iþe yaramayan duygulardýr. Akýllý kiþi, aksilikle
re katlanmasýný bilen kiþidir. Kaldý
ki, üzüntülerinin baskýsýndan kurtulan bir insan, hayatýn, kuþkulanýp durduðu gü
nlerdekinden çok daha sevinçli bir
serüven olduðunu görecektir. Daha önce sinirine dokunan dostlarý artýk ona eðlen
dirici gelmeye baþlayacaktýr.
Mutlu insan, dýþ dünyada yaþar, özgür sevgileri ve geniþ ilgileri vardýr. Mutlul
uðunu bu ilgilerden, bu sevgilerden ve
bunlarýn kendisini baþka insanlara sevimli göstermesi gerçeðinden alýr. Ýnsan, b
unlarla, kendisini, bilardo topu gibi
öbür yuvarlaklarla çarpýþmaktan baþka iþi, olmayan bir varlýk deðil, akýp giden
hayat ýrmaðýnýn bir parçasý olarak
duyar. Her mutsuzluk, bir uyuþmazlýða dayanýr. Bu uyuþmazlýk, insanýn kendisiyle
olabileceði gibi, toplumuyla da
olabilir. Mutlu insan, hem kendisiyle, hem de toplumuyla birliðe ulaþan insandýr
. Onun benliði, ne kendi içinde
birbirleriyle uzlaþmaz parçalara bölünmüþ, ne de dünyaya karþý bir sipere gömülm
üþtür. Böyle bir insan, evren
vatandaþýdýr, evrensel görünüþün ve hazlarýn tadýný çýkarýr. Mutlu olmamasý için
hiçbir neden yoktur. Çaðýmýzýn
metafiziði böylece, mutluluðu da, mutlu azýnlýktan bir idealistin eliyle çözümle
miþ olmaktadýr. Russell,
toplumunuzla birliðe ulaþýn, eþdeyiþle, becerebilirseniz siz de sömürün, becerem
ezseniz katlanýn diyor mutlu
olmak için.
MUTLU OLMAK ÝÇÝN DAÐLARA TIRMANMAK GEREK. Gerçek dostlar az, diyecek yerde, ka
nýmýn yuvarlarý
az, demek daha iyi olmaz mý? diyor Alain (Emile Chartier, 1868-1951). Kendisini
bu kanýya götüren olayý da
anlatýyor: Hastanelerden birinde Marie adýnda bir kýz varmýþ. Marie, bir saat dü
zeniyle, bir hafta mutlu, bir hafta
mutsuz oluyormuþ. Mutluluk haftasýnda çevresindeki her þey ona güzel, aydýnlýk,
sevinçli görünüyormuþ.
Mutsuzluk haftasýndaysa, çevresindeki her þey çirkin, karanlýk, acýlýymýþ. Ayný
güzel söz, mutluluk haftasýnda onu
sevindirdiði halde, mutsuzluk haftasýnda umutsuzluða düþürürmüþ. Ayný müzik, mut
luluk haftasýnda sevinç,
mutsuzluk haftasýnda acý verirmiþ ona. Marie'ye bakan profesör, birçok denemeler
i sýrasýnda, Marie'nin kanýndaki
yuvarlarý da saymýþ. Bakmýþ ki, mutluluk haftasýnýn sonuna doðru yuvarlar azalýy
or, mutsuzluk haftasýnýn sonuna
doðru, yuvarlar yeniden çoðalýyor. Þu halde, demiþ, mutluluk kanýn zenginliðinde
n, mutsuzluk kanýn
yoksulluðundan doðuyor.
