Professional Documents
Culture Documents
Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.
Temmuz 2000
EDWARD WEISBAND
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA
İNÖNÜ'NÜN DIŞ POLİTİKASI
II
İÇİNDEKİLER
İKİNCİ BÖLÜM 7
IV. Müttefik Tırmanışı Başlıyor 9
Kazablanka Toplantısı 9
Kazablanka Anlaşması ve Sonuçları 15
Kayıtsız Şartsız Teslim İlkesi 22
V. Adana Konferansı:
Bir Anlaşmazlıklar Toplantısı 27
Adana Görüşmeleri 27
Adana'dan Sonraki Şüpheli Hava 36
İKİNCİ BÖLÜM
Kazablanka'dan Kahire Konferansı'na Kadar Türk Tarafsızlığı:
Savaş Dönemi Stratejisi
IV
Kazablanka Toplantısı -
1942 yılı sonunda ve 1943 yılı başında Müttefiklerin zaferini önceden haber veren
iki olay geçti: Rommel'in kuvvetlerinin Kuzey Afrika'daki yenilgisi ile Stalingrad
kuşatmasının kaldırılması (1). 1944 yılı ocak ayı ortalarında İngiliz-Amerikan
kuvvetleri Kuzey Afrika'da zaferi garantiye almış görünürken, Rus kuvvetleri de
Don nehri boyunca General von Paulus'un ordularını yarmayı başarmış ve son
saldırıya hazırlanmaya başlamışlardı.
Bu gelişmeler, Amerikan ve İngiliz kurmay heyetlerini birtakım yeni sorunlarla
karşı karşıya getirmişti. Bu sorunlar arasında öncelik, zaman sıralaması, uzun
süreli planlama da vardı ki, aslında bunlar hep siyasal yönleri olan sorunlardı. İşte
bundan dolayı ABD Başkanı ile İngiltere Başbakanı 1943 yılı ocak ayının 12-25
günleri arasında Kazablanka'da buluşmayı gerekli gördüler (2).
Başkan, Stalin'in de Kazablanka'da kendilerine katılacağını coşkuyla umuyordu.
Üç defa Sovyetler Birliği önderine yazarak bir araya gelmek üzere onu da
sıkıştırmıştı. Stalin bu sırada Üçüncü Reich'ın 6. Ordu'sunu yok eden yarma
hareketini yönetmekte uğraşıyordu ya da konferansa katılmamak için bunu özür
olarak ileri sürdü. Stalin, Roosevelt'e yazdığı karşılıkta, ''İşler şimdi pek kızışmış
bir dönemde; bu nedenle bir gün bile ayrılmam imkânsız'', diyordu (3). Churchill
ise, Stalin'in konferansa katılmayışına için için sevinmişti. Her ne kadar Sovyet
önderiyle buluşma konusunda Roosevelt'in isteğini paylaşmaktaysa da, bunun
ortak kurmay başkanlarının İngiliz - Amerikan stratejisi üzerinde anlaşmalarından
sonra gerçekleşmesini istiyordu (4).
Churchill, 12 Ocak günü Kazablanka'nın birkaç kilometre uzağındaki dinlenme
kenti Anfa'ya vardı. Roosevelt de iki gün sonra geldi. Konferansın merkezi,
Anfa'daki Anfa oteliydi. Burası, Amerikan ve İngiliz kurullarının yerleştikleri geniş
bir yapıydı. Otelin çevresindeki vilların bir bölümü de Başkan'a, Başbakan'a,
General Giraud'ya ve eğer gelirse yerleşmesi için General de Gaulle'e ayrılmıştı.
Güvenlik tedbiri olarak bütün çevre Amerikan askerî birliklerince kuşatılmıştı.
Konukları ağırlama görevi de onlara aitti. Robert Murphy'nin yorumladığı gibi,
konukların her biri ''kendi alanlarında en yüksek mevkilere yükselmiş, etkili
kişilerdi'' (5).
Toplantılar iki salonda yapılıyordu. Aralarında George C. Marshall, Amiral Ernest J.
King, Henry H. (Hap), Arnold, Mark W. Clark, Albert C. Wedemeyer ile, İngilizlerden
de Filo komutanı Amiral Sir Dudley Pound, Sir John Dill, İngiltere Genelkurmay
Başkanı General Alan Brook, Hava Mareşali Charles Portal, Sir Harold Alexander,
Hastings İsmay, Lord (Louis)
Mountbatten ve Lord Leathers'in bulunduğu askerî şefler, Anfa otelinin şölen
salonunda, onların sivil şefleri de Roosevelt'in görkemli villasının oturma odasında
toplanıyordu (6).
İngiliz ve Amerikan kurullarının üyeleri, Kazablanka'da bir araya geldiklerinde,
Mihver ordularına karşı kazandıkları ortak zaferlerden ötürü çok kıvançlı oldukları
halde, gelecekteki stratejileri üzerine oldukça garip bir tutum içindeydiler (7).
Churchill ise, kendi açısından, zaferin çabuklaştırılması için ''ücretli bir plan'' (8)
tasarlamıştı: Kuzey Fransa'daki Alman kuvvetlerine karşı bir saldırıyı yönetecek
Amerikan kuvvetlerinin Manş'ı geçmek üzere hazırlanmaları için İngiltere
adalarındaki sayılarını artırmak; Akdeniz'de İtalya'yı etken bir saldırgan olarak saf
dışı bırakmak amacıyla bir harekât düzenlemek ve Türkiye'yi savaşa sokmak için
gerekli şartları yaratmak (9) Churchill,
Amerikalıların önerilerini kabul etmelerini o kadar candan istiyordu ki, buyruğu
altındakilere, Amerikalılara kendilerini zorla kabul ettirmeye çalışmamalarını,
tersine, ''Damlaya damlaya taşı bile delen su gibi'' (10) sabırlı davranmaları
talimatını vermişti.
Amerikalılara gelince, onlar da Kazablanka'ya vardıklarında çeşitli alternatifler
yüzünden ''bölünmüş ve çaresiz'' durumdaydılar ve bunların hiç birini kabul edilir
türden görmüyorlardı (11).
Bir yandan Amerikan kuvvetlerinin İngiltere adalarında sürekli olarak hazır
bekletilmesini destekliyorlardı. Öte yandan da, Manş'ı aşarak girişilecek bir
çıkartmadan çok daha önce adada çok büyük sayıda asker toplamanın pek
avantajlı bir şey olmayacağını hissediyorlardı. Amiral King ile General Arnold,
Churchil'in Akdeniz'le ilgili tasarısıyla ilgilenmişti. General Marshall ise buna
şiddetle direniyordu. Çünkü, Başbakanın salık verdiği yolun kendilerini Akdeniz'de
''sonu gelmeyecek'' bir harekâta sürüklemesinden ve bunun sonucu olarak da
ikinci cephenin açılmasının sürekli ertelemeye uğramasından korkuyordu (12).
Marshall, yine aynı nedenlerle, Churchill'in ortaya attığı, Türkiye'nin savaşa
girmesi için gerekli şartları yaratma fikrine de tepki gösterdi.
Türkiye'yi savaşa sokmak, Churchill'in tasarılarının merkeziydi ve daha
Müttefiklerin Kuzey Afrika'daki ilk başarılarından hemen sonra gösterdiği tepki
arasında, böyle bir ihtimale yer vermişti. Churchill, 18 Kasım 1942'de İngiltere
Genelkurmay Başkanlığı'na gönderdiği bir notta, Türkiye'yi savaşa sürüklemek
amacıyla ''elden gelen çabaların'' gösterilmesi çağrısında bulunuyordu (13).
Churchill, bu konuda gerekli aşamaları bile çizmişti. Türkiye'nin toprak
bütünlüğünü garantiye alacak üç müttefikin vaatleri Türkiye'yi askerî bakımdan
donatmak; güney kanatlarını güçlendirmek için Rusları sıkıştırmak ve böylece
Türklerin bir Mihver saldırısından çekinmelerini önlemek. Bir gün önce, 24
Kasım'da, tutumunu Stalin'e de açmıştı. Stalin sonradan, Türkiye'nin savaşa
katılmasının ''çok istenen'' bir şey olduğunu belirttiğini kabul etmiştir (14).
Churchill, Kazablanka'da Amerikalıları Türk topraklarını bir harekât üssü olarak
kullanmak ve Akdeniz'de Türk savunmasını hazırlamak için inandırmaya
çabalamaktan hiç geri kalmadı. Ancak, bu konuda da Marshall'ın güçlü direnişiyle
karşılaştı.
Yine de Amerikalılar ''Türkiye'nin etken bir biçimde savaşa katılma ilkesi''ni kabul
etti (15). Ayrıca, Sicilya'nın işgali ile ilgili İngiliz önerisine de ''peki'' dediler. Öte
yandan COSSAC dairesi Müttefik Yüksek Komutanlığı Kurmay Başkanlığı kurularak,
Manş'ı aşarak gerçekleştirilecek bir saldırının hazırlıklarının planlanması
sorumluluğu bu komutanlığa verildi. Böylece Kazablanka Konferansı, katılanların
istedikleri her unsuru kapsamış oluyordu. Amerikalılar ve İngilizler konferanstan
ayrılırlarken, geldiklerinden çok daha belirli bir biçimde nereye gittiklerini bilir
durumdaydılar kuşkusuz. Buna rağmen kendi kişisel amaçlarını kollamakta -
gerektiğinde farklı yö lere sapma pahasına - kararlı kaldılar.
Kazablanka Anlaşması ve Sonuçları - Churchill'le Roosevelt arasındaki
tartışmalardan çıkan anlaşmaya, Kazablanka Anlaşması denmiştir. Başbakan,
''Türklerle uğraşma işini'' İngilizlere bırakması için Başkanı ikna etmiş (16), bu
ülkenin İngiltere'nin geleneksel çıkar alanı içinde olduğunu savunarak,
''Türkiye'nin güçlendirilmesi için gönderilecek birliklerin çoğunluğunun İngiliz
birlikleri olacağını...'' eklemişti (17).
Başkanın bu duruma ''peki'' demesi, kendisinin Müttefiklerin çıkarlarını Türkiye'de
İngiltere'nin koruması eğilimiyle de bağdaşmaktaydı. 1941 yılı mart ayının
başlarında Washington'daki İngiliz Büyükelçisi Cordell Hull'a, Türkiye'ye Kiralama
ve Ödünç Verme Anlaşması uyarınca ayrılan tüm malzemelerin, Birleşik Krallık
aracılığıyla gönderilmesini Başbakan'ın desteklediğini haber vererek kendisini
oldukça şaşırtmıştı (18).
Bundan önceki olaya göz yumduğu halde, Kazablanka Konferansı'nda
Başbakan'ın İngilizlerin her şeyine ''peki'' demesi yüzünden Hull'ın epeyce canı
sıkılmıştı. 1943 yılı mart ayında, Eden'in Washington'a yaptığı ziyaret sırasında,
Türkiye'yle olan ilişkilerde İngiltere'nin birinci derecede rol oynamasını Başkanın
kabul ettiği izlenimi uyanınca, Hull'da yeni korkular belirmişti. Başkan,
Türkiye'deki bütün Müttefik çıkarları İngiltere'nin kollamasını kabul ettiği gibi,
gönderilen yardım malzemelerinin denetimini de onlara bırakmaya göz yummuştu
(19). Siyasal sorunlar üzerinde Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından olan Wallace
Murray, durum gerçekten böyleyse, ''ne... Ankara'da bir Amerikan Elçiliği
bulunmasına gerek var, ne de Washington'da bir Türk elçiliğine'' diye yazmıştı (20)
Kazablanka Anlaşması'nı anlamakta gösterdiği çabalar Hull'ı şaşkınlığa
düşürüyordu. Amiral William D. Leahy bu konuda şöyle yazmaktadır: ''Başkan, her
seferinde kendi özel onayı olmadan konferans üzerine bir haber sızdırmamamı
buyurmuştu.'' (21)
Bunun sonucu olarak da, İngiltere Elçiliği'nden bilgi isteyen Hull'a verilecek ''bir
anlaşma kopyası'' bulunamamıştı (22). İngiliz Elçiliği Birinci Kâtibi Bay Michael
Wright, Hull'ın Murray'e: ''...İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Kazablanka'da Başkan'ın,
Türkiye'ye karşı 'kozlarını oynaması' için Başbakan'a sorumluluk verişini
anladığını'' bildirerek endişe duyduğunu doğrulamaktadır (23). Hull bundan sonra
da uyarmalarını sürdürdü.
16 Temmuz'da Başkan yumuşadı ve Amiral Leahy, anlaşmanın bir kopyasını
kâtipliğe gönderdi. Anlaşmanın bir bölümünde şöyle deniyordu:
a. Türkiye topraklarının İngiltere'nin sorumluluk alanında kalması ve Türkiye'yle
ilgili bütün sorunların İngilterece yürütülmesi, yine Çin'le ilgili sorunları da Birleşik
Amerika'nın yürütmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır (24).
Ortak Kurmay Başkanlarının 20 Ocak tarihli altmış üçüncü toplantısında imzalanan
bu anlaşmanın son bölümünde, Başkan ve Başbakanın, ''...Türkiye ile ilgili tüm
sorunların İngilterece yürütülmesi kararının uygulanması için gerekli idari
kararların alınmasında anlaşmaya vardıkları'' da belirtilmektedir (25). Hull,
Türkiye'ye karşı Amerika'nın bağımsız davranışı konusunda hemen harekete geçti.
İngiltere Elçiliği'ne ve Ortak Kurmay Başkanlarına gönderdiği mesajlarda,
Ankara'daki Amerikan misyonunu, Türk hükûmetiyle olan ilişkilerinde bağımsız
hareket etme yetkisine sahip bulunduğunu söyledi. Sözgelişi Hull, 22 Temmuz
1943'te Leahy'a şöyle yazıyordu:
Tutanaklar, bakanlığın anlayışını onaylamaktadır... Ve böylece Kazablanka'da
varılan anlaşma, Amerikan hükûmetinin Türkiye ile olan ekonomik ve politik
ilişkilerinde tam bağımsız davranışını hiçbir biçimde sınırlandırmayacaktır (26).
