You are on page 1of 29

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA

İNÖNÜ'NÜN DIŞ POLİTİKASI


I
Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.
Temmuz 2000
EDWARD WEISBAND
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA
İNÖNÜ'NÜN DIŞ POLİTİKASI
I

Çeviren M. Ali Kayabal

İÇİNDEKİLER

Özet 7
Teşekkür 11

BİRİNCİ BÖLÜM 15
I. Politika Tespit Usulü 17
İsmet İnönü ve Türk Dış Politikasının Değişmez
Unsurları 17
Numan Menemencioğlu ve Dışişleri Bakanlığı 32
Bakanlar Kurulu 41
BMM ve CHP Parlamento Grubu 47
Türk Tarih Kurumu 58

II. Türkiye'de Basın ve Kamuoyu 61


Savaş Yıllarında Türkiye'de Basın 61
Savaş Yıllarında Türkiye'de Kamuoyu 77

III. Ekonomik Yapının Kısa Bir Çözümlemesi81


Enflasyon Afeti 82
Önleyici İç Tedbirler 87
Türkiye'nin Almanya'yla Ekonomik Bağımlılığı 90
Almanya'dan Kopma Teşebbüsü 96
İngiliz-Amerikan Tercihli
Satın Alma Programı 102
Krom Sorunu ve Türk Tepkisi 107
Türk Pazarlıkçılığının Sonu 112

ÖZET
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk dış politikasının hedefi, savaşa katılmadan
Türkiye'nin toprak bütünlüğünü korumak oldu. Türk politikasının yönünü çizenler,
yabancı askerleri Türk sınırlarından uzak tutarken, Türk askerlerini de yabancı
sınırlardan uzakta tutmaya yönelmiş bir tarafsızlık siyaseti izlediler. Türk
önderleri, ne bir karış toprak vermeyi, ne de bir karış daha toprak edinmeyi
düşünüyordu. Türkiye'yi savaşa sürükleyecek serüvenci bir politika izlememiş,
bunun yerine, bir ''Müttefik'' ya da ''Mihver'' zaferine karşı ağırlık olarak
Türkiye'nin güvenliğini sağlamayı uygun bulmuşlardı. Türkiye'nin tarafsızlığı, bu
bakımdan, küçük bir devletin bağımsız bir güç olarak kendisini saldırıdan koruyup,
dev ülkeler arasında bir denge unsuru olma politikasının uygulaması olmuştur.
Devlet Başkanı ve tek siyasal partinin önderi olarak oynadığı rolle, Ankara'nın
mutlak egemeni İsmet İnönü, bu uygulamanın başyöneticisi olmuştur. En önemli
yardımcısı ise, dışişlerinde görevli Numan Menemencioğlu'ydu. Sınırlı bir
muhalefete izin veriliyor ve Cumhuriyet Halk Partisi Parlamento grubu, Bakanlar
Kurulu'ndaki öbür üye bakanlarla, basında ve üniversitede ileri gelen kişiler,
danışmanlık görevlerini yerine getiriyorlardı.
Bu kişilerce çizilen politikanın yönü, Atatürk'ün yönetimi altında girişilen tarihsel
denemenin geleneklerini yansıtıyordu: Türkiye Cumhuriyeti'nin toprak
bütünlüğünün dokunulmazlığı, Avrupa'daki güçler dengesinin korunması ve her
türlü serüvenci politikadan uzak durulması.
Ancak, tek bir kuşku bu geleneği bozdu. Atatürk, Sovyetler Birliği'yle bir modus
vivendi (1) sağladığı halde, İnönü ve yardımcıları bunu olanaksız gördüler. Bunun
sonucu olarak da Türk önderleri, savaşın gidişi Müttefiklerden yana gülmeye
başladıktan sonra, şunlardan korkmaya başladılar:
1) Müttefikler, Almanya'yı bir güç olarak Avrupa'dan silmeye kalkışacaklardı; 2)
İngilizler, Ruslarla etki alanları anlaşmalarına girişecek ve bunun sonucu olarak
Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa'yla Balkanlara egemen olabilecekti; 3) İngiltere,
Türkiye'yi savaşa girmeye zorlayacaktı; 4) Sovyetler, Türk havaalanlarının
kullanılması da içinde, İngilizlere tanınan hakların, Türk hükûmetince kendilerine
de tanınmasını isteyeceklerdi.
1943 yılında olaylar geliştikçe, Türk politikasını çizenler bu görüşlerin geçerliğine
daha çok inandılar ve Türkiye savaşa girecek olursa, Sovyet Rusya'nın ülkelerini
Mihver'e karşı koruma bahanesiyle istila edebileceği görüşünü savundular.
Bu nedenle, İnönü ve Menemencioğlu, İngilizlerle işbirliğine yanaşmayı kabul
etmediler. Çeşitli nedenlerle İngiliz ve Amerikalıları, Sovyetler Birliği'nin savaş
sonrası niyetleri konusunda uyardılar. Bu alanda başarısızlığa uğrayınca da,
İngilizlerin kendilerini savaşa sokma çabalarına ve Türk topraklarında hava üsleri
kurma isteklerine set çektiler. Bu alandaki görüşmeler, adım adım ilerlediği halde,
dış bakanları düzeyinde hatta zirve toplantılarında bile başarısızlıkla sonuçlandı.
Türkler, İngilizlerin Stalin'in ekmeğine yağ sürdüğüne, gittikçe daha çok
inanıyordu. İngilizler de, Türklerin Müttefiklerden yana oldukları üzerine
söylenenleri politik oyun sayıyordu. Sonuç olarak bu durum, 1944 yılı başlarında
bir güvensizlik bunalımına yol açtı.
Fakat Müttefiklerin savaşı kazanacakları kesinleşince, İnönü, Türkiye'nin tek
başına kalmakta olduğunu anladı; özellikle, ülkesinin Sovyetler Birliği karşısında
yalnız bırakılmasından kuşkulandı. Bu kuşku, 1944 yılı ortalarında yeni bir dönüşe
yol açtı. Türk dış politikasını yeniden Müttefiklerin çizgisine sokma çabası içinde
Türkiye, Mihver devletleriyle olan diplomatik ve ekonomik ilişkilerini sertleştirdi,
bunu da Numan Menemencioğlu'nun görevinden ayrılması izledi. Türkiye, San
Francisco Konferansı'na katılabilmek için 23 Şubat 1944'te Mihver devletlerine
savaş açtı. Savaş, Türk sözcülerinin Sovyetler Birliği'yle pek sıkı bir biçimde
ilgilendikleri, fakat, endişelerini umut dolu bir güven maskesi ardında sakladıkları
hava içinde sona erdi.
TEŞEKKÜR (1)

Araştırmamın hazırlanışı sırasında bana vakitlerini ayıran, görüşlerini ve


bildiklerini cömertçe aktaran birçok kişiye, burada en içten teşekkürlerimi ifade
etme fırsatı bulduğum için kıvanç duyuyorum.
Benim, Türk dış politikasıyla ilgilenmeme neden olan Stanford Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Bölümü'nden emekli Profesör Christina Phelps Harris'e özel teşekkür
borçluyum. Stanford Üniversitesi Siyasal Araştırmalar Enstitüsü Direktör
Yardımcısı Profesör Jan Triska ile Profesör Robert C. North da bana dış politika
çözümlemelerinin dolambaçlı yollarını ilk kez tanıtan, değerli kişilerdir. İkisini de
burada anmam gerekir.
Türkiye'de de pek çok kimse bana karşı çok kibarca davrandı ve yardımcı oldu. Dış
sorunlarda en eski Türk uzmanı Profesör Ahmet Şükrü Esmer'le Siyasal Bilgiler
Fakültesi Eski Dekanı Profesör Fahir Armaoğlu da benim için çetin olan birçok
sorunu çözdüler. Türk Dışişleri Bakanlığı Hukuk Dairesi Şefi ve Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi, Uluslararası Hukuk Profesörü A. Suat
Bilge ile Siyasal Bilgiler Fakültesi profesörlerinden Mehmet Gönlübol ve Haluk
Ülman da, bana değerli bilgiler sağladılar. Benimle birlikte geçirdiği uzun ve
aydınlatıcı saatler için Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden
Profesör Enver Ziya Karal'a da teşekkür etmek isterim. Profesör Karal, Türk
kültürü ve tarihini aydınlatmak için o kadar çok şey yapmıştır ki, Türkiye ile
ilgilenen hepimiz kendisine minnet borçluyuz.
Diplomatlarla hükûmet memurlarına gelince: Türk Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreterliği'nden yeni ayrılan ve bugün Londra'da Türkiye Büyükelçisi olarak
görevli bulunan Zeki Kuneralp, anlatılan dönemde Türk Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreteri olan Cevat Açıkalın ile Büyük Millet Meclisi'nden bir Tabii Senatör, savaş
yıllarındaki Türk dış politikasının çözümlemesinde bana cömertçe vakit ayırarak
yardımcı olmuşlardır. Kendilerine en derin teşekkürlerimi sunarım. Eski Türk
Dışişleri Bakanı ve savaş yıllarında Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreter Yardımcısı
Feridun Cemal Erkin, yine 1943 yılı Mart ayında Moskova'ya Büyükelçi olarak
atanan savaş yıllarındaki Matbuat Müdürü Selim Sarper de, bana çok yararlı
bilgiler sağlamışlardır.
Türk Dışişleri Bakanlığı'nda ve Uluslar Cemiyeti'nde (1) uzun yıllar yararlı
hizmetlerde bulunan ve özellikle 1930'larla 1940'ların Türk devlet adamları
arasındaki kişisel ilişkilerin değerlendirilmesinde büyük yardımları dokunan yakın
dostum Tevfik Erim'e de teşekkür ederim. Cumhuriyet Halk Partisi eski Grup
Başkanı Kâzım Özalp'a, Türk Tarih Kurumu Başkanı Uğur İğdemir'e, bana Türk
Siyasal kuruluşlarını, kişiliklerini ve politikasını az rastlanacak bir anlayış ve
sabırla anlattıklarından ötürü teşekkür borçluyum.
Türk gazeteciliğinin en eski üyelerinden ve bugün doksanına yaklaşan Ahmet
Emin Yalman da, İkinci Dünya Savaşı sırasında Ankara'nın dramatik havasını ve
siyasal yaşantısını yansıttı. Bu alanda, savaş sırasında Ankara kordiplomatiğinin
duayeni olan Polonya'nın Ankara Büyükelçisi'nin eşi Bayan Irena Sokolnickia'ya da,
teşekkür etmem gerekir. Kendi anıları ilginç olduğu gibi, bana kocasının
yayınlanmamış günlüğünden bölümler okuyarak, kocasının özel belgelerini
incelememe izin vererek de yardımlarına katkıda bulunmuştur.
Bütün bu teşekkürler, Bay ve Bayan Seyfullah Turan'ın adlarını anmadan
tamamlanmış sayılamaz. Turan'lar, Ankara'da bulunduğum sırada beni
ağırlamışlardır. Türlü nezaketlerini hep övgüyle anacağım.
Sir Huge Knatchbull-Hugessen'e de, İngiltere'de, Barham'daki evinde bana
ayırdığı bir bütün öğleden sonrası için teşekkür etmek isterim. Savaş sırasında
Birleşik Krallık'ın Ticaret Kurulu Başkanı olan Lord Swinton da, çok cömert
davranmıştır. Gerek Profesör W.H. Medlicott'la Profesör Bernard Lewis, gerekse
eski hocam Dankwart A. Rustow ve eski meslektaşım Kemal Karpat, bana ilginç
görüşler aktarmışlardır. Uyarıcı önerileri için Profesör Walter Weiker ve Profesör
Victor Swenson'a, yine Harry N. Howard'a da içtenlikle teşekkürlerimi sunarım.
Uluslararası İlişkileri Araştırmalar Okulu Yazmanı Bayan Miriam de Grazia ile
Okutman Bey Semih Üstün de, yıllarca süren bu araştırma sırasında dostluklarıyla
beni cesaretlendirmekten geri kalmamışlardır.
New York Üniversitesi Siyasal Bilgiler bölümündeki meslektaşlarıma, özellikle New
York Üniversitesi Uluslararası Araştırmalar Merkezi Direktörü Profesör Thomas M.
Franck'a, bu araştırmanın tamamlanması sırasında gösterdikleri güven ve nezaket
için minnetle teşekkür ederim.
Bu fırsattan yararlanarak, sekreterlik görevlerini yerine getirirken ispatladığı
dikkati, sabrı ve etkili çalışması için de Bayan Margaret A. Wormser'e teşekkür
etmek isterim.
Başta, Nevin Menemencioğlu ve Turgut Menemencioğlu ile Bayan Nermin Streater
olmak üzere, Menemencioğlu ailesi, Numan Menemencioğlu'nun yayınlanmamış
olan anılarından yararlanmama izin verme inceliğini göstermişlerdir. Bayan
Streater ve Elçi Turgut Menemencioğlu, ayrıca olağanüstü bir kimse olan
amcalarının kişiliği ve politikası üzerine son derece değerli katkılarda
bulunmuşlardır. Onların yardımları olmasaydı, araştırma hiçbir zaman bugünkü
durumuna erişemezdi.
Eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye de teşekkür etmek isterim. Türkiye'nin siyasal
geleceğini çizmek için çok şeyler yapan bu büyük önder, bir sürü soruma karşılık
verme nezaketinde bulunmuştur. İki uzun görüşme sırasında, savaş yıllarındaki
Türk dış politikasının ana çizgilerini ortaya koyarken, kendi görüşlerinin ve varmak
istediği noktaların ne olduğunu anlatmıştır.
Son olarak, Uluslararası İlişkileri Araştırmalar Okulu profesörlerinden Macid
Khadduri'ye de en içten minnet duygularımı ifade etmek isterim. Kendisini öğretim
kurumuna adayışı, bütün üniversite çevrelerince övgüyle anılan Profesör
Khadduri, yıllarca bir kılavuz gibi çaba göstermiş ve benim İslamiyet kuruluşlarıyla
İslam kültürünü ve çağdaş Orta Doğu sorunlarını anlamama yardımcı olmuştur. Bu
araştırmaya beni ilk olarak iten ve gerçek bir bağlılıkla ilerleyişini izleyen
profesöre, her zaman için minnet duyacağım.

E.W.
New York City
BİRİNCİ BÖLÜM

Savaş Yıllarında Türkiye

POLİTİKA TESPİT USULÜ

Savaş yıllaında Türkiye'nin izlediği dış politika, bir tarafsızlık politikasıydı. Bu


