You are on page 1of 98

İstanbul

Kent ve Medeniyet

İstanbul / 2009
T.C. Marmara Belediyeler Birliği Yayını: 2009/01

Kitabın Adı
İstanbul, Kent ve Medeniyet

Editörler
Recep Bozlağan
Nail Yılmaz
Aynur Can

Yayın Editörü
İstanbul
Esranur Bayrak
Kent ve Medeniyet
2009, Marmara Belediyeler Birliği,
Tüm yayın hakları Marmara Belediyeler Birliği’ne aittir. Kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir; izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz.
ISBN : 978-605-89021-0-7
Sertifika No: 15668

Baský Yeri : Ýstanbul


Baskı Tarihi : Ağustos, 2009
Ýç Tasarım : M. Aslıhan Özçelik
Kapak Tasarýmý : M. Aslıhan Özçelik
Baský & Cilt : Metkan Matbaacılık
Yýlanlý Ayazma Sokak No: 8
Örme Ýþ Merkezi Kat: 1
(Kale Ýþ Merkezi karþýsý)
Davutpaþa, Zeytinburnu- Ýstanbul

Marmara Beledİyeler Bİrlİğİ


Zindankapı, Değirmen sokak, No: 15 Eminönü 34134, İstanbul
Tel: +90 212 513 56 50 (3 hat) Faks: +90 212 52085 58
http://www.marmara.gov.tr

* Kapakta kullanılan İstanbul minyatürü Nusret Çolpan’a aittir.


SUNUŞ
“Bilgiye müracaat esastır”

Merhaba,
İçindekiler
Asırlar boyunca medeniyetlerin
kaynaştığı bir mekân olan Marmara
Bölgesi, bünyesinde İstanbul, Bursa ve Önsöz / 6
Edirne gibi, tarihe yön vermiş şehirleri Giriş / 7
barındırmaktadır. Recep Bozlağan, Nail Yılmaz, Aynur Can
Şehircilik ve yerel hizmetler konusunda, bütün dünyaya
yüzyıllarca model oluşturmuş olan Türkiye şehirleri, son dönem- İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış / 21
lerde yapılan devrim niteliğindeki çalışmalar ile, büyük başarılara Semavi Eyice
imza atmaktadır. Her biri binlerce yıllık tarihi ve kültürel
Osmanlı Yönetim Sisteminde Topkapı Sarayı’nın Rolü / 63
geçmişe ve eşsiz doğal güzelliklere sahip olan şehirlerimizin,
İlber Ortaylı
ayrıntılı bir şekilde etüt edilmesi, biz yerel yöneticilerin en
öncelikli sorumluluklarındandır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İstanbul’da Belediye
Bu bilinçle, şehirlerimizi konu edinen kapsamlı bir Yönetiminin Gelişimi / 71
çalışma başlatmış bulunmaktayız. İlki, İstanbul üzerine olan Bilal Eryılmaz
bu çalışmada, şehrin çeşitli yanları, alanında uzman bilim Kent Yönetimine Stratejik Bir Yaklaşım / 87
insanlarınca ele alınmıştır. İstanbul konulu çalışmamız, tem- Ömer Dinçer
atik bir yaklaşımla sürdürülecek ve şehrin sosyal, kültürel,
ekonomik, tarihi, idarî ve benzeri yanları, bilimsel seminerlerde Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler / 101
işlenerek kitaplaştırılacaktır. Elinizdeki kitap, bu çalışmanın ilk Zeynep Tarım Ertuğ
adımını oluşturmaktadır. “Kent ve medeniyet” vurgusu taşıyan İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm / 123
bu eser, İstanbul’a bir girizgah niteliğindedir. Aydın Uğur
Bundan sonraki süreçte başta Bursa ve Edirne olmak
Tarihi Süreçte Göç ve İstanbul / 145
üzere, bölgemizdeki diğer şehirleri de benzer bir yaklaşımla
Ahmet İçduygu
kitaplaştıracağız.
Bu vesileyle eserin, İstanbul üzerine çalışan herkese katkı Medeniyet Bilinci ve İstanbul / 161
sağlayacağı inancıyla, hepinizi Birliğimiz adına saygıyla Kenan Gürsoy
selamlıyor, mutluluklar ve başarılar diliyorum. Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği / 175
Sadettin Ökten
Recep ALTEPE
Birlik Başkanı
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı

ÖNSÖZ GİRİŞ
Dünyanın kadim kentlerinden biri olan İstanbul, sahibi Recep Bozlağan*, Nail Yılmaz**, Aynur Can**
olduğu tarihi ve kültürel mirasın yanında bulunduğu coğrafyanın
konumuna binaen sürekli önemsenmiş ve önemsenmeye devam İnsanlığın ilk dönemlerinden itibaren, yerleşime açık olduğu
edilmektedir. İşte bu nedenledir ki dünya şehirleri arasında çoğu düşünülen ancak şehir olarak ilk defa ne zaman kurulduğu
bakımdan oldukça özgün bir yerde duran İstanbul, araştırılmayı konusunda çeşitli iddiaların ileri sürüldüğü İstanbul’un
ve tartışılmayı sonuna kadar hak etmektedir. bugünkü temellerinin M.Ö. 7. yüzyıl’da atıldığı bilinmektedir.
M.S. 4. yüzyıl’da Roma İmparatoru Konstantinus tarafından
İstanbul, Kent ve Medeniyet isimli çalışma, Marmara Beledi-
yeniden inşa edilip, başkent yapılmış olan şehir; o günden
yeler Birliği’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen bir dizi seminer
sonra yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı
programının edisyonu ile ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Mar- dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür.
mara Belediyeler Birliği’nin kurumsal desteği olmasaydı böyle
Uzun dönem, Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden
bir çalışmanın ortaya çıkması da mümkün olamazdı. Bu vesi- biri olarak varlığını sürdüren İstanbul, 1453’te Osmanlılar
leyle kurumsal desteği, çalışmanın editörlerine sonuna kadar tarafından fethedilmesiyle birlikte, Müslümanlar için
sağlayan Marmara Belediyeler Birliği yöneticilerine teşekkür de önemli merkezlerden biri haline gelmiştir. Osmanlı
borçluyuz. İmparatorluğu’nun başkenti olarak, iktisadi, kültürel ve siyasi
Ancak kurumsal desteğin yanında seminer programlarının bakımlardan dünyanın en önemli şehirlerinden olan İstanbul,
duyurulmasından, salonların düzenlenmesine; seminer Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte başkent olma özelliğini
hocalarının ulaşımının sağlanmasından, dinleyici kitlesinin yitirmiş olsa da çoğu bakımdan dünyanın sayılı kentlerinden
ağırlanmasına; ses kayıtlarının yapılmasından, söz konusu biri olma özelliğini sürekli muhafaza etmiştir.
kayıtların çözümlenmesine kadar geçen süreçte bir çok kişinin Öte yandan üç büyük imparatorluğa başkentlik yapan
özel katkısı olmuştur. Katkılarından dolayı başta Talha Arvas, İstanbul, bu süreç içerisinde, başta Hıristiyanlar ve
İskender Güneş ve Mustafa Özkul olmak üzere emeği geçen Müslümanlar olmak üzere çok farklı inanç ve kültürlerden
bütün kurum çalışanlarına teşekkür ederiz. grupların barış içerisinde yaşadığı, kendine has özgün bir kent
haline gelmiştir. Bu özgünlük, günümüzde iletişim ve ulaşım
Editörler imkanlarının artmasıyla beraber daha da çeşitlenmiştir. Zira
Eminönü, 2009 İstanbul’da Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e her türlü
*
Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, İstanbul Araştırmaları Bilim Dalı Başkanı.
**
Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, İstanbul Araştırmaları Bilim Dalı Öğretim Üyesi.

kültür ve etnik gruptan insana rastlamak mümkündür. Bu dışında ikinci bir merkez olarak İstanbul’un tercih edilmesiyle
nedenledir ki çoğu bakımdan cazibe merkezi haline gelen ve birlikte kazanmıştır. Yeniden imar edilen şehirde Bizans’ın en
bir dünya metropolü olarak kabul gören İstanbul’un çok yönlü iyi eserlerini verdiğini vurgulayan Eyice’ye göre İstanbul, bu
araştırma ve incelemelerin odağında olması gerekmektedir. dönemde batıdan gelen yabancıların hayranlıklarını çekecek
İşte bu düşünceden hareketle bir dizi seminer programı kadar muhteşem bir yer haline dönüşmüştür. Ancak Bizans’ın
gerçekleştirilmiştir. Daha ziyade konuya ilgi duyan belediye son yüzyıllarında halkı son derecede azalan şehir, zamanla
çalışanları, lisans ve lisanüstü öğrenciler ile akademik harap bir hale gelmiştir.
çevrelerin dinleyici olarak katıldığı ve “İstanbul Dersleri” adı İstanbul’un yeniden canlanması, Fatih Sultan Mehmed’in
altında gerçekleştirilen seminerler, çalışmanın özünü teşkil 1453’te İstanbul’u fethinden sonra, Osmanlı Türk
etmektedir. medeniyetinin baş şehri ve medeniyet merkezi olmasıyla
Planlanması, organize edilmesi ve edisyonu yaklaşık iki yıllık gerçekleşmiştir. Eyice’ye göre Osmanlı-Türk mimarisinin
bir zaman dilimini kapsayan çalışma, yoğun emek gerektiren bir gelişme safhalarının bütün ayrıntılarını görebileceğimiz
sürecin ürünü olarak hazırlanmıştır. Çalışma içerisinde yer alan İstanbul, Osmanlı-Türk mimarisinin zirveye çıktığı döneme
metinlerin sıralanışı konusunda seminerlerin gerçekleştirildiği
de ev sahipliği yapmıştır. Osmanlı devri Türk sanatında klasik
tarihlerden çok metinlerin birbiri ile olan ilişkisi esas alınmıştır.
dönem olarak isimlendirilen bu döneme (16. yüzyıl) damgasını
Böylece konular arasında bir bütünlük oluşturulmaya
vuran Mimar Sinan olmuştur. 17. yüzyıl’da Sinan’ın etkisinde
çalışılmıştır. Bu çabanın okuyucunun gözünde ve eleştirel
kalan Osmanlı-Türk mimarisi sonraları Batı tesirli bir sanatın
düşüncelerinde karşılık kazanacağı ve özgünlükten pay alacağı
etkisine girmiştir. Ancak bu dönemde de Osmanlı-Türk sanatı
ümit edilmektedir. Sözü edilen sistematiğe göre metinlerden
ilki İstanbul’un şehircilik tarihi ile alakalıdır. Prof. Dr. Semavi esas özünü henüz kaybetmemiştir. Asıl değişim 18. yüzyıl’da
Eyice tarafından sunulan seminerde, İstanbul’un geçmişten Barok mimari ile beraber başlamıştır. Balyan Ailesinin mimariye
günümüze kadar olan süreçteki serüveni anlatılmaktadır. hâkim olması ile Osmanlı-Türk mimarisini etkisi altına alan bu
Tarih öncesi çağın insanlarının İstanbul’da tam olarak akım, 19. yüzyıl’ın başlarına kadar devam etmiştir. 19. yüzyıl
nerelerde yaşadıklarını ispat edebilecek durumda olmadığımızı boyunca Neoklasik akımın etkisi altındaki yabancı mimarların
belirten, bu nedenle de İstanbul’un kuruluş tarihinin tam olarak elinde şekillenen mimari, 19. yüzyıl sonlarına doğru Türk
bilinmediğinin altını çizen Eyice, yeryüzünde bu kadar avantajlı mimarların yetişmesi ile son bulmuştur. Bu dönemde yetişen
bir yerin baştan itibaren insansız olarak kalmış olabileceğinin Türk mimarların başında Mimar Kemalettin Bey gelmektedir.
sözkonusu olamayacağını ifade etmiştir. İstanbul’un ilk Kemalettin Bey’in tamamen eski Türk mimarisinden ilham
yerleşim yerinin en avantajlı yer olması bakımından Alibey alarak geliştirdiği yeni Türk mimarisi, Cumhuriyet devri
deresi ile Kağıthane deresinin arasındaki üçgen şeklindeki mimarisini de etkileyerek sonraki yıllarda da devam ettirilmiştir.
çıkıntı olması gerektiğini iddia eden Eyice, şehrin imar edildiği Fakat daha sonraları modern mimari diye ortaya çıkan akım,
yerin ise Sarayburnu havalisinde olduğunu belirtmiştir. Fakat şehrin heteroklit, yani belirli bir sistemi, belirli bir havası
şehir, gerçek değerine Konstantinus’un başa geçmesi ve Roma olmayan bir karakterine bürünmesine neden olmuştur.

8 İstanbul, Kent ve Medeniyet Giriş 9


İstanbul Dersleri seminerler dizisinin ikincisi Prof. Dr. İlber Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi olma vasfını sürdüren
Ortaylı’nın “Osmanlı Yönetim Sistemi’nde Topkapı Sarayı’nın Topkapı Sarayı, Hanedan’in Dolmabahçe Sarayı’na taşınması
Rolü” üzerine olmuştur. Bilindiği gibi Topkapı Sarayı, Osmanlı ile birlikte yönetim ve eğitim merkezi olma işlevini kaybetmeye
Devleti’nin yönetim merkezi olma vasfını yaklaşık olarak başlamış ve Ortaylı’nın deyimiyle, “bu tarihten sonra, ne yazık ki
dörtyüz yıl kadar devam ettirmiştir. Fatih Dönemi’nin sonlarına böyle uzun ömürlü bir sistem kurulamamıştır”.
(1478) tarihlenen yapılar, Saray’ın çekirdeğini oluşturmaktadır. İstanbul şehri, Osmanlı Devleti döneminde daima özel bir
Daha sonraki dönemlerde inşa edilen birimlerle yaklaşık 700 yönetim yapısına sahip olmuştur. Fethin hemen sonrasında,
bin metrekare alana yayılan Saray, iç içe geçmiş bölümlerden devrin en büyük alimlerinden Hızırbey Çelebi’nin kadı
oluşan bir yapılar kompleksidir. Osmanlı Hanedanı’nın olarak tayin edildiği şehir, asırlar boyunca, mutluluk kapısı
yüzyıllar boyunca resmi ikametgahı olan Saray, aynı zamanda anlamına gelen “Dersaadet” olarak anılmıştır. “İstanbul
bir yönetim ve eğitim merkezi olma niteliğine de sahiptir. Beyfendisi” olarak da anılan kadı, şehirde yerel hizmetlerin
Ortaylı tarafından sunulan seminerde daha ziyade Saray’ın yürütülmesinden sorumlu başlıca yetkilidir. Şehrin sahip
bu yanlarına vurgu yapılmıştır. Divan-ı Hümayun, Padişah ve olduğu özel konum dolayısıyla, Divan-ı Hümayun’un Çarşamba
Şeyhülislam üçlüsünden müteşekkil karar alma süreci, Osmanlı
günleri yapılan “ikindi divanı”nda İstanbul’un sorunları ve
yönetim sisteminin çekirdeğini oluşturmaktadır. Sonraları
ihtiyaçları da görüşülmekte olup bu toplantılara gerektiğinde
Bakanlar Kurulu’na dönüşen Divan-ı Hümayun, haftanın belirli
Dersaadet ve Bilad-ı Selase (üç belde: Eyüp, Üsküdar, Galata-
günlerinde, Kubbealtı’nda toplanır, alınan kararlar Padişah’ın
Beyoğlu) kadıları da katılmıştır. İstanbul’un, Osmanlı klasik
(ve gerektiğinde Şeyhülislam’ın) onayı ile yürürlüğe girerdi.
dönemindeki yerel yönetim yapısı, kadılık kurumunun yanı
Saray’daki yönetim, aynı zamanda eğitimi de içeren bir süreci
kapsamaktadır. Enderun, asırlar boyunca devlet adamlarının ve sıra mahalle, loncalar ve vakıfları da içermekteydi. Yerel
birçok kademedeki yöneticinin yetiştirildiği çok özel bir mekân hizmetlerin, daha çok hemşehrilerin ve sivil yapılanmaların
konumundadır. Öyle ki imparatorluğun çeşitli yerlerinden inisiyatifinde yürütüldüğü bu sistem, 19. yüzyıl’ın ortalarına
getirilen devşirmeler, burada nitelikli bir eğitimden geçirilerek, kadar varlığını sürdürmüştür.
devletin değişik kademelerinde görevlendirilmişlerdir. Çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisiyle 1855 yılında kurulan
Topkapı Sarayı, yalnızca yönetim becerilerinin kazandırıldığı Şehremaneti, Batı tarzı bir belediye anlayışının tezahürü
uygulamalı bir okul değil, aynı zamanda hat, tezhip, müzik ve olarak kabul edilebilir. Yaklaşık bir yıl kadar faaliyette bulunan
edebiyat gibi güzel sanatların da öğretildiği bir olgunlaşma Şehremaneti, “başarısız” bulunarak lağvedilmiş ve 1858 yılında
mekânı olmuştur. Tüm bu süreç zarfında başarılarına göre Galata-Beyoğlu bölgesinde, özel bir takım sebepler dolayısıyla
sınıflara ayrılan talebeler, yeteneklerine uygun mevki ve 6. Daire-i Belediye kurulmuştur. Yaklaşık on yıl devam eden
görevlere gönderilmişlerdir. Saray, kadınlar için de bir okul bu uygulama, Cumhuriyet dönemine kadar süren belediyecilik
niteliğinde olup, ev işlerinin yanı sıra güzel sanatlar ve usul- deneyiminin nüvesi olarak kabul edilebilir. “İstanbul’un işleri
erkân eğitiminin de alındığı bir yer olma özelliğine sahiptir. taşralara benzemez” yaklaşımı ile Osmanlı döneminde ayrı yasal
Böylece saray kadınları bilgi, görgü ve kültür düzeyi fevkalade düzenlemelerle yönetilen İstanbul, Cumhuriyet döneminde
yüksek bir noktaya taşınmıştır. 19. yüzyıl’ın ortalarına kadar, bu ayrıcalığını kaybetmiş, 1930 yılında yürürlüğe giren 1580