Kan yuvarlarýnýn görevi, akciðerlerdeki havanýn oksijen gazýný alarak nesiçler
e götürmektir. Oksijen gazý,
yaþamamýz için gereklidir. Kan yuvarlarýnýn fabrikasý, kemiklerin içindeki ilikl
erdir. Bu fabrika öylesine düzenli bir
fabrikadýr ki, verimi, vücudun oksijen gereðine uygundur. Kan fabrikasý, oksijen
gazýnýn az bulunduðu yerlerde,
vücudun gerekli oksijeni alabilmesi için, daha çok kan yuvarý yapar. Oksijenin b
ol bulunduðu yerlerdeyse, o kadar
çok kan yuvarý gerekli deðildir, fabrika hemen verimini azaltýr. Bilindiði gibi,
en çok oksijen, deniz yüzünde, alçak
yerlerde vardýr. Yükseklere, daðlara doðru çýkýldýkça oksijen azalýr. Bundan ötü
rü de kan fabrikasý, alçaklarda daha
az yuvar, yükseklerde daha çok yuvar yapar. Bir insanýn kan yuvarlarýný sayarak
onun deniz yüzünden ne kadar
yükseklikte yaþadýðýný anlayabiliriz. Gerekli oksijen gazýný alabilmek için, den
iz yüzünde, kanýn bir milimetre
küpüne dört buçuk milyon yuvar yeterken, deniz yüzünden dört bin metre yükseklik
teki bir daðda sekiz milyon
yuvar az gelir. Bu hesaba göre, mutluluðumuz için daðlara týrmanmamýz gerekmekte
dir. Kiþioðlunun yükseklere
çýktýkça mutluluða benzer bir þeyler duyduðu doðrudur. Ama bu yüksekler, sadece
deniz yüzüne göre ölçülmüþ
yüksekler deðildir. Her çeþit yükselme, kanýn yuvarlarýný artýrmaktadýr. Nitekim
Alain, baþka bir söyleþisinde
(Propos), sevinç, iç organlarýmýzý en usta doktordan daha iyi düzene koyar diyor
. Bir arkadaþý, kan yuvarlarýnýn
yoksulluðu konusunda, kendisine þöyle demiþ: Düþünceme yön vererek kanýmýn yuvar
larýný artýramam. Mutluluðum
için düþünmek boþtur. Evren, kýþla yaz gibi, yaðmurla güneþ gibi, karanlýkla ayd
ýnlýk gibi, kendi yasasýna uygun
olarak, ölçülü dönemlerde mutlulukla mutsuzluðu getirecek. Buna karþý ben ne ya
pabilirim? Mutlu olmak isteðimin
de týpký gezmeye çýkmak isteðim gibi büyük bir deðeri yok. Þu kýrlara yaðmuru ya
ðdýrýp gezmeme engel olan ben
deðilim. Ýçimdeki mutsuzluðu da ben yaratmýyorum, sadece onun peþinden gidiyorum
. Kan yuvarlarýmýn
yoksulluðunu bilmek, mutsuzluðumun peþinden gitmek zorunluðunu açýklýyor. Bu bil
gi, beni avundurmaz... Alain
de, arkadaþýna, son yargýsýna pek o kadar inanmadýðýný belirten, þu karþýlýðý ve
riyor: Sorun, dediðin kadar yalýnç
deðil. Acý düþünceleri, kötü kuruntularý, kara anýlarý geveleyip durmakla insan
mutsuzluðunu kendisi bulur. Bu
mutsuzluðun, böylelikle, tadýný çýkarýr bir bakýma. Ama mutsuzluðumun kan yuvarl
arýndan ileri geldiðini bilecek
olursam düþüncelerime gülerim, iç acýlarýmý vücuduma püskürtürüm. O zaman, mutsu
zluðum, vücudumda sadece bir
yorgunluk, ya da düpedüz bir hastalýk haline gelir. Ýnsan yapýsýysa bir mide aðr
ýsýna bir ihanetten daha kolay
dayanýr.
Alain, Mutluluk Üstüne Söyleþiler (Propos sur le Bonheur) adlý yapýtýnda, yoks
ulluðun da övgüsünü yapýyor:
Eskiçaðlarda Tanrýlar, yolcularýn kýlýðýna girerek, insanlarýn kapýlarýný çalarl
armýþ. Bana öyle geliyor ki açlýðý,
susuzluðu duymakta biraz mutluluk buluyorlardý. Canlarý sýkýlýyordu her halde. O
çaðlardan beri kendilerini ya
asmýþ, ya da suya atmýþ olsalar gerektir. Birçok krallar tanýdým. Bir þeyi istem
eye vakit bulamazlardý. Dikkatli
gözler hemen düþüncelerini okuyup isteklerini yerine getirirlerdi onlarýn. Oysa
bu Jüpiterler de yýldýrýmlarýný atmak
isterlerdi, kendilerine engeller yaratýrlardý. Tanrýlar eðer can sýkýntýsýndan ö
lmemiþlerse sizleri böyle yavan krallar
olmaktan korusunlar.
Bunlarýn dýþýnda, sorunun özüne girmeden, mutluluk üstüne ufak tefek öðütler v
eriyor Alain: Sýkýntýlarýnýzdan
kimseye söz açmayýnýz, böylelikle onlarý siz de unutursunuz. Mutlu olmak için, m
utlu olmayý istemek, bu uðurda
çabalamak gerektir. Mutlu olmak için çevrenizdekileri de mutlu kýlmanýz gerekir,
onlarýn yerilecek yanlarýný deðil,
övülecek yanlarýný görmeye çalýþýn. Mutluluðu gelecekte görüyorsanýz onu þimdide
n bulmuþsunuz demektir, ummak
mutlu olmaktýr. Gerçek nedenleri bulmaya çalýþýn, gerçek nedenleri bilmedikçe hu
ylarýnýzý düzenleyemezsiniz.