politikanın geniş boyutlu sonuçları ve olayların gerektirdiği değişiklikleriyle
birlikte kapsamı, her şeyden önce bir tek adamın çabalarına dayanıyordu: İsmet
İnönü'nün. Devletin politikasını çizerken, İnönü yine de yalnız değildi. Düzenli
olarak Bakanlar Kurulu'na, Parti'ye, Parlamento'ya (TBMM) dayanan, küçük, sınırlı,
fakat oturmuş bir dış politika ''kadro''suna, basında birtakım kişilere ve Türk Tarih
Kurumu gibi bazı derneklere danışıyordu. Dış politika alanında alınacak kararlarda
İnönü'nün güvendiği bu kişiler içinde en önümlisi, Dışişleri Bakanı Numan
Menemenoğlu'ydu.
İsmet İnönü ve Türk Dış Politikasının değişmez unsurları - İncelenmekte olan
çağda, Türkiye'nin her türlü politikasına egemen olan başlıca unsur, İsmet
İnönü'nün etkisidir (1). 1943'le 1946 yılları boyunca, bir yanda Cumhurbaşkanı ile,
öte yanda Başbakan ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri arasındaki statü
ve etki sınırları bakımından ara gittikçe artmıştır. Frederick Frey'in özlü bir
biçimde belirttiği gibi, ''iğneleyici bir gözle bakılırsa, İnönü'nün İnönü'den başka
kimsesi yoktu'' (2). Başka türlü söylersek İnönü, hükûmetin çarklarını sıkı bir
denetim altına almıştı.
Gerek devlet başkanı, gerekse tek siyasal partili bir sistemde parti başkanı olarak
sağladığı güçle, denetimini otoriter bir biçimde yürütebiliyordu. Türk devlet
gemisinin çarkı, İnönü'nün biyografisini yazan Şevket Süreyya Aydemir'in de
belirttiği gibi, tüm sonuçları ile birlikte, bütünüyle İnönü'nün elindeydi (3). İleri
sürülen bu savlar, dış sorunları konusu için doğrudur. İnönü, hükûmet politikasının
her alanında eşit biçimde etkili olmaya kalkışmamıştır. Doruğa erişen bütün
politikacılar gibi, o da bazı sorunlarda başkalarına öncelik tanımayı, gerekli
görmüştür. Bir asker olarak yetiştiği ve başarılı bir enerjisini en büyük bölümünü
dış sorunlara ayırmış ve bir bakıma da, ''hükûmetin kendi başının çaresine
bakmasına izin vermiştir'' (4).
İnönü, çeşitli fırsatlarda, dış politikanın dışındaki gelişmelere özel bir dikkat
göstermiştir. örneğin, basını ve öbür kitle haberleşme araçlarını sıkı bir denetim
altına alma konusuna kişisel olarak karışmıştır. Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal
aracılığıyla sıkıyönetimi yürütmüş, 1942 yılı sonunda konan Varlık vergisi
uygulamasını, dikkatle izlemiştir (5). Fakat, bu dönemde dış politika, yine de
İnönü'nün, başlıca uğraşısı olmuştur genellikle.
Bu konuda kanıtlar çoktur. Sözgelişi, o zamanlar Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreter Yardımcısı olan Feridun Cemal Erkin, Cumhurbaşkanı ile beş ya da altı
haftalık toplantılar yaptığını, bu toplantılar sırasında İnönü'nün o hafta alacağı
kararların ana çizgilerini çizdiğini hatırlamaktadır (6).
Cevat Açıkalın'ın Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliğine atandıktan sonra
getirdiği ilk yeniliklerden biri, her türlü diplomatik yazışmanın ve telgraf
mesajlarının hemen İnönü'ye verilmesi olmuştu (7). Bu durum, Cumhurbaşkanının,
diplomatik mesajları ve haber alma dairesi raporlarını daha gelir gelmez
değerlendirmesine fırsat hazırlıyordu. İnönü böylece, gelişmeler üzerine,
Menemencioğlu ya da Dışişleri Bakanlığındaki öbür yüksek memurlar kadar çabuk
bilgi edinebiliyordu. İnönü, bu yöntemin dışişlerini yönetmekte kendisine büyük
kolaylıklar sağladığını kabul etmektedir (8). Görevleri başındaki elçilerinin
gönderdikleri raporlar ve verdikleri salıklar, ileri sürdüğüne göre, İnönü'nün karar
alırken dayandığı tek kaynaklardı.
İncelenmekte olan çağın Türk dış politikasını anlamak için, bu değişmez
unsurların belirtilmesi ve İnönü'nün savaşta Türkiye'nin yolunu çizerken dikkate
aldığı fikirlerin kavranması gerekir. Böyle bir listenin başında, İnönü'nün çok iyi
bilinen doğuştan ölçülüğü gelir. İnönü, dış ilişkileri, askerlik stratejisinin ilk ilkesi
olarak nitelendirdiği ''ölçülük''le yönettiğini ileri sürmektedir. ''Savaşta izlediğim
dış politikayı kararlaştırırken benimsediğim temel ilke, daha başlangıçta işlenecek
bir hatanın düzeltilmesinin zor olduğunu bilmekti '' (9). Bunun sonucu olarak da
Türkiye, İnönü döneminde hep savaşa girmeye hazır durumdaydı; ama, ancak
İnönü'nün kendi koyduğu bazı şartların gerçekleştirilmesi halinde... Aceleci ve
atak eylemlerden ya da gözüpek davranışlardan hep uzak kaldı. Bu tür
davranışlar, Türkiye'yi göz göre göre ateşe atmak demektir (10).
İnönü'nün kişiliğindeki bu unsur Türk topraklarını kanlı savaşlardan kurtarmakla
birlikte, eski Cumhurbaşkanı'nı savaş yıllarında da, daha sonra da, sert
eleştirilerden kurtaramamıştır. Sözgelişi;
''Savaş yıllarındaki Türk politikası neydi?'' sorusuna verdiği karşılıkta Nadir Nadi:
''Biz (Nadir Nadi ve Türk basınındaki dostlarından oluşan bir klik) diyor;
yönetimimize 'kaypak rejim' adını takarak eleştirmeye alışmıştık; çünkü, bu
yöntemi dilediğimiz yöne çekebilirdiniz (11). Daha sonraları bu konuda İnönü'ye
daha başka eleştiriler de yöneltildi, çekingen davranışının, ihtiyatlığının ''Türk
ulusunun erkekliğini öldürdüğü'' bile ileri sürüldü (12). Türkiye dışında başkaları
ise, savaş yıllarındaki Türk dış politikasını ''çekingen'' (13) ya da ''korkak'' olarak
nitelendirdiler (14).
Ancak, İnönü, savaş yıllarında dış politika kararlarını alırken gösterdiği titiz
ölçülükle, Türkiye'yi büyük bir yıkıma uğramaktan ve acılardan kurtardığına hâlâ
inanmaktadır (15). O önemde halkın duygularının kendisinden yana olduğu
anlaşılıyor. İnönü, 1943 yılı Mart ayında Türk Dışişleri Bakanlığınca hazırlanan bir
durum raporu almıştı. Bu raporda halkın her tabakasının, ordu da içinde olmak
üzere, daha saldırgan bir tutuma karşı olduğu, özellikle ülkeyi savaşa
sürükleyecek atılımlardan çekindiği gösteriliyordu (16).
Demek ki, Türk tarafsızlığı, İnönü'nün yönettiği durumuyla bir bekleme
politikasıydı aslında (17). İnönü'nün uyguladığı ölçülülük felsefesi, günden güne
değişen özel bir karar verme tarzı geliştirmişti kendisinde. Aydemir, savaş
sırasında olaylar her saat değişmekteyken İnönü'nün aşırı bir dikkat gösterip vakit
kazanmaya çalıştığını yazarak bu durumu belirtmiştir (18). İnönü de bir seferinde
kendisi şöyle söylemiştir: ''Bırakın, önce geceyi geçirelim, bırakın, önce sabaha
çıkalım; yılları, ayları ya da haftaları düşünmeyelim'' (19).
Bu, İnönü'nün Türk dış politikasını dile getirdiği ya da amaçlarla doldurmayı
başaramadığını söylemek anlamına gelmez. Tersine, politika tespitine derin bir
inanç duygusu getirmiştir. Her günün üzerni'de dikkatle, ayrı ayrı çalışması, uzun
vadeli amaçları olmadığı anlamına da gelmez. Üstelik, şu temel amaç için her
zaman inançla çaba göstermiştir: ''Türkiye yalnız Türklerindir.'' (20)
Atatürk devriminin Türkiye'de kök salmasından bu yana Türk dış politikasının
temeli, Türkiye'nin toprak bütünlüğü ve Türklerin kendi toprakları üzerinde kendi
kaderlerini çizme hakkına sahip çıkmaları olmuştu (21). Savaş yıllarında da İnönü
bu hakka ve Türk topraklarının bütünlüğüne, Türk dış politikasının temel ilke ve
amaçları olarak bakmıştı. Atatürk, halkına, imparatorluğu yıkıp bağımsız bir ülke
durumuna geçişleri sırasında, toprak bütünlüğüne dayanan modern bir devlet
kavramını öğretmişti ama, 1923'te Lausanne'da, Türk sınırlarına dokunmanın buna
kalkışacaklara çok pahalıya oturacağını Lord Curzon'a inandıran, İnönü olmuştu
(22). Bu konuda Mussolini'yle Hitler'i de ikna ettiği anlaşılmaktadır. Buna ayrıca
dikkat edilmelidir.
İnönü, Nazi Almanyası'nın tehdidinden korkmaya başlamadan çok daha önce,
Mussolini'nin İtalyası'ndan çekinmişti; Türk sınırlarını ilk tehdit eden Hitler değil,
Mussolini olmuştu. 1935'te İtalyanların Habeşistan seferinden sonra İnönü,
Mussolini'nin Antalya bölgesindeki verimli toprakları ülkesine katmak isteyeceğini
tahmin etmişti. Bu, Mussolini'nin sık sık ileri sürdüğü bir istekti (23). Öte yandan
Alman halkının yeniden birleşmeyi istemesini 1935'te son derece anlayışla
karşılamak mümkün görülüyordu (24). İnönü'nün tutumu, Almanlar ancak Doğu
Avrupa'yı ve Balkanları istila ettikten sonra değişti; Südetler bir başka sorundu,
Polonya ve Bulgaristan başka (25). Savaş boyunca İnönü, özellikle Mihver
kuvvetlerinin dört bir yanda hızla ilerledikleri sırada, gerek Almanlara gerekse
İtalyanlara, Türkiye'nin sınırlarının bozulmasına asla izin vermeyeceğini
belirtmekten hiç geri kalmamış, her türlü istila teşebbüsüne olanca gücüyle karşı
koyacağını belirtmiştir.
Bunun Berlin üzerinde etkili olmadığı söylenemez. Sözgelişi, Ribbentrop bir
seferinde Von Papen'e, Komuta Kurulu, Türkiye'nin istilası için yeter derecede
güce sahip olduğunu kesinlikle belirtinceye kadar, Türkiye'ye yalnız diplomatik
baskı yapılması konusunda talimat vermişti (26). Türk sınırlarına
dokunulamayacağı konusunda İnönü'nün gösterdiği azim, Hitler'in 3 Mart 1941'de
kendisine gönderdiği mektubun anlaşılmasına da yardımcı olabilir. Alman
birliklerinin Bulgaristan'ı istila ettikleri bir sırada gönderilen bu mektup,
Bulgaristan'ın istila edilmesinin Türkiye'yi hiç bir biçimde tehdit etmediği üzerine
garanti veriyordu (27). Hitler, İnönü'ye ordularını Türk sınırından 60 kilometre
uzaklıkta durduracağını, böylece Almanya'nın Türk sınırlarına karşı harekete
geçmek gibi bir niyet beslemediğini ispat edeceğini bildiriyordu (28). Dolayısıyla
bu mektup, İnönü'nün Türk sınırlarını savunmak için gösterdiği kararlılık ve azmin,
Hitler'ce kabulü olarak anlaşılabilir.
Hitler de buna karşılık bir bedel koparmak istemiştir. Türkiye, Almanya'ya karşı
açıkça hiç bir yıkıcı etkinliğe girişmeyecektir. Hitler'in 1941 yılı Mart ayında
gönderdiği mektubundaki tehditler, İnönü'nün gözünde, ölçülü olmanın önemini
bir kat daha artırmıştır. Gerçekten de, bütün savaş süresince İnönü ve Hitler,
karşılıklı olarak ülkelerini bir çatışmaya sürükleyecek davranışlardan özellikle
kaçınmışlardır (29). Her ikisi de, önce kendisini gemleyerek, ötekini
durdurabilmiştir.
Hesaplarına göre, her ülkenin ötekine zorla yaptırmak isteyeceği şey, onun
yapamayacağını umdukları şeyden daha az önemliydi. Her ülke bunun içni birtakım
olumsuz teşebbüsleri tercih etti. Sözgelişi, Türklerin, İngilizlere topraklarında
havaalanları yapmalarına izin vermemeleri, yani, karşı yanın saldırısından sakınma
amacını güdüyordu.
Dolayısıyla İnönü, savaşta Türk dış politikasını, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü
koruma açısından yönetti. Bu görüş açısı, ''Ne başkasının bir karış toprağında
gözümüz var, ne de başkasına bir karış toprak veririz'' diye özetleniyordu. Bu
görüşün çifte anlamı vardı. İnönü, Türkiye'nin sınırlarına saldırılamayacağını
hesaplarken, bunun bedelini de kabul etmişti. Türk topraklarının bir karışını bile
vermemeye kararlıydı, ama herhangi bir başka ülkenin topraklarına göz
dikilmemesi de şiddetle karşıydı. Bu ilke Rusya için de geçerliydi. Almanya'nın,
Stalin Rusyası'na karşı 1942 yılı sonunda kazandığı ilk zaferlerden başlayarak
Alman diplomasisi, Sovyetler Birliği'nden alınan bazı bölgeleri ganimet diye kabul
etmesi için İnönü'yü sıkıştırmışsa da, başarısızlığa uğramıştı (30). İnönü'nün,
serüvenci ve ırkçı kavramlara karşı direnişi, ilerde de göreceğimiz gibi, o zamanlar
var olan Turancılık akımının Türk dış politikasını etkilemesini kesinlikle
sınırlamıştır (31).
Aslında, Türkiye'nin Rusya'dan toprak almaya kalkışması dahice bir buluş değildi.
Asıl düşündürücü sorun, Sovyetler Birliği'nin Türk topraklarına göz dikmesi
ihtimaliydi. Kuşkusuz, bu da İnönü'yü en çok düşündüren sorunlardan biriydi.
Cumhurbaşkanlığına seçildiği dönemde, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında, o
zamana dek eşi görülmemiş yirmi yıllık bir iyi niyet dönemi yaşanmış olduğu halde,
İnönü kişisel deneylerine dayanarak, Rusların tutkuları karşısında tetikte
bulunmak gerektiğini öğrenmişti. Sözgelişi, İnönü 1930'da, Türkiye'nin Rusya'yı
kızdırmadan Batılılarla daha sıkı ilişkiler kurmak istediği sıralarda, Sovyetler
Birliği'ne bir gezi yapmıştı (32). İnönü bu geziden dönüşünde, CHP parlamento
grubunun seçme üyelerinin önünde, Atatürk'e aşağıdaki çözümlemeyi sundu:
Ruslar, özellikle Batılılarca uzaklaştırılıp sarıldıklarını hissediyor, bunun sonucu
olarak da, Batı sınırlarının güvensizliği kendilerinde bir tutku biçiminde. Türkler
kendilerine doğrudan bir baskı unsuru olmadıkları sürece, Türkiye'yle dostça
ilişkiler sürdürüyorlar ve sürdürmek de isteyecekler. Ruslar, Batı sınırlarını
güçlendirmek için zaman kazanmak amacıyla, Doğu sınırlarının güvenlik içinde
olması isteğindedir.
İnönü, Sovyetler Batı sınırlarına güvenilir gözüyle bakmaya başladıktan sonra,
''Artık bizimle dost olmaya önem vermeyeceklerdir'' biçiminde görüşünü
açıklamıştır. Sovyetler, Batılı devletlerin tehdidinden kurtulmaya başladıklarını
hissettikleri anda, Doğu'da çok daha saldırgan duruma gelecek, umulur ki,
Türkiye'ye de aynı biçimde davranacaktır. İşte bu nedenle İnönü, Sovyetlerin
kendilerini Batı karşısında tam anlamıyla güvenlik içinde görmelerini istemiyordu.
1939 yılı Nisan ve Mayıs aylarında İngiliz ve Fransız diplomatları, bir Türk-İngiliz-
Fransız-Sovyet paktı için uygun zemin kollarken, Sir Alexandre Cadogan'ın
ifadesine göre İnönü, ''Sovyet ordusunun kara savaşlarına katılmasının gerekli
olduğunu, çünkü bir Avrupa savaşından Rus ordusunun hiç zarar görmeden
çıkmasının felaketler doğuracağı görüşünü üsteleyerek savunmuştur. Rusya'nın
Batı sınırlarının güvenilir duruma gelmemesi, Türkiye için en iyi korunma amacıydı.
Batı Avrupa'da Rus egemenliğine yol açacak bir savaş, bu korunma aracını ortadan
kaldırmaya yeterdi. İnönü 1930'da, aradan en az yirmi beş yıl geçmeden böyle bir
güvenliğin sağlanacağını sanmıyordu. İnönü'nün umduğu gibi, Rusya savaşa
katıldı; ancak, 1943'te Alman ordularına karşı kazandıkları kesin zafer, İnönü'nün
tahmin ettiğinden on iki yıl daha önce, Sovyetlerin Batı'da aradıkları güvenliğe
kavuşacaklarını ortaya koydu (33).
Belki de İnönü'nün Sovyet politikası üzerindeki bu görüşleri, Stalin'in 1941 yılı
sonunda İngilizlerle birlikte Yunanistan'a ait bazı toprakların Türkiye'ye verilmesi
önerisi karşısında Türkiye'nin gösterdiği sert tepkiyi açıklayabilir. İnönü, belki de
Türkiye'nin doğusundaki bazı toprakları Stalin'in kendi ülkesine eklemek
istemesinden çekiniyordu. Kısacası, İkinci Dünya Savaşı sırasında İnönü'nün
kararlarını etkileyen unsurlardan biri Türkiye'nin toprak bütünlüğü ise, ağırlığını
en çok duyduğu karşı unsur da, Sovyetler Birliği'nin siyasal tutkularıydı (34).
Alman ordularının ilerlediği dönemde İnönü, görüşlerini açık seçik İngiliz ve
Amerikan diplomatlarına anlatmakta kararsızlık göstermedi. Birleşik Amerika
Büyükelçisi Lawrence A. Steinhardt'ın güven mektubunu sunuşu sırasında
kendisiyle yaptığı ilk resmî görüşmede, savaş sonrası dünyasında Sovyet etkisi
sorunu büyük bir yer almıştı. Alman orduları büyük bir hızla Stalingrad'a doğru
ilerledikleri halde, Türkiye Cumhurbaşkanı, eğer Rusya, Almanya'yı yenecek
