You are on page 1of 37

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA

İNÖNÜ'NÜN DIŞ POLİTİKASI


II
Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.
Temmuz 2000

EDWARD WEISBAND
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA
İNÖNÜ'NÜN DIŞ POLİTİKASI
II

Çeviren M. Ali Kayabal

İÇİNDEKİLER

İKİNCİ BÖLÜM 7
IV. Müttefik Tırmanışı Başlıyor 9
Kazablanka Toplantısı 9
Kazablanka Anlaşması ve Sonuçları 15
Kayıtsız Şartsız Teslim İlkesi 22

V. Adana Konferansı:
Bir Anlaşmazlıklar Toplantısı 27
Adana Görüşmeleri 27
Adana'dan Sonraki Şüpheli Hava 36

VI. Yokuşa Sür Harekâtı 45


İngilizler Rusya ile Türkiye Arasında Bocalıyor 45
Türkler İşi Yokuşa Sürüyor 54
Churchill Kozunu Oynuyor 65
Türklerin Çekilme ve İkmal Yolu 69

VII. Türkiye'ye Yapılan Baskı Artıyor 71


Moskova Konferansı: Ruslar Türkiye'yi Savaşa
Katılması İçin Zorlamayı Deniyor 71
Menemencioğlu ve Eden Kahire'de:
İngilizler Rus Kozunu Oynuyor 82
Yeni Türk Stratejisi: Taktik Yer Değiştirmeler 93

VIII. Zirvede Türkiye'ye Yapılan Baskılar 101


Birinci Kahire Konferansı: Kısa Bir El Sıkışma 101
Tahran Konferansı: Sovyet Dönüşü 104
İkinci Kahire Konferansı: İnönü, Roosevelt
ve Churchill'le Karşı Karşıya Geliyor 112

İKİNCİ BÖLÜM
Kazablanka'dan Kahire Konferansı'na Kadar Türk Tarafsızlığı:
Savaş Dönemi Stratejisi

IV

MÜTTEFİK TIRMANIŞI BAŞLIYOR:


KAZABLANKA KONFERANSI

Kazablanka Toplantısı -

1942 yılı sonunda ve 1943 yılı başında Müttefiklerin zaferini önceden haber veren
iki olay geçti: Rommel'in kuvvetlerinin Kuzey Afrika'daki yenilgisi ile Stalingrad
kuşatmasının kaldırılması (1). 1944 yılı ocak ayı ortalarında İngiliz-Amerikan
kuvvetleri Kuzey Afrika'da zaferi garantiye almış görünürken, Rus kuvvetleri de
Don nehri boyunca General von Paulus'un ordularını yarmayı başarmış ve son
saldırıya hazırlanmaya başlamışlardı.
Bu gelişmeler, Amerikan ve İngiliz kurmay heyetlerini birtakım yeni sorunlarla
karşı karşıya getirmişti. Bu sorunlar arasında öncelik, zaman sıralaması, uzun
süreli planlama da vardı ki, aslında bunlar hep siyasal yönleri olan sorunlardı. İşte
bundan dolayı ABD Başkanı ile İngiltere Başbakanı 1943 yılı ocak ayının 12-25
günleri arasında Kazablanka'da buluşmayı gerekli gördüler (2).
Başkan, Stalin'in de Kazablanka'da kendilerine katılacağını coşkuyla umuyordu.
Üç defa Sovyetler Birliği önderine yazarak bir araya gelmek üzere onu da
sıkıştırmıştı. Stalin bu sırada Üçüncü Reich'ın 6. Ordu'sunu yok eden yarma
hareketini yönetmekte uğraşıyordu ya da konferansa katılmamak için bunu özür
olarak ileri sürdü. Stalin, Roosevelt'e yazdığı karşılıkta, ''İşler şimdi pek kızışmış
bir dönemde; bu nedenle bir gün bile ayrılmam imkânsız'', diyordu (3). Churchill
ise, Stalin'in konferansa katılmayışına için için sevinmişti. Her ne kadar Sovyet
önderiyle buluşma konusunda Roosevelt'in isteğini paylaşmaktaysa da, bunun
ortak kurmay başkanlarının İngiliz - Amerikan stratejisi üzerinde anlaşmalarından
sonra gerçekleşmesini istiyordu (4).
Churchill, 12 Ocak günü Kazablanka'nın birkaç kilometre uzağındaki dinlenme
kenti Anfa'ya vardı. Roosevelt de iki gün sonra geldi. Konferansın merkezi,
Anfa'daki Anfa oteliydi. Burası, Amerikan ve İngiliz kurullarının yerleştikleri geniş
bir yapıydı. Otelin çevresindeki vilların bir bölümü de Başkan'a, Başbakan'a,
General Giraud'ya ve eğer gelirse yerleşmesi için General de Gaulle'e ayrılmıştı.
Güvenlik tedbiri olarak bütün çevre Amerikan askerî birliklerince kuşatılmıştı.
Konukları ağırlama görevi de onlara aitti. Robert Murphy'nin yorumladığı gibi,
konukların her biri ''kendi alanlarında en yüksek mevkilere yükselmiş, etkili
kişilerdi'' (5).
Toplantılar iki salonda yapılıyordu. Aralarında George C. Marshall, Amiral Ernest J.
King, Henry H. (Hap), Arnold, Mark W. Clark, Albert C. Wedemeyer ile, İngilizlerden
de Filo komutanı Amiral Sir Dudley Pound, Sir John Dill, İngiltere Genelkurmay
Başkanı General Alan Brook, Hava Mareşali Charles Portal, Sir Harold Alexander,
Hastings İsmay, Lord (Louis)
Mountbatten ve Lord Leathers'in bulunduğu askerî şefler, Anfa otelinin şölen
salonunda, onların sivil şefleri de Roosevelt'in görkemli villasının oturma odasında
toplanıyordu (6).
İngiliz ve Amerikan kurullarının üyeleri, Kazablanka'da bir araya geldiklerinde,
Mihver ordularına karşı kazandıkları ortak zaferlerden ötürü çok kıvançlı oldukları
halde, gelecekteki stratejileri üzerine oldukça garip bir tutum içindeydiler (7).
Churchill ise, kendi açısından, zaferin çabuklaştırılması için ''ücretli bir plan'' (8)
tasarlamıştı: Kuzey Fransa'daki Alman kuvvetlerine karşı bir saldırıyı yönetecek
Amerikan kuvvetlerinin Manş'ı geçmek üzere hazırlanmaları için İngiltere
adalarındaki sayılarını artırmak; Akdeniz'de İtalya'yı etken bir saldırgan olarak saf
dışı bırakmak amacıyla bir harekât düzenlemek ve Türkiye'yi savaşa sokmak için
gerekli şartları yaratmak (9) Churchill,
Amerikalıların önerilerini kabul etmelerini o kadar candan istiyordu ki, buyruğu
altındakilere, Amerikalılara kendilerini zorla kabul ettirmeye çalışmamalarını,
tersine, ''Damlaya damlaya taşı bile delen su gibi'' (10) sabırlı davranmaları
talimatını vermişti.
Amerikalılara gelince, onlar da Kazablanka'ya vardıklarında çeşitli alternatifler
yüzünden ''bölünmüş ve çaresiz'' durumdaydılar ve bunların hiç birini kabul edilir
türden görmüyorlardı (11).
Bir yandan Amerikan kuvvetlerinin İngiltere adalarında sürekli olarak hazır
bekletilmesini destekliyorlardı. Öte yandan da, Manş'ı aşarak girişilecek bir
çıkartmadan çok daha önce adada çok büyük sayıda asker toplamanın pek
avantajlı bir şey olmayacağını hissediyorlardı. Amiral King ile General Arnold,
Churchil'in Akdeniz'le ilgili tasarısıyla ilgilenmişti. General Marshall ise buna
şiddetle direniyordu. Çünkü, Başbakanın salık verdiği yolun kendilerini Akdeniz'de
''sonu gelmeyecek'' bir harekâta sürüklemesinden ve bunun sonucu olarak da
ikinci cephenin açılmasının sürekli ertelemeye uğramasından korkuyordu (12).
Marshall, yine aynı nedenlerle, Churchill'in ortaya attığı, Türkiye'nin savaşa
girmesi için gerekli şartları yaratma fikrine de tepki gösterdi.
Türkiye'yi savaşa sokmak, Churchill'in tasarılarının merkeziydi ve daha
Müttefiklerin Kuzey Afrika'daki ilk başarılarından hemen sonra gösterdiği tepki
arasında, böyle bir ihtimale yer vermişti. Churchill, 18 Kasım 1942'de İngiltere
Genelkurmay Başkanlığı'na gönderdiği bir notta, Türkiye'yi savaşa sürüklemek
amacıyla ''elden gelen çabaların'' gösterilmesi çağrısında bulunuyordu (13).
Churchill, bu konuda gerekli aşamaları bile çizmişti. Türkiye'nin toprak
bütünlüğünü garantiye alacak üç müttefikin vaatleri Türkiye'yi askerî bakımdan
donatmak; güney kanatlarını güçlendirmek için Rusları sıkıştırmak ve böylece
Türklerin bir Mihver saldırısından çekinmelerini önlemek. Bir gün önce, 24
Kasım'da, tutumunu Stalin'e de açmıştı. Stalin sonradan, Türkiye'nin savaşa
katılmasının ''çok istenen'' bir şey olduğunu belirttiğini kabul etmiştir (14).
Churchill, Kazablanka'da Amerikalıları Türk topraklarını bir harekât üssü olarak
kullanmak ve Akdeniz'de Türk savunmasını hazırlamak için inandırmaya
çabalamaktan hiç geri kalmadı. Ancak, bu konuda da Marshall'ın güçlü direnişiyle
karşılaştı.
Yine de Amerikalılar ''Türkiye'nin etken bir biçimde savaşa katılma ilkesi''ni kabul
etti (15). Ayrıca, Sicilya'nın işgali ile ilgili İngiliz önerisine de ''peki'' dediler. Öte
yandan COSSAC dairesi Müttefik Yüksek Komutanlığı Kurmay Başkanlığı kurularak,
Manş'ı aşarak gerçekleştirilecek bir saldırının hazırlıklarının planlanması
sorumluluğu bu komutanlığa verildi. Böylece Kazablanka Konferansı, katılanların
istedikleri her unsuru kapsamış oluyordu. Amerikalılar ve İngilizler konferanstan
ayrılırlarken, geldiklerinden çok daha belirli bir biçimde nereye gittiklerini bilir
durumdaydılar kuşkusuz. Buna rağmen kendi kişisel amaçlarını kollamakta -
gerektiğinde farklı yö lere sapma pahasına - kararlı kaldılar.
Kazablanka Anlaşması ve Sonuçları - Churchill'le Roosevelt arasındaki
tartışmalardan çıkan anlaşmaya, Kazablanka Anlaşması denmiştir. Başbakan,
''Türklerle uğraşma işini'' İngilizlere bırakması için Başkanı ikna etmiş (16), bu
ülkenin İngiltere'nin geleneksel çıkar alanı içinde olduğunu savunarak,
''Türkiye'nin güçlendirilmesi için gönderilecek birliklerin çoğunluğunun İngiliz
birlikleri olacağını...'' eklemişti (17).
Başkanın bu duruma ''peki'' demesi, kendisinin Müttefiklerin çıkarlarını Türkiye'de
İngiltere'nin koruması eğilimiyle de bağdaşmaktaydı. 1941 yılı mart ayının
başlarında Washington'daki İngiliz Büyükelçisi Cordell Hull'a, Türkiye'ye Kiralama
ve Ödünç Verme Anlaşması uyarınca ayrılan tüm malzemelerin, Birleşik Krallık
aracılığıyla gönderilmesini Başbakan'ın desteklediğini haber vererek kendisini
oldukça şaşırtmıştı (18).
Bundan önceki olaya göz yumduğu halde, Kazablanka Konferansı'nda
Başbakan'ın İngilizlerin her şeyine ''peki'' demesi yüzünden Hull'ın epeyce canı
sıkılmıştı. 1943 yılı mart ayında, Eden'in Washington'a yaptığı ziyaret sırasında,
Türkiye'yle olan ilişkilerde İngiltere'nin birinci derecede rol oynamasını Başkanın
kabul ettiği izlenimi uyanınca, Hull'da yeni korkular belirmişti. Başkan,
Türkiye'deki bütün Müttefik çıkarları İngiltere'nin kollamasını kabul ettiği gibi,
gönderilen yardım malzemelerinin denetimini de onlara bırakmaya göz yummuştu
(19). Siyasal sorunlar üzerinde Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından olan Wallace
Murray, durum gerçekten böyleyse, ''ne... Ankara'da bir Amerikan Elçiliği
bulunmasına gerek var, ne de Washington'da bir Türk elçiliğine'' diye yazmıştı (20)
Kazablanka Anlaşması'nı anlamakta gösterdiği çabalar Hull'ı şaşkınlığa
düşürüyordu. Amiral William D. Leahy bu konuda şöyle yazmaktadır: ''Başkan, her
seferinde kendi özel onayı olmadan konferans üzerine bir haber sızdırmamamı
buyurmuştu.'' (21)
Bunun sonucu olarak da, İngiltere Elçiliği'nden bilgi isteyen Hull'a verilecek ''bir
anlaşma kopyası'' bulunamamıştı (22). İngiliz Elçiliği Birinci Kâtibi Bay Michael
Wright, Hull'ın Murray'e: ''...İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Kazablanka'da Başkan'ın,
Türkiye'ye karşı 'kozlarını oynaması' için Başbakan'a sorumluluk verişini
anladığını'' bildirerek endişe duyduğunu doğrulamaktadır (23). Hull bundan sonra
da uyarmalarını sürdürdü.
16 Temmuz'da Başkan yumuşadı ve Amiral Leahy, anlaşmanın bir kopyasını
kâtipliğe gönderdi. Anlaşmanın bir bölümünde şöyle deniyordu:
a. Türkiye topraklarının İngiltere'nin sorumluluk alanında kalması ve Türkiye'yle
ilgili bütün sorunların İngilterece yürütülmesi, yine Çin'le ilgili sorunları da Birleşik
Amerika'nın yürütmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır (24).
Ortak Kurmay Başkanlarının 20 Ocak tarihli altmış üçüncü toplantısında imzalanan
bu anlaşmanın son bölümünde, Başkan ve Başbakanın, ''...Türkiye ile ilgili tüm
sorunların İngilterece yürütülmesi kararının uygulanması için gerekli idari
kararların alınmasında anlaşmaya vardıkları'' da belirtilmektedir (25). Hull,
Türkiye'ye karşı Amerika'nın bağımsız davranışı konusunda hemen harekete geçti.
İngiltere Elçiliği'ne ve Ortak Kurmay Başkanlarına gönderdiği mesajlarda,
Ankara'daki Amerikan misyonunu, Türk hükûmetiyle olan ilişkilerinde bağımsız
hareket etme yetkisine sahip bulunduğunu söyledi. Sözgelişi Hull, 22 Temmuz
1943'te Leahy'a şöyle yazıyordu:
Tutanaklar, bakanlığın anlayışını onaylamaktadır... Ve böylece Kazablanka'da
varılan anlaşma, Amerikan hükûmetinin Türkiye ile olan ekonomik ve politik
ilişkilerinde tam bağımsız davranışını hiçbir biçimde sınırlandırmayacaktır (26).
Kazablanka Anlaşması'nın sonuçları, askerî araç ve gereçleriyle Kiralama ve
Ödünç Verme Anlaşmalarını yürüten taraflar için son derece açıktı. 22 Ocak
1943'te, yani Kazablanka Anlaşması'ndan iki gün sonra, Askerî Gereçler İkmal
Dairesi Ortak Sekreterliği'nden, Kiralama ve Ödünç Verme Dairesi'ne gönderilen
bir memorandumda, Kazablanka Anlaşması'nın sonucu olarak, ''...Türkiye'nin her
türlü donatım isteklerinin karşılanıp gönderilmesinden İngiltere sorumlu olacaktır''
deniyordu (27). Böylece, Türkiye'ye ''ileride yapılacak yardımlar''la donatım
araçlarının teslimi, bundan böyle Orta Doğu'daki İngiliz Askerî Komutanlığı'nın
''komuta görevi'' durumuna geliyordu.
Bu direktif üzerine ABD Harbiye Bakanlığı temsilcileri 29 Ocak'ta Türk Elçiliği'ne
gelecekte Türklerin askerî donatımla ilgili isteklerini İngiliz askerî makamlarının
Askerî Gereçler İkmal Dairesi'ne aktaracaklarını bildirdi.
Türkler, bu haberleri ''ağır bir darbe'' (28) ve ''müthiş bir şok'' (29) olarak
karşıladılar. Türk askerî ataşesi, Türkiye'ye yapılacak yardımın ''denetimini''
İngilizlere vermenin, ''Büyük Britanya'nın bir başka Müttefikine (Rusya'ya) karşı
Türkiye'yi zayıf bırakmak için verilmiş sözünü yerine getirme amacını güttüğünü''
belirterek, hükûmetinin kuşkularını dile getirdi (30).
Türk hava ateşesi de, ''Türk hükûmetinin hemen İngiliz ve Amerikan
hükûmetlerine gereken bilgiyi vererek, Türkiye'nin bundan böyle ne Birleşik
Amerika'dan, ne de Büyük Britanya'dan yardım isteyeceğini'' söyledi (31). O sırada
Dışişleri Bakanı Yardımcısı olan Dean Acheson, Türk tepkisini öğrenince, ''Türklerle
haberleşmenin kesilmesi''nin nedenini araştırdı (32). Yardımcıları, Acheson'a
Türklerle önceden girişilen bazı işbirliği denemelerinin süreksizliğinden dolayı,
ortak liderlerin bu kararının kaçınılmaz duruma geldiğini söylediler.
Bu coşkulu anlaşmazlık, sonradan hasıraltı edildi, 29 Ocak tarihindeki gürültülü
görüşmelerden sonra, Türk resmi memurlarının, istekleri karşılığında İngilizlerce
yapılarak yardımlar konusunda Amerikan temsilcileriyle danışmalarına göz yuman
bir yol benimsendi. Fakat, İngilizler savaş sona erinceye kadar ''Türklerle
didişmeyi'' sürdürdü. Yardımları kısacakları yerde -ki Türklerin asıl korkusu buydu-
Türkiye'nin enfrastrüktürünün kaldıramayacağı ya da güttükleri tarafsızlık
politikasının kabul edemeyeceği kadar geniş, belki de Türkiye'nin de istediğinden
çok yardım göndermeye çalıştılar.
Türk ilgilileri her şeye rağmen Amerikalılarla doğrudan doğruya ve aracısız
ilişkide kalmayı tercih etti. George V. Allen, 16 Mart 1943'te Türkiye üzerinde
yaptığı genel bir özetlemede şöyle yazıyordu:
''Zaman zaman burada görevli... Türk memurları bizimle doğrudan doğruya ilişki
kurmak istediklerini belirttiler... Nereye daha iyi dayanabileceklerini... Özellikle
kime borçlandıklarını bilmek istemekte ve daha geniş bir denetim hakkı için...''
(33).
Allen, bakanlıktaki üslerine Türk hükûmetinin, Birleşik Amerika'nın ilgisini çekme
konusunda umutsuzluğa kapılmaya başladığını bildirmişti. Bunu Müttefik
zaferlerinin üzerlerindeki ''heyecanı kırbaçlaması''yla yorumluyordu. ABD'nin,
İngilizlerin aracılığı dışında kendileriyle doğrudan doğruya ilişki kurmaktaki
çekingenlikleri karşısında Türk önderleri Birleşik Amerika'nın kendilerini ne derece
destekleyeceği, ne kadar koruyacağı, daha açık bir deyimle, nasıl savunacağı
konusunda ciddi bir kararsızlık ve tedirginlik içindeydiler.
Kazablanka Anlaşması'nın sonuçları, özellikle 22 Ocak tarihli Askerî Gereçler İkmal
Dairesi direktifinin yankıları, Ankara'da derin bir biçimde kendini duyurmuş ve
büyük anlam kazanmıştı. Bu elbette ki, Türkiye'ye yapılacak bir yardımın şu
hesaba değil de, bu hesaba geçirilmesi sorunu değildi yalnızca. Türklerin
düşüncesine göre Amerikan politikasını çizenler, Güneydoğu Avrupa'da oynayacak
bir rolleri olmadığını düşünmekteydiler. Roosevelt, Churchill'in görüşünü kabul
etmiş ve İngilizler ''Türklerle diledikleri gibi oynama'' fırsatını kazanmışlardı.
Üstelik bu, bütünüyle İngiltere ile Amerika'yı karşılıklı ilgilendiren bir sorun gibi
görünüyordu. Amerikalılar Çin'e karşı nasıl davranacaklarsa, İngilizler de
Türkiye'de öyle at oynatacaklardı. Türkler içinse böyle bir denklem, hiç de istenilir
türden bir şey değildi. Türk politikasını çizenler, Güneydoğu Avrupa'da Amerikan
varlığından yanaydılar (34). Bu biraz da, Rusya'nın savaştan sonra Avrupa'yı
''Bolşevikleştirmeye'' kalkışmalarından korktukları içindi. Ankara'nın
Washington'la ilişkilerini kesmeyi hedef tutan her türlü anlaşma ya da
Washington'un Türkiye'ye karşı doğrudan doğruya sorumlu olmasını engelleyen
kararlar, Türk devlet adamlarını endişelendiriyordu (35)
Kazablanka Anlaşması'na karşı gösterdikleri tepki de, uzun tarihsel deneylerinin
sonucuydu. Sözgelişi, Menemencioğlu zihninde, Osmanlı İmparatorluğu'nun
''Avrupa'nın hasta adamı'' diye anıldığı dönemin hatıralarını canlandırıyordu (36).
Türkiye'nin tek bir Avrupa devletinin etki alanına girmesi ihtimali, kendisini
çileden çıkartmaya yetiyordu (37). Belli başlı Türk yöneticilerinin tümü için durum
böyleydi. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz işgalinden edindikleri deneyler,
şimdi gerçek bir işbirliği konusunda Türkleri haklı olarak kuşkulandırmaktaydı.
13 Temmuz 1943'te Menemencioğlu, Kazablanka Anlaşması karşısında tepkisini
açıkça von Papen'e duyurdu. Alman Büyükelçisi kendisine, Türkiye'yi İngiliz etki
alanına aldıklarını düşündüğünü söyleyip, ''Öyle değil mi?'' diye sorunca, Türk
Dışişleri Bakanı da, ''Bütünüyle böyle oldu'' karşılığını verdi. Ve ardından şöyle
ekledi: ''Türkiye, İngiliz etki alanı içindedir, tıpkı Rusya'nın Amerikan etki alanı
içinde bulunduğu gibi.'' (38)
Menemencioğlu, haklı olarak Kazablanka Anlaşması'nı, ABD'nin sağladığı
gereçlerin yorumlanmasının kararlaştırıldığı bir anlaşma olarak nitelemişti.
Menemencioğlu'nun öfkesi artık belirgindi. Amerikan Elçisi Steinhardt'ın,
Amerika'dan gelen bir gemi dolusu buğday için Türk yetkililerin İngiltere'ye
teşekkür etmek zorunda kalışlarından yakınmalarına üzerine verdiği karşılıkta,
''Bu 62.000 ton buğdayı kendi hesaplarına geçirmeniz için İngilizler beni her gün
sıkıştırıyor'' demişti (39). Menemencioğlu ayrıca Steinhardt'a şikayetini yazılı
olarak bildirmesini hatırlatmıştı. Türk Dışişleri Bakanı, ''Tabii, bu yazılı şikayet
hiçbir zaman gönderilmedi'' demektedir.
Dolayısıyla Kazablanka Anlaşması Türk önderlerine iki şey göstermekteydi:
Birincisi, Amerika'nın Türkiye'den yavaş yavaş elini eteğini çektiği; ikincisi de,
İngiltere'ye, sömürgeci bir devlet gibi davranma hakkının tanındığı. Böylece,
Menemencioğlu'nun savaştan sonra Avrupa devletleri arasındaki ilişkilerde güçler
dengesi yoluyla durulmaya varılacağı üzerine umutları sarsılmış oluyordu. Ancak,
Kazablanka Anlaşması'nda kayıtsız şartsız teslim ilkesi olmasaydı, herhalde
Türklerin gözünde önemi yine de bu kadar büyük olmayacaktı.
Kayıtsız şartsız teslim ilkesi. - Roosevelt'in 24 Ocak'ta barış görüşmeleri için
ancak kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul ederlerse Almanları muhatap kabul
edebileceğini açıklaması, Türk önderleri üzerinde tam bir şok etkisi yaratmıştı. Bu
ilkeyi, Almanya'nın bir güç olarak Avrupa'dan silinmesi diye kabul ediyorlardı.
Türkler bu önerinin sonuçlarının neler olabileceğini mantık yoluyla
hesaplayabilmekteydiler: Almanya bütünüyle ortadan kaldırılırsa, Ruslar
Avrupa'ya egemen olabilmek için artık serbest kaldıklarını düşünebileceklerdi.
O zamanlar Feridun Cemal Erkin de bunu ileri sürmüş, ''Güçlü bir Almanya'nın
varlığının, Avrupa'daki denge ve barış için şart olduğu, Türklerin şaşmaz bir
inancıydı'' demiştir (40).
Türk önderleri kayıtsız şartsız teslim politikasını acı sonuçlarından kurtarmak
şartıyla benimsenmeye yaraşır görmüşlerdi. Böylece, Almanya'yı yeniden
güçlendirmek ve ''Rusların Orta Doğu'ya doğru ilerlemelerini durdurmak içni
savaşın sona ermesine bir engel hazırlamak'' mümkün olabilecekti (41). Türk
devlet adamları, kayıtsız şartsız teslim ilkesinin işgal bölgeleri sınırlarının
çizilmesini nasıl etkileyeceğini de çok iyi tahmin edebiliyorlardı. Adana'da ve daha
sonra çeşitli zamanlarda Türk politikasını çizenler, Müttefik yetkililerini sık sık
uyarmış, ''Sovyet kuvvetlerinin... Müttefik ordularıyla buluşacakları... Almanya
içindeki hattın, özgür Avrupa ile, Sovyetleştirilmeye bırakılacak Avrupa toprakları
arasındaki sınır olacağını'' tekrarlamışlardır (42). Türk önderleri, Müttefiklere bu
sınırın ''mümkün olduğu kadar doğuda bir yerde olması'' konusunda sürekli
uyarılarda bulunmuştur (43). Ancak, Türk devlet adamlarının ifade ettiklerine
göre, Batılı Müttefikler bu uyarmaları dinlemek istememiştir. Bir seferinde
Menemencioğlu durumdan şöyle yakınmıştır: ''Şunlara (İngilizlere ve
Amerikalılara) Rus çığına karşı koyabilecek tek güç olan Alman askerî potansiyelini
yok etmeye fırsat bulamadan önce, Ruslarla savaşmaya başlayacaklarını anlatmak
için kendimi helâk ettim'' (44).
Türkler yavaş yavaş İngilizlerin uyarılara kulak asmamaktaki inatlarını, bu
uyarıları dinlemeye niyetli olmadıkları biçiminde yorumlamaya başlamışlardı.
İngiltere'nin koruyucu tavrından sinirlenen Türk önderleri, İngilizlerin bu kez de
Rusların yararına Türkiye'nin sorumluluğunu taşımaktan caymasından
korkuyorlardı (45). Türk önderleri, İngilizlerin Rusya ile gizli bir anlaşma yapmış
olmalarından ve Stalin'in sonuna kadar savaşmayı kabul etmesi şartıyla, Ruslara
Türkiye'de rahatça at oynatma hakkını tanıdıklarından kuşkulanmaktaydı. Eğer
öyle olursa, Türkiye, Sovyetler Birliği'nin karşısında tek başına bırakılacaktı (46).
Üstelik, kayıtsız şartsız teslim ilkesinin açıklanması da bu tahmini doğruluyordu.
Türklere göre, Erkin'in deyimiyle ''Kayıtsız şartsız teslim ilkesi, Müttefik
politikasının yaptığı en büyük yanlış''tı (47). Savaşın ''fanatik bir yön''e sapmasına
yol açmıştı. Ve ''Almanya'nın kaderini düzene koyma amacı düşünülürken, bütün
Avrupa'nın kaderini düzene koymuştu (48). Böylece Türk önderleri Kazablanka'dan
sonra son derece tehlikeli yeni bir durumla karşılaştıklarını kabul ettiler.
Müttefikler, Almanya'nın gücünün ''kayıtsız şartsız teslim'' ilkesiyle yok edilmesine
karar vermişlerdi. Rusya açıkça avantajı duruma geçiyor ve Almanya'nın yok
olmasıyla birlikte karşısında GüneyDoğu Avrupa'ya beslediği iştahı gemleyecek
hiçbir ciddi güç kalmıyordu. İngilizler ise, ya tehlikeyi görmek istemiyor, ya da
görmek ellerinden gelmiyordu; ama, bir yandan da Ruslarla sıkı işbirliği yapıyor,
mümkün olursa Türkiye'yi de Almanya'ya karşı savaşa girmeye zorlayarak kendi
çukurlarını kazıyorlardı. Amerika'ya gelince, her zamandan da çok Türk
önderlerine karşı umursamaz ve uzaktı. İşte Türkler bu düşünceler arasında
bocalarken, Başbakan Churchill'in, Türkiye'ye gelmeyi tasarladığını öğrendiler.