Sinirlenmeyin, elinizdedir bu, sinirleriniz uysal köpekler gibidir, düþüncenizin
buyruðundan dýþarý çýkamazlar.
Mesleðimizden, kitaplarýmýzdan, dostlarýmýzdan gereði gibi yararlanamayarak muts
uz olduðumuz için yüzümüz
kýzarmalýdýr. Mutsuzluðumuzu doðuran kuþku ve korku birer hastalýktýr, hasta old
uðumuzu deðil, saðlam
olduðumuzu düþünmeliyiz, böyle düþünerek bunlardan kaçýnabiliriz: Kendinizi traj
edilere kaptýrmayýnýz, ihtiyar bir
adam ihtiyarlýk çeken bir genç, ölen bir adam, ölen bir canlý demek deðildir. Çe
vrenizi deðil; kendi bilgisizliðinizi
suçlayýnýz, bir sarhoþ düþerse bacaðý kýrýlýr, bir itfaiyeci gibi bacaðýnýzý kýr
madan düþmesini öðrenmek gerektir.
Sýralý sýrasýz gülümseyiniz, iyi etkilerini göreceksiniz. Kayýtsýz davranmak is
teyen omzunu silkmez mi?.. Bu
davranýþý ciðerlerine hava verip yüreðini yatýþtýrýr çünkü. Küçük nedenlerle boþ
una canýnýzý sýkmayýn, kundura
ayaðýnýzý sýkýyorsa, hemen çýkarýp atýn onu. Esnemek sabýrsýzlýða karþý en iyi j
imnastiktir. Kürsüye çýkarken
korkudan titreyen konuþmacý, konuþmaya baþlar baþlamaz hemen kendine geliverir,
korkuyu düþünecek vakti
kalmamýþtýr çünkü, kuþkular ve korkular olaylardan çok düþüncelerimizdedir. Vücu
dumuz, kuþkularýnýz ve
korkularýnýz yüzünden, sizden yanlýþ bir emir almamýþsa; kumandayý en doðru biçi
mde kendi eline alýr. Hayra
yormak hayýrlý iþ getirir; Epiktetos der ki: Sen istedikten sonra karga bile uðu
r getirir sana. Soðuða dayanmanýn tek
çaresi, soðuðu hoþ görmektir; mutluluk ustasý Spinoza gibi, ýsýndýðým için mutlu
deðilim, mutlu olduðum için
ýsýnýyorum, demeli. Baþarýya ulaþtýðýnýz için mutlu deðilsiniz, mutlu olduðunuz
için baþarýya ulaþtýnýz.
Uykunuzun gelmesini istiyorsanýz, geleceðine inanýn, uyuyamayacaðýný düþünen h
içbir kimsenin uyuyabildiði
görülmemiþtir. Tek bir kiþi yoktur ki, kendine kendinden büyük bir düþman bulmuþ
olsun. Baþkalarýný affedebilmek
için ilk koþul, kendini affedebilmektir. Geleceði pek o kadar düþünmeyin, ne kad
ar bilgin olursak olalým,
gözlerimizin çok uzaklarý görebileceðine inanmýyorum.
Bir söyleþisinde de, yapraklar sürmeye baþladý artýk, diyor Alain, yakýnda týr
týllar kara aðacýn yapraklarýna
üþüþerek bunlarý yok edecekler. Aðaç, ciðerlerinden yoksun kalacak. Havasýzlýkta
n ölmemek için yeni yapraklar
sürüp ikinci bir bahar yaþadýðýný göreceksiniz ama, bu gayretler tüketecek onu s
onunda. Önümüzdeki yýllarýn
birinde artýk taze yapraklar veremeyerek kuruyacak büsbütün. Küçük gayretlerin g
öreceði iþe inanmalý, böceðe karþý
bir böcek sabrýyla savaþmalýyýz.
Pekala sevgili Alain, seninle ve senin gibilerle uðraþmayý bir yana býrakalým,
uykumuzun geleceðine inanýp
uyuyalým daha. Mutlu olmak istedikçe de daðlara çýkarýz. Verdiðin öðütlere teþek
kürler.
MAVÝ KUÞ. Bu gece, Belçikalý yazar Maurice Maeterlinck'le (1862 -1949) birlikt
e, mavi kuþu arayacaðýz.