Kazablanka Anlaşması'nın sonuçları, askerî araç ve gereçleriyle Kiralama ve
Ödünç Verme Anlaşmalarını yürüten taraflar için son derece açıktı. 22 Ocak
1943'te, yani Kazablanka Anlaşması'ndan iki gün sonra, Askerî Gereçler İkmal
Dairesi Ortak Sekreterliği'nden, Kiralama ve Ödünç Verme Dairesi'ne gönderilen
bir memorandumda, Kazablanka Anlaşması'nın sonucu olarak, ''...Türkiye'nin her
türlü donatım isteklerinin karşılanıp gönderilmesinden İngiltere sorumlu olacaktır''
deniyordu (27). Böylece, Türkiye'ye ''ileride yapılacak yardımlar''la donatım
araçlarının teslimi, bundan böyle Orta Doğu'daki İngiliz Askerî Komutanlığı'nın
''komuta görevi'' durumuna geliyordu.
Bu direktif üzerine ABD Harbiye Bakanlığı temsilcileri 29 Ocak'ta Türk Elçiliği'ne
gelecekte Türklerin askerî donatımla ilgili isteklerini İngiliz askerî makamlarının
Askerî Gereçler İkmal Dairesi'ne aktaracaklarını bildirdi.
Türkler, bu haberleri ''ağır bir darbe'' (28) ve ''müthiş bir şok'' (29) olarak
karşıladılar. Türk askerî ataşesi, Türkiye'ye yapılacak yardımın ''denetimini''
İngilizlere vermenin, ''Büyük Britanya'nın bir başka Müttefikine (Rusya'ya) karşı
Türkiye'yi zayıf bırakmak için verilmiş sözünü yerine getirme amacını güttüğünü''
belirterek, hükûmetinin kuşkularını dile getirdi (30).
Türk hava ateşesi de, ''Türk hükûmetinin hemen İngiliz ve Amerikan
hükûmetlerine gereken bilgiyi vererek, Türkiye'nin bundan böyle ne Birleşik
Amerika'dan, ne de Büyük Britanya'dan yardım isteyeceğini'' söyledi (31). O sırada
Dışişleri Bakanı Yardımcısı olan Dean Acheson, Türk tepkisini öğrenince, ''Türklerle
haberleşmenin kesilmesi''nin nedenini araştırdı (32). Yardımcıları, Acheson'a
Türklerle önceden girişilen bazı işbirliği denemelerinin süreksizliğinden dolayı,
ortak liderlerin bu kararının kaçınılmaz duruma geldiğini söylediler.
Bu coşkulu anlaşmazlık, sonradan hasıraltı edildi, 29 Ocak tarihindeki gürültülü
görüşmelerden sonra, Türk resmi memurlarının, istekleri karşılığında İngilizlerce
yapılarak yardımlar konusunda Amerikan temsilcileriyle danışmalarına göz yuman
bir yol benimsendi. Fakat, İngilizler savaş sona erinceye kadar ''Türklerle
didişmeyi'' sürdürdü. Yardımları kısacakları yerde -ki Türklerin asıl korkusu buydu-
Türkiye'nin enfrastrüktürünün kaldıramayacağı ya da güttükleri tarafsızlık
politikasının kabul edemeyeceği kadar geniş, belki de Türkiye'nin de istediğinden
çok yardım göndermeye çalıştılar.
Türk ilgilileri her şeye rağmen Amerikalılarla doğrudan doğruya ve aracısız
ilişkide kalmayı tercih etti. George V. Allen, 16 Mart 1943'te Türkiye üzerinde
yaptığı genel bir özetlemede şöyle yazıyordu:
''Zaman zaman burada görevli... Türk memurları bizimle doğrudan doğruya ilişki
kurmak istediklerini belirttiler... Nereye daha iyi dayanabileceklerini... Özellikle
kime borçlandıklarını bilmek istemekte ve daha geniş bir denetim hakkı için...''
(33).
Allen, bakanlıktaki üslerine Türk hükûmetinin, Birleşik Amerika'nın ilgisini çekme
konusunda umutsuzluğa kapılmaya başladığını bildirmişti. Bunu Müttefik
zaferlerinin üzerlerindeki ''heyecanı kırbaçlaması''yla yorumluyordu. ABD'nin,
İngilizlerin aracılığı dışında kendileriyle doğrudan doğruya ilişki kurmaktaki
çekingenlikleri karşısında Türk önderleri Birleşik Amerika'nın kendilerini ne derece
destekleyeceği, ne kadar koruyacağı, daha açık bir deyimle, nasıl savunacağı
konusunda ciddi bir kararsızlık ve tedirginlik içindeydiler.
Kazablanka Anlaşması'nın sonuçları, özellikle 22 Ocak tarihli Askerî Gereçler İkmal
Dairesi direktifinin yankıları, Ankara'da derin bir biçimde kendini duyurmuş ve
büyük anlam kazanmıştı. Bu elbette ki, Türkiye'ye yapılacak bir yardımın şu
hesaba değil de, bu hesaba geçirilmesi sorunu değildi yalnızca. Türklerin
düşüncesine göre Amerikan politikasını çizenler, Güneydoğu Avrupa'da oynayacak
bir rolleri olmadığını düşünmekteydiler. Roosevelt, Churchill'in görüşünü kabul
etmiş ve İngilizler ''Türklerle diledikleri gibi oynama'' fırsatını kazanmışlardı.
Üstelik bu, bütünüyle İngiltere ile Amerika'yı karşılıklı ilgilendiren bir sorun gibi
görünüyordu. Amerikalılar Çin'e karşı nasıl davranacaklarsa, İngilizler de
Türkiye'de öyle at oynatacaklardı. Türkler içinse böyle bir denklem, hiç de istenilir
türden bir şey değildi. Türk politikasını çizenler, Güneydoğu Avrupa'da Amerikan
varlığından yanaydılar (34). Bu biraz da, Rusya'nın savaştan sonra Avrupa'yı
''Bolşevikleştirmeye'' kalkışmalarından korktukları içindi. Ankara'nın
Washington'la ilişkilerini kesmeyi hedef tutan her türlü anlaşma ya da
Washington'un Türkiye'ye karşı doğrudan doğruya sorumlu olmasını engelleyen
kararlar, Türk devlet adamlarını endişelendiriyordu (35)
Kazablanka Anlaşması'na karşı gösterdikleri tepki de, uzun tarihsel deneylerinin
sonucuydu. Sözgelişi, Menemencioğlu zihninde, Osmanlı İmparatorluğu'nun
''Avrupa'nın hasta adamı'' diye anıldığı dönemin hatıralarını canlandırıyordu (36).
Türkiye'nin tek bir Avrupa devletinin etki alanına girmesi ihtimali, kendisini
çileden çıkartmaya yetiyordu (37). Belli başlı Türk yöneticilerinin tümü için durum
böyleydi. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz işgalinden edindikleri deneyler,
şimdi gerçek bir işbirliği konusunda Türkleri haklı olarak kuşkulandırmaktaydı.
13 Temmuz 1943'te Menemencioğlu, Kazablanka Anlaşması karşısında tepkisini
açıkça von Papen'e duyurdu. Alman Büyükelçisi kendisine, Türkiye'yi İngiliz etki
alanına aldıklarını düşündüğünü söyleyip, ''Öyle değil mi?'' diye sorunca, Türk
Dışişleri Bakanı da, ''Bütünüyle böyle oldu'' karşılığını verdi. Ve ardından şöyle
ekledi: ''Türkiye, İngiliz etki alanı içindedir, tıpkı Rusya'nın Amerikan etki alanı
içinde bulunduğu gibi.'' (38)
Menemencioğlu, haklı olarak Kazablanka Anlaşması'nı, ABD'nin sağladığı
gereçlerin yorumlanmasının kararlaştırıldığı bir anlaşma olarak nitelemişti.
Menemencioğlu'nun öfkesi artık belirgindi. Amerikan Elçisi Steinhardt'ın,
Amerika'dan gelen bir gemi dolusu buğday için Türk yetkililerin İngiltere'ye
teşekkür etmek zorunda kalışlarından yakınmalarına üzerine verdiği karşılıkta,
''Bu 62.000 ton buğdayı kendi hesaplarına geçirmeniz için İngilizler beni her gün
sıkıştırıyor'' demişti (39). Menemencioğlu ayrıca Steinhardt'a şikayetini yazılı
olarak bildirmesini hatırlatmıştı. Türk Dışişleri Bakanı, ''Tabii, bu yazılı şikayet
hiçbir zaman gönderilmedi'' demektedir.
Dolayısıyla Kazablanka Anlaşması Türk önderlerine iki şey göstermekteydi:
Birincisi, Amerika'nın Türkiye'den yavaş yavaş elini eteğini çektiği; ikincisi de,
İngiltere'ye, sömürgeci bir devlet gibi davranma hakkının tanındığı. Böylece,
Menemencioğlu'nun savaştan sonra Avrupa devletleri arasındaki ilişkilerde güçler
dengesi yoluyla durulmaya varılacağı üzerine umutları sarsılmış oluyordu. Ancak,
Kazablanka Anlaşması'nda kayıtsız şartsız teslim ilkesi olmasaydı, herhalde
Türklerin gözünde önemi yine de bu kadar büyük olmayacaktı.
Kayıtsız şartsız teslim ilkesi. - Roosevelt'in 24 Ocak'ta barış görüşmeleri için
ancak kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul ederlerse Almanları muhatap kabul
edebileceğini açıklaması, Türk önderleri üzerinde tam bir şok etkisi yaratmıştı. Bu
ilkeyi, Almanya'nın bir güç olarak Avrupa'dan silinmesi diye kabul ediyorlardı.
Türkler bu önerinin sonuçlarının neler olabileceğini mantık yoluyla
hesaplayabilmekteydiler: Almanya bütünüyle ortadan kaldırılırsa, Ruslar
Avrupa'ya egemen olabilmek için artık serbest kaldıklarını düşünebileceklerdi.
O zamanlar Feridun Cemal Erkin de bunu ileri sürmüş, ''Güçlü bir Almanya'nın
varlığının, Avrupa'daki denge ve barış için şart olduğu, Türklerin şaşmaz bir
inancıydı'' demiştir (40).
Türk önderleri kayıtsız şartsız teslim politikasını acı sonuçlarından kurtarmak
şartıyla benimsenmeye yaraşır görmüşlerdi. Böylece, Almanya'yı yeniden
güçlendirmek ve ''Rusların Orta Doğu'ya doğru ilerlemelerini durdurmak içni
savaşın sona ermesine bir engel hazırlamak'' mümkün olabilecekti (41). Türk
devlet adamları, kayıtsız şartsız teslim ilkesinin işgal bölgeleri sınırlarının
çizilmesini nasıl etkileyeceğini de çok iyi tahmin edebiliyorlardı. Adana'da ve daha
sonra çeşitli zamanlarda Türk politikasını çizenler, Müttefik yetkililerini sık sık
uyarmış, ''Sovyet kuvvetlerinin... Müttefik ordularıyla buluşacakları... Almanya
içindeki hattın, özgür Avrupa ile, Sovyetleştirilmeye bırakılacak Avrupa toprakları
arasındaki sınır olacağını'' tekrarlamışlardır (42). Türk önderleri, Müttefiklere bu
sınırın ''mümkün olduğu kadar doğuda bir yerde olması'' konusunda sürekli
uyarılarda bulunmuştur (43). Ancak, Türk devlet adamlarının ifade ettiklerine
göre, Batılı Müttefikler bu uyarmaları dinlemek istememiştir. Bir seferinde
Menemencioğlu durumdan şöyle yakınmıştır: ''Şunlara (İngilizlere ve
Amerikalılara) Rus çığına karşı koyabilecek tek güç olan Alman askerî potansiyelini
yok etmeye fırsat bulamadan önce, Ruslarla savaşmaya başlayacaklarını anlatmak
için kendimi helâk ettim'' (44).
Türkler yavaş yavaş İngilizlerin uyarılara kulak asmamaktaki inatlarını, bu
uyarıları dinlemeye niyetli olmadıkları biçiminde yorumlamaya başlamışlardı.
İngiltere'nin koruyucu tavrından sinirlenen Türk önderleri, İngilizlerin bu kez de
Rusların yararına Türkiye'nin sorumluluğunu taşımaktan caymasından
korkuyorlardı (45). Türk önderleri, İngilizlerin Rusya ile gizli bir anlaşma yapmış
olmalarından ve Stalin'in sonuna kadar savaşmayı kabul etmesi şartıyla, Ruslara
Türkiye'de rahatça at oynatma hakkını tanıdıklarından kuşkulanmaktaydı. Eğer
öyle olursa, Türkiye, Sovyetler Birliği'nin karşısında tek başına bırakılacaktı (46).
Üstelik, kayıtsız şartsız teslim ilkesinin açıklanması da bu tahmini doğruluyordu.
Türklere göre, Erkin'in deyimiyle ''Kayıtsız şartsız teslim ilkesi, Müttefik
politikasının yaptığı en büyük yanlış''tı (47). Savaşın ''fanatik bir yön''e sapmasına
yol açmıştı. Ve ''Almanya'nın kaderini düzene koyma amacı düşünülürken, bütün
Avrupa'nın kaderini düzene koymuştu (48). Böylece Türk önderleri Kazablanka'dan
sonra son derece tehlikeli yeni bir durumla karşılaştıklarını kabul ettiler.
Müttefikler, Almanya'nın gücünün ''kayıtsız şartsız teslim'' ilkesiyle yok edilmesine
karar vermişlerdi. Rusya açıkça avantajı duruma geçiyor ve Almanya'nın yok
olmasıyla birlikte karşısında GüneyDoğu Avrupa'ya beslediği iştahı gemleyecek
hiçbir ciddi güç kalmıyordu. İngilizler ise, ya tehlikeyi görmek istemiyor, ya da
görmek ellerinden gelmiyordu; ama, bir yandan da Ruslarla sıkı işbirliği yapıyor,
mümkün olursa Türkiye'yi de Almanya'ya karşı savaşa girmeye zorlayarak kendi
çukurlarını kazıyorlardı. Amerika'ya gelince, her zamandan da çok Türk
önderlerine karşı umursamaz ve uzaktı. İşte Türkler bu düşünceler arasında
bocalarken, Başbakan Churchill'in, Türkiye'ye gelmeyi tasarladığını öğrendiler.