10 İstanbul, Kent ve Medeniyet Giriş 11


sayılı Belediye Kanunu, “belediyelerin eşitliği” ilkesini kabul katılmasıyla mümkün olacaktır. Bu bağlamda katılımcı
ederek, bütün yerleşim birimlerini aynı hükümlere tabi yönetim, yalnızca kurumların kendi iç yapılarını ilgilendiren
kılmıştır. Şehir açısından bir tür “geriye gidiş” olarak kabul bir yaklaşım değil, kurumlararası ve bir bütün olarak halkın
edilen bu süreç, 1982 Anayasası’nın kabulü ve sonrasında yönetime aktif bir şekilde katılmasını gerektiren, çok ortaklı
yürürlüğe giren 3030 ve 5216 sayılı kanunlara kadar devam bir yaklaşımdır. Yönetişim olarak da adlandırılan katılımcı
etmiştir. İstanbul’da belediye yönetimi, klasik dönem Osmanlı yönetim yaklaşımının, geleneksel yönetim düşüncesi ile hayata
yerel yönetim sisteminden itibaren yirmi birinci yüzyıl geçirilmesi kolay değildir. Bu nedenle, kurum çalışanlarından
başlarına kadar uzanan bir süreç çerçevesinde, Prof. Dr. Bilal halka kadar, yönetim ortaklarına (paydaşlara) bakış açısının
Eryılmaz’ın sunduğu seminerde ele alınmıştır. Eryılmaz’a değiştirilmesi gereklidir. Vizyonun ana unsurlarından bir olarak
göre, “büyükşehirlerin sorunları, belediyelerin yetkilerini ve gelir misyonun da gerçekçi bir şekilde belirlenmesi şarttır. Şehri,
kaynaklarını zayıflatarak çözülemez.” Bu bağlamda, belediyecilikte diğerlerinden ayıran ve ona avantajlar sağlayan nitelikler,
-kentin birden fazla otoritesi olamaz- anlayışının egemen kılınması şehrin geleceğinin tanımlanmasında özel önem taşımaktadır.
gereklidir. 3030 ve 5216 sayılı kanunlar, hem İstanbul’un ve hem Günümüzde dünyaya yön veren, küresel şehir veya dünya şehri
de diğer büyükşehirlerin yönetiminde reform sayılabilecek önemli olarak kabul edilen birçok şehrin bu konuda başarılı çalışmalar
yaptığı görülmektedir. Dinçer’e göre, “günlük sorunlara
dönüşümün kilometre taşları niteliğindedir.”
odaklanan, halkı yönetim ortağı olarak görmeyen, geçmişe odaklı
İstanbul’da belediye yönetimininin ele alındığı ve tartışıldığı
geleneksel yönetim anlayışı ile, yaşanabilir bir kente sahip olmak
seminerin ardından, “Kent Yönetimine Stratejik Bir Yaklaşım”
mümkün değildir. Kentin yaşam kalitesini geliştirmek için yönetim
isimli seminer programı ile Prof. Dr. Ömer Dinçer konuk
zihniyetinin kökten değiştirilmesi zorunludur”.
olmuştur. Bilindiği gibi 5216 sayılı kanun ve bu dönemde yapılan
“İstanbul Dersleri” seminerler dizisinin bir diğer konuğu
diğer yasal düzenlemelerin getirdiği temel yeniliklerden biri de
da “Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler”
stratejik yönetim yaklaşımı ve bu çerçevede stratejik planların başlıklı sunumu ile Doç. Dr. Zeynep Tarım Ertuğ olmuştur.
hazırlanmasıdır. Dinçer, seminer programında şehirlerin Ertuğ, konunun bütünselliğine tarihi süreçte İstanbul’da
daha başarılı bir şekilde yönetilmesi için stratejik yönetim yaşanan gündelik hayata ait kesitler ve izlenimlerle açıklık
düşüncesinden nasıl yararlanılması gerektiği konusunda teorik kazandırmaktadır. Geniş bir alanı kapsayan gündelik hayatı,
ve uygulamaya dönük bilgiler vermiştir. yine geniş bir zaman dilimine yayılan Osmanlı Medeniyeti’nin
Bir şehri, hak ettiği konuma taşımak amacıyla belirli bir yol ürettiği biçimler üzerinden, bizatihi medeniyetin içinden
haritası çizmek ve bu çerçevede gerekli analizleri yapmak, amaç bakarak, küçük kesitlerle aktarmaya çalışmıştır. Bu kültürel
ve hedefleri belirlemek, kaynak temini ve dağılımını sağlamak biçimler yönetim merkezinin veya sarayın konumlanması,
olarak tanımlanabilecek stratejik yönetimin hayata geçirilmesi, sokak yapılanması ve sivil konut mimarisi, giyim-kuşam, yeme-
öncelikle vizyon sahibi bir liderliği gerektirmektedir. Vizyon, içme kültürü, iş kültürü ve meslekler, eğlenme biçimleri, dil
şehrin gelecekte kazanacağı rolün ve konumun, gerçekçi bir ve konuşma biçimleri, toplumsal cinsiyet, yönetim yapısı ve
yaklaşımla belirlenmesidir. Vizyonun hayata geçirilmesi ise, sosyal tabakalaşma boyutlarıyla harita, minyatür, gravürlerle
hemşehrilerin tümünün girişimci bir ruhla, sürece bir şekilde desteklenerek görünür alana taşınmaktadır. Gündelik hayatın

12 İstanbul, Kent ve Medeniyet Giriş 13


izlerini Osmanlı yazınına ait Sakinameler ve İşretnemeler gibi olarak da ortaya çıkmaktadır. İstanbul’un son 50 yıllık değişim
eserlerden süren Ertuğ, aynı zamanda Şer’iyye Sicilleri’nde ve ve dönüşümünü kendi yaşam çizgisi üzerinden değerlendiren
İstanbul’a gelen seyyahların kaleme aldığı seyahatnamelerde yer Prof. Dr. Aydın Uğur, söz konusu değişimi ve dönüşümü “Benim
alan bilgi ve gözlemlere yer vermiştir. Osmanlı İstanbul’unun İstanbul’um” adı altında dinleyiciye aktarmıştır. Çocukluğunun
15. yüzyıl’dan 18. yüzyıl’a uzanan zaman sürecinde yaşadığı “İstanbul ne kadar nezihti, ne kadar zengin ve güzeldi, şimdi çok
toplumsal deneyimi, değişim perspektifli zengin bir görsel kötü oldu” lafları içerisinde geçtiğini ifade eden Uğur’a göre bu
materyal ve kaynak eşliğinde gözler önüne seren Ertuğ, laflar, maddi dayanağı olmayan ve kuşaktan kuşağa aktarılan
Osmanlı Medeniyeti’nin bütünselliğini ve özgünlüğüne de sözlerden başka bir şey değildir. Zira 1950 öncesi İstanbul’u,
vurgu yapmıştır. Medeniyet sorunsalına durduğu noktadan yani 1925 ve 50 senesi aralığındaki İstanbul, herhalde
baktığını söyleyen ve kendisini Asyalı bir toplumun üyesi olarak kurulduğundan itibaren gördüğü en fukara dönemlerinden
tanımlayan Ertuğ, İstanbul’da durup bu coğrafyaya Yakın Doğu birini yaşamıştır. Öyle ki kurulduğu andan itibaren hep
veya Orta Doğu diye isimlendirmenin yanlış olduğunu ileri başkentlik yapan İstanbul, 1920’lerin ortasından itibaren bu
sürerek sözlerine şöyle devam etmiştir: özelliğini kaybederek düşkün bir şehir haline gelmiştir. Öte
yandan 1923’ten sonra mübadele sonucunda büyük bir nüfus
“Bu bölge çok mühim yani bütün Osmanlı’yı besleyen kaynak
değişikliğinin yaşandığı İstanbul’da, Rumların, Rusların ve diğer
burası ve burada ki gündelik hayatı şekillendiren şeydir. Buradan
azınlıklardan insanların, tabii ki paranın olmadığı, Osmanlı
beslenmek uzun süre böyle devam eder ve büyük kafileler halinde
ya da Bizans dönemine ait tarihi eserlerin hemen hepsinin
gelirler Asya’dan. Göç 13. yüzyıl’da Osmanlı’nın yerleşmesinden
harabeye döndüğü bir ortam olduğunu ifade etmiştir. Oysa
sonra bitmez uzun süre devam eder. Bu akış bir taraftan kültür
tüketim kenti olmaktan çıkarak 1970’lerin sonundan itibaren
birliğini de ayakta tutar. Bu geniş bölgenin bütünlüğü pek çok açıdan bir üretim şehri haline dönüşen günümüz İstanbul’u daha güzel
izah edilebilir. En güzel örneklerden birisi, herkes Şair Fuzuli’yi ve daha canlıdır. İstanbul’un son 50 yılını kendi yaşanmışlığı
İstanbullu zanneder, hâlbuki Fuzuli İstanbul’u hiç görmemiş bir içerisinde dönemlendiren Uğur, sunduğu seminerde komşuluk
şairdir, Bağdatlı bir şairdir ama Bağdat’ta yazdıkları İstanbul’da ilişkilerinden ev yaşamına, giyim-kuşamdan kullanılan eşyalara,
zevkle okunur. Baki İstanbul’da yazmıştır ama Bağdat’ta da keyifle zengin-fukara ayrışmasından farklılaşan yaşam algılarına,
okunmuştur. Molla Cami Herat’ta yazmıştır ama İstanbul’da da köylü-kentli ilişkilerinden, kente yeni gelenlerin kendine yer
okunmuştur. Nakkaş Behzat Tebriz’de, Herat’ta beslenmiştir ama açma mücadelesine, gecekondulaşmadan küresel kente bir çok
İstanbul’da da akis bulmuştur. Bütün bunlar kültürdeki yekpareliği konuda yaşanan değişim ve dönüşümü özgün biçimde ortaya
göstermez mi?” Bütün bunlar üzerinde düşünmeyi öneren Ertuğ, koymuştur.
buradan hareketle Osmanlı Medeniyeti’nin ürettiği kültürel Uğur’un bahsettiği değişim ve dönüşümün hem aktörü
hayatı bugüne uzanan çizgide bütünlüğü içinde okumanın ve hem de muhatabı durumunda olanlar kuşkusuz o şehirde
tarih bilincinin önemine özel olarak dikkat çekmiştir. yaşayan insanların bizzat kendileridir. Yani nüfusun niteliği
İstanbul, geçmişten günümüze sürekli olarak bir değişim ve bileşenleri değişim ve dönüşümde ya da kültürel dokunun
ve dönüşüm içerisinde olmuştur. Bu durum, ülkenin iç oluşmasında başlıca etken konumundadırlar. Bu nedenledir
dinamiklerine bağlı olarak şekillenebildiği gibi dış etkenlere bağlı ki şehirlerdeki kültürel dokuyu ve çeşitliliği anlamanın yolu

14 İstanbul, Kent ve Medeniyet Giriş 15


nüfusun niteliği ve bileşenlerine bakmaktan geçmektedir. Batı’ya ulaşmak olanların, Türkiye’yi geçiş yolu olarak
İstanbul’un nüfusuna bu açıdan bakıldığında oldukça çeşitli kullanmak istemesi, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’deki
ve farklılaşmış bir nüfus yapısıyla karşılaşılmaktadır. Böyle bir nüfusu çeşitlendirmiş, ülkeyi bir göç ülkesi haline getirmeye
durumun ortaya çıkmasında ise İstanbul’un bir cazibe merkezi başlamıştır.
olarak tarihsel süreç içerisinde, sürekli biçimde farklı kültürlere “İstanbul Dersleri” isimli seminerler dizisinin bir diğer
ve kitlesel göçlere hedef olması etkili olmuştur. Sunduğu konuğu da Prof. Dr. Kenan Gürsoy olmuştur. Gürsoy’un
seminerde İstanbul’a yönelen göçlerin daha ziyade nerelerden “Medeniyet Bilinci ve İstanbul” başlıklı semineri, felsefenin
olduğu konusuna açıklık getirmeye çalışan Prof. Dr. Ahmet yaşayan bir insan adına gerçekleştirilmesi kabulü ile felsefi bakış
İçduygu, İstanbul’a dönük göçlerin Türkiye’nin sahip olduğu açısı içinde İstanbul’u mekân ve insan bağlamında kendisine
tarihsel birikim, kültürel aidiyet ve coğrafi konuma paralel bir mesele edinmektedir. Bu bağlamda bazı kavramlar ortaya
şekilde düşünülmesi gerektiğinin altını çizmiştir. Bu çerçevede konulup, tartışılmıştır. Öncelikle dünyanın hızla gündemine
Türkiye’nin dolayısıyla da İstanbul’un muhatap olduğu dış aldığı medeniyet sorunsalı içinden medeniyet bilinci kavramı
göçlere dikkatleri çekmiştir. çıkarılarak, aydınlığa kavuşturulmaktadır. Medeniyet
Başta İstanbul olmak üzere Türkiye topraklarına ilk kavramı, medeniyetlerin birbirini fark etmeleri ile mümkün
göç edenlerin ulus-devlet oluşturma sürecinde daha ziyade olabilir ayırtısı ile ortaya konulmakta, buradan birey ve şahıs
Balkanlar, Kafkasya ve diğer Osmanlı coğrafyasından gelen kavramlarına yol alınarak, kimlik kavramı tanımlanmaktadır.
Türk ve Müslüman unsurların olduğunu belirten İçduygu, Medeniyeti değerler sistematiği açısından yapılandıran Gürsoy,
buna karşılık olarak da Türkiye’den Türk ve Müslüman “Bir medeniyet eğer şahsiyetlilik adına fark edilecekse bu şahsiyetlilik
olmayan unsurların ayrıldığına vurgu yapmıştır. Bu sürecin mutlaka estetik ayrıca da ama mutlaka etik bir değerler sistematiği
Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında da benzer çizgiler içerisinde açısından düşünülmelidir” kanaatindedir. Medeniyetler
devam ettiğine işaret eden İçduygu, özellikle II. Dünya çatışması söylemi ile ayırıcı ve çatışmacı bir yaklaşımla
Savaşı sonrasında Balkanlar’da kurulan komünist rejimlerin geliştirilen görüşlerin medeniyetin temelindeki kucaklayıcı
baskıcı tutumu karşısında o ülkelerdeki Türk ve Müslüman ve evrensel bakış açısının eksikliği içinde olduklarına dikkat
unsurların Türkiye’ye yöneldiğini belirtmiştir. 80’lerden sonra çeken Gürsoy, medeniyetlerin çatışma eksenli bir patolojiye
komünist rejimlerin yıkılması ile beraber Türk veya Müslüman düşme tehdidine karşılık temelindeki saf ahlak adına evrensel
olmayan göçmenlerin de Türkiye’ye geldiğini ifade eden bir bakış açısının zorunluluğuna vurgu yapmıştır. Bu bağlamda
İçduygu, böylece göçün çeşitlendiğine vurgu yapmıştır. Bu bir İslam Medeniyeti kavramlaştırmasını sorgulayan Gürsoy,
çeşitlilik sonraki yıllarda da artarak devam etmiştir. Öyle ki, Hz. Peygamber’in davet çağrısının, kendisi olmayanları içine
bir taraftan Afganistan’ın Rusya tarafından işgal edilmesi ile alışındaki evrenselliğini ve farklılıkları içine alan toplum
birlikte 80’lerin başından itibaren Özbek’ler gibi Türk kökenli yapısını örnek vererek, İslami ilk zamanlardan itibaren
göçmenler Türk topraklarına gelirken, diğer taraftan da Endülüs’e ve Orta Asya’ya ulaşan yapının içinde evrensel
İran’daki rejim değişikliği nedeniyle İranlılar Türk topraklarına duygunun varlığına işaret etmiştir.
göç etmeye başlamışlardır. Ayrıca Saddam’ın baskısı nedeniyle Bilinç kavramını farkındalık olarak açıklayan Gürsoy şöyle
Iraktan kaçanlar ile Afrika’nın birçok ülkesinden ana amaçları devam etmektedir: “Medeniyet bilinci dediğim zaman, burada tıpkı

16 İstanbul, Kent ve Medeniyet Giriş 17


şahsiyette olduğu gibi bir inşayı, bir yeniden inşayı, bir farkındalığın başlığındaki İstanbul Estetiği ifadesinin yanlışlığını gidererek
üzerine oturtmak durumundasınız. Bir yeniden inşa derken burada sözlerine başlamıştır. Ökten’e göre bir şehrin, bir insanın estetiği
onun durağanlığını bir hareket haline getirmek, statikliği dinamik olmaz ama bir dünya görüşünün, bir medeniyet tasavvurunun
haline getirmek söz konusudur. Ama yeniden bir inşa derken de estetiği olabilir. Bu anlamda İstanbul estetiği yerine bir
bunu sizin bir şahsiyetlilik adına yapmanız yani süreç içinde İstanbul zevkinden söz edilebileceği düzeltmesini yapmıştır.
kendinizi inşa ederken onu da inşa etmeniz gerekmektedir”. Ve işte Bu İstanbul’a özgü beğeni yargısının halen mekânlarda
bu sürecin bir şehir bilincini gerekli kıldığı vurgulanmaktadır. izlenebildiğini söylemekte ve bunu örneklerle açıklamaktadır.
Gürsoy, bu bilinç üzerine şehrin manevi anlamda ruhunu İstanbul zevkini açıklayan beğeni yargısının yansıdığı ve
taze tutmanın çarelerini arayarak bir yeniden oluşu gündeme halen yaşayan mekânların kalın bir kül tabakasının altında
getirmiş, maddi ve manevi anlamda bir inşadan bahsetmiştir. olduğunu ancak bu mekânların halen duygusallık boyutunda
İstanbul’u medeniyetin kendisiyle fark edildiği şehir olarak üretken olduklarına yer vermektedir. Bu mekânları oluşturan
yorumlamış ve fethin ideal anlamına yer vermiştir. Bu özel ve özgün bir insan tipinin vaktiyle var olduğunu, ancak
haliyle İstanbul, özlenen, hayal edilen, hasret çekilen ve Hz. şimdi onların olmadığı acı gerçeğini, nostaljinin güzel ancak
Peygamber’in ülküsü olan ve bu niyetle imar edilen bir şehir bazı konularda tehlikeli bir şeye dönüşebileceği tehdidine
olarak kavranmalıdır. Bu kavrayış biçimi, İstanbul’u kendimize karşı dinleyicileri uyararak, içinde bulunulan zaman ve çağı
açma faaliyeti olarak yorumlanmaktadır. Gürsoy’un özgün yaşamanın önemine dikkat çekmiştir. Dil, mekânlar, sanatlar
tabiri ile İstanbul, “kendisine medeniyet alanında bir defa daha ve eşya üzerinden devam etmekte olan İstanbul zevkinin arka
uyandığımız o şehirdir”. Çünkü fethedilen İstanbul herhangi bir planında, bir dünya görüşünün varlığını teyit etmektedir.
şehir olarak değil, o kendisinden önceki dönemin harikulade Bu dünya görüşü ekonomide, siyasette, eğitimde, sosyal
şahsiyetli bir görüntüsü olarak algılanmıştır. Kendi içinde hayatta ve estetik alanında ortak ve özgün bir söylemi hayata
şahsiyetliliği olan, felsefeden mimariye, edebiyattan siyasete geçirmektedir. Bu dünya görüşünü anlayabilmek için İstanbul’u
içinde güzel şeylerin oluşturulduğu bu şehir, farklı inançlara ev medeniyetler ve ürettikleri simge şehirler üzerinden okuyarak
sahipliği yaparak, evrensel bir anlam yüklenmiş; medeniyetin konumlandırmayı önermektedir. Ökten, tarih ve medeniyet
kendisi ile fark edildiği bir şehir olarak ele alınmıştır. Gürsoy, perspektifinden simge şehirler hakkında bilgi verdikten sonra
İstanbul’u bu biçimde anlayabilmek ve onu bir medeniyet İstanbul’u İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunun bir kültür
şehri, bir ebedi şehir olarak kavrayabilmek için bu şehri dikkatli olarak ortaya çıktığı şehir olarak yorumlamaktadır. İstanbul’u
dinlemeyi önermiştir. Bu şehrin kültürü dili ve edebiyatı, üreten medeniyetin temel değerlerinin Batı medeniyetinden
mimarisi, musikisi ve eğlence biçimleri ile farklılıkları tevhit farklılığına dikkat çekerek, medeniyet tasavvuru kavramına
eden bir anlayışla örülmüştür. Bu ses ne kadar kaybolmuş ışık tutmuştur. “Ben, bu hayatı niçin yaşıyorum” sorusu üzerine
olursa olsun, onu gerçekten aramaya niyet ve azmedenler için dikilen dünya görüşü veya medeniyet tasavvuru kavramının
halen bir yerlerden aksetmektedir. sosyal iradeye ve iktidara dönüşümü sürecine yer vermektedir.
“İstanbul Dersleri” seminerler dizisinin son konuğu Prof. Bu bağlamda kendi maceramızı doğru olarak anlayabilmek için
Dr. Sadettin Ökten olmuştur. Ökten, “Tarih ve Medeniyet dünyanın yaşadığı serüveni iyi bilmemiz gerektiği uyarısında
Perspektifinden İstanbul Estetiği” olarak önerilen seminer bulunmuştur.