olursa, Sovyet emperyalizminin Avrupa'yı ve Orta Doğu'yu ''silip süpüreceği''
konusunda Steinhardt'ı uyarıyordu. İnönü bu arada Rusya eğer imkân bulursa
Boğazlara da el koymaktan çekinmeyecektir, endişesini beslediğini de belirtti (35).
Savaş sırasında İnönü, yanına aynı inançta olan adamları almıştı. Gerek kararları
hazırlarken, gerekse uygulama sırasında, sayıları bir epeyce kabarık olan bu
yardımcılarına dayanıyordu.
Kendisi, dünya sorunlarına iyice daldığı için, yardımcılarına hatırı sayılacak kadar
yetki tanıyor, bağımsız olmasa bile, serbestçe iş görmelerine izin veriyordu. Yine
de, bu adamların oynadıkları rolü çözümlerken şu unsuru akıldan çıkarmamalıyız:
Hareket özgürlüğü ve dış politikaya katkıda bulunmak, ancak İnönü'nün bir
lütfuydu; burada incelenmekte olan dönem ancak İnönü'nün egemen olduğu Türk
politikası çerçevesinde içinde anlaşılmalıdır (36).
İnönü'nün göz yumuşunun sonucu olarak karar alma konusunda kendisine hizmet
eden yetkililerden en önemlisi de Numan Menemencioğlu'ydu.
Numan Menemencioğlu ve Dışişleri Bakanlığı - Epeyce karmaşık bir kişiliği vardır.
Hukuk öğrenimi yapmış, fakat doğal yatkınlığı nedeniyle diplomatlıkta karar
kılmıştır. Numan Rifat Menemencioğlu, 1942 yılı Ağustos ayında Türkiye Dışişleri
Bakanlığı'na atandı ve 1944 yılı Haziran'ında istifa edinceye kadar da bu görevde
kaldı (37).
Namık Kemal'in torunu olan Numan Menemencioğlu, Birinci Meclis'te Menemen
eyaletini temsil eden Refet Paşa'nın ikinci oğluydu (38). Öğrenimini İsviçre'nin
Lausanne şehrinde yapmış, 1914'te Dışişleri Bakanlığı'na girmişti. Kurtuluş
Savaşı'ndan sonra yükseldi ve olağanüstü yetenekleri pek çabuk Atatürk'ün
gözünde değer kazandı. 1933'te Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri oldu. Bir
politikacıdan çok bir aydın olan, halktan çok fikirlerle ilgilenmekten hoşlanan
Numan Menemencioğlu, dış politika üzerinde çalışmaktan ve bunun
uygulamasından çok zevk alıyordu (39). Dışişleri Bakanlığı'na atanması dolayısıyla
şöyle yazmaktaydı: ''Bu görev için bir çıraklık dönemi geçirmemin gereği yoktu; 13
yıldan beri bakanlığın çeşitli dairelerinin başında bulunmuş ve bu görevler
sırasında Türkiye'nin dış politikasını yönetmeyi kavramıştım. Şimdi ise
sorumluluğum yalnızca başka bir biçime bürünmekteydi.'' (40)
Gerçekten de, aradan geçen yıllar boyunca Dışişleri Bakanlığı'nın,
Menemencioğlu'nun yaşantısının merkezi durumuna geldiği söylenebilir.
Menemenciolu 1942'de Dışişleri Bakanı olduğu zaman, Bakanlığın personelini
çoktan avcunun içine almıştı. Daha Genel Sekreterliği sırasında diplomatik
görevlerdeki ve Dışişleri Bakanlığı'ndaki adamların değerli kişiler olmasını
sağlamıştı. Bakanlığın, Birinci ve İkinci Daire başkan yardımcıları olan Abdullah
Zeki Polar ile Muharrem Nuri Birgi, İkinci Daire Başkanı Nurettin Vergin,
Menemencioğlu'nun Özel Sekreteri Şadi Kavur, Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreterliği Özel Kalem Müdürü Turgut Menemencioğlu, Protokol Dairesi Başkanı
Kadri Rizar, 1944'te Beyrut'ta genç bir başkonsolos olan Fatin Rüştü Zorlu gibi
adamlar, Menemencioğlu'nun yanına aldığı kişilerdi hep (41). Bakanlıktaki
görevlerine en iyi biçimde uyabilmeleri için Menemencioğlu, evinde ya da
bakanlıkta sık sık seminerler düzenler, onların çeşitli sorunlar ve durumlar
karşısındaki tepkilerini incelerdi.
Menemencioğlu, Bakanlık üzerindeki denetleyici durumunu korumak için
''zalimane'' davranmaktan çekinmemiştir (42). Bakanlığın asıl ''çalışan çarkı'' ya da
yüreği (43), dünyanın çeşitli bölgelerini ele alan üç siyasi daireydi. Birinci Siyasi
Daire, Batı Avrupa, Fransa, İngiltere, Almanya ile uğraşıyor, Birleşik Amerika ile
öbür Kuzey Amerika ülkeleri de bu dairenin alanına giriyordu; İkinci Siyasi Daire,
Doğu Avrupa'dan, Balkanlardan, Yunanistan ve Sovyetler Birliği'nden sorumluydu.
Seyfullah Esin'in yönettiği Üçüncü Daire ise, Orta Doğu ve Uzak Doğu sorunlarıyla
ilgileniyordu.
Menemenciolu, adı geçen daireleri etkili bir biçimde yönetiyor ve tümüne kendi
etkinlik alanı gözüyle bakıyordu (44). Kesinlikle anlatmak zor olmakla birlikte,
İnönü'nün dışişleri sorunlarına kişisel merakı oluşunun, başka bazı etkenlerle
birlikte, Menemencioğlu'nun Dışişleri Bakanlığından istifasını istemesine yol açtığı
düşünülebilir. Yine de İnönü, Menemencioğlu'nun yargılarını ve görüşmelerdeki
ustalığını beğenmiştir: ''Numan işini biliyordu; çabuktu ve gelişen olaylar
karşısında, ileri görüşlülükle tepki gösterirdi'' (45).
Menemencioğlu'nun, Dışişleri Bakanlığını sıkı denetim altında tutuşu kadar önemli
bir başka konu da, Bakanlar Kurulu'ndaki arkadaşlarına karşı durumuydu. Öbürleri
ona genellikle perde arkasındaki başbakan gözüyle bakarlardı. Bu bakımdan
Frederick Frey, Dışişleri Bakanı'nın o dönemde ''Bakanlar Kurulu piramidinin en
üst noktasına çıktığını söylemektedir (46). Menemencioğlu'nun, Türk hükûmetinin
geri kalan üyeleriyle olan ilişkilerinde oynadığı rolü anlamak için, bakanlığının her
gün gayrı resmî toplantılara sahne olduğunu hatırlamak yeter. Her sabah saat 9'da
Başbakan Şükrü Saraçoğlu, gündelik resmî programına, Dışişleri Bakanlığı
odasında, Menemencioğlu'yla bir toplantıyla başlardı. Böylece, bütün dünyaya
karşı birleşmiş bir cephe durumunda çıkabilirler, etkinliklerini düzenleme
yeteneğine kavuşurlardı. Toplantıya başka bakanlar da katılırdı. Sık sık aynı
toplantılarda hazır bulunan Cevat Açıkalın, bu görüşmelerde çıkan bütün
tartışmalar sırasında Menemencioğlu'nun başrolü oynadığını hatırlamaktadır (47).
Savaş döneminde Menemencioğlu'nun izlediği politika üzerinde çeşitli tartışmalar
yapılmıştır. Anthony Eden'la daha başkaları, savaş sona ermeden önce,
Menemencioğlu'nun Mihver davasından yana olduğuna inanmıştı (48). Şimdi bu
konuda iki şey söylenebilir. Bir: Menemencioğlu'nun Dışişleri Bakanı olarak
güttüğü ilk hedef, Türkiye'yi savaşın dışında tutmaktı. İnönü gibi o da, Türkiye
hangi gruptan yana savaşa katılırsa katılsın, ülkenin baştan aşağı yakılıp
yıkılacağına, hatta belki de işgale uğrayacağına inanmıştı. Menemencioğlu, ''Dış
politikamızın hedefi, sonuna kadar geleceğimizi kendi kendimize belirlemek
amacını korumaktır. Savaşa katılsaydık, geleceğimizi kendi kendimize belirleme
hakkını yitireceğimizden, ülkemin bundan hiç bir şey kazanamayacağından
eminim'', derken, kararlılığının ardındaki mantığı açıklamış oluyordu (49). Bir
başka gün de Menemencioğlu, şöyle bir konuşma yapmıştı: ''Biz benciliz ve sadece
kendi çıkarlarımız için savaşırız'' (50). Menemencioğlu, savaşta Türkiye'nin hiç bir
şey kazanmadan, çok şey yitireceğine inanmıştı. Toprak isteği yoktu, uluslararası
durumunun radikal bir biçimde gözden geçirilmesini de istemiyordu.
Menemencioğlu'nun inancına göre Türkiye'nin savaşa girmekten elde edeceği tek
şey, büyük devletlerin ordularına savaş alanı olmakla kalacaktı.
Buradan ikinci konuya geçilebilir. Menemencioğlu, okuduğu tarihi eserlerden,
küçük ulusların kendi kaderlerini çizme konusunda, en iyi biçimde, ancak büyük
devletler arasındaki güç dengesi sayesinde korunabileceklerine inanmıştı. Bu
nedenle de Büyük Britanya ile bir anlaşma, Nazi Almanyası ile de bir dostluk
paktını hedef tutan politikada yanlış bir yön göremiyordu. Bunların her ikisi de
Türkiye'nin ''etken tarafsızlık'' politikasının belirtileriydi. Bu tarafsızlık, Türkiye'yi
korumayı gözetirken, Sovyetler Birliği ile Nazi Almanyası'nın aşırı derecede
güçlenmelerini de engelliyordu (51). Menemencioğlu bir seferinde de şunları
söylemişti: ''Buna göre biz, bu savaşın, karşıt yanlardan birinin ya da öbürünün
kesin yenilgisiyle sonuçlanmasını istemiyoruz... Türkiye'nin çıkarları, görüşme
yoluyla varılacak bir barışa yönelmiştir'' (52).
Menemencioğlu, bütün bu ülkelerin, küçük devletlere karşı saldırgan emeller
beslediğini düşünüyordu; bunlar ancak birbirlerine düşürülerek gemlenebilirdi.
Savaşın sınır boylarında sürüncemede kaldığı ilk döneminde, Menemencioğlu da,
İnönü'nün görüşünü paylaşmaktaydı. Buna göre savaş, Rusya'nın tarafsız ve
dokunulmadan bir yanda kalmasıyla verilecekti. Yine Menemencioğlu da, olup
bitenlerden sonra Almanya'nın tutkularının sınırsızca yayılmasından çekiniyordu.
Alman ordularının ilerlemesi sürüp giderken, şöyle bir konuşmada bulunmuştu:
''Yeni düzenle (Üçüncü Reich), sıkı bir alışverişimiz olsun istemiyoruz. Bize göre,
her ülkenin kendi bağımsızlık ve var oluş biçimini seçmesi, en doğal hakkıdır.
Mihverin yaydığı yeni düzen üzerine pek az şey bilinmektedir'' (53).
Menemencioğlu aynı düşünceyle,
Türkiye'nin herhangi bir büyük ülkenin ardından gitmemesi gerektiğine
inanıyordu. Alman ordularının bütün cephelerde ilerledikleri dönemde ve savaştan
önce Menemencioğlu, Türkiye'nin ekonomik ve askerî yönlerden Almanya'ya çok
bağımlı kalmaması için büyük çaba göstermişti. 1938'de Ribbentrop'a, Türkiye'nin
bir tarafsızlık politikası izlemek istediğini belirten de oydu. Böylece, Türkiye'nin
askerî araç ve gereçlerinin tamamını Almanya'dan almak istemediğini; hava
kuvvetlerini, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri (R.A.F.) modeline uyduracağını
anlatmıştı (34). Menemencioğlu'nun, Türkiye'nin büyük devletlerden herhangi
birine aşırı derecede bağımlı olmamak için gösterdiği çaba, titizlik ve büyük
devletler arasında bir güç dengesi kurma inancı, küçük bir devletin en iyi savunma
aracıydı. Yine İngiltere'yi de, Almanya'yı Avrupa politikasından uzaklaştırma
niyetine karşı uyarmaktan geri kalmamıştı. Menemencioğlu, bu konuda Eden'e:
''Savaşı kazanacak ve Almanya'yı yıkmak isteyecek olursanız, Avrupa'da müthiş bir
boşluk meydana gelecek, doğacak girdap bizi, yani, Türkiye'yi de silip
süpürecektir'' demişti (55).
Rusların Almanlara karşı kazandıkları zaferlerin sayısı arttıkça,
Menemencioğlu'nun da Almanya'nın artık Rusların tutkularını gemleyemeyeceği
üzerine korkuları çoğaldı. ''Politikamızın temel ilkesi, daima Avrupa'nın
merkezinde kuvvetli bir Almanya'nın bulunmasına dayanıyordu'' (56).
Bu görüş, kendisini İngiliz politikası ile anlaşmazlığa düşmeye yöneltmiş, özellikle
Menemencioğlu için Avrupa üzerinde Sovyet egemenliğinin kurulması anlamına
gelen Türkiye'den yardım isteği, anlaşmazlığı iyice su üstüne çıkarmıştır. Bu
konuda da, şu biçimde bir konuşma yapmıştır:
''Kendileriyle müttefik oluşumuzu, güttüğümüz politikayla ispatladığımızı
İngilizler bilirler; ama, buna rağmen üçüncü bir gücün (Sovyet Rusya) yararına
sömürülmeye göz yummayacağımız da bilinmelidir.'' (57). Kısacası
Menemencioğlu, yapmacık bir içtenlik gözüyle baktığı bir şeye araç olmak
istemiyordu. İnönü dış politika kararlarında nasıl ölçülü bir yol izliyorsa,
Menemencioğlu da katı bir pragmatik (olaylara dayanan) gerçekçilik uyguluyordu.
Bir seferinde;
''Bırakın da siyasette hissiyattan, eski dostluklardan, silâh arkadaşlığından değil
de... gündelik çıkarlardan bahsedelim...'' demişti. Bu dediğini de yoğun bir inançla
yerine getirmekteydi.
Bakanlar Kurulu - Bozulan sağlık durumu nedeniyle Menemencioğlu 1943 yılı
başlarında Moskova'da elçi olarak bulunan Cevat Açıkalın'ı geri çağırarak, Dışişleri
Bakanlığı Genel Sekreterliğine atadı (58). Açıkalın, İsviçre'de Menemencioğlu'yla
birlikte öğrenim yapmıştı; ama, o dönemde pek sıkıfıkı olmamışlardı. Buna rağmen
aralarında sağlam bir dostluk kuruldu. 1943'ten başlayarak Menemencioğlu,
Açıkalın'a en güvenilir dost ve meslektaşlarından biri olarak bakmaya başlamıştı
(59). Açıkalın'ın Menemencioğlu üzerine yargısı, İnönü'nünkinin doğrultusundadır:
''Bir kaptan, parlak bir müzakereci, usta bir tartışmacı'' (60).
Dolayısyla Cevat Açıkalın da, incelenmekte olan dönemde karar alma konusunda
rol oynamıştır. Bunu dikkate almak gerekir. 1943 yılı mart ayında Genel Sekreter
olmak üzere Moskova'dan döndüğü zaman,
Dışişleri Bakanlığının kordiplomatik kadrosunda 23 yıllık hizmetini tamamlamış
bulunuyordu. Atatürk'ün ayrıldığı eşinin kız kardeşi ile evlenmiş, Menemencioğlu
gibi, o da genç yaşında Atatürk'ün takdirini kazanmıştı. Menemencioğlu'ndan çok
daha genç olduğu halde, yalnız Dışişleri Bakanı'nın yakın arkadaşı olarak değil,
ayrıca İnönü'nün kişisel güvenini de kazanarak Genel Sekreterlikte önemli roller
oynamıştır. İnönü onun için: ''Cevat Açıkalın bana daima yararlı ve yakın
olmuştur'', demiştir (61). Açıkalın, Moskova'da bulunduğu sırada, Rusların
Türkiye'nin savaşa girmesini bahane ederek ordularıyla Türkiye'ye yerleşmeye
kalkışmalarından çekinmeye başlamıştı (62). İnönü ve Menemencioğlu'ndan
bağımsız olarak politikada yön çizecek biri olmadığı halde, 1943'le 1946 yılları
arasında alınan belli başlı önemli kararlarda, o da etkili olmuştur.
Müttefik ordularının cephelerde ilerlemeye başladığı dönemde, Başbakan Şükrü
Saraçoğlu, Alman ordularının cephelerde zaferden zafere koştuğu dönemde, Refik
Saydam kabinesinde Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuştu (63). Bu nitelikle
gittiği ve bir aya yakın süre kaldığı Nazi Almanyası'nın beklenmedik müttefiki
Sovyet Rusya'yla da bir ittifak yapmaya çabalarken, 1939 yılı Eylül ayının
26'sından Ekimin 17'sine kadar Moskova'da bulunduğu dönemde, oyalanmanın ve
aldatılmış olmanın büyük acısını tatmıştır (64). Bu dönemde Ruslarla bir
anlaşmaya varmakta gösterdiği başarısızlık. Molotov'un davranışları, ilerde tanık
olacağımız gibi, Saraçoğlu'nun Rusya'nın savaş sonrası niyetleri üzerine etkili bir
biçimde aydınlatmıştır. Saraçoğlu, Menemencioğlu'nun istifasından sonra üç ay
süreyle başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı görevlerini birlikte yürütmüştür.
Bakanlar Kurulu'nun öbür üyelerinin, dış politika konusundaki kararlarda etkileri
son derece sınırlı olmuştur. Statüleri ve etkileri bakımından Maliye ve İçişleri
Bakanları, Yedinci Meclis dönemi olan 1943-1946 yıllarında, önem sırası
bakımından Dışişleri Bakanı'ndan sonra gelmişler (65): İncelemekte olduğumuz
dönemde Maliye Bakanlığı görevini Fuat Ağralı ve Nurullah Esat Sümer
yüklenmişlerdi. 17 Ağustos 1942'ten 25 Mayıs 1943'e kadar İçişleri Bakanlığı
yapan Recep Peker ise, Mihver'e daha yakın bir politikanın savunucusu olmuştur
(66). Daha sonra Peker'in yerini Hilmi Uran almış (67), Uran'la birlikte Millî
Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal (68) ve özellikle İnönü'ye yakınlığı ile tanınan
Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel (69), 1944 yılı Mayıs ayından sonra Turancılık
akımı eylemlerinin ezilmesinde etkili olmuşlardır.
Ünlü general Ali Fuat Cebesoy da savaşın büyük bir döneminde Uluştırma Bakanı
olarak görev almıştır.
Söylendiğine göre, Peker gibi, o da İkinci Dünya Savaşı'na, Türkiye'nin Sovyetler
Birliği'nin egemenliğini kırmaya yarayacak bir fırsat gözüyle bakmaktaydı (70).
Yine de, Peker gibi körü körüne bir Mihver yanlısı değildi (71).
Son olarak bir ad daha anmak gerekir ki, o da Hasan Şaka'dır. İncelenen konuda
Menemencioğlu kadar önemli bir rol oynamadığı halde, Hasan Saka, 15 Eylül
1944'te onun yerine Dışişleri Bakanlığı'na atanmış ve San Francisco
Konferansı'nda Türkiye'yi temsil etmiştir. Bu göreve gelişinde, dış politika