VI
YOKUŞA SÜR HAREKÂTI
Büyük Britanya 1943'te çıkarlarının birbirlerine karşıt olduğunu kabul ettiği iki
ulusu Müttefikleri arasında görmek gibi inanılmaz bir durumda kalmıştı: Bunlar,
Türkiye ve Rusya'ydı. Birbirleriyle bağdaşması imkânsız istek ve çıkarlarla cambaz
gibi oynamakta büyük deneyi olan İngiliz diplomasisi bile bu yüzden zor durumda
kalmıştı.
İngiliz hükûmeti, Churchill, Eden, Parlamento'nun iki kamarasının üyeleri, ayrıca
Londra'da yayımlanan ünlü ''Times'' gazetesi gibi gayri resmî ağızların aracılığıyla,
Majestelerinin hükûmetinin Rusya'nın Doğu Avrupa'daki haklarını ve savaştan
sonra sınırlarının güvenliğini sağlama hakkını kabule hazır olduğunu üsteleyerek
belirtti. Stalin'i inandırmak için hesaplanarak söylenen bu sözler, özellikle
Almanya'nın parçalanması için yapılan çağrılarla da birleşince, Türkiye'de duyulan
kuşkuyu bütün bütün arttırdı.
Bu arada Churchill de savaşa katılmaları için Türkler üzerinde daha çok baskı
yapmaya başlamıştı. Bu amaçla, aradığı barış güvenliğini ancak Müttefiklerin
yanında savaşmakla elde edebileceğine Ankara'yı inandırmak zorundaydı. Türklere
gelince, İngilizlerin Ruslara yönelttikleri sözlere bakarak, Churchill'in öğütlerine
karşı gittikçe artan bir direniş gösteriyorlardı. Profesör Fahir Armaoğlu'nun da
belirttiği gibi, ''İngilizler Rusya'ya ne kadar çok dostluktan söz ederlerse, Türklerin
de İngilizlere karşı besledikleri dostluk duygusu aynı oranda azalıyordu.'' (1).
Türkiye'nin, İngilizlerin savaş sonrası planları ile ilgisi, 2 Aralık 1942'de Dışişleri
Bakanı Eden'in Avam Kamarasında, savaştan sonra barışın dört büyük devleti, yani
Büyük Britanya, Birleşik Amerika, Sovyet Rusya ve Çin arasındaki sıkı işbirliğine
bağlı olacağını söylemesine kadar dayanır (2). Eden pek tumturaklı konuşuyordu.
Dört büyüklerin ortak çabalarını taşıyacak araç da, Birleşmiş Milletler olacaktı.
Yeni örgüt, ''her şeyden önce bizim, Birleşik Amerika'nın ve Rusya'nın arasında var
olacak anlaşma temeline dayanacaktı.'' Eden, gelecekte saldırganlık kaynağı
olarak neden söz ettiğini de, kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin açıklıyordu:
''Avrupa'nın muhtaç olduğu ilk şey, Alman saldırganlığını yeniden doğması
ihtimaline karşı sürekli bir savunma sistemi kurmaktır.'' (3). Sovyetler Birliği ile
ilişkilere gelince, ''Sovyet hükûmetiyle aramızda çıkar anlaşmazlığı baş
göstereceğine inanmamız için bir neden yok,'' diyordu. Eden, ideolojik görüş
ayrılıklarının iki ülke arasındaki işbirliğini imkânsız kılacağı kavramına karşı
çıkmaktaydı (4).
Avam Kamarasında bu konuşmaya tutulan alkışlar, Türkiye'de hiç bir yankı
bulmadı. Basın da, Üç Büyükler Eylemi'ne karşı ateş püskürmek için pek zaman
ayırmadı.
Sözgelişi, Necmettin Sadak ''Akşam'' gazetesinde tumturaklı bir tavırla büyük
devletlerden biri saldırgan bir politika izlemeye başlarsa ne olacak, diye bir soru
attı ortaya. Emperyalist amaçlar güden bir hükûmetin her zaman için iktidara
geçmesinin mümkün olacağını belirtti. Böyle bir durumun gerçekleşmesi,
Avrupa'nın mahvolması demekti. Eden'in çizdiği yeni Avrupa politik sistemi, Üç
büyükler arasındaki işbirliğine dayanıyordu; ama, düşman yenildikten sonra bu
işbirliği acaba sürecek mi, diye soruyordu, Sadak (5). Doğrusu, Türkler bu konuda
İngilizleri iyi anlamışlardı. Önceden de gördüğümüz gibi Churchill, Adana'da,
Sovyetler Birliği'yle gelecekteki ilişkiler bakımından olumlu görüşler ileri
sürülmüştü.
Türkler, Churchill'in ülkelerinden ayrılmasından sonra İngilizlerin Rusya'ya karşı
güttüğü politikadaki tahminlerinde yanılmadıklarını görmek için çok beklemediler.
''Times''ta yayınlanan bir makale ve Churchill'in bir konuşması, Ankara'da
şaşkınlığa yol açtı. ''Times'' gazetesi, 10 Mart 1943'te yayınladığı makalede şunları
ileri sürüyordu:
1. Savaştan sonra dünya barışı, öncelikle dört büyüklerin uğraşısı olacak ve
gelecekteki saldırıları önlemek için güç kullanmayı istemelerine bağlı kalacaktı; 2.
Dört Büyüklerden yalnız ikisi, İngiltere ve Sovyetler Birliği Avrupa'daydı;
3. Dolayısıyla Rusya, Doğu Avrupa'daki barışı korumakla sorumlu olacak, Büyük
Britanya da aynı yükümlülüğü Batı Avrupa'da üzerine alacaktı (6).
Makalede belirtildiğine göre, savaştan sonra Sovyetler Birliği her istediğini
yapabilecek bir durumda olacaktı. Önemli olan, Büyük Britanya'nın Rusya ile
birlikte ya da ona karşı olmasıydı.
Rusya'nın Avrupa sorunlarına etkin ve etkili bir biçimde katılmasında Britanya'nın
da Rusya ile aynı çıkarları vardır. Dolayısıyla, Doğu Avrupa'da güvenlik
sağlanmadan Batı Avrupa'nın güvenliği de sağlanamaz; oysa, Rusya'nın askerî
gücü olmadan, Doğu Avrupa'nın güvenliği söz konusu edilemez... (7).
Makale, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde şu sonuca varıyordu: ''Rusya,
olağanüstü çabalarının katkısıyle kazanılacak zafere ulaşıldığı zaman, sınırlarının
güvenliğinin sağlanması bakımından Müttefikleriyle aynı haklara sahip olacaktır.''
(8). Bu görüşe karşı Türkiye'de gösterilen tepki, yine üzüntü ve hayal kırıklığı oldu.
Türk basını büyük gürültü koparttı.
Sözgelişi, Yalman, ''Vatan'' gazetesinde öfkeyle, İngiltere'nin, Rusya'nın sözcüsü
durumuna geldiğini belirtiyor, Rusya adına bir imparatorluk kurmak istediğini
söylüyordu (9).
Cevat Açıkalın, yazara bilgi vererek, gerek kendisinin, gerek İnönü'nün, gerekse
Menemencioğlu'nun bu makaleden haberli olduklarını ve kapsadığı görüşler
karşısında çok üzülüp hayal kırıklığına uğradıklarını bildirdi (10).
Türkler bu sırada Washington'da, Dışişleri Bakanı Eden ile Başkan Roosevelt
arasında 12 Mart-30 Mart tarihlerinde geçen tartışmaların niteliğini bilselerdi,
gelecek üzerine besledikleri kuruntular daha artardı.
Savaş sonrası Avrupa'sının boyutları tartışılırken, Roosevelt yalnız üç büyüklerin,
Büyük Britanya, Sovyetler Birliği ve Birleşik Amerika'nın silâhlanmasına izin
verileceğini, tarafsızlar da içinde, küçük ulusların ''tüfekten daha tehlikeli
silâhlara'' sahip olmalarına göz yumulmayacağını bildirmişti (11). Öte yandan
Eden, Başkan'a verdiği güvencede, Rusların ''Polonya'dan pek az bir toprak
isteğinde bulunacaklarını, belki Curzon Hattını aşmayacaklarını'' belirtiyor,
Stalin'in ''gerçek kişilerin yöneteceği'' güçlü bir Polonya istediği yolundaki inancını
açıklıyordu (12). Eden, Başkan'a ayrıca, Sovyetler Birliği'nin Baltık devletlerini
kendi topraklarına ekleme konusunda üsteleyeceğini haber vermişti. Bu konu,
Başkan'ı, Eden'den daha çok tedirgin ediyordu. Çünkü Eden, bunu hemen hemen
bir oldu bitti diye kabul etmeye hazırdı (13).
Genellikle Eden'in, Sovyetlerin savaş sonrası niyetleri üzerine görüşleri, Stalin'in
savaştan sonra Rusya'nın ''güvenliği'' için isteklerinde mantıklı ve ılımlı
davranacağı ihtimaline dayanmaktaydı. Türklerin de asıl korktukları buydu. Küçük
devletlerin güvenliği konusuna gelince, Roosvelt'in Eden üzerinde uyandırdığı ve
İngilizleri bile endişelendiren izlenime göre Başkan, ''değil düşman, müttefik
ülkelerin topraklarının kaderleriyle bile oynamaya hazırdı.'' (14).
Tartışmalarının sonunda Roosevelt, toprak sorunlarının pek çoğunun askıda
kaldığını kabul etti; fakat, ''Barış Konferansına gidip, Polonya ve öbür küçük
ülkelerle pazarlık etmek niyetinde olmadığını...'' (15) söyledi. Bu da Türklerin,
Müttefiklerin tutum ve niyetlerinden kuşkulanmalarının nedenini yansıtmaktadır
(16).
Türklerin tahminlerini doğrulayan bir olay da, Eden'in Washington'dan
dönüşünden birkaç hafta sonra, Sovyetlerin sürgündeki Polonya hükûmetini
tanımayı kabul etmemeleri oldu. 26 Nisan 1943'te Sovyetler, Londra'daki Sikorski
rejimiyle diplomatik ilişkilerini keserek Rus taraftarı komünistlerin ağır bastığı
''Polonya Vatanseverleri Birliği''ni örgütlediler (17). Türkler bunu, Doğu Polonya'yı
sınırları içine alma yolunda Sovyetlerin attığı ilk adım olarak kabul ederek derin
bir biçimde etkilendiler (18).
Fakat İngilizler, hiç olmazsa Türklerin gözünde tehlikeler karşısında umursamaz
kalmayı sürdürüyordu (19) Bu nedenle de, Churchill'in 1943 yılı yazında Kuzey
Amerika'daki etkinliklerini derin bir çekingenlik ve hayretle gözlediler.
1943 yılı mayıs ayında Washington'daki Churchill Roosevelt görüşmesinde ve
birkaç ay sonraki Quebec Konferansında İngiltere Başbakanı, Türklerin savaşa
girmesi konusunda diretti (20).
Bunu yaparken, hedef olarak İtalya'yı seçmişti. 12 Mayıs 1943'te Churchill,
İtalya'yı yenilgiye uğratmanın sağlayacağı avantajları sıralamıştı: Mihver'i lojistik
çabalarını genişletmeye zorlamak, Rusya'nın ''yükünü azaltmak'', İtalyan
birliklerinin Balkanlardan ayrılmasını sağlayarak bu bölgede Mihver'in gücünü
azaltmak ve ''Akdeniz'de kendisini hep İtalya ile ölçen'' Türkiye'yi savaşa girme
zorunda bırakmak. Churchill, ''Zamanı gelecek... Topraklarındaki üslerin
kullanılması Türkiye'den istenecektir...'' diyordu. Churchill'in savunduğuna göre bu
istek, ''İtalya savaş dışı edilirse, başarısız kalamazdı.'' (21).
Churchill'in bu sırada kafasının içinde ne planlar kurduğu üzerine hep tartışmalar
olmuştur, her halde daha olacaktır da. Bundan çıkan tek sonuç, Churchill'in
Türkiye üzerinde baskı yapmak için İtalya'yı işgal etmek istediğidir.
Amerikalılar, pek gönülden olmasa da, İtalya'nın istilâsı konusunda Churchill'le
anlaşma yapmaya hazırlıklıydı; ancak bunu, başbakanın nedenleriyle tıpatıp
bağdaşan nedenlerden ötürü istiyor değillerdi. Amerikan stratejistleri İtalya'yı,
güney cephesinden çok batı cephesi açısından hesaplıyorlardı: Düşman işgali
altındaki Avrupa topraklarına karşı ikinci cephenin açılmasıyla birlikte kulanılacak
yararlı bir hava üssü olarak görmekteydiler. 1943 yılı temmuz ayında Amerikan
plancıları ''İtalya'yı savaş dışı etmek için en sonunda benimsenen tedbirlerin,
Alman denetimi altındaki Avrupa'ya karşı etkili bir hava harekâtını yürütmeye''
yarayacağı umudundaydılar (22). Amerikalılar İtalyan anavatan topraklarına saldırı
kararı aldıktan sonra bile, İngiltere başbakanını şaşırtmaktan vazgeçmedi.
Churchill'in umduğunun tersine, Türk savunma yeteneklerinin artırılması yerine,
Amerikalılar desteklerini geri çekme kararı alıyorlardı. A.B.D. ağır bombardıman
uçaklarının Tükiye'ye gönderilmesine karşı çıkıyor, bunların İtalya'daki üslerinde
ve daha yararlı olacakları görüşünü ileri sürüyordu (23). Churchill'in, istilânın
Amerikalıları Doğu Akdeniz'de daha etken duruma getireceği umudu böylece
gerçekleşmemiş oluyordu.
Doğu Akdeniz Amerikalılarca gerektiği biçimde önemsenmeyince, İngilizler
Türklere oyun oynamayı sürdürmek zorunda kalıyor, üstelik bunu, Amerika'nın
stratejik desteği olmadan yapmaları gerekiyordu.
Churchill, Manş üzerinden bir saldırı için girişilen hazırlıklarda İngilizlerin zamanı
kullanma çabalarına Amerikalıları da katmaya uğraşırken, bir yandan da böyle bir
kampanyada Türkleri etken bir rol oynamaları için hazırlamak ve inandırmak için
didiniyordu. Fakat, ne Amerikalıları, ne de Türkleri inandırmakta başarılı
olamıyordu. Ne var ki, Amerikalılar ''Hayır'' diyebilecek kadar güçlüyken, durumu
çok daha zayıf olan Türkler açık seçik konuşmaktan dikkatle kaçınıyor, daha başka
bir yoldan direniyordu. Önceden de gördüğümüz gibi Churchill, Adana'da,
Türkiye'ye daha çok yardım yapılacağını vaat etmişti. Böyle yaparken de, bu
yardımın Türkiye'nin savaşa katılmasına yeteceğine -yanlış olarak- inanıyordu.