18 İstanbul, Kent ve Medeniyet Giriş 19


Ardından kuramsal estetik konusuna yer vermiş ve
İslam medeniyeti ile Batı uygarlığı arasında mukayeseli bir
değerlendirme yapmıştır. Ökten’e göre batı uygarlığının İstanbul’un
sanatçısı hayata, hayatın realitesine isyan etmek
mecburiyetindedir, hümanist sanatın sığınacak bir tansısı Şehircilik Tarihine
yoktur. İslam medeniyetinin sanatçısı ise ne kadar şikâyet ve
sitem içinde olursa olsun sığınacak bir yere sahiptir. Kısacası, Bilimsel Bir Bakış
“Batı uygarlığının sanatı isyan, başkaldırı; İslam medeniyetinin
sanatı ise bütün gerilimlerin sonunda varılan teslimiyettir”.
Değerlendirmesini, “keşke içimizden birileri ciddi anlamda
hayatla kavgalı olabilseler ki o bizim sanatımız olacak büyük Semavi Eyice*4
sanatın ilk aşamaları ortaya çıksın. Keşke birileri büyük şehirlerin
çevresinde yer alan varoşların mutsuzluğunu yaşayarak dile
getirebilseydi. Keşke varoşların mutsuzluğu ve umarsızlığı ranta
dönüştürülmeseydi” sözleri ile sürdürerek, bunlar gerçekleştiği
zaman büyük bir sanatçının ortaya çıkabileceğini söylemiştir. İlk Çağda İstanbul
Ardından günümüz Türkiye’sinde yaşanan kargaşa ortamının
hazırlayıcı koşullarına yer vermiş, mimari ve kültür üzerinden
konuya açıklık kazandırmıştır.
Kentli olmak, kent estetiği, kent zevkine sahip olmak için
E fendim İstanbul içinde bulunduğumuz dünyanın sayılı
merkezlerinden biridir ve bütün tarih boyunca da böy-
le olmuştur. İlk insanlardan beri birtakım efsaneler var. Şöy-
bir birikim sürecini zorunlu gören Ökten, bunun sadece bir le ki yok efendim Megaralı göçmenler Kadıköy’e gelmişler. 1.
bilgi meselesi değil aynı zamanda bir görgü meselesi olduğunun yüzyıl’da körler diyarının karşısında demiş kâhin onlara onlar
altını çizmiştir. Bu bağlamda entelektüel yatırımın önemine da gelmişler, Kadıköy halkına bakmışlar bunlar bu kadar avan-
dikkat çekerek, artık ideolojilerin bittiği bir çağda, özgün tajlı bir yer varken buraya yerleşmemişler, bunlar kör olsa gerek
medeniyet anlayışına sahip bir toplum olarak, bunu çağın dili ile demişler. Bunlar efsane, bunlar rivayet, böyle şeylere ehemmi-
ifade ettiğimiz zaman, ciddi anlamda bir kentli olabileceğimizi yet vermemek lazım. Yeryüzünde bu kadar avantajlı bir yerin
ve bu oranda ait olduğumuz medeniyeti temsil edebileceğimizi insansız olarak kalmış olmasına ihtimal yoktur.
savunmuştur.
Şimdi düşünün ki İstanbul önemli bir deniz kanalının yani
boğaz içinin bir ucunda bulunuyor önünde her bakımdan ve-
rimli Marmara Denizi bulunuyor ve boğazdan da her mevsimde
akınlar yapan balıklar geçiyor. Bu şekil yanında Haliç denilen
bir deniz kolu var. Bu deniz koluna burada iki tane önemli tatlı
* Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Emekli Öğretim Üyesi.

20 İstanbul, Kent ve Medeniyet


su akıyor. Yani Boğaziçi’nin zaten devamı o. Bunun iki yakasın- ilk çağda önemli bir site olmuş önemli bir şehir olmuş, buna
da o devirde verimli topraklar var, buralarda her şey yetişiyor. göre de imar edilmiş. Fakat ilk imar Sarayburnu havalisinde
Şu halde buraların insansız olabildiğine inanmak pek mümkün olmuş Orada bir şehir kurulmuş. Bu şehir, bir süre tarihte iz
değil. Maalesef tarih öncesi çağın insanlarının İstanbul’da ne- bırakmış. Hatta bir su duvarı ile Haliçten Marmara’ya doğru
relerde yaşadıklarını ispat edebilecek durumda değiliz. Elimizde ayrılmış olduğu biliniyor. İlk çağ şehirlerinin hepsinde olduğu
bunlarla ilgili bir şey yok. Belki çok derinlerde, toprağın derin- gibi mabetleri var. Bir takım kamu binaları vs. var. Bunlardan
liklerinde bazı kazılı izler belki var, var ama yok bugüne kadar bugün hiçbir iz ortada yok. Roma çağına doğru geldiğimizde
çıkmış değil. Yalnız İstanbul’a yakın bazı yerlerde kalıntılar bu- bu şehrin o zamanki dünya siyasetinde bir takım durumlarla
lundu. Mesela Kadıköy yakasında bundan 50-55 sene evvel Fik- karşılaştığını, bir takım problemleri olduğunu görüyoruz. Fakat
ri tepesinde tarih öncesi çağlarla ilgili yerleşimin izleri bulundu. burada dikkati çeken bir husus, bu şehrin savunma bakımın-
Bu ilk insanlar genellikle tatlı suların kıyısında yerleştiklerine dan kolay savunulur bir ilk çağ şehri olduğu da görülüyor. Yani
göre orda da Yoğurtçu deresi dediğimiz derenin kıyısında Fikri bazı kuşatmalarda uzun bir süre direnebiliyor. Bu da tabi bazı
tepesinin eteğinde bir yerleşim yerinin izleri tespit edildi. Gene idarecilerin gözlerinden kaçmıyor.
tarih öncesi çağa ait diğer bir yerleşim de Pendik alanlarında
ortaya çıktı. Fakat onla ilgili belirli fazla bir şey bulunamadı ve
zaten o yere de zannedersem işçi sigortaları hastanesi yapıldı Roma Devri’nde İstanbul
ve oradaki tüm kalıntılar yok oldu. Tarih öncesi insanlara ait
diğer önemli bir kalıntı da Küçükçekmece arkalarında çıkmış- Roma çağında, bu şehri bir takım tahriplerden sonra yeni-
tır. Orada Yaşburgaz mağaralarında ilk insanların yaşadıkları- den imar etmek gereği görülüyor. Şehir tekrar canlanıyor ve
na dair kalıntılar bulundu. Burada araştırmalar yapıldı. Fakat bu canlanmada bir takım kamu binaları yapılırken bir de su
maalesef bizde bir definecilik hastalığı vardır. Her yerde define duvarı ile büyütülüyor. Gene Haliç’ten Marmara’ya inen bir
aranır, define bulacağız diye her yer tahrip edilir. Bu yüzden sur duvarı var. Bu sur duvarının nerelerden geçtiğini pek tespit
oraya da zannediyorum kapı yapıldığı halde tahribe başlamış- edemiyoruz, çünkü bu duvarlardan bir iz yok. Roma’nın tarihi-
lar. Benim kanaatime göre İstanbul’un en avantajlı yeri bu ba- ni oluşturan iki dönemi vardır; biri Cumhuriyet dönemi, biri de
kımdan Alibey deresi ile Kâğıthane deresinin arasındaki üçgen İmparatorluk dönemi. Bu İmparatorluk dönemindeki impara-
şeklinde bir çıkıntı vardır. Buraya Silivri tepesi derler. Burası torlardan Septimius Severus zamanında, şehir yeniden geliştiri-
bir vakitler İstanbul’un elektriğini veren Silahtar Ağa elektrik lerek imar edildiğinde bir duvarın yapıldığı biliniyor. O dönem-
fabrikasının olduğu yerdir. Herhalde ilk insanlar orada yaşıyor- deki şehir ilk çağın büyük beldlerinin hemen hemen hepsi gibi
lardı. Çünkü iki taraflı tatlı su, çevresi gayet verimli, üstelik ortasında bir anıtın yükseldiği forum denilen bazı meydanlara,
de tarım toprağı, boğazdan geçen bütün balıkların toplandığı bir tiyatroya ve bir oyun sahasına ve büyük hamamlara sahip-
girdiği Haliç var. Şu halde, gıda bakımından yaşama imkânları ti. Ana caddeler ise Akdeniz kıyılarındaki şehirlerin çoğunda
bakımından birçok avantajların sağlandığı bir yer. Bu şehir tabi rastlandığı biçimde iki tarafında mermer sütunların sıralandığı

22 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 23


direkli caddeler biçiminde idi. İstanbul’un içinde su kaynağı ruyorlar. Çünkü Roma İmparatorluğu çok tanrılı inanca sahip,
olmadığından her devirde bu ihtiyaç batıdaki Trakya toprak- yani politeist. Bu yüzden Hıristiyanlar 300 yıl boyunca devamlı
larından sağlanıyordu. korkunç işkenceler görüyorlar, öldürülüyorlar. Daha sonra hi-
Daha sonra Roma’da İktidar mücadelesi oluyor. İki tane li- podromlarda, yarış meydanlarında vahşi hayvanlarla mücadele
der karşılıklı kalıyorlar. Bunlardan birisi Konstantinus, biri de etmeye mecbur ediliyorlar ve bu şekilde korkunç bir surette
Licinius. Licinius, Konstantinus’un önünden kaçmaya başlıyor. öldürülüyorlar. Fakat Konstantinus, Hıristiyanlığın halk ara-
İstanbul’a geliyor. Bir müddet İstanbul’da kalıyor, o zaman By- sında, bilhassa esirler arasında, ikinci derecedeki halk arasında
zantiyon adında olan bu şehirde bir süre direniyor. Fakat ora- ve bir de ordu da gizli olarak yayılmakta olduğunu fark ediyor.
da da fazla barınamayacağını anlayınca Anadolu’ya geçmeye Onları da kendi tarafına çekmek üzere 4.yüzyıl başlarında Hı-
karar veriyor. Karşıya geçiyor ve Konstantinus da onu orada ristiyanlığı serbest bir resmi inanç olarak kabul ediyor. Böyle-
takip ettiğinden, Üsküdar’ın arkalarındaki düz arazide bir mey- likle Hıristiyanlık artık Roma İmparatorluğu’nda yok edilen,
dan savaşı yapıyorlar. Bu çarpışmada Licinius yeniliyor ve öl- takip edilen bir inanç olmaktan çıkıyor.
dürülüyor. Konstantinus böylece Roma İmparatorluğunun tek Şu halde Konstantinus’un kendisi inanmış bir Hıristiyan
sahibi olarak kalıyor. Bu mücadele İstanbul için bir dönüm mıydı? Bunun üzerine çok şeyler yazılmıştır. Ben pek şahsen
noktası oluyor. Şöyle ki; Konstantinus yeni bir şehir kurma- sanmıyorum. Bugün her ne kadar Hıristiyanlar Konstantinus’u
nın, yeni bir başkent kurmanın gerekliliğini görmüş durumda. azizlerin arasında en aziz olarak ilan ederler ise de pek bu o kadar
Birkaç yer düşünülüyor. Bunun için Truva’yı düşünüyorlar, gerçek değil. Çünkü kendisi de bir taraftan politeist, o inancını
Çanakkale’deki eski antik kent Truva’yı. Bir de Nikomedie da muhafaza ediyor. Konstantinus daha sonra İstanbul’u yeni
var. Burası bugünkü İzmit. Fakat sonunda Byzantiyon üzerinde baştan imara başlıyor. Haliçten Marmara’ya uzanan yeni bir sur
karar veriliyor Konstantin, yani Konstantinus burayı yeni bir duvarıyla şehri büyütüyor ve bu yeni kurduğu şehrin ortasına
şehir olarak, daha doğrusu Roma dışında, ikinci bir merkez ola- bir meydan yaptırıyor. Bu meydanın da ortasına kendi adına bir
rak, muazzam İmparatorluğu idare edecek bir yer olmak üzere, anıt diktiriyor. Bu anıt Roma’dan getirilen bir mabedin parça-
ikinci bir merkez olarak burayı tercih ediyor. Çünkü düşünün larından oluşuyor. Kırmızı porfir taşından olduğu için kırmızı
ki Roma İmparatorluğu’nun bir ucu Büyük Britanya adasında renkte bir anıt. Bu, bugün çemberli taş dediğimiz anıttır. Üstü-
bir ucu da Basra Körfezi’nde. Bu yüzden gerek Karadeniz, ge- ne de kendi heykelini diktiriyor. Fakat bu heykel yıldırımların
rekse Akdeniz’in bütünü tamamen Roma İmparatorluğu top- isabeti neticesinde burada fazla kalmıyor. Böylelikle Byzanti-
raklarıyla çevrili. Bu durumda böyle bir devleti tek merkezden yon şehri Büyük Konstantin tarafından veya I. Konstantin ta-
idare etmek çok zor. Dolayısıyla burayı yeni bir şehir olarak rafından kurulması şerefine Konstantinopolis adını alıyor. Bu
kurmanın programını gerçekleştiriyor. şehir yeni surlarıyla gelişmeye başlıyor.
Bu arada zikredilmesi gereken başka bir husus daha var. O Az önce de söylediğim gibi Konstantinus’un inanmış Hıris-
da inançla ilgili. 300 yıl önce Hıristiyanlık gizli bir inanç olarak tiyanlığının biraz su götürür tarafı var. Her ne kadar Hıristi-
başlamış durumda ve bunun taraftarları devamlı takibata uğ- yanlar ona çok inanıyorlar ise de bu biraz şüpheli. Fakat onun

24 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 25


oğulları zamanında Ayasofya’nın ilk yapısının yapımına baş- nakları haber veriyorlar. Şu halde Konstantinus’un yaptırmış
landığı ve tamamlandığı biliniyor. Bu ilk Ayasofya bugünküne olduğu sur duvarının tam çizgisini de bilemiyoruz. Şehir bu-
benzemiyor. O devirdeki kiliseler uzunlamasına bir yapı. İçleri nun içinde artık ve Hıristiyanlaşmaya başlamış bir şehir olarak
iki sütun dizisiyle uzunlamasına üç bölüme ayrılmış durumda. gelişmeye başlıyor. Tabii hipodrom yerinde duruyor, kiliseler
Üstlerini de ahşap bir çatı örtüyor, bunun da üstünü kiremitle yapılmaya başlanıyor ve bu arada şehir tabii bir biçimde zengin-
kaplıyorlar. Tabii bu yapılara da Bazilika tipi yapılar deniyor. leşiyor. Çünkü şehir, önemli ticaret yollarının kavşağında. Yu-
Bunlar çok büyük olabiliyor. Nitekim bunların benzerleri bu- karıdan deniz yoluyla Karadeniz’den Akdeniz’e, Akdeniz’den
gün Roma’da halen mevcut. Hıristiyan Bazilikaları ilk kiliseler- Karadeniz’e çıkan deniz yolunun tam üstünde. Bir taraftan da
dir. Ancak bunlar yangınlara dayanıklı değil, bir defa çatısına Asya’dan gelen Avrupa’ya geçen Avrupa’dan Asya’ya geçen
bir ateş düştüğünde yanıyor, çatı çökerken içerideki sütun di- kara ticaret yolunun da tam deniz yoluyla birleştiği noktada
zelerini de deviriyor ve böylece bina harabe haline gelebiliyor. gelişen bir şehir.
Konstantinus şehrini tamamlıyor. Açılış töreni ise 4.yüzyıl’da, 5. yüzyıl’da daha doğrusu 395’te 4.yüzyıl sonlarında Roma
330 yılında yapılıyor ve Konstantinopolis yeni şehrini kurmuş İmparatoru I. Theodosius bu devleti idare etmenin zorluğunu
oluyor. Bu şehir bugünküne nazaran daha tarihi bir İstanbul fark ederek devleti Doğu ve Roma olmak üzere ikiye ayırıyor.
tabii, daha ufak. Aşağı yukarı Haliç’in ortalarından bir yerden, Doğuyu bir oğluna veriyor Arcadius’a, Batıyı Honorius’a veriyor.
tahminimize göre Fatih Camii’nin olduğu yere çıkıyor, buradan Honorius merkezi Roma olmak üzere Roma İmparatorluğu’nun
şimdi Vatan Caddesi’nin geçtiği vadiye iniyor, buradan da Ça- sahibi oluyor. Fakat yukarıdan gelen kavimlerin hücumları se-
paya doğru çıkıyor, oradan da Cerrahpaşa Hastanesi civarında bebiyle bu yaşamıyor. Batı Roma İmparatorluğu topraklarını
bir yerden Marmara’ya kavuşuyor. Aşağı yukarı bütün Kons- birer birer kaybederek 5. yüzyıl’da tarihten siliniyor gidiyor.
tantinupolis şehri, bundan ibaret. Buna mukabil Doğu’da olan parça, yaşamaya devam ediyor.
Kara tarafındaki Sur’un, bir izi yok bugün. Bunun güzergâ- Yalnız bu, 395’te ayrıldıktan sonra yaşayan parça artık eski
hı için de gerekçe olarak, Cerrahpaşa Hastanesi’nin en uç kıs- Roma İmparatorluğu’ndan farklı. Bir kere inanç Hıristiyanlaş-
mında bugün Koca Mustafa Paşa’ya uzanan kısmında harap bir mış. İkincisi dil, o zamana kadar Roma İmparatorluğu zama-
Medrese ile bir ufak Mescit yıkıntısı vardır Buna İsa kapısı ya nında bütün İmparatorlukta, her yerde Latince hâkim, yalnız
da ese kapısı, Mescidi ve Medresesi derler. Tarihte bildiğimize Doğu eyaletlerinde ikinci bir dil daha kullanıyorlar hem Grek-
göre; 16. yüzyıl’daki bir depremde burada mevcut olan eski- çe, hem Latince. Bu defa Doğu Roma’da, Grekçe daha hâkim
den kalmış kemerli bir kapı yıkılmış, buna İsa kapısı derlermiş. duruma geliyor. Fakat bir süre her iki dil birden kullanılıyor. 6.
Bu tabii çok zayıf bir iddia. Diyorlar ki; “bu Surun Türk dev- yüzyıl’a kadar her iki dilin birden kullanıldığını görüyoruz. Hat-
rine kadar kalmış olan kapısı buydu, binaenaleyh Sur buradan ta İstanbul’da, bugün hala izlerini görmeniz mümkün. Mesela
geçiyordu.” Fakat bu gerçekten bir kapı mıydı, yoksa kemerli Fatih’teki kız taşının kaidesindeki kitabeye bakacak olursa-
bir yapı kalıntısı mıydı bilinmez. Bu belli değildi. Yalnız bunun nız, Latince’dir. Sultanahmet meydanında eski hipodromdaki
16. yüzyıl’daki bir depremde çöktüğünü bizim Osmanlı kay- Mısır’dan getirilmiş dikili taşın kaidesinde kitabe bir yüzünde