sorunlarında yasama ve yürütme organları arasında oynadığı bağdaştırıcı, başarılı
rol etkili olmuştu (72).
Şimdi de, Meclis'in, savaşın son döneminde dış politikanın saptanması konusunda
oynadığı rolü inceleyelim.
Büyük Millet Meclisi ve C.H.P. Parlamento Grubu - İnönü'nün, Ankara siyasal
çevrelerine egemen olması, kendisini Meclis'in üstünde gördüğü anlamına gelmez.
Tersine, İnönü, Büyük Millet Meclisi üyeleriyle düzenli olarak bağlantı içinde
kalmayı âdet edinmişti.
İnönü, yalanlamak istercesine, ''Halk benim savaş yıllarında mutlak otoriteye
sahip olduğumu düşünür,'' demiştir. ''Oysa benim sadece menevî ya da yönetici bir
etkim olmuştu ve ben daima Büyük Millet Meclisi'ne teklifler götürmüşümdür.''
(73) Dolayısıyle bizim de, Meclis'i, savaş yıllarında dış politika kararlarının
alınışıyla olan ilişkisini, C.H.P. Meclis Grubu'nun ya da C.H.P. Grubu'nun tutumunu
ve özellikle can alıcı rol oynayan milletvekillerini tartışmamız gerekir.
1924 Türk Anayasası'na göre Türkiye Cumhuriyeti'nde egemenlik, onun temsilcisi
olan T.B.M.M. aracılığıyle, ulusundur (74). Meclis de, yürütme yetkisini, T.B.M.M.
üyeleri arasından dört yıl için seçilen Cumhurbaşkanına verir. Cumhurbaşkanı yine
Meclis üyeleri arasından bir başbakan atar, Başbakan'ın atadığı bakanları onaylar
ve isterse Bakanlar Kurulu toplantılarına başkanlık da edebilir (75). Demek ki
Meclis, yürütme gücünü, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu aracılığıyle
uygulamaktadır. Bu temel yapının da üstünde, elbette bir de siyasal yaşantının
gerçekleri vardır. Türkiye'de iki partili bir demokrasiyi geliştirmek için gösterilen
çeşitli çabalara rağmen, o dönemde C.H.P. tek başına varlığını sürdürmekteydi.
Siyasal gücü yalnız bu parti temsi ediyor, hükûmetin siyasetini yalnız bu parti
etkiliyordu. Daha 1923'ün başlarında C.H.P.'nin bir Meclis Grubu kurularak,
hükûmetle parti siyasetinin bağdaştırılması amacı güdülmüştü (76). Savaş patlak
verdikten sonra, devletin izlediği siyaseti onaylama sorumluluğu, Meclis Genel
Kurulu içindeki C.H.P. Meclis Grubu'nun üzerine kalmıştı (77). A.C. Edwards'ın
belirttiği gibi, Ankara'da ''İkili bir parlamento türü'' vardı (78).
Özellikle savaş yıllarında bu yöntem çok uygun düşmekteydi. Gelenek gereğince,
Meclis'teki tartışmalar halka açıktı. Meclis Grubu'nun siyasal toplantıları ise kapalı
oluyordu. Meclis'in pazartesi, çarşamba ve cuma günleri yapılan olağan
toplantıları, sıradan bir biçimde geçiyor, hükûmetin ne istediğini ve neyin
oybirliğiyle kararlaştırılmasını dilediğini ortaya çıkarıyordu (79). Gerçek
Parlamento çalışmaları ise - oylamalar ve soru önergelerinin görüşülmesi,
Bakanlar Kurulu'nun izlediği politikanın gözden geçirilmesi, kararların tartışılması
ve yapıcı yeni tasarıların ele alınması - düzenli olarak salıları toplanan Meclis
Grubu'nun oturumlarında yapılıyordu. Savaş yıllarının büyük bir bölümünde Ticaret
Bakanı olan Fuat Sirmen, Meclis Grubu toplantılarında Bakanlar Kurulu üyelerinin,
kendilerine yöneltilen sorular karşısında ürkek ve çekingen olduklarını, bazı
toplantılardan çok yorgun, ya da görevlerinden uzaklaştırılmış olarak çıktıkları bile
belirtmiştir (80). Anlaşılıyor ki, Bakanlar Kurulu, Meclis Grubu'nun salı günkü
toplantılarından aldığı direktiflerle yönünü çizer ve bütün bir hafta boyunca da
grubun kilit noktalarındaki yöneticilerle sıkı ilişkide olurdu (81). İşte, bizi burada
özellikle ilgilendiren de budur.
Dış politika kararlarında yasama ve yürütme organlarının işbirliğinin
incelenmesinden çıkan gerçek; Türkiye'yi ilgilendiren siyasal bir karar alma
konusunda asıl güç ve otoritenin hiç de yürütme organının yararına ağır
basmadığının anlaşılmasıdır. Meclis grubundaki bu coşkulu tartışmalar, aslında
parlamentenon (82). Menemencioğlu ve ondan daha seyrek olarak da Saraçoğlu,
kararları Meclis'e, onaylanması için değil, -çünkü, bundan nasıl olsa kuşkuları
yoktu- meşruluğunun onaylanması için sunuyorlardı. Bu meşruluğu gözetme ve dış
politika sorunlarında soru önergeleriyle tartışmaları kolalaştırmaya çalışmakla,
tartışmalara katılamayan ve Parlamento'da oy kullanmak yetkisi olmayan İnönü,
1924 Anayasası'nın temel mekanizmasını korumuş oluyordu (83).
Hükûmetin yasama dalında görevli olanların büyük bir çoğunluğu, hem Meclis'te
milletvekili, hem de C.H.P. Meclis Grubu üyesi niteliğiyle İnönü ve yardımcılarının
dış politikaya yön vermesinden hoşnuttular. Zamanın etkili Meclis ve Meclis Grubu
üyelerinden olan Cavit Oral, Menemencioğlu ve öteki Bakanlar Kurulu üyelerinin,
ancak temel kararlar alındıktan sonra, güdülen siyasetin tartışılmak üzere Meclis'e
getirilmesi görüşünü savunduklarını söylemektedir (84). Grubun, İnönü'nün ya da
Menemencioğlu'nun aldığı bir kararı kabul etmemesi düşünülemezdi. Oral, böylece
dış politikayla ilgili soru önergeleri üzerinde açılacak tartışmaların, Grup üyelerine
Bakanlar Kurulu'nun güttüğü politikadan yana ya da ona karşı konuşmaya fırsat
vermesini öneriyordu. Bu yoldan hem yoğun bir biçimde Menemencioğlu,
Saraçoğlu ve öteki bakanları sorguya çekebiliyorlar, hem de hükûmetin en basit
konulara kadar, çeşitli görüşte kişilere danıştığı yolunda kendi kendilerini tatmin
ediyorlardı. Bunun sonucunda İnönü ve hükûmeti, oybirliğiyle alınması garantiye
bağlanmış ve onayı almaktaydı; ama bu oybirliği pekâlâ serbestçe sağlanmış da
olabilirdi. Daha başka kanıtlar da, Oral'ın ifadesini doğrulamaktadır. Sözgelişi,
Prof. Mümtaz Soysal, İnönü'nün 1 Kasım nutuklarının gelecek yıl içinde Meclis
grubundaki tartışmalara ışık tutan bir kılavuz işi gördüğünü keşfetmiştir (85).
Sosyal, ayrıca 11 Mayıs 1945'te Meclis'e verilen bir önergeyle milletvekillerinin,
dış politika sorunlarını yönetimindeki berecerikliliği için İnönü'ye minnet ve
teşekkürlerini sunuşunu, bu konularda Meclis'in, Bakanlar Kurulu'nun nasıl
kopyası gibi davranmadığının başlıca kanıtı olarak göstermektedir.
Gerek Profesör Esmer, gerek Profesör Armaoğlu, Meclis Dışişleri Komisyonu'nun
da, hem statüsü, hem de politika üzerindeki etkisi bakımından hiç de önemli bir rol
oynamadığı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Meclis Dışişleri Komisyonu, hükûmetin ve
onun asıl başının, yani İnönü'nün, çizdiği politikayı sürekli izleyen bir komiteden
başka bir şey değildi aslında (86).
Kısacası, anlaşıldığı kadarıyla gerek kendisi, gerekse Cumhuriyet adına kullanmak
üzere, Cumhurbaşkanına emanet etmişti; buna karşılık İnönü de dış politika
kararlarında Meclis'in onayını aramaktaydı. Meclis, gerçek oturumundan önce,
Meclis Grubu olarak kendi arasında bir anlaşmaya varıyordu; böyle olunca da, hiç
şaşmaz bir biçimde hükûmetin güttüğü siyaseti onaylıyordu.
Yine de Meclis Grubunda kilit noktalarını tutan bazı kişilerin dış politika
konusundaki etkilerini görmezlikten gelmemeye dikkat edilmelidir. İnönü, C.H.P.
ve Meclis'te bazı kimselerle temel konularda anlaşmadan hiç bir politik karar
almaya yanaşmadığını ileri sürmektedir (87). Bunların içinde en önemlisi de,
özellikle Alman ordularının bütün cephelerde ilerledikleri dönemde, Ali Fethi
Okyar'dı. İnönü, Okyar'ın görüşlerine özellikle değer veriyordu. Profesör A. Suat
Bilge, ''Dış politika konusunda İnönü'nün dinlediği tek kişi Fethi Okyar'dı'' diyecek
kadar ileri gitmektedir. Her ne kadar bu Okyar'ın savaştan önce ya da savaşın
başında oynadığı rolü biraz büyütmek olursa da, savaştan önce Türkiye'nin, Büyük
Britanya'nın yanında yer almasını İnönü'ye kabul ettirenin Okyar olduğu da
gerçektir. Türkiye'nin eski Londra Büyükelçilerinden ve Saydam kabinesinden
Adalet Bakanı olan Okyar, Britanya'nın savaşı kazanacağından emin görünüyor,
Türkiye'nin bu ülkeyle karşılıklı bir savunma paktı imzalamasını istiyordu. Türkiye,
Fransa ve İngiltere arasında 19 Ekim 1939'da imzalanan üçlü karşılıklı yardım
paktı, büyük çapta Fethi Okyar'ın etkisiyle gerçekleşmiştir (88).
İnönü'nün hemen çevresindeki bakanlardan sonra, yazara kendisinin ifade ettiği
gibi, savaş yıllarında en çok değer verdiği kişilerden biri de, Kâzım Özalp'tı.
Başarılı bir asker, Meclis'in yedi döneminde Savunma Bakanı (89) olan Kâzım
Özalp, savaş yıllarında C.H.P. Meclis Grubu Başkanıydı.
Böylece İnönü, Bakanlar Kurulu ve Meclis Grubu üyeleri arasında elçi rolü
oynamaktaydı (90). Meclis'e sunulacak dış politikayla ilgili yasama kararları ve
meclis Grubu'nda tartışılan dış politika sorunları üzerine oturumları, Kâzım Özalp
ele alır, bazen doğrudan doğruya yönetirdi de (91). Özalp, savaş sırasında ilk defa
kendisinin ''Rus tehdidi'' üzerine eğildiğini kabul etmekte, savaş sürecince Türk dış
politikasının ''yönetici ilkesi''nin ''her ne pahasına olursa olsun Ruslarla silâhlı bir
çatışmaya girmemek'' olduğunu, ''özellikle Almanların Kırım'da yenilmeye
başlamaları üzerine'' bu ilkeye daha çok sarıldıkları söyyenmektedir (92).
C.H.P. Meclis grubu toplantılarında, dış politika sorunlarında açılan tartışmaların
aslında hissî bir görev olduğunu önce de ileri sürmüştük. Bu yol, üyelere
görüşlerini açıkça ifade etme imkânı veriyor, hükûmetin de yasama organının
duygularını ve tutumunu anlamasına yarıyordu. Toplantılar bazen sert geçmekle
birlikte, İnönü ve Menemencioğlu'nca saptanan politikanın yönünü, hiç demeyelim
ama, pek az değiştirebiliyordu. Bu da, o dönemde Meclis Genel Kurul ve Meclis
Grubu üyeliğinin ne kadar sınırlı bir görev olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Üyeler,
dış politika kararlarında genellikle hiç bir rol almamayı tercih ediyor ya da sözün
gelişi, İnönü'nün avcu içinde bulunuyordu. Bunu belirttikten sonra, bu ''hissî
görev''in önemini küçümsememe konusunda dikkatli olmalayız. Gerek İnönü
gerekse Menemencioğlu, izledikleri politikanın onaylanması için çeşitli görüşlerin
serbestçe dile getirilmesinin önemini bilmiyor değillerdi. Yasama Meclisi'ndeki en
güçlü muhalefetin bile ancak bir onaylama biçiminde ortaya çıkmasına rağmen,
yine de bu tartışmaların akademik nitelikte olduğu sonucuna varamayız. İnönü,
Meclis Grubu'nun görüş ve düşüncelerini düzenli olarak alıyordu; çünkü, böylece
ülkenin nabzını dinlemiş olmaktaydı (93). Meclis Grubu üyeleri ancak, İnönü'yü,
ulusun neyi kabul edip, neyi etmeyeceği konusunda etkileyebildikleri ölçüde dış
politika kararlarında etkili olmuş sayılırlardı.
Bu konuda iki kişi daha anılabilir: Ali Rana Tarhan ve Hasan Saka. Bunların ikisi de
gerek Meclis grubunun, gerekse Meclisin toplantılarında etken bir rol almışlardır.
İncelemekte olan döneme ait Büyük Millet Meclisi tutanaklarına şöyle bir göz
atmak, Ali Rana Tarhan'ın, çağının yaşama tartışmalarına ne derece etkili bir
biçimde katıldığını göstermeye yeter. Tarhan, Varlık Vergisi, Almanya ile
dipolomatik ilişkilerin gerginleşmesi, Almanya'ya savaş açılması ve San Francisco
Konferansı'nda formüle edilen beyanname gibi belli başlı yasama konularında söz
alıp görüşlerini açıklamıştır. Tarhan'ın, yirmi bir kişilik C.H.P. içindeki ''Müstakil
Grup''un başkan yardımcısı oluşu, hükûmetin, güttüğü politikayı onaylamasını
önemli bir duruma getirmekteydi (94). Serbest Fırka'nın kapatılmasından sonra,
bir muhalefet partisi ihtiyacı yine hissedilmişti. 1939'da, Frey'in belirttiği gibi,
''açıkça değil de, sözde muhalefet yapmak için'' C.H.P içinde bir ''müstakil grup''
kurulmuştu (95). Tarhan işte bu sözde muhalefetin gayri resmî önderiydi ve
dolayısıyla dış politika sorunları üzerindeki yorumları, yasama organının ''hissî
görev''ini yerine getirmesinde başlıca unsur olmuştu. Fakat, Tarhan'ın uyarıları dış
politika sorunlarına yeni ya da karşı görüşler getirmiyordu. Profesör Soysal, haklı
olarak Tarhan'ın izlediği tutumla C.H.P.'nin üyeleri arasında ''görüş ayrılıkları
bulmaya imkân olmadığını'' belirtmektedir (96). Buna rağmen Tarhan, fırsat
buldukça Meclis Grubu'nda beliren ana görüşleri ve düşünceleri eleştirmiştir (97).
Ama, resmen İnönü, müstakil grubun başı olarak kalmış ve İçişleri Bakanı Hilmi
Uran'ın da belirttiği gibi, ''Tarhan, emirlerini ondan almaya devam etmiştir.'' (98).
Hasan Saka'nın oynadığı aracı role, önceden de değinmiştik. Fakat, bu konuda
Saka'nın, hükûmetin iki eşit dalı arasında gidip gelmediğini belirtmek önemlidir.
Tersine, zaman zaman oyndığı rol, sadık bir yasama organı üyesinin davranışına
dönüşmüştür (99).
Son bir belirleme daha: İnönü'nün her türlü karşı görüşü ortadan kaldırmaya
çalıştığı ya da bunu başardığını ileri sürmek, doğru ve dürüst bir iddia olamaz.
General Kâzım Karabekir, Refet Bele, Yusuf Hikmet Bayır, (100) Recep Peker,
Şükrü Sökmensüer, Rasih Kaplan, Mahmut Şevket Esendal, Şinasi Devrim, Faik
Öztrak ve Şemsettin Günaltay gibi kişiler, pek de hükûmet politikasıyla
uyuşmayan görüşlerini ifade etmişlerdir. Bir bölüğü, çok daha saldırgan ve daha az
ölçülü bir politika izlenmesini görmek istediklerini belirtmişlerdir; bazıları da,
Almanların Sovyet Rusya'yı istilâ etmesinden yararlanılarak, Türkiye'nin Mihver'in
yanında savaşa girmesini savunmuştur (101).
İnönü, bazı sınırları aşmamak ve kendi politikasını tehdit etmemek şartıyle bu tür
karşı görüşlerin var olmasına hep izin vermiştir. Görüş ayrılıklarına da, ciddi bir
siyasal muhalefet cephesi yaratmadığı ya da dışta talihsiz siyasal suçlamalara yol
açmadığı sürece göz yummuştur.
Türk Tarih Kurumu - İnönü'nün bütün bunlardan başka, halkın daha seçkin
unsurlarıyla da ilişki kurma olanakları vardı. Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu'nu
sık sık bilgi almak için Çankaya'daki evine çağırırdı. (102). Savaş yıllarında Kurul
üyeleri arasında bulunan Enver Ziya Karal şöyle demektedir:
''O zamanlar bunu anlayamamıştık ama, İnönü bizi 'Ne dersiniz, savaşa katılmamız
gerekir mi?' türünden ya da buna benzer, sık sık jestler de kattığı sorularla
yoklarmış.'' (103).
Bazen Kurul üyeleri kendi aralarında uzun tartışmalara girer, bu arada İnönü hiç
bir şey söylemezdi. Kişiler, özel politik görüşlerini savunurlardı. Türk Tarih Kurumu
üyelerinin çoğu, 1943'ten sonra İnönü'ye savaşın dışında kalmasını salık
vermişlerdir. Ancak, savaşın başında bir üye, Türkiye'nin Mihver'in yanında savaşa
katılmasını savunmuştur. Karal, ''Türk sınırlarını yeniden Viyana surlarına kadar
genişletmekten'' söz eden bir üyeyle İnönü'nün alay ettiğini de hatırlatmaktadır.
Yine, Karal'ın belirttiğine göre, Türk Tarih Kurumu'ndakilerin duyguları, her şeye
rağmen Müttefiklerden yanaydı. Ayrıca, Rusların cephelerde kazandıkları zaferler,
üyelerin pek çoğunu sarsıyordu.'' 1940,1945 yılları arasında Türk Tarih Kurumu
Yönetim Kurulu üyeleri şunlardı: Kurum Başkanı Şemsettin Günaltay, Yönetim
Kurul Genel Sekreteri Uluğ İğdemir, Afet İnan, Enver Ziya Karal, Şevket Aziz
Kansu, İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Hamit Ongunsu (104).
Bu kişiler, savaş yıllarında İnönü'nün sık sık danıştığı ve güvendiği ''beyin
takımı''ydı. Fakat, Türkiye'de hükümet dışında en önemli yeni fikirler ve öğütler,
basından geliyordu. Bu alanda da, sansürcü görevini omuzlarına İnönü
yüklenmekteydi (105).