Mutluluðumuzu bulmalýyýz elbet. Köpeðimiz, kedimiz, ýþýðýmýz, ateþimiz, suyumuz,
sütümüz, ekmeðimiz, þekerimiz
ve saatlerimiz küçük kervanýmýza katýlacaktýr. Iþýðýmýz bize yol gösterecek, köp
eðimiz yanýmýzdan ayrýlmayarak bizi
koruyacak Baþýmýza, sihirli elmasý iðnelediðimiz yeþil þapkamýzý giyeceðiz. Bir
de boþ kafesimiz var. Mavi kuþu
bulunca, yaþadýðýmýz sürece elimizden kaçmasýn diye, onun içine koyacaðýz. Mavi
kuþ güzeldir, alýmlýdýr, sýrlarla
dolu evrenimizde acýlarýmýzý karþýlayacaktýr. Sihirli elmasý çevirince kocamýþ c
adý Berilün'ün güzeller güzeli bir
peri olduðunu göreceðiz.. Kulübemizin duvarlarýndaki çakýl taþlarý aydýnlanacak.
Eskimiþ eþyalarýmýz gök yakutlar
gibi parlayacak.
Artýk tahta masamýz som mermerdir, karanlýðýmýz aydýnlanmýþtýr, saatlerimiz bi
zimdir. Anýlar ülkesindeyiz. Sevgili
ölülerimiz bizi beklemektedir. Mademki ölmüþlerdir, onlarý nasýl görebiliriz, di
ye kuþkulanmamalýyýz; mademki
anýlarýmýzda yaþýyorlar, nasýl ölmüþ olabilirler? Onlarý düþündüðümüz her an mut
lu uykularýndan uyanmaktadýrlar.
Yaþamak bitince uyumak pek iyidir, arada sýrada uyanmaksa ondan daha iyidir. Aný
lar ülkesinde büyümek yoktur,
deðiþmek yoktur, ölmek yoktur. Ýþte erik aðacýmýz... Bir zamanlar onun üstüne tý
rmanmayý ne kadar severdik. Ýþte
kara tavuðumuz... Gene eskisi gibi ötüyor. Çevremizi kuþatan bu sis nedir, diye
sormayýnýz, anýlar ülkesinde
düþüncenin sevinci tütmektedir.
Gönenç (refah) bahçesinde rastlayacaðýz mutluluklara... Mutluluklar iki grupta
toplanmýþlardýr: Büyük
mutluluklar, küçük mutluluklar.
Büyük mutluluklar birer birer gelip elimizi sýkacaklardýr: Zenginlik mutluluðu
, elde etmek mutluluðu, yerine
getirilmiþ boþ hevesler mutluluðu, susamadan içmek mutluluðu, acýkmadan yemek mu
tluluðu, hiçbir þey yapmamak
mutluluðu, gereðinden çok uyumak mutluluðu, kahkahayla gülmek mutluluðu, þehvet
mutluluðu. Küçük mutluluklar
da önümüze gelip diz bükecekler: Saðlýklý olmak mutluluðu, saf hava mutluluðu, a
nayý babayý sevmek mutluluðu,
mavi gök mutluluðu, orman mutluluðu, güneþli saatler mutluluðu, ýslak çimenlerde
yalýnayak koþmak mutluluðu.
Mutluluklarýn yaný sýra büyük sevinçler de gönenç bahçesindedir. Baþlarýný eði
p birer birer tanýtacaklar
kendilerini: Doðruluk sevinci; iyilik sevinci, düþünmek sevinci, iþini görüp bit
irmek sevinci, anlamak sevinci,
güzele bakmak sevinci, sevmek sevinci, anne sevgisi sevinci.
Bu kadar çok mutluluðu çevremizde görünce þaþýracaðýz. Mutluluklarýn baþkaný,
bu þaþkýnlýðýmýzý anlayacak; evet,
diyecek, gözler açýlacak olursa her evde her gün pazardýr. Evleriniz, pencereler
den taþacak kadar bizlerle dolu.
Duvarlarý devirip çatýlarý uçuracak kadar gülüyor, þakýyor, neþe yaratýyoruz. Oy
sa sizler hiçbir þey görmüyor, hiçbir
þey duymuyorsunuz. Ýleride, biraz daha anlayýþlý olacaðýnýzý ummaktayýz. Evinize
döndüðünüz zaman bizleri daha
kolay tanýyacaksýnýz. Sonra, günün birinde, bizlere küçük bir gülümsemeyle cesar
et verip tatlý bir sözle teþekkür
etmeyi öðrenirseniz, yaþamasýný da daha çok seveceksiniz.