26 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 27


Grekçe’dir, bir yüzü de Latince’dir. 6. yüzyıl ortalarına kadar bu tırarak Bizans İmparatorluğu diyorlar. Yani bu isim, tamamen
çifte dil bir süre daha böyle kullanılıyor. Fakat 6. yüzyıl ortala- 19. yüzyıl’ın ikinci yarısında batılı tarihçilerin yarattıkları bir
rından itibaren Grekçe tamamen hâkim dil oluyor. isimdir. Nitekim bugün eğer Ayasofya’nın yukarı kat galerisine
5. yüzyıl başlarında İmparator II. Theodosius zamanında şe- çıkar da bakarsanız; orada Bizans İmparator ve İmparatoriçele-
hir bir daha yenileniyor. Daha batıya doğru şehir genişletilirken, rinin bazılarının mozaik portreleri, resimleri vardır, onların ya-
Marmara’da Haliç’e kadar uzanan yeni bir sur duvarı yapılması nındaki yazıları okumaya uğraşırsanız şunu görürsünüz; oradaki
gerekli görülüyor. İşte bugün gördüğümüz Surların esası budur. İmparatorların, İmparatoriçelerin isimleri 11. ve 12. yüzyıllara
Yani İstanbul’u kara tarafından kuşatan İstanbul’un Fethi’nden aittir. Üzerlerinde de Basilios Romaion yazar, yani Romalıların
sonra da ayakta kalan Sur duvarı budur. Ancak bunun Eğrikapı hükümdarı diye yazar. Nitekim son nefesine kadar da Bizans
ile Ayvansaray arasında kalan kısmında birtakım değişiklikler İmparatorluğu dediğimiz devlet kendisini Roma İmparatorlu-
olmuş. Orada bir mahalle de Sur içine alındığından ve zaten ğu olarak kabul etmiştir. Şimdi bu Bizans İmparatorluğu, tabii
arazi de dik bir şekilde Haliç’e indiğinden orada Surlar Yalınkapı karakterini değiştirdi artık eski Roma İmparatorluğu gibi değil.
olarak daha değişik bir biçimde genişletilmiştir ve eski İstanbul Ondan sonra Hıristiyan olmuş, ondan sonra bir Patriklik ma-
bütün tarihini bu sur içerisinde yaşamıştır. Doğu Roma İmpa- kamı var, ondan sonra dil Grekçe olmuş, bütün sahip olduğu
ratorluğu 395’te kurulmuş ve 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in topraklarda, hâkim olduğu yerlerde, her yerde kiliseler, manas-
ordusu şehre girinceye kadar varlığını sürdürmüştür. Buna, bu- tırlar yükselmeye başlamış ve bu devlet gittikçe sınırları küçü-
gün biz tarihçiler ve tarih ilmi, Bizans İmparatorluğu demekte- le küçüle 1000 yıl yaşamıştır. Bütün Ortaçağ’ın içini kaplar ve
dir. Ancak şunu unutmamak lazımdır ki, bu devlet yaşadığı süre bu sahip olduğu topraklarda medeniyetinin izlerini bırakmıştır.
boyunca kendisine Bizans İmparatorluğu adını vermemiştir. Bunu da inkâr etmemek gerek. Bu gün artık Bizans İmparator-
Kendisini Roma İmparatorluğu’nun devamcısı ve Roma İmpa- luğu dediğimiz bu imparatorluk Kuzey Afrika’da hâkim olmuş-
ratorluğu olarak görmüştür. Ve nitekim bunların kalıntısı olan tur, Suriye’de, Mısır’da hâkim olmuştur. Tabii bütün Anadolu
kişilere de biz Rum diyoruz. Rum, Roma adının yani Romalı elindedir. Karadeniz kıyılarında, hatta Kırımda toprakları var-
adının Türkçeleştirilmiş şeklidir. Biz dahi bunlara ve bunlardan dır. Bütün Balkanlar’a sahip olmuştur. Fakat peyderpey de bun-
fethettiğimiz topraklara da Rum toprakları demişiz. Yani Roma ları kaybetmeye başlamıştır.
toprakları demişiz ve burada yetişen Türklere de biz Rumi de- Çeşitli akınlar, fakat en büyük darbeyi de İslamiyet vurmuş-
mişiz. Mevlana Celalettin Rumi diyoruz. Yani Bizans İmparator- tur. 7. yüzyıl’da ortaya çıkan ve 8. yüzyıl’da bayağı güçlenen İs-
luğu diye bir ad yok. Pekâlâ, bu nereden çıktı? Bu, 19. yüzyıl’ın lamiyet, Bizans’ın karşısındaki en büyük güç olarak ilerlemeye
ikinci yarısında batılı tarihçilerin lafı. Bu devlete ayrı bir isim ve- başlamış, Mısır, Suriye Bizans elinden çıkmış, Arap orduları,
relim diyorlar, Doğu Roma İmparatorluğu diyelim diyorlar ama İslam orduları birkaç defa Anadolu’ya girmişlerdir. İslam do-
gerçek Roma İmparatorluğu’na pek benzemiyor, idare sistemi nanması Akdeniz’de hâkim olmuş, kıyı şehirlerini yağma et-
ayrı, toprakları eski, Roma İmparatorluğu’ndan daha farklı vs. mişler, bazılarını yakmışlar, hatta İslam donanması Selanik’e
Neticede buna eski başkentin adını yani Byzantion adını yakış- kadar gelmiş, Selanik’i yakmışlardır. İstanbul önüne de gelmiş-

28 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 29


ler fakat İstanbul’u bir türlü alamamışlardır. Bir taraftan da, yavaş yavaş çekilme başlamış. Fakat İmparatorluk dış kuvvet-
Balkanlar’dan inen birtakım göçebe kavimler, İstanbul’u tehdit lerle devamlı bir mücadele halinde. Tabii ilk düşmanlarının ba-
etmektedir. Fakat bunlar da başarı elde edememişlerdir. Çünkü şında Sasaniler geliyor. Sasaniler de Anadolu’ya zaman zaman
son derece de kuvvetli, o zamanki askeri mimarinin en güçlü giriyorlar ve hatta Kadıköy önlerine kadar da geliyorlar. Fakat
tahkimatı olan İstanbul’un surlarını aşamamışlardır. İstanbul 7. yüzyıl’da İslamiyet ortaya çıkıp ta Araplar Suriye üzerinden
önlerine kadar gelmişler fakat şehre hiçbir zaman girememişler- İran’a yürüdüklerinde Sasanilik, Sasani gücü ortadan kalkıyor.
dir. Araplar da defalarca İstanbul önlerine gelmişler, donanma- Ondan sonra İslamiyet Orta Asya’ya doğru ilerliyor. Binaena-
larıyla kuşatmaya çalışmışlar, karadan da çevirmeye çalışmışlar, leyh Bizans Ortaçağ’da iki güçten biri. Bir tarafta 7. yüzyıl’dan
fakat gelen gemiler ufak gemilerdir, kürekle hareket eden gemi- itibaren Araplar ve İslamiyet var. Bir tarafta da Bizanslılar var.
lerdir. İstanbul’un Marmara’nın meşhur lodos fırtınaları bir defa Bunlar karşılıklı çatışma halindeler. Araplar Girit adasını da
başlayınca Araplar, tabii olarak birtakım limanlara kaçmak, sı- alıyorlar, orada hatta bir Arap hâkimiyeti kuruluyor. Aynı şe-
ğınmak zorunda kalmışlardır. Ondan sonra bir de kış bastırınca, kilde Akdeniz’de Malta adasını da alıyorlar. Malta adasında da
İstanbul’un kışı da sert, sıcak iklimlerden gelmiş olan Müslü- Araplar var ve bugün Malta’daki bir müzede bir ufak Mezar taşı
manlar barınamamışlar, bir anda başarı elde edememişlerdir. var, oradaki bir Müslüman kızın mezar taşı, kazılarda bulunmuş,
Bu göçebe kuzeyden inen kavimler de İstanbul’u alamamış- çıkmış kızcağızın taşı, orada ölmüş. Bu Müslüman kızın mezar
lardır ve böylelikle İstanbul, yani Konstantinupolis şehri her taşı Malta adasındaki Müzede muhafaza ediliyor. Hatta Malta
badireyi atlatmıştır. Dolayısıyla İstanbul halkının kafasında o kadar Araplaşmıştır ki, her ne kadar tipleri Avrupalılar gibi
yerleşmiş bir fikir vardır ki oda şudur; burası Meryem Ana tara- ise de tamamen Afrikalıdırlar, Araptırlar. Zaten kullandıkları
fından korunan kutsal bir şehirdir. Bu inançlarını son güne ka- dil de yarı yarıya Arapça’dır. Sokaklarda dolaşın sokak levha-
dar da yani Fatihin ordusu İstanbul’un içine girinceye kadar da larında “suk” diye görürsünüz, bizim sokak olarak kullandığımız
Bizanslılar bu fikirlerinden vazgeçmemişlerdir. Bizans İmpara- “suk” kelimesini hala kullanıyorlar Malta’da. Başşehirleri de
torluğu diyoruz artık, tabii peyderpey topraklarını kaybediyor- Medina’dır, Medine yani. Yani tamamen Araplaşmış bir ada, fa-
lar. Demin belirttiğim gibi Suriye’yi, Mısır’ı kaybetmiş, arkasın- kat Hıristiyanlık hâkimiyet kurmuş, Malta bugün Hıristiyan’dır.
dan Kuzey Afrika’yı kaybetmiş, hatta kısa bir süre İspanya’da Velhasıl tabii bunlar tarihin içinde ayrı sosyolojik konulardır.
küçük bir köprübaşı kurmuş onu da tabii kaybetmiştir.
Bu arada İslamiyet Kuzey Afrika’yı tamamen ele geçiriyor
Bizans Mimarisi
oradan İspanya’ya atlıyor, İspanya’da Endülüs Medeniyeti’ni
kuruyor. Hatta Müslümanlar, Pirene dağlarını aşıyorlar. Fransa
tarafına iniyorlar. Bunu pek kimse bilmez, orada bundan 40- Bizans’a dönersek, Bizans sahip olduğu bu topraklarda izle-
50 sene evvel Fransa topraklarında yapılan bir kazıda ilk Müs- rini bırakmıştır. Kuzey Afrika’da boydan boya Bizans kaleleri,
lüman camilerinden birinin temelleri ortaya çıktı. Yani orada Hıristiyan kaleleri ve Bizans manastırları kurulmuştur. Bun-
da yerleşmişler. Ne kadar kalmışlar belli değil ama ondan sonra lardan bazıları bayağı büyük manastırlardır. Mesela Tebessa,
Tipasa manastırları bunlardandır. Fakat bunların yaşamları

30 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 31


ancak 8. yüzyıl’a kadar, İslamiyet buralara yayılıncaya kadar Sovyet hâkimiyetine girdikten uzun yıllar sonra bir Kardinal
sürmüştür. Aynı durum Suriye’de de geçerlidir. Suriye’de de Minzeski olayı oldu. Kardinal Minzeski Macar ayaklanmasının,
başlı başına bir Hıristiyan mimarisi kurulmuş, pek çok kilise Sovyetler’e karşı başkaldırmanın bir sembolü oldu. Sovyetler
ve manastır yapılmıştır, ziyaret yerleri yapılmıştır. Fakat bun- bunu yakalamak istediklerinde kaçıp Amerikan elçiliğine sı-
lar da ancak İslamiyet çıkıncaya kadar buralarda yaşamıştır, ğındı. Tabii oradan alamadılar onu ve orada kaldı. Arkasından
bundan sonra da yavaş yavaş bunlar terk edilmiştir. Buraların bir pazarlık yapıldı, tacın Macar hükümetine iade edilmesi şar-
içinde çok büyük dini tesisler ve ziyaret yerleri vardır. Fakat tıyla Kardinal Mindeski’nin Amerika’ya gitmesine izin verildi.
bugün bunlar kazılarda, araştırmalarda tespit edilmektedir. Bu Bu taç Macaristan’a getirildi ve burada özel bir salona kondu.
Suriye’deki Bizans mimarisi İstanbul’dakine pek benzememek- O Sovyet işgali zamanında Macar halkı bir mukaddes yeri zi-
tedir. Kuzey Afrika’dakine de benzememektedir. Bunların yerel yaret eder gibi karanlık bir salonda özel ışıklandırılmış olarak
birtakım üslupları, farklılıkları vardır. Suriye’de taş bol olduğu kuyruk halinde gelir bu tacı ziyaret ederdi. Yanında tavaf eder
için taş mimari hâkimdir. Anadolu’daki Bizans mimarisinin ise dolaşırlardı. O taç bir nevi Macarlar’ın bağımsızlık simgesiydi.
malzemesi daha değişiktir. Yapı tuğla ve taş karışımıdır ve bazı Bu tacı niçin ben burada anlattım? İşte bu tacın üzerinde çeşitli
yerlerde yalnız tuğladır. altın mine işi parçalar vardır. Ortasında, baş kısmında bunu
Bizans söylediğim gibi yavaş yavaş topraklarını kaybetmekte vermiş olan Bizans İmparatoru’nun altın mine işi olarak bir
ve ufalmaktadır. Tabii Balkanlar’da bu gerileme daha ağır yürü- portresi vardır. Çünkü Macar Kralı küçük bir kraldır ve Bizans
mektedir. Fakat yeni birtakım güçler ortaya çıkmaktadır. Bura- İmparatoru bunu ona büyük bir İmparator olarak vermiştir.
larda Sırplar, Bulgarlar birtakım idareler kurmaya başlamışlar- Arkasındaki plakada, yazı vardır, eğer okuyacak olursanız ora-
dır. Bunların karşısında Bizans, tabii topraklarının bir kısmını da şunu yazar: “Türklerin kralına” diyor. Çünkü Macarlar Orta
kaybetmektedir. Fakat her şeye rağmen Ortaçağ içinde gücünü Asya’dan Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya gelmiş oldukla-
korumaktadır. Büyük devlet olarak bazı ufak devletlere taç gön- rı için, Bizans onları devamlı Türk olarak görmüştür. Bu da
dermektedir. Onun sayesinde onlar da krallıklarını çevrelerine tarihte enteresan olaylardan biridir. Pek bizde kimse farkında
kabul ettirmektedirler. Mesela bir ufak örnek vereyim; bugün değil bu işin. Daima, Macarları Türk olarak tarihlerinde kay-
Macarların, kutsal tacı olarak kabul ettikleri “Stefan Tacı” (İş- dederler. Buna karşılık Anadolu’ya güneyden gelen yani Orta
tivan) vardır. Bu taç altın mine işi işlenmiş bir taçtır, tepesinde Asya’dan, İran’a, İran’dan da Anadolu’ya gelen Selçuklular’ı
de bir tane haç vardır. Macarlar bunu bağımsızlıklarının sem-
da İran üzerinden geldikleri için Pers görürler. Onlara da
bolü olarak sayarlar. O kadar ki, eski Macar pullarında, içinizde
Persler derler. Bu da Bizans tarihinin enteresan ufak detayla-
pula meraklı olan varsa bilir, bu tacın resmi vardı. Bu tac, o ka-
rından biridir. Türkleri hep Pers olarak görmüşlerdir. Bizans
dar kutsaldır ki, 1945 yıllarında Sovyet orduları Budapeşte’ye
İmparatorları’ndan biri hastalanmış, çeşitli hekimler başa çı-
girerken bazı vatansever Macarlar bu tacı Sovyetler’in eline
kamamış, çare bulamamış, Bizans tarihi der ki; ondan sonra
geçmemesi için kaçırmışladır. Bu taç Amerika’ya gitti. Orada
Persler’den de bir hekim çağrıldı. Orada Persler, Pers devleti
bir bankanın kasasında muhafaza ediliyordu. Ta ki Macaristan,

32 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 33


yok ki ortada. İran Selçukluları var, sonra Anadolu Selçuklula- larda aynı klima cihazı varmış gibi, kışın sıcak yazın da serin,
rı var. Yani Selçuklular’dan bir hekim çağırılmış. avantajı bu. Üçüncüsü, bunlardaki tahıl ambarlarında rutubet
Velhasıl, Bizans İmparatorluğu dediğimiz İmparatorluk, olmadığı için böceklenme de yok. Binaenaleyh bunlarda am-
eserlerini başkent olan İstanbul’da vermekte. Anadolu’nun da barlarını böyle arazi içine, oyup da yaptığı takdirde, buğdayını
her tarafında yapıları var. Tabii bu yapılar da arazinin şartlarına vs. rahatça muhafaza edebiliyor. Ben bunun canlı bir örneğini
uyarak her türlü malzeme ile yapılıyor. Kerpiç de kullandılar çok yıl evvel Karaman havalisinde yaptığım bir inceleme gezi-
belki. Fakat kerpiç uzun ömürlü bir malzeme olmadığı için bu- sinde gördüm. Burada garip bir köy var dediler. Karaman’dan
gün artık Bizans dönemine ait bir kerpiç binaya rastlamıyoruz. epey içeride, halkı bizimkine pek benzemiyor. Müslümanlıkları
Ancak demin söylediğim gibi, taş yalnız taş. Bir de bu taşın ara- da pek yok, bunlar çok eski bir halk, güya görünüşte Müslü-
sında karma bir malzeme var. Bu da eski yapılardan sökülmüş manlaşmışlar ama pek böyle tuhaf bir halk dediler, neyse bir
taşları bir araya getirerek yapılan inşaatlardır. Bunlara devşir- gidip görelim dedim, gittim. Ondan sonra köy meydanına gel-
me malzeme deniyor, Bu tür yapılar, bilhassa Batı Anadolu’da dik. Orada bir yerde üstü kayalık halinde, bir köy kahvesi var.
İlkçağ Roma, Yunan devrinin yapılarından sökülen taşlarla Bunların camileri de yoktu ama yakın tarihte camii yaptılar
yapılmıştır. Üzerleri mermer kaplanmış ama o mermerler sö- dediler. Fakat garip bir halleri var, içeri giriyorlar, güya namaz
küldüğü için arkasından gayet biçimsiz bir duvar tekniği ortaya kılıyorlar. Çıktıklarında dışarıda bir taş var ona selam veriyor-
çıkar. Tabii bazı yerlerde, muntazam kesme taş tuğla ile karışık lar, öyle çıkıyorlar. Bizim İslamiyet’te olmayan şeyler bunlar.
olarak kullanılmıştır. Bunun dışında bir de yalnız tuğla yapılar Neyse, bizim Anadolu köylüsü, en fakir köylü bile hoş gelmiş-
vardır. Orta Anadolu’da mesela Kırşehir’de bir kilise kalıntısı sin filan der. Elini sıkar, bilmem ne yapar, bir çay ikram eder,
vardır. Boş arazide Kırşehir’le Yerköy arasında yalnız tuğladan karpuz ikram eder. Ondan sonra bunlarda pek öyle misafirper-
oluşan bir yapıdır. verlik de yok. Ondan sonra baktım, o dimdik kayanın üzerinde
Bunun yanı sıra Bizans’ın dini mimarisinde ve sivil mimari- kapılar var, taa yukarılara doğru çıkıyor ve üzerlerinde de, birer
sinde çok kullandıkları bir şey vardır. Bu da araziyi oyarak bunun numara var. Yanlarında da küçük küçük delikler var kayanın
içine yerleşim. Efendim bir efsane yarattılar Kapadokya’dakiler, yüzeyinde. Dedim nedir bunlar. Bunlar dediler bizim ambarlar.
Hıristiyanlarmış kaçmak kurtulmak için gizlenmek için bunlar Oraya nasıl çıkıyorsunuz siz dedim. Dediler bu delikler var ya
araziyi oymuşlar. Yok efendim bunlar masal. Bu oyma arazi- küçük delikler. Ayaklarımızı ellerimizi takıyoruz öyle çıkıyo-
yi oyarak yapılan şeyler, bir kere teknik bakımdan çok rahat. ruz dediler. Siz, dedim oradan düşmez misiniz? Valla Bey dedi,
Çünkü bunlar tüf denilen volkanik bir arazi. Gayet kolay işle- köylünün biri, bazen dedi gençlerden düşen oluyor ama bizim
nebiliyor, oyulabiliyor. Dolayısıyla hava ile temas ettikten son- ihtiyarlardan düşen yok hiç dedi. Orada böcek falan olmuyor
ra da, oyulduktan sonra da sertleşiyor. Binaenaleyh bir defa, kurtlanmıyor hiç dedi. Hala bugün Anadolu’da yaşıyor bu alış-
binayı inşaat olarak yapmaktansa oyarak arazi içine girmek kanlık. Kapadokya’yı nazarı, fikri gizlenmek için yaptılar, değil.
daha rahat. İki, içi oyulan arazilerin bir avantajı, bunlar yaz ve Avantajlı olduğu için yaptılar. Ve bu yalnız Kapadokya’da da
kış aynı sühuneti, aynı sıcaklığı muhafaza ediyor. Öyle ki bun- değil, pek yaygın olarak Kırşehir havalisinde, Kesik Köprü ci-