Türkler ve İngilizler bu yardımı başka açılardan değrelendirmekteydi. Bununla
birlikte, aralarındaki anlaşmazlık hiçbir zaman açığa vurulmamıştır; çünkü Türkler,
çevirdikleri manevralarla sorunu alınacak yardımın hedefi olmaktan çıkartıp, ne
kadar miktar yardım alınacağı biçimine sokmuşlardı. Oysa bu, İngilizler için hiç de
önemli olmayan ikinci derecede bir sorundu.
Türkler İşi Yokuşa Sürüyor - Adana'da, Türk-İngiliz askerî görüşmelerinin en kısa
zamanda Ankara'da yapılması kararlaştırılmıştı. 26 Şubatta İngiliz askerî ateşesi
A.C. Arnold ve Türk Genelkurmay Başkanı yardımcısı Asım Gündüz'ün ortak
başkanlığı altında iki genelkurmayın temsilcileri toplandı. İngilizler, Türkiye'ye
günde beş yüz ile bin tondan daha çok askerî araç ve gereç göndermemekte
kararlıydı. Türkiye'yi destekleme işi aşamalar halinde gerçekletirilecekti. İşte bu
nedenle, Türkiye'nin savaşa katılması amacını güden ve HARDIHOOD adı verilen
donatım harekâtı, dört aşamadan oluşuyordu. Bunlardan biri sona erdi mi, hemen
ardından ikincisi izleyecekti:
Birinci aşama: Havaalanlarının savunmasını sağlayacak olan uçaksavar toplarıyla
birlikte çoğu avcı olmak üzere 25 Kraliyet Hava Kuvvetleri filosu.
İkinci aşama: Türk havaalanlarının savunasına yardımcı olacak uçaksavar
toplarıyla birlikte çoğu avcı olmak üzere 25 Kraliyet Hava Kuvvetleri filosu.
Üçüncü aşama: İki ağır uçaksavar bataryası, iki hafif uçaksavar bataryası, ayrıca
iki tanksavar taburu.
Dördüncü aşama: İki zırhlı alay (24).
Birinci aşama hiçbir zaman tamamlanamamıştır.
Bu yetersiz araç ve gereçleri göndermek de ayrı bir sorundu. Hele Türkiye'ye
ulaştıktan sonra hizmete sokmak, daha da büyük güçlükler yaratıyordu. Orta
Doğu'daki Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı General Henry Maitland Wilson,
''İlerleme, Türklerin yatkın olmayışı, demiryolu şebekelerinin sınırlı imkânlarını
takdir etmemekteki inatları, ya da savaştaki sivil ve askerî ihtiyaçlarının ne olduğu
üzerine geçerli tahminlerde bulunamamaları yüzünden pek ağır oluyordu,'' diye
yazmaktadır (25). Wilson ayrıca, ''Türklerle çetin ve bitmek bilmeyen görüşmeler
yapmak''tan da yakınıyordu (26). Ancak Wilson'un asıl canını sıkan, Türklerin
izledikleri yüksek politika anlayışıydı.
Sözgelişi, 1943 yılı Mart ayı ortalarında, Türkiye'nin askerî kapasitesini yaratacak
planları tartışmak üzere, Orta Doğu Müttefik Komutanlığından bir planlama
kurmayı Ankara'ya yerleşmişti (27). Savaşa katılmadan önce havaalanları
yapımının ve bunlara yardımcı tesislerin kurulmasının önemini belirtmek için de
Hava Mareşali Sholto Douglas, mart ayında Ankara'ya gelmişti. Türkler, planlama
kurmayı ve Douglas'ın taslağını çizdiği önerileri kabul etti (28). Fakat, birkaç gün
sonra, anlaştıkları noktalardan dönüp yeni ve çok daha zor isteklerde bulundular.
Bunun üzerine Wilson, Ankara'ya gitmeye karar verdi.
1943 yılı nisan ayı ortalarında Wilson, Mareşal Fevzi Çakmak, Gündüz ve kurmay
yardımcıları arasında Millî Savunma Bakanlığında görüşmeler yapıldı.
Görüşmelerin, Türkiye'nin savunması sorunlarının ötesine aşmasına izin
verilmiyordu. Wilson, Türklerin ilerdeki saldırı harekâtı konusunda tartışmalara
katılmamak için önceden uyarılmış olduklarını belirtmektedir (29). Türklerin
öncelikle ortaya attıkları sorunalrın başında, Türkiye'deki birliklere kimin komuta
edeceği konusu geliyordu. Wilson ise, Ankara'ya bu konuyu tartışmak için
gitmemişti. O, birtakım özel savaş planlarını formüle etmek istiyordu: Türkiye,
Mihver'e karşı en iyi hangi biçimde savaşabilirdi? Ordusu en çabuk nasıl hizmete
girebilirdi? Türkler, İngiltere'den aldıkları donatımı en iyi hangi biçimde
kullanabilirdi?
İşte, generalin aklında bu türden sorunlar vardı. Wilson, Çakmak'a Türk savunma
hatlarının Çatalca ile Bolayır arasında uzanması gerektiğini söylemişti. İngiliz
generali, Türk Genelkurmay Başkanı'ndan, Türk ordusunun durumunu nasıl
koruyabileceği üzerine somut öneriler ileri sürmesini istedi (30). Çakmak
söylenenleri dinledi, fakat kendine özgü bir tutumla, düşünceli düşünceli
oturmasını sürdürdü. Wilson, Menemencioğlu ve Saraçoğlu'yla ayrı ayrı görüştüğü
zamanlarda da, aynı güçlüklerle karşılaştı; ama, bu seferki direnişler çok daha
kurnazcaydı. Her ikisi de, Wilson ortaya siyasal sorunlar attığı zaman taktik
sorunlarından, taktik sorunları attığı zaman da siyasal sorunlardan söz edilmesini
istiyordu. Türk yetkilileriyle görüşmelere katılan gerek Büyükelçi Hugessen,
gerekse General Wilson, açık sözlü olup olmamakta kararsızdılar. Wilson gerek
kendisi, gerekse Hugessen adına ''Yararlı olmamız için zamanında çağrılmamız
gerektiği noktası üzerinde durduk,'' diye yazmaktadır (31).
Wilson, İngiliz tanksavar ve uçaksavar toplarını hemen kabul etmeleri konusunda
Türklere baskı yapıyordu. Türkleri özel bazı askerî harekâta razı edebilmek için
teşebbüslerde bulunuyordu.
Menemencioğlu ile Saraçoğlu, bütün bu teşebbüsler karşısında kayıtsız kalıyor ve
konuşmalar daha sona ermeden konuyu değiştirmeye kalkışıyorlardı.
Türkler savaşın harekât yönüyle ilgilendiklerini gösterdikleri zaman, yine de hiçbir
şey ortaya koymamış gibi, İngilizleri çileden çıkartıyorlardı. Sözgelişi, Wilson'un
kurmay heyetinden biri, Wilfred Lindsell, 1943 yılı ağustos ayında Türk
subaylarından bazılarını manevralara götürmek üzere Ankara'ya gelmişti.
Lindsell'in görevlerinden biri de, aldıkları çeşitli yardım araçlarını nasıl
kullanacaklarını Türklere öğretmekti. Lindsell sonradan Wilson'a, Türklerin isteksiz
öğrenciler olduklarını söylemiştir (32). Wilson bu işin hemen hemen imkânsız
olduğunu ileri sürüyor, Türkiye'nin ''çektiği teknisyen sıkıntısı, bir tank
mürettebatına motorun nasıl çalıştığını kitabın birinci sayfasından başlayarak
öğretmeyi gerekli kılmaktadır,'' diyor (33).
Böylece İngilizler, gerek talim alanında, gerekse kurmay çalışmalarında şaşkına
dönüyordu.
Fakat, bütün sorunlar içinde en çetini, araç ve gereçlerin Türkiye'ye taşınmasıydı.
HARDIHOOD harekâtının ilk üç aşamasına katılacak savaşçı birliklerin gerektiği
biçimde bakımı için, günde yaklaşık olarak 1200 ton çevresinde araç ve gereç
taşınması gerekiyordu.
Bu da, Türk demiryollarının ve limanlarının taşıyabileceği yükün en çoğuydu.
İngilizler bu sorunu da çözmeye kalkıştılar; ama, çözümledikleri her sorundan
sonra karşılarına daha başkaları çıktı. 1943 yılı mart ayında 100 lokomotifle 2500
tane 15 tonluk vagonu göndermeyi kararlaştırdılar. Bunların yarısı hemen teslim
edilecek, öbür yarısı ise yedek olarak gönderilecekti. Bu karar taşıt sorununu
çözümlemeye yetmediği gibi, üstelik ortaya yeni bir sorunun çıkmasına yol açtı:
Lokomotiflerin yakıt sorunu nasıl giderilecekti?
Hebert L. Matthews'ün 14 Mart 1943'te yazdığı gibi, ''en önemli eksiklik,
kömürdü.'' (34). Fakat, bu Türkiye'nin kömür sıkıntısı çektiği anlamına gelmiyordu.
Asıl sorun, kömürü Türkiye'nin güney bölgelerine taşımak için deniz yolundan
yararlanmanın zorluğuydu. Matthews'ün yazdığına göre, ''İngiliz yetkilileri,
kömürsüzlükten, çok sayıda lokomotifin güneyde, raylar üzerinde yattığı
inancındaydı'' ve bunun nedeni de, gemi yokluğuydu. Duruma bir çare olur
umuduyla İngilizler, Türkiye'ye birkaç şilep de göndermişlerdi.
Fakat, savaşa katılması durumunda, ülkesini savunmak için yeteri kadar uçağı
barındıracak yeteri kadar hangar, yeteri kadar havaalanı da yapılsa ve yeteri
kadar limandan yeteri kadar İngiliz araç ve gereçleri ile tesnisyen gelse, yeteri
kadar gemi, yeterli sayıda lokomotifi yeteri kadar kömürle beslese bile, Türk
politikasını çizenler, HARDIHOOD harekâtının başarıya ulaşmasını ya da İngilizlerin
kafasında kurduğu biçimiyle başarıya ulaşmasını, kuşkusuz, istemiyorlardı.
Yardım harekâtının can damarını, aralarında on altı ağır bombardıman filosunun
da bulunacağı 45 hava filosunun gönderilmesi oluşturmaktaydı. 1943 yılı
ilkbaharında Türk hava üsleri bu çapta bir kuvveti çok zorlukla barındırabilecek
nitelikteydi. Türk havaalanları, ancak yirmi beş filoyu kaldırabilirdi ve ancak
yağışsız havalarda bu alanlardan yararlanılabilirdi. Bu nedenle İngiliz
teknisyenleri, Türk havaalanlarının kapasitesini artırmak için birtakım planlar
geliştirdiler (35). Bu planlar arasında, Afyonkarahisar yakınlarında bir ileri hava
üssü kurulması; ayrıca, her türlü hava şartları altında kullanılabilecek iki
havaalanının da Milas ve Muğla'da yapılması öngörülüyordu. İngilizler ayrıca,
Ulukışla'da önemli bir istasyon olan Çakmak kavşağına da Kraliyet Hava
Kuvvetlerinden bir birlik yerleştirmek için söz vermiş, bu planların
gerçekleştirilmesi amacıyla, gerekli olan yapı malzemesinin sağlanması için Mersin
ve İskenderun liman tesislerinin genişletilmesini de üzerlerine alabileceklerini
bildirmişlerdi.
İngiliz yetkilileri bu önerileri ileri sürerken, haziran ayı başında daha çok sayıda
İngiliz teknisyeninin de Türkiye'ye gönderilmesinin gerekeceğini belirtmişlerdi.
İşte Türkler bunun üzerine, inatla direnmeye başladı. Wilson, bu konuda şunları
yazmaktadır:
Türkler ileri bir hava üssü kurulması için Ağustos ayına kadar izin vermedi, sonra
da öyle bir şart koştular ki, projenin yıl sonuna kadar tamamlanması imkânsız
duruma geldi. İnşaatı Türkler yapacak, yalnız, halen Türkiye'de bulunan İngiliz
teknisyenlerinin gözetimi altında yürütülecekti. Ayrıca, çalışmalar ticarî bir inşaat
havası içinde yürütülecekti. Limanlarda antrepo yapımı için de aralık ayına kadar
gerekli izin verilmedi (36).
Yine Wilson'un yazdığına göre, İskenderun'daki akaryakıt depolarını genişletme
tasarıları, hastane yapımı, haberleşmeyi kolaylaştırmak için yeni telefon hatları
çekilmesi işlemleri ''sürekli olarak... Türklerce geciktirilmekteydi.'' (37). Bu,
Türklerin İngiliz askerî yardımını geri çevirmek istedikleri anlamına gelmiyordu.
İngilizler, Amerika'nın da desteğiyle, 1943 yılında Türklere yaklaşık olarak 80
milyon dolarlık askerî yardımda bulunmuştu. 5 Aralık 1943'te, İkinci Kahire
Konferansı sırasında General Wilson, Menemencioğlu'nun da hazır bulunduğu bir
toplantıda, Harry Hopkins ve Anthony Eden'a, Adana Konferansı'ndan beri
Türklerin şu yardımları aldıklarını açıklamıştır:
350 tank, 48 otomatik silâh, 300'e yakın topsavar topu (bunların yüzden çoğu da
ağır toptu), 300 sahra ve orta çaplı top, 200 havan topu, 500'e yakın tanksavar
silâhı, çok büyük çapta otomatik silâh ve başka silâh türleri (99.000'e yakın), 420
hafif havan topu ve Türkiye'nin savunması için gerekli, bir milyona yakın tank
mayını (38).