ADANA KONFERANSI: BİR


ANLAŞMAZLIKLAR TOPLANTISI

Adana Görüşmeleri - Churchill, Sicilya'nın işgaliyle ilgili İngiliz planlarının


Amerikalılarca kabul edilmesi karşısında iyice cesaretlenmişti. Bunun üzerine
Akdeniz'deki stratejisinin kilit noktası olan Türkiye'yi savaşa sokma planlarını da
gerçekleştirmek için, ise Türk devlet adamlarını ziyaret etmekle başlamayı
kararlaştırdı (1). Churchill'in savaş kabinesi bunu pek hoş karşılamamıştı. Bunun
üzerine Başbakan'a, ''1941'de edindiğimiz deneye göre onlardan (Türklerden)
Kıbrıs konusunda aldığımız söz, Ankara'da hemen geri çevrildi. Bu nedenle sizin
yeniden bir terslenme ya da başarısızlıkla karşılaşmanızı istemiyoruz'', dediler (2).
Eden de o günleri anarken şöyle söylemektedir:
''İşin Türkleri ilgilendiren yönü canımı sıkıyordu. Bu inatçı bölgede bir sonuç elde
edebileceğimizi sanmıyorum'' (3).
Churchill bunlara hiç kulak asmayınca, Eden: ''Biz de feryadı bastık'', diyerek
şunları ekliyor: ''Kanıtların en iyisi bizde ama, alacağımız sonuç en kötüsü olacak,
dedik'' (4).
Cumhurbaşkanı İnönü, Başbakan Churchill'le buluşmak için Adana'ya giderken,
aklında iki düşünce vardı: Churchill'i, Rusların savaş sonrası niyetleri üzerine
uyarmak ve İngilizlerin savaş gereçleri ve silâh yardımlarını artırmalarını sağlamak
(5). İnönü hâlâ bir Alman saldırısından korktuğu halde, Adana'da zihnini asıl
uğraştıran sorun, Rus tehdidi ile, İngilizlerin buna karşı ne yapabilecekleriydi (6).
Bütün Türk delegasyonu için aynı sorun söz konusuydu. Saraçoğlu'nun 1939'daki
talihsiz Moskova ziyareti ''kuvvetli bir hatip'' olarak ortaya çıkmak için kendisine
iyi bir fırsat hazırlamıştır (7). Saraçoğlu da, Churchill'in kendisi
''Rusya bir emperyalist kuvvet olabilir görüşünü ifade etmemiş miydi?'' diye
sordu. Bu ihtimal, ''Türkiye'nin çok ihtiyatlı olmasını gerektiriyordu.'' Müttefiklerin
zaferinden sonra Türklerin toprak bütünlüğünü kim garantiye alacaktı? Saraçoğlu,
uluslararası bir güvenlik örgütünden ''çok daha gerçek bir şey'' aradıklarını
söyledi. Bütün Avrupa, Slavlar ve Komünistlerle doluydu. Almanya yenilenecek
olursa, yenilgiye uğrayan ülkelerin hepsi Bolşevik olacak ve Slavlaşacaktı (8). Tıpkı
şefi gibi, Erkin de bunları hissediyordu. Adana'ya hareketinden önce Erkin'in,
''İngiltere ve Amerika bir gün, en seçme gençlerini Avrupa'yı Bolşevik tehdidinden
korumak için feda ettiğinden Almanya'ya minnet borçlanacaklardır'', dediği
söylenir (9).
Erkin sonradan, Türk delegasyonunun, Rusların kendilerini hazırlıksız savaşa
girmek için sıkıştırmalarından korktuğunu, böylece bir Rus istilâsına karşı çanak
açılmasından çekindiğini ileri sürmüştür. Türkler, Polonya'dan örnek alarak bunu
sezinlemişlerdir. Polonya örneği, dramatik bir biçimde, ''Rusların, savaş felâketi
nedeniyle Türklerin düşeceği zayıf durumdan yararlanmak için ellerinden geleni
yapacaklarını'' göstermekteydi (10).
Tabiî bütün bu sorunlar, içi kaynayan ateşli Başbakanın Adana'ya vardıktan sonra
dinlemeye niyetli olduğu şeyler değildi elbette. Bu nedenle de ilk işi, ev
sahiplerine güven duygusu aşılamaya çalışmak oldu. ''İşler hiç de beklendiği kadar
kötüye dönüşmez'', dedi (11). ''Rusya'da Almanya'nın yolundan gitseydi, ben
onların da dostu olmazdım. Böyle bir şey yapacak olursa, Rusya'ya karşı en iyi
çareyi bulup yaratırız ve bunu Stalin'e de söylemekten çekinmem'' (12). Churchill
daha başlangıç konuşmalarında, Müttefikler koalisyonu adına harket ettiğini
açıkça belirtmekten geri kalmamıştı. Adana'ya gelişi gerek Birleşik Amerika,
gerekse Sovyetler Birliği'nce desteklenmekteydi. Rusların, Stalingrad'da kazandığı
zafer, Müttefiklerin talihinde dönüm noktası olmuştu. Stalin'in, Türklerden
yapmalarını istediği şeye, Ankara omuz silkmemeliydi. Churchill en sonunda: ''Ben
Başbakan Stalin'in, Türkiye'yi silâhlanmış ve kendisini saldırıya karşı hazır görmek
istediğini biliyorum'' diye görüşlerini özetledi (13), Aydemir haklı olarak,
Churchill'in, ''Türk devlet adamlarının bu tür garantileri ciddiye almayacaklarını
bilmesi gerekirdi'', demektedir (14).
Churchill, Almanya'nın yenilgisini çabuklaştırmak niyetiyle Adana'ya gelmişti.
Türkiye'nin Mihver'e karşı bu konuda oynayacağı rolü çabuklaştırmak için baskı
yapmaktan çekinmeyecekti. Churchill'in mantığına göre doğacak yeni bir durum
karşısında Türkiye, kendisini Doğu'ya yönelmiş bir Alman tehdidine karşı
savunmak zorunda kalabilirdi. Özellikle Almanya'nın petrole ve öbür madenlere
karşı ihtiyacı daha da artarsa, bu ihtimal gerçekleşebilirdi: ''Yaz aylarında
Almanların merkezden bir yarma hareketine kalkışmaları mümkündür.'' Türkler çok
geçmeden karşı saldırıya geçecek duruma gelebilirdi. Özellikle, ''duvarın
tuğlalarından birini altından çekmek için'' harekete geçebilir ve böylece bütün
yapının çökmesini hazırlayacak ülkelerden biri olabilirdi. Başbakanın
söylediklerine göre, Türklerin tanka, cephaneye ve silâha ihtiyacı vardı; bir de
bunları kullanmayı öğrenmek için eğitime ''Türk ordusunun görüntüsü karşısında
hayal kırıklığına uğradım'', diyen Churchill, ''Savaş alanında kesin sonucun
alınmasında çok önemli olan'' modern donatımdan yoksun ordunun, savaşa
giremeyecek durumda olduğunu söylüyor ve: ''Bu benim, Türkiye'nin tutumunu çok
iyi anlamama yaradı'', diye ek liyordu. ''Bizler (İngilizler) bu konularda boş gurura
kapılmayız...'' Amerikalılar, diyordu. Churchill, İngilizlere çok daha modern araçları
kullanmayı öğrenmişlerdi. Şimdi de aynı şeyi İngilizler, Türklere öğretebilirdi.
Özellikle bu görüş, havaalanları yapımı açısından geçerliydi. ''Yuvalar hazırlanınca''
ve Türkiye savaşa hazır duruma gelince, Churchill, en az yirmi bir İngiliz hava
filosunun gönderileceği üzerine söz verdi (15).
Türkler yine de kuşkulanıyordu. İstanbul yapılarının ahşap olduğunu, Almanlar öç
almak için burayı hedef seçerlerse, Belgrad gibi acı bir sona uğrayacaklarını ilerir
sürdüler (16). Almanya, belki artık Müttefikleri amansız bir hava ablukasına alacak
güçte değildi, ama, Cumhuriyet rejiminin yirmi yıllık çabalarını kül yığını durumuna
getirebilecek gücü vardı herhalde. Naziler Boğazlara egemen olabilir, Müttefiklerin
Ege'deki çıkarlarına büyük zararlar verebilirlerdi. Türkiye'nin tek kömür bölgesi
Zonguldak, Bulgaristan'daki Alman hava üslerinden en çok yarım saat uzaktaydı;
dolayısıyla, kolayca tahrip edilebilirdi (17). Türk sanayi kuruluşları da ancak''Bir
elin parmaklarıyla sayılacak kadardı: (18) Asla tam randımanla çalışamayan üç
petrol rafinerisi, bir de Çatalağzı elektrik santralı... ''Tek bir darbe''yle (19) Türk
sanayi kapasitesi ortadan kaldırılabilirdi. Türk önderleri bu sefer ve yeniden acele
silâha ihtiyaçları olduğu konusunda Churchill'i etkilemeye çalışıyorlardı.
İngiltere Başbakanı'nın saat birde görüşmelerden ayrılmasıyla, birinci gün
görüşmeleri sona ermiş oldu. Churchill, sabah erkenden kalkıp Türklerin kabul
edeceklerini umduğu bir öneriler listesi hazırladı. Pensees Matinales ya da ''Sabah
Düşünceleri''ne, daha sonra ''Savaş Sonrası Güvenliği Üzerine Notlar'' adını verdi
(20). Churchill'in listeyi Türklere sunuşundan bir gün sonra, Ankara'daki İngiliz
Büyükelçisi'nce Büyükelçi Steinhardt'a verilen bu düşüncelerin bir özeti şöyleydi:
1. İngiltere, Türkiye'den bu ülkenin çıkarlarıyla bağdaşmayan hiçbir şey
istemeyecek ve eğer felâketle sonuçlanacak gibiyse, Türkiye'den savaşa girmesini
de istemeyecektir. Buna uygun olarak Türkiye'nin geçerli taahhütlerine de karşı
çıkmayacaktır.
2. Almanya'nın petrol ihtiyacı ve doğuya doğru genişleme isteği, Mihver'i,
düştüğü umutsuzluk içinde Türkiye'ye saldırma zorunda bırakabilir. Bu tehdit
karşısında Türkiye güçlü olmalı ve silâh durumu gelecek aylar içinde
düzeltilmelidir.
3. Almanya, Türkiye'ye saldırmayacak olsa bile, Türkiye'nin çıkarları, Balkanlar'da
anarşiyi önlemek için savaşa girmesini zorunlu kılabilir. Bu şartlar, Almanlar'ın
gittikçe artan düşkünlüğü, Bulgaristan'daki kargaşalıklar, Transilvanya yüzünden
Romanya ile Bulgaristan arasında çıkabilecek bir çatışma ya da daha yoğun bir
Yunan ve Yugoslavya direnişiyle doğabilir. Dolayısıyla Türkiye'nin savaşa girmek
zorunda kalan bir devlet olması ihtimali gözden uzak tutulmamalıdır.
4. Türkiye savaşa girmeden de Birleşik Amerika'nın savaşa girmeden önceki
durumuna benzer bir duruma, yani ''katı bir tarafsızlıktan ayrılma''ya yönelebilir.
Sözgelişi, Romanya petrol tesislerinin, on iki adanın ve Girit'in bombalanması için
Türk havaalanlarının kullanılmasına izin verebilir. Almanya ve Bulgaristan
''Türkiye'nin daha etken bir biçimde savaşa katılmaması için'' buna ses
çıkarmayabilirler.
5. Rusya, Haziran 1941 sınırlarının ötesinde herhangi bir toprak isteğinde
bulunmaktan vazgeçmiştir. Türkiye, savaşta tam tarafsızlıktan ayrılırsa büyük
çapta yardım görecek ve savaştan sonra toprak bütünlüğü için gereken bütün
garantileri alacaktır. Büyük Britanya da, savaştan sonrası için Türkiye'ye, öbür
devletlerden ayrı olarak güvence verecektir. Bu tür anlaşmalarda Başkan
Roosevelt de kendisiyle seve seve işbirliği yapacak, Birleşik Amerika, barışta
sorunların çözümlenmesi için bu yönden olanca ağırlığını koyacaktır. Aynı
zamanda, Birleşik Amerika Anayasası'nın Avrupa için daha geniş yükümlülüklere
girmeye uygun olmadığı görmezlikten gelinmelidir.
6. Savaştan sonra güvenliğinin korunması için Türkiye'nin ''galip ülkeler yanında''
bulunması önemlidir. Almanya ezildikten sonra da, Türklerle işbirliği gerekli
olabilir.
7. Savaşın sonunda Birleşik Amerika dünyanın en güçlü ulusu durumuna gelecek
ve Birleşik Amerika'nın bir daha Avrupa savaşlarına katılmamasını sağlamak için,
uluslararası sağlam bir örgüt kurmayı isteyecektir. Bu örgüt, saldırganların
silâhsızlandırılmasını isteyecek ve öncekinden de güçlü bir uluslar birliği
çağrısında bulunacaktır (21).
Bu noktalar ve askerî bir görüş birliği üzerinde 31 Ocak sabahı geç saatlerde
anlaşmaya varıldı.
Adana'da, iki askerî karar alınmıştı. Müttefikler, Türkiye'nin savunma güçlerinin
bir yıllık hedef ihtiyacını karşılayacak olan silâh stoklarını hemen gönderecekti; bir
de, Türkiye savaşa katılırsa, İngiltere, aralarında İstanbul ve İzmir'de olan bazı
özel bölgelerin korunması için hava savunma gücüne katkıda bulunacaktı.
İngilizler ayrıca, bazı kara birlikleri göndermeyi de vaat etti. Türkler savaşmaya
başladıktan sonra, İngiliz komutası altındaki bağımsız bir hava filosuyla Türk
komutası altına verilecek birer İngiliz tanksavar ve uçaksavar birliği de
gönderilecekti. Türkiye'ye yollanacak araç ve gereçlerin bir listesi de
hazırlanmıştı. Bunlara sonradan ''Adana Listesi'' adı verilmiştir (22).
Adana'dan Sonraki Şüpheli Hava - Churchill, 2 Şubatta Stalin'e gönderdiği
telgrafta, ''Türklerin bize yaklaştıklarına hiç şüphe yok'' diyor ve ardından şöyle
ekliyordu: ''Fakat, bizim yanımızda savaşa katılmalarına karşılık kendilerinden,
kesin hiçbir siyasal vaat istemedim.'' Ayrıca, Türkiye'nin yıl sonundan önce
Müttefiklerin davası yanında yer alabileceğini, bunun için de Amerikalıların
kullandığı ''tarafsızlığın sınırlı yorumlanışı'' yolunu seçeceklerini söylüyordu.
''İngiliz ve Amerikan bombardıman uçaklarının saldırılarında ikmal amacıyla
havaalanlarını kullanmamıza izin verebilirler'' diye yazmış, ''Kendilerini Anti-Hitler
sistem içinde öncekinden daha iyi bir yere yerleştirmeniz için size bu telgrafı
gönderiyorum'' demişti (23). Her şeye rağmen Cumhurbaşkanı İnönü'nün, Stalin'in
savaş sonrası niyetleri bakımından bir dereceye kadar Churchill'i uyarmış olduğu
anlaşılmaktadır. Churcill, Rus başbakanına, Türklerin Sovyetler Birliği'nin büyük
gücü karşısında güttükleri politikada çekingen olduklarını bildirmişti. Churchill,
''SSCB''nin göstereceği her türlü dostluk belirtisini hoşnutlukla
karşılayacaklarından da eminim'' diye ekledi (24). Fakat Stalin ne Churchill'in
İnönü'yle yakın kişisel ilişki kurması, ne de Türklere güvence vermesi konularından
pek etkilenmişe benzemiyordu.
Türkiye'nin uluslararası durumu nezaketini koruyor... Bugünkü şartlar altında
Türkiye'nin, SSCB ve Büyük Britanya'ya karşı yüklendiği taahhütleri, Almanya'ya
karşı yüklendiği taahhütlerle nasıl bağdaştırmayı düşündüğünü bir türlü açıkça
göremiyorum. Yine de Türkiye, SSCB ile daha dostça ve içten ilişkiler kurmak
istiyorsa, bırakın, ifade etsin bunu. Bu durumda Sovyetler Birliği, Türkiye'yle yarı
yolda karşılaşmak ister (25).
Stalin, Başbakan'ın, Türklerin Müfettik davasına ne gibi bir katkıda bulunacakları
konusundaki düşüncelerine karşı çıkmakta hiç kararsızlık göstermedi. Ancak,
Churchill'in Stalin'e gönderdiği telgraftan, Adana'daki görüşmelerine hiç olmazsa
ölçülü bir başarı gözüyle baktığı belli olmaktadır. Bu alanda umulan başarı,
Churchill'in ifadesine göre Türkiye'yi doğrudan doğruya savaşa sokmak değil,
fakat yardımcı olmasını sağlamak, güçlerini hemen seferber edebilecek,
havaalanlarının kullanılmasına izin verecek Batılı Müttefiklerin Balkanlar'da
güvenebileceği gerçek bir ortak olarak hazırlamaktı. Stalin'in bu alandaki görüşü,
aslında daha da gerçekçiydi. Türkler Adana'dan, bu eylemlerden hiçbirini, gerek
moral, özellikle de siyasal yönden yerine getirmeyi yükümlenmedikleri duygusuyla
ayrılmışlardı (26).
Türk politikasını çizenler, Churchill'in kendilerine içlerinden bir seçme
yapabilecekleri birtakım öneriler bıraktığı inancıyla Ankara'ya döndüler. Bu
seçmeyi de, askerî ve siyasal durumlardaki gelişmeleri değerlendirip bunların
ışığında yapabilecekleri kanısındaydılar. Aslında Churchill'in, Türkleri belirli bir
eyleme zorlamamış olması, Türk politikasını çizenlerle Türk kamuoyunda genel bir
ferahlık yaratmıştı (27). Churchill de Londra'ya döndükten sonra Türklerin
İngilizlerle özel bir gizli anlaşma yaptıkları üzerine çıkartılan söylentileri
bastırmaya çalıştı. ''Times'' gazetesi, Ege adalarını ve Yunanistan'ı kurtarmak için
Adana'da gizli bir Türk-İngiliz ittifakı imzalandığını yazdığı zaman (28), 11 Şubatta
Parlamento'da konuşan Churchill, bu tür spekülasyonların ''Türkiye'nin başını
derde sokmaktan başka'' bir şeye yaramayacağını söyledi (29). ''Türkiye'nin
müttefikimiz olduğu''nu belirtip, müttefiklerin ''hikâyenin bölüm bölüm gelişmesini
beklemeleri gerektiğini, işi aceleye getirmeye kalkışmanın çılgınlık olacağını'' (30)
ekledi. Türk yorumu da buna benzer bir çizgi izledi. Türk gazeteleri, Basın-Yayın
Umum Müdürlüğü'nün ağzından, ''Türkiye'den hiçbir istekte bulunulmadığını,
Türkiye'nin de hiçbir taahhüde girmediğini'' belirtti (31).
Öbür meslektaşları gibi Asım Us da, İngiltere Başbakanı'nın Adana'ya Türkiye'nin
1943'te çarpışacağı savaş alanlarını tespit etmeye geldiği yolundaki
spekülasyonları yalanlamak için yazmaktan geri kalmadı (32). Us, eğer böyle bir
şey olsaydı, Adana toplantısının Kazablanka Konferansı'ndan önce yapılması
gerekeceğini, çünkü Müttefiklerin 1943 yılı saldırı planlarını ''en ince ayrıntılarına
kadar'' bu konferansta tespit ettiklerini ileri sürdü. Böylece Türk politikasını
çizenler, zaman kazandıklarına ve hiçbir yükümlülük altına girmeden gerekli araç
ve gereçleri sağladıklarına inanarak Adana'dan ayrıldılar. Nadir Nadi'nin de ileri
sürdüğü gibi, Adana Konferansı ve bunu izleyen olaylar, ''ilginç bir satranç
partisi''ne benzemekteydi ve İnönü'yle öbürleri, Batılı Müttefikler büyük
fedakârlıkta bulunmayı kabul etmişti (33). Şimdi geriye bakılınca, gerek Türk,
gerekse İngiliz açısından Adana Konferansı'nın hiç de başarılı olmadığı
anlaşılmaktadır. Churchill, Türkleri daha etken bir biçimde müttefiklere yardımcı
olacakları bir politika izlemeye razı edememiştir. Türkler de, Rusların gerçekten
saldırgan bir genişleme politikası eğiliminde olduklarına İngilizleri
inandıramamışlardır. Fakat, her iki yan da, eskisine oranla karşı yanı biraz daha
aydınlattığı düşüncesindeydi. Bu da, İngiltere'yle Türkiye arasında
anlaşmazlıkların artmasına ve daha çok karşılıklı diş bilemeye yol açmıştır (34).
Adana Konferansı'ndan sonra Adana'da can alıcı iki konuda beslenen duygular,
her şeye rağmen durumunu koruyabildi. Türk politikasını çizenler, karşılaşacakları
en büyük tehlikenin Sovyet tutkuları olacağına inanmayı sürdürdüler; bu tutkuları
gemlemek için İngilizlerin de hiçbir şey yapmayacaklarına olan inançları sarsılmadı
(35).
Churchill'in, Sovyetlerin Türklere karşı, yalnız iyi niyetler besledikleri üzerine
acemice diretişi, İngilizler'in Avrupa'daki durumlarını güçlendirmek için ''Rusya ile
ayrı bir anlaşma''ya yanaşacakları korkusunu daha da artırmıştı (36). Elbette,
böyle bir anlaşma da ancak ''Türkiye'nin çıkarlarına ters düşen bir gelişme olarak
gerçekleştirilebilirdi (37).
Adana Konferansı'nın bir tek olumlu sonucu olmuştu; o da, Churchill'in, Türkleri
Rusya'ya karşı yeni bir diplomatik anlayışı uygulamaya ikna edebilmesiydi (38). 13
Şubat'ta Dışişleri Bakanı Menemencioğlu, Ankara'daki Sovyet Büyükelçisi
Vinogradov'a, hükûmetinin Sovyet-Türk ilişkilerini geliştirmek amacıyla
görüşmelere başlamak istediğini bildiriyordu. Adana Konferansı ile ilgili olarak
Churchill'le Stalin arasındaki haberleşmeden sonra, Türkiye'den o zamanki
Moskova Büyükelçisi olan Cevat Açıkalın, hükûmetinden Türk-Sovyet ilişkilerini
geliştirmek için yeni bir formül bulunması konusunda Molotov'u işbirliğine çağırma
talimatı almıştı. Açıkalın, özellikle Adana Konferansı'ndan sonra yayınlanan İngiliz-
Türk bildirisine benzeyen bir Rus-Türk ortak bildirisi yayınlanmasında diretiyordu
(39). Stalin, 2 Mart'ta Türklerin yeni diplomatik çabaları üzerine Churchill'e bilgi
verdi (40). Ancak, Türklerin Adana'da korktukları şey, konferansı izleyen aylar
içinde gerçekleşti. Sovyetler Birliği'nin savaştaki kaderi değiştikçe, kendilerini
daha kuvvetli hissetmeye başladıkça, Türklere karşı tutumları da olumsuz yönde
değişmeye hatta tehdit edici bir niteliğe bürünmeye başladı (41). Molotov,
Türklerin yanaşma önerilerini geri çevirdi, Türk-Sovyet ilişkilerinin ancak
Türkiye'nin savaşa girmesiyle düzelebileceği gerekçesiyle bunu yersiz ve zamansız
buldu (42). Böylece, Türklerin, Churchill'in de önerdiği gibi, Ruslarla bir ''modus
vivendi'' (geçici uzlaşma) için yaptıkları diplomatik teşebbüs geri çevrilmiş
oluyordu (43). Stalingrad savaşından sonra ve özellikle Adana Konferansı'nı
izleyen dönemde Sovyetler Birliği hiç çekinmeden, Türklerin savaşa
katılmayışlarını eleştirmeye başladı (44).
Rusların, Adana Konferansından sonra Türk tarafsızlığını eleştirmeleri ve
Türklerin Sovyetlerle aralarındaki diplomatik ilişkileri düzeltmek için yaptıkları
teşebbüsleri geri çevirmeleri, Türkiye'nin özellikle Rusya'ya karşı güçlendirildiğini
belirten Alman kaynaklı raporlarla da desteklenmiş olabilir. Alman Büyükelçiliği'ne
ulaşan haber alma raporlarına göre ''Adana Konferansı Sovyetler Birliği'ne karşı
düzenlenmiş''ti; hatta ''Alman orduları Dnieper nehrinin ardına atılacak olursa,
Türkiye etken bir biçimde Müttefiklerin yanında savaşa katılacaktı.'' (45).
Erkin, Sovyetler'in bu raporlardan haberli olduklarını ve endişelerinin gittikçe
arttığını ileri sürmektedir (46).
Erkin ayrıca, Sovyetlerin Balkanlara Sovyet sızmasını önleyecek bir Balkan
federasyonu için Türkiye'nin teşebbüsleri olduğuna inandıklarını da ileri
sürmektedir. Alman haber alma servisi de, Adana Konferansı'ndan sonra Berlin'e
buna benzer raporlar göndermiştir. Oysa gerçek böyle değildi. Turgut
Menemencioğlu'nun deyimiyle, ''Savaşı Balkan sınırlarında durdurma fikri,
Saraçoğlu ve Türk hükûmetince, savaşın patlamasından hemen önce içtenlikle
benimsenmiş bir fikirdi''; ama, ''1942'de bir Balkan federasyonu kurulması görüşü,
hayalden başka bir şey olamazdı (47).
Menemencioğlu, haklı olarak Türklerin, Balkan ülkelerinin ve Türk sınırlarının
bütünlüğünü Balkan ülkesi olmayan devletleri dışarda tutacak bir federasyonla
korumasını istediklerini belirtmektedir. Türkiye de ''on yıldan beri güdülen bir
fikrin sonucu'' sayılacak böyle bir federasyona elbette katılırdı. Oysa bir şeyi soyut
olarak istemekle bunu gerçekleştirmek arasında belirli bir fark vardır. Adana
Konferansı'ndan sonra ortaya çıkan yeni şartlar, Rusya'ya karşı bir federasyon
kurulmasının imkânsızlığını Türk önderlerinin sezinlemesine yetmiştir. Dolayısıyla,
Kremlin'in Türk niyetlerini anlamış olması bile önemli değildir.
Churchill'in Stalin'e, Türkleri Müttefiklere daha çok yaklaştırdı diye söz ettiği
Adana Konferansı, aslında Türk-Sovyet ve İngiliz-Türk ilişkilerine egemen olan
güvensizliği ortadan kaldırmaya pek az katkıda bulunabilmiştir. Kendisini gittikçe
daha çok duyurmaya başlayan Sovyet hıncı karşısında Türkler, Stalin'in, Türkiye
istilaya uğrayacak olursa, ''Rusya'nın yardıma koşacağı'' sözünü hatırlamışlardır
(48). Rus Başbakanı, Sovyet ordularının Almanlar karşısında yenilgi üzerine
yenilgiye uğradıkları bir dönemde, bunu dostça bir tonda söylemişti. Ama
Sovyetler'in zaferden zafere koşmaya başladığı ve Stalin'in gittikçe sesini
yükselttiği bu durumda yardıma koşmak, düpedüz istilâ anlamına gelebilirdi. Türk
önderleri ise Sovyetlere istilâ fırsatı vermemeye kararlıydı. Bunun için de savaşın
Türk topraklarına sıçramaması için her zamankinden daha azimli görünüyorlardı.
Bu durum ise kendilerini İngilizlerle işbirliği konusunda çok daha çekingen ve
isteksiz bir duruma getiriyordu.