Mavi kuþ nerededir?.. Büyük küçük bütün mutluluklar, sevinçlerle tanýþtýðýmýz
halde, onu bulamadýk henüz. O,
yüzyýllardan beri insanoðlundan saklanmýþ bir sýrdýr. Bomboþ kafesimizi elimizde
sallayarak ormana gireceðiz
yavaþça. Gecedir. Ay aydýnlýðý vardýr. Türlü kart aðaçlar çevremizi sarmýþtýr. K
edimiz, vazgeçemediði huyuna boyun
eðerek bizi fitneleyecek onlara: Bütün aðaçlara selam... Bugün büyük bir gündür.
Düþmanýmýz olan insanoðlu,
sizleri güçsüz býrakarak kendine köle yapmak istiyor. Bu karþýnýzda gördüklerini
z, sizlere bunca kötülük etmiþ olan
oduncunun oðullarýdýr. Dünya kurulalý beri onlardan sakladýðýmýz mavi kuþu arýyo
rlar. Öyle sýrlý bir de elmaslarý
var ki ellerinde, bizim ruhlarýmýzý görebilir, mavi kuþu zorla alabilirler.
Kocamýþ meþe, soracak: Köleliðimizi daha çetin bir hale getirmek için mavi kuþ
u, eþyanýn büyük sýrrýný
arýyorsunuz, öyle mi? Ama bu iþ, bizim kadar hayvanlarý da ilgilendirir. Verilec
ek önemli kararlarýn sorumluluðunu
yalnýz biz aðaçlar yüklenemeyiz. Bu sýrra sahip olunca bizlere ne kötülükler ede
ceklerini bilecek kadar
insanoðullarýný tanýyoruz.
Aðaçlarla hayvanlar, mavi kuþu insanoðluna vermemek için birleþeceklerdir. Doð
anýn (tabiat) içinde yaþadýðý halde
doðaya karþý gelen tek yaratýk insanoðludur çünkü. Bir sýr varsa, ondan gizlenme
lidir elbet.
Yýlmayacaðýz. Boþ kafesimiz elimizde, gelecek ülkesine gireceðiz cesaretle, G
elecek ülkesi, doðacak çocuklarýn
beklediði bir gök sarayýdýr. Firuze kubbeleri tutan gök yakuttan sayýsýz direkle
r göreceðiz. Her þey mavidir burada.
Yalnýz direk baþlýklarý, kemer kilitleri ak mermerden yapýlmýþtýr. Direklerin ar
asýnda süt taþýndan büyük kapýlar
vardýr. Zamanýn kanatlarýný aralayacaðý bu kapýlar hayata açýlmaktadýr. Her yand
a, uzun mavi elbiseler giymiþ,
kimisi oynayan, kimisi gezinen, kimisi uyuyan bir çocuk kalabalýðý... Onlarýn ar
asýnda, melekler olduðu anlaþýlan,
daha soluk bir maviyle örtünmüþ, sessiz güzellikte gölgeler dolaþmaktadýr.
Zaman, süt taþýndan yapýlmýþ kapýlardan çýkmak için önüne dizilen çocuklara çý
kýþacak: Birer birer... Birer birer...
Gene araya sýrasý gelmeyenler katýlmýþ... Sen küçük, haydi yerine, elli dört yýl
sonra geleceksin. On iki tane aþýk
yeter, Virgil'in çaðýnda deðiliz artýk. Doktor da istemez, yeryüzü onlarla doldu
. Namuslu bir adam isteniyor, tek bir
adam... Hani, namuslu adam nerede? Sen misin? Amma da cýlýzsýn, yaþayacaða benze
miyorsun pek.
Islak çimenlerin üstünde çýplak ayakla dolaþarak, doðan güneþin sevinciyle dol
muþ, hiçbir þey yapmamak
mutluluðu içinde evimize döneceðiz. Boþ zannettiðimiz kafesimizde masmavi bir ku
þ var. Meðer o, her zaman
evimizdeymiþ, yanýbaþýmýzdaymýþ da görememiþiz onu. Aramaya kalkmýþýz üstelik.
Evet, yanýlmadýnýz, tam da anladýðýnýz gibi: Yoksul kulübemizdeki mutlulukla y
etinelim, diyor Maeterlinck.
EVRENÝMÝZ KIRMIZIYA KAYIYOR. Metafizikçiler öðütlerini sürdüredursun, uzay fiz
iðinin son bulgularý yeni
bir bilimsel varsayým geliþtirmektedir: Evrenimiz kýrmýzýya kayýyor.