Demek ki Türkler, İngilizlerden büyük çapta askerî yardım almakta bir sakınca
görmemişti. Fakat Zeki Kuneralp'ın da ileri sürdüğü gibi, ''Türkler, İngilizlerin
kendilerine bu yardımı, savaşa katılma konusunda özür imkânı bırakmamak için
yaptığı görüşünde değildi.'' Türklerin yardım çabalarını çelmeleme harekâtı ya da
İngilizlerin kendilerini lojistik yönden savaşa katılacak kadar güçlendirmeyi
önleme çabaları, Kuneralp'ın da ifade ettiği gibi, kibarca ''Hayır'' demenin bir
başka yoluydu (39).
Türklerin oyalama taktikleri, özellikle havaalanları yapımı gibi çok sayıda yabancı
uzmanın Türkiye'ye girmesini zorunlu kılacak tasarılarda daha çok
belirginleşiyordu. Ankara'daki Alman Büyükelçiliğinin arşivleri, 1943 yılı temmuz
ayında İnönü'nün Dışişleri Bakanlığından aldığı bir raporda, İngilizlerin
havaalanları yapımını çok hızlı yürüttüklerinin bildirildiğini göstermektedir. Rapor,
bunun sonucu olarak Türkiye'nin savaşa sürüklenebileceği konusunda uyarıda
bulunmaktadır. Rapor şunu da belirtmekteydi:
İngilizlerin Türkiye'de giriştikleri havaalanı inşaatları, beklendiğinden de çabuk
ilerlemektedir. Bir yılda hazırlanması düşünülen alanlar, beş ay içinde
tamamlanmıştır. Türkiye'deki İngiliz personeline ait yapıların sayısı da sürekli
artmaktadır. Montgomery'nin ordusu, adım adım Türkiye-Suriye sınırına
kaydırılmaktadır; belki de Türkler, İngilizlerin işi bir oldu bittiye getirmeleriyle,
sözgelişi, Türk havaalanlarından kalkacak uçaklarla Romanya petrol kuyularını
bombalayarak ya da Suriye ve Türkiye'den başlayıp, Balkanları hızla istilâ ederek
savaşa sokulacaktır (40).
Türklerin bu tutumu Almanları yatıştırmıştı. Çünkü Almanlar, Türk ordusuna
İngiliz askerî yardımı yapılmasına göz yumuyorlardı; öte yandan, hava filoları
gönderilmesini daha büyük bir kışkırtma unsuru olarak kabul etmekteydiler. Öte
yandan, Türkler, havaalanları yapılmadan ve göklerinin savunması sağlanmadan
savaşa katılmalarının imkânsız olduğunu, Almanların hava üstünlüğünü ileri
sürerek, özellikle belirtmekteydi. Bu davranış İngilizlere pek mantıksız, hatta
insanı deli edici bir şey gibi görünüyordu; çünkü Türklerin, Müttefikler yanında
savaşa katılmaya hazır olduklarını düşünüyorlardı. Oysa, bütünüyle karşıt bir
varsayımdan kalkan Türkler için her şey son derece mantıklı görünüyordu.
Türk Dışişleri Bakanı'nın raporu, Türk ve İngiliz kuvvetleri arasında olabilecek bir
birleşmeden söz etmekteydi. İngilizler Balkanları, Türklerin isteği dışında bu
ülkeden geçerek istilâ etme niyetinde değildi ama, zamanı gelince Türk ordusuyle
birleşmek için Suriye'deki İngiliz kuvvetlerinin hazırlandığı da doğrudur. Böyle bir
birleşme, havaalanlarının tamamlanması ve İngiliz hava filolarının bu alanlara
üstlenmeleriyle bağdaşıyordu. Eğer Türkler yardım kabul etmekte böyle ağırdan
almasalardı, bu tür bir birleşmenin İngiliz-Amerikan etkisinin Balkanlarda geniş
çapta yayılmasını sağlayacağı kesindi. Ancak, Esmer ve Erkin'in yazara belirttikleri
gibi, İngilizler bir tür bir bağlantıya yanaşmaktan uzaktılar ve Müttefiklerin büyük
stratejilerini açıklayacak kadar Türklere güvenmiyorlardı (41). Bugün biliyoruz ki,
bir Balkan harekâtı için Amerika'nın onayını almayı başaramayan İngilizlerin,
açıklayabilecekleri pek büyük bir stratejileri de yoktu.
Churchill Kozunu Oynuyor - Bütün bu hayal kırıklıklarına rağmen, Mussolini'nin 25
Temmuz 1943'te iktidardan düşmesi üzerine Churchill, gerek Türkleri savaşa
sokmak, gerekse Amerikalıları Doğu Akdeniz'de etkili duruma getirmek için
çabalarını yenilemekten geri kalmadı. Başbakanın duyguları şöyleydi:
İtalya'nın çöküşü, İttifakın ruhuna uygun hareket etmesi için Türkiye üzerinde en
büyük baskının yapılacağı zamanı saptamış olmalıydı... İngiltere ve Birleşik
Amerika'nın bu alandaki çabalarına, mümkü olursa, Rusya da katılmalı, hiç
olmazsa bu çabaları desteklemeliydi (42).
Churchill kafasında bu tür fikirlerle, on gün sonra, 5 Ağustos 1943'te, A.B.D.
Başkanı ile buluşmak üzere Quebec Konferansı için hareket etti. Roosevelt ve
ortak askerî önderleri, bu sefer Churchill'in karşısına önceden belirli bir politikayla
çıkmakta kararlıydılar. Konferansın 19 Ağustos 1943 tarihli ilk toplantısında,
İngiltere Başbakanı'ndan, Manş üzerinden yapılacak saldırı sorununun en önemli
ve öncelikle görüşülmesi gereken sorun olarak ele alınması için bir anlaşma
koparttılar. Churchill bu öneriye ''Peki'' dedi ve tarih olarak da 1 Mayıs 1944
kararlaştırıldı. Birleşik Amerika Dışişleri Bakan Yardımcısı Henry L. Stimson'un
söylediği gibi, ''O andan başlayarak OVERLORD harekâtı rayına oturtulmuş
oluyordu.'' (43).
Yine de toplantıların sonuçları Churchill'in Doğu Akdeniz konusunda
düşündüklerini pek az yansıtabilmektedir. Sözgelişi ortak kurmay başkanlarının,
konferansta Başkan ve Başbakan'a sunduğu son raporda, ''Türkiye'nin savaşa
katılması için daha zamanın gelmediği görüşüne varılmıştır,'' deniyordu (44).
Buna karşılık, Birleşik Amerika ve Büyük Britanya'nın, ''verebileceği ve Türkiye'nin
de kaldırabileceği kadar'' araç ve gereçle bu ülkeyi donatmayı sürdürmeleri
konusunda anlaşmaya varmışlardı (45). İngilizler bu tür anlaşmalara katıldıkları
halde, Türkiye'nin savaşa katılmasının, Müttefiklerin yararına bir şey olacağına
inanmaktan vazgeçmemişti (46). Türklerin savaşa katılmaları için umut beslemeye
yeter bir neden vardı. Churchill bunun üzerine kozunu oynamaya karar verdi. 9
Eylül 1943'te Washington'da bulunduğu sırada ve Başkan'a bilgi vermeden,
General Wilson'a, ''Artık yüksek oynamanın zamanı geldi. Bir şeyler yaratın ve
cüret edin,'' (47) diye bir telgraf çekti. Böylece Doğu Akdeniz'deki kuvvetlerini
Rodos'a karşı bir saldırıya yöneltmiş oldu.
Churchill'e göre Rodos'taki ortak deniz ve hava üsleri, Kos adasındaki hava üssü
ile, Leros adasındaki deniz üssü, Almanların Balkanlar ve Kuzey İtalya'daki
yığınaklarına karşı girişilecek saldırıyla, Romanya petrol kuyuları ve Ploeşti
rafinerilerini bombalamak, Mısır ve Kuzey Afrika'yı savunmak için çok uygun
noktalar olabilirdi. Bu nedenle Churchill, mümkün olursa Amerikalılarla birlikte,
olmazsa tek başına yeni bir teşebbüse girişme kararı aldı. Rodos'u işgal edecekti.
Ama, Rodos'u istilâya teşebbüs ederken, başka bir düşüncesi daha vardı:
İngiltere'nin Türkiye'ye diplomatik yaklaşma teşebbüslerini desteklemek istiyordu.
İngilizlerin Rodos'u işgal etmeleri ve Ege denizini çeşitli aşamalardan sonra
denetimleri altına almaları, Türkleri savaşa katılmaya inandırabilirdi. Churchill, hiç
olmazsa İngiliz yetkililerinin Ankara'da kendilerinden daha emin olarak
konuşabileceklerini tasarlıyordu.
Ancak, İngilizlerin planları başarısızlığa uğradı ve 1943 yılı sonunda İngiliz
yetkililerinin Türk yetkilileri üzerindeki etkisi yeni bir düşüşe uğradı (48).
İngilizler 1943'te Ege denizindeki adalardan bazılarını istilâ etmek için çeşitli
teşebbüslerde bulundularsa da, Rodos'taki başarısızlık Churchill'in Türkiye'yi
savaşa sokmak için açtığı kampanyanın sonunu getirdi. İngilizler bir İtalyan
garnizonunun bulunduğu Rodos'u istilâ etmeyi başaramadıkları gibi, üstelik büyük
bir direnişle karşılaşmayan Almanlar Rodos'u almış, ayrıca Akdeniz'deki savaşın
başından beri İngilizlerin elinde bulunan İstanköy (Kos), Leros ve Sisam'ı istilâya
başlamıştı.
Türklerin Çekilme ve İkmal Yolu - İngilizlerin 1943 kampanyası ölü doğduğu,
İngiliz kuvvetleri bu cephede Almanların karşısında hâlâ geri çekilmek zorunda
kaldıkları halde, Türkler tarafsız bir politika güttükleri görüntüsü vermekle
birlikte, Müttefiklere yardımı da esirgemiyordu. Ege adalarında zor durumda
bulunan İngiliz kuvvetlerine yiyecek ve malzeme sağlıyor, Royal West Kent, Irish
Fusiliers ve birliğin öteki üyelerinin Türk topraklarına sağesen kaçmalarına yardım
ediyordu.
Ege denizinde İngilizlerin elinde bulunan adalara ikmal gereçleri Suriye'den
geliyor, demiryoluyla Tükiye üzerinden geçirilerek İzmir'in güneyinde kusursuz bir
liman olan Kuşadası'na gönderiliyordu. 9 Ekimden, Leros adasının düştüğü 17
Kasıma kadar, Türklerin aracılığıyla, acele ihtiyaç duyulan 1.400 ton araç ve gereç
İngiliz kuvvetlerine ulaştırılmıştı. 28 Eylülden 16 Kasıma kadar 3.000 ton yiyecek
Sisam'a, 480 ton yiyecek de Leros'a ulaşmıştı (49). Türklerin yönettiği Türk
kayıkları, bu yiyecekleri adalara götürüyordu. Daha sonra İngilizler Ege adalarını
boşaltırken, Türkiye kıyıları boyundaki Kuşadası ve Bodrum limanları geri çekilme
yollarının ilk uğrakları oldu. Sözgelişi, General Wilson, 18-19 Kasımda Sisam
adasının boşaltılmasını emrettiği zaman, tuğgeneral Baird, Yunan Kutsal TAburu
komutanı albay Çigantis, İtalyan komutanı General Soldarelli, Yunan piskoposu,
daha yüzlerce İngiliz ve İtalyan uyruklu sivil, Anadolu'ya Türk kayıklarıyla
taşınmışlardı (50).
20 Kasım ve 21 Kasım akşamları Türk kayıkları, binden çok İngiliz ve Yunan
uyruklu siville, 400 İtalyan askerini Sisam'dan Anadolu'ya geçirmişti. Hem de bu
boşaltma işlemi, Almanlar adayı istilâ ederken gerçekleştirilmişti (51).
Dışişleri Bakanı Menemencioğlu'nun bu harekâtı yürütmekle görevli oluşu,
kendisinin ne İngiltere'nin düşmanı, ne de Almanların dostu olduğunu
onaylamaktadır. Ama bu, Türk çıkarlarının değerlendirilmesinde de bir değişiklik
anlamına gelmemektedir. Gizli yapılan yardım, hem hükûmetin İngilizlere karşı
beslediği sempatiyi, hem de bu sempatiyi -askerî destek gibi- Müttefikleri etken ve
açıkça desteklemek biçimine dönüştürmeme konusundaki kararlılığını
gösteriyordu.
Ayrıca Türk hükûmeti, gerek bu dönemde gerekse savaşın sonuna doğru, hiçbir
zaman temel yargılarından sapmamıştır. Rusya hâlâ bir düşmandı ve gücü gittikçe
artıyordu. İngilizler ve Amerikalılar yanlış yola saptırılmış dostlardı ve dikkatsiz
davranışlarıyla Rusların Doğu Avrupa'yı istilâ etmelerine göz yumacaklardı. Fakat
Türkler, İngilizlerin Ege'den çekilmelerine yardım ederken, son İngiliz kozunun
oynandığını anlamışlardı. Şimdi sıra Rusya'daydı.
VII
VIII
ZİRVEDE TÜRKİYE'YE YAPILAN BASKILAR:
HÜKÛMET BAŞKANLARI TOPLANTISI
Birinci Kahire Konferansı: Kısa Bir El Sıkışma - 1943 yılı kasım ayında,
Amerikalılar ve İngilizler için müttefikleri Sovyetlere savaştan sonra Avrupa
üzerine niyetlerinin ne olduğunu sorma zamanı gelip çatmıştı artık. İşte Churchill
ve Roosevelt, sayıları 500'ü aşan kurmaylarıyla birlikte Kahire ve Tahran'a bu
nedenle gidip konferanslara katıldılar.
Başkan ve Başbakan, Stalin'le daha önce de ilişki kurma yolunda boşuna çaba
harcamışlar ve kendisiyle buluşmak için yola çıkmaya hazır olduklarını
bildirmişlerdi (1). Sovyet Başbakanının Tahran'da toplanmaları bakımından
diretmesi, özellikle Roosevelt için büyük güçlükler yaratıyordu. Tahran,
Washington'a o kadar uzaktaydı ki, Başkan, ülkesi içindeki başkanlık görevlerini
yerine getirememekten korkuyordu. Aralarındaki uzun mektuplaşma sırasında
Roosvelt, içinde Ankara'nın da bulunduğu çeşitli alternatifler ileri sürdü, ama yine
bir sonuç alınamadı. Stalin ile de cepheye yakın olmak istiyordu (2).