VI
YOKUŞA SÜR HAREKÂTI

İngilizler, Rusya ile Türkiye arasında bocalıyor

Büyük Britanya 1943'te çıkarlarının birbirlerine karşıt olduğunu kabul ettiği iki
ulusu Müttefikleri arasında görmek gibi inanılmaz bir durumda kalmıştı: Bunlar,
Türkiye ve Rusya'ydı. Birbirleriyle bağdaşması imkânsız istek ve çıkarlarla cambaz
gibi oynamakta büyük deneyi olan İngiliz diplomasisi bile bu yüzden zor durumda
kalmıştı.
İngiliz hükûmeti, Churchill, Eden, Parlamento'nun iki kamarasının üyeleri, ayrıca
Londra'da yayımlanan ünlü ''Times'' gazetesi gibi gayri resmî ağızların aracılığıyla,
Majestelerinin hükûmetinin Rusya'nın Doğu Avrupa'daki haklarını ve savaştan
sonra sınırlarının güvenliğini sağlama hakkını kabule hazır olduğunu üsteleyerek
belirtti. Stalin'i inandırmak için hesaplanarak söylenen bu sözler, özellikle
Almanya'nın parçalanması için yapılan çağrılarla da birleşince, Türkiye'de duyulan
kuşkuyu bütün bütün arttırdı.
Bu arada Churchill de savaşa katılmaları için Türkler üzerinde daha çok baskı
yapmaya başlamıştı. Bu amaçla, aradığı barış güvenliğini ancak Müttefiklerin
yanında savaşmakla elde edebileceğine Ankara'yı inandırmak zorundaydı. Türklere
gelince, İngilizlerin Ruslara yönelttikleri sözlere bakarak, Churchill'in öğütlerine
karşı gittikçe artan bir direniş gösteriyorlardı. Profesör Fahir Armaoğlu'nun da
belirttiği gibi, ''İngilizler Rusya'ya ne kadar çok dostluktan söz ederlerse, Türklerin
de İngilizlere karşı besledikleri dostluk duygusu aynı oranda azalıyordu.'' (1).
Türkiye'nin, İngilizlerin savaş sonrası planları ile ilgisi, 2 Aralık 1942'de Dışişleri
Bakanı Eden'in Avam Kamarasında, savaştan sonra barışın dört büyük devleti, yani
Büyük Britanya, Birleşik Amerika, Sovyet Rusya ve Çin arasındaki sıkı işbirliğine
bağlı olacağını söylemesine kadar dayanır (2). Eden pek tumturaklı konuşuyordu.
Dört büyüklerin ortak çabalarını taşıyacak araç da, Birleşmiş Milletler olacaktı.
Yeni örgüt, ''her şeyden önce bizim, Birleşik Amerika'nın ve Rusya'nın arasında var
olacak anlaşma temeline dayanacaktı.'' Eden, gelecekte saldırganlık kaynağı
olarak neden söz ettiğini de, kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin açıklıyordu:
''Avrupa'nın muhtaç olduğu ilk şey, Alman saldırganlığını yeniden doğması
ihtimaline karşı sürekli bir savunma sistemi kurmaktır.'' (3). Sovyetler Birliği ile
ilişkilere gelince, ''Sovyet hükûmetiyle aramızda çıkar anlaşmazlığı baş
göstereceğine inanmamız için bir neden yok,'' diyordu. Eden, ideolojik görüş
ayrılıklarının iki ülke arasındaki işbirliğini imkânsız kılacağı kavramına karşı
çıkmaktaydı (4).
Avam Kamarasında bu konuşmaya tutulan alkışlar, Türkiye'de hiç bir yankı
bulmadı. Basın da, Üç Büyükler Eylemi'ne karşı ateş püskürmek için pek zaman
ayırmadı.
Sözgelişi, Necmettin Sadak ''Akşam'' gazetesinde tumturaklı bir tavırla büyük
devletlerden biri saldırgan bir politika izlemeye başlarsa ne olacak, diye bir soru
attı ortaya. Emperyalist amaçlar güden bir hükûmetin her zaman için iktidara
geçmesinin mümkün olacağını belirtti. Böyle bir durumun gerçekleşmesi,
Avrupa'nın mahvolması demekti. Eden'in çizdiği yeni Avrupa politik sistemi, Üç
büyükler arasındaki işbirliğine dayanıyordu; ama, düşman yenildikten sonra bu
işbirliği acaba sürecek mi, diye soruyordu, Sadak (5). Doğrusu, Türkler bu konuda
İngilizleri iyi anlamışlardı. Önceden de gördüğümüz gibi Churchill, Adana'da,
Sovyetler Birliği'yle gelecekteki ilişkiler bakımından olumlu görüşler ileri
sürülmüştü.
Türkler, Churchill'in ülkelerinden ayrılmasından sonra İngilizlerin Rusya'ya karşı
güttüğü politikadaki tahminlerinde yanılmadıklarını görmek için çok beklemediler.
''Times''ta yayınlanan bir makale ve Churchill'in bir konuşması, Ankara'da
şaşkınlığa yol açtı. ''Times'' gazetesi, 10 Mart 1943'te yayınladığı makalede şunları
ileri sürüyordu:
1. Savaştan sonra dünya barışı, öncelikle dört büyüklerin uğraşısı olacak ve
gelecekteki saldırıları önlemek için güç kullanmayı istemelerine bağlı kalacaktı; 2.
Dört Büyüklerden yalnız ikisi, İngiltere ve Sovyetler Birliği Avrupa'daydı;
3. Dolayısıyla Rusya, Doğu Avrupa'daki barışı korumakla sorumlu olacak, Büyük
Britanya da aynı yükümlülüğü Batı Avrupa'da üzerine alacaktı (6).
Makalede belirtildiğine göre, savaştan sonra Sovyetler Birliği her istediğini
yapabilecek bir durumda olacaktı. Önemli olan, Büyük Britanya'nın Rusya ile
birlikte ya da ona karşı olmasıydı.
Rusya'nın Avrupa sorunlarına etkin ve etkili bir biçimde katılmasında Britanya'nın
da Rusya ile aynı çıkarları vardır. Dolayısıyla, Doğu Avrupa'da güvenlik
sağlanmadan Batı Avrupa'nın güvenliği de sağlanamaz; oysa, Rusya'nın askerî
gücü olmadan, Doğu Avrupa'nın güvenliği söz konusu edilemez... (7).
Makale, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde şu sonuca varıyordu: ''Rusya,
olağanüstü çabalarının katkısıyle kazanılacak zafere ulaşıldığı zaman, sınırlarının
güvenliğinin sağlanması bakımından Müttefikleriyle aynı haklara sahip olacaktır.''
(8). Bu görüşe karşı Türkiye'de gösterilen tepki, yine üzüntü ve hayal kırıklığı oldu.
Türk basını büyük gürültü koparttı.
Sözgelişi, Yalman, ''Vatan'' gazetesinde öfkeyle, İngiltere'nin, Rusya'nın sözcüsü
durumuna geldiğini belirtiyor, Rusya adına bir imparatorluk kurmak istediğini
söylüyordu (9).
Cevat Açıkalın, yazara bilgi vererek, gerek kendisinin, gerek İnönü'nün, gerekse
Menemencioğlu'nun bu makaleden haberli olduklarını ve kapsadığı görüşler
karşısında çok üzülüp hayal kırıklığına uğradıklarını bildirdi (10).
Türkler bu sırada Washington'da, Dışişleri Bakanı Eden ile Başkan Roosevelt
arasında 12 Mart-30 Mart tarihlerinde geçen tartışmaların niteliğini bilselerdi,
gelecek üzerine besledikleri kuruntular daha artardı.
Savaş sonrası Avrupa'sının boyutları tartışılırken, Roosevelt yalnız üç büyüklerin,
Büyük Britanya, Sovyetler Birliği ve Birleşik Amerika'nın silâhlanmasına izin
verileceğini, tarafsızlar da içinde, küçük ulusların ''tüfekten daha tehlikeli
silâhlara'' sahip olmalarına göz yumulmayacağını bildirmişti (11). Öte yandan
Eden, Başkan'a verdiği güvencede, Rusların ''Polonya'dan pek az bir toprak
isteğinde bulunacaklarını, belki Curzon Hattını aşmayacaklarını'' belirtiyor,
Stalin'in ''gerçek kişilerin yöneteceği'' güçlü bir Polonya istediği yolundaki inancını
açıklıyordu (12). Eden, Başkan'a ayrıca, Sovyetler Birliği'nin Baltık devletlerini
kendi topraklarına ekleme konusunda üsteleyeceğini haber vermişti. Bu konu,
Başkan'ı, Eden'den daha çok tedirgin ediyordu. Çünkü Eden, bunu hemen hemen
bir oldu bitti diye kabul etmeye hazırdı (13).
Genellikle Eden'in, Sovyetlerin savaş sonrası niyetleri üzerine görüşleri, Stalin'in
savaştan sonra Rusya'nın ''güvenliği'' için isteklerinde mantıklı ve ılımlı
davranacağı ihtimaline dayanmaktaydı. Türklerin de asıl korktukları buydu. Küçük
devletlerin güvenliği konusuna gelince, Roosvelt'in Eden üzerinde uyandırdığı ve
İngilizleri bile endişelendiren izlenime göre Başkan, ''değil düşman, müttefik
ülkelerin topraklarının kaderleriyle bile oynamaya hazırdı.'' (14).
Tartışmalarının sonunda Roosevelt, toprak sorunlarının pek çoğunun askıda
kaldığını kabul etti; fakat, ''Barış Konferansına gidip, Polonya ve öbür küçük
ülkelerle pazarlık etmek niyetinde olmadığını...'' (15) söyledi. Bu da Türklerin,
Müttefiklerin tutum ve niyetlerinden kuşkulanmalarının nedenini yansıtmaktadır
(16).
Türklerin tahminlerini doğrulayan bir olay da, Eden'in Washington'dan
dönüşünden birkaç hafta sonra, Sovyetlerin sürgündeki Polonya hükûmetini
tanımayı kabul etmemeleri oldu. 26 Nisan 1943'te Sovyetler, Londra'daki Sikorski
rejimiyle diplomatik ilişkilerini keserek Rus taraftarı komünistlerin ağır bastığı
''Polonya Vatanseverleri Birliği''ni örgütlediler (17). Türkler bunu, Doğu Polonya'yı
sınırları içine alma yolunda Sovyetlerin attığı ilk adım olarak kabul ederek derin
bir biçimde etkilendiler (18).
Fakat İngilizler, hiç olmazsa Türklerin gözünde tehlikeler karşısında umursamaz
kalmayı sürdürüyordu (19) Bu nedenle de, Churchill'in 1943 yılı yazında Kuzey
Amerika'daki etkinliklerini derin bir çekingenlik ve hayretle gözlediler.
1943 yılı mayıs ayında Washington'daki Churchill Roosevelt görüşmesinde ve
birkaç ay sonraki Quebec Konferansında İngiltere Başbakanı, Türklerin savaşa
girmesi konusunda diretti (20).
Bunu yaparken, hedef olarak İtalya'yı seçmişti. 12 Mayıs 1943'te Churchill,
İtalya'yı yenilgiye uğratmanın sağlayacağı avantajları sıralamıştı: Mihver'i lojistik
çabalarını genişletmeye zorlamak, Rusya'nın ''yükünü azaltmak'', İtalyan
birliklerinin Balkanlardan ayrılmasını sağlayarak bu bölgede Mihver'in gücünü
azaltmak ve ''Akdeniz'de kendisini hep İtalya ile ölçen'' Türkiye'yi savaşa girme
zorunda bırakmak. Churchill, ''Zamanı gelecek... Topraklarındaki üslerin
kullanılması Türkiye'den istenecektir...'' diyordu. Churchill'in savunduğuna göre bu
istek, ''İtalya savaş dışı edilirse, başarısız kalamazdı.'' (21).
Churchill'in bu sırada kafasının içinde ne planlar kurduğu üzerine hep tartışmalar
olmuştur, her halde daha olacaktır da. Bundan çıkan tek sonuç, Churchill'in
Türkiye üzerinde baskı yapmak için İtalya'yı işgal etmek istediğidir.
Amerikalılar, pek gönülden olmasa da, İtalya'nın istilâsı konusunda Churchill'le
anlaşma yapmaya hazırlıklıydı; ancak bunu, başbakanın nedenleriyle tıpatıp
bağdaşan nedenlerden ötürü istiyor değillerdi. Amerikan stratejistleri İtalya'yı,
güney cephesinden çok batı cephesi açısından hesaplıyorlardı: Düşman işgali
altındaki Avrupa topraklarına karşı ikinci cephenin açılmasıyla birlikte kulanılacak
yararlı bir hava üssü olarak görmekteydiler. 1943 yılı temmuz ayında Amerikan
plancıları ''İtalya'yı savaş dışı etmek için en sonunda benimsenen tedbirlerin,
Alman denetimi altındaki Avrupa'ya karşı etkili bir hava harekâtını yürütmeye''
yarayacağı umudundaydılar (22). Amerikalılar İtalyan anavatan topraklarına saldırı
kararı aldıktan sonra bile, İngiltere başbakanını şaşırtmaktan vazgeçmedi.
Churchill'in umduğunun tersine, Türk savunma yeteneklerinin artırılması yerine,
Amerikalılar desteklerini geri çekme kararı alıyorlardı. A.B.D. ağır bombardıman
uçaklarının Tükiye'ye gönderilmesine karşı çıkıyor, bunların İtalya'daki üslerinde
ve daha yararlı olacakları görüşünü ileri sürüyordu (23). Churchill'in, istilânın
Amerikalıları Doğu Akdeniz'de daha etken duruma getireceği umudu böylece
gerçekleşmemiş oluyordu.
Doğu Akdeniz Amerikalılarca gerektiği biçimde önemsenmeyince, İngilizler
Türklere oyun oynamayı sürdürmek zorunda kalıyor, üstelik bunu, Amerika'nın
stratejik desteği olmadan yapmaları gerekiyordu.
Churchill, Manş üzerinden bir saldırı için girişilen hazırlıklarda İngilizlerin zamanı
kullanma çabalarına Amerikalıları da katmaya uğraşırken, bir yandan da böyle bir
kampanyada Türkleri etken bir rol oynamaları için hazırlamak ve inandırmak için
didiniyordu. Fakat, ne Amerikalıları, ne de Türkleri inandırmakta başarılı
olamıyordu. Ne var ki, Amerikalılar ''Hayır'' diyebilecek kadar güçlüyken, durumu
çok daha zayıf olan Türkler açık seçik konuşmaktan dikkatle kaçınıyor, daha başka
bir yoldan direniyordu. Önceden de gördüğümüz gibi Churchill, Adana'da,
Türkiye'ye daha çok yardım yapılacağını vaat etmişti. Böyle yaparken de, bu
yardımın Türkiye'nin savaşa katılmasına yeteceğine -yanlış olarak- inanıyordu.
Türkler ve İngilizler bu yardımı başka açılardan değrelendirmekteydi. Bununla
birlikte, aralarındaki anlaşmazlık hiçbir zaman açığa vurulmamıştır; çünkü Türkler,
çevirdikleri manevralarla sorunu alınacak yardımın hedefi olmaktan çıkartıp, ne
kadar miktar yardım alınacağı biçimine sokmuşlardı. Oysa bu, İngilizler için hiç de
önemli olmayan ikinci derecede bir sorundu.
Türkler İşi Yokuşa Sürüyor - Adana'da, Türk-İngiliz askerî görüşmelerinin en kısa
zamanda Ankara'da yapılması kararlaştırılmıştı. 26 Şubatta İngiliz askerî ateşesi
A.C. Arnold ve Türk Genelkurmay Başkanı yardımcısı Asım Gündüz'ün ortak
başkanlığı altında iki genelkurmayın temsilcileri toplandı. İngilizler, Türkiye'ye
günde beş yüz ile bin tondan daha çok askerî araç ve gereç göndermemekte
kararlıydı. Türkiye'yi destekleme işi aşamalar halinde gerçekletirilecekti. İşte bu
nedenle, Türkiye'nin savaşa katılması amacını güden ve HARDIHOOD adı verilen
donatım harekâtı, dört aşamadan oluşuyordu. Bunlardan biri sona erdi mi, hemen
ardından ikincisi izleyecekti:
Birinci aşama: Havaalanlarının savunmasını sağlayacak olan uçaksavar toplarıyla
birlikte çoğu avcı olmak üzere 25 Kraliyet Hava Kuvvetleri filosu.
İkinci aşama: Türk havaalanlarının savunasına yardımcı olacak uçaksavar
toplarıyla birlikte çoğu avcı olmak üzere 25 Kraliyet Hava Kuvvetleri filosu.
Üçüncü aşama: İki ağır uçaksavar bataryası, iki hafif uçaksavar bataryası, ayrıca
iki tanksavar taburu.
Dördüncü aşama: İki zırhlı alay (24).
Birinci aşama hiçbir zaman tamamlanamamıştır.
Bu yetersiz araç ve gereçleri göndermek de ayrı bir sorundu. Hele Türkiye'ye
ulaştıktan sonra hizmete sokmak, daha da büyük güçlükler yaratıyordu. Orta
Doğu'daki Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı General Henry Maitland Wilson,
''İlerleme, Türklerin yatkın olmayışı, demiryolu şebekelerinin sınırlı imkânlarını
takdir etmemekteki inatları, ya da savaştaki sivil ve askerî ihtiyaçlarının ne olduğu
üzerine geçerli tahminlerde bulunamamaları yüzünden pek ağır oluyordu,'' diye
yazmaktadır (25). Wilson ayrıca, ''Türklerle çetin ve bitmek bilmeyen görüşmeler
yapmak''tan da yakınıyordu (26). Ancak Wilson'un asıl canını sıkan, Türklerin
izledikleri yüksek politika anlayışıydı.
Sözgelişi, 1943 yılı Mart ayı ortalarında, Türkiye'nin askerî kapasitesini yaratacak
planları tartışmak üzere, Orta Doğu Müttefik Komutanlığından bir planlama
kurmayı Ankara'ya yerleşmişti (27). Savaşa katılmadan önce havaalanları
yapımının ve bunlara yardımcı tesislerin kurulmasının önemini belirtmek için de
Hava Mareşali Sholto Douglas, mart ayında Ankara'ya gelmişti. Türkler, planlama
kurmayı ve Douglas'ın taslağını çizdiği önerileri kabul etti (28). Fakat, birkaç gün
sonra, anlaştıkları noktalardan dönüp yeni ve çok daha zor isteklerde bulundular.
Bunun üzerine Wilson, Ankara'ya gitmeye karar verdi.
1943 yılı nisan ayı ortalarında Wilson, Mareşal Fevzi Çakmak, Gündüz ve kurmay
yardımcıları arasında Millî Savunma Bakanlığında görüşmeler yapıldı.
Görüşmelerin, Türkiye'nin savunması sorunlarının ötesine aşmasına izin
verilmiyordu. Wilson, Türklerin ilerdeki saldırı harekâtı konusunda tartışmalara
katılmamak için önceden uyarılmış olduklarını belirtmektedir (29). Türklerin
öncelikle ortaya attıkları sorunalrın başında, Türkiye'deki birliklere kimin komuta
edeceği konusu geliyordu. Wilson ise, Ankara'ya bu konuyu tartışmak için
gitmemişti. O, birtakım özel savaş planlarını formüle etmek istiyordu: Türkiye,
Mihver'e karşı en iyi hangi biçimde savaşabilirdi? Ordusu en çabuk nasıl hizmete
girebilirdi? Türkler, İngiltere'den aldıkları donatımı en iyi hangi biçimde
kullanabilirdi?
İşte, generalin aklında bu türden sorunlar vardı. Wilson, Çakmak'a Türk savunma
hatlarının Çatalca ile Bolayır arasında uzanması gerektiğini söylemişti. İngiliz
generali, Türk Genelkurmay Başkanı'ndan, Türk ordusunun durumunu nasıl
koruyabileceği üzerine somut öneriler ileri sürmesini istedi (30). Çakmak
söylenenleri dinledi, fakat kendine özgü bir tutumla, düşünceli düşünceli
oturmasını sürdürdü. Wilson, Menemencioğlu ve Saraçoğlu'yla ayrı ayrı görüştüğü
zamanlarda da, aynı güçlüklerle karşılaştı; ama, bu seferki direnişler çok daha
kurnazcaydı. Her ikisi de, Wilson ortaya siyasal sorunlar attığı zaman taktik
sorunlarından, taktik sorunları attığı zaman da siyasal sorunlardan söz edilmesini
istiyordu. Türk yetkilileriyle görüşmelere katılan gerek Büyükelçi Hugessen,
gerekse General Wilson, açık sözlü olup olmamakta kararsızdılar. Wilson gerek