Her þeyin bir baþlangýcý, bir yaþamý ve bir sonu olduðuna göre dünyamýzýn ve h
atta tüm sonsuzluðu dilegetiren
evren deyimini bizim bilebildiðimiz ve hesaplayabildiðimiz bir bölgeyle sýnýrlar
sak evrenimizin de bir baþlangýcý ve
bir sonu var mý? Elbette var. Ama milyarlarca yýl sonra oluþacak koþullarý þimdi
den bilmemiz olanaksýz
bulunduðundan bu sonun nasýl olacaðýný kestiremeyiz. Yakýn zamanlara kadar evren
in sýcaklýktan buharlaþarak son
bulacaðý sanýlýyordu. Kimi fizikçiler þimdiden kestirilmesi olanaksýz bulunan bu
bilgiyi elde etme çabasýndaydýlar.
Öyküsü kýsaca þu: Isýnýn devimini ve bu devimle baþka erke tipleri haline geçiþi
ni inceleyen kuramsal fizik dalýna
termodinamik denir. Termodinamiðin önemli iki ilkesi vardýr. Birinci ilke erkeni
n sakýmý yasasýnýn ýsý alanýna
uygulanmasýdýr ki ýsýyla iþin eþdeðerliliðini dilegetirir, ikinci ilkeyse ýsýnýn
sýcak bir cisimden soðuk bir cisme bu
cisimlerin birinde bir deðiþme olmaksýzýn geçemeyeceðini dilegetirir. Termodinam
iðin ikinci ilkesini bulan R.
Clausius'le W. Thomson onu yanlýþ yorumlayarak evrene uygulamýþlar ve evrenin ýs
ýl (termik) sona eriþinin
kaçýnýlmazlýðýný savunmuþlardýr. Bu, yanlýþ bir savdýr ve çaðdaþ fizikçe çürütül
müþtür. Bu sava göre evrendeki tüm
devim biçimleri entropi (erkenin deðiþirliðini dilegetiren R. Clausius kavramý)'
yle bir daha eski durumlarýna
dönmemek üzere ýsý devim biçimine dönüþecekler ve bir entropik denge (kapalý sis
temlerde tüm erkenin ýsý haline
gelip dengeye girmesi ve bir daha hiç deðiþememesi durumu) kuracaklardýr. Bu da
dünyanýn ýsýl sonu demektir.
Oysa çaðdaþ fizik entropinin sadece mikroskobik süreçlerde geçerli olduðunu ve m
akroskobik süreçlerde
iþlemediðini göstermiþtir. Demek ki evren, bütün varsayýmlarda da olduðu gibi, b
öylelikle de son bulmayacaktýr.
Son yýllarda da yepyeni bir varsayým geliþtirilmektedir: Kýrmýzýya kayma (Ýng.
Red shift) olayý, galaksiler
arasýndaki uzaklýklarýn her an büyümekte olduðunu tanýtlamaktadýr. Özellikle Ein
stein'in genel baðýntýlýlýk
kuramýný geliþtiren fizikçi A. A. Friedman'ýn ilerisürdüðü kaçan galaksiler (Ýng
. Fleeing galaxies) ve bunun sonucu
olarak genleþen evren kuramýna göre evren, her an, düzenli bir biçimde geniþleme
ktedir. Sonsuz olanýn geniþlemesi
elbette sözkonusu deðildir. Bu geniþleme, bin milyonlarca yýl önce, bütün galaks
ilerin evrenin bizim bulunduðumuz
bölgenin çok küçük bir kesiminde yýðýþmýþ olduklarý varsayýmýna dayanýyor. Yetki
li bilim adamlarýnca doðru
sayýlan bu varsayýma göre galaksiler her an bu yýðýnaktan biraz daha uzaklaþmakt
adýrlar ve bundan ötürü de
evrendeki özdek yoðunluðu her an düzenli olarak azalmaktadýr. Galaksilerin her a
n uzaklaþmakta olduklarý þöyle
hesaplanmýþtýr: Tren yaklaþýrken düdüðünün sesi gittikçe tizleþir (eþdeyiþle, çý
ðlýklaþýr, Doppler olayý); demek ki
düdük sesindeki deðiþim oranýnýn ölçülmesi, trenin yaklaþma hýzýný da ölçer. Gal
aksilerin hýzlarý da bu bilimsel
yöntemle ölçülmüþtür (ses titreþimlerindeki frekans deðiþimi yerine elektromanye
tik titreþimlerdeki frekans
deðiþimi hesaplanmýþtýr) ve galaksilerin saniyede altmýþ bin kilometre hýzla kaç
makta (eþdeyiþle, uzaklaþmakta)
olduklarý kesin olarak saptanmýþtýr. Elektromanyetik titreþimlerdeki frekans deð
iþimi, galaksilerin ýþýk tayfýndaki
elementlerinin tayfýn kýrmýzý ucuna doðru kaymasý olarak gözlenmiþtir. Bundan çý
kan kesin sonuç þudur: Galaksiler
bizim bulunduðumuz bölgeden her an biraz daha uzaklaþmaktadýrlar, demek ki evren
bizim bulunduðumuz bölgeye
göre genleþmektedir. Astronomlarýn ve jeofizikçilerin yaptýklarý hesaplardan dah
a pek çok ilginç sonuçlar da
çýkmaktadýr. Saniyede altmýþ bin kilometre hýzla kaçan bir galaksinin, bugün bul
unduðu yerden geriye doðru
yapýlan bir hesapla, altý bin milyon yýl önce bizim bölgemizde ve pek yakýnýmýzd
a bulunduðu anlaþýlmaktadýr.