II

TÜRKİYE'DE BASIN VE KAMUOYU

Savaş Yıllarında Türkiye'de Basın

Türkiye'nin yüreğinin nasıl attığını, beyninin nasıl çalıştığını derinliğine anlatan bir
kaynakda, Türk basınında çıkan yazılar ve yorumlardır. Savaş boyunca basın,
Türkiye'yi saran tehdit ve itelemeler karşısında ülkenin tepkisini yansıtmıştır. Türk
gazetelerinde yer alan başmakaleler, Mihver'den yana olanlardan Sovyetler'den
yana olanlara kadar, geniş bir yelpaze içinde bunu gerçekleştirmiştir.
Buna rağmen Türk hükümeti, savaş boyunca basında yayınlanan yazıları sıkı bir
denetim altında tutmuştur. Birtakım basın kanunları ve tüzükleri bu konuda
hükümete geniş yetkiler vermekteydi (1). Bunlar arasında en önemlisi, ''halkın
devlete karşı güvenini sarsacak'' yazılar yazan yazarlara, para ve hapis cezaları
öngören 1881 sayılı kanundu (2). Nadir Nadi, gazate başyazarlarının dünya
sorunlarına öbür konulardan daha çok eğilmelerini, ''Millî Şef'i (İnönü), hükümeti
ve CHP'ni eleştirmenin kesinlikle yasaklanmasına'' bağlamaktadır (3). Buradaki
iddia bir bakıma yanlıştır; Türkiye'nin belli başlı makale yazarlarının çoğu, dış
sorunlarla yakından ilgiliydiler: Ancak, gazetelerin, sık sık hükümeti eleştirdikleri
için kapatıldıkları doğrudur. Nadir Nadi, İnönü'nün basını denetlemesinden söz
ederken, ''Bir telefonla gazeteleri kapatıvermek ve alarca kapalı tutmak moda
olmuştu'', demektedir (4). Yazar ayrıca, makalelerdeki fikirlerin Basın ve Yayın
Umum Müdürlüğün özellikle özellikle gerek Sovyetler Birliği'ne, gerekse Mihver
devletlerine karşı saldırıda bulunmamalarına dikkat ettiğine değinmektedir (5).
1943 yılına kadar Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nün başında olan Selim Sarper,
örgütünün, siyasal saldırganlık yazıları yayınlamaması için gazeteleri dikkatle
izlediğini doğrulamıştır (6). Her şeye rağmen Yunus Nadi, Yalman, Sertel gibi
yazarların dışpolitikayı eleştiren yazılar yazmaları mümkün oluyordu; bu da,
kısıtlamaların, bütün sertliğine karşılık asla boğucu olmadığını göstermektedir.
Tersine, burada örnekleri de geniş olarak alındığı gibi, basına tanınan özgürlük,
eleştirici yorumlara pekâlâ izin veriyordu.
1943'te, Türkiye'de 131 gazeteyle 172 haftalık, on beş günlük ya da aylık dergi
yayınlanmaktaydı (7). Buna rağmen Türkiye'de okuma yazma bilenlerin sayısı azdı.
Hele politikaya girmeyen, fakat, politika sorunlarına etken bir biçimde ilgi duyan
dikkatli okuyucu sayısı daha da azdı (8). Sözgelişi, İstanbul'daki en büyük
gazetenin toplam tirajı, yaklaşık olarak 16.000'di. 1943 ile 1943 ile 1945 yılları
arasındaki dönemde İstanbul ve Ankara'da yayınlanan on bir büyük gazete vardı.

Tirajlarına göre bu gazeteler şunlardı:


Cumhuriyet : 16.000
Ulus : 12.000
Tan : 12.000
Yeni Sabah : 10.000
Akşam : 10.000
Son Posta : 10.000
Vatan : 7.000
Tasviri Efkâr : 6.000
Son Telgraf : 4.000
İkdam: 4.000
Vakit : 4.000 (9)

1943 yılı sonlarında ''Yeni Sabah''ın sahibi, gazeteyi yeni bir hamleyle canlandırdı;
on beş yıldan beri yayınına son vermiş olan ''Tanin''le birlikte, başlıca gazetelerin
sayısı bir düzineye ulaştı.
Bütün bu gazetelere servis yapan haber ajansı da bir taneydi: Anadolu Ajansı. Bu
Ajansı 6 Nisan 1920'de, Kemalist devrim haberlerini yaymak üzere Atatürk
kurdurmuştu (10). Anadolu Ajansı, 1 Mart 1925'te bir şirket durumuna girişerek
haber servislerini genişletti. 1944 yılı kasım ayında İnönü, Numan
Menemencioğlu'nun ağabeyi olan Anadolu Ajansı Umu Müdürü Muvaffak
Menemencioğlu'ndan istifa etmesini istedi. Menemencioğlu'nun genel müdürlüğü
zamanında yabancı ülkelerde muhabir bulunmamasından ve yabancı haber
servislerinden yararlanılmaması yüzünden ajansın genel haber alma işlevi çok
daralmış, bu da Ahmet Şükrü Esmer'in eleştirilerine yol açmıştı. Esmer, 1 Kasım
1944'te ''Ulus'' gazetesinde yayınlanan bir makalesinde, Anadolu Ajansı'nın
bütünüyle yabancı basın ajanslarına bağımlı olduğunu ileri sürdü (11). Esmer,
ajans kendi simgesi olan A.A. ile bu haberleri verdiği için, bunun bir aldatmaca
olduğunu yazdı. Ajansın yabancı ülkelere muhabirler göndererek etkinlik alanını
genişletmesini ve bundan böyle kaynaklarının ne olduğunu açıklamasını istedi.
Esmer'in eleştirileri savaş boyunca bütün Türk gazetelerinin ne kadar sınırlı
imkânlarla çalıştıklarını gürültülü bir biçimde yansıtmaktaydı. O zamanlar Anadolu
Ajansı, Türk basınını besleyen başlıca haber kaynağıydı. Gazetelerin doğrudan
doğruya yabancı basın ajanslarından haber alıp kullanmaları zaman zaman yasak
ediliyordu. Anadolu Ajansı da dış haberler konusunda yabancı basın ajanslarına
bağımlı olduğundan, çok defa verdiği haberler ikinci elden gelmiş oluyordu. Türk
gazetelerine, özellikle Müttefiklere ait: yabancı haber ajanslarından ve telgraf
servislerinden yararlanmaları için izin verilse bile, yine de bunları doğru dürüst
elde etmeyi başaramıyorlardı. Bu durum, Fritz Fiala'nın başında bulunduğu Alman
Haber Ajansları Birliği Transkontinent Press'in etkenliğini artırmaktaydı (12).
Nadir Nadi basında sağ, sol, merkez akımları ya da ideolojileri savunan belirli
gruplaşmalar olmadığını belirtmektedir. Bu konuda, ''Her gazetede zıt fikirlere
adanmış imzalar görmek mümkündü'' diye yazıyor: (13). 12 Mayıs 1939'da İngiliz-
Türk karşılıklı yardımlaşma anlaşmasının ilânından sonra, bütün gazetelerin
''Mussolini ve Hitler'i mahkûm etmek için birbirleriyle yarıştıklarını'' ileri sürüyor.
Ancak, Almanların Sovyetler Birliği'ni istilâya başlamasından sonra, gazetelerin
çoğu svaşın ''teknik'' yönlerini açıklayabilmek için bir emekli generalle anlaşma
yoluna gitmiştir (14). Nadir Nadi şöyle diyor: ''Çoğunluğu Mihver'den yana olan bu
generaller, Almanların falanca ya da filanca şehri almalarının bir gün meselesi
olduğunu yazarlar, tahminleri yanlış çıkınca da, durumun neden öyle değil de
böyle olduğunu açıklamak için uzun izahlara kalkışırlardı...'' (15) Nadir Nadi'nin
savaş yıllarında Türk gazeteleri arasında anlamlı anlaşmazlıklar olmadığı, hemen
tümünün kadrolarında birkaç Mihver yanlısı bulunduğu, hiç birinin inatla bir
siyasal görüşü benimsemediğini söylemesi, kuşkusuz, savaş döneminde
yayınlanan gazeteler arasında var olan önemli anlaşmazlıkları küçümseme amacını
gütmektedir. Bu gazetelerin çoğunluğu farklı kişilerin yönetimi ve denetimi
altındaydı; hepsinin ayrı ayrı bağlılıkları, inançları vardı; bu nedenle de, siyasal
görüşleri ve olayları birbirlerine karşıt çözümleyişlerle sunuyorlardı.
Gazetelerin önem bakımından en başta geleni, CHP'nin resmî organı olan ''Ulus''tu
(16). İnönü'nün güvenilir arkadaşı Falih Rıfkı Atay'ın (17) yönetimindeki bu gazete,
hükümetin siyasetini yansıtıyordu. Atay ve ''Ulus'' gazetesi, İnönü'nün başka bir
sesiydi sanki. Savaş yıllarında ''Ulus''un dış haberlerden sorumlu müdürü de,
Ahmet Şükrü Esmer'di (18). Savaş sırasında Atay kadar olmamakla birlikte, Esmer,
yine de iç kabinedeki dış politika çizgisini saptayan danışmalara ve CHP'nin
Parlamento grubuna yakındı (19). Bu nedenle makalelerindeki yorumlara özel bir
önem verilmeliydi.
Nadir Nadi'nin kendi gazetesi olup 7 Mayıs 1924'te babası Yunus Nadi
Abalıoğlu'nca (20) kurulan ''Cumhuriyet''e ise, savaş yıllarında genellikle Mihver
yanlısı gözüyle bakılırdı (21). Nadir Nadi, babasının ''Cumhuriyet'' gazetesindeki
makalelerde izlenen politikasını, Alman yanlısı yazılarını, Türkiye'nin ulusal
çıkarları bakımından politik gerçekçilik diye yorumlayarak savunmak istemiştir
(22). Sözgelişi, 30 Temmuz ve 31 Temmuz 1940 yıllarında yayınlanan iki
başyazıda, Almanya'nın kabul edilmesi gereken bir güç olduğunu ileri sürüşünü,
hükûmetin tarafsızlık politikasına yardımcı olmak için kaleme aldığı biçiminde
yorumlamaktadır. Amacı, Türk kamuoyunda dengeyi sağlamak, körü körüne bir
Müttefik yanlılığından, savaşan yanlar arasında, orta bir yola çekmekti. Yunus
Nadi, 31 Temmuz tarihli makalesinde tek bir ulusun bütün Avrupa'ya egemen
olmasına karşı çıktığını ileri sürmektedir. ''Bir tek ulusun hegemonyası bir
hayaldir'' diyor, bu hayali Büyük Britanya adına sempati yaratmak amacıyla,
Türkiye'de Alman korkusu yaymak isteyenlerin ortaya attığını ileri sürüyordu (23).
Nadir Nadi, bu satırların Almanya'yı savunmak için değil, tarafsızlık havasını
güçlendirmek için kaleme alındığında diretmektedir. buna karşılık hükûmet, 12
Ağustos 1940'ta, ''Cumhuriyet''in yayınını 9 Kasım 1940 tarihine kadar
yasaklamışır (24). Nadir Nadi'nin kendisinin de kabul ettiği gibi, gerek İnönü,
gerekse o zamanki Başbakan Refik Saydam, bunu ve aynı amaçla yazılmış daha
başka makaleleri, kamuoyunu yansıtmak için çizdikleri sınırı aşan görüşler olarak
kabul etmişlerdir. Nadir Nadi, İnönü'nün, ''Bu çocuklar başıma iş açacaklar.
Kapatın gazeteyi'' dediğini de anlatmaktadır (25).
Nadir Nadi'nin tersini ileri süren görüşlerine rağmen, kanıtlar Yunus Nadi ve
''Cumhuriyet''in savaş yıllarında Alman çıkarlarını desteklediğini göstermektedir.
Sözgelişi, Peyami Sefa ve savaşın büyük bir döneminde ''Cumhuriyet'' gazetesi
yazı kadrosunda bulunan emekli General Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, kesinlikle
Mihver'e sempati besleyen kişilerdi (26). Ayrıca, 28 Haziran 1945'te İsviçre'de
ölünceye kadar ''Cumhuriyet''in sahibi olarak görünen Yunus Nadi de, ekonomik
nedenlerle, Mihver'e karşı hep anlayışlıydı (27). Transkontinent Press'in müdürü
ve savaş döneminde Alman istihbaratı adına Türkiye'de çalışmış en önemli
ajanlardan biri olan Fritz Fiala, 1944 yılı Eylül ayında Batı'ya sığındığı zaman, bu
yönde doğrulayıcı ifadeler vermiştir. Birleşik Amerika Savaş İstihbaratı Dairesi
Baştemsilclisi George W. H. Britt, görevli memurlarından biri olan Leo
Hochstetter'den, Fiala'nın sorgusu sırasında verdiği bilgileri kapsayan bir rapor
almıştır. 2 Eylül 1944'te Britt, Hochstetter raporunun bir kopyasını, Türkiye'deki
Amerikan elçisine göndermiş, ancak ''bunları Fiala'nın ileri sürmüş olmasından
başka, doğru olduğunu garanti edecek bir kanıt yoktur'' diye belirtmiştir. Bu rapor,
Elçi Steinhardt'ın Kongre Kitaplığı'ndaki kişisel belgeleri arasında bulunmaktadır
(28). Fiala, ''Cumhuriyet'' gazetesinin Alman yeraltı örgütünce beslendiğini ileri
sürmekteydi (29). Fiala, ''Cumhuriyet'' ve ''Tasviri Efkâr'' gazetelerinin çok düşük
fiyatlarla ve gazete kâğıdı olarak maddi yardım aldıklarını söylemekte, fakat gerek
Abalıoğlu'lara, gerekse Ebüzziya'lara doğrudan doğruya maddi yardım
yapılmadığını, Peyami Sefa ve onun gibi düşünen başka kimselerin de aslıdna
Turancı ve ırkçı oldukları için, maddi yardıma ihtiyaçları olmadığını eklemektedir
(30). Ahmet Emin Yalman da, daha sonraları Yunus Nadi'nin ''Büyük Millet
Meclisi'nde milletvekili olmasından yararlanarak bir dizi savaş faaliyetinden çıkar
sağladığını'' ileri sürmüştür (31). Nadir Nadi, bu suçlamalara doğrudan doğruya
karşı çıkmamaktadır. Tersine, ''Cumhuriyet''in 1940'ta kapatılışını anlatırken,
İnönü'nün bile bu suçlamaların doğruluğuna inandığını söylemiştir. 7 Ağustos
1940'ta İnönü, trenle Ankara'ya dönerken bir ara istasyonda, aralarında Yunus
Nadi'nin de bulunduğu kalabalık bir grup kendisini karşılamıştı. İnönü,
karşılayıcılar gidinceye kadar Yunus Nadi'ye kalmasını söyledi. Derken Yunus
Nadi'ye dönerek, ''Ticari amaçlarla siyasi yazılar yazılmasına tahammül edemem''
dedi. Yunus Nadi'nin itirazları karşısında İnönü tekrar etti: ''Kesinlikle tahammül
edemem buna!'' (32). Yunus Nadi, Mihver'i ister mali, ister başka nedenlerle
desteklemiş olsun, ''Cumhuriyet'' gazetesinin başyazılarındaki düşünceler
incelendiği zaman, ancak savaşın kaderinin müttefikler yararına ağır basmaya
başlamasından, birkaç ay sonra değişecek bir Alman yanlısı olduğu ortaya çıkar.
Uzun ve parlak bir geçmişi bulunan, Ziyat Ebüzziya'nın (33) sahipliğiyle
yöneticiliğini yaptığı ''Tasviri Efkâr'' gazetesi (34) de, Fiala'nın ileri sürdüğü gibi,
1943'te kesinlikle Mihver yanlısıydı. Belirli biçimde Nazileri tutan Ali İhsan Sabis,
gazetenin genel yayın müdürlüğünü yapıyordu.
Peyami Sefa ise, gazeteye makaleler yazmaktaydı. ''Tasviri Efkâr'' savaş
döneminde kapatılmış, ancak 1945'te ''Tasvir'' adıyla yeniden yayın hayatına
atılmıştır.
Savaş sırasında ideolojik durumunu sürekli koruyan tek gazete ise, politika
yelpazesinin sağında değil, solundaki bir yayın organı, yani ''Tan'' olmuştur (35).
''Tan''ın ilk kurucuları Halil Lütfi Dördüncü, Zekeriya Sertel, Ahmet Emin Yalman ve
Rifat Yalman olduğu halde, gazetenin yayın politikası 1943'te bütünüyle Sertel ve
eşi Sabiha Hanım'ın eline geçmişti (36). Savaş yılları birbirini kovaladıkça, Sabiha
Sertel, Zekeriya Sertel'in sosyalist felsefe görüşünü bir Sovyet komünizmi
anlayışına çevirmeyi başarmıştır (37). ''Tan'' gazetesi 4 Aralık 1945'te komünist
karşıtı bir öğrenci gösterisi sırasında tahrip edilmiş, Serteller ise Sovyetler
Birliği'ne gitmiştir.
Bir yanda ''Cumhuriyet''le ''Tasviri Efkâr'', öte yanda da ''Tan''ın temsil ettiği aşırı
uçlar arasında, orta yeri de ''Akşam'' gazetesi (38) dolduruyordu.
1918'de, Kâzım Şinasi Dersan, Ali Naci Karacan ve Necmettin Sadak'ın kurduğu
''Akşam'', başyazı politikası konusunda ''Ulus''a çok yakındı. Bir noktada Falih Rıfkı
Atay, yazı işlerinde gazeteye yardımcı oluyordu. Savaş yılları boyunca ''Akşam''
gazetesi, tıpkı ''Ulus'' gibi, ölçülü bir Müttefik yanlısı yazı politikası izlemiş, arada
sırada Müttefik politikasını eleştirmekten de geri kalmamış, fakat bunu hep bir
dost tavrıyla yerine getirmiştir (39).
Savaş yıllarında Türkiye'deki en önemli makale yazarlarından biri de, Hüseyin
Cahit Yalçın'dı (40). Yalçın, Müttefik davasına sıkı sıkıya sarılı olduğu halde,
Sovyetler Birliği'ne hiç güvenemiyordu (41). Bu da birtakım çatışmalara yol açmış,
Müttefik politikasından hoşnut kalıp kalmamasına göre Yalçın bu çatışmaları
çözümlemekte güçlüklerle karşılaşmıştır.
Sözgelişi, İngiliz ve Amerikan devlet adamlarının, muzaffer Rusya'nın yarattığı
tehlikeleri yeterince anlayamadıklarını ileri sürmüştür. Ama bu da, Türkiye'nin
İngiltere'yle olan ittifakını onurlandırmak için savaşa katılması yolunda diretişini
engelleyememiştir (42). Alman ordularının cephelerde ilerledikleri dönemde
Yalçın, 1938'de Cemalettin Saraçoğlu'nca kurulan ve Reşat Mahmut Yanardağ ile
Tevfik Erol'un yönettikleri Yeni Sabah gazetesinde yazılar yazmış, 1943'te ise
yeniden ''Tanin''i çıkarmıştır (43).
Yalçın sevimli olmayan davaları savunmakta tek başına değildi. Ahmet Emin
Yalman da sık sık böyle şeyler isterdi (44). Yalman'ın, bu araştırmanın yazarına,
''Yakın arkadaşlar Vatan'ı kontrolleri altına aldığından beri (45), istediğim
rizikolara atılmakta kendimi serbest hissettim. Hoşuma ne gidiyorsa onu yazdım,
onu söyledim'' demiştir (46). Yalman, İnönü ve Saraçoğlu'nun, 11 Kasım 1942'de
kabul edilen Varlık Vergisi'ni (47) eleştirdiği için gazetesini kapattıklarını
kesinlikle söylemektedir.
Basında daha başka anılması gereken kişiler de vardı. Meslektaşlarınca, askerî
deniz harekâtına gösterdiği ilgi yüzünden ''Sivil Amiral'' diye ad takılan Abidin
Daver, bunlardan biriydi (48). Savaş döneminde ''İkdam'' gazetesinin (49) yazı
işleri yönetmenlerindendi.
1943'te Review of the Foreign Press (Dış Basından Görünüşler), ''İkdam gazetesi
Mihver'i desteklemekten uzaktır, ama öbürleri gibi Mihver politikasını mahkûm
etmeye yakındır denemez...'' diye yazıyordu (50).
Asım Us da (51), İstanbul'da yayınlanan ''Vakit'' gazetesinin sahibi ve başyazarı
olarak anılmaya değer. ''Vakit'' (52) gazetesi, genellikle ılımlı ya da orta yolda bir
yayın politikası izlenmekteydi. Savaş döneminde Türkiye'de yayınlanan başlıca on
iki gazeteden geriye kalan ikisi ise, ''Son Posta'' ve ''Son Telgraf'' gazeteleriydi.
1930 yılında Halil L. Dördüncü, Ekrem Uşaklıgil, Zekeriya Sertel ve Selim Ragıp
Emeç'in kurduğu ''Son Posta'' gazetesi (53) pek çabuk C.H.P.'ye karşı çıkmakla ün
salmıştı (54). Gazete, sert eleştirileri yüzünden savaştan önce ve sonra sık sık
kapatılmıştır. Dolayısıyle, bu araştırmada yeri çok önemli değildir. ''Son Telgraf''
gazetesi için de durum aynıdır. Gazetenin sahip ve başyazarı Ethem İzzet Benice
(55) bir zamanlar Ulus gazetesinde dış politika yazarı olarak çalıştığı halde, savaş
döneminde kendi gazetesinde yayınlanan makalelerin genellikle bu incelememizi
ilgilendiren yönleri pek yoktur.
Birkaç tane de yabancı dille yayın yapan gazete vardı ve bunların çoğunluğu
Fransızca ve İngilizce olarak yayınlanan, Mihver yanlısı yayın organlarıydı.
Bunların içinde en önemlli üçü, ''Türkische Post'', ''İstanbul'' ve ''Beyoğlu''
gazeteleriydi. Ali İhsan Sabis'in yönetiminde ve Alman yardımları ile yayınlanan
''Türkische Post'' gazetesi, savaş döneminde Ankara'daki geniş Alman kolonisince
okunuyordu (56). 18 Şubat 1944 tarihli Balkanlar Kurulu kararı ile yayını
durdurulmuştur. Öte yandan, ''İstanbul'' gazetesi, maddî yönden Türkiye dışındaki
çıkar gruplarınca desteklenmiyordu.
1943 yılı Nisan ayında kuruluşunun yetmiş altıncı yılını kutlayan Türkiye'nin en
uzun ömürlü yayın organı ''İstanbul'' gazetesi, savaş döneminde esen dalgalara
göre makalelerini düzenlemekteydi (57). Müttefiklerin Güney Fransa'yı işgaline
kadar ''İstanbul'', Vichy hükûmet ini desteklemişti. Bunun sonucu olarak da,
Almanlarla işbirliğine karşı olan Türkiye'deki Fransızların çoğunluğunun
sempatisini yitirmişti. Fakat, bütün Fransa'nın işgali, General Giraud'nun Kuzey
Afrika'daki çabaları ve malî baskılar sonunda, gazete bir ''kalp nakli''ne baş vurma
zorunda kalmıştır (58). 1943 Nisanından sonra ''İstanbul'' gazetesi, haberleri
Müttefiklerden yana bir hava içinde vermeye başladı. İtalyan çıkarlarını temsil
ettiği halde Fransızca olarak yayınlanan ''Beyoğlu'' gazetesi, daha çok ekonomik
haberler veriyordu. Türkiye'de yine, bir de yabancı dille yayın yapan komünist
yanlısı gazete vardı: ''La Turquie''. Baykurt ailesinin sahibi olduğu ''La Turquie''
gazetesi, genellikle gerek Marksist felsefenin aydın önerileri, gerekse Sovyetler
Birliği'ne siyasal bağlılıkla yönetilmekteydi (59). 1945 yılı Aralık ayındaki öğrenci
gösterileri sırasında bu gazetenin yönetim yeri de ''Tan'' gazetesiyle birlikte tahrip
edilmiştir.
Savaş yıllarında Türkiye'de Kamuoyu - Bütün bu gazeteler, halkı etkilemeye
çalışıyordu. Fakat bu arada, savaş döneminde Türkiye'de esen fikir akımlarına bir
göz atmak gerekir. Ülkede belirli iki tutum vardı: Savaşa karşı isteksizlik ve Sovyet
Rusya'ya karşı beslenen genel bir güvensizlik.
Sözgelişi, 1943 yılı mart ayında Dışişleri Bakanlığınca Cumhurbaşkanı İsmet İnönü
için hazırlanan bir durum Raporu, ülkedeki savaşa karşı akımları etken unsur
olarak belirtmekteydi:
Halkın her sınıfı, hatta her devlette savaşa en meraklı olan ordu bile, savaşa
karşıdır. Bugün her Türk vatandaşı, Türkiye'nin savaşa katılmasıyle bir şey
kazanamayacağını anlamıştır. Ancak kendi bağımsızlığı tehlikeye düştüğünde
savaşa girmeyi düşünmektedir. Bir saldırıya uğramadan ya da özgürlüğü doğrudan
doğruya tehdit edilmeden, yani, kışkırtılmadıkça savaşa girmenin, ülkesine daha
büyük bir yoksulluk, açlık, hastalık, hatta ölüm ve yıkım getireceği kanısındadır
(60).
Michel ve Irena Sokolnicki'nin özel belgeleri arasında bulunan bir memorandum
da, Türk kamuoyunun görüşünü aşağı yukarı bu biçimde belirlemektedir (61).
Türkler savaşa katılmaya kesinlikle nasıl karşıysalar, Sovyetler Birliği'ni de en
büyük tehdit unsuru olarak görmekteydiler. Savaş döneminde Soyvetler Birliği'ne
karşı Türk tutumunda en ilginç olan yön, yirmi yıldır çok iyi gelişen Sovyet-Türk
ilişkilerinin, Türklerin Sovyetler Birliğini saldırgan olarak gören geleneksel
inançlarını ne kadar az etkilediğidir (62). Sözgelişi, Daniel Lerner yaptığı
araştırmada, bilgilerine baş vurduğu Türkler arasında % 80'inin Sovyetler Birliği
üzerine görüşünü açıkladığını, ancak bunlar arasında yalnızca % 2'sinin görüşlerini
yeni bilgilere dayandırdığını, geri kalanının ise ''eski Türk folklorundan
bildikleriyle'' hareket ettiğini söylemiştir (63). Lerner, Türk kamuoyunun XX. yüzyıl
olaylarından çok, XVIII. ve XIX. yüzyıl olanlarıyle yönetildiğini de ileri sürmektedir.
Feridun Cemal Erkin de, ''Üç yüzyıl boyunca girişilen onüç savaş, Türklere hiç
şaşmaz bir tehlikeyi sezme yeteneği kazandırmış, Rus tehdidinin ne olduğunu
öğretmiştir,'' diye yazarken, bu fikirle bağdaşmaktadır (64). Bu görüş, köylüler için
geçerli olduğu kadar şehirli öğrenciler için de böyledir. ''Tan'' gazetesinin tahrip
edilmesi, Sovyet yanlısı partizanlar olarak gördükleri Sertellere karşı öğrencilerin
ansızın bir öfke patlaması eylemini temsil etmektedir.
Savaş yılları boyunca ekonomik kısıntılar, istifçilik, karborsa ve bunlara karşı
hükûmetin gösterdiği sert tepkiler, Türkiye'de bir moral kırıklığına ve öfkeye yol
açmıştır. Bu da, ilerde ekonomik durum incelenirken geniş olarak tartışılacaktır.