kendisi, gerekse Hugessen adına ''Yararlı olmamız için zamanında çağrılmamız
gerektiği noktası üzerinde durduk,'' diye yazmaktadır (31).
Wilson, İngiliz tanksavar ve uçaksavar toplarını hemen kabul etmeleri konusunda
Türklere baskı yapıyordu. Türkleri özel bazı askerî harekâta razı edebilmek için
teşebbüslerde bulunuyordu.
Menemencioğlu ile Saraçoğlu, bütün bu teşebbüsler karşısında kayıtsız kalıyor ve
konuşmalar daha sona ermeden konuyu değiştirmeye kalkışıyorlardı.
Türkler savaşın harekât yönüyle ilgilendiklerini gösterdikleri zaman, yine de hiçbir
şey ortaya koymamış gibi, İngilizleri çileden çıkartıyorlardı. Sözgelişi, Wilson'un
kurmay heyetinden biri, Wilfred Lindsell, 1943 yılı ağustos ayında Türk
subaylarından bazılarını manevralara götürmek üzere Ankara'ya gelmişti.
Lindsell'in görevlerinden biri de, aldıkları çeşitli yardım araçlarını nasıl
kullanacaklarını Türklere öğretmekti. Lindsell sonradan Wilson'a, Türklerin isteksiz
öğrenciler olduklarını söylemiştir (32). Wilson bu işin hemen hemen imkânsız
olduğunu ileri sürüyor, Türkiye'nin ''çektiği teknisyen sıkıntısı, bir tank
mürettebatına motorun nasıl çalıştığını kitabın birinci sayfasından başlayarak
öğretmeyi gerekli kılmaktadır,'' diyor (33).
Böylece İngilizler, gerek talim alanında, gerekse kurmay çalışmalarında şaşkına
dönüyordu.
Fakat, bütün sorunlar içinde en çetini, araç ve gereçlerin Türkiye'ye taşınmasıydı.
HARDIHOOD harekâtının ilk üç aşamasına katılacak savaşçı birliklerin gerektiği
biçimde bakımı için, günde yaklaşık olarak 1200 ton çevresinde araç ve gereç
taşınması gerekiyordu.
Bu da, Türk demiryollarının ve limanlarının taşıyabileceği yükün en çoğuydu.
İngilizler bu sorunu da çözmeye kalkıştılar; ama, çözümledikleri her sorundan
sonra karşılarına daha başkaları çıktı. 1943 yılı mart ayında 100 lokomotifle 2500
tane 15 tonluk vagonu göndermeyi kararlaştırdılar. Bunların yarısı hemen teslim
edilecek, öbür yarısı ise yedek olarak gönderilecekti. Bu karar taşıt sorununu
çözümlemeye yetmediği gibi, üstelik ortaya yeni bir sorunun çıkmasına yol açtı:
Lokomotiflerin yakıt sorunu nasıl giderilecekti?
Hebert L. Matthews'ün 14 Mart 1943'te yazdığı gibi, ''en önemli eksiklik,
kömürdü.'' (34). Fakat, bu Türkiye'nin kömür sıkıntısı çektiği anlamına gelmiyordu.
Asıl sorun, kömürü Türkiye'nin güney bölgelerine taşımak için deniz yolundan
yararlanmanın zorluğuydu. Matthews'ün yazdığına göre, ''İngiliz yetkilileri,
kömürsüzlükten, çok sayıda lokomotifin güneyde, raylar üzerinde yattığı
inancındaydı'' ve bunun nedeni de, gemi yokluğuydu. Duruma bir çare olur
umuduyla İngilizler, Türkiye'ye birkaç şilep de göndermişlerdi.
Fakat, savaşa katılması durumunda, ülkesini savunmak için yeteri kadar uçağı
barındıracak yeteri kadar hangar, yeteri kadar havaalanı da yapılsa ve yeteri
kadar limandan yeteri kadar İngiliz araç ve gereçleri ile tesnisyen gelse, yeteri
kadar gemi, yeterli sayıda lokomotifi yeteri kadar kömürle beslese bile, Türk
politikasını çizenler, HARDIHOOD harekâtının başarıya ulaşmasını ya da İngilizlerin
kafasında kurduğu biçimiyle başarıya ulaşmasını, kuşkusuz, istemiyorlardı.
Yardım harekâtının can damarını, aralarında on altı ağır bombardıman filosunun
da bulunacağı 45 hava filosunun gönderilmesi oluşturmaktaydı. 1943 yılı
ilkbaharında Türk hava üsleri bu çapta bir kuvveti çok zorlukla barındırabilecek
nitelikteydi. Türk havaalanları, ancak yirmi beş filoyu kaldırabilirdi ve ancak
yağışsız havalarda bu alanlardan yararlanılabilirdi. Bu nedenle İngiliz
teknisyenleri, Türk havaalanlarının kapasitesini artırmak için birtakım planlar
geliştirdiler (35). Bu planlar arasında, Afyonkarahisar yakınlarında bir ileri hava
üssü kurulması; ayrıca, her türlü hava şartları altında kullanılabilecek iki
havaalanının da Milas ve Muğla'da yapılması öngörülüyordu. İngilizler ayrıca,
Ulukışla'da önemli bir istasyon olan Çakmak kavşağına da Kraliyet Hava
Kuvvetlerinden bir birlik yerleştirmek için söz vermiş, bu planların
gerçekleştirilmesi amacıyla, gerekli olan yapı malzemesinin sağlanması için Mersin
ve İskenderun liman tesislerinin genişletilmesini de üzerlerine alabileceklerini
bildirmişlerdi.
İngiliz yetkilileri bu önerileri ileri sürerken, haziran ayı başında daha çok sayıda
İngiliz teknisyeninin de Türkiye'ye gönderilmesinin gerekeceğini belirtmişlerdi.
İşte Türkler bunun üzerine, inatla direnmeye başladı. Wilson, bu konuda şunları
yazmaktadır:
Türkler ileri bir hava üssü kurulması için Ağustos ayına kadar izin vermedi, sonra
da öyle bir şart koştular ki, projenin yıl sonuna kadar tamamlanması imkânsız
duruma geldi. İnşaatı Türkler yapacak, yalnız, halen Türkiye'de bulunan İngiliz
teknisyenlerinin gözetimi altında yürütülecekti. Ayrıca, çalışmalar ticarî bir inşaat
havası içinde yürütülecekti. Limanlarda antrepo yapımı için de aralık ayına kadar
gerekli izin verilmedi (36).
Yine Wilson'un yazdığına göre, İskenderun'daki akaryakıt depolarını genişletme
tasarıları, hastane yapımı, haberleşmeyi kolaylaştırmak için yeni telefon hatları
çekilmesi işlemleri ''sürekli olarak... Türklerce geciktirilmekteydi.'' (37). Bu,
Türklerin İngiliz askerî yardımını geri çevirmek istedikleri anlamına gelmiyordu.
İngilizler, Amerika'nın da desteğiyle, 1943 yılında Türklere yaklaşık olarak 80
milyon dolarlık askerî yardımda bulunmuştu. 5 Aralık 1943'te, İkinci Kahire
Konferansı sırasında General Wilson, Menemencioğlu'nun da hazır bulunduğu bir
toplantıda, Harry Hopkins ve Anthony Eden'a, Adana Konferansı'ndan beri
Türklerin şu yardımları aldıklarını açıklamıştır:
350 tank, 48 otomatik silâh, 300'e yakın topsavar topu (bunların yüzden çoğu da
ağır toptu), 300 sahra ve orta çaplı top, 200 havan topu, 500'e yakın tanksavar
silâhı, çok büyük çapta otomatik silâh ve başka silâh türleri (99.000'e yakın), 420
hafif havan topu ve Türkiye'nin savunması için gerekli, bir milyona yakın tank
mayını (38).
Demek ki Türkler, İngilizlerden büyük çapta askerî yardım almakta bir sakınca
görmemişti. Fakat Zeki Kuneralp'ın da ileri sürdüğü gibi, ''Türkler, İngilizlerin
kendilerine bu yardımı, savaşa katılma konusunda özür imkânı bırakmamak için
yaptığı görüşünde değildi.'' Türklerin yardım çabalarını çelmeleme harekâtı ya da
İngilizlerin kendilerini lojistik yönden savaşa katılacak kadar güçlendirmeyi
önleme çabaları, Kuneralp'ın da ifade ettiği gibi, kibarca ''Hayır'' demenin bir
başka yoluydu (39).
Türklerin oyalama taktikleri, özellikle havaalanları yapımı gibi çok sayıda yabancı
uzmanın Türkiye'ye girmesini zorunlu kılacak tasarılarda daha çok
belirginleşiyordu. Ankara'daki Alman Büyükelçiliğinin arşivleri, 1943 yılı temmuz
ayında İnönü'nün Dışişleri Bakanlığından aldığı bir raporda, İngilizlerin
havaalanları yapımını çok hızlı yürüttüklerinin bildirildiğini göstermektedir. Rapor,
bunun sonucu olarak Türkiye'nin savaşa sürüklenebileceği konusunda uyarıda
bulunmaktadır. Rapor şunu da belirtmekteydi:
İngilizlerin Türkiye'de giriştikleri havaalanı inşaatları, beklendiğinden de çabuk
ilerlemektedir. Bir yılda hazırlanması düşünülen alanlar, beş ay içinde
tamamlanmıştır. Türkiye'deki İngiliz personeline ait yapıların sayısı da sürekli
artmaktadır. Montgomery'nin ordusu, adım adım Türkiye-Suriye sınırına
kaydırılmaktadır; belki de Türkler, İngilizlerin işi bir oldu bittiye getirmeleriyle,
sözgelişi, Türk havaalanlarından kalkacak uçaklarla Romanya petrol kuyularını
bombalayarak ya da Suriye ve Türkiye'den başlayıp, Balkanları hızla istilâ ederek
savaşa sokulacaktır (40).
Türklerin bu tutumu Almanları yatıştırmıştı. Çünkü Almanlar, Türk ordusuna
İngiliz askerî yardımı yapılmasına göz yumuyorlardı; öte yandan, hava filoları
gönderilmesini daha büyük bir kışkırtma unsuru olarak kabul etmekteydiler. Öte
yandan, Türkler, havaalanları yapılmadan ve göklerinin savunması sağlanmadan
savaşa katılmalarının imkânsız olduğunu, Almanların hava üstünlüğünü ileri
sürerek, özellikle belirtmekteydi. Bu davranış İngilizlere pek mantıksız, hatta
insanı deli edici bir şey gibi görünüyordu; çünkü Türklerin, Müttefikler yanında
savaşa katılmaya hazır olduklarını düşünüyorlardı. Oysa, bütünüyle karşıt bir
varsayımdan kalkan Türkler için her şey son derece mantıklı görünüyordu.
Türk Dışişleri Bakanı'nın raporu, Türk ve İngiliz kuvvetleri arasında olabilecek bir
birleşmeden söz etmekteydi. İngilizler Balkanları, Türklerin isteği dışında bu
ülkeden geçerek istilâ etme niyetinde değildi ama, zamanı gelince Türk ordusuyle
birleşmek için Suriye'deki İngiliz kuvvetlerinin hazırlandığı da doğrudur. Böyle bir
birleşme, havaalanlarının tamamlanması ve İngiliz hava filolarının bu alanlara
üstlenmeleriyle bağdaşıyordu. Eğer Türkler yardım kabul etmekte böyle ağırdan
almasalardı, bu tür bir birleşmenin İngiliz-Amerikan etkisinin Balkanlarda geniş
çapta yayılmasını sağlayacağı kesindi. Ancak, Esmer ve Erkin'in yazara belirttikleri
gibi, İngilizler bir tür bir bağlantıya yanaşmaktan uzaktılar ve Müttefiklerin büyük
stratejilerini açıklayacak kadar Türklere güvenmiyorlardı (41). Bugün biliyoruz ki,
bir Balkan harekâtı için Amerika'nın onayını almayı başaramayan İngilizlerin,
açıklayabilecekleri pek büyük bir stratejileri de yoktu.
Churchill Kozunu Oynuyor - Bütün bu hayal kırıklıklarına rağmen, Mussolini'nin 25
Temmuz 1943'te iktidardan düşmesi üzerine Churchill, gerek Türkleri savaşa
sokmak, gerekse Amerikalıları Doğu Akdeniz'de etkili duruma getirmek için
çabalarını yenilemekten geri kalmadı. Başbakanın duyguları şöyleydi:
İtalya'nın çöküşü, İttifakın ruhuna uygun hareket etmesi için Türkiye üzerinde en
büyük baskının yapılacağı zamanı saptamış olmalıydı... İngiltere ve Birleşik
Amerika'nın bu alandaki çabalarına, mümkü olursa, Rusya da katılmalı, hiç
olmazsa bu çabaları desteklemeliydi (42).
Churchill kafasında bu tür fikirlerle, on gün sonra, 5 Ağustos 1943'te, A.B.D.
Başkanı ile buluşmak üzere Quebec Konferansı için hareket etti. Roosevelt ve
ortak askerî önderleri, bu sefer Churchill'in karşısına önceden belirli bir politikayla
çıkmakta kararlıydılar. Konferansın 19 Ağustos 1943 tarihli ilk toplantısında,
İngiltere Başbakanı'ndan, Manş üzerinden yapılacak saldırı sorununun en önemli
ve öncelikle görüşülmesi gereken sorun olarak ele alınması için bir anlaşma
koparttılar. Churchill bu öneriye ''Peki'' dedi ve tarih olarak da 1 Mayıs 1944
kararlaştırıldı. Birleşik Amerika Dışişleri Bakan Yardımcısı Henry L. Stimson'un
söylediği gibi, ''O andan başlayarak OVERLORD harekâtı rayına oturtulmuş
oluyordu.'' (43).
Yine de toplantıların sonuçları Churchill'in Doğu Akdeniz konusunda
düşündüklerini pek az yansıtabilmektedir. Sözgelişi ortak kurmay başkanlarının,
konferansta Başkan ve Başbakan'a sunduğu son raporda, ''Türkiye'nin savaşa
katılması için daha zamanın gelmediği görüşüne varılmıştır,'' deniyordu (44).
Buna karşılık, Birleşik Amerika ve Büyük Britanya'nın, ''verebileceği ve Türkiye'nin
de kaldırabileceği kadar'' araç ve gereçle bu ülkeyi donatmayı sürdürmeleri
konusunda anlaşmaya varmışlardı (45). İngilizler bu tür anlaşmalara katıldıkları
halde, Türkiye'nin savaşa katılmasının, Müttefiklerin yararına bir şey olacağına
inanmaktan vazgeçmemişti (46). Türklerin savaşa katılmaları için umut beslemeye
yeter bir neden vardı. Churchill bunun üzerine kozunu oynamaya karar verdi. 9
Eylül 1943'te Washington'da bulunduğu sırada ve Başkan'a bilgi vermeden,
General Wilson'a, ''Artık yüksek oynamanın zamanı geldi. Bir şeyler yaratın ve
cüret edin,'' (47) diye bir telgraf çekti. Böylece Doğu Akdeniz'deki kuvvetlerini
Rodos'a karşı bir saldırıya yöneltmiş oldu.
Churchill'e göre Rodos'taki ortak deniz ve hava üsleri, Kos adasındaki hava üssü
ile, Leros adasındaki deniz üssü, Almanların Balkanlar ve Kuzey İtalya'daki
yığınaklarına karşı girişilecek saldırıyla, Romanya petrol kuyuları ve Ploeşti
rafinerilerini bombalamak, Mısır ve Kuzey Afrika'yı savunmak için çok uygun
noktalar olabilirdi. Bu nedenle Churchill, mümkün olursa Amerikalılarla birlikte,
olmazsa tek başına yeni bir teşebbüse girişme kararı aldı. Rodos'u işgal edecekti.
Ama, Rodos'u istilâya teşebbüs ederken, başka bir düşüncesi daha vardı:
İngiltere'nin Türkiye'ye diplomatik yaklaşma teşebbüslerini desteklemek istiyordu.
İngilizlerin Rodos'u işgal etmeleri ve Ege denizini çeşitli aşamalardan sonra
denetimleri altına almaları, Türkleri savaşa katılmaya inandırabilirdi. Churchill, hiç
olmazsa İngiliz yetkililerinin Ankara'da kendilerinden daha emin olarak
konuşabileceklerini tasarlıyordu.
Ancak, İngilizlerin planları başarısızlığa uğradı ve 1943 yılı sonunda İngiliz
yetkililerinin Türk yetkilileri üzerindeki etkisi yeni bir düşüşe uğradı (48).
İngilizler 1943'te Ege denizindeki adalardan bazılarını istilâ etmek için çeşitli
teşebbüslerde bulundularsa da, Rodos'taki başarısızlık Churchill'in Türkiye'yi
savaşa sokmak için açtığı kampanyanın sonunu getirdi. İngilizler bir İtalyan
garnizonunun bulunduğu Rodos'u istilâ etmeyi başaramadıkları gibi, üstelik büyük
bir direnişle karşılaşmayan Almanlar Rodos'u almış, ayrıca Akdeniz'deki savaşın
başından beri İngilizlerin elinde bulunan İstanköy (Kos), Leros ve Sisam'ı istilâya
başlamıştı.
Türklerin Çekilme ve İkmal Yolu - İngilizlerin 1943 kampanyası ölü doğduğu,
İngiliz kuvvetleri bu cephede Almanların karşısında hâlâ geri çekilmek zorunda
kaldıkları halde, Türkler tarafsız bir politika güttükleri görüntüsü vermekle
birlikte, Müttefiklere yardımı da esirgemiyordu. Ege adalarında zor durumda
bulunan İngiliz kuvvetlerine yiyecek ve malzeme sağlıyor, Royal West Kent, Irish
Fusiliers ve birliğin öteki üyelerinin Türk topraklarına sağesen kaçmalarına yardım
ediyordu.
Ege denizinde İngilizlerin elinde bulunan adalara ikmal gereçleri Suriye'den
geliyor, demiryoluyla Tükiye üzerinden geçirilerek İzmir'in güneyinde kusursuz bir
liman olan Kuşadası'na gönderiliyordu. 9 Ekimden, Leros adasının düştüğü 17
Kasıma kadar, Türklerin aracılığıyla, acele ihtiyaç duyulan 1.400 ton araç ve gereç
İngiliz kuvvetlerine ulaştırılmıştı. 28 Eylülden 16 Kasıma kadar 3.000 ton yiyecek
Sisam'a, 480 ton yiyecek de Leros'a ulaşmıştı (49). Türklerin yönettiği Türk
kayıkları, bu yiyecekleri adalara götürüyordu. Daha sonra İngilizler Ege adalarını
boşaltırken, Türkiye kıyıları boyundaki Kuşadası ve Bodrum limanları geri çekilme
yollarının ilk uğrakları oldu. Sözgelişi, General Wilson, 18-19 Kasımda Sisam
adasının boşaltılmasını emrettiği zaman, tuğgeneral Baird, Yunan Kutsal TAburu
komutanı albay Çigantis, İtalyan komutanı General Soldarelli, Yunan piskoposu,
daha yüzlerce İngiliz ve İtalyan uyruklu sivil, Anadolu'ya Türk kayıklarıyla
taşınmışlardı (50).
20 Kasım ve 21 Kasım akşamları Türk kayıkları, binden çok İngiliz ve Yunan
uyruklu siville, 400 İtalyan askerini Sisam'dan Anadolu'ya geçirmişti. Hem de bu
boşaltma işlemi, Almanlar adayı istilâ ederken gerçekleştirilmişti (51).
Dışişleri Bakanı Menemencioğlu'nun bu harekâtı yürütmekle görevli oluşu,
kendisinin ne İngiltere'nin düşmanı, ne de Almanların dostu olduğunu
onaylamaktadır. Ama bu, Türk çıkarlarının değerlendirilmesinde de bir değişiklik
anlamına gelmemektedir. Gizli yapılan yardım, hem hükûmetin İngilizlere karşı
beslediği sempatiyi, hem de bu sempatiyi -askerî destek gibi- Müttefikleri etken ve
açıkça desteklemek biçimine dönüştürmeme konusundaki kararlılığını
gösteriyordu.
Ayrıca Türk hükûmeti, gerek bu dönemde gerekse savaşın sonuna doğru, hiçbir
zaman temel yargılarından sapmamıştır. Rusya hâlâ bir düşmandı ve gücü gittikçe
artıyordu. İngilizler ve Amerikalılar yanlış yola saptırılmış dostlardı ve dikkatsiz
davranışlarıyla Rusların Doğu Avrupa'yı istilâ etmelerine göz yumacaklardı. Fakat
Türkler, İngilizlerin Ege'den çekilmelerine yardım ederken, son İngiliz kozunun
oynandığını anlamışlardı. Şimdi sıra Rusya'daydı.