34 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 35


varında da var. Oralarda da var böyle arazi içine oyma yerle- özel saraylar inşaa ettikleri bilinmektedir. Fakat şimdiye kadar
şim yerleri, evler. Hatta ölülerini bile böyle yerlere gömmüşler. bunlardan hiçbirinin izi bulunmamıştır. İmparatorluk sarayı ise
Araziye oydukları evlerin önünde mezarları var. Daha sonra hipodrumdan başlıyor ve Marmara kıyılarına kadar uzanıyor-
Trakya’da da var, hatta Bulgaristan’a doğru da var. Binaena- du. 11. yüzyıl’a kadar kullanılan ve Büyük Saray denilen bu
leyh Bizans mimarisi incelenirken yalnız taş, tuğla, kerpiç vs. imparatorluk makamı, adeta şehir içinde şehir gibiydi. Çeşitli
değil, fakat aynı zamanda bu oyma yapıları da hesaba katmak binaların arasında muhteşem bir taht salonu, imparatoriçele-
lazım. Bunların bazıları aynı taş ve tuğla mimarisinde yapılmış, rin lohusalık salonları, birçok irili ufaklı kilise hatta Selçuklu
bina mimarisinde oyulmuş. Hatta bu yapılardan Afyonkarahi- Türk Mimarisi’nden ilham alınarak yapılmış, matrutas adında
sar civarında bir tane var ki buna Ayazin denilmekte. Fakat sivri külahlı bir köşk vardı. Ayrıca bir de sarayın sınırları içinde
bu kilisenin yarısı dağın içine oyulmak suretiyle, yarısı da da- Türklerin atlı bir sporu olan çevgan oyununun bir benzeri ya-
ğın dış tarafında, sanki mimari yapılmış bir yapı gibi işlemiş- pılmış ve bu addan bozma tzevgamesterion adında atlı oyunlar
ler. Kubbesinin yarısını yapmışlar, tonozunu yapmışlar. Hatta için bir alan da vardı. Bu saray 11. yüzyıl’dan sonra terk edil-
üzerine sanki kiremit döşeliymiş gibi kiremitleri dahi işleyerek meye başlamış, hatta bazı kısımların malzemeleri başka binalar-
yapmışlar. Binanın dışarıya çıkıntısını aynen mimaride oldu- da kullanılmak üzere sökülüp taşınmış ve imparatorluk sarayı
ğu gibi şekillendirmişler. Evet, Bizans bu mimarilerle, böylece bu defa şehrin kuzeybatısında Eğrikapı-Ayvansaray arasında-
yaşamaya devam ediyor. Fakat toprakları demin söylediğim ki sahada surlara bitişik olarak yine çeşitli pavyonlardan olu-
gibi gittikçe ufalıyor. Tabii bu mimarinin örneklerini Başkent şan Blakhernai denilen bir topluluk halinde kurulmuştur. Bu
olan İstanbul’da görüyoruz. Bunların bir kısmı toprak altında saraydan günümüze kadar ayakta kalan tek pavyon vardır ki,
kalmış ama bir kısmı camii ve mescide dönüştürülmüş olarak bu Tekfur Sarayı olarak bilinir. Bir zemin katından sonra iki
günümüze kadar gelmiştir. Anadolu’da da çeşitli yerlerde var, esas olan ve önünde büyü bir avlu bulunan taş ve tuğladan
hatta en çıkılması güç dağların teperinde en ıssız adacıkların yapılmış bu sarayın önünde bulunduğu yerden Haliç’e, şehrin
üzerlerinde kalıntılar var. Bunlar Bizans arkeolojisi bakımın- büyük bir kısmına ve sur dışındaki Trakya’ya hâkim bir manza-
dan Türkiye’nin bir zenginliğini teşkil ediyor. Şimdi Bizans için ra vardır. Dışında taş tuğladan süslemelerle bezenmiş ve renk-
olan konuşmayı burada sona erdirip Türk devrine geçelim. lendirilmiş olan Tekfur Sarayı Bizans kaynağından İmparator
Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olan batıdan gelen ya- II. Manuel’in 12. yüzyıl’da yaptırdığı “şehre, denize ve araziye
bancıların hayranlıklarını çekecek kadar muhteşemdi. Ancak hâkim bir yerde” olarak gösterilen saray olmalıdır. Şehrin için-
Ortaçağ içlerinde İstanbul’u gören bir yabancının yazdığı- de bazı özel saraylar da olduğunu kaynaklar bilgi vermekte ise
na göre şehrin içi pek İlkçağ şehirleri gibi gösterişli ve temiz de bunların yerleri ve mimarileri hakkında bilgi yoktur. Şehrin
değildi. Bizans’ta bazı belediye nizamları kurulmuştu. Mesela içinde başta Ayasofya Kilisesi’nden başka bunun yanında bir
her binanın denizi görecek bir şekilde inşaat izinleri verilme- tane patriklik merkezi binaları bulunuyordu. Ayrıca şehrin or-
si gerekiyordu. Fakat bunlara ne dereceye kadar uyulduğu da tasında Ayasofya ile aynı yıllarda yapılmış olan Oniki Havari’ye
bilinmez. Bazı ileri gelenlerin Geç Roma Devri’den itibaren sunulmuş bulunan Havariler Kilisesi de şehrin en büyük dini

36 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 37


merkezlerinden biriydi. Bu büyük binanın yanında ilk impara- bulunduğu kaynaklardan bilinmekte. Bunlardan bazılarından
torlardan birçoğunun mezarları bulunuyordu. Efesos’taki Yu- kilise kısmı zamanımıza kadar gelebilmiştir. Ayrıca Ayasofya
hannes veya Venedik’teki S.Marco, Fransa’daki Saint Front yakınında bir düşkünler evinin varlığı da bilinmektedir. Büyük
kiliselerinin bir benzeri olan bu yapının üzeri 5 kubbe ile örtülü Pantakrator Manastırı’nın 50 yataklı hastanesinin kadrosunu
idi. Şehrin içindeki irili ufaklı kilise ve ibadet yerlerinden başka ve nasıl işletilmesi gerektiğini bildiren bir tür vakfiye durumun-
değişik devirlerde yapılmış ve yüzlerce keşişi barındıran manas- daki bir belge günümüze kadar da gelmiştir. Bu hastanenin eki
tırlar da bulunuyordu. Bunlardan en eskisi Yedikule’ye yakın olarak şehrin daha uzak bir bölgesinde kurulmuş bir cüzzamha-
461 tarihinde kurulan Studios Manastırı idi ki bazilika şeklinde ne (leprozori) nin olduğu da yine bilinir. İkinci bir hastanenin
kilisesi fetihten sonra İmrahor İlyas Bey adıyla kullanılmış ve varlığı da Lips Manastırı’nın yanındadır. Bu sadece 10 yatağa
bugün harabe halinde durmaktadır. Orta Bizans döneminde sahip idi.
12. yüzyıl’da Komnenos ailesi tarafından yaptırılan Pantokra- Şehir depremlerden ve büyük yangınlardan Bizans döne-
tor Manastırı’nın birbirine bitişik üç kiliseden meydana gelmiş minde de çok zarar görmüştü. 4. Haçlı seferine katılan batılı
kilisesi fetihten sonra Zeyrek Camii adıyla yaşatılmış ve bugün Latin şovalyeleri 1203-1204 yıllarında burayı işgal etmek için
hale ayakta durmaktadır. Haliç’e hâkim bir noktada kurulan Bizanslılarla çarpıştıklarında yangınlar çıkarılmış ve kuzey rüz-
Pammakaristos Manastırı’nda 150 yıl kadar Osmanlı devrin- gârlarının tesiriyle şehrin birçok mahallesi yanmıştı. Son Bizans
de patrikhane olarak kullanılmasından sonra 16. yüzyıl’ın döneminde ise Akdeniz bölgesi şehirciliğinin ana unsurların-
sonlarında Fethiye Camii olarak İslam dinine tahsis edilmiş- dan biri olan direkli caddeler birçok yerlerde yıkılmış ve or-
tir. Yenibahçe’de Vatan Caddesi kenarında bulunan ilk kısmı tadan kaldırılmıştı. Bu dönemlerde yol kenarlarına ağaçların
10. yüzyıl’ın ilk yıllarında yapılan Lips Manastırı ise 13. ve 14. dikilmiş olduğu bilinir. Bizans devrinin içlerinde şehirde esnaf
yüzyıllarda daha da büyütülmüş. Hatta Palailogos sülalesinden ve zanaatkârlar belirli bölgelerde toplu olarak çalışırlardı. Bu
bazı imparator mensupları buraya gömülmüştü. İki kubbeli loncaların 10. yüzyıllara ait eksik bir listesi günümüze kadar
büyük kilisesi Osmanlı devrinde Fenari İsa Camii olarak kul- gelmiştir. Bunda ancak 25 kadar esnafın adları verilmiştir. Aya-
lanılmaya devam etmiştir. Laleli’de imparator I. Romanos’un sofya yakınında bir bakırcılar çarşısı olduğu tespit edilmektedir.
yaptırdığı Myraelaion Manastırı Kilisesi sonraları Mesih Paşa Türk devrinin uzun çarşı adı verilen yerde de bir Rus çarşısının
tarafından camiye çevrilmiştir. Bodrum Camii de denilir. Son bulunduğu anlaşılmaktadır. Artık Bizans’ın son dönemlerinde
Bizans devrinin önemli eserlerinden Andreas Manastır Kilisesi eski meydanlar oldukça biçimleri bozulmuş bir durumda idi.
fetihten sonra Kocamustafapaşa Camii olmuştur. Edirnekapısı Fetihten 25 yıl kadar önce burayı ziyaret eden batılı bir yabancı
yakınında olan Khora Manastırı Kilisesi ise fetihten bir süre şehrin içindeki ekili arazinin iskân edilmiş yerlerden çok daha
sonra Atik Ali Paşa tarafından dönüştürülmüştür. Kariye Ca- fazla olduğuna işaret eder. Başka bir yabancı da artık dolmuş
mii diye bilinir. Duvarlarını süsleyen mozaik ve freskoları bakı- olduğunu belirtir.
mından Bizans sanatının en başta gelen eserlerinden bir sayılır. Bizans döneminde, Roma çağında Trakya’dan getirilen suya
Bunlar dışında daha birçok irili ufaklı kiliseler manastırlar da fazla güvenilmediğinden şehrin toprağının altında inanılmaz

38 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 39


derecede çok sayıda irili ufaklı sarnıçlar yapılarak bunlarsa su Malazgirt’te Bizans İmparatoru IV. Romanos Diyogenes ile bir
biriktirilmiştir. Bu sarnıçlar su ihtiyacını karşıladıktan başka savaş oluyor ve burada İmparator Selçuklular’a esir düşüyor.
engebeli şehrin topografyasında düzlükler sağlanmasına da yar- Selçuklu idaresi böylece Anadolu’da başlıyor. Merkez Konya,
dımcı oluyorlardı. Hemen hepsinin üzerlerinde kilise, manastır, fakat feodal bir sistem üzerinden Selçuklular devleti idare edi-
özel saray vs. gibi yapılar bulunuyordu. Son dönemde bazı bina- yorlar. Yani, merkezi bir devlet değil, doğrudan doğruya feodal.
ların bodrumları da duvarları su geçirmez bir harçla sıvanmak Mesela bir Selçuklu sultanı yaşlandığında diyor ki; evlatlarım
suretiyle sarnıca dönüştürülmüş olduğu dikkati çeker. ben yaşlandım. Sizin aranızda toprakları paylaştırayım. Siz de
idare edin. Bu iş merkezi bir büyük devlette olmaz, fakat oluyor.
Oluyor ne oluyor? Sultanın 11 tane erkek evladı varmış. Birine
Türkler’in Anadoluya Gelişi Kayseri’yi, birine Tokat’ı verince ondan sonra bir kargaşa başlı-
yor. Kardeşler aralarında birbirleriyle savaşa girişiyorlar. Ve ih-
Evet, Bizans İmparatorluğu dediğimiz, gerçekte Doğu tiyar sultan tekrar idareyi ele almaya mecbur oluyor. Bu feodal
Roma İmparatorluğu kalıntısı olan devlet söylediğim gibi çe- Selçuklu Devleti, Orta Asya’dan gelen Moğollar’ın idaresinde-
şitli akınlarla erimeye başlıyor. Bazı iç çekişmeler de var, iç sa- ki bir idare sayesinde eriyor yok oluyor. İlhanlılar denilen bu
vaşlar oluyor. Sonra kilise ile İmparatorluğun mücadelesi de Moğollar Anadolu’ya hâkim oluyorlar. Onlar da beraberlerin-
var. Kilise daha hâkim durumda, saray ikinci planda kalıyor, de İslami bir medeniyet getirmişler. Onların da yaptıkları eser-
bunların da mücadeleleri oluyor. Fakat Bizans devleti Büyük ler var. Mesela Erzurum’da Yakutiye Medresesi, Kırşehir’deki
Roma İmparatorluğu’nun devamcısı olduğu inancından kesin- Caca Bey Medresesi onlardan kalma. Bunlar İlhanlı döneminin
likle vazgeçmiyor. Son nefesine kadar son gününe kadar hala eserleridir. Onlar da İslami eser ama Anadolu Selçukluları’nın
kendisini büyük bir imparatorluk olarak görüyor. Ve bu şekilde da sonunu getirmişler. Bir de İlhanlılar hesabına devleti idare
de etrafa kendisini tanıtıyor. Sonunda, 14. ve 15. yüzyıllarda eden, bölgeleri idare eden bazı mahalli beyler var. Mesela Eret-
Bizans o hale geliyor ki, bütün toprakları İstanbul surlarından noğulları onlardan, Kayseri ve civarında hâkimler. Onlar da ne
ibaret. Ancak surların dışında 1-2 kale var. Mesela Vize Kalesi, Selçuklu ne Moğol. İkisinin arasında fakat Moğollar hesabına
Silivri Kalesi bunlardan, bunlar Bizans’ın elinde. Çevresindeki devleti idare ediyorlar.
topraklara da hâkim durumda tabii. İşte o arada köylüler bi- Osmanlılar, onlar da Orta Asya’dan küçük bir aşiret halinde
raz ekip biçiyorlar İstanbul karnını bundan doyuruyor. Ancak geliyorlar. Selçuklular ise artık sona gelmişler. Neticede bunlar
Türk akınları başladığında bunlar kaçıyorlar, bu kalelere sığı- Söğüt havalisine yerleşiyorlar. Burada yeni bir görüşe göre, yeni
nıyorlar. Böylelikle, Bizans hayatiyetini sürdürmeye uğraşıyor. bir idare, yeni bir Beylik kuruyorlar. Bu, Beylik kısa bir süre-
Fakat sonunda, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethediyor. de gelişiyor. Beraberinde de yeni bir sanat, yeni bir medeniyet
Türkler önceleri birkaç defa, daha İstanbul’u kuşatmışlar- anlayışı getiriyor. Osmanlılar, merkezi devlet sistemini Türk-
dı. İstanbul’u çeşitli sebeplerden alamıyorlar. Türkler ne su- ler arasında ilk defa yerleştirmiş olan insanlar. Burada merkezi
rette geliyorlar? Bildiğiniz gibi, Türkler Orta Asya’dan geliyor. devlet o kadar kuvvetli ki, biliyorsunuz böyle paylaşma olmasın

40 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 41


diye çocuklarını, kardeşlerini dahi öldürüyorlar. Bunu bugün üzeri Bizans yazısıyla yazılıdır. Emir Arslanes adında birisi. Yani
biz ayıplıyoruz, kötü görüyoruz ama bunun başka çaresi yoktu. bir Bizanslı. Selçuklu hizmetine girmiş, emir olmuş, öldüğünde
Selçuklular’ın o acı tecrübesini gördükten sonra yapılacak iş- de Ak Manastır’a gömülmüş birisi. Üzerine de Bizans yazısıy-
lerden biri buydu. Bu 17. yüzyıl başlarına kadar sürüyor. Elbette la ismi yazılmış. Manastır kapandıktan sonra da müzeye taşını
ki maalesef çok değerli şehzadeler öldürülüyor ama devleti de getirmişler. Yani gayet girift bir Bizanslı-Türk kaynaşması var.
kimse ikiye parçalamak istemiyor. Devlet tek olarak idare edi-
liyor. Öyle ki Osmanlı’nın fethettiği topraklarda falan çıkan bir
ayaklanma hemen merkeze haber veriliyor, merkez de gerekli Osmanlı Devri Türk Mimarisi ve Sanatı
emri vererek oradaki ayaklamanın önüne geçiyor. Sancak Beyi
bu ayaklanmaların hakkından geliyor. Yani son derece mer- Osmanlı bu anlayışı, ilk devirlerinde gayet güzel yürüttüğü
kezi, son derece enteresan bir devlet idaresi var Osmanlı’da. için hızla yayılıyor. Beraberinde de yeni bir medeniyet, yeni
Bunu da kabul etmek lazım. Öyle aman, Osmanlılar şöyleydi bir medeni anlayış ve kültür getiriyor. Bunu Balkanlar’da da
böyleydi diyen Osmanlı’yı kötülemeye çalışan şeylere bakma- rahatça yayabiliyor. Bildiğiniz gibi 14, 15. ve 16. yüzyıllarda
yın. Osmanlı büyük bir medeniyetti. Avrupa’nın doğu kısmını tamamen fethediyorlar ve buralar
Osmanlı’nın fethettiği topraklarda rahatça yerleşmesinin tamamen Türkleşiyor. Anadolu’dan Türkler getirilip buralara
sebebi, yeni bir anlayışla, yeni bir düzen getirmesi, Ortaçağın yerleştiriliyorlar. Bunlara “Evladı Fatihan” deniliyor. Bunlar
dışında bir devlet idaresini buraya getirmesidir. Bizans köylüsü oralarda yerleşiyorlar, vakıf eserler yapılıyor, camiler, köprüler,
bundan hoşnut durumda. Çünkü eski devirde çalışıyor çırpını- medreseler ve başka binalar inşa ediliyor. Ama biz bunların pek
yor, manastırlara hizmet ediyor veyahut da İmparatorluk arazi- farkında değiliz, önem de vermiyoruz. Bugün Bulgaristan’ı şöy-
lerini ekiyor biçiyor, kendisine bir şey kalmıyor. Dolayısıyla bu le bir düşünün. Maalesef Bulgaristan’ın bütün şehirlerinde son
yeni devlet anlayışından Hıristiyan ahali de memnun durum- kalıntısı kalmış olan birkaç cami mevcut, yıktılar çoğunu.
da. Bizans halkı zaten Selçuklular zamanında da memnundu. Macaristan’da hepsini temizlediler. Ama temizleyen Ma-
Nitekim Kapadokya’daki Bizans manastırlarının bir kısmı Sel- carlar değil, Avusturyalılar. Oraları ilk işgal etmiş olanlar
çuklu devrinde de yaşamaya devam ediyor. Ihlara Vadisi’ndeki Avusturyalı’lardır. Budapeşte’nin kocaman eski bir panorama
kayadan oyma bir kilisenin duvarındaki fresko resimlerde yazı resmi vardır. Bu resim bizim elimizden çıktıktan az sonraki bir
var. Tamarra adındaki bir kadın tarafından Bizans İmparatoru resimdir. Kuşbakışı olarak Budapeşte’yi gösterir. Oralarda gö-
Andronikos ve Selçuklu Sultanı zamanında bu kilise yapıldı ve rülür, camiler hep yakılmış, yıkık vaziyette. Bugün zaten orta-
sunuldu diye. Yani Selçuklu idaresi gayet liberal bir idare. Ni- da o camilerin izleri dahi yok. Budapeşte de bir tek cami o da
tekim Konya ile Sille arasındaki yerde Ak Manastır denilen bir kiliseye dönüştürülmüş vaziyette. Kilisenin duvarları arasında
yer var. Bu manastıra Mevlana Celalettin Rumi geliyor iki din, duvar izleri varmış, restorasyonda kiliseyi restore ederken tesa-
iki inanç arasında papazlarla münazara yapıyor. Bugün Konya düfen bulmuşlar. O parçayı meydana çıkarmışlar. Mihrabının
müzesinde bir tane Selçuklu lahitleri şeklinde bir lahit vardır, bir parçasıyla bir penceresinin yarısı ortaya çıkmış durumda.