Acaba bu galaksi ne zaman varlaþmýþtýr? Jeofizikçilerin yaptýklarý hesaba göre,
yerin ve göktaþlarýnýn özdeði altý bin
milyon yýl önce biçimlenmiþtir, demek ki tüm galaksiler de dünyamýzla ayný zaman
da biçimlenmiþler, eþdeyiþle
varlaþmýþlardýr. Bundan da çok önemli varsayýmlar türemektedir. Evrensel sonsuzl
ukta özdek, belli bir bölgede
yoðunlaþmýþ ve sonra bir patlamayla sonsuzluða doðru yayýlmýþtýr. Demek ki evren
in bir baþlangýcý, eþdeyiþle bir
doðumu var. Ýlk bilimsel evrendoðum, gökbilim (astronomi)'in bir dalý olarak; Le
ibniz, Descartes, Kant ve Laplace'ýn
varsayýmlarýyla oluþmaya baþlamýþtýr. Özellikle Kant Laplace'ýn evrenin bir bulu
tsudan oluþtuðunu ilerisüren
varsayýmlarý uzun bir süre geçerli kalmýþtýr. Dr. Fred L. Whipple, 1948 yýlýnda
yayýmladýðý bir çalýþmasýyla kozmik
tozlarýn milyarlarca yýllýk bir sürede nasýl yoðunlaþýp yýldýzlar halinde koyula
þabileceðini açýklamýþtýr. Buna karþý
Lemaitre, Gamow, Tolman vb. gibi bilginlerin ilerisürdükleri yeni varsayýmlar da
tartýþma konusudur. Bu
varsayýmlar, evrenin oluþumunu atomsal bir patlamaya, tasarýmdýþý sýcaklýktaki b
ir buhar kütlesine, evrenin týpký bir
yürek gibi açýlýp kapanýþýna vb. baðlamaktadýr. Gerçek þudur ki, evrendoðum, hen
üz geliþmiþ ve kesin sonuçlara
varmýþ bir bilim deðildir. Bunun nedeni de pek açýktýr: Önce, evrensel oluþma pe
k uzun bir süreyi kaplamaktadýr ve
bilim henüz bu pek uzun sürenin her aþamasýný açýklayabilecek verilere sahip deð
ildir. Ýkinci olarak, oluþum süreci
henüz devam etmektedir ve bu oluþum sürecine bilimsel olarak yaklaþabilmek için
gezegen sistemimizin dýþýndaki
gezegen sistemlerinin de keþfedilmesine ihtiyaç vardýr. Ne var ki bilim, idealis
t ve düþçü varsayýmlarýn dýþýnda, bu
alanda da saðlam adýmlarla ilerlemektedir. Ýnsan ayaðýnýn aya basmasý, baþka gez
egen sistemlerinin keþfine giden
yolun açýldýðýný tanýtlar.