VII

TÜRKİYE'YE YAPILAN BASKI ARTIYOR:


DIŞİŞLERİ BAKANLARI TOPLANTISI

Moskova Konferansı: Ruslar Türkiye'yi Savaşa Katılması için Zorlamayı Deniyor -


AMERİKAN, İngiliz ve Sovyet Dışişleri Bakanlarının Moskova Konferansı,
Sovyetlerin Türkiye'yi savaşa katılmaya zorlamak için İngiliz ve Amerikalılardan bir
vaat koparma amacıyla gösterdikleri olağanüstü çabalar bakımından çok
anlamlıydı. Özellikle Birleşik Amerika böyle bir vaatte bulunmaya isteksizdi ama,
en sonunda Molotov, konferansın ana sonuçlarından olmasa bile, önemli
eklerinden biri olarak böyle bir vaat koparmayı başardı.
Sovyetlerin Türkiye'yi tarafsızlıktan ayırıp savaşa iteleme konusundaki
kararlılıkları, ekim ayında Moskova'da toplanan konferanstan daha önce su üstüne
çıkmıştı. Eylül başlarında ''Savaş ve İşçi Sınıfı''nda çıkan bir makale, yeterince
önemsenmiş olacak ki, İzvestia'da (1) yeniden yayınlandı. Makale, ''Türkiye'nin
tarafsızlığı gittikçe daha çok Almanlar için yararlı ve kaçınılmaz olmaktadır; çünkü
Türkiye, Alman ordularının Balkan kanadının güvenliğini sağlamakta, Almanların
burada çok az sayıda bir güçle tutunmalarını kolaylaştırmakta ve Alman
birliklerinin büyük bir bölümünün Sovyet-Alman cephesine gönderilmesine yol
açmaktadır...'' (2) diyordu.
Profesör Esmer, Türklerin tarafsız kalmasını, İngiltere ve Birleşik Amerika
Balkanları istilâ edecek duruma gelmeden, Almanları bu bölgede
güçsüzleştirmemek amacıyla kendilerinin istediğini daha o zamanlarda Stalin'in
düşündüğünü ileri sürmektedir.
Esmer, Rus basınının, ''İngiltere'nin Türkiye'ye gönderdiği silâhların Almanya'ya
karşı kullanılmak üzere değil, savaştan sonra Rusya'ya karşı güçlendirmek
amacıyla gönderildiğini'' belirterek öfkeli bir kampanya açtığını da belirtmektedir
(3). İşte bu türden Sovyet propagandası altında Moskova Konferansı açıldı.
Üç büyüklerin Dışişleri Bakanları, Hull, Eden ve Molotov, 19 Ekim 1943'te
Moskova'da toplandı (4). Konferans başkanı olarak Molotov, hemen Hull ve
Eden'dan üç istekte bulundu. Sovyetler her zamanki gibi, İkinci Cephe'nin önceden
kararlaştırıldığı biçimde 1944 ilkbaharında açılmasının garanti edilmesini
istiyorlardı. İkinci istek, üç büyüklerin Türkiye'ye hemen savaşa katılmayı kabul
ettirmeleriydi. Üçüncüsü de, İsviçre hava üslerinin kullanılmasıyla ilgiliydi. Molotov
bu üç isteğini ileri sürdükten sonra toplantıyı erteledi (5).
Eden, hemen başbakanına, Sovyetlerin üç isteğini haber verdi. Molotov'un da,
Türkiye'nin savaşa katılmasını istemesi, Churchill'i pek sevindirmişti. Sovyetlerin,
İkinci Cephelerin açılması çağrısı sürpriz olmamıştı ama, Türkiye'nin de savaşa
katılmasını istemeleri hayret uyandırmıştı (6).
Churchill, Dışişleri Bakanı'na gereken öneride bulunarak, Rusların Balkanlarda
geniş çapta bir İngiliz-Amerikan istilâ hareketiyle ilgilenip ilgilenmediklerini
öğrenmesini istedi (7). İngiltere Başbakanının güttüğü Doğu Akdeniz stratejisinin
can çekişmeye başladığı bir sırada, Ruslar göründüğü kadarıylea bu stratejiye yeni
bir hayat veriyordu.
İkinci toplantıda Molotov, yeniden Sovyetlerin Türkiye'ye karşı duydukları ilgiyi
dile getirdi (8). Eğer İngilizler ve Amerikalılar, Sovyetler Birliği'nin gerçek dostları
ise, Rus ordularının taşıdığı yükü gerçekten hafifletmek istiyorlarsa, Türklerin
savaşa katılmaları için ellerinden geleni yapmaları gerekeceği görüşünü savundu.
Eden da, ''Türkiye'nin savaşa katılması konusunda Sovyetler Birliği'yle aralarında
anlaşmazlık olmadığı'' karşılığını verdi (9). Gerçekten de İngilizler, Türklerin
hemen savaşa katılmaları gerektiği ilkesini kabul etmişlerdi. Eden her şeye
rağmen son derece ölçülüydü. Türklerin savaşa katılmalarını önleyen engelleri
kabataslak çizdi, ama, yalnız bu ülkenin askerî yönden hazırlıksız oluşunun yol
açtığı güçlükleri dile getirdi; siyasal durumun doğurduğu güçlüklere, özellikle
Sovyetler Birliği'yle olan ilişkilerine hiç değinmedi.
Başbakan'ın 20 Ekimde Eden'a yazdığı gibi, öbür fikirler, Eden'in ''içten
pazarlığı'nda vardı (10). Dışişleri Bakanı, İngilizlerin Güneydoğu Avrupa'daki
çıkarlarıyla ilgilenmelerinin, İkinci Cephe'nin açılmasını tehdit edeceğini
Amerikalıların düşündüğünü bilerek, aşırı bir kuşkuculukla, büyük bir çekingenlik
arasındaki çizgiden yürüdü. Ruslarla birlik olmak istiyor, ama Amerikalıların
muhalefetiyle karşılaşmak da işine gelmiyordu. Ayrıca İngiltere'nin kendi politik
çıkarları bakımından Türkiye'nin savaşa katılmasını istediğinden Rusların
kuşkulanmaması gerekiyordu. Dolayısıyla Eden, Türkiye'nin savaşa katılması
ilkesini kabul ederken, büyük bir içtenlikle, bunu engelleyen nedenlerin, İkinci
Cephe'nin başarılı olmasını sağlayacak lojistik ve pratik konulardan oluştuğu
görüşünü savundu (11). Eden ayrıca Rus meslektaşına, İngilizlerin Türklere neden
silâh yardımı yaptıklarını açıklarken, güdülen tek ve kesin amacın, onları
Almanlara karşı savaşabilecek duruma getirmek olduğunu da belirtti.
Molotov, İngilizlerin Türkleri Rusya'ya karşı silâhlandırmalarından kuşkulanırken,
Eden da, ''Türkiye'nin Almanları Balkanlardan sürüp atmaya yardımcı olmalarını
İngiltere'nin seve seve karşılayacağını, öte yandan ülkesinin Almanlar
Balkanlardan çıkartıldıktan sonra Türkiye'nin bu bölgedeki bir müdahalesiyle
ilgilenmediğini'' belirtti (12). Türk havaalanlarının sanıldığı kadar önemli
olmadığını, bundan böyle İtalya'daki hava üslerinden de yararlanabileceklerini
ekledi. Ardından, ''Ama, Sovyet dostlarımız savaşa katılması için Türkiye'yi
sıkıştırmamızı isterlerse, bu konuyu dikkate almaktan hoşnut kalacağız'' diyerek
tutumunu özetledi. Böylece İngilizlerin tutumu, Sovyetlerinkiyle aynı doğrultuya
gelmiş oluyordu.
Molotov, Eden'den bu doyurucu karşılığı alınca, bu kez Hull'a döndü. Amerikan
Dışişleri Bakanı, Eden'ın, Türkiye'ye karşı güdülen İngiliz politikasını açıklamasını
sessiz sessiz dinlemişti. Şimdi de bu konferans sırasında aynı konunun her ortaya
atılışında hiç esirgemediği sert karşılığı verdi: ''Askerî konular üzerinde konuşmak
yok!'' (13).
Eden gibi Hull da, birinci toplantıdan sonra Washington'a telgraf çekmiş ve
talimat istemişti. Eden'ınkinin tersine, Hull'ın önerisi, Türkiye'nin savaşa katılması
sorunuyla hiç ilgili değildi. Roosevelt, Dışişleri Bakanı'nın mesajına doğrudan
doğruya karşılık vereceği yerde, Ortak Kurmay Başkanlarına bir yazı gönderdi.
Ortak Komutanlar da konuyu, incelenmesi için Ortak Stratejik İnceleme
Komutanlığına (ISSC) aktardılar (14). Hull'ın sorusuna verilecek karşılık, or-du
planlamacılarıyla bu konu üzerine sonradan eğilen JSSC arasında çıkan anlaşmazlık
yüzünden gecikti (15).
Ordu planlamacıları, Türkiye'nin savaşa katılmasına karşıydı; bunun için eski
kanıtlamalardan pek çoğunu yeniden ileri sürüp, haklı olarak şu sonuca
varıyorlardı: ''Türkiye, Sovyet yardımı istememektedir ve büyük bir ihtimalle
kendisini SSCB'ne karşı korumak için İngiltere ve Birleşik Amerika'dan garanti
isteyecektir...''
Elbette bu İngiliz-Amerikan kuvvetlerinden bir bölümünün İkinci Cephe
harekâtından çekilmesini zorunlu kılacaktı (16). JSSC ise Türklerin savaşa
katılmalarından yanaydı; çünkü böylece Almanların Manş karşısındaki
kuvvetlerinden bir bölümünü geri çekmek zorunda kalacaklarını düşünüyorlardı.
En sonunda Ortak Kurmay Başkanları, belirsiz bir tutumda karar kıldılar:
Türkiye'ye savaşa katılması konusunda ne çok cesaret verilecek, ne de kesinlikle
bundan vazgeçirtilecekti. Ortak Komutanlar, Türkiye'nin savaşa katılması
durumunda Sovyetler Birliği'nin Türkiye'yi korumak için neler yapabileceğinden
emin olmak ve bunu bilmek istiyorlardı. Ayrıca Türkiye'nin savaşa girmesinin,
İkinci Cephe'nin açılmasını geciktirmesini de garantiye almak niyetindeydiler.
Hull'ın başkana mesaj gönderdiği dönemde de böyle bir teminat verilemeyeceği
için Ortak Komutanlar dikkatli olunmasını salık vermişlerdi (17).
Hull, aldığı talimatın özünü Sovyet Dışişleri Bakanı'na duyurdu. Elbette bu,
Molotov'un umduğu karşılık değildi; görünüşte Amerikalılardan bu kadar az şey
koparmayı düşünmemişti. Konferans süresi boyunca da, Türkiye'nin savaşa
katılmasına yardımcı olması için Hull'ı sıkıştırıp durdu. Sözgelişi, Hull, 25 Ekimde
Molotov'un dinlenmek için verilen bir aradan yararlanarak yanına sokulduğunu ve
üç büyük devletin ''Türkiye'ye savaşa katılmasını önermeleri gerektiğini''
söylediğini; ancak bu önermeleri sözcüğüyle Molotov'un açıkça 'emretmeleri'
anlamını güttüğünü yazmaktadır (18). Hull buna karşılık vermeyeceğini söyledi.
Molotov diretti. Hull'a, ''savaşa katılmadıktan sonra'' Müttefiklerin Türkiye'ye ne
diye silâh yardımı yaptıklarını bir türlü anlayamadığını söyledi (19). Üç gün sonra
Molotov, Rusya'nın tutumunun son derece basit olduğunu açıkladı. Türkiye, her ne
olursa olsun savaşa katılmaya zorlanmalıydı; çünkü bunun sonucunda Müttefikler
ne türden sorunlarla karşılaşacak olurlarsa olsunlar, Hitler'in karşılaşacağı
sorunlar çok daha büyük ve ciddî olacaktı. Türk hava üslerinin kullanılması yeterli
değildi. Türkiye'nin savaşa katılması gerekiyordu. Türkiye buna karşı duracak
olursa, yapılan silâh yardımı durdurulmalıydı. Molotov, Türkiye nasıl olsa üç
büyüklerin isteğine karşı çıkamaz diye ekliyordu (20).
Konferansın normal toplantıları sona erer ermez, Molotov ve Eden, 31 Ekimde
Türkiye'nin savaşa katılma kararı alması için seçilecek en iyi yolun hangisi
olduğunu kararlaştırmak üzere masa başına oturdular. Eden'in Churchill'e çektiği
telgrafa göre, Molotov bu tartışma sırasında durup durup aynı şeyi söylemişti: ''Üç
Büyükler, Türkiye'nin gerçekten savaşa katılmasını gerekli görüyorlarsa, Türkiye
buna karşı çıkamaz...'' (21). Churchill de kendi yönünden ve konferansın
havasından aldığı cesaretle, Türkiye'nin savaşa katılmasını kolaylaştıracak yeni bir
kampanya açmaya karar vermişti. Amerika planlamacıların, Türklerin savaşa
katılmalarını salık vermeye karşı çıkmalarına, kendilerinin Türkiye cephesine
gereken lojistik yardımı yapmak istememelerine ya da yapamayacaklarını
belirtmelerine rağmen, Churchill, Ruslarla birlikte her ne pahasına olursa olsun
Türklerin savaşa katılmalarını sağlamayı kararlaştırmışa benziyordu. Türklerin o
zamana kadar aldığı yardımlarla savaşta başarılı olup olmamaları konusunda da,
göründüğü kadarıyla, Amerikalılardan daha az karamsardı (22). Bu, savaş boyunca
İngiliz-Türk ilişkilerinin en kötü seviyeye ulaştığı dönemin başlangıcıdır. Türk
politikasını çizenler, özellikle Dışişleri Bakanı Menemencioğlu, Türk şehirleri
gerektiği biçimde korunmuş olsun ya da olmasın, Türk askerî birlikleri yeteri kadar
donatılmış ve takviye edilmiş olsun ya da olmasın, İngilizlerle Rusların kendilerini
savaşa sürüklemeye istekli oldukları izlenimine varmışlardı. Eden da Molotov'a,
Türk Dışişleri Bakanı'yla Kahire'de buluşacağını, Üç Büyükler adına Türkiye'nin
havaalanlarını hemen kullanma, Boğazlardan denizaltılarını geçirme izni istemeye
hazırlandığını bildirdi (23). Yine de Eden'la Molotov arasında bazı anlaşmazlıklar
çıktı. Eden, Türklerin yardımı olmadan Leros adasında daha çok
direnemeyeceklerini Molotov'a söyledi ve Leros'u korumak için Türkiye
havaalanlarından yararlanacağını belirtti. Molotov, hemen buna kesinlikle karşı
çıktı, Türkiye'nin topyekûn savaşa girmesi gerektiğini ileri sürdü (24). Molotov,
İngiliz-Rus ittifakının geleceğinin de buna bağlı olduğunu ima etti. Anlaşılan, Eden
da Molotov'un ileri sürdüğü nedenler karşısında etkilenmişti. 1 Kasım 1943'te Hull,
Başkan'a, İngiliz Dışişleri Bakanının Churchill'e gönderdiği bir telgrafı kendisine
gösterdiğini haber verdi. Eden bu telgrafında, Menemencioğlu ve Türk hükûmeti,
eğer Müttefiklerin havaalanlarından yararlanmalarına ve denizaltılarını
Boğazlardan geçirmelerine izin vermezse, ''Kendisine (Menemencioğlu'na) araç ve
gereç yardımımızı durduracağımızı söyleyeceğim'' dediğini kabul ediyordu. Eden
daha da ileri gitti. Türkiye 1943 yılı sonuna kadar Almanya'ya karşı savaşa
girmezse, Müttefikler Türk hükûmetine hemen savaşa katılmasını isteyen üçlü bir
ültimatom vereceklerdi. Bu uyarıların sonucu olarak Molotov, İngilizlerin Türk hava
üslerinden yararlanma isteklerine karşı olan direnişinden vazgeçti.
Eden şöyle yazmaktadır:
Hükûmetimiz yıl sonundan önce Türkiye'nin savaşa katılması konusunda tam
uyuşma durumundaydı ve bu konuda hemen imza vermeye hazırdım. Aramızdaki
tek anlaşmazlık, taktik sorunlarıydı. O biraz daha çabuk olmasını isterken, ben
biraz daha ağırdan almamız görüşündeydim (25).
Molotov ve Eden yine de geçici bir uzlaşma üzerinde birleştiler: 1943 yılı sona
ermeden önce Türkiye savaşa katılacak, iki hükûmetçe istenilen hava üslerinden
yararlanma ve Müttefiklere istedikleri kolaylıkları tanıma konularında olumlu
davranacaktı. 1 Kasım 1943'te iki Dışişleri Bakanı şu gizli protokolü imzaladı:
Sovyetler Birliği ve Birleşik Krallık Dışişleri Bakanları aşağıdaki konularda
anlaşmaya varmıştır:
1. Türkiye'nin Birleşmiş Milletler arasındaki yerini alması ve Hitler Almanya'sının
yenilgisini çabuklaştırmak için... İki Dışişleri Bakanı, Türkiye'nin 1943 yılı
sonundan önce Birleşmiş Milletler'in yanında savaşa katılmasını istenmeye değer
görmektedir.
2. İki Dışişleri Bakanı, Birleşik Krallık ve Sovyet hükûmetleri adına, Türkiye'ye, en
yakın ve yugun bir zamanda savaşa katılması konusunda anlaştıklarını, buna göre
1943 yılı bitmeden önce Türkiye'nin savaşa girmesi gerektiğini bildireceklerdir.
3. Ayrıca, Türkiye'den Türk havaalanlarını kullanma ve iki hükûmetin gerekli
göreceği öbür kolaylıkları tanıyarak, Müttefik Kuvvetleri emrine verip Birleşmiş
Milletlere yardımcı olmasını hemen isteme konusunda anlaşmaya varılmıştır (26).
Konferansın başından beri Molotov'un peşinde koştuğu anlaşma, artık İngilizlerce
kabul edilmiş oluyordu.
Protokolun hazırlanmasından sonra Molotov, Amerikalıların da buna katılmaları
için çaba harcamaya başladı. Anlaşmalarını üçlü bir anlaşma durumuna getirme
imkânını yaratması için gerekli sondajları yapmasını Eden'den istedi. Hull, hemen
Başkan'a bir telgraf çekti ve bu konuda talimat istedi. Molotov'un çabaları bu sefer
karşılığını gördü. 4 Kasımda Başkan, Hull, Washington'a döndüğü için büyükelçi
Harriman'a, hükûmetinin de Türk havaalanlarının hemen kullanılması için
Türkiye'den istekte bulunulması konusunda Büyük Britanya ve Sovyetler Birliği'ne
katıldığını, ayrıca yıl sona ermeden Türkiye'nin savaşa katılması için baskı
yapılmasını da kabul ettiğini'' bildirdi (27). Molotov budan çok hoşnut kalmıştı.
Elbette, Harriman da hoşnuttu (28). Eden'a gelince, o da 4 Kasımda, hiç sevmediği
ve Mihver yanlısı olarak bellediği Türk Dışişleri Bakanı ile Kahire'de buluşmak
üzere Moskova'dan ayrıldı.
Menemencioğlu ve Eden Kahire'de: İngilizler Rus Kozunu Oynuyor - 5 Kasımdan 8
Kasıma kadar Türk ve İngiliz Dışişleri Bakanları arasında yapılan toplantılarda her
şeyin kötü gittiği açıkça görülmektedir. Ankara'daki İngiliz Büyükelçisi Hugessen,
Eden'in Menemencioğlu'nu görmek istediğini bildiriyordu ve 1 Kasımda ''özel
olarak'' zemin yoklamaya başladı.
''Şart kipi taşıyan bir sürü cümle'' kullanan Hugessen, Menemencioğlu'nun ''en
yakın bir zamanda'' Kahire'ye gitmeyi isteyip istemediğini anlamaya çalıştı (29).
Menemencioğlu, buna olumlu karşılık verdi. Türk Dışişleri Bakanı, ertesi gün
sabah saat 10'da, yani 2 Kasımda, hasta olduğu için yataktan çıkamayacağını
telefonla Hugessen'e bildirdi (30). En sonunda çağrı gelince, Menemencioğlu'na
hazırlanmak için yalnızca 24 saatlik bir süre kalmış oldu.
Uçuş şartları öyle kötüydü ki, Hugessen ve Menemencioğlu Toros dağlarını aşarak
yirmi saatlık bir tren yolculuğu yapmak zorunda kaldılar.
Burada da, toprak kayması geçitlerden birini kapatmıştı. Dışişleri Bakanı'yla
birlikte Kahire'ye giden Açıkalın, Menemencioğlu'nun Ankara'dan başlayarak tren
yolculuğu sırasında acıyla sık sık yüzünü buruşturduğunu hatırlamaktadır (31).
Menemencioğlu ve Eden, elbette birbirlerinin yabancısı değillerdi; ama, aralarında
pek dostluk da yoktu. Daha görüşmelerin başlangıcında Menemencioğlu,
Açıkalın'a, İngiliz meslektaşının hep ''benim'' diyen ''tiyatro oyuncusu gibi''
olduğunu söyledi (32)
Öte yandan, Eden'in de Türk meslektaşı üzerine birtakım izlenimleri vardı ve ona
yalnızca Mihver yanlısı gözüyle bakıyordu. Menemencioğlu'na hayran olan
Büyükelçi Hugessen, boş yere onu bu görüşten döndürmeye çalışmıştı (33).
İngiliz Dışişleri Bakanı, Kahire'ye varışından sonra, ilkin Sholto Douglas ve
General H. Maitland Wilson'la görüştü. Hep birlikte o ay içinde Kraliyet Hava
Kuvvetlerinden on filonun Türkiye'ye gönderilmesini kararlaştırdılar.
Menemencioğlu'yla Açıkalın, yanlarında Hugessen de olduğu halde, öğlene doğru
Kahire'ye vardılar ve 5 Kasımda hemen görüşmelere geçildi.
Eden, Türk Dışişleri Bakanı'nın karşısına, üç hafta içinde Türk topraklarının hava
filolarının inişini hemen kabul etmesi isteğiyle çıktı (34). Bu istek karşısında pek
şaşıran Menemencioğlu, savaşa katılma isteği gibi, bunu da görüşmeyi kabul
etmedi (35).
Bu konuşmalardan söz ederken Menemencioğlu, Eden'ın, Türkiye'nin bir ay içinde
savaşa katılmasını istediğini ve kafasındaki bu niyetle Eden'in Türk hava alanlarını
kullanma iznini kopartmayı tasarladığını ileri sürmektedir (36). Eğer
Menemencioğlu dürüst konuşuyorsa, Eden'ın, Türkiye'yi savaşa sokmak için
Türkiye üzerinde baskı yapılması yolundaki Molotov'un isteğini güttüğünü ileri
sürmeliydi. Eden'la Menemencioğlu arasındaki tartışmaların İngilizlerce