42 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 43


Onun, Budapeşte yani Budin valilerinden, Beylerbeylerinden bilmiyorum. Aşağı yukarı ben orayı 1966 yılında gördüğümden
Toygun Paşa’nın yaptırdığı camii olduğu tespit edildi. Türk beri hala iskele kurulu olduğunu söylüyorlar. Yunanistan Türk
devrine ait başka hiçbir şey yoktur. Peç şehrinde Kasım Paşa eserlerinin çoğunu temizlemiştir. Selanik’te İnegöllü İshak
Camii vardır, kiliseye dönüştürülmüştür. Çok büyük ölçüde bir Paşa’nın çok mükemmel bir cami vardı. Uzun zaman metruk
camiidir. Büyük ölçüde kiliseye dönüştürülmüş ve mimarisi ol- vaziyetteydi. Şimdi bilmiyorum galiba bir işe tahsis ettiler. Ama
dukça bozulmuştur. Macarlar akıllarınca onu tekrar camii mi- üzerine kurşun falan yoktu. Cascavlak soymuşlar camiyi. Onun
marisine uydurmak istediler. Fakat pek becerememişler, yanlış enteresan bir minaresi vardı. O yüzden Alaca Camii denirdi.
işler yapılmıştır. Peç’te bir camii daha vardır. Minaresiyle du- Kırmızı baklavalı bir süslemesi vardı, o minareyi yıkmışlar tabii.
ruyor. Yalnız Budapeşte’nin yüreğinde Ertz adındaki kasabada Sonra bir de Hamza Bey ya da Hamza Paşa Camii vardır. O da
bir minare vardır yalnız, camisini yıkmışlar. Hamza Paşa kale- 1953’te sinemaydı. Sonra restore ediyoruz diye iskele kuruldu.
siymiş orası. Başka yapılardan bir şey kalmış. Taş minare hala O da öyle, hala iskeleyle durur. Velhasıl Balkanlar’daki eserle-
ortada duruyor, külahı falan yok, şerefeye kadar kısmı duruyor. rimizi temizlediler, temizlemeye de uğraşıyorlar.
Onu köy meydanında muhafaza etmişler. Bir de eğri şehrinde Diğer yerlerdekileri pek bilmiyoruz. Müslüman ülkelerdeki-
bir minare var onun da camii yok. Yalnız Şıkloş şehrinde bir ler de pek daha iyi, daha bakımlı değil. Mimar Sinan’ın yapı-
evin aslında camii olduğunu anlamışlar. Macarlar onu temiz- sı Şam’da, Kanuni Süleyman ve Sultan Selim Külliyeleri var.
lediler, ayıkladılar. İçinden hakikaten Malkoçoğlu Camii çıktı Bizim devlet adamlarından da mesela Şam’a gidenler bir defa
ortaya. Bunu benim gördüğümde restore ediyorlar idi. Bilmiyo- onları ziyaret etmiyorlar. Ziyaret etseler hiç değilse Suriyeliler
rum şimdi ne durumda. Macaristan’da fazla bir şey kalmamıştır. de o yapıları biraz bakımlı tutmaya mecbur olurlar. Tabii daha
Bulgaristan’da çok eser varmış, hatta Mimar Sinan’ın da başka yerlerde de var Filistin’de var. Mesela Akka’da, Akka’yı
orada bir tane büyük bir camii var, Bulgarlar onu 1900 yılla- Napolyon’a karşı korumuş olan Cezzar Ahmet Paşa’nın Camii
rında 1902 yıllarında kilise kılıfım içine sokmuşlardır. Yani Mi- var. Bilmiyorum ne durumda. Kuzey Afrika’dakileri bilmiyo-
mar Sinan’ın eserinden bir şey kalmamıştır ortada. Büyük bir ruz bile. Doğru dürüst bir şekilde incelendiği, araştırıldığı da
camiidir, çok büyük. Sofya’da ikinci bir camii daha vardır. O yok. Yalnız sanıyorum Van (Yüzüncü Yıl) Üniversitesi’nden
da Mahmut Paşa Camii. Çok kubbeli ulu camiiler tipinde, o bir genç o taraflarda bir tez için çalışmış ama yayınlanmış bir
şimdi müze olarak kullanılıyor. Camii mimarisinden belirli bir şeyini de görmedim ya da benim haberim yok. Akdeniz’deki,
şey yok ortada. Diğer camilerin hepsini ortadan kaldırmışlardı Kuzey Afrika’daki adacıklardan birinde Osmanlı eserleri var-
hiçbiri yok. Yalnız bir tane Banyabaşı Camii denilen Süleyman mış, Cebre Adası’nda, ona dair bir makalesiyle karşılaşmıştım.
Efendi Camii, bugün hala daha minaresiyle duruyor bir köşe- Mesela Trablus’ta Turgut Reis’in türbesi ve camisi var ama
de. Müslüman halk oraya ibadete gidiyor. Filibe de bir tane doğru dürüst bir şey yayınlanmış değil bu güne kadar. Turgut
Ulu Cami var, Murat Hüdavendigar Camii. Şimdi onu restore Reis orada gömülü. Malta adasında şehit olduktan sonra ora-
etmeye uğraşıyorlar. Bir de Şebabettin Paşa Camii var, ben bil- ya getirilmiş, kendi yaptırdığı caminin haziresine gömülmüş
dim bileli iskele kuruludur restore ediyoruz derler. Ne yapılıyor, ama pek ilgilenen yok. Velhasıl biz, o koca Osmanlı mede-

44 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 45


niyetinin yayılmış olduğu coğrafyayı incelemiş ve takip etmiş sonra kendinden önceki Osmanlı idarecilerinin bir gelenek
değiliz. İstanbul, Fatih Sultan II. Mehmed tarafından 1453’te halinde sürdürdükleri kendi adları yaşatacak büyük külliyeler
fethedilmesiyle Osmanlı Türk medeniyetinin baş şehri ve me- yapımı akımını devam ettirerek bazı kısımları yıkık halde olan
deniyet merkezi oldu. Bizans’ın son yüzyıllarında yukarıda da Havariler Kilisesi’ni tamamen ortadan kaldırarak yerine kendi
belirtildiği gibi halkı son derecede azalmış, harap hale gelmiş adını yaşatacak olan Fatih Camii’ni ve çevresindeki zengin kül-
İstanbul’u yeniden canlandırmak için Fatih’in büyük gayret liye yapılarını kurdurmuştur. Bunların arasında sağlı sollu bir-
sarf ettiği açıkça belirlidir. Büyük bir hoş görüyle şehirde ya- çok medreseden başka bir hastane yani darüşşifa ile bir de tab-
şamakta olan Bizanslılar’ı Osmanlı tebası olarak korumuş ve hane yaptırmış. İkisinin arasında da ebedi istirahatgahı olacak
bunların başlarına Gennadios Skolaryos adındaki bir rahibi olan türbesi inşa edilmiştir. Ayrıca daha doğuya doğru uzanan
patrik olarak atamış. Aynı zamanda şehrin ikinci büyük kilise- ve bugün artık hiç izi kalmayan bir Saraçlar çarşısı ile bunun
si olan Havvariler Kilisesi’ni patrikhane olarak tahsis etmiştir. biraz kuzeyinde Çukurhamam adı verilen çok büyük bir çifte
Fakat iki yıl kadar sonra bu çok harap ve çok büyük binadan hamam. Böylece yeni bir dinin, yeni bir medeniyetin Bizans’tan
hoşnut olmayan patrik çevrede de Müslüman halk tarafın- feth edilen büyük bir şehrin tam merkezinde kurulmuştur. Şeh-
dan yerleşmenin başlamasıyla Fatih’ten başka bir bina tahsis rin halkının fetih sırasında çok azalmış olduğu bilinir. Haliç’in
etmesini istemiş ve o da Bizans’tan kalan Haliç yamacındaki karşı yakasındaki ve bir Ceneviz kolonisi olan Galata’nın çok
Pammakaristos Kilise ve Manastırı’nı Gennadios’a vermiştir. kalabalık ve zengin oluşuna karşın Haliç’in bu yakası Bizans
Hatta genç Türk sultanı burada Gennadios ile Hıristiyanlık ve devrinde iyice fakirleşmiştir. Bir yabancı seyyah fetihten 25 yıl
Müslümanlık üzerinde bir münazara yapmıştır. İlk ihtiyaçları kadar önce burayı ziyaret ettiğinde surların içinde olan şehir-
karşılamak üzere Fatih kendi vakfı olarak birkaç Bizans yapısını deki ekili arazinin iskân edilmiş yerlerden çok daha fazla oldu-
İslami görevlere çevirmiştir. Bunların başında medrese olmak ğunu belirtir. Fatih şehri canlandırmak için buraya insanların
üzere Pantakrator Manastırı gelir. Burası kilise medresenin gelmesini sağlamıştır. Böylece Anadolu’nun çeşitli yerlerinden
ilk müderrislerinden Zeyrek Mehmed Efendi’nin adını alarak Müslüman Türkler geldiği gibi Hıristiyanlar’ın da gelmesine
Zeyrek diye tanınmıştır. Yine Haliç’e bakan yamaçta bulunan imkân verilmiştir. Bunlar şehrin içinde çeşitli semtlere yerleş-
eski adı son zamanlarda tartışmalı olan ve bir süre imparator I. tirilmiş ve burada ibadethaneleri olmasına dikkat edilmiştir.
Aleksios’un annesinin kurduğu Pantepoptes Manastırı olduğu Hatta Ermeni cemaatine Samatya ile Koca Mustafapaşa arasın-
sanılan sonraları ise bu teşhisten vazgeçilen bir dini tesisi cami da olan ve Bizans’ın büyük manastırlarından olan III. Romanos
ve imaret haline getirmiştir. Bunun da cami kısmı Eski İmaret Arginos’un yaptırdığı Peribleptos Manastır ve Kilisesi tahsis
adıyla hala durur. Üçüncü bir Bizans dini yapısı ise (belki Aka- edilmiştir. Gedik Ahmet Paşa Kırım’ı feth ettiğinde Kefe’den
leptos manastır kilisesi) Şehzadebaşı’nda olan bu binada kalen- getirilen Hıristiyan halk ki bunların bir kısmı Ermeni’dir. Edir-
deri dervişlere mescit ve tekke olarak tahsis edilmiştir. Şehrin nekapısı yakını bir bölgeye iskân edilmiş, ayrıca bunlara 1461
en büyük kilisesi olan Ayasofya ise doğrudan doğruya Fatih II. yıllarında feth edilen Karadeniz kıyısındaki Amasra’dan getiri-
Mehmed’in vakfı olarak camii haline getirilmiştir. Ancak daha len Hıristiyanlar da katılmıştır. Kendilerine burada Bizans’tan

46 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 47


kalma bir kilise verilen bu Hıristiyanlar çevrelerinin İslam- bileceği genel çeşme bazıları ise saka çeşmesi idi. Yani birtakım
laşmasına rağmen günden güne azalarak 17. yüzyıl ortalarına sakalar bunları tulumlara doldurup evlere dağıtırlardı. Şehrin
Sultan III. Murad dönemine kadar burada kalmışlardır. Hatta Roma devrinden beri gelen ana caddesi Osmanlı devrinde de
Vatikan tarafından buradaki Hıristiyanlar ve kiliselerinin du- aynı özelliğini devam ettirmiştir. Bizans devrinde Mese adı veri-
rumlarını incelemek ve bir rapor vermek için buraya bir ra- len bu cadde Osmanlı devrinde Divanyolu olmuştu. Fakat ma-
hip göndermiştir. Samatya taraflarına yerleştirilen, ana dilleri halle aralarındaki sokaklar genelde toprak tabanlı idi veyahut
Türkçe olan belki asılları da Türk olan Ortodokslar ise burada bazıları Arnavut kaldırım döşenmişti. İstanbul’un içinde Fatih
uzun yıllar yaşamışlar ve öldüklerinde de sur dışındaki Balıklı tarafından önce Bayezid’da bir saray kompleksi yaptırılmıştı.
Manastırı’na gömülmüşlerdir. Bunların Rum harfleriyle man- Ancak bu pek itibar görmemiş, şehrin bu en güzel noktası olan
zum olarak yapılmış mezar kitabeleri Balıklı Manastırı’nın av- Sarayburnu’nda yani bir Saray-ı Hümayun binaları yapımına
lusunda yere döşenmiş olarak bugün hala görülebilir. girişilmiştir. Saray-ı Atik denilen ilk saray binaları 19. yüzyıl’a
Şehrin mahalleleri Türkleştikçe bunlar da hayrat yapmak kadar kalmıştır. Fakat esas gelişen Sarayburnu’ndaki büyük
isteyenler güçlerine ve mevkilerine göre camiler ve mescitler komplekstir. Etrafı bir Sur-u Sultani ile çevrili olan bu saray
inşa ederek vakfediyorlardı. Bu arada birçok Bizans kilisesi binaları topluluğunun içinde bir kısmı çinili köşk gibi kagir bir
artık çevresinde Hıristiyan kalmadığı için sahipsiz ve harap kısmı ahşap çeşitli köşkler, kasırlar, cariyeler dairesi, valide sul-
durumda bulunduğundan “şenlendirme” politikası gereğince tanlar veya ağalar dairesi gibi ve çeşitli hizmetliler için bölüm-
bazı hayır sahipleri tarafından restore edilerek bir hayır bina- lerden başka bu kalabalık kitleyi beslemek üzere muazzam mut-
sına dönüştürülmüştü. Bu surette Türkleşen İstanbul’da yeni faklar yapılmış ayrıca padişahın divanının toplandığı bir kubbe
mahalleler teşekkül ediyor ve bunlar içlerinde hayrat binalar- altı denilen vezirler toplantı yerinden başka bir de padişahın
dan dolayı adlandırılıyordu. Ne yazık ki son yıllarda bu tarihi taht salonu olan arz odası vardır. Hilafetin, Osmanlı Devleti’ne
isimler bu mahallelerin birleştirilmesi yüzünden çoğu ortadan geçmesiyle burada toplanan Kutsal Emanetler de Hırka-i Saa-
kalkmıştır. Türk İstanbul’un en büyük ihtiyacı devamlı akacak det Dairesi’nde muhafaza ediliyordu. Sarayın bir kulesi ayrıca
bir su bulunması idi. Bunun da Fatih tarafından ilk aşaması cazip köşelerde küçük kasırları, küçük şehzadeler için okulu,
yapılmış ve sonraları su şebekeleri zenginleştirilmiş ve çoğal- hamamları ve zengin el yazmaları ile dolu kütüphaneleri de
tılmıştır. Genellikle kaynak surlar dışında batıda Trakya’nın vardı. Sarayın ayrıca deniz kıyısında da birtakım köşkleri vardı
çeşitli yerlerinden toplanmakta olup, şehrin içindeki çeşmelere ki bunlara yazlık saraylar topluluğu denir. Bugün bunlardan bir
ve birden bire yapımına ve artmasına girişilen hamamlara ve şey kalmamıştır.
de cami şadırvanlarına dağıtılıyordu. Böylece İstanbul yüzyıllar Şehrin içinde ileri gelenlerin özel sarayları ve konakları da
boyunca şehrin dışında bentler ve Moğlova Kemeri gibi bazıları bulunuyordu. Ancak 19. yüzyıl’da bunlardan bazıları kagir ola-
gerçekten mimarlık şaheseri olan kemerler ile şehrin halkının rak yapılmıştır. Ancak Osmanlı devrinde ilki 1509 yılında olan
su ihtiyacı karşılanmıştı. Sayıları bini geçen sokak çeşmelerinin ve halkın kıyamet-i suğra (küçük kıyamet) adını verdikleri 42 gün
hepsi vakıftır. Bunların bir kısmı musluklu ve herkesin kullana- süren deprem İstanbul’un birçok yapılarını harap etmiştir. Bir-