Churchill'in Tahran'a da gitmeye bir diyeceği yoktu; fakat Tahran'dan önce,
Başkan'la Kahire'de yalnız başına görüşmek istiyordu. Bugün Birinci Kahire
Konferansı diye anılan bu hazırlık konferansına Churchill, İngiliz-Amerikan
stratejilerini birleştirmek için son fırsat gözüyle bakıyordu. Özellikle Doğu Akdeniz
konusunda bir düşünce birliğinden yanaydı. Ancak Başkan, Başbakanın
yakınmalarından usanç getirmişti ve Çank-Kai-Şek'i, mümkün olursa eğer
Molotov'u da aralarına sokmak istiyordu. Churchill'e haber vermeden onları da
Kahire'ye çağırdı, Roosevelt'in, Sovyet önderine komplo kurdukları duygusunu
doğurmak istemediği açıkça belli oluyordu (3). Churchil bu oldubittiyi hiç hoş
karşılamadı (4).
Churchill'in korktuğu da başına geldi. Roosevelt, Kahire'de 22-26 Kasım 1943
tarihleri arasındaki çok değerli dört günü, Churchill ya da Britanya İmparatorluk
Kurmay Heyetiyle görüşmeler yaparak geçireceği yerde, Çang'la görüşerek
doldurdu. Churchill'in yazdığına göre, Roosevelt, ''Hint-Çin yarımküresinin önemini
gerektiğinden çok abartıyordu'' ve bunun sonucu olarak da, ''Çin sorunu Kahire'de
en son sırada yer alacağına, en başa geçmişti.'' (5).
Gerçek şu ki, Başkan, Churchill'le görüşmemek için bile bile kendisine iş
çıkartıyordu. Yine de Roosevelt'e kur yapmak için gösterdiği sabırla Eden'i
''şaşkına çevirmişti.'' ''W. (Winston) saraylı rolü oynamak zorundaydı ve ancak
fırsat buldukça bundan yararlanmaya bakıyordu.'' (6). Fakat Başkan, Bengal
körfezindeki harekât için Çang'a çıkarma gemileri de vaat edince, Churchill daha
çok boyun bükemedi. Çünkü o, bu çıkarma gemilerini, Ege denizindeki harekâtı
için istiyordu. ''Bu karar, tasarılarımızı yokuşa sürecekti'' diye yazmaktadır (7).
29 Kasımda Ortak Genelkurmay Başkanlarına yaptığı konuşmada buna karşı
olduğunu belirtti. Churchill sonradan, Roosevelt'i Çang'a verdiği sözden
caydırmayı becerdi (8). Ama her şeye rağmen bu dönem Churchill için hiç de
sevindirici değildi. Bu nedenle de Birinci Kahire Konferansı, yalnızca adıyla
konferans olmaktan öteye geçemedi. Bir moladan, kısa bir el sıkışmadan başka bir
şey olmadı.
Tahran Konferansı: Sovyet Dönüşü - Tahran, konferansın burada yapılmasının
kararlaştırılmasından yalnızca birkaç ay önce Nazi unsurlardan temizlenmişti.
Ayrıca şehirde hâlâ Nazi yanlıları vardı Dolayısıyla ilk akla gelen şey, herkesin
kişisel güvenliğini sağlamak oldu (9). Bu da Stalin'in önemli bir manevraya
girişmesine yol açtı. Roosevelt'in varışından birkaç dakika sonra Stalin, Başkan'a
bir mesaj göndererek, Amerikan Elçiliğinden ayrılıp Rus Elçiliğine taşınmasını salık
verdi. İngiltere ve Rus Elçilikleri yan yanaydı; ama Amerikan Elçiliği onlardan hiç
olmazsa bir buçuk kilometre uzaktaydı. Dolayısıyla Başkan, günde birkaç defa
Tahran'ın dar caddelerinden geçmek zorunda kalacaktı. Roosevelt, Stalin'in
önerisini kabul etti.
Amerikalılarla Rusların bir çatı altında kalmalarının güvenlik kaygısından başka
bir avantajı daha vardı. Başkanı olabilecek bir suikastten koruduğu gibi, kendisini
Winston S. Churchill'den de ayırmış oluyordu. Başkan, Tahran'a Stalin'in güvenini
kazanmak umuduyla gitmişti ve İkinci Cephe'nin açılmasını en az Stalin kadar
kendisinin istediğine Sovyet Başbakanını inandırarak bunu becereceğini
sanıyordu. Roosevelt, kuşkusuz Balkanlar ve Türkiye üzerine bilinen planlarını yine
ortaya atacak olan Churchill'in fırsatçılığından çekinmekteydi. Bu taşınmanın
sonucunda Roosevelt'le Stalin birçok defa özel olarak buluştu (10) ve kendi
hedeflerinin mantığını izleyerek, Türklerin savaşa katılmasının yararlarına
olmayacağı kararına vardılar.
Tahran'da, Roosevelt, Türklerin On İki Ada'ya karşı bir harekete geçmelerini
uygun bulmadığını daha da kesinlikle belirtti. Çünkü bunun Amerikalılar
Yunanistan'da bir harekâta sürüklemesinden ve sonunda da İkinci Cephe'nin
açılmasını geciktirmesinden çekiniyordu. Başkanın, Churchill'in ''Türkiye
üzerindeki tasarıları''na çıkacağı, konferansın daha ilk günü, yani 28 Kasımda,
programa göre ilk oturuma konan sabahki Ortak Komutanlar toplantısında ortaya
çıktı. Roosevelt, Kurmay Başkanlarını İngiltere'nin Türkiye'ye karşı güttüğü
politikayla ilgili bir soru yağmuruna tuttu (11).
''Diyelim ki, Türkleri savaşa soktuk; ne olacak o zaman?'' diye sordu. General
Marshall, Ege Denizi'ne daha çok gereç ve her halde daha çok asker gücü
göndermek gerekeceği karşılığını vererek, uyarıda bulundu. Marshall, Türklerin
Boğazları tek başlarına Almanlara karşı savunabilecekleri yollu İngiliz görüşüne de
karşı çıktı (12). Amiral King de, Türkiye savaşa girerse, Birleşik Amerika'nın On İki
Ada'ya müdahalede bulunmak zorunda kalacağını belirtti. Görünüşte tatmin olan
Başkan, Türklerin savaşa girmeye zorlanması niyetlerinden caydı (13).
Başkan, ilk genel toplantıda bu görüşü savundu ve Türklerin direnişini
görmezlikten geldi. Türkiye Cumhurbaşkanını savaşa katılması konusunda
sıkıştıracağına söz verdikten sonra Roosevelt: ''Türkiye Cumhurbaşkanının yerinde
ben olsaydım o kadar çok uçak, tank, araç ve gereç isterdim ki, isteklerim
Overlond harekâtının sürekli ertelenmesine yol açardı'' dedi (14). Churchill, Büyük
Okyanus'taki bazı kuvvetlerin ve gerecin Doğu Akdeniz'e gönderilebileceğini ileri
sürünce, (15) Roosevelt bu cepheden hiçbir çıkarma gemisini çekmenin mümkün
olmadığını söyledi (16). Harry Hopkins bunu o derecede önemsemişti ki, Başkanın
sözlerini yavaş yavaş ve elle yazdı. Rodos'ta bir saldırı hareketi için yeteri kadar
çıkarma gemisi olmadığını, çıkarma gemisi bulunsa bile bunların en iyi nerede
kullanılacağı üzerine bir karar verilmediğini belirtti. Ayrıca Türklere bir çıkarma
konusunda söz de verilmeyecekti (17).
İngilizlerle Amerikalılar arasındaki bu gerginlik, aslında yeni değildi.
Kazablanka'dan beri Amerikalılar, Türkiye'nin savaşa katılabileceği yolundaki
İngiliz görüşüne karşıydılar. Tahran'da asıl çarpıcı olan, Dışişleri Bakanının
Moskova Konferansı sırasında Türkiye konusunda İngilizleri desteklemesine
karşılık, Stalin'in şimdi bütünüyle bu görüşten sapması ve Amerikalıların yanında
yer almasıydı (18). Arada geçen aylar içinde Sovyetler, cephelerde yeni ilerlemeler
yapmış ve belki de Türklerin yardımının kendilerine yarardan çok zarar
getireceğini düşünmüştü. Stalin'in, Türklerin nerede ve kimlerle savaşacakları
konusuyla ilgilenişi, bu sonucu doğrulamaktadır. Özellikle İngiliz ve Amerikan
kuvvetlerinin Türklerle birlikte Bulgaristan'a girmeleriyle ilgilenişi de bunu
gösteriyor.
Gerçekten de Stalin, bunu dosdoğru Churchill ve Roosevelt'e sordu. Churchill
olumlu karşılık verdi (19). Churchill'le tartışmalarında Roosevelt'in yolunu izleyen
Mareşal Stalin, İngiliz ve Amerikan kuvvtelerini dağıtmanın salık verilemeyeceğini
söyledi (20). Bütün kuvvetin OVERLORD harekâtı üzerinde toplanmasını, ötekilere
oyalama harekâtı gözüyle bakılmasını önerdi. Stalin, Türkiye'nin savaşa
katılmasından umudunu kestiğini de ekledi ve ''bütün baskılara rağmen bunun
gerçekleşmesini beklemediğini'' belirtti (21).
Molotov, Moskova'da, Türkiye'nin savaşa katılması için inatla direnmişti. O zaman
Türklerin uysallık göstermeleri konusunda kuşkusu olabileceğini hiç belli
etmemişti. Türkiye'nin Üç Büyüklerin isteğini geri çeviremeyeceği fikrini
savunmuş, bunu 28 Ekimde söylemişti. Şimdi de, yani 28 Kasımda, Stalin'le birlikte
Müttefikler, ne derece tehdit ederlerse etsinler, Türklerin savaşa girmeye
zorlanamayacağını, aslında Türkiye'nin savaşa katılmasının Müttefiklerin davasına
yeni bir stratejik sorumluluk yükleyeceğini ileri sürüyordu (22).
Bu yeni Sovyet-Amerikan düzeniyle karşı karşıya kalan Churchill, kendi Akdeniz ve
Balkan politikasını boş yere izlemeyi sürdürdü. Türkiye'nin savaşa girmesi
durumunda dokuz Bulgar tümeni harekete geçecek ve Almanlar Yugoslavya ve
Yunanistan'da tek başlarına savaşma zorunda kalacaklardı. Stalin'e, İngiltere'nin
''Balkanlarda tutkulu emelleri olmadığı'' konusunda güvence vermiş, niyetinin
''yalnızca oradaki Alman tümenlerini bağlamak'' olduğunu belirtmişti (23).
Churchill düştüğü zor durumda bile Sovyet amaçlarıyla oyun oynamak gibi
şaşırtıcı bir taktik seçmiştir. Müttefikler Türkiye'ye bir ultimatom verme
konusunda anlaşabilselerdi, kendisi, Türklere ültimatoma karşı durmalarının
''Türkiye için, özellikle Boğazların gelecekteki statüsü bakımından çok ciddî siyasal
ve toprak bütünlüğüyle ilgili sonuçlar doğuracağını'' hatırlatacaktı (24). Aslında,
Tahran'da Türkleri ceza olarak Boğazların statüsünü değiştirmekle tehdit etmeyi
öneren Stalin değil, Churchill'dir. Daha sonra kendisi, Rusya gibi geniş toprakları
olan bir ülkenin sıcak denizlerde bir limana sahip olmaya ''hakkı bulunduğunu''
belirtmiş ve bunun ''dostlar arasında'' tatlıya bağlanabileceğini ileri sürmüştür
(25). Churchill sorunu ortaya atınca, Stalin de ister istemez Çanakkale Boğazı'nın
rejimi üzerine sorular sormuş, ''İngiltere'nin artık bir diyeceği olmadığına göre, bu
rejimi biraz gevşetmek hiç de kötü olmaz,'' demiştir. Churchill buna da ''peki''
diyerek, Türkiye'yi, savaşa katılmaya zorlayarak Boğazlar rejimini değiştirmeye
kalkışılmasını istemiştir. Stalin bu sefer, ''Aceleye gerek yok...'' karşılığını verip bu
sorunu ''yalnız'' genel deyimler içinde tartışmakla ilgilendiğini belirtmiştir (26).
Churchill ise Rus gemilerini bütün denizlerde görmeyi hepsinin umut ettiklerini de
söylemiştir. Stalin bu sırada Başbakan'a ''Lord Curzon'un daha başka fikirleri
vardı,'' diye hatırlatmıştır (27).
Bu konuda Churchill'in taktikleri gerçekten çok şaşırtıcıydı ve hâlâ da öyledir.
Hatta Eden bile, 30 Kasımdaki yemekte Molotov'a, Başbakan'ın ne demek
istediğini anlayamadığını açıkça söylemiştir (28).
Ancak, Britanya önderinin, Türkleri savaşa girmeye zorlamak için Rus niyetleriyle
tehdit imkânı yaratmak amacıyla Sovyetlerin iştahını kırbaçlamış olması da
mümkündür. Churchill'in Tahran'da güçlü kozları olmadığı bellidir ve taktikleri de
bunu yansıtmaktadır.
Ancak, taktik sınırlı bir başarıya ulaşmıştır. Üç önderin 1 Aralıktaki yemekli
toplantılarında Churchill, yeniden Türkiye'ye son ve ortak bir çağrıda
bulunulmasını önermiş, Türklere, bir yandan barış masasına yanlarında
oturmalarının sağlayacağı avantajın, öte yandan da başarısızlıklarının cezasının
neler olabileceğinin bildirilmesini istemiştir (29). Böyle bir çağrının yapılması ve
yeniden kabul edilmemesi durumunda, Churchill, ''Boğazlar rejiminin
değiştirilmesinden yana olacağını'' ve İngiltere'nin ''Gerek şimdi, gerekse barış
masasında ellerini Türkiye'den çekeceğini'' söylemiştir (30). Aslında Churchill
Türkiye'ye bir ultimatom vermesi için karar çıkartamamış ama, üç önder, hiç
olmazsa İnönü'nün hemen Kahire'de yapılacak bir konferansa çağrılması
konusunda anlaşmışlardır. Türklerle ilgili konularda başka bir anlaşmaya
varılamadığı için, Türkiye Cumhurbaşkanı ile doğrudan doğruya görüşülmesi fikri,
hepsince benimsenmiştir. Türklere açık kapı bırakılmasından ötürü Churchill ne
kadar hoşnut olursa olsun, büyük umutlar beslemeyecek kadar anlayışlıydı.