Amerikalılara verilen tutanakları ise Eden'ın öncelikle hava üslerinden söz ettiğini
ortaya koymaktadır (37). Görüşmelerin İngilizlerce açıklanan biçimine göre, Eden,
Menemencioğlu'na, ''Türkleri kendi başlarına savaşa sürüklemek için baskı yapmak
niyetinde olmadıkları'' konusunda güvence vermiştir (38). Eden, hava üslerinin
kullanılmasını, ya da Türkiye'nin hemen savaşa katılmasını isterken,
Menemencioğlu da kurnazca, Türk hava üslerinin Müttefik hava filolarınca
kullanılmasının, Almanya'ya savaş açmış olmaktan ayırt edilemeyeceği üzerinde
durdu.
Mihver, bu tutuma böyle bir gözle bakabilirdi (39). Menemencioğlu gerek Türk
kamuoyunun, (40) gerekse Müttefiklerin lojistik yeteneklerinin, Türkiye'nin hemen
savaşa girmesi için hazır olmadıklarını da ileri sürdü (41). İngiliz-Amerikan ortak
güçlerinin Balkanları istilâ edecekleri vaadinin, Türkiye'nin savaşa katılmasını
askerî yönden etkilemesinin mümkün olamayacağını savundu (42). Üstelik, İngiliz
uçak filoları Almanları çileden çıkarmaya yetecek, ama Türkiye'yi istilâdan
kurtarmaya yetmeyecekti.
Dolayısıyla Menemencioğlu her türlü yarım çareye kesinlikle karşı çıktı: Türkiye,
ne yalnızca üs vermekle yetinerek pasif bir rol oynamaya çalışacak, ne de ''kıyıda
kalıp Almanlara yüz verecekti.'' (43). Fakat Türkiye, İngilizler ve Amerikalılar
Balkanlardaki varlıklarıyla yeterli bir koruma sağlamadıkça, etken bir biçimde
savaşa giremeyecekti. Önerileri buydu ve başkası da olamazdı.
Eden, Türklerin savaşa katılmasının yarar yerine zarar verebileceğini Molotov'a
anlatmakta çok güçlük çektiği ve bunun Türklere karşı bir lütuf olduğuna inandığı
halde, Menemencioğlu olayları hiç de bu açıdan görmüyordu. Profesör Esmer,
İngilizler ilk adım olarak Türk havaalanlarını kullanmayı istedikleri zaman,
Menemencioğlu'nun bunu, ikinci adımı atmak için yapılan bir hazırlık diye kabul
ettiğini açıklamıştı. Çünkü, nasıl olsa ardından Mihver devletleri de bu davranışın
sonucu olarak Türkiye'ye saldıracaktı. Böylece İngilizler, Türkleri savaşa
sürüklememiş gibi görünecek; dolayısıyla Türkiye'yi koruma konusunda kendisini
pek yükümlü görmeyecekti.
Esmer, kendi açısından hâlâ İngiliz politikasının bu aşamasını ''anlamsız ve
insafsız'' olarak tanımlamaktadır (44).
Savaşa girerlerse, Türklerin İngiliz-Amerikan yardımının yetersiz kalmasından
başka en çok korktuğu şey, Sovyetler Birliği'nin aşırı ''yardım''larıydı. Türklerin,
Rusya'nın Balkanlar için beslediği emeller üzerine uzun sözlerini Mihver
propagandasının bir yankısı olarak kabul eden Eden için bunları dinleme
zorunluluğu, özellikle pek sıkıcı oluyordu (45). Menemencioğlu'nun ''kayıtsız
şartsız teslim'' ilkesine karşı çıkışı da, Eden'e aynı biçimde görünüyordu (46).
Eden Kahire'ye, Menemencioğlu'na öğüt vermeye gelmişti; ondan öğüt dinlemeye
değil. Ancak, Türk Dışişleri Bakanı, meslektaşını sanki işitmiyor gibiydi. Eden
toplantılar sırasında Churchill'e şu telgrafı çekti:
Uzun, yorucu bir gün geçirdik. İnandırma çabalarım gerek Dışişleri Bakanı,
gerekse Açıkalın için hiç etkili olmadı; hele Açıkalın, sağır gibiydi... İkna olmak
istemeyen bir Türk kadar hiç kimse, sağır gibi böyle kulak tıkayamaz (47).
Eden, Türklerin durumundaki çekingenliğin temelinin, İngilizlerin Ruslarla ''bir
çeşit pazarlık'' yapmış olmalarından ileri geldiğini söylemektedir (48). Daha
sonraki araştırmaların gösterdiği gibi, Eden, davranışında son derece dürüsttü.
Türkler, Eden'ın Moskova Konferansı'nda Rusların istediklerini ''olduğu gibi''
tekrarladığını kavramıştı (49). Menemencioğlu, aralarındaki tartışmalarda Eden'in
Sovyetler Birliği'nin sözcülüğünü yaptığı sonucuna hemen vardı.
Bu konuda şöyle yazmaktadır: ''Bay Eden'in Rusların ısrarı üzerine... Kahire'de
Türkiye'nin savaşa acele katılması konusunda üstelediğini anlamakta hiç
gecikmedim.'' (50). Menemencioğlu bir fırsatını bulup tartışmalar sırasında Eden'ı
açıkça yalnız İngilizlerin değil, Rusların da sözcülüğünü yapmakla suçladı (51).
Eden, verdiği karşılıkta, Menemencioğlu'nun ''Gerçeklere bakması gerektiğini...
Britanya'nın Türkiye'nin müttefiki olduğunu, ancak Rusya'nın da müttefiki
sayıldığını'' söyledi (52). Bu insanı korkutacak kadar haklı bir fikirdi ve Türkleri,
İngilizlerin isteklerine karşı bütün bütün isteksiz duruma getirdi.
Menemencioğlu, Rusların amaçları üzerine yaptığı tahminlerde son derece içten
ve açıktı. Özellikle, Balkan ulusları ve Doğu Avrupa konusunda. Bu kuşkularının
İngiltere Dışişleri Bakanı'nca da bilinmesi için, Rus niyetleri üzerine durmadan
kesinlikle sorular yöneltmekteydi. Menemencioğlu hiçbir biçimde özür dilemeden,
bu sorunların ''gerçekten çok büyük patavatsızlık'' olduğunu kabul etmektedir
(53).
Menemencioğlu'nun Moskova'da alınan kararları öğrenmek için gösterdiği büyük
merak, özellikle Türk Dışişleri Bakanı'nın dönüp dolaşıp değindiği Polonya'nın
kaderi üzerinde toplanmaktaydı. Bir aralık Menemencioğlu, Eden'e dosdoğru şu
soruyu sordu: ''Polonya konusunda niyetiniz nedir?'' Eden, ''küplere bindi'' ve ''Bu
sizi ne ilgilendirir ki?'' diye patladı. Menemencioğlu da buna ateşli bir tavırla:
''Çünkü, Polonya bizim için bir 'pierre de touceh' (A) tur,'' karşılığını verdi (54).
Eden, Türk dış politikasında zorla bir değişiklik oluşturmak için çaba harcarken,
Rusları öne sürerek Türkleri tehdit etmek gibi hiç de verimli olmayan bir stratejiye
bile baş vurmuş, ''İngilizlerin isteklerine karşı çıkacak olursa, Türkiye'nin Rusya
karşısında hiç de istenmeyecek bir duruma düşeceğini'' belirtmiştir (55). Kısacası,
Eden, Churchill'in Adana'da düşünüp de yapamadığını gerçekleştirmiştir.
Başbakan, zamanında Harry Hopkins'e, Türkler ''itaatsizlik'' ederlerse, ''Rusları
Çanakkale boğazı konusunda dizginlemeyi beceremeyeceğini'' söyleme ''yolunu
seçeceğini'' belirtmişti (56). Ancak, gördüğümüz gibi, Churchill çok daha yumuşak
davranmıştı. Son görüşmelerini bağlamalarına sıra gelince, Eden,
Menemencioğlu'yla buluşmasını dostça bir hava içinde bitirme çabası içinde, Türk
Dışişleri Bakanına söylediklerini Başbakan Churchill'e aktaracağını bildirmişti.
Menemencioğlu da, ''Lütfen Bay Churchill'e söyleyin, Adana'yı hatırlasın ve bir
sabah bize verdiği belgeyi lütfen yeniden okusun.
Kendisinin durumu anlayacağından eminim,'' karşılığını verdi (57). Ayrıca,
Müttefiklerin önerilerini incelenmek üzere hükûmetine bildireceğine söz verdi.
Eğer Eden, savaş döneminde ve savaştan sonra güvenliğini düşünme, mümkün
olursa önce Türkiye'nin, sonra da Balkan ülkelerinin bağımsızlığını garantiye alma
ilkesine dayanan Türk dış politikasının temelini anlamış olsaydı, Menemencioğu'nu
kazanma konusunda uğradığı başarısızlık kendisi için çok daha az şaşırtıcı olurdu.
Türkler hiç de Almanlarla savaşmaya istekli değildi. Kendilerini gereksiz yere zayıf
düşürmek istemiyor, savaştan muzaffer çıkacak olan güçlü bir Sovyetler Birliği'nin
karşısına güçlü ve yıpranmadan çıkmayı tercih ediyordu. Önceden de belirtildiği
gibi, Türkler Almanlara karşı savaşıp bütün kaynaklarını tüketmekten, böylece
Rusların baskı ve emelleri karşısında daha duyarlı bir duruma düşmekten
korkuyorlardı. Balkanlarda toprak istekleri yoktu; ulusça Almanya'ya diş
bilemiyorlardı. Çünkü Almanlar, hiç olmazsa Mihver'in ilerleme döneminde,
tarafsızlıklarına ve toprak bütünlüklerine dokunmamıştı. Eğer savaşmaları
gerekiyorsa, bu, düşmanları olarak belledikleri Ruslara karşı bugünkü ve ilerdeki
durumlarını garantiye almak için olmalıydı. Balkanları Ruslardan önce İngilizlerle
Amerikalıların istilâ etmeleri için savaşa katılmaya hazırdılar.
Fakat, Menemencioğlu'nun Kahire'de Eden'a açık seçik söylediği gibi, ''Rusya'nın
Romanya ve Bulgaristan'a yerleşmesine yardımcı olmak için'' savaşa katılmaya hiç
istekli değillerdi (58). Ya da Rus birliklerinin Doğu Akdeniz'e sızmaları için gelip
geçecekleri bir yol olmayı istemiyorlardı. Bu belirli politika ilkeleri karşısında
Türkiye'yi bir Sovyet genişleme siyasetiyle tehdit etmenin elbette hiçbir yararı
olamazdı. Çünkü, aslında Türklerin hesaplarında bütün bunlar vardı. Yine, bugün
Moskova'yla işbirliği yaparak ilerde Rusların Türklerden daha az şeyler
isteyeceklerini ummak doğru olmazdı. Bu kadarı da, Türklerin sabrını taşırtacak
kadar ileri gitmek demekti artık. Dolayısıyla, Eden'in, Menemencioğlu'yla
karşılaşmasında ne ağzına bir parmak bal çalması, ne de sert çıkışları yararlı
olabildi.
15 Kasımda Menemencioğlu'nun Büyükelçi Hugessen'i çağırtarak ''Türkiye'nin,
İngiltere'nin tekliflerini kabul etmediğini bildirmesi'', doğrusu bu bakımdan hiç de
sürpriz sayılmadı (59).
Hugessen, istemeye istemeye Türk Dışişleri Bakanı'na, bu şartlar altında ülkesinin
Türkiye'ye silâh yardımını sürdürmesinin çok zor, belki de hiç mümkün
olamayacağını belirtti (60).
Yeni Türk Stratejisi: Taktik yer değiştirmeler - Tutanaklardan da anlaşıldığı üzere,
Kahire'de Türklerin savaşa katılmamak için gösterdikleri çabalar, Eden'ı
Türkiye'nin vaktinden önce savaşa katılmasının yalnız Rus çıkarlarına hizmet
edeceğine, bu çıkarların da yalnız Türklere değil, Batılı Müttefiklere de zarar
vereceğine inandırma üzerinde toplanıyordu. Ancak, bütün bu çabalar, hiç olmazsa
Eden'ı inandırmak konusunda, ne acıdır ki, başarısızlığa uğradı. Bundan sonra Türk
stratejisinde bir değişiklik görüldü. Türkler, Rusların Doğu Avrupa üzerinde
gelecekte besledikleri niyetler konusunda bir daha Müttefiklere hiçbir uyarıda
bulunmadı. Sovyet tehdidi üzerine görüşlerini hemen arka plana iterek
Müttefiklerin isteklerine karşı direnmek için bütünüyle lojistik ve askerî taktiklere
bağlandılar. İngiliz ve Amerikalılar bu konudaki öğütlerini ya da mantıklarını
kabule hazırlıklı görünmüyorlardı.
Menemencioğlu Ankara'ya döndükten üç gün sonra, 13 Kasım akşamı Büyükelçi
Steinhardt'la görüşerek yeni stratejiyi başlatmış oldu (61). Kendisine Kahire
görüşmelerini anlatarak, Eden'la anlaşamadıkları sekiz noktayı açıkladı.
Dışişleri Bakanı'nın fikrine göre bunlar süregelen Türk tarafsızlığı ile
bağdaşmaktaydı. Sekizi de askerî bir nitelik taşıyordu. Fakat, bir araya geldikleri
zaman, Türkiye'yi savaşa sürüklemek isteyen İngiliz çabalarına karşı bir savunma
perdesi ortaya çıkıyordu. Sovyet tehdidi ya da Balkanlarda savaş sonrası sınır
belirlemesi üzerine tek söz edilmemişti. Menemencioğlu'nun Steinhardt'a belirttiği
sekiz nokta şunlardı:
1. Türk hükûmeti, hava üsleri verme konusu yerine, Türkiye'nin savaşa katılması
sorununu tartışmayı tercih etmektedir; çünkü Müttefiklere hava üsleri verilmesinin
Türkiye'yi savaşa sürükleyeceği kaçınılmaz bir gerçektir.
2. Eden, Türkiye'nin savaşa katılıp eyleme girişmesini önerirken Türklerin
Müttefiklerden yardım bekleyip beklemeyeceğini belirtmemiştir.
3. Türk ordusu saldırı için hazırlıklı değildir ve... İstanbul ve İzmir şehirlerinin
yıkılmasına yol açacak... demiryolu şebekesi felce uğrayacak... ulaşım sisteminin
yok edilmesi sonucunda yokluk ve sıkıntı başlayacaktır...
4. İngilizlerin Ege adalarını istilâ edip buralarda tutunmak için yeteri kadar kuvvet
göndermemeleri, Türkiye'nin savaşa katılmak için hazır duruma gelmesini olumsuz
yönden etkilemiştir.
5. Müttefiklerin özellikle, kuvvetli bir hava gücünü Türkiye'de bulundurmak için
hemen göndermesi karşısında Türk hükûmeti, onlara üs verdiği için Mihver'in
şiddetli bir tepkisiyle karşılaşma ihtimalini göz önünde bulundurmak zorundadır...
ve Almanlar prestijlerini kurtarmak için kolay bir zafer kazanmak isteyeceklerdir.
6. Eden'in 3 Aralık tarihine kadar Türkiye'nin hava üsleri vermesi ya da savaşa
katılması konusundaki isteği, gerekli askerî hazırlıkları yapmak ve kamuoyunu
savaşa hazırlamak için yeterli değildir.
7. Eden'in, Müttefiklerin Yakın Doğu ve Balkanlarla ilgili askerî planları üzerine hiç
olmazsa kısmî bir açıklamada bulunmadan Türkiye'den üs istemesi ya da savaşa
katılmasını önermesi, mantıklı bir davranış olmamıştır.
8. İngiliz-Amerikan kuvvetleri eğer Balkanlara çıkarlarsa, bu, Türkiye'yi
destekleyecek yeterli gücü sağlayacağından, Türk hükûmeti savaşa katılmakta en
küçük bir duraklamaya göstermeyecektir (62).
Savaşa erken katılmanın siyasal tehlikelerini bir yana bırakıp bütünüyle askerî
sorunlara yöneliş nedeniyle Türk stratejisinde ortaya çıkan bu değişikliği
Büyükelçi Steinhardt'ın değerlendirdiği açıkça bellidir.
15 Kasımda, Ankara'daki Sovyet Büyükelçisi Vinogradov, Steinhardt'a, Ankara'ya
döndüğünden beri Menemencioğlu'yla görüşmeye kalkışmadığını ifade etti. Çünkü,
Türkiye'yi savaşa girmekten alıkoyan nedenlerin siyasal mı, yoksa askerî mi
olduğunu öğrenme işini İngiliz Büyükelçisi'ne bırakmayı uygun gördüğünü açıkladı
(63).
Steinhardt'ın edindiği izlenime göre, önce Türkler kendisine yanaşıncaya kadar,
Vinogradov bilerek İngiliz-Türk görüşmelerinin dışında kalmak için emir almıştı.
Demek ki, Menemencioğlu'yla yaptığı görüşmeden sonra, Türklerin Moskova
Konferansı uyarınca güvence olarak her şeyi aldıklarını, ancak askerî nedenlerle
Müttefiklerin isteklerini yerine getirmeye yanaşmadıklarını Vinogradov'a
söylemek, Steinhardt'a düşüyordu (64).
Bu, son derece anlamlıdır; çünkü Steinhardt bu arada Hugessen'den Türk düşünce
tarzını etkileyen sorunların askerî olmaktan çok, siyasal olduğunu, Kahire
Konferansı'nın hikâyesini tam olarak dinleyerek öğrenmişti. Buna rağmen
Steinhardt, Türklerin yeni stratejisini kabule hazır görünmekle kalmıyor, ayrıca
bunu Sovyet Büyükelçisi'ne de aktarmak için telâşlanıyordu. Bu davranışının
nedenini anlamak zor değildir. Savaş boyunca Birleşik Amerika, Türkiye'nin savaşa
katılması için baskı yapılması yolundaki önerileri -bunun bir kanıtı da son Moskova
Konferansı'ydı- isteksiz karşılamıştı (65).
Cevat Açıkalın, o dönemde Steinhardt'ın, Türkiye'nin savaşa katılması için
Türklere baskı yapmadığını söylemektedir (66). Birleşik Amerika ayrıca, Türklerin
gösterdiği inadın, Rusya'ca mümkün olduğu kadar saldırgan bir niyetle
yorumlanmaması için çaba harcıyordu. Alman askerî gücünden ve Müttefiklerin
Doğu Akdeniz'deki zayıf durumundan korkmaya ve çekinmeye dayanan yeni Türk
stratejisi, Amerikalılar için Kahire'de izlenen sert Sovyet karşıtı politkadan elbette
ki çok daha elverişliydi. Cevat Açıkalın, bu noktada Türkiye'nin bilerek
tarafsızlığını korumasına en iyi yardım edecek yol olduğu için yalnızca askerî
nedenleri seçtiğini onaylamaktadır (67).
Türk politikasını çizenler, Amerikalıların da, Rusya ile sıkı ilişkiler sürdürmek ve
Rus niyetleri üzerine iyimser olmaya dayanan İngiliz görüşüne katıldıklarına karar
verince artık, yalnız Türk savunma hatlarının hazırlıksız ve yetersiz oluşundan söz
etmeye başladılar, Sovyetlerin yayılma siyasetinin gelecekteki tehlikelerinden bir
daha söz etmediler.
Amerikalılar da bunu, bütünüyle inandırıcı bir fikir olmasa bile, hiç değilse işlerine
gelen bir görüş olarak benimsediler.
İngilizlerin Doğu Akdeniz'de başlatacakları bir harekâta, Amerika'nın katılmaktaki
isteksiz tutumuna ağırlık vermeye de yarıyordu. Ayrıca Türkleri tek başına
bırakarak Rusları kızdırmama fikrine de uygun düşmekteydi. 20 Kasımda Başkan,
Tahran Konferansına katılmak üzere yolda iken, Dışişleri Bakanı Hull, Türklerin
savaşa katılma ilkesini kabul ettiklerini, ancak askerî nedenlerle, özellikle bir
Alman saldırısına karşı savunma güçlükleri yüzünden bu konuda daha ileri adımlar
atamadıklarını açıkladı (68). Roosevelt'e, İngiliz-Türk askerî görüşmelerinde
Mihver'in askerî gücünün değerlendirilmesinde ortaya önemli görüş ayrılıkları
çıktığını da bildirdi. Hull, bu görüş ayrılıklarının her iki yanın kendi çıkarlarını
yansıttığını ileri sürdü ve Steinhardt'ın, Türkiye'ye, Alman saldırısına karşı
direnmesini sağlayacak istediği askerî yardım yapılırsa, bir anlaşma zemini
bulunabileceğine inandığını belirtti.
16 Kasım günü öğleden sonra Menemencioğlu, CHP Parlamento Grubunun
karşısına çıktı. Kahire'deki görüşmeler üzerine resmî bir açıklamada bulundu.
Hükûmet adına gerekirse Mihver'e savaş açmak için yetki istedi; ancak, özellikle
bir konuya da değinerek, kendisinin Cumhurbaşkanının ve Başbakanın niyetinin,
Türkiye'yi mümkün olduğu sürece savaşa sokmamak olduğunu belirtti. Grup
toplantısı saat 17.30'da başlamış, sabaha karşı 3'e kadar, yani dokuz buçuk saat
sürmüştü. Ateşli ve zaman zaman hırçın bir toplantı yapıldığını biliyoruz, ama o
günkü görüşmelerde söylenenler, şimdiye kadar gizli tutulmuştur (69).
Menemencioğlu toplantıda, hükûmetin, İngiltere'nin isteklerini kabul etmesini
onaylatmak için önemli bir rol oynadığını ileri sürmektedir (70). Ayrıca hükûmetin
önerisinde, Türkiye'nin ancak Türk ordusu ''düşmana yeter derecede direnebilecek
gerekli askerî yardımı aldıktan sonra'' savaşa girmesi şartının bulunduğunu
belirtmiştir (71). Menemencioğlu, alınan kararı hemen İngiliz Büyükelçisi'ne
duyurarak savaşa girme ilkesinin kabul edildiğini, yalnızca Türkiye'nin müdahale
zamanını kararlaştırmanın kaldığını bildirdi. Menemencioğlu, eğer İngiltere
istedikleri yardımı yaparsa, Türkiye'nin ne zaman savaşa katılabileceğini de
Britanya'nın saptayabileceğini açıkladı. Buna karşılık İngiliz yardımı ağır ve
yetersiz olursa, savaşa ne zaman girebileceğini yalnızca ve yalnızca Türkiye
kararlaştıracaktı (72).
Menemencioğlu, Hugessen'e, Türk hükûmetinin savaşa katılma konusunda bir
şartı daha olduğunu söyledi. Türk ve Batılı Müttefik kuvvetlerinin Balkanlarda nasıl
işbirliği yapacakları üzerine özel planlar tamamlanmadıkça, Türkiye savaşa
katılmayacaktı (73). İnönü, Kahire Toplantısı'nda bunu Churchill ve Roosevelt'le
birlikte bir daha belirtecekti.