48 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 49


çok binalar yakılmış çok kişi can vermiştir. İstanbul’u 120-140 ler galata sırtlarından bakıldığında İstanbul siluetinin üst çiz-
yılda bir yoklayan depremler aynı zararla devam etmiştir. 1648, gisini taçlandırıyorlardı. Tabi İstanbul bu dış görünümünü son
1894 depremleri bunların başlıcalarıdır. 1766 depreminde yıllarda yapılan büyük binalar yüzünden hayli kaybetmiştir.
Fatih’in yaptırdığı cami yarı yarıya çökmüş ve o yılların padişa- İstanbul’un yeniçerilerin hâkim olduğu yüzyıllarda iki bü-
hın olan III. Mustafa tarafından şimdiki haliyle yeni baştan inşa yük kışlası da şehrin içinde bulunuyordu. Biri Şehzadebaşı’nda,
ettirilmiştir. İstanbul halkı bu depremlerden çok korkmuştur. diğeri ise Vatan Caddesi’nde idi. Bu iki kışla da Sultan II.
Ve böylece ahşap evlere önem verilmeye başlanmış dolayısıyla Mahmud’un yeniçeriliği kaldırması ile topa tutularak tama-
bütün İstanbul’un evleri konakları ahşaptan yapılmıştır. Bu da men yok edilmiştir. Denizcilerin kışlası ise geç devirde Ceza-
ikinci bir felaketin sebebi olmuştur. Haliç kıyılarında herhangi yirli Hasan Paşa tarafından Kasımpaşa’da yaptırılmış olup hala
noktada çıkan bir ateş bu belde de eksik olmayan rüzgârların durmaktadır.
etkisiyle hızla ilerlemiş ve değişik semtlere de atlayarak bazen Osmanlı sanatı İstanbul’da en büyük eserlerini verirken, bü-
şehrin dörtte birini bazen yarısını küle çevirmiştir. Hatta halk yük şehirlerde de çeşitli mimarların himmetiyle büyük eserle-
arasında bu hususta bir söz söylenmiştir: “İstanbul’un yangın- rini devam ettirmiştir. Tabii bu mimarların içinde en önemlisi
ları olmasa bu şehrin evlerinin eşikleri altından olurdu”. Yangın Mimar Sinan, bütün 16. yüzyıl’a damgasını vurmuş olan kişidir.
söndürmek için bir itfaiye teşkilatının olmayışı bu afetin zaman Mimar Sinan’ın eselerinin listesini veren elimizde belgeler var.
zaman ortaya çıkmasını ve çok tahribat yapmasını kolaylaştır- Bu belgelerde 400’ü aşkın eserin adı var. Bunlardan birçoğu
mıştır. Ancak 18. yüzyıl’da bir Fransız dönmesi olan gerçek Da- bugün mevcut değil. Bunların bir kısmını yıkıp kaldırmışız, bir
vut Ağa adındaki kişi İstanbul’da ilk defa yangın tulumbasını kısmına önem vermemişiz, şu olmuş bu olmuş. Fakat ne olursa
tanıtmış ve modern itfaiye teşkilatı kuruluncaya kadar da bu olsun ortada kalan büyük eserler var. Şehzade Camii, Süleyma-
teknik kullanılmıştır. niye Camii ve nihayet Osmanlı Türk mimarisinin şaheseri olan
İstanbul’un Osmanlı Türk mimarisinin gelişme safhaları bü- Edirne’deki Selimiye Camii. Selimiye Camii mimarlık bakımın-
tün ayrıntıları ile kendini gösterir her dönemin her sanat akı- dan bir şaheser. Yalnız estetik bakımından değil, yalnız şehirci-
mının irili ufaklı örnekleri ile her tarafta karşılaşılır idi. Konak- lik bakımından değil, yalnız mimarlık bakımından değil, yalnız
lar ve evler yukarıda belirtildiği gibi deprem ve yangınla yok ol- mühendislik bakımından değil, fakat bir sanat varlığı olarak da
duğundan bunlardaki gelişimi ne yazık ki takip etmek mümkün büyük bir eser. Fakat bizim tecellimiz, bir garip milletiz biz. Biz-
değil. Ancak son dönemlere ait ev mimarisini örneklerine rast- den Avrupa’da dünyanın harikalarına dair isim vermemizi isti-
lanabiliyor. Şehrin aralarda yükselen bazı konaklarla mütevazı yorlar, biz vere vere Ayasofya’yı veriyoruz. Bunu bizim Kültür
Bakanlığı’mız yapıyor. Ben hayret ettim yani, niçin Selimiye’yi
ahşap evlerden oluşan genel manzarası orada yükselen beyaz
vermiyoruz? Bizden olan ve gerçekten gerek statik bakımın-
minareler ile süslenmişti. Bunların hepsinin üzerinde hâkim
dan, gerek estetik bakımından, gerek mimarlık bakımından bir
olan büyük külliyelerdi. Ünlü Alman mimarı Bruno Taut’un
harika olan Selimiye’yi niçin biz iftihar edilecek bir eser olarak
güzel bir buluşla söylediği gibi “şehir taçları” bu büyük külliye-
bir harika olarak, mimarlık şaheseri olarak Avrupa’ya takdim

50 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 51


etmiyoruz? Ben bunu anlamış değilim. Eğer bu kararı alan Kül- yaz, mavi, kırmızı ve mercan kırmızısı. Hafifçe kabarık bunların
tür bakanlarının içinde bunu karşısına alıp cevap verebilecek üzerleri, o kırmızı kısımlar, herhalde teknik öyle icap ettirmiş
bir kişi varsa çıksın karşıma. Bu acı bir şey. Hoş Ayasofya’yı da ve bu 17. yüzyıl başlarına kadar sürmüş. Binaenaleyh, Osmanlı
kabul etmediler ya. O da ayrı bir mesele. Ama bizim de kendi- devri Türk sanatını incelerken, takip ederken gelişmesini bü-
mizi bu kadar aşağılamamıza gerek yok kanaatindeyim. tün bunları hesaba katmak lazım. Bunlar öyle havadan yaratıl-
Sinan’dan sonra gelen ve onun üslubunu devam ettiren mış değil, şunun bunun tesiriyle olmuş değil. Efendim işte, ney-
mimarlar var. Bildiğiniz gibi Osmanlı devri Türk sanatında bir miş İran’dan çini ustaları getirmişler, ama çini ustası işe değil
geçiş devri var, başlangıç devri var. Başlangıç dönemi, arkaid bu, orada zevke, estetiğe damgasını vuran, o zamanki Osmanlı
dönemi ve arkasından bir klasiğe geçiş dönemi var ki, Fatih ve cemiyeti, medeniyeti, onu hesaba katın. Evet, Hıristiyan mi-
Sultan II. Beyazıt dönemi ve ondan sonra klasik dönem başlı- marlar da çalışmış, Bursa Yenişehir’deki Postinpuş Baba veya
yor ki, o döneme damgasını vuran Mimar Sinan’dır. 16. ve 17. Seyit Mehmet Dede Zaviyesi’ne bakın, duvar örgüsü tamamen
yüzyıllar, Sinan birdenbire ortaya çıkmış değildir. Onu yaratan Bizans’tır. Ama bina plan itibariyle, ruh itibariyle, mana itiba-
Osmanlı mimarisinin o zamana kadarki birikimidir, akımıdır. riyle öz be öz Osmanlı’dır. Ama duvar örgüsü, duvar tekniği
Ondan sonra, o devlet, o sanata önem vermiş. O eserler yara- tamamen Bizans’tır. Belli ki Bizanslı ustalara şöyle bir bina ya-
tılmış ve Sinan’dan sonra da bu devem etmiştir. 17. yüzyıl’da pacaksın sen buraya demişler, o da baş üstüne paşam demiş
Sinan’ın ekolünün devam ettiğini görüyoruz. Tabii bu, yalnız yapmış onu. Duvarında yürek biçiminde bir tane niş vardır o
mimaride kalmıyor, diğer sanatlarda da var. Bir mezar taşının yapının. Aynı yürek biçimindeki nişi, aynı tarihlerde yapılmış
oyması, işlemesi, bir ahşap kapı kanadının işlemesi, bir minya- olan, henüz daha İstanbul fethedilmemiş, İstanbul’daki Fenari
tür sanatın yapılması, bir hat sanatı eserlerinin verilmesi hepsi İsa Camii’nin duvarında da görüyoruz, Kariye Camii’nin duva-
aynı paralelde yürüyor. O devirde yapılmış bir kitap cildi, bir rında da görüyoruz. Boğaz kıyısı arkasındaki Yuşa Tepesi’ndeki
şaheser. Bunların harika örneklerini müzelerde görmek kabil. kalede de görüyoruz. Belliki Bizanslı ustaları çalıştırmışlar ama
Osmanlı çiniciliği, evet çini sanatını biz İran’dan getirmişiz ama eser, Bizanslı değil, Osmanlı eseri. Aslında bunları incelerken
biz kendi damgamızı vurmuşuz, kendi zevkimiz buna hâkim ol- bu şekilde tahlil etmek lazım. Maalesef bu da üzerinde yeteri
muş. Yaşadığı 150-200 yıllık dönemde de çeşitli dönemlerde kadar durulmayan bir konu. 17. yüzyıl sonlarına doğru birta-
değişmiş bu. Mesela 15. yüzyıl çinilerinde kanarya sarısı bir kım savaşlar, istilalar, Anadolu’da isyanlar, ayaklanmalar, şun-
renk var, sonra bunu yok etmişiz, kaldırmışız. 16. yüzyıl çinisin- lar bunlar, devlet otoritesinin zayıflaması, padişahların yeteri
de bu kanarya sarısını bulamazsınız. İmkânı yok. Ondan sonra, kadar güçlü olmamaları buna sebep olmuştur.
yine 14. yüzyıl’da 15. yüzyıl başlarında damgalı çiniler vardır. Osmanlı İmparatorluğu ki ben, ona İmparatorluk demi-
Yeşil firuze bir çini üzerine ıstampa ile altın yaldızlı bir süsü yorum devleti diyorum. Çünkü İmparatorluk sömürgeciliğe
vurmuşlar. Mesela bu, Bursa’da Yeşil Cami’de var. Sonra Os- dayanır. Osmanlı Devleti’nde sömürge yoktur. Her yer eşit
manlı sanatı bunu kaldırmış yok etmiş. Yok böyle bir şey. Buna devlettir. Bunun en güzel örneği de Eyüp Sultan’daki bir me-
mukabil İznik çiniciliğinde harika birtakım çiniler yapılmış. Be- zar taşıdır. Adam, Bosna’da doğmuş, büyümüş, ondan sonra,

52 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 53


Cezayir’de kadı olmuş, sonra gelmiş İstanbul’da ölmüş. İşte bu sarayları yapılıyor Fransa’da, Salzburg’ta Avusturya’da bir saray
devlet demek. Trabzonlu Ömer Aşık-i Selanik’te vakıfların ba- yapılıyor. Hatta Münih’te, Bavyera’da, Lünfenburg sarayı yapı-
şına geçmiş, Menazirül-Evalim adıyla, Osmanlı tarihi yazmıştır. lıyor. Lünfeler kimler? Su perileri, su perilerinin bulunduğu bir
Düşünün Trabzon neresi, İstanbul neresi. Rumeli’nin ahvalini saray. Bizde de Avrupa’ya giden bir elçimizin getirdiği bilgiler-
yazmıştır. O zamanın ölçülerine göre Rumeli tarihinin en güzel le, Kağıthane deresi kıyısında bir saray yapımına başlanmıştır.
şeylerinden birisidir. Ona da Sadabat adı veriliyor. Orada da su oyunları var, dört
Osmanlı bir dünya devletidir ve benim ölçüme göre, benim kademe. Katlarda sular akıyor, çeşmelerden, fıskiyelerden sular
kanaatime göre, devlettir, imparatorluk değildir. Tabii şim- fışkırıyor vs. Böylece yeni bir medeniyet, yani Batı tesirli bir
di İmparatorluk diye bir anlayış çıkarttılar, o ayrı bir hikâye. Türk sanatı doğmaya başlıyor.
Neyse biz gelelim yine medeniyet tarihine, 17. yüzyıl’da bü- Fakat Türk sanatı esas özünü henüz kaybetmiş değil. O ara-
yük sıkıntılarla devam eden Osmanlı Devleti’nin başında III. da mesela, Ayasofya’nın önünde, Bab-ı Hümayun’un önünde
Ahmet vardır. Bu bir halka huzur idaresi kurmaya çalışıyor. bildiğiniz gibi III. Ahmet Çeşmesi yapılıyor. Bu çeşme en muh-
Bu işte de yardımcısı, Nevşehirli İbrahim Paşa, bu Nevşehirli teşem Türk Çeşmesi’dir. Osmanlı çeşmesi, fakat üzerindeki be-
İbrahim Paşa sakin bir adam, yapıcı bir adam, yaşlıca da pek zemenin çokluğu yeni bir sanat estetiğinin varlığını gösteriyor.
öyle genç bir kimse değil. Ona Padişah kızını da veriyor, Fatma Yani bir an düşünün Türk sanatında her türlü imkânın verile-
Sultan’ı, ondan sonra damat da oluyor böylece, onun üzerine bileceği bir dönemde yapılan Süleymaniye Camii’nde, Selimiye
Orta Anadolu’dan yetişme bir kişi, Kayseri civarında Muşkara Camii’nde ne kadar az dekorasyona önem verilmiş. Hâlbuki
civarındaki bir köyden çıkma, o Muşkara’yı imar ediyor şehir çeşmenin çatısından, saçağından, temeline kadar süslemeyle
yapıyor. Bugünkü Nevşehir onun kurduğu şehirdir. Nevşehir, bezenmiş durumda. Sultan Ahmet Çeşmesi, yeni bir estetik
yeni şehir demek. Muşkara köyü başlı başına bir şehir oluyor ve anlayışının, yeni bir zevk anlayışının Türk sanatına hâkim ol-
orada muhteşem bir külliye yaptırıyor. Cami, medrese, han ve duğunu gösteriyor. Tabii bu tesir Batı’dan geliyor. Tam tahlil
kütüphane, orada hala zengin bir de kütüphane var. Tabii bu etmek gerkirse, Sultan Ahmet Çeşmesi’nin bazı yerlerinde Batı
kişinin İstanbul’da da imarı var. Ayrıca da Sadabat Sarayı’nı sanatlarından alınma bazı motiflerin de varlığı fark ediliyor.
yaptırıyor, Kağıthane deresinin kıyısında. O yapı tamamen Mesela saçağın içindeki birtakım süsler Türk sanatında aslında
Fransız tesirinde su oyunlarıyla filan donanmış bir saray. Çün- yok, bu tamamen Batı tarzı bir şey. Avrupa’dan, Batı’dan alın-
kü o sırada Avrupa’da bu tür su oyunları olan saraylar moda. ma bir şey. Fakat bu gittikçe artıyor. Sonunda, kan ve ateş için-
Ama bu tesir nereden geliyor? de bu Lale Devri denilen bu dönemi bazı ayaklanmacılar yok
Bu aslında Avrupa’nın bir keşfi değil. Bu esas Asya’dan gelen ediyorlar. Ondan sonra yapılan bu kasırların, sarayların bir kıs-
bir şey. Böyle su oyunları olan saraylar Hindistan’da, Lahor’da mını yakıyorlar, yıkıyorlar. Hatta akıllarınca devlet idaresi ku-
var. İçinde çeşmelerin, şadırvanların olduğu, çağlayan şek- ruyorlar. Kendilerinden bazılarını şeyhülislam, kimisini de kadı
linde suların mermerler üzerinde aktığı şeyler. Bu daha sonra ilan ediyorlar. Ayak takımından bir adam da başlarına geçiyor.
Avrupa’ya gidiyor. Avrupa’da bu tip Fountain Globe, Marly Fakat devlet otoritesi yine hâkim oluyor. I. Sultan Mahmut

54 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 55


devletin başına geçtikten sonra bir ara Padişah olarak, bunları Camii III. Mustafa zamanında olmasına rağmen, biraz daha öl-
saraya davet ediyor. Ondan sonra sarayda “adamlarınız dışarı- çülü. Böylelikle mimari devam ediyor, ufak sanatlara geçiyor,
da kalsın” diyor. Yalnız elebaşları, içeri giriyor. İçeriye girdikleri çini sanatı eski zenginlik ve güzelliğini, tekniğini kaybediyor.
zaman perdenin arkasında pehlivan bilmem kim adında birisi O eski pürüzsüz, renkleri birbirine karışmamış, çiniler yok ar-
gizlenmiş bekliyor. Sırası geldiğinde, padişah biraz konuştuktan tık. 18. yüzyıl’da Tekfur Sarayı içinde de çiniler yapılıyor. Fakat
sonra bir işaret yapınca o pehlivan çıkıyor, “patrona denilen bunlar o eski klasik dönem İznik çinilerinin karakterinde değil.
herif hanginizdir” diyor, gırtlağına yapıştığı gibi adamı orada Diğer sanatlara da geçiyor. Mesela tezhip sanatında, sayfaların
temizliyor. Şefleri bir defa gittikten sonra ihtilalciler sönüyorlar başlarına yapılan tezhiplerde süslemeler tamamen baroklaşmış
tabii. Neticede ihtilal bastırılıyor fakat tahribat kalıyor. Sada- olarak çıkıyor ortaya. Yine güzel tabii ama o eskisi değil. Diğer
bat Sarayı’nın camını çerçevesini indirmişler. Ondan sonra, o kitap ciltlerinde bile görülebiliyor bu üslup değişikliği. Topka-
bir müddet o şekilde kalıyor. Fakat yeni bir mimari anlayış or- pı Sarayı’nda bile bazı odaların bazı mekânların eski devirde
taya çıkıyor. yapılmış nakışlarını beğenmemişler, yeni devre uydurmuşlar,
Türkiye’ye o zaman Avrupa’da hâkim olan Barok mimari üzerine bir tabak boya çekmişler, yeni nakışlar yapmışlar. Ka-
giriyor. Diğer taraftan da Türk sanatkârlar piyasadan çekilme- zıdığınız zaman altından eskisi çıkıyor ve böyle bir değişikliğe
ye başlıyorlar. Yani 18. yüzyıl içinde, bu Güney Anadolu’da, uğramış.
Adana civarında Bali adındaki bir Ermeni köyünden gelme 18. yüzyıl sonlarına, 19. yüzyıl başlarına doğru Avrupa’da
Balyan denilen bir aile mimariye hâkim oluyor. Bütün inşaat- yeni bir akım çıkıyor. Fransız İhtilali’nde başlayan bu akım, eski
lar babadan oğul’a bu Balyan ailesine, bunlara havale edilmeye Roma ve Yunan sanatına dönüş şeklinde gelişiyor. Buna Ne-
başlanıyor. Türk mimarlar var ama eskisi kadar sesleri çıkmıyor oklasik diyorlar. Bu akım, bütün Avrupa’ya yayılıyor. Fransız-
ve bu Balyan ailesi ise çocuklarını Avrupa’da tahsil ettiriyorlar. lar bu Neoklasiğe Napolyon İmparatorluğu’ndan dolayı Ampir
Bunlar da Avrupa mimarisini, Avrupa sanatını öğreniyorlar, üslubu diyorlar. Bu üslup, çeşitli memleketlerde değişik isimler
geliyorlar, Türkiye’de uyguluyorlar. Yavaş yavaş, Avrupa’nın alıyor. İngiltere’de Victorian adını alıyor, Amerika’ya gidiyor.
bu Barok mimarisi Türk sanatına, Barok süsleme, Barok tezyi- Amerika’da ayrı bir isim alıyor. Avrupa’nın çeşitli memleket-
nat, arkasından Rokoko dediğimiz 15. Louis döneminin sanat lerine geliyor. İtalya’ya iniyor. İtalya’da da Neoklasik adıyla
zevki, yavaş yavaş hâkim oluyor. Böylelikle Türk sanatı artık tanınıyor. Hatta bazı ünlü sanatkârlar yetişiyor, saraylar ona
ayrı bir renk ayrı bir karakter alıyor. Şu kadarını söyleyeyim göre yapılıyor. Tabii bu aynı yollardan geç de olsa bize de ge-
ki bu değişimi bazı büyük binalarda insan yadırgıyor. Mesela liyor. Bilhassa III. Selim zamanında, bizde de böyle birtakım
III. Mustafa’nın 1766 depreminden sonra yeniden yaptırdığı eserler yapıldığını görüyoruz. Bunların en tipik örneklerinden
II. Fatih Camii, bugün gördüğümüz camide Barok elemanlar bir tanesi hepinizin önünden defalarca geçtiği bir yapı. Şehrin
hâkim durumda, burada biraz göze batıyor bu klasiğin yanında, ana caddesinde gördüğümüz II. Mahmut’un türbesi ve onun
Nuru Osmanî Camii de tamamen Barok. Çünkü Sultan Mah- ortasındaki sebil binası. Tamamen Roma yahut Yunan yuvar-
mut döneminde yapılmış, tamamen Batı tesirli. Fakat Laleli lak mabedi gibi yapılmış. Bizim sebil mimarimizden, gelenekler-