Türklerin ''her zamanki tutumlarıyla'' hareket edecekleri kehanetinde
bulunuyordu: ''Siz, küçük bir harekete girişmelerini isteyecek olsanız, onlar
büyüğünü isteyeceklerdir. Büyüğünü önerirseniz, hazırlıklı olmadıklarını ileri
süreceklerdir (31). Siyasal manevra konusunda büyük usta olan birinin bu sözleri,
gönülsüz bir kabullenmeyi göstermektedir.
İkinci Kahire Konferansı: İnönü, Roosevelt ve Churchill'le Karşı Karşıya Geliyor -
Tahran Konferansı'nı Ankara'dan izleyen Türk önderleri, her şeyle yakından
ilgiliydiler. Stalin'in Türkiye'yi yarım yamalak hazırlanmış durumda savaşa girmeye
zorlamaları için Batılı Müttefiklerin kandırmasından korkuyorlardı. Bu durumda
Türkler, Almanların misilleme hareketiyle karşılaşacak, Ruslar da ''kurtarıcı''
durumuna geçecekti.
Stalin'in Tahran'daki taktiklerinin doğru yorumu bu mudur, bu değil midir,
tartışılabilir, ama, Rusya korkusunun Türk sorunlarının merkezi olduğu kesindir
(32). Bir yandan, İngilizlerin aracılığıyle Rusların kendilerini savaşa girmeye
zorladığına, öte yandan da İngilizlerin Rus baskısı yüzünden yeteri kadar araç
gereç ve silâh yardımında bulunmadıklarına inanıyorlardı. Türk önderlerinin
vardıkları sonuca göre, Türklerin savaşa katılmasını isteyenler, kendilerine özgü
düşünceleri olan Ruslardı; denetimleri altında olanların savaşmasından yanaydılar
(33).
Bu görüş bütünüyle gözden uzak tutulmamalıdır; çünkü İngilizlerin de, Türklerin
savaşa katılmalarını istemekte kendilerine göre hesapları vardı. Ayrıca İngilizler ve
Amerikalılar, Türklere yaptıkları yardımları etkileyen sorunlar ve öncelikler
nedeniyle sınırlanmışlardı. Ne var ki, Türkler, içinde bulundukları tedirgin ve zor
durumdan ötürü karşılaştıkları bütün güçlüklerin ardında, Rusya'yı düşünüyor, en
çok İngilizlerin, biraz da Amerikalıların, Sovyetler Birliği'nin emperyalist
niyetlerine bilmeyerek yardımcı olduklarını sanıyordu.
İnönü, Roosevelt ve Churchill'le görüşmek üzere Kahire'ye çağrılınca, verilecek
karşılık konusunda Bakanlar Kurulu'nda coşkulu bir tartışma oldu (34).
En sonunda çağrıya olumlu karşılık vermenin ''serbestçe görüş alışverişinden
öteye geçmemek'' ve görüşmenin ''Tahran'da, İngilizler, Amerikalılar ve Ruslarca
önceden alınmış kararların bildirilmesi niteliğinde...'' olmaması şartıyla Türkiye'nin
çıkarına olduğu görüşü ağır bastı (35). İnönü'nün çağrıyı kabul ederken ileri
sürdüğü bu şartları Roosevelt hoşnutlukla kabul etti. Roosevelt, İnönü'nün
geleceğini öğrendikten sonra Steinhardt'a gönderdiği talimatta, ''Lütfen
Cumhurbaşkanı'na söyleyin, kendisiyle konuşma fırsatını elde ettiğim için özellikle
mutluyum. Kendisine, 'eşit kişiler arasında serbestçe tartışma yapılması için'
çağrıldığı konusunda gereken güvenceyi verin,'' dedi (36). Böylece İnönü, başarılı
bir biçimde, serbestçe ve eşit şartlar altında tartışma hakkını elde etmiş oluyordu.
İnönü, Kahire'ye gitmeyi kabul ederken, hâlâ bazı manevralar çevirebileceğinin
farkındaydı. Batılı Müttefikler Rusları tatmin etmek için kamuoyuna ne söylerlerse
söylesinler, Başkan Roosevelt'in ve danışmanlarının Ege bölgesiyle gittikçe daha
az ilgilendiğinden kuşkulanıyordu.
İnönü, yazara, Roosevelt'in her geçen gün biraz daha çok Uzak Doğu ile
ilgilenmeye başladığından kuşkulandığını da açıklamıştır (37). Ayrıca Türkiye'nin
savaşa girmesinin, Türk halkının kırılmasına yol açacağını anlarlarsa,
Amerikalıların Türkiye'yi savaşa sürüklemekte kararsız olacaklarına da
inanmaktaydı. İşte bütün bu hesaplardan sonra İnönü yola çıkmaya hazırlandı.
Türk yetkililerini Kahire'ye götürecek olan beş uçak Adana'ya indi. Uçaklardan
ikisi yalnızca bavulları taşıyacaktı.
İnönü, bütün askerî kurmayını ülkede bırakmaya karar vermişti.
Cumhurbaşkanılğı yaveri Celâl Üner dışında kurulda bir tek asker yoktu. İnönü bu
yüzden, sık sık baş vurduğu gibi, askerî teknik sorunları tartışamayacak durumda
olduğunu söyleyebiliyordu (38). Görüşmeler sırasında bu, yararlı bir oyalama
taktiği olarak ortaya çıkmıştır (39).
İnönü ve yanındaki kurul, 3 Aralık cuma günü gizlice Ankara'dan ayrıldı. On sekiz
saat kadar sonra Adana'ya vardı ve İnönü burada, Roosevelt'in damadı Binbaşı
John Boettiger'in kullandığı Başkan'ın uçağından başka, Churchill'in oğlu Yüzbaşı
Randolph Churchill'in kullandığı bir İngiliz uçağının da kendisini beklediğini
hayretle gördü. Böylece hemen bir protokol sorunu ortaya çıkmış oldu. Ancak,
Dışişleri Bakanı Menemencioğlu, Roosevelt'in uçağıyla İnönü'nün, kendisinin de
Churchill'in uçağıyla yola çıkacaklarını belirterek sorunu çözümlemiş oldu. Fakat
bu olay, İngilizlerle Amerikalılar arasında siyasal koordinasyonun eksikliğinin bir
kanıtı olarak Türklerin dikkatinden kaçmadı.
İnönü ile Menemencioğlu'nun fark ettikleri, yalnızca İngilizlerle Amerikalılar
arasındaki büyük görüş ayrılığı olduğu değildi. Kahire'ye vardıklarında, bir yandan
İngilizlerle Amerikalılar, öbür yandan her ikisinin Ruslarla aralarında derin bir
uçurum olduğunu apaçık gördüler. Menemencioğlu durumu kavramaya çalışırken,
şöyle diyordu: ''Daha ilk günden başlayarak Vişinski'nin yokluğu ile dikkati
çektiğini gördük.''
Sovyet Dışişleri Yardımcı Komiseri'nin yokluğunun ''rastlantı olamayacağı''nı
Menemencioğlu sezmişti (40).
Bu, Rusların, Türkiye'nin savaşa katılmasını istedikleri, ama, Batılı Müttefiklerin
güçlü desteği, özellikle Balkanlara gönderilecek bir İngiliz-Amerikan gücüyle değil,
Ruslara bağımlı olarak istedikleri üzerine Türk kuşkularını doğrulamaktaydı (41).
Ancak, Türkler anladıkları kadarıyla, kendilerinin Batılı Müttefikler yanında savaşa
girmelerini sağlama amacı güden bu konferansa, Rusların pek büyük bir ilgi
göstermemiş olmalarını anlayışla karşılamıştır.
Tutanaklardan, görüşmelerden ve anılardan çıkarılanlarla anlaşıldığına göre,
Türklerin Kahire'deki taktikleri, mümkün olduğu kadar uzun süre tarafsız kalıp
kuvvetlerini korumak, çok silâh almak ve Rusların kendilerini bir olup bittiyle karşı
karşıya bırakmamaları için hazırlıklı bulunmaktı. Müttefikler istelerse, savaşa
girmeye hazırdılar, ama, ancak gerekli silâhları aldıktan ve hepsinden önce
Balkanlara bir İngiliz-Amerikan kuvvetinin gönderilmesinden sonra ''peki''
diyeceklerdi.
Bu taktikleri öne sürmenin en açık yolu -ki bunların hiçbiri Adana Konferansı'ndan
beri pek büyük bir değişikliğe uğramamıştı- Rusların şimdiden savaş sonrası
döneminde Avrupa'yı tehdit edecek en büyük tehlike olacağını söylemekti.
Dolayısıyla, hızla yaklaşan o gün için Türk askerî gücü en çabuk yoldan
güçlendirilmeliydi. Zamanı gelip çatınca Türkiye, Birleşik Krallık ve Birleşik
Amerika, Komünist tehdidine karşı Balkanlara güçlü bir askerî kuvvet
gönderebilmeliydiler. Ancak, Eden ile Menemencioğlu arasındaki Kahire çatışması,
Türk önderlerinin bu içten uyarıyı yapmalarını yararsız duruma sokmuştu. Yazar,
İnönü'ye, Roosevelt'i Stalin'e karşı yeniden uyarıp uyarmadığını sormuş, İnönü de
böyle bir denemeye girişmediğini belirterek, şunları söylemiştir:
İngilizlerin ve Amerikalıların, Ruslarla, Türkiye'nin çıkarlarını feda edecek bir
anlaşmaya varmalarından korkuyordum; ama, bunu söyleyemezdim. Amerikalılarla
İngilizler, Rusya'nın müttefikiydi ve hâlâ birlikte savaşıyorlardı. Olayları son
derece yakından izlemem ve bunlarla baş edebilmek için en doğru diplomatik
yolları bulmam gerekiyordu (42).
Bu görüşmelerin tutanakları da, Türklerin, Kahire'de Sovyetlerin savaş sonrası
niyetleri üzerine batılı büyüklere kaygılarını aktarmak için bir çaba
göstermediklerini ortaya koymaktadır (43). Türkler, Roosevelt ve Churchill'e karşı
izlenecek politikada Rusların emperyalist Bolşevizminden söz etmenin yersiz
olduğunu açıkça anlamışlardı. Hatta konuyu İngilizler bile açtıkları zaman söze pek
karışmadılar. Bunun yerine Türkler, içtenlikten yoksun bir politika izlemeye
başladı. Çünkü bu yolun daha başarılı olacağı kanısındaydılar. İngilizlerin olmasa
da, Amerikalıların karşısında daha iyi sonuçlar elde edeceklerine inanıyorlardı.
Aldıkları askerî yardımın yetersizliğinden ve bir Alman saldırısına karşı genel
savunma yetersizliklerinden söz ettiler. Alman tehdidine karşı ancak İngiliz ve
Amerikalıların sağlayabilecekleri daha çok sayıda araç ve gerecin verilmesi için
üstelediler. Hatta yapılacak yardım, Müttefiklerin İkinci Cephe'nin açılması
hazırlıklarını aksatsa bile, başka çıkar yolları olmadığını ileri sürdüler. Sonunda,
''biraz daha zaman'' isteğinde bulundular (44). Öte yandan, Türkiye'nin oynadığı
rolün, Sovyet yayılma siyasetine karşı korunma ihtiyacından doğan bir politika
olduğu duygusunu uyandıracak tartışmalara girişmekten titizlikle kaçındılar.
Bunun yerine, İnönü ve Menemencioğlu ellerine geçen başka fırsattan yararlanma
yolunu seçtiler: Alman misillemesine karşı kendilerine güven verecek askerî bir
güce eriştiklerine emin olmadan, tarafsızlıktan uzaklaştırılmamalıydılar (45).
Türkler bu durumu, büyük bir dikkat ve başarılı bir deyişle dile getirdi. İnönü,
Adana'da hazırlanan listelerdeki yardımın yalnızca % 4'ünün gönderildiğini ileri
sürdü (46). Almanları düşman olarak karşılarına almadan önce, ''pratik fikirler''in
göz önüne alınması gereğini savundu. Çünkü, Almanya gücünü yitirmeye
başlamıştı; ama, şimdi de yaralı bir vahşi hayvanın öfkesi içindeydi (47). Önce
Türkiye'nin ''en gerekli ve kaçınılmaz ihtiyaçları'' karşılanmalıydı ve üç ulus ortak
bir ''hazırlık planı'' oluşturmalıydılar (48).
İnönü, ülkesinin ''elinde olan her şeyi, hatta eski çağlardan kalanları bile seferber
ettiğini'' (49) söyledi. Ne var ki, Türk isteklerinin pekçoğu geri çevrilmiş, söz
verilen yardımlar gönderilmemiş, bazı yardım gereçlerinin modası çoktan geçmiş,
kullanılması imkânsız duruma gelmişti; kullanılabilecek gereçlerse, hüzün verecek
derecede yetersizdi. Ayrıca, İnönü'nün ''işbirliği planı'' diye adlandırdığı ortak bir
planlama da yoktu. İnönü'nün deyimiyle Müttefiklerle Türk birlikleri arasında etkili
bir koordinasyonu sağlayacak bir Balkan harekâtı ortak stratejisi hazırlanmamıştı.
İnönü en sonunda, ''Türkiye için en iyisi, dünyanın kendisine düşen bölümünde,
İngiliz ve Amerikan birlikleriyle omuz omuza çarpışmasıdır,'' diyerek görüşünü
açıkladı (50).
Elbette, bütün bu sorunların uzmanlarca incelenmesi ''şarttı'' ve Türkiye
Cumhurbaşkanı da işin ''enine boyuna'' inceleneceğine olan inancını ifade etti. Ne
var ki, bu ortak planlama işlemi, inceleme, taslak ve hazırlık aşamalarıyla oldukça
zaman alacaktı. Kendi kabataslak görüşleri içinde elbette Başkan Roosevelt ve Bay
Churchill kendi Genelkurmay Başkanlarının geliştirdikleri bir harekâtta Türkiye'ye
özel bir görev yükleyebilirlerdi. Fakat Türkler, böyle bir plan olduğunu pek
sanmıyordu; eğer varsa, bu kendilerine de açıklanmalıydı. İnönü, Türkiye'den
''körü körüne savaşa katılmasını istemelerini, savaşta ne rol oynayacağının
katıldıktan sonra söylenmesini'' kabul edemeyeceğini de açıkladı (51). Bu
yanaşma, Roosevelt'le Churchill arasındaki anlaşmazlığın sürmesini sağlamak
bakımından olağanüstü bir buluştu (52).