VIII
ZİRVEDE TÜRKİYE'YE YAPILAN BASKILAR:
HÜKÛMET BAŞKANLARI TOPLANTISI

Birinci Kahire Konferansı: Kısa Bir El Sıkışma - 1943 yılı kasım ayında,
Amerikalılar ve İngilizler için müttefikleri Sovyetlere savaştan sonra Avrupa
üzerine niyetlerinin ne olduğunu sorma zamanı gelip çatmıştı artık. İşte Churchill
ve Roosevelt, sayıları 500'ü aşan kurmaylarıyla birlikte Kahire ve Tahran'a bu
nedenle gidip konferanslara katıldılar.
Başkan ve Başbakan, Stalin'le daha önce de ilişki kurma yolunda boşuna çaba
harcamışlar ve kendisiyle buluşmak için yola çıkmaya hazır olduklarını
bildirmişlerdi (1). Sovyet Başbakanının Tahran'da toplanmaları bakımından
diretmesi, özellikle Roosevelt için büyük güçlükler yaratıyordu. Tahran,
Washington'a o kadar uzaktaydı ki, Başkan, ülkesi içindeki başkanlık görevlerini
yerine getirememekten korkuyordu. Aralarındaki uzun mektuplaşma sırasında
Roosvelt, içinde Ankara'nın da bulunduğu çeşitli alternatifler ileri sürdü, ama yine
bir sonuç alınamadı. Stalin ile de cepheye yakın olmak istiyordu (2).
Churchill'in Tahran'a da gitmeye bir diyeceği yoktu; fakat Tahran'dan önce,
Başkan'la Kahire'de yalnız başına görüşmek istiyordu. Bugün Birinci Kahire
Konferansı diye anılan bu hazırlık konferansına Churchill, İngiliz-Amerikan
stratejilerini birleştirmek için son fırsat gözüyle bakıyordu. Özellikle Doğu Akdeniz
konusunda bir düşünce birliğinden yanaydı. Ancak Başkan, Başbakanın
yakınmalarından usanç getirmişti ve Çank-Kai-Şek'i, mümkün olursa eğer
Molotov'u da aralarına sokmak istiyordu. Churchill'e haber vermeden onları da
Kahire'ye çağırdı, Roosevelt'in, Sovyet önderine komplo kurdukları duygusunu
doğurmak istemediği açıkça belli oluyordu (3). Churchil bu oldubittiyi hiç hoş
karşılamadı (4).
Churchill'in korktuğu da başına geldi. Roosevelt, Kahire'de 22-26 Kasım 1943
tarihleri arasındaki çok değerli dört günü, Churchill ya da Britanya İmparatorluk
Kurmay Heyetiyle görüşmeler yaparak geçireceği yerde, Çang'la görüşerek
doldurdu. Churchill'in yazdığına göre, Roosevelt, ''Hint-Çin yarımküresinin önemini
gerektiğinden çok abartıyordu'' ve bunun sonucu olarak da, ''Çin sorunu Kahire'de
en son sırada yer alacağına, en başa geçmişti.'' (5).
Gerçek şu ki, Başkan, Churchill'le görüşmemek için bile bile kendisine iş
çıkartıyordu. Yine de Roosevelt'e kur yapmak için gösterdiği sabırla Eden'i
''şaşkına çevirmişti.'' ''W. (Winston) saraylı rolü oynamak zorundaydı ve ancak
fırsat buldukça bundan yararlanmaya bakıyordu.'' (6). Fakat Başkan, Bengal
körfezindeki harekât için Çang'a çıkarma gemileri de vaat edince, Churchill daha
çok boyun bükemedi. Çünkü o, bu çıkarma gemilerini, Ege denizindeki harekâtı
için istiyordu. ''Bu karar, tasarılarımızı yokuşa sürecekti'' diye yazmaktadır (7).
29 Kasımda Ortak Genelkurmay Başkanlarına yaptığı konuşmada buna karşı
olduğunu belirtti. Churchill sonradan, Roosevelt'i Çang'a verdiği sözden
caydırmayı becerdi (8). Ama her şeye rağmen bu dönem Churchill için hiç de
sevindirici değildi. Bu nedenle de Birinci Kahire Konferansı, yalnızca adıyla
konferans olmaktan öteye geçemedi. Bir moladan, kısa bir el sıkışmadan başka bir
şey olmadı.
Tahran Konferansı: Sovyet Dönüşü - Tahran, konferansın burada yapılmasının
kararlaştırılmasından yalnızca birkaç ay önce Nazi unsurlardan temizlenmişti.
Ayrıca şehirde hâlâ Nazi yanlıları vardı Dolayısıyla ilk akla gelen şey, herkesin
kişisel güvenliğini sağlamak oldu (9). Bu da Stalin'in önemli bir manevraya
girişmesine yol açtı. Roosevelt'in varışından birkaç dakika sonra Stalin, Başkan'a
bir mesaj göndererek, Amerikan Elçiliğinden ayrılıp Rus Elçiliğine taşınmasını salık
verdi. İngiltere ve Rus Elçilikleri yan yanaydı; ama Amerikan Elçiliği onlardan hiç
olmazsa bir buçuk kilometre uzaktaydı. Dolayısıyla Başkan, günde birkaç defa
Tahran'ın dar caddelerinden geçmek zorunda kalacaktı. Roosevelt, Stalin'in
önerisini kabul etti.
Amerikalılarla Rusların bir çatı altında kalmalarının güvenlik kaygısından başka
bir avantajı daha vardı. Başkanı olabilecek bir suikastten koruduğu gibi, kendisini
Winston S. Churchill'den de ayırmış oluyordu. Başkan, Tahran'a Stalin'in güvenini
kazanmak umuduyla gitmişti ve İkinci Cephe'nin açılmasını en az Stalin kadar
kendisinin istediğine Sovyet Başbakanını inandırarak bunu becereceğini
sanıyordu. Roosevelt, kuşkusuz Balkanlar ve Türkiye üzerine bilinen planlarını yine
ortaya atacak olan Churchill'in fırsatçılığından çekinmekteydi. Bu taşınmanın
sonucunda Roosevelt'le Stalin birçok defa özel olarak buluştu (10) ve kendi
hedeflerinin mantığını izleyerek, Türklerin savaşa katılmasının yararlarına
olmayacağı kararına vardılar.
Tahran'da, Roosevelt, Türklerin On İki Ada'ya karşı bir harekete geçmelerini
uygun bulmadığını daha da kesinlikle belirtti. Çünkü bunun Amerikalılar
Yunanistan'da bir harekâta sürüklemesinden ve sonunda da İkinci Cephe'nin
açılmasını geciktirmesinden çekiniyordu. Başkanın, Churchill'in ''Türkiye
üzerindeki tasarıları''na çıkacağı, konferansın daha ilk günü, yani 28 Kasımda,
programa göre ilk oturuma konan sabahki Ortak Komutanlar toplantısında ortaya
çıktı. Roosevelt, Kurmay Başkanlarını İngiltere'nin Türkiye'ye karşı güttüğü
politikayla ilgili bir soru yağmuruna tuttu (11).
''Diyelim ki, Türkleri savaşa soktuk; ne olacak o zaman?'' diye sordu. General
Marshall, Ege Denizi'ne daha çok gereç ve her halde daha çok asker gücü
göndermek gerekeceği karşılığını vererek, uyarıda bulundu. Marshall, Türklerin
Boğazları tek başlarına Almanlara karşı savunabilecekleri yollu İngiliz görüşüne de
karşı çıktı (12). Amiral King de, Türkiye savaşa girerse, Birleşik Amerika'nın On İki
Ada'ya müdahalede bulunmak zorunda kalacağını belirtti. Görünüşte tatmin olan
Başkan, Türklerin savaşa girmeye zorlanması niyetlerinden caydı (13).
Başkan, ilk genel toplantıda bu görüşü savundu ve Türklerin direnişini
görmezlikten geldi. Türkiye Cumhurbaşkanını savaşa katılması konusunda
sıkıştıracağına söz verdikten sonra Roosevelt: ''Türkiye Cumhurbaşkanının yerinde
ben olsaydım o kadar çok uçak, tank, araç ve gereç isterdim ki, isteklerim
Overlond harekâtının sürekli ertelenmesine yol açardı'' dedi (14). Churchill, Büyük
Okyanus'taki bazı kuvvetlerin ve gerecin Doğu Akdeniz'e gönderilebileceğini ileri
sürünce, (15) Roosevelt bu cepheden hiçbir çıkarma gemisini çekmenin mümkün
olmadığını söyledi (16). Harry Hopkins bunu o derecede önemsemişti ki, Başkanın
sözlerini yavaş yavaş ve elle yazdı. Rodos'ta bir saldırı hareketi için yeteri kadar
çıkarma gemisi olmadığını, çıkarma gemisi bulunsa bile bunların en iyi nerede
kullanılacağı üzerine bir karar verilmediğini belirtti. Ayrıca Türklere bir çıkarma
konusunda söz de verilmeyecekti (17).
İngilizlerle Amerikalılar arasındaki bu gerginlik, aslında yeni değildi.
Kazablanka'dan beri Amerikalılar, Türkiye'nin savaşa katılabileceği yolundaki
İngiliz görüşüne karşıydılar. Tahran'da asıl çarpıcı olan, Dışişleri Bakanının
Moskova Konferansı sırasında Türkiye konusunda İngilizleri desteklemesine
karşılık, Stalin'in şimdi bütünüyle bu görüşten sapması ve Amerikalıların yanında
yer almasıydı (18). Arada geçen aylar içinde Sovyetler, cephelerde yeni ilerlemeler
yapmış ve belki de Türklerin yardımının kendilerine yarardan çok zarar
getireceğini düşünmüştü. Stalin'in, Türklerin nerede ve kimlerle savaşacakları
konusuyla ilgilenişi, bu sonucu doğrulamaktadır. Özellikle İngiliz ve Amerikan
kuvvetlerinin Türklerle birlikte Bulgaristan'a girmeleriyle ilgilenişi de bunu
gösteriyor.
Gerçekten de Stalin, bunu dosdoğru Churchill ve Roosevelt'e sordu. Churchill
olumlu karşılık verdi (19). Churchill'le tartışmalarında Roosevelt'in yolunu izleyen
Mareşal Stalin, İngiliz ve Amerikan kuvvtelerini dağıtmanın salık verilemeyeceğini
söyledi (20). Bütün kuvvetin OVERLORD harekâtı üzerinde toplanmasını, ötekilere
oyalama harekâtı gözüyle bakılmasını önerdi. Stalin, Türkiye'nin savaşa
katılmasından umudunu kestiğini de ekledi ve ''bütün baskılara rağmen bunun
gerçekleşmesini beklemediğini'' belirtti (21).
Molotov, Moskova'da, Türkiye'nin savaşa katılması için inatla direnmişti. O zaman
Türklerin uysallık göstermeleri konusunda kuşkusu olabileceğini hiç belli
etmemişti. Türkiye'nin Üç Büyüklerin isteğini geri çeviremeyeceği fikrini
savunmuş, bunu 28 Ekimde söylemişti. Şimdi de, yani 28 Kasımda, Stalin'le birlikte
Müttefikler, ne derece tehdit ederlerse etsinler, Türklerin savaşa girmeye
zorlanamayacağını, aslında Türkiye'nin savaşa katılmasının Müttefiklerin davasına
yeni bir stratejik sorumluluk yükleyeceğini ileri sürüyordu (22).
Bu yeni Sovyet-Amerikan düzeniyle karşı karşıya kalan Churchill, kendi Akdeniz ve
Balkan politikasını boş yere izlemeyi sürdürdü. Türkiye'nin savaşa girmesi
durumunda dokuz Bulgar tümeni harekete geçecek ve Almanlar Yugoslavya ve
Yunanistan'da tek başlarına savaşma zorunda kalacaklardı. Stalin'e, İngiltere'nin
''Balkanlarda tutkulu emelleri olmadığı'' konusunda güvence vermiş, niyetinin
''yalnızca oradaki Alman tümenlerini bağlamak'' olduğunu belirtmişti (23).
Churchill düştüğü zor durumda bile Sovyet amaçlarıyla oyun oynamak gibi
şaşırtıcı bir taktik seçmiştir. Müttefikler Türkiye'ye bir ultimatom verme
konusunda anlaşabilselerdi, kendisi, Türklere ültimatoma karşı durmalarının
''Türkiye için, özellikle Boğazların gelecekteki statüsü bakımından çok ciddî siyasal
ve toprak bütünlüğüyle ilgili sonuçlar doğuracağını'' hatırlatacaktı (24). Aslında,
Tahran'da Türkleri ceza olarak Boğazların statüsünü değiştirmekle tehdit etmeyi
öneren Stalin değil, Churchill'dir. Daha sonra kendisi, Rusya gibi geniş toprakları
olan bir ülkenin sıcak denizlerde bir limana sahip olmaya ''hakkı bulunduğunu''
belirtmiş ve bunun ''dostlar arasında'' tatlıya bağlanabileceğini ileri sürmüştür
(25). Churchill sorunu ortaya atınca, Stalin de ister istemez Çanakkale Boğazı'nın
rejimi üzerine sorular sormuş, ''İngiltere'nin artık bir diyeceği olmadığına göre, bu
rejimi biraz gevşetmek hiç de kötü olmaz,'' demiştir. Churchill buna da ''peki''
diyerek, Türkiye'yi, savaşa katılmaya zorlayarak Boğazlar rejimini değiştirmeye
kalkışılmasını istemiştir. Stalin bu sefer, ''Aceleye gerek yok...'' karşılığını verip bu
sorunu ''yalnız'' genel deyimler içinde tartışmakla ilgilendiğini belirtmiştir (26).
Churchill ise Rus gemilerini bütün denizlerde görmeyi hepsinin umut ettiklerini de
söylemiştir. Stalin bu sırada Başbakan'a ''Lord Curzon'un daha başka fikirleri
vardı,'' diye hatırlatmıştır (27).
Bu konuda Churchill'in taktikleri gerçekten çok şaşırtıcıydı ve hâlâ da öyledir.
Hatta Eden bile, 30 Kasımdaki yemekte Molotov'a, Başbakan'ın ne demek
istediğini anlayamadığını açıkça söylemiştir (28).
Ancak, Britanya önderinin, Türkleri savaşa girmeye zorlamak için Rus niyetleriyle
tehdit imkânı yaratmak amacıyla Sovyetlerin iştahını kırbaçlamış olması da
mümkündür. Churchill'in Tahran'da güçlü kozları olmadığı bellidir ve taktikleri de
bunu yansıtmaktadır.
Ancak, taktik sınırlı bir başarıya ulaşmıştır. Üç önderin 1 Aralıktaki yemekli
toplantılarında Churchill, yeniden Türkiye'ye son ve ortak bir çağrıda
bulunulmasını önermiş, Türklere, bir yandan barış masasına yanlarında
oturmalarının sağlayacağı avantajın, öte yandan da başarısızlıklarının cezasının
neler olabileceğinin bildirilmesini istemiştir (29). Böyle bir çağrının yapılması ve
yeniden kabul edilmemesi durumunda, Churchill, ''Boğazlar rejiminin
değiştirilmesinden yana olacağını'' ve İngiltere'nin ''Gerek şimdi, gerekse barış
masasında ellerini Türkiye'den çekeceğini'' söylemiştir (30). Aslında Churchill
Türkiye'ye bir ultimatom vermesi için karar çıkartamamış ama, üç önder, hiç
olmazsa İnönü'nün hemen Kahire'de yapılacak bir konferansa çağrılması
konusunda anlaşmışlardır. Türklerle ilgili konularda başka bir anlaşmaya
varılamadığı için, Türkiye Cumhurbaşkanı ile doğrudan doğruya görüşülmesi fikri,
hepsince benimsenmiştir. Türklere açık kapı bırakılmasından ötürü Churchill ne
kadar hoşnut olursa olsun, büyük umutlar beslemeyecek kadar anlayışlıydı.
Türklerin ''her zamanki tutumlarıyla'' hareket edecekleri kehanetinde
bulunuyordu: ''Siz, küçük bir harekete girişmelerini isteyecek olsanız, onlar
büyüğünü isteyeceklerdir. Büyüğünü önerirseniz, hazırlıklı olmadıklarını ileri
süreceklerdir (31). Siyasal manevra konusunda büyük usta olan birinin bu sözleri,
gönülsüz bir kabullenmeyi göstermektedir.
İkinci Kahire Konferansı: İnönü, Roosevelt ve Churchill'le Karşı Karşıya Geliyor -
Tahran Konferansı'nı Ankara'dan izleyen Türk önderleri, her şeyle yakından
ilgiliydiler. Stalin'in Türkiye'yi yarım yamalak hazırlanmış durumda savaşa girmeye
zorlamaları için Batılı Müttefiklerin kandırmasından korkuyorlardı. Bu durumda
Türkler, Almanların misilleme hareketiyle karşılaşacak, Ruslar da ''kurtarıcı''
durumuna geçecekti.
Stalin'in Tahran'daki taktiklerinin doğru yorumu bu mudur, bu değil midir,
tartışılabilir, ama, Rusya korkusunun Türk sorunlarının merkezi olduğu kesindir
(32). Bir yandan, İngilizlerin aracılığıyle Rusların kendilerini savaşa girmeye
zorladığına, öte yandan da İngilizlerin Rus baskısı yüzünden yeteri kadar araç
gereç ve silâh yardımında bulunmadıklarına inanıyorlardı. Türk önderlerinin
vardıkları sonuca göre, Türklerin savaşa katılmasını isteyenler, kendilerine özgü
düşünceleri olan Ruslardı; denetimleri altında olanların savaşmasından yanaydılar
(33).
Bu görüş bütünüyle gözden uzak tutulmamalıdır; çünkü İngilizlerin de, Türklerin
savaşa katılmalarını istemekte kendilerine göre hesapları vardı. Ayrıca İngilizler ve
Amerikalılar, Türklere yaptıkları yardımları etkileyen sorunlar ve öncelikler
nedeniyle sınırlanmışlardı. Ne var ki, Türkler, içinde bulundukları tedirgin ve zor
durumdan ötürü karşılaştıkları bütün güçlüklerin ardında, Rusya'yı düşünüyor, en
çok İngilizlerin, biraz da Amerikalıların, Sovyetler Birliği'nin emperyalist
niyetlerine bilmeyerek yardımcı olduklarını sanıyordu.
İnönü, Roosevelt ve Churchill'le görüşmek üzere Kahire'ye çağrılınca, verilecek
karşılık konusunda Bakanlar Kurulu'nda coşkulu bir tartışma oldu (34).
En sonunda çağrıya olumlu karşılık vermenin ''serbestçe görüş alışverişinden
öteye geçmemek'' ve görüşmenin ''Tahran'da, İngilizler, Amerikalılar ve Ruslarca
önceden alınmış kararların bildirilmesi niteliğinde...'' olmaması şartıyla Türkiye'nin
çıkarına olduğu görüşü ağır bastı (35). İnönü'nün çağrıyı kabul ederken ileri
sürdüğü bu şartları Roosevelt hoşnutlukla kabul etti. Roosevelt, İnönü'nün
geleceğini öğrendikten sonra Steinhardt'a gönderdiği talimatta, ''Lütfen
Cumhurbaşkanı'na söyleyin, kendisiyle konuşma fırsatını elde ettiğim için özellikle
mutluyum. Kendisine, 'eşit kişiler arasında serbestçe tartışma yapılması için'
çağrıldığı konusunda gereken güvenceyi verin,'' dedi (36). Böylece İnönü, başarılı
bir biçimde, serbestçe ve eşit şartlar altında tartışma hakkını elde etmiş oluyordu.
İnönü, Kahire'ye gitmeyi kabul ederken, hâlâ bazı manevralar çevirebileceğinin
farkındaydı. Batılı Müttefikler Rusları tatmin etmek için kamuoyuna ne söylerlerse
söylesinler, Başkan Roosevelt'in ve danışmanlarının Ege bölgesiyle gittikçe daha
az ilgilendiğinden kuşkulanıyordu.
İnönü, yazara, Roosevelt'in her geçen gün biraz daha çok Uzak Doğu ile
ilgilenmeye başladığından kuşkulandığını da açıklamıştır (37). Ayrıca Türkiye'nin
savaşa girmesinin, Türk halkının kırılmasına yol açacağını anlarlarsa,
Amerikalıların Türkiye'yi savaşa sürüklemekte kararsız olacaklarına da
inanmaktaydı. İşte bütün bu hesaplardan sonra İnönü yola çıkmaya hazırlandı.
Türk yetkililerini Kahire'ye götürecek olan beş uçak Adana'ya indi. Uçaklardan
ikisi yalnızca bavulları taşıyacaktı.
İnönü, bütün askerî kurmayını ülkede bırakmaya karar vermişti.
Cumhurbaşkanılğı yaveri Celâl Üner dışında kurulda bir tek asker yoktu. İnönü bu
yüzden, sık sık baş vurduğu gibi, askerî teknik sorunları tartışamayacak durumda
olduğunu söyleyebiliyordu (38). Görüşmeler sırasında bu, yararlı bir oyalama
taktiği olarak ortaya çıkmıştır (39).
İnönü ve yanındaki kurul, 3 Aralık cuma günü gizlice Ankara'dan ayrıldı. On sekiz
saat kadar sonra Adana'ya vardı ve İnönü burada, Roosevelt'in damadı Binbaşı
John Boettiger'in kullandığı Başkan'ın uçağından başka, Churchill'in oğlu Yüzbaşı
Randolph Churchill'in kullandığı bir İngiliz uçağının da kendisini beklediğini
hayretle gördü. Böylece hemen bir protokol sorunu ortaya çıkmış oldu. Ancak,
Dışişleri Bakanı Menemencioğlu, Roosevelt'in uçağıyla İnönü'nün, kendisinin de
Churchill'in uçağıyla yola çıkacaklarını belirterek sorunu çözümlemiş oldu. Fakat
bu olay, İngilizlerle Amerikalılar arasında siyasal koordinasyonun eksikliğinin bir
kanıtı olarak Türklerin dikkatinden kaçmadı.
İnönü ile Menemencioğlu'nun fark ettikleri, yalnızca İngilizlerle Amerikalılar