Evrenin bir baþlangýcý olduðuna göre bir de sonu var mý? Evren deyimini kýrmýz
ýya kayma varsayýmýnda olduðu
gibi dar anlamda kullanýrsak elbette var, sonsuz ve sýnýrsýz özdeðin bütünlüðü a
nlamýnda kullanýrsak ne baþý var ne
de sonu Ölçüsü ve sýnýrý olaný dilegetiren sonlu ulamýyla ölçüsü ve sýnýrý olmay
aný dilegetiren sonsuz ,ulamý, nesnel
gerçekliðin birbiriyle baðýmlý iki görünümünü yansýtýr. Sonsuz, sonsuz sayýda so
nludan meydana gelir. Sonluysa
sonsuzun sonsuz sayýdaki biçimlerinden biridir. Örneðin ilksiz ve sonsuz olan öz
dek, çeþitli sonlu biçimlerde
belirir. Bilimsel bir kavram olarak sonsuzluk, özdeðin var edilmezliðini ve yok
edilmezliðini dilegetirir. Bilim ve
diyalektik felsefe, evrenin, ilksiz ve sonsuz özdeksel deðiþimler süreci olduðun
da birleþirler. Özdek tükenmezdir ve
sonsuz çeþitliliði nitesel dönüþümlerle sürüp gitmektedir. Bu sonsuzluk, sonlu v
e sýnýrlý var olma biçimlerinin
zorunlu deðiþmelerinde yansýr. Sonsuzluk ve sonluluk diyalektik karþýtlýklardýr,
her ikisi de birbirlerinin varlýðýný
gerektirirler. Sonsuzluk zorunlu deðiþimlerle tükenmez sonluluðun meydana koyduð
u bir süreçtir. Her sonlu, içinde
taþýdýðý karþýtlýðý olan, sonsuzla çeliþtiði içindir ki sýnýrsýz deðiþikliklere
uðrar. Bilim, özdeðin tükenmezliðini
tanýtlayarak, sonsuz'u da tanýtlamýþtýr. Kaldý ki sonsuz olmasaydý sonlu'lar da
olamazdý. Sonlular varsa, demek ki
sonsuz da vardýr.
Sonlu'nun zorunlu olarak sonsuz'u içerdiði ve gerektirdiði bilimsel gerçeði bi
r yana, özellikle fiziksel kimya
alanýnda birçok bilimsel bulgular evrenin sonsuzluðunu tanýtlamýþ bulunmaktadýr.
Örneðin bu bulgulardan biri
özdeðin korunumu yasasýdýr. Bu yasaya göre evrende hiçbir þey yokolmaz ve yoktan
varolmaz. Bu demektir ki,
evren þu anda varsa, hep var bulunmuþtur ve hep varolmakta devam edecektir. Özde
k, varolduðu içindir ki daima
varolmuþ olmasý gerekir, çünkü bu fiziksel kimya yasasýna göre yoktan varolamazd
ý. Özdek, varolduðu içindir ki
daima var kalacaktýr, çünkü bu fiziksel kimya yasasýna göre yok olamaz. Þöyle de
denebilir: Eðer evrende hiçbir
þeyin varolmadýðý bir zaman olmuþsa, o zaman yok'u varedecek herhangi bir þeyin
de varolmamasý gerekir. Ünlü
fizikçi Einstein sonlu özdeðin yasalarýnýn, sonsuz özdeðe, eþdeyiþle evrensel al
ana geniþletilmesi uygun deðildir
diye yazmýþtýr. Özdek sürekli olarak biçim deðiþtirmektedir ve yepyeni somut biç
imler altýnda varolmakta devam
edecektir. Nicel deðiþimler birikir ve bir sýçramayla nitel deðiþimlere yolaçar.
Evrende yepyeni yýldýzlarýn, hem de
kümeler halinde her an doðmakta olduðu tanýtlanmýþtýr. Dünyamýz da, sonsuz evren
deki her sonlu gibi, bir gün sona
erecekse bu, evrimsel sarmalýn sadece bir dolanýmýnýn son'u olacaktýr. Ama bu so
n, yokedilmez özdeðin evriminde
yepyeni bir aþamanýn gerçekleþmesini de saðlamýþ olacaktýr. Ünlü fizikçiler K. S
tankuyoviç ve M. Vasilyev, Matter
and Man adlý yapýtlarýnda þöyle demektedirler: Ýnsanýn kendi bilgisini bugünden
düþünülemeyecek düzeylere
çýkarmasýna yetecek zamaný vardýr ve güneþ tehlikeli yaþlýlýk çaðýna ulaþmadan ç
ok önce insan, öteki yýldýz
sistemleri içinde herhangi sayýda gezegeni bir araya getirme yeteneðine sahibola
rak, sonsuz Samanyolu'nun
enginliklerine dalacaktýr.
ÖÐÜT DÝNLEMEYEN ÝNSAN. XX'nci yüzyýl insaný, kafesindeki kuþu mavi görebilmek
için gözlerini zorlamayý
bir yana býrakýp, gerçekten mavi bir kuþ elde ederek yitirilmiþ insanlýðýný yeni
den kazanma yoluna girmiþtir. Çaðdaþ
insan, yüzyýldan beri, öðüt dinlemeyen insan'dýr.

You might also like