III

EKONOMİK YAPININ KISA BİR ÇÖZÜMLEMESİ

Savaş dönemindeki Türk dış politikası, ekonomik değerlerin ve kısıtlamaların


büyük etkisi altında kalmıştır. İnönü, Menemenciğlu, Saraçoğlu ile Fuat Ağralı ve
Nurullah Esat Sümer gibi öbür yetkililer, günün şartlarının oluşturduğu ekonomik
durumun tehditleri üzerine dikkatle eğilmişlerdir. Türkiye savaş dışında kalmıştı
ama, müzmin dertlerinden, ihtiyaç maddeleri yokluğundan, enflasyon ve benzeri
bunalımlardan yakasını kurtaramamıştı. Türk politikasını çizenler, özellikle
Menemencioğlu, bu tür sıkıntıların etkilerini en aza indirmek için Türkiye'nin malik
olduğu sınırlı ekonomik avantajlardan, görüşme yoluyle, tam verimle
yararlanmaktan yanaydı (1).
Onun amansız pazarlıkçılığı, gerek Müttefikleri, gerekse Mihver devletelrini
çileden çıkarıyordu. W.H. Medlicott'un ileri sürdüğü gibi, ''sıkı pazarlıkçılık'',
Menemencioğlu ve öbür Türk devlet adamlarının gözünde ''yurtseverliğin en
yücesiydi'' (2). Türk devlet adamlarının bu konudaki çabaları karşılıksız
kalmamıştır. Türkler, ihraç malları karşılığında gittikçe daha yüksek fiyatlar elde
etmiş, bu da savaş sonunda oldukça elverişli bir ekonomik duruma erişmeleri
sonucunu doğurmuştur (3). Türk devlet adamlarının zihninden çıkmayan şey ise,
temel siyasal ilişkileri tehlikeye düşürmeden, en büyük çıkarları sağlama olanağını
olgunlaştırmaktı. Bu bölümde, Türkiye'nin savaş dönemindeki ekonomik durumu
kısaca anlatılmakta ve Türklerin bu durum karşısında nasıl bir ticarî ve malî
politika izledikleri açıklanmaktadır.
Enflasyon Âfeti - Yüzölçümü 780.623 km2 ve 1940'ta nüfusu 17.869.901 olan
Türkiye, savaş döneminde bir tarım ülkesiydi (4).
Topraklarının ancak % 10'u işlendiği halde, nüfusun % 70'i tarım alanında
çalışıyordu (5). Tarım ürünleri 1935 ile 1945 yılları arasındaki dönemde Türkiye
ihracatının % 91'ini ve ulusal gelirin % 70'ini sağlıyorsa da, çiftçilik genellikle ilkel
yöntemlerle yapılıyordu (6).
Türkiye'de fiyat düzeyi daha savaş patlamadan önce yüksekti; 1940'tan sonra da
artması sürmüştür. Yetersiz bir enfrastrüktür (ekonomik yapı) yolculuk ve ulaşım
imkânlarını çok güçleştiriyor, bu yüzden taşıt ücretleri, üretim giderlerini
artırıyordu (7). Pek az gelişmiş bir sanayi, yüksek üretim giderlerinin sıkıntısı
içinde kıvranıyor, bu sektör de ancak yüksek fiyatlarla mal üretebiliyordu (8).
Türkiye, savaş patlayıncaya kadar sanayi ürünlerini ülkesinde üretme yerine,
bunları hazır olarak dışardan ithal etmeyi çok daha ekonomik bulmuştu.
Fakat, savaş ticareti aksatınca, Türkiye çok önemli sıkıntılarla karşı karşıya kaldı.
Bu, fiyatların daha da yükselmesine yol açtı. Ayrıca, savaş döeminde büyük bir
orduyu besleme zorunluluğu, savunma giderlerinin artmasını sağladı; bu da
enflasyon girdabının hızlanması sonucunu yarattı (9). Müttefiklerin ve Mihver
devletlerin bazı Türk ürünleri için önerdikleri gülünç fiyatlar, gariptir, ''bir sürü
paranın pek az mal sağladığı'' bir durum yaratarak, önceki durumu iyice
kötüleştirdi (10).
1941 ve 1942'de özellikle buğday ürününün çok az oluşu, ana besin maddelerinin
bile kısıtlanmasını zorunlu kıldı. Hükûmetin aldığı denetleme tedbirlerinin
gerektiği biçimde uygulanmaması sonucunda, bu maddelerin fiyatlarında da
artışlar önlenemedi (11).
Savaş döneminde resmî döviz kuru, 1 dolar=1 lira 80 kuruş olarak kaldı. Oysa,
liranın gerçek satın alma gücü, sınırsız bir oranda düşmeye başladı. Yabancı
ekonomilerle olan ilişkileri bakımından, savaş sona erdiği zaman Türk lirasının
değeri, savaştan önceki değerinden % 30 ile % 70 arsında daha düşüktü (12). Türk
lirasının altına oranla değre yitirişinin oranı ise, % 233'e kadar varıyordu. Bu
düşüş, İngiliz, Amerikan ve İsviçre paralarının uğradığı değer yitirişinden üçte iki
oranında daha çoktu (13). Ülke içindeki paranın alış gücünü yitirme oranı da hayat
pahalılığı alanında % 254'e toptan satış fiyatlarında ise % 344'e ulaşmıştır (14).
Sözgelişi, sebzelerde 1938 yılı 100 sayısı birim alınmak üzere fiyat artışı 1942'de
424.9'a varmıştır (15). Bir sonraki yıl, yani 1943'te ise, bu sayı 894.5'i bulmuştur.
1944 ve 1945 yıllarında da toptan satış fiyatlarında yükselme durmamış, önce
539.4'e, sonra da 595.9'a ermiştir. Hayvansal besin maddeleri de aynı istatistik
eğrisini izlemiştir. 1938 yılının 100 sayısı birim alınmak üzere bu alanda da fiyatlar
1942'de 386,6'ya, 1943'te 752,8'e fırlamış, 1944'te 520.9 ve 1945'te 492.1 olarak
saptanmıştır.
Sanayi hammaddeleriyle yarı işlenmişlerin toptan fiyatları da satış yıllarında
sürekli artış göstermiştir (16). Hayat pahalılığının artış grafiği belki bunlardan
daha iyi bir biçimde durumu yansıtmaktadır. 1938'de Ankara'da besin ve
içeceklerin toptan fiyat düzeyi 100 iken, bu sayı 1942'de 262.1'e ulaşmıştır.
1943'te 400.6'ya çıkmış, 1944 ve 1945 yıllarında ise pek az bir düşüş göstermiştir
(17).
Akaryakıt ve aydınlatma araçları bunlardan pek az değişik bir çizgi izlemiştir. Bu
alandaki sayılar 1942'de 141.2; 1943'te 197.6; 1944'te 229.3; 1945'te de 227.2'dir
(18).
Giyim fiyatları 1943'te 508.0'a varmış, savaş süresince de 500 çevresinde
dolaşmıştır (19). Ankara'da savaş yıllarında toptan fiyatlarda hayat pahalılığı
düzeyi 1942'de 220.9'a; 1943'te 322.0'a; 1944'te 330.1'e; 1945'te de 331.1'e
inmiştir (20). Bu sayılar genellikle ülke çapındaki hayat pahalılığı düzeyini de
yansıtmaktadır. İstanbul'daki fiyat artışları ise, Ankara'daki artışlyara oranla biraz
daha yüksek bir düzeye ulaşmıştır (21).
Küçük esnafça satılan mallar da öbürlerini izlemiş ve tüketiciyi alışverişe
çıkmaktan bezdirecek oranlara ermişti (22). Sözgelişi, Ankara'da ibr kilo ekmeğin
satış fiyatı 1941'de 12 kuruş, 1942'de 25, 1943'te 41, 1944'te 32, 1945'te ise 33
kuruştu. Trabzon'da ise ekmeğin kilosunun fiyatı 1941'de 14 kuruşken, 1943'te 70
kuruşa fırlamıştı (23). resmî makamlar, 1942'de İstanbul'da ekmeğin kilosunun 23
kuruşa satıldığını belirtmekle birlikte karaborsada ekmeğin kilosunun 60 kuruşa
kadar satıldığını hatırlayanlar çoktur (24). Savaş yılları gelip geçtikçe, kuzu ve
koyun etinin, kesme şekerin, zeytinyağı ve pirincin de fiyatlarında artışlar oldu.
Ankara'da koyun etinin kilosu 1941'de 39 kuruşken, 1944'te 129 kuruşa çıktı;
İstanbul'da ise fiyatlar 1941'de 46 kuruşken 1944'de 182 kuruşu buldu (25). Buna
paralel olarak kesme şekerin kilosunun fiyatı 50 kuruştan (26) 345 kuruşa çıktı
(27). Zeytinyağının kilosu 1941'de 85 kuruştu, 1944'te 250 kuruşu buldu (28).
1941'de kilosu 56 kuruş olan koyun etinin 1944'teki fiyatı 176 kuruştu. 1941'de
kilosu 38 kuruştan satılan pirincin kilosu ise 1943'te 149 kuruşu bulmuştu (29).
Önleyici İç Tedbirler - Bütün bunların toplu sonuçları pek yıkıcı oldu. İnönü 1
Kasım 1944'te bunu, ''Geçen yıllar içinde, memleket içinde başlıca uğraşımız
beslenme güçlükleri ve enflasyonun zararlarıyle oldu (30) sözleriyle belirtmiştir.
Hükûmet daha savaşın başlangıcında duruma bir çare bulabilmek için birtakım iç
ve dış tedbirlere baş vurmuştu. Dış tedbirlerin en önde geleni, ilerde de
göreceğimiz gibi, bütünüyle Türk ekonomisinin çıkarları gözetilerek alınmıştı.
İçtekilere gelince, bunların arasında önleyici ve kısıtlayıcı bazı sert tedbirler de
bulunmaktaydı ki, vatandaşlar, özellikle köylüler, acısını çok çekmişlerdir. Bu acı
ve kırgınlık, daha sonra İnönü'nün siyasal yenilgisini hazırlamıştır.
Savaş döneminde Türk hükûmetinin aldığı en önemli iç tedbir, Büyük Millet
Meclisi'nin 18 Ocak 1940'ta kabul ettiği Millî Koruma Kanunu'dur (31). Bazı
durumlarda hükûmet kanunla kendisine tanınan yetkileri uygulamakta
duraksamıştır. Sözgelişi, insan gücü eksikliğini çözümlemek için, köylü
vatandaşlara sanayi bölgelerinde çalışma yükümlülüğü koymuştur. Mahallî
memurlar görevlendirilerek, askerlik hizmetinden bağışık ya da hizmetlerini
yapmış, erkeklerin stratejik önemi olan sanayi dallarında, özellikle madenlerde, bir
yıl süreyle ve düşük ücretle çalıştırılmaları sağlanmıştır (32). Bu uygulama
''köylüler arasında büyük hoşnutsuzluğun yayılmasına sebep olmuştur'' (33).
Sanayi bölgelerinde çalışma yükümlülüğü öncelikle maden merkezlerine yakın
yerlerde yaşayan köylüler için uygulanmıştır. Toprak Mahsulleri Ofisi'nin kararları
ise çok daha geniş kitleleri etkilemiştir. Ofis, köylülerin ellerindeki ürünü piyasa
değerinden daha aşağı fiyatlarla kendisine satmalarını istemiştir. Köylüye kendisi
ve ailesi için yetecek kadar ekmeklik buğday bıraktıktan sonra geri kalan
ürününün tümünü elinden almak böylece mümkün olmuştur (34). Bu kararların
amacı, besin maddelerinin halk arasında eşit dağıtımını sağlayarak, yoksulluk ve
açlığın yayılmasını önlemek, besin maddeleri, özellikle ekmek fiyatlarını belirli bir
düzeyde tutmaktı.
Ancak, kararlar yanlış uygulanmış ve bir bakıma çare yerine daha büyük dertlerin
açılmasına yol açmıştır. Köylüler, tedbirler karşısında ürünlerini daha büyük bir
inatla saklamaya ve kaçırmaya başlamış, bazı zengin toprak sahipleri ise,
ürünlerini karaborsacılara satarak büyük kazançlar sağlamıştır. Bu tür
yolsuzluklara çok kez zengin toprak sahiplerinden gereken sus payını alan Toprak
Mahsulleri Ofisi'nin bazı memurları da aracı olmuştur. 1943'te, Ofis'teki
yolsuzluklar üzerine birçok gazete, geniş ölçüde yayın yapmıştır (35).
Fakat, Türkleri büyük kitleler halinde etkileyen ve öfkelendiren tedbirler, özellikle
gelirleri vergilendirme alanında alınmıştır. Savaş döneminde Türkiye'de
kazançların vergilendirilmesi büyük eşitsizliklere yol açmıştı. Maaşlı ve ücretli
olanlar, hükûmete vergi borçlarını tam olarak öderken, çok sayıda özel kuruluş
sahibi -ki bunların sayısı savaş yıllarında hızla artmıştı- kazançlarını gizleyerek çok
az vergi ödeyebiliyordu (36).
Bu da birtakım savaş zenginlerinin elinde büyük çapta sermaye birikimi
doğurmuştur (37). Bu adamlar paralarını açık açık harcamaktan çekinmemiş, lira
üzerindeki enflasyoncu baskıyı tutumlarıyla körüklemişlerdir. Sözgelişi, İnönü 1
Kasım 1942'de şöyle diyordu:
Siyasi çıkarları için her bunalımı büyük bir fırsat belleyen ve kim bilir hangi
yabancı ulusun çıkarları için çalışan vurguncular, toprak ağaları, açgözlü ve fırsatçı
tüccar... ve bazı politikacılar, büyük bir ulusun bütün yaşantısını mayınlamayı
denemektedirler (38).
İnönü bu kötü insanları ayıklamanın bir bakıma kolay olacağını söylemiştir. Fakat,
durumun hiç de böyle olmadığı kısa zamanda anlaşılmıştır (39). Savaş yılları
boyunca Türkiye'de uygulanan vergilendirme politikası, zenginliklerin eşitliksiz
dağılımını körüklemiş, enflasyonu önlemeyi başaramamıştır. Varlık ve Toprak
Mahsulleri vergileri, mutlu azınlığı ve köylüleri vergilendirmişse de, enflasyonu
önlemekte yine etkili olamamıştır (40). Bu iki vergi üzerine kopartılan çığlıklar
daha dinmeden, sonuçları para piyasasında kendini göstermiştir (41). Fakat,
deflasyoncu tedbirler olarak, yine de yarar sağlayamamıştır. Ayrıca sosyal birer
kurum olarak çeşitli yolsuzluklara yer hazırlamıştır. Karpat bu konuda şu sonuca
varıyor:
''Sermayenin bazı 'görünmeyen' ellerde toplanması ve cömertçe çarçur edilmesi...
İkinci Dünya Savaşı sonunda gerçekten o kadar çarpıcı bir hal almıştı ki, Büyük
Millet Meclisi'nde bile bir şikâyet kaynağı olmuştur.'' (42)
Türkiye'nin Almanya'ya Ekonomik Bağımlılığı - Türkiye'nin savaş döneminde
çektiği ekonomik sıkıntıların ve yoklukların, öncelikle Almanya'ya bağımlı
olmasından ileri geldiği kesindir. Savaşın yaklaştığının belirtileri, Türk devlet
adamlarını, Büyük Britanya, Birleşik Amerika ve Fransa ile daha sıkı ekonomik
ilişkiler kurmak için, ekonomik dengeyi geçici olarak bozma rizikosunu göze
almaya zorlamıştır.
1930-1945 yılları boyunca Türkiye ile Almanya arasındaki ticarî ilişkiler, çıkış ve
inişleriyle, denizin dalgalanmasına benzeyen bir eğri izlemiştir. Sözgelişi, 1931'de
Almanya, Türkiye'nin toplam ihracatının % 10,7'sini almış, Türkiye ithalâtının da %
21,3'ünü karşılamıştır (43). Beş yıl sonra, 1936'da da, Türkiye toplam ihracatının %