Roosevelt, Türklerin ileri sürdükleri fikirler ve ricalar karşısında genellikle
etkilenmiş ve açıkça sempati duyduğunu göstermişti. Türkler, kendisini bu konuda
cesaretlendirmek için, İngilizlerin teşebbüslerinde nasıl geç kaldıklarını belirterek,
dikkatli tutumlarını sürdürüyorlardı. Sözgelişi, Menemencioğlu bir fırsatını
yakalayıp, Adana'da, ayda 300 kamyon verileceğinin vaat edildiğini, ancak bunun
yarısından da azının gönderildiğini belirtti. Adana'da hazırlanan listelerin
''anlamsız'' kaldığını, ''gönderilen yardımın'' aslında söz verilenin pek küçük bir
bölümü olduğunu'' ileri sürdü (53).
Eden bu sayıları kabul edemeyeceğini bildirerek karşı çıktı. General Henry
Maitland Wilson ise, Türkiye'ye yapılan yardımların listesini birer birer sıraladı.
Hopkins, Wilson'un verdiği sayılar karşısında pek şaşırmıştı ve bunu söyledi de
(54). Türkler, böyle zor durumlarla karşılaşınca, daha başka itirazlar ileri sürüyor,
sözgelişi ortada bir ''genel plan'' bulunmadığından söz ediyorlardı (55). Bu, artık
tipik bir davranış olmaya başlamıştı.
Sözgelişi, Churchill, Türk hava üslerinde çalışan İngiliz personeli sayısının
artırılmasını önerince, İnönü ve Menemencioğlu, daha hazırlık döneminde İngiliz
personelinin sayısını artırarak Almanları boş yere kışkırtmamak gerektiğini ileri
sürüyordu (56). Sonunda Roosevelt de, Churchill'in değil Türklerin yanında yer
alıyordu. Başkan, 4 Aralık 1943 günü Churchill'e: ''Eğer ben Türk olsaydım,
Türkiye'yi savaşa sokmadan önce İngiltere'nin verdiğinden daha çok yardım
isterdim,'' dedi (57).
Tartışmaların en sonunda İnönü, Türkiye'nin savaşa giremeyeceğini, çünkü
''...Trakya'da çamur mevsiminin daha başlamadığını,'' ileri sürdü (58). Bir başka
neden de, bir sınıf askerin yeni terhis edilmiş olması, silâh altına alınan yeni sınıfın
ise eğitimin daha tamamlamamış bulunmasıydı. İnönü'nün yaptığı açıklamaya
göre, bunlar bütünüyle teknik sorunlardı ve askerî danışmanları ''yanında
bulunmadığı için'', daha çok ayrıntıya girmesine imkân yoktu (59). İnönü, savaşa
girmenin çok ciddî siyasal bir karar olduğunu da söyledi. Böyle bir karar alırsa,
bunun Büyük Millet Meclisi'nin kararına karşı alınmış olacağını açıkladı; aslında,
Parlamento'dan bu konuda prensip kararı aldığının pekâlâ farkındaydı. Churchill
belki de bunların birer bahane olduğunu sezinlediği ve Türklerin kafasında asıl
ağır basanın Alman tehdidi olmadığını anladığı için, başlangıçta, Rusya üzerine
spekülasyonlara girişerek Türk önderlerini ilgilendirmeyi denemişti. Bu nedenle de
şimdi Türklerin Müttefiklerle birlikte olmalarını istiyor ve şunları söylüyordu:
Türkiye, Rusya ile aynı sıraya oturmalıydı... Türkiye'nin büyük dostu ve müttefiki,
eline geçen bu eşsiz fırsatı kaçıracak olursa çok üzülecekti. Birkaç aya, belki de
altı aya kadar Alman direnişi bütün cephelerde çökecek ve eğer Türkiye şimdiki
çağrıyı kabul etmezse, ilerde kendisini yalnız sırada değil, belki de koca mahkeme
salonunda yapayalnız bulacaktı. Türkiye'nin ayağına gelen talihi tepmesi tehlikeli
de olabilirdi... Her durumda rizikolar vardı. Ama, Türkiye, Birleşmiş Milletlere
katılırsa, Rusya ile de birlik olacaktı. Oysa Rusya, dünyanın en güçlüsü değilse
bile, en güçlülerinden olan bir orduya sahipti. Avrupa ve Asya'nın en büyük silâh
gücüne sahip olduğu kuşkusuzdu (60).
Bu tür uyarılar, Türkiye'nin Rusya'dan korktuğundan Churchill'in haberli olduğunu
göstermekteydi; ama, bu korkuyla baş etmek için izlediği politika, İnönü ve
Menemencioğlu'nun izledikleri politikadan çok değişikti. Önceden de belirtildiği
gibi, Türkler bu konuyu tartışmaya artık hiç istekli değildi. İnönü ve
yardımcılarının, Sovyetlerin savaş sonrası niyetleri üzerine belirlenmiş görüşleri
vardı. Türkiye'nin savaşa girmesiyle, bu niyetlerin hiç değişmeyeceğine, ancak
daha da güçleneceğine inanıyorlardı (61). Görüşleri buydu ve politikalarını buna
göre çizmişlerdi. Fakat başından beri gördüğümüz gibi. Kahire'de bunu su üstüne
hiç çıkarmadılar. Tersine, Müttefiklerin yanı sıra savaşa katılmakta prensip kararı
aldıklarını belirttiler. Ne var ki, bir Alman saldırısına karşı Müttefikler sorumluluk
yüklenmeden karşı koyamayacak kadar güçsüz olduklarını da ileri sürdüler. Sorun
sürüncemede kalınca, Türk Dışişleri Bakanı, ''Türkiye'nin, İstanbul, İzmit, İzmir,
Ankara ve kömür merkezi Zonguldak gibi can damarı merkezlerinin hemen
Almanlarca yok edileceği''nde diretti (62). Türk halkının, yediği darbelere karşılık
veremeden neden ateş yağmuru altında apar topar sürüklendiğini
anlayamayacağını söyledi (63).
Churchill, bu görüş karşısında da hiç etkilenmemişti ve Türklerin yine inatla
direndiklerini sanıyordu (64). Ama, Roosevelt gerçeği anlamıştı: Türklerin
korktuğu yalnızca, ''düşük pantolonla yakalanmak''tı. Bunu istemiyorlardı (65).
Roosevelet'in, Türklerin durumunu açık seçik anlamasına rağmen, konferans
sırasında karşılıklı etkileme konusunda bazen çok yüksek gerilimli anlar da
yaşandı. Eden'le Menemencioğlu arasındaki çatışmalar, Hopkins'in arabulucu
olarak gösterdiği çabalara rağmen, özellikle kin doluydu (66).
Hopkins bir aralık Menemencioğlu'na Müttefiklerin Türk çıkarlarını gerçekten de
yürekten benimsediklerini hatırlatma gereği duydu. Türkiye'nin ''...bütün
istediklerini elde etmese bile, içtenlikle ve yürekten savaşmasını istiyorlardı.'' Bu
arada Türk Dışişleri Bakanına, Müttefiklerin de savaşa girdiklerinde her istedikleri
şeyin ellerinin altında bulunmadığını hatırlattı. Popkins, ''Aslolan, savaşın kritik bir
döneme varmasıdır,'' diyerek görüşünü açıkladı. Eğer Türkiye savaşa bu yıl girecek
olursa, binlerce Müttefik vatandaşının hayatını kurtarmanın mümkün olacağını,
ancak bu tarihten (1 Ocaktan) sonra Türklerin savaşa katılmalarının bir işe
yaramayacağını'' ekledi. Hopkins, Türkiye'nin savaşanlara katılmasının savaşı
kısaltacağına, bütün Müttefik askerî ve siyasal yetkililerinin inandığını açıkladı. Bu
arada ''bir ülkenin ancak kendi çıkarları için savaşa gireceğini'' de açıkça belirtti.
Türkiye'nin karşılacağı tehlikelerin en aza indirilmesi için elden gelen her şeyin
yapılacağı konusunda Menemencioğlu'na güvence verdi; ama ''eğer... araç ve
gerecin yetersizliği vb. konularda tartışmalar daha uzayacak olursa, Türkiye'nin
savaşa katılması boşuna olur.'' diye de ekledi (67).
Türkleri inandırmak için yapılan bu tür teşebbüsler, Eden'in beklediğinden ve
Türklerin korktuklarından çok daha yumuşaktı. Varılan sonuç, kararı ertelemek ve
Türklere yeni bir süre daha tanımak oldu. Bir ültimatom verilmeye yanaşılmadı.
Bunun yerine hava üslerinin hazırlanması konusunda tartışmaların sürdürülmesi
ve çıkmazda olan İngiliz personeli sorununa bir çözüm yolu bulunması için
Ankara'ya bir askerî kurul gönderilmesi kararlaştırıldı. Türkler, ''prensip olarak''
savaşa girmeyi kabul etmişlerdi ama, bu, aslında içtenlikten uzak bir tutumdu. 15
Şubat 1944'e kadar da, Müttefiklere, hava üslerini kullanma yetksi verme yerine,
ancak kendilerinin buna karar verebileceğini açıkladılar. Üsleri yönetme
konusunda İngiliz teknisyen ve subaylarına izin vermeye de yanaşmadılar. Ortak
bir işbirliği planının hazırlıklarına başlanmasını kabul ettiler ama, bundan başka
tek olumlu teşebbüs yapılmadı. Çünkü Türkler, hâlâ savaşa katılmalarının ''genel
siyasal tepkilerini'' hesaplamakla uğraşıyorlardı. Bunca hesaptan sonra eğer
verecekleri karşılık yine olumsuz çıkarsa, Müttefikler birbirlerinden yakınmama
konusunda anlaşmışlardı ve suçu Türklerin omuzlarına yıkmayacaklardı (68).
Üstelik Türkiye'ye ayrılan malzemenin gönderilmesi sürdürülecekti (69).
Üç hükûmet başkanının son toplantılarında Hopkins, gönderdiği bir notla, 15
Şubat 1944'te savaşa girmek üzere hazırlanması için son bir defa sıkıştırma
amacıyla, İnönü'yle özel olarak birkaç dakika görüşmesini Rooseelt'ten istedi (70).
Roosevelt uygun bir fırsat çıkınyaca kadar bekledi, derken toplantıyı erteledi.
Herkes çıkarken, İnönü'ye vedalaşmak üzere biraz daha içerde kalmasını rica etti
(71). Roosevelt, Türkiye Cumhurbaşkanına, ''Türkiye'nin Mihver'i yenmek için
Birleşmiş Milletler gücüne 15 şubata kadar katılacağı umudunda olduğunu''
söyledi. İnönü buna, ''Savaşa katılmak için şartlarımı yumuşatmak isterim, fakat
asla bunlardan vazgeçemem.'' diyerek karşılık verdi. Roosevelt de,''Türkiye'nin
savunması için mümkün olan her şeyin yapılmasını kabul ettiğini'' belirtti.
Roosevelt, ayrıca, ''Benim, Türkiye'yi savaşa sokmaktan neden çekindiğimi
bütünüyle anladığını'' de söylemişti (72). Erkin, Cumhurbaşkanı İnönü'nün bu özel
görüşmeden yararlanarak, ''İngilizlerle Türkleri birbirlerinden ayıran tezler
arasında aracı ve ölçü unsuru olarak gösterdiği çabalar için başkasına candan
teşekkür ettiğini'' de anlatmaktadır (73). İnönü gerçekten de teşekkür borçluydu;
çünkü Roosevelt, Eden ve Churchill'i gönülsüz destekleyip Türklerin ileri sürdükleri
nedenlere karşı anlayışlı davranarak, Türkleri bir kere daha ölümden
döndürmüştü.
Menemencioğlu, ''Amerikan Başkanı'nın yanındayken ruhum şükranla doluyordu,''
diye yazmıştır (74). Churchill ve Eden ise Başkan'ın uyandırdığı bu şükran
duygusunu bir türlü anlayamıyordu.
Bununla birlikte Türk önderleri, Churchill'in görüşleri karşısında tam anlamıyla
umursamaz kalmamıştır. Kuşkusuz, İnönü ve onun Dışişleri Bakanı, İngilizlerin
Ruslarla baş edebilmek için en iyi yolun İttifak'ın tam üyesi olmaları gerektiği
görüşünde bir gerçek payı bulunduğunu çok iyi anlamıştı. Almanya'nın savaşı artık
yitirdiğini ve Türkiye'nin güvenliğinin Müttefiklerin elinde olduğunu çok iyi
görüyorlardı. Türkler savaşa bir katkıda bulunmazlarsa, savaştan sonra Rusya'ya
karşı güvenliğini sağlamaları için İngiltere'den ve Amerika'dan nasıl bir şey
bekleyebilirlerdi? Kahire'de İnönü'nün, savaşa girmek için olmasa bile hiç değilse
savaşa katılıp katılmamaları konusunda Sovyetler Birliği ile bir diyalog kurmaları
ve bunu genişletmeleri üzerine Batılı Müttefiklerden ciddi uyarılar dinlediği
bellidir.
Belirli bir sonuç vermemiş olmasına rağmen, İkinci Kahire Konferansı'nın bir başka
yönden de önemi büyüktür. Savaş yıllarındaki Türk diplomasisinin birinci
döneminin sona erip ikincisinin başlamasını bu konferans sağlamıştır. Birinci
dönem, özellikle Sovyetler ve Nazilerden gelebilecek askerî bir tehdide karşı
düşünülmüştü; ikincisi ise, Rusya'nın Doğu Avrupa üzerindeki emellerini
engelleme amacını güdecekti. İkinci Konferansı, Türk dış politikasının askerî
tehlikeleri uzakta tutmayı hedef alan savaş dönemi stratejisinden, savaşın son
aşamalarına ve savaş sonrası dünyasında doğabilecek siyasal çatışmalara karşı
yöneltilmiş bir politikaya dönüşmesine başlangıç olmuştur.