arasındaki büyük görüş ayrılığı olduğu değildi. Kahire'ye vardıklarında, bir yandan
İngilizlerle Amerikalılar, öbür yandan her ikisinin Ruslarla aralarında derin bir
uçurum olduğunu apaçık gördüler. Menemencioğlu durumu kavramaya çalışırken,
şöyle diyordu: ''Daha ilk günden başlayarak Vişinski'nin yokluğu ile dikkati
çektiğini gördük.''
Sovyet Dışişleri Yardımcı Komiseri'nin yokluğunun ''rastlantı olamayacağı''nı
Menemencioğlu sezmişti (40).
Bu, Rusların, Türkiye'nin savaşa katılmasını istedikleri, ama, Batılı Müttefiklerin
güçlü desteği, özellikle Balkanlara gönderilecek bir İngiliz-Amerikan gücüyle değil,
Ruslara bağımlı olarak istedikleri üzerine Türk kuşkularını doğrulamaktaydı (41).
Ancak, Türkler anladıkları kadarıyla, kendilerinin Batılı Müttefikler yanında savaşa
girmelerini sağlama amacı güden bu konferansa, Rusların pek büyük bir ilgi
göstermemiş olmalarını anlayışla karşılamıştır.
Tutanaklardan, görüşmelerden ve anılardan çıkarılanlarla anlaşıldığına göre,
Türklerin Kahire'deki taktikleri, mümkün olduğu kadar uzun süre tarafsız kalıp
kuvvetlerini korumak, çok silâh almak ve Rusların kendilerini bir olup bittiyle karşı
karşıya bırakmamaları için hazırlıklı bulunmaktı. Müttefikler istelerse, savaşa
girmeye hazırdılar, ama, ancak gerekli silâhları aldıktan ve hepsinden önce
Balkanlara bir İngiliz-Amerikan kuvvetinin gönderilmesinden sonra ''peki''
diyeceklerdi.
Bu taktikleri öne sürmenin en açık yolu -ki bunların hiçbiri Adana Konferansı'ndan
beri pek büyük bir değişikliğe uğramamıştı- Rusların şimdiden savaş sonrası
döneminde Avrupa'yı tehdit edecek en büyük tehlike olacağını söylemekti.
Dolayısıyla, hızla yaklaşan o gün için Türk askerî gücü en çabuk yoldan
güçlendirilmeliydi. Zamanı gelip çatınca Türkiye, Birleşik Krallık ve Birleşik
Amerika, Komünist tehdidine karşı Balkanlara güçlü bir askerî kuvvet
gönderebilmeliydiler. Ancak, Eden ile Menemencioğlu arasındaki Kahire çatışması,
Türk önderlerinin bu içten uyarıyı yapmalarını yararsız duruma sokmuştu. Yazar,
İnönü'ye, Roosevelt'i Stalin'e karşı yeniden uyarıp uyarmadığını sormuş, İnönü de
böyle bir denemeye girişmediğini belirterek, şunları söylemiştir:
İngilizlerin ve Amerikalıların, Ruslarla, Türkiye'nin çıkarlarını feda edecek bir
anlaşmaya varmalarından korkuyordum; ama, bunu söyleyemezdim. Amerikalılarla
İngilizler, Rusya'nın müttefikiydi ve hâlâ birlikte savaşıyorlardı. Olayları son
derece yakından izlemem ve bunlarla baş edebilmek için en doğru diplomatik
yolları bulmam gerekiyordu (42).
Bu görüşmelerin tutanakları da, Türklerin, Kahire'de Sovyetlerin savaş sonrası
niyetleri üzerine batılı büyüklere kaygılarını aktarmak için bir çaba
göstermediklerini ortaya koymaktadır (43). Türkler, Roosevelt ve Churchill'e karşı
izlenecek politikada Rusların emperyalist Bolşevizminden söz etmenin yersiz
olduğunu açıkça anlamışlardı. Hatta konuyu İngilizler bile açtıkları zaman söze pek
karışmadılar. Bunun yerine Türkler, içtenlikten yoksun bir politika izlemeye
başladı. Çünkü bu yolun daha başarılı olacağı kanısındaydılar. İngilizlerin olmasa
da, Amerikalıların karşısında daha iyi sonuçlar elde edeceklerine inanıyorlardı.
Aldıkları askerî yardımın yetersizliğinden ve bir Alman saldırısına karşı genel
savunma yetersizliklerinden söz ettiler. Alman tehdidine karşı ancak İngiliz ve
Amerikalıların sağlayabilecekleri daha çok sayıda araç ve gerecin verilmesi için
üstelediler. Hatta yapılacak yardım, Müttefiklerin İkinci Cephe'nin açılması
hazırlıklarını aksatsa bile, başka çıkar yolları olmadığını ileri sürdüler. Sonunda,
''biraz daha zaman'' isteğinde bulundular (44). Öte yandan, Türkiye'nin oynadığı
rolün, Sovyet yayılma siyasetine karşı korunma ihtiyacından doğan bir politika
olduğu duygusunu uyandıracak tartışmalara girişmekten titizlikle kaçındılar.
Bunun yerine, İnönü ve Menemencioğlu ellerine geçen başka fırsattan yararlanma
yolunu seçtiler: Alman misillemesine karşı kendilerine güven verecek askerî bir
güce eriştiklerine emin olmadan, tarafsızlıktan uzaklaştırılmamalıydılar (45).
Türkler bu durumu, büyük bir dikkat ve başarılı bir deyişle dile getirdi. İnönü,
Adana'da hazırlanan listelerdeki yardımın yalnızca % 4'ünün gönderildiğini ileri
sürdü (46). Almanları düşman olarak karşılarına almadan önce, ''pratik fikirler''in
göz önüne alınması gereğini savundu. Çünkü, Almanya gücünü yitirmeye
başlamıştı; ama, şimdi de yaralı bir vahşi hayvanın öfkesi içindeydi (47). Önce
Türkiye'nin ''en gerekli ve kaçınılmaz ihtiyaçları'' karşılanmalıydı ve üç ulus ortak
bir ''hazırlık planı'' oluşturmalıydılar (48).
İnönü, ülkesinin ''elinde olan her şeyi, hatta eski çağlardan kalanları bile seferber
ettiğini'' (49) söyledi. Ne var ki, Türk isteklerinin pekçoğu geri çevrilmiş, söz
verilen yardımlar gönderilmemiş, bazı yardım gereçlerinin modası çoktan geçmiş,
kullanılması imkânsız duruma gelmişti; kullanılabilecek gereçlerse, hüzün verecek
derecede yetersizdi. Ayrıca, İnönü'nün ''işbirliği planı'' diye adlandırdığı ortak bir
planlama da yoktu. İnönü'nün deyimiyle Müttefiklerle Türk birlikleri arasında etkili
bir koordinasyonu sağlayacak bir Balkan harekâtı ortak stratejisi hazırlanmamıştı.
İnönü en sonunda, ''Türkiye için en iyisi, dünyanın kendisine düşen bölümünde,
İngiliz ve Amerikan birlikleriyle omuz omuza çarpışmasıdır,'' diyerek görüşünü
açıkladı (50).
Elbette, bütün bu sorunların uzmanlarca incelenmesi ''şarttı'' ve Türkiye
Cumhurbaşkanı da işin ''enine boyuna'' inceleneceğine olan inancını ifade etti. Ne
var ki, bu ortak planlama işlemi, inceleme, taslak ve hazırlık aşamalarıyla oldukça
zaman alacaktı. Kendi kabataslak görüşleri içinde elbette Başkan Roosevelt ve Bay
Churchill kendi Genelkurmay Başkanlarının geliştirdikleri bir harekâtta Türkiye'ye
özel bir görev yükleyebilirlerdi. Fakat Türkler, böyle bir plan olduğunu pek
sanmıyordu; eğer varsa, bu kendilerine de açıklanmalıydı. İnönü, Türkiye'den
''körü körüne savaşa katılmasını istemelerini, savaşta ne rol oynayacağının
katıldıktan sonra söylenmesini'' kabul edemeyeceğini de açıkladı (51). Bu
yanaşma, Roosevelt'le Churchill arasındaki anlaşmazlığın sürmesini sağlamak
bakımından olağanüstü bir buluştu (52).
Roosevelt, Türklerin ileri sürdükleri fikirler ve ricalar karşısında genellikle
etkilenmiş ve açıkça sempati duyduğunu göstermişti. Türkler, kendisini bu konuda
cesaretlendirmek için, İngilizlerin teşebbüslerinde nasıl geç kaldıklarını belirterek,
dikkatli tutumlarını sürdürüyorlardı. Sözgelişi, Menemencioğlu bir fırsatını
yakalayıp, Adana'da, ayda 300 kamyon verileceğinin vaat edildiğini, ancak bunun
yarısından da azının gönderildiğini belirtti. Adana'da hazırlanan listelerin
''anlamsız'' kaldığını, ''gönderilen yardımın'' aslında söz verilenin pek küçük bir
bölümü olduğunu'' ileri sürdü (53).
Eden bu sayıları kabul edemeyeceğini bildirerek karşı çıktı. General Henry
Maitland Wilson ise, Türkiye'ye yapılan yardımların listesini birer birer sıraladı.
Hopkins, Wilson'un verdiği sayılar karşısında pek şaşırmıştı ve bunu söyledi de
(54). Türkler, böyle zor durumlarla karşılaşınca, daha başka itirazlar ileri sürüyor,
sözgelişi ortada bir ''genel plan'' bulunmadığından söz ediyorlardı (55). Bu, artık
tipik bir davranış olmaya başlamıştı.
Sözgelişi, Churchill, Türk hava üslerinde çalışan İngiliz personeli sayısının
artırılmasını önerince, İnönü ve Menemencioğlu, daha hazırlık döneminde İngiliz
personelinin sayısını artırarak Almanları boş yere kışkırtmamak gerektiğini ileri
sürüyordu (56). Sonunda Roosevelt de, Churchill'in değil Türklerin yanında yer
alıyordu. Başkan, 4 Aralık 1943 günü Churchill'e: ''Eğer ben Türk olsaydım,
Türkiye'yi savaşa sokmadan önce İngiltere'nin verdiğinden daha çok yardım
isterdim,'' dedi (57).
Tartışmaların en sonunda İnönü, Türkiye'nin savaşa giremeyeceğini, çünkü
''...Trakya'da çamur mevsiminin daha başlamadığını,'' ileri sürdü (58). Bir başka
neden de, bir sınıf askerin yeni terhis edilmiş olması, silâh altına alınan yeni sınıfın
ise eğitimin daha tamamlamamış bulunmasıydı. İnönü'nün yaptığı açıklamaya
göre, bunlar bütünüyle teknik sorunlardı ve askerî danışmanları ''yanında
bulunmadığı için'', daha çok ayrıntıya girmesine imkân yoktu (59). İnönü, savaşa
girmenin çok ciddî siyasal bir karar olduğunu da söyledi. Böyle bir karar alırsa,
bunun Büyük Millet Meclisi'nin kararına karşı alınmış olacağını açıkladı; aslında,
Parlamento'dan bu konuda prensip kararı aldığının pekâlâ farkındaydı. Churchill
belki de bunların birer bahane olduğunu sezinlediği ve Türklerin kafasında asıl
ağır basanın Alman tehdidi olmadığını anladığı için, başlangıçta, Rusya üzerine
spekülasyonlara girişerek Türk önderlerini ilgilendirmeyi denemişti. Bu nedenle de
şimdi Türklerin Müttefiklerle birlikte olmalarını istiyor ve şunları söylüyordu:
Türkiye, Rusya ile aynı sıraya oturmalıydı... Türkiye'nin büyük dostu ve müttefiki,
eline geçen bu eşsiz fırsatı kaçıracak olursa çok üzülecekti. Birkaç aya, belki de
altı aya kadar Alman direnişi bütün cephelerde çökecek ve eğer Türkiye şimdiki
çağrıyı kabul etmezse, ilerde kendisini yalnız sırada değil, belki de koca mahkeme
salonunda yapayalnız bulacaktı. Türkiye'nin ayağına gelen talihi tepmesi tehlikeli
de olabilirdi... Her durumda rizikolar vardı. Ama, Türkiye, Birleşmiş Milletlere
katılırsa, Rusya ile de birlik olacaktı. Oysa Rusya, dünyanın en güçlüsü değilse
bile, en güçlülerinden olan bir orduya sahipti. Avrupa ve Asya'nın en büyük silâh
gücüne sahip olduğu kuşkusuzdu (60).
Bu tür uyarılar, Türkiye'nin Rusya'dan korktuğundan Churchill'in haberli olduğunu
göstermekteydi; ama, bu korkuyla baş etmek için izlediği politika, İnönü ve
Menemencioğlu'nun izledikleri politikadan çok değişikti. Önceden de belirtildiği
gibi, Türkler bu konuyu tartışmaya artık hiç istekli değildi. İnönü ve
yardımcılarının, Sovyetlerin savaş sonrası niyetleri üzerine belirlenmiş görüşleri
vardı. Türkiye'nin savaşa girmesiyle, bu niyetlerin hiç değişmeyeceğine, ancak
daha da güçleneceğine inanıyorlardı (61). Görüşleri buydu ve politikalarını buna
göre çizmişlerdi. Fakat başından beri gördüğümüz gibi. Kahire'de bunu su üstüne
hiç çıkarmadılar. Tersine, Müttefiklerin yanı sıra savaşa katılmakta prensip kararı
aldıklarını belirttiler. Ne var ki, bir Alman saldırısına karşı Müttefikler sorumluluk
yüklenmeden karşı koyamayacak kadar güçsüz olduklarını da ileri sürdüler. Sorun
sürüncemede kalınca, Türk Dışişleri Bakanı, ''Türkiye'nin, İstanbul, İzmit, İzmir,
Ankara ve kömür merkezi Zonguldak gibi can damarı merkezlerinin hemen
Almanlarca yok edileceği''nde diretti (62). Türk halkının, yediği darbelere karşılık
veremeden neden ateş yağmuru altında apar topar sürüklendiğini
anlayamayacağını söyledi (63).
Churchill, bu görüş karşısında da hiç etkilenmemişti ve Türklerin yine inatla
direndiklerini sanıyordu (64). Ama, Roosevelt gerçeği anlamıştı: Türklerin
korktuğu yalnızca, ''düşük pantolonla yakalanmak''tı. Bunu istemiyorlardı (65).
Roosevelet'in, Türklerin durumunu açık seçik anlamasına rağmen, konferans
sırasında karşılıklı etkileme konusunda bazen çok yüksek gerilimli anlar da
yaşandı. Eden'le Menemencioğlu arasındaki çatışmalar, Hopkins'in arabulucu
olarak gösterdiği çabalara rağmen, özellikle kin doluydu (66).
Hopkins bir aralık Menemencioğlu'na Müttefiklerin Türk çıkarlarını gerçekten de
yürekten benimsediklerini hatırlatma gereği duydu. Türkiye'nin ''...bütün
istediklerini elde etmese bile, içtenlikle ve yürekten savaşmasını istiyorlardı.'' Bu
arada Türk Dışişleri Bakanına, Müttefiklerin de savaşa girdiklerinde her istedikleri
şeyin ellerinin altında bulunmadığını hatırlattı. Popkins, ''Aslolan, savaşın kritik bir
döneme varmasıdır,'' diyerek görüşünü açıkladı. Eğer Türkiye savaşa bu yıl girecek
olursa, binlerce Müttefik vatandaşının hayatını kurtarmanın mümkün olacağını,
ancak bu tarihten (1 Ocaktan) sonra Türklerin savaşa katılmalarının bir işe
yaramayacağını'' ekledi. Hopkins, Türkiye'nin savaşanlara katılmasının savaşı
kısaltacağına, bütün Müttefik askerî ve siyasal yetkililerinin inandığını açıkladı. Bu
arada ''bir ülkenin ancak kendi çıkarları için savaşa gireceğini'' de açıkça belirtti.
Türkiye'nin karşılacağı tehlikelerin en aza indirilmesi için elden gelen her şeyin
yapılacağı konusunda Menemencioğlu'na güvence verdi; ama ''eğer... araç ve
gerecin yetersizliği vb. konularda tartışmalar daha uzayacak olursa, Türkiye'nin
savaşa katılması boşuna olur.'' diye de ekledi (67).
Türkleri inandırmak için yapılan bu tür teşebbüsler, Eden'in beklediğinden ve
Türklerin korktuklarından çok daha yumuşaktı. Varılan sonuç, kararı ertelemek ve
Türklere yeni bir süre daha tanımak oldu. Bir ültimatom verilmeye yanaşılmadı.
Bunun yerine hava üslerinin hazırlanması konusunda tartışmaların sürdürülmesi
ve çıkmazda olan İngiliz personeli sorununa bir çözüm yolu bulunması için
Ankara'ya bir askerî kurul gönderilmesi kararlaştırıldı. Türkler, ''prensip olarak''
savaşa girmeyi kabul etmişlerdi ama, bu, aslında içtenlikten uzak bir tutumdu. 15
Şubat 1944'e kadar da, Müttefiklere, hava üslerini kullanma yetksi verme yerine,
ancak kendilerinin buna karar verebileceğini açıkladılar. Üsleri yönetme
konusunda İngiliz teknisyen ve subaylarına izin vermeye de yanaşmadılar. Ortak
bir işbirliği planının hazırlıklarına başlanmasını kabul ettiler ama, bundan başka
tek olumlu teşebbüs yapılmadı. Çünkü Türkler, hâlâ savaşa katılmalarının ''genel
siyasal tepkilerini'' hesaplamakla uğraşıyorlardı. Bunca hesaptan sonra eğer
verecekleri karşılık yine olumsuz çıkarsa, Müttefikler birbirlerinden yakınmama
konusunda anlaşmışlardı ve suçu Türklerin omuzlarına yıkmayacaklardı (68).
Üstelik Türkiye'ye ayrılan malzemenin gönderilmesi sürdürülecekti (69).
Üç hükûmet başkanının son toplantılarında Hopkins, gönderdiği bir notla, 15
Şubat 1944'te savaşa girmek üzere hazırlanması için son bir defa sıkıştırma
amacıyla, İnönü'yle özel olarak birkaç dakika görüşmesini Rooseelt'ten istedi (70).
Roosevelt uygun bir fırsat çıkınyaca kadar bekledi, derken toplantıyı erteledi.
Herkes çıkarken, İnönü'ye vedalaşmak üzere biraz daha içerde kalmasını rica etti
(71). Roosevelt, Türkiye Cumhurbaşkanına, ''Türkiye'nin Mihver'i yenmek için
Birleşmiş Milletler gücüne 15 şubata kadar katılacağı umudunda olduğunu''
söyledi. İnönü buna, ''Savaşa katılmak için şartlarımı yumuşatmak isterim, fakat
asla bunlardan vazgeçemem.'' diyerek karşılık verdi. Roosevelt de,''Türkiye'nin
savunması için mümkün olan her şeyin yapılmasını kabul ettiğini'' belirtti.
Roosevelt, ayrıca, ''Benim, Türkiye'yi savaşa sokmaktan neden çekindiğimi
bütünüyle anladığını'' de söylemişti (72). Erkin, Cumhurbaşkanı İnönü'nün bu özel
görüşmeden yararlanarak, ''İngilizlerle Türkleri birbirlerinden ayıran tezler
arasında aracı ve ölçü unsuru olarak gösterdiği çabalar için başkasına candan
teşekkür ettiğini'' de anlatmaktadır (73). İnönü gerçekten de teşekkür borçluydu;
çünkü Roosevelt, Eden ve Churchill'i gönülsüz destekleyip Türklerin ileri sürdükleri
nedenlere karşı anlayışlı davranarak, Türkleri bir kere daha ölümden
döndürmüştü.
Menemencioğlu, ''Amerikan Başkanı'nın yanındayken ruhum şükranla doluyordu,''
diye yazmıştır (74). Churchill ve Eden ise Başkan'ın uyandırdığı bu şükran
duygusunu bir türlü anlayamıyordu.
Bununla birlikte Türk önderleri, Churchill'in görüşleri karşısında tam anlamıyla
umursamaz kalmamıştır. Kuşkusuz, İnönü ve onun Dışişleri Bakanı, İngilizlerin
Ruslarla baş edebilmek için en iyi yolun İttifak'ın tam üyesi olmaları gerektiği
görüşünde bir gerçek payı bulunduğunu çok iyi anlamıştı. Almanya'nın savaşı artık
yitirdiğini ve Türkiye'nin güvenliğinin Müttefiklerin elinde olduğunu çok iyi
görüyorlardı. Türkler savaşa bir katkıda bulunmazlarsa, savaştan sonra Rusya'ya
karşı güvenliğini sağlamaları için İngiltere'den ve Amerika'dan nasıl bir şey
bekleyebilirlerdi? Kahire'de İnönü'nün, savaşa girmek için olmasa bile hiç değilse
savaşa katılıp katılmamaları konusunda Sovyetler Birliği ile bir diyalog kurmaları
ve bunu genişletmeleri üzerine Batılı Müttefiklerden ciddi uyarılar dinlediği
bellidir.
Belirli bir sonuç vermemiş olmasına rağmen, İkinci Kahire Konferansı'nın bir başka
yönden de önemi büyüktür. Savaş yıllarındaki Türk diplomasisinin birinci
döneminin sona erip ikincisinin başlamasını bu konferans sağlamıştır. Birinci
dönem, özellikle Sovyetler ve Nazilerden gelebilecek askerî bir tehdide karşı
düşünülmüştü; ikincisi ise, Rusya'nın Doğu Avrupa üzerindeki emellerini
engelleme amacını güdecekti. İkinci Konferansı, Türk dış politikasının askerî
tehlikeleri uzakta tutmayı hedef alan savaş dönemi stratejisinden, savaşın son
aşamalarına ve savaş sonrası dünyasında doğabilecek siyasal çatışmalara karşı
yöneltilmiş bir politikaya dönüşmesine başlangıç olmuştur.

You might also like