51'ini Almanya'ya yöneltmiştir (44). Toplam ithalâtının % 45,1'ini de Almanya'dan
yapmış olması, belki çok daha anlamlıdır (45).
1948'de Türkiye, toplam ithalâtının % 46,9'unu Almanya'dan yaparken,
İngiltere'den % 11,2, Birleşik Amerika'dan da % 10,4 oranında ithalât yapmıştı
(46). Aynı yıla ait ihracat sayıları ise çok daha çarpıcı bir karşıtlık ortaya
koymaktadır: Türkiye, toplam ihracatının % 42,9'unu Almanya'ya, yalnızca %
3,4'ünü de İngiltere'ye yöneltmiştir. Birleşik Amerika ise Türkiye'nin toplam
ihracatından % 12,2'sini almıştır (47). Almanya savaştan önce inşaat demiri, çelik,
işlenmiş bakır, her türlü motorlu araç, ağır makineler, otomobil lastiği ve daha
başka her türlü işlenmiş lastik, cam, gazete kâğıdı, ilâç vb. gibi maddeler
bakımından Türkiye'nin başlıca ve vazgeçilmez kaynağıydı (48). Türkiye de buna
karşılık tarım ürünlerinin büyük bir bölümünü Almanya'ya ihraç ediyordu.
1942'de Barbara Ward'un vardığı gözlem şuydu:
''...Türkiye'nin dış ticaret eğrisinin, dış ilişkilerindeki iniş çıkışları izlemesi, bir
rastlantı değildir.'' (49).
Türk dış politikasının 19 Ekim 1939'da Büyük Britanya ve Fransa ile karşılıklı bir
savunma anlaşmasına vardığı dönemde, Türkiye'nin Almanya ile olan ticareti
büyük bir düşüş göstermiştir.
1940'ta 8 milyon lira değerindeki Alman ihracatından sağlanan döviz Türk
devletinin kasalarına girerken, bu oran, toplam ithalâtın ancak % 11,7'sini
buluyordu (50). Ertesi yıl da Almanya'nın Türkiye'ye yaptığı ihracat, bu ülkenin
toplam ithalâtının ancak % 12,2'sini bulabildi (51). İhracat sayıları da ilginçtir.
1940'ta, Türkiye'nin Almanya'ya yaptığı ihracatın değeri 9 milyon lirayı buluyordu
ve bu, Türkiye ihracatının toplam değerinin sadece % 8,6'sını oluşturmaktaydı
(52). 1941'de ise, Türkiye'nin Almanya'ya yaptığı ihracatın değeri 26 milyon liraya,
oranı da toplam ihracatının % 21,8'ine yükselmişti (53).
Fakat, asıl sıçrama bundan sonraki üç yıl içinde görüldü ve Almanya'yı âdeta eski
gözde yerine getirdi. 1943'te Almanya, Türkiye ithalâtının % 37,7'sini karşılarken,
Türkiye ihracatının % 23,7'sini de satın aldı (54). Almanya'dan yapılan ithalât
1944'te hafif bir düşüş göstererek toplam ithalâtın % 30,4'üne indi; ancak,
Almanya'ya yapılan ihracat, toplam iracatın % 78,2'sine fırladı (55). Aynı yılın
başında Türkiye, Almanya ile olan ekonomik ilişkilerini sertleştirdiği halde, elde
edilen bu sayı, özellikle ilginçtir. Bunu da, Almanların Türk malları için çok çekici
fiyatlar vermeleri, Almanların Türk ticaret yollarını denetimleri altında tutmaları ve
Türklerin ürünlerini başka yere satma imkânsızlığı, bir de hükûmetin 1940'ta
Almaya ile imzalanan anlaşmaya uymaktaki kararlılığı ile açıklamak mümkündür.
Dalgalanmaların durulması ise 1945'te Türkiye ile Almanya arasındaki ticaretin
hemen hemen sıfıra indiği dönemde oldu.
Almanya'nın savaştan önce Türkiye'yle ticaretini çok geliştirmiş olması bir şans
eseri değildir (56). Bu, Hjalmar Schacht'ın ''Yeni Plan'' denilen Alman ekonomik
kalkınmasının sonucudur (57). Schacht, 2 Ağustos 1934'te Ekonomi Bakanlığının
başına gelince, hemen hiç gecikmeden, hesaplarla yeni bir ödeme yöntemi
uygulamaya başladı. Bu yöntem, Schacht'ın deyimiyle şöyle açıklanmaktadır: ''Bize
(Almanya'ya) mal satan yabancı ülkeler, satın aldıklarımızın karşılığını hesaplarına
Alman parası olarak geçirmelidir. Bu parayla da Almanya'dan her istedikleri şeyi
satın alabilirler (58). Bu yöntemin gerek Türkiye, gerekse Almanya açısından
avantajı, ender bulunan yabancı dövizleri, dışardan gerekli malları satın alma
ihtiyacını karşılamakta rahatça kullanabilmekti (59). Hammaddelerini ve tarım
ürünlerini elden çıkarmak isteyen Türkiye ile, uluslararası para piyasasında daha
çok borca batmadan sanayi ürünlerini satmaktan son derece memnun olan
Almanya, bu takas sistemine gidersiz bir harcama gözüyle bakmışlardır (60).
1939'da Türk politikasını çizenler, Türkiye'yi ekonomik bakımdan Almanya'ya çok
bağımlı duruma getirmiş olmaktan korkmaya başladılar ve bu durumun yapmak
isteyecekleri siyasal manevraları tehdit edebileceğini düşündüler. 14 Aralık
1939'da Şükrü Saraçoğlu şöyle diyordu:
Ortada başka gerçek daha var ki, bir ülkenin bağımsız bir ulusal politika
izleyebilmesi için, dış ticaretinin büyük bölümünün yalnızca bir tek ülkeye
yönelmemesini zorunlu kılmaktadır. Dış ticaretin tek bir ülkenin tekeline girmesi,
bunun ölçüsü ne kadar küçük olursa olsun, hatta bu ülke müttefik bile olsa, ulusal
bir politika izlemeyi çok zorlaştırır. Amacı bağımsızlık olan ulusal politika ile,
hedefi kazanç olan ulusal ticaret yan yana yüreyemez duruma gelince, ulusal
ticaret fedakârlık yapmak zorundadır (61).
Türkiye, Almanya ile ticaret yapmaktan vazgeçecekse, bunun fedakârlıkları en aza
indirecek bir biçimde gerçekleştirmeliydi. Türkler de İngiltere'ye kanca atmakta
hiç vakit geçirmediler.
Almanya'dan Kopma Teşebbüsü - Türkiye ile Almanya arasındaki ödeme anlaşması
31 Ağustos 1939'da sona erdiği zaman, Türk hükûmeti Büyük Britanya ve Fransa
ile ticarî ilişki kurduğu için, bunu uzatmayı kabul etmedi. 19 Ekim 1939 tarihli üçlü
Türk-İngiliz-Fransız ittifakına eklenen malî anlaşma, bu üç ülke arasında çok daha
sıkı ticarî ilişkiler kurulmasını öngörüyordu (62). İngilizler, 19 Ekim 1939 tarihli
itifakın cömert millî şartları içinde Türklerle yeni bir ticaret politikası üzerine
görüşmeler yapmanın kolay olacağını sanmışlardı. Bu konuda en önemli sorun
krom ihracatıyle ilgiliydi. Görüşmeler hemen hemen 19 Ekim'in ertesi günü
başladı. Türkler, İnglitere'nin iki yıl içinde, yılda 200.000 ton krom almayı kabul
etmeleri için diretiyordu (63). Buna karşılık, Almanya'ya hiç krom ihraç etmemeyi
üstlenmekteydiler.
İngilizler, sonunda ''peki'' dedi; fakat, bu arada Türkler yeni bir şart daha koştu.
16 Kasım 1939'da Londra'daki Türk Büyükelçisi, İngiltere hükûmetine,
hükûmetinin Almanya'ya krom ihraç etmeme kararını, ancak İngiltere de
Türkiye'den incir, fındık, üzüm ve tütün ürünleri ithal etmeyi kabul ederse yerine
getirebileceğini bildirdi. Bu istek Londra'da kızgınlık uyandırdı ve Batılı
Müttefiklerin ''Türklere çok iyi ettikleri'' (64) havası esti.
İngilizlerin tutumu, Türkiye pazarından Almanya'yı silecek kadar çok Türk ürünleri
almalarının imkânsızlığı karşısında, daha da belirli bir duruma geliyordu. Türkler
ise, ihraç edilmeyi bekleyen üretim fazlalıkları olduğu sürece Almanya'ya krom
satmayı sürdürecekleri konusunda üsteliyordu. Görüşmelerin ölü noktaya varması
üzerine, Menemencioğlu Londra ve Paris'e bir yolculuk yaptı (65).
Menemencioğlu, Londra'da da, İngilizlerin iki milyon sterlin değerinde Türk tarım
ürünleri ithal etmeleri yolundaki görüşünü sürdürdü. İngilizlere krom satmaya
karar verdiklerinde, Almanların bu tür ürünlerini almak istemeyeceklerini ileri
sürdü. Eğer İngilizler Türk kromunun Almanya'ya akmasını önlemek istiyorlarsa,
Türklerin çabuk bozulan tarım ürünlerini satın almayı kabul etmeleri gerekiyordu.
Menemencioğlu, kuru meyvelerin satışı konusunda bir anlaşmaya varılmadıkça,
görüşmelere katılmayacağını da bildirdi. W.H. Medlicott: ''Kuru meyve anlaşmasını
kabul etmeyen Bay Menemencioğlu'nun blöf yaptığını düşünmek mümkündü;
ancak, blöf yaptığı yüzde yüz doğrulanamıyordu,'' diye yazmaktadır (66). İngilizler
sonunda Menemencioğlu'nun önerilerini kabul etti. Menemencioğlu bunun üzerine
hemen Paris'e geçti ve burada da İngilizlere karşı desteklendiğini hayretle gördü.
Aralık ayı ortasında Londra'ya döndüğünde, yeni bir istekte bulundu. İngiltere
hükûmetinin Türk kromunu iki yıl değil, yirmi yıl süreyle satın almayı garanti
etmesini istedi. İngilizlerce isteği geri çevrildi. Buna rağmen 8 Ocak 1940'ta
Fransızların da katıldığı bir anlaşma imzalandı (67). İngilizler, çarpışmaların
kesilmesinden sonra, ihracat mevsiminin sonuna kadar Türk kuru yemişlerini satın
almak için söz verdiler. Fakat, bu garantinin kendilerini 1942-1943 ihracat
mevsiminden sonra bağlamayacağını da belirttiler. İngilizler ayrıca, gelecek iki yıl
içinde her yıl 50.000 ton krom satın almayı, 1943'ten sonra da krom konusunda
kendilerine öncelik tanınmasını istediler.
İleride göreceğimiz gibi, Menemencioğlu'nun Türk kromunu yirmi yıl süreyle
İngilizlere verme önerisini geri çevirdikleri için, İngilizler sonradan büyük
pişmanlık duyacaklardır.
Menemencioğlu Ankara'da bulunmadığı sırada, Türkiye ile Mihver arasındaki
görüşmeler kesilmemişti. Dışişleri Bakanının Ankara'ya dönüşünden sonra
İngilizlere, Türkiye'nin Türk fabrikalarında kullanılan Alman üretim maddelerine
karşılık, Almanya'ya yaklaşık olarak beş milyon lira değerinde pamuk, susam,
fındık, tütün ve Alman ekonomisi bakımından çok önemli bir madde olarak
zeytinyağı ihraç edeceği bildirildi (68). İngilizler, Türk hükûmetinin Almanya ile
Türkiye arasında her türlü ticarî ilişkileri kesmeye yol açacak bir savaş ticareti
anlaşması yapmak istemediğini bu sefer daha da açık bir biçimde anlamıştı (69).
Gerçekten de, 8 Ocak 1940 anlaşmasından sonra Türk diplomasisi, Mihver
devletleriyle Müttefikleri birbirlerine karşı koz olarak oynamayı sürdürdü. Türkler,
1940 yılı Şubat ayında Almanya ile ticaret ilişkilerini kesmeyi düşünmeden önce,
istedikleri bazı malların listesini İngilizlere sundular (70). Aynı zamanda
Almanya'dan da kamyon, yedek parça, silâh, fabrika kurma kolaylıkları, demiryolu
araçları, lokomotif ve buna benzer isteklerde bulundular (71). En sonunda, 25
Temmuz 1940'ta Türkiye ile Almanya arasında bir ticaret anlaşması imzalandı (72).
Bu anlaşmada, yaklaşık olarak 25 milyon lira değerinde ihracat ürününün
Türkiye'ye ihraç edileceği belirtiliyordu. Almanlar, 39 lokomotif, Sıvas çimento
fabrikasının kurulması için gerekli araç, yedek parça, tıbbî malzeme, ilâç vb.
mallar göndereceklerdi. Türkler de buna karşılık Almanya'ya tiftik yünü ve
zeytinyağı da içinde türlü tarım ürünleri sağlayacaklardı (73). Bunlar arasında
İngilizlerin, Almanların yoksun kalmasını istedikleri birçok stratejik değerde
madde de vardı.
Türk-Alman Ticaret Anlaşması'nın yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra,
Almanya'dan Türkiye'ye ancak 9 milyon lira değerinde Alman mamulü
gönderilebilmişti (74). Bu ise, Türkiye'nin makine ve silâh ihtiyacını daha
geciktirilmeye gelmez bir duruma sokuyordu. Öte yandan Almanya, Türk kromuna
gittikçe daha açgözlü bakmaya başlamıştı. En sonunda, 18 Haziran 1941 tarihli
Türk-Alman Dostluk İttifakı'nın imzalanmasından sonra, durumu aydınlığa
kavuşturmak için Alman ticaret görüşmelerinin başyöneticisi Karl Clodius'un
Eylülde Ankara'ya gideceği açıklandı (75). Almanya'ya krom ihracı konusunda
görüşmeler, 9 Ekim 1941'e kadar sürdü ve o tarihte de Ankara'da, sözde Clodius
anlaşması denen ittifak imzalandı (76). Türkler bu anlaşma uyarınca Almanya'ya
15 Haziran 1943 ile 31 Mart 1943 tarihleri arasında, yani, İngilizlere tanınan
önceliğin sona ermesinden hemen üç ay sonra, 45 bin ton krom göndermeyi kabul
ediyordu. Almanya, Türkiye'ye 18 milyon lira değerinde askerî malzeme
göndermeyi kabul ederse, Türkiye de Almanya'ya 1943'te açıktan 45.000 ton
krom, 1944'te de 90.00 ton krom daha ihraç edecekti (77). Bu anlaşma, Almanların
hoşuna gitmedi. Türklere, krom isteklerini hemen karşılamayı kabul
ettirebileceklerini umdular (78). Öte yandan anlaşma, İngilizlerin de hiç hoşuna
gitmemişti. Türklerin bir kez daha ekonomik yönden Almanlara bağımlı duruma
düştüklerini sanıyorlardı. Bunun üzerine İngilizlerle Amerikalılar anlaşmayı
engelleme çabalarına giriştiler.
İngiliz-Amerikan Tercihli Satın Alma Programı - 1940 yılı başlarında Başbakan
Churchill, Philip Swinton'dan Birleşik Krallık Ticaret Birliği'nin (U.K.C.C.),
Müttefiklerin tercihli satın alma yoluyle Mihver'e stratejik değeri olan ithal
malların ulaşmasını sağlamak için birtakım tedbirler hazırlamasını istemişti. Bu
program uyarınca İngilizler, 1941'de aşağıdaki oranda malları Türkiye'den satın
aldılar:

Ton
Krom :151.066
Tiftik :3.350
Zeytinyağı :5.091
Meşe palamutu :5.000
Pamuk tohumu :1.622
Pamuk yağı :8.000
Keten tohumu :124
Susam. :132,5
(79)
Amerikalılar da 1942'de Birleşik Amerika Ticaret Birliği'ni (U.S.C.C.) kurarak Türk
mallarını açık pazardan sağlama çabalarına katıldılar (80).
Yine de, önemli Türk ürünlerinin Almanya'ya ulaşmasını engelleme amacını güden
program, geniş çapta başarısızlığa uğradı. Türkler Clodius Anlaşması'yle
üstlendikleri şeylere titizlikle bağlıydı. Sözgelişi, 1943 yılında Türkiye'nin Mihver
ülkelerine ihracatı şu oranları buluyordu:

Metreküp
Krom :46.783
Yağ tohumları :.17.942
Balık :17.597
Sepicilik maddeleri :13.756
Pamuk :10.247
Pik demiri :9.508
Bakı :7.384
Kuru meyveler :6.445
Deri :.2.894
Bitkisel yağlar :.2.068
Tiftik :1.438
Demir ve çelik çevheri :966 (81)
Türkler her iki yanla da yaptıkları ekonomik anlaşmalara hiç şaşmadan bağlı
kalmakta direttiler. Tıpkı Müttefikler gibi, Almanya da söz verilen malları aldı.
Türkler, 1943'ten önce Almanlara krom satmadıkları gibi, Müttefiklere de,
Almanya'ya ihracat yapmalarını imkânsız duruma getirecek ihraç izinleri vermeye
yanaşmadılar. Bu durum, 18 Nisan 1943'te imzalanan ikinci Clodius Anlaşması ile
sessiz sessiz onayladı (82). Profesör Medlicott'un belirttiği gibi, ''Türler,
Almanların en çok ihtiyaç duydukları maddeleri çekinmeden onlara sağlama
görüşündeydiler.'' (83). Çünkü Türkler, Almanya'ya ihraç edilmek üzere geniş mal
stokları yapmıştı. Türkiye, anlaşmanın imzalanmasını izleyen on dört ay içinde yani
1944 yılı Mayısına kadar, Almanya'ya 40 milyon lira tutarında stratejik değeri olan
mal ihracını kabul etmişti.
Bu anlaşmayı harfi harfine uygulama politikasının ardında, İnönü ile birlikte
Menemencioğlu da vardı (84). İkisinin de neden önce Almanlarla ve Müttefiklerle
bir dizi anlaşmalara giriştiklerini, her iki yanın da tepkisi ne olursa olsun, bu
anlaşmanın şartlarına dayanarak işleri yürüttüklerini açıklayacak çeşitli nedenler
vardır. Önceden de belirtildiği gibi İngiltere'nin, Türkiye'nin bütün ihtiyacını
karşılamasına imkân yoktu. Almanya ise, ancak kendi istediğini aldığında,
Türkiye'ye gerekli olan malları verebilirdi. İşte Menemencioğlu'nun, Türkiye'nin
elindeki stratejik ürünleri, Alman mamullerini elde etmek için Almanların ağızlarını
sulandırmak amacıyle kullandığı anlaşılmaktadır. Bu politika, Türkiye'nin maden
kaynaklarının tümüne sahip olma ya da dilediği gibi kullanma yeteneğini elinden
alma konusunda Alman hükûmetinin beslediği niyetleri ortadan kaldırmaya da
yaramıştır. Son olarak, Türk ürünlerinin fiyatlarını belirli bir düzeyde tutmaya da
yardım etmiştir (85). Demek ki Türkler, İngilizlere ve Amerikalılara, Almanya'ya
vaat ettiklerinden daha çok mal satmaktan hoşnuttular. Ancak, Müttefiklerin
kendilerine bir olta gibi uzattıkları tercihli satın alma yemini yutmaya ya da Alman
isteklerini geri çevirmeye pek yanaşmıyorlardı (86). Türklerin yaptıkları tek şey,
İngiliz ve Amerikalılara Türk ürünlerini yüksek fiyatlarla satmak olmuştu ki, bunun
nedeni, Almanya'nın bazı Türk ürünlerini elde etmek içn olağanüstü fiyatlar
önermesinden doğan fiyat yükselişleridir (87). Böylece, Birinci Clodius Anlaşması
ile, 1944 yılı Nisan ayında Türkiye'nin Almanya ile olan ekonomik ilişkilerinin
bozulmaya başladığı zamana kadar geçen döneminde, Almanların Türkiye'ye vaat
ettikleri mamulleri gönderememesinin, Türk ürünlerinin Almanya'ya ihracını
önleme bakımından daha etkili bir unsur olduğu söylenebilir. Savaş döneminde
krom, bakır, tiftik, pamuk gibi maddeler üzerinde yapılan görüşmeler, bunu geniş
biçimde göstermekte ve doğrulamaktadır.
Krom Sorunu ve Türk Tepkisi - Savaş döneminde Türkiye'nin elindeki mallar ve
ürünler arasında en önemli olanı kromdu. Bir yazarın dediği gibi, ''Ekmek için maya
neyse, modern sanayi için de krom odur; pek az miktarda gerek duyulur, fakat,
onsuz da olmaz; tıpkı, mayasız ekmek olmayacağı gibi.'' (88). 1939'da Türkiye,
Dünya krom üretiminin %16,4'ünü, yani yaklaşık olarak 190.000 tonunu sağlamıştı
(89). Savaş boyunca da üretim hep böyle yüksek düzeyde kaldı. Savaş yıllarında
Türkiye'nin krom üretimi, ton olarak şöyledir:
1939 : 183.300
1940 :169.800
1941 :135.700
1942 :116.300
1943 :154.500
1944 :182.100
1945.:148.100 (90).

Bu durum, umutsuzca, kroma ihtiyaçları olan savaşan yanları, maden üretiminin


aslan payını elde etmek için Türkiye üzerinde alışılmamış baskılar yapmaya
zorlamıştır. Bu bakımdan Türkiye, âdeta bir ip cambazı gibi, gerili halat üzerinde
yürümek zorunda bırakılmıştır (91).
İp üzerinde yürüme görevi öncelikle Menemencioğlu'nun omuzlarına yüklenmiştir.
Önceden de belirtildiği gibi, Menemencioğlu'nun 1939 yılı Aralık ayında Londra'ya
yaptığı gezi sırasında İngilizlere Türk kromlarını satın almaları için 20 yıl süreli ve
öncelik tanıyan bir anlaşma önerdiği hatırlardadır. İngilizler bunu kabul etmiş
olsalardı, işler çok daha basitleşecekti. Menemencioğlu daha sonra da, 1943'te en
çok 90.000 ton, 1944'te 45.00 ton kromun Mihver'e ihracını öngören Clodius
Anlaşması'nın görüşmelerini yürütmüştü. Bu kadar kromu alabilmek için,
Almanya'nın Türkiye'ye belirli bazı maddeleri, araç ve gereçleri göndereceğine dair
yaptığı vaadi yerine getirmesi gerekiyordu. 1942 Ekiminde İngilizler, arkasından
da Amerikalılar, Türk kromlarının Almanya'ya ihracını önlemek için çaba
harcamaya başladılar. Memencioğlu, 18 milyon lira değerindeki Alman askerî
malzemesi alınmadıkça, bu miktarın Mihver'e ihraç edilmeyeceği konusunda
Müttefiklere güvence vermeye çlaıştıysa da, Türkiye'nin Almanya'ya vaat ettiği
miktarda kromu göndermesini imkânsız kılacak ihracat izinlerini İngiltere'ye
tanımaya inatla yanaşmadı (92). İngilizler bunu ''acı bir sınav'' (93) ve ''Türkiye'nin
Müttefiklere karşı tutumunun mihenk taşı'' (94) olarak kabul ettikten sonra,
öfkeden küplere bindiler. Medlicott bu konuyu: ''Bakanlık (Ekonomi) öfkeyle
'Türkler en sonunda içlerindekini açığa vurdular ve iki yüzlülüklerini olanca
haşmetiyle ortaya koydular' demektedir,'' diye belirtiyor (95).
Müttefiklerin tercihli satın alma programında bulunan öbür maddelerde olduğu
gibi, Türkiye'den Almanya'ya krom ihracatının sınırlandırılmasının nedeni,
İngilizlerin kendi çabalarından çok Almanya'nın pazarlığın kendi payına düşen
bölümünü yerine getirmeyişidir. 31 Mart 1943'e kadar Almanya, 18 milyon lira
değerindeki silâhlardan ancak pek az bir bölümünü Türkiye'ye gönderebilmişti;
bunun karşılığında da Türklerin Mihver için ayırdıkları 45.000 ton kromun
tamamını alamamışlardı. 15 Ocak ile 31 Mart 1943 tarihleri arasında Almanya'ya
ancak 1000 ton krom gönderilmişti (96). İkinci Clodius Anlaşması ise, Almanlara
vaat ettikleri askerî malzemeyi göndermeleri için 31 Aralık 1943'te sona erecek
son bir süre tanımaktaydı. 1943 Haziranından sonra ticaret hızla gelişti ve
Almanlar, Türkiye'nin istediği savaş malzemesini aldıklarına tanık oldular. Türkler
de bunun karşılığını vererek yıl sonuna kadar Almanya'ya ihraç edilen kromun
miktarını 46.783 tona çıkardılar (97). Bu hızlı artış , daha sonra görebileceğimiz
gibi, İngiliz ve Amerikalıların, Türk hükûmetine bir dizi uyarıda bulunmalarına yol
açtı (98). Türklerin buna karşı ilk tepkisi Almanların yalnızca ilk Clodius
Anmlaşması uyarınca almaları gereken miktarı aldıklarını söyleyerek davranışlarını
haklı göstermeye çalışmak oldu. Ancak, 1944 yılı Nisan ayında Türk hükûmet i,
Müttefik baskılarına boyun eğerek Almanya ile ekonomik ilişkilerini kısıtladı.
Anette Baker Fox, görüşmelerin tartışmasını yaptıktan sonra, şu sonuca varıyor:
''Askerî terazi birbirlerine karşı güçler arasında sallantıdayken ve kimin kefesinin
daha ağır basacağı anlaşılmadan, Türkiye, karşıt gruplardan biriyle yapılan
ittifakla, küçük bir devletin, âdeta tekelinde tuttuğu stratejik değeri olan bir
hammadeyi pazarlık konusu haline getirip bundan yararlanabileceğini
göstermiştir.'' (99). 19 Mayıs 1943'te İngiltere hükûmet inin Türk kromunu 8 Ocak
1943'le 31 Aralık 1944 arasındaki dönemde tonu 270 şiling gibi yüksek bir fiyattan
almayı kabul ettiğini belirtmeden, varılan bu yargı tam olarak ifade edilmiş
sayılmaz. İngilizler 1940'ta kromun tonu için 140 şilingi yüksek bulmuşlardı. 1943
yılı Mayıs ayının ortasında ise aynı İngilizler, Almanların Türkiye'ye önerdiği fiyatı
kabul etmekteydi (100).
Türk Pazarlıkçılığının Sonu - Menemencioğlu'nun bir ip cambazı gibi gösterdiği
çabalar, Türkiye'nin savaş sonrası dönemine ekonomik bakımdan rahat çıkmasını
sağlamıştır. Sözgelişi, Türkiye'nin ticaret dengesi savaşın başlangıcında
yararınayken, savaş boyunca da dikkate çekecek biçimde böyle kalmıştır. 1939'da,
Türkiye'nin ticaret dengesi 2 milyon sterlindi; 1946'da ise Türkiye'nin ticaret
dengesi yararına olarak 25 milyon markı aşmıştı (101). Ticaret dengesinin bu
biçimde oluşu, doğrudan doğruya Türkiye'nin ihraç ürünleri karşılığında elde ettiği
yüksek fiyatların sonucuydu. Oysa, devlet borçları, altı yıl süren savaş boyunca iki
katının biraz daha üstüne çıkmıştı (102). Yine de, öbür ulusların borçlarıyle
karşılaştırıldığında bu artış bir bakıma ''ölçülü'' sayılabilirdi (103). Bir de A.C.
Edwards'ın belirttiği gibi, Türkiye'nin ulusal borcu 1946'da hükûmetin yıllık
giderlerinin %20'si ile karşılanabiliyordu. Yine, başkalarıyle kıyaslanacak olursa,
bu da ölçülü birorandı (104). Ancak, Türkiye'nin savaş döneminde izlediği
politikanın başarısı ya da başarısızlığı, ekonomik kavramlar ve deyimler içinde
ölçülemez. Böyle bir şey için, yeniden ve siyasal-askerî sorunlar açısından Türk dış
politikasına dönmemiz gerekir.

You might also like