56 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 57


den tamamen farklı. Yani Ampir üslup dediğimiz, Avrupa’nın denildi, Bostancı Camii, İngiliz Konsolosluğu’nun arkasındaki
Neorönesans dediği üslup bize de böylece girmiş oluyor. Biz Kamer Hatun Camii, Bebek Camii, Bakırköy Camii sıralanabi-
bunu da bir süre sürdürüyor, bir süre geliştiriyoruz. O sırada lir. Bunlar, Türk Neoklasik üslubunda yapılan camilerdir. Ke-
Avrupalılaşma sevdasıyla bizde Tanzimat oluyor. Resmi kamu malettin Bey’in bu eserleri, tamamen Sinan devri yapılarının
binaları yapıldığında bu üslubu daha geliştirerek kullanıyoruz. karakterlerinde olan yapılardandır. Kemalettin Bey, son derece
Buna Tanzimat üslubu da deniyor bizde. Tanzimat üslubu ile eski Türk sanatına bağlı bir ustadır. Tabii yabancılar bu arada
büyük binalar yapıyoruz. Tabii bu arada Avrupalı mimarlar da yine inşaatlarına devam ediyorlar. Nitekim Sirkeci Garı’nı Al-
para kazanmak için Türkiye’ye geliyorlar, onlar da bu üslup- man mimar Yasmund yapmıştır. 19. yüzyıl sonlarında. 20.yüz-
larda binalar yapıyorlar. Mesela bunun bir örneği Taksim’de yıl başlarında iki Alman mimar Cuneo ve Ritter Haydarpaşa
bulunan, şimdi, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne ait olan eski Garı’nı yapmışlardır. Onlar hala kendi üsluplarını devam etti-
kışla binası. Bu bina Smith adında bir İngiliz’in eseri. Daha son- riyorlar. Bazıları Türk sanatından bir şeyler katmaya çalışmış-
ra İtalya İsviçre’sinden gelen mimar Fossati bazı büyük binalar lardır. Mesela, Sirkeci Garında Türk sanatından alınma bazı
yapıyor. Bugün izi bile kalmayan Ayasofya’nın önündeki eski şeyler vardır. Tıp fakültesi olarak yapılan Haydarpaşa’daki bina
Darülfünun binası, yandıktan sonra, yıktılar, kaldırdılar. Bun- yine batılı mimarların eseri olmasına rağmen Türk yapı sana-
lar Neoklasik üslupta yapılmış binalardır. Avrupa’dan daha tından alınma unsurlar katılmak suretiyle daha karma bir görü-
başka mimarlar da geliyor. İtalya’dan, Fransa’dan geliyorlar. nüş almıştır. Sonra, saraylar yapılıyor. Onları da Balyanlar inşaa
Mesela Dolmabahçe Sarayı’nın iç dekorasyonunu yapan, Pa- ediyor genellikle. Onlar da karmadır, Türk vardır, yabancı var-
ris Operası’nın iç dekorasyonunun ustası olan Seşan’dır. Üni- dır, gotikten bazı şeyler almışlardır. Bu karma mimari padişah-
versite merkez binasını yapan yine Fransız mimar Burjuva’dır. lığın sonuna kadar geliyor. Böylelikle de Osmanlı devri Türk
Onun önünde bugün fakülte binası olarak kullanılan Fuat Paşa sanatı da sona ermiş oluyor. Böyle karma binaların ki bunlara
Konağı da onundur. Fakat üniversite olduktan sonra konak- eklektik sanat ürünü deniyor. En belirli örneği Aksaray’daki
lığından bir şey kalmadı, içerisini tamamen değiştirdiler Böy- Valide Camii’dir. Mimarisi ana çizgileriyle İslam Türk sanatına
lelikle 19. yüzyıl sonlarına doğru Türk mimarlardan birtakım uymakla beraber binanın dış görünüşü ve süsleme elemanları
genç mimarlar yetişinceye kadar, yabancı mimarlar tamamen gotik ve Türk karışımı halindedir.
Türk mimarisine hâkim oldular. Tanzimatla birlikte birtakım yenilik hareketleri yapılırken
Yetişen Türk mimarların başında Mimar Kemalettin Bey şehrin kolluk teşkilatı da bir düzene konulmuş ve batı mimari-
geliyor. Almanya’da mimarlık tahsili yapan Kemalettin Bey sine uygun birtakım karakol binaları da yer yer inşa edilmiştir.
döndükten sonra yeni Türk mimarisini geliştiriyor. Cumhuri- Bunların bazıları büyük olduğu gibi gayet mütevazıleri de vardır.
yet devri mimarisine de geçen bu yeni Türk mimarisi, tama- Bunların özellikleri kapılarının iki sütuna oturan üçgen alınlıklı
men eski Türk mimarisinden ilham alıyor. Mimar Kemalettin bir girişe sahip olmasıdır. Tabi burada Osmanlı Devleti’nin son
Bey’in eserleri arasında şimdi, Laleli’de otel olarak kullanılan yüzyılında İstanbul’un içinde veya yakınlarındaki mahallelerde
Harlikzedegan Apartmanları, bir ara Tayyare Apartmanları da genellikle batı mimarisine uygun çeşitli kamu binaları, okullar

58 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 59


yapıldığı gibi gerek tarihi İstanbul içinin gerek Galata’nın ge- mahveden şeylerden bir budur. Bu tutumdur. Bizim İstanbul’u,
rek karşı yakada Kadıköy’ün sivil yapılaşması batılı sivil mima- tarihi İstanbul’u karakteriyle yaşatmanın çarelerini aramamız
ri prensiplerine uymak suretiyle gelişmiştir. Şehrin imarı için gerekirdi. Bunu yapmadık, Avrupa’dan getirilen her şehircilik
zaman zaman bazı şeyler yapımına girişilmiş. Bunlardan bir uzmanından raporlar alarak onların dümen suyunda bu işleri
tanesi İstanbul tarafında bir yangından sonra Bayezid’a doğru devam ettirmeye çalıştık ve İstanbul’u kaybettik. Şimdi tekrar
açılan caddenin genişletilmesidir. Daha sonraları Beşiktaş’tan bulmaya çalışıyoruz. O kaybedilen ne derece bulunabilir onu
itibaren Dolmabahçe Sarayı’ndan Tophane’ye doğru bir cad- bilemiyorum. Zaten bu hususta bana danışan da yok. Onun
de yapımına başlanılarak birçok eserler yıkılmış veya yerlerin- için ne yaptıklarını ya da ne yapacaklarını bilmiyorum. Fakat
den sökülerek başka yerlere taşınmıştır. Nitekim Nusretiye birtakım çalışmalar var, bir şeyler söyleniyor. Gerçi ortada bir
Camii’nin bugün avlusunda görülen sebili ve muvakkithanesi şey yok ama.
aslında karşı tarafta Tophane kışlasının kapısının iki tarafında Şimdi bir de 2010 yılında İstanbul’u dünya kültür başkenti
idi. Bu fotoğrafta görülür. Şehrin bünyesindeki en önemli deği- yapacaklarmış onun çareleri araştırılıyor. Fakat şurada az bir
şiklik 20.yüzyıl başlarındaki birkaç yangından sonra olmuştur. süre kalmış, bu sürede bu arada ne yapılabilir, ne yapılması la-
Bayezid’da Fatih Edirnekapısı’na bir cadde, bir başka cadde zımdır onu da bilemiyorum. Herhalde onu da düşünmüşlerdir.
Bayezid’dan Laleli’ye, üçüncü olarak Taksim’den Harbiye’ye Şehir, heteroklit, yani belirli bir sistemi, belirli bir havası ol-
caddeler açılmasına girişilmiş. Bunlar içinde Paris’in Raspail mayan bir şehir karakterine büründü. Eski şehir mi denilecek,
Bulvarı örnek alınmıştır. Caddenin ortasında bir refüj ve bu- yeni şehir mi denilecek, modern bir şehir mi denilecek bilemi-
nun iki yanına ağaç dikiliyordu. Trafik sağdan ve soldan işli- yorum. Benim söyleyeceğim bundan ibaret. Hepinize teşekkür
yordu. Ancak bu caddeler de Menderes istimlâkleri zamanında ediyorum.
ortadan kaldırılmıştır.

Cumhuriyet Dönemi Mimarisi

Cumhuriyet devrinin başlarında eski Türk Neoklasiği’nin


devamının Ankara üslubu olarak devam ettiğini görüyoruz. Fa-
kat o da fazla yaşamıyor. Bu defa da modern mimariye kayalım
diye bir akım başlıyor. Modern mimari örnekleri Ankara’nın
başkent oluşuyla birlikte görülüyor. Aynı şey İstanbul’da da
mevcut. Büyük binaların yapımına geçiliyor. Şehir karakteri-
ni tamamen değiştiriyor. Bir Avrupa şehrine benzeteceğiz diye
imar adı altında birtakım yıkımlara girişiliyor. İşte İstanbul’u

60 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Şehircilik Tarihine Bilimsel Bir Bakış 61


Osmanlı Yönetim Sisteminde
Topkapı Sarayı’nın Rolü

İlber Ortaylı*5

Giriş

T opkapı Sarayı kompleksi, bünyesinde birçok yapıyı ba-


rındıran bir eğitim ve yönetim merkezi niteliğindeydi.
Saray, bu özelliğini 19. yüzyıl’ın ikinci yarısına kadar devam
ettirmiştir. Bu seminerde, Sarayın ana bölümlerinden Divan-ı
Hümayun, Enderun ve Harem’e kısa bir girizgâh yapılmıştır.

Divan-ı Hümayun

İstanbul’un fethinden sonra 1459-1460 yıllarında evvela


Bayezit’deki eski sarayda bir idari başlangıçtan söz edilebilir.
Yani İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampusu’nun olduğu yere
bir saray yaptırılmış, onun ardından Topkapı Sarayı idare mer-
kezi olarak seçilmiş. Bugünkü Hazine Dairesi’nin bulunduğu
yer de Fatih Köşkü’dür. Makam-ı sadaret, sarayın dışındadır.
*
Prof. Dr., Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü.
Yaklaşık ilk iki asır boyunca, vezir-i azamın konağı neresi ise olması fevkalade önemlidir. Ancak, bu durum yanlış anlaşılma-
orası sadaret makamı olarak kabul edilmiş. Diğer bir ifade ile malıdır. Elbette ki onlar da kanunlara tabidirler ve işlemleri ka-
sadrazamlığa bağlı kalemler ve memurlar orada çalışmış. Son- nunlar çerçevesinde yaparlar. Mali defterler üzerinde oynamak
ra 17. asırda, bugünkü Bab-ı Ali denilen yer, yani İstanbul hiçbir şekilde mümkün değildir.
Valiliği’nin bulunduğu yere sadaret konağı yapılmış ve burası Yargı erkinin başı olarak kazasker de sadrazamdan bağımsız-
zamanla Osmanlı hükümetinin adını, yani Bab-ı Ali adını al- dır. Vilayetlerde de Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin tayin
mıştır. Bununla birlikte, sadrazamın, diğer vezirlerin, kazasker- ettiği kadılar da beylerbeyi ve sancak beyinden bağımsızdır. Mi-
lerin ve hükümetin diğer yetkililerinin haftanın beş günü top- marbaşı da doğrudan kadıya bağlıdır ve bu nedenle, dışarıdan
landıkları yer ise Topkapı Sarayı kompleksi içindeki Divan-ı müdahale neredeyse imkânsızdır. Sadrazamlar bile mimarbaşı-
Hümayun’dur. nın onaylamadığı hiçbir binayı yapamazlar.
Divan toplantıları, II. Murat’tan itibaren, yani İstanbul’un Saray ve sadaret birbirinden ayrı makamlardır. O dönemin
alınışından çok önce padişahsız yapılmaya başlamıştır. Padişah Osmanlısı’nda yüksek yargı diyeceğimiz bir kurul olmamak-
kafesli bölümden toplantıları takip etmiştir. Toplantılara son la birlikte, Divan-ı Hümayun temyiz görevi de yapar. Ancak,
vermek istediğinde de kafese vurmaktaydı. Toplantının so- mutlak anlamda bir temyiz mahkemesi değildir. Divan, bu
nunda, alınan kararlar ve diğer hususlar sadrazam tarafından amaçla Cuma günleri toplanır ve padişah adına adaleti tesis
padişaha arzedilirdi. Divan-ı Hümayun kalemleri de burada eder. Kadılar hakkındaki şikâyetleri inceletmek üzere, müfettiş
çalışırdı. kadılar görevlendirilirdi. Cuma günleri Osmanlı’da tatil değil-
Sadarete doğrudan bağlı olan görevliler şunlardır: Bugün- dir. Temyiz mahkemeleri Tanzimat döneminde kurulmuştur.
kü dışişleri bakanına benzer görevleri yürüten “reisülküttap”.
Nitekim 19. asırda reisülküttap adı “umuru hariciye nezareti”
olarak değiştirilmiştir. Bir diğer görevli ise “sadaret kethüdası” Enderun
(katib-i kâhyası). Bu da bugünkü içişleri bakanına benzer gö-
revlerle uğraşıyordu ve II. Mahmut döneminde “umur-u dâhi- Topkapı Sarayı aynı zamanda bir okuldur. Saray’daki Ende-
liye nazırı” olarak adlandırılmıştır. run gibi mekânlar eğitim amaçlıdır. Buraya devşirmeler getirilir
Devletin mali işleri sadarete bağlı değildir ve sadrazam, ve iyi bir eğitim sürecinden geçirilerek devletin değişik kade-
bugünkü maliye bakanının dengi sayabileceğimiz “defterdar” meleri için yetiştirilirlerdi. Ortalama 3 yılda bir “devşirme emri”
üzerinde doğrudan bir yetkiye sahip değildi. Yani bugünkü ma- çıkardı. Birkaç bin çocuk köylerden, büyük ailelerden toplanır
liye bakanıyla başbakan arasındaki ilişkiye benzer bir bağlantı ve Saray’a getirilirdi. Bazı Balkanlı yazarların iddia ettiği gibi
kurulmamalıdır. Çünkü defterdar doğrudan padişaha bağlıdır. bu iş her yıl yapılmazdı ve yalnızca birkaç bin çocuk toplanırdı.
Mali işlemlerin selameti bakımından hazinenin kullanımı çok Tüm Hıristiyan tebaanın erkek çocuklarının toplanması gibi
önemlidir. Defterdarın bağımsız ve kendi başına otorite sahibi bir şey söz konusu değil. Devşirilen çocuklar, istikbal vadeden

64 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı Yönetim Sisteminde Topkapı Sarayı'nın Rolü 65


ve kişisel nitelikleri iyi olanlardan seçilirdi. Çocukların diline, hayat katıdır ve çok disiplinlidir. Mesela, karanlık bastıktan
dinine, milliyetine vb. bakılmazdı. Devşirmelere örnek olarak sonra Enderun ağalarının koğuştan koğuşa geçmesi mümkün
Sokullu Mehmet Paşa ve Mahmut Paşa verilebilir. Devşirmele- değildir. Akşamları güvenliği sağlamak için zağarcıbaşı, zağar-
re verilen eğitim İslami’dir ve Osmanlı’ya özgüdür. Yeniçeri’ye ları ve adamları ile etrafı kolaçan ederler. Hava karardıktan
ayrılan çocuklar, dil ve din öğrenmeleri için Edirne ve Bursa sonra, talebeler koğuşa kapanır ve edebiyat, Kur’anı-Kerim
gibi vilayetlerin köylerine gönderilirlerdi. tilâveti, hat, tezhip vb. işlerle meşgul olurlar. Yatsı namazın-
Daha zeki çocuklar ise, 14 -15 yaşlarında Galatasaray’ında, dan hemen sonra yatılır ve sabah namazından önce kalkılır.
Edirne Sarayı’nda veya Topkapı Sarayı’nda kalırlardı. Örne- Saray’da, öyle anlatıldığı gibi eğlence, zevk-ü sefa yoktur. Mü-
ğin, Topkapı Sarayı’na 14-15 yaşındayken gelen en nitelikli zik öğrenilir ama hiçbir zaman müzikle keyif çatılmaz. Saray’da
çocuklar, edebiyat, tezhib, dil, din, spor vb. konularda yoğun ağalar arasında içki de yasaktır. Saray yemekleri lezizdir ve
bir eğitimden geçirilirlerdi. Saray’da hizmet etmeye başlarlar özenle hazırlanır. Günlük 50–60 çeşit yemek çıkarılır. Herkes,
ve hizmet ettikçe de terfi ederlerdi. Büyük küçük odalarda, adab-ı muaşerete riayet etmekle yükümlüdür. Bu konuda çok
Seferli ve Kilerli Koğuşu’nda, Hazine Koğuşu’nda ve nihayet sıkı kurallar ve uygulamalar vardır. Bunların hilafına hareket
Has Oda’da hizmet ederler. Has Oda aynı zamanda “mukad- edenler cezalandırılır. Hırsızlık büyük suçtur ve cahilane bir şe-
des emanetler”in korunduğu yer. Buraya terfi edenler, mukad- kilde anlatıldığı gibi oğlancılık-lutilik de yoktur. Bu tür davra-
des emanetlerin korunması ve bakımı ile meşgul olmaktaydı. nışların cezası çok ağırdır. İnsanlar birbirlerine “siz” diye hitap
Has Oda reisinin rütbesi vezarete eşittir. Bu nedenle, çok eder. Harem’de 5–7 sene eğitim gören genç kızlar, evlendiri-
önemli bir yerdir. Topkapı Sarayı’nda ortalama on yıllık bir lerek gönderilir. Kalanlar ise memur olurlar. “Haseki sultan”
eğitim ve hizmet döneminden sonra, “mirliva” (tuğgeneral) ve “valide sultan” gibi padişahın birinci dereceden yakınları
veya “vezir” unvanıyla Saray dışında çalışmaya başlarlar. Yani ise Harem’de kalmaya devam eder. Bir okul olarak Harem ve
üst düzey yönetici olurlardı. Saray’dan ayrılışları görkemli bir Enderun’un yerini 19. asırda mektepler almıştır.
törenle gerçekleşirdi. Hülasa, Saray, bu tür yöneticiler için ni-
hai yetişme yeri idi.
Sonuç

Harem Topkapı Sarayı’nda idari hayatın ve eğitim faaliyetlerinin,


19. asrın ortasında bittiği görülmektedir. Ondan sonra, ne ya-
Harem de bir tür eğitim mekânıdır. Okuma yazma oranı çok zık ki böyle uzun ömürlü bir sistem kurulamamıştır.
yüksektir ve Harem kadınlarında asla cehalet söz konusu değil-
dir. Dikiş nakış, yemek, müzik, hat, tezhib gibi konuları çok iyi
bilirler, usul erkânı bilirler. Hem Enderun’da hem de Harem’de

66 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı Yönetim Sisteminde Topkapı Sarayı’nın Rolü 67


Soru ve Cevaplar rit Adası’dır. Orada tekke kurulmamış, daha çok bektaşi baba-
ları ve alevi dedeleri İslamiyet’i yaymışlar. Medreseler çok zayıf
Soru: Topkapı Sarayı’nda eğlence yok ama müzik ve müzik kalmış ve bu nedenle, orada halk tipi bir İslam var. Kıbrıs’a da
eğitimi var. Topkapı Sarayı’nda müzik eğitimi nasıl örgütlen- tamamıyla dağdaki Türkmenleri sürmüşler, isyan çıkarmasınlar
miştir? diye. O dönemin edebiyat dili Farsça’dır. Atalarımız zevk sahibi
Cevap: Müzik eğitimi Saray içinde veriliyor. Saray bu ko- insanlardı. Farsça’daki güzelliği ve zenginliği gören aklı başında
nuda dışarı ile ilgilenmiyor. Yani, müziği halka yaygınlaştırmak hiç kimse bu dile sırtını dönmez. Atalarımız da böyle yapmış.
veya bu konuda bir şeyler öğretmek gibi bir amaç güdülmüyor. Firdevsi 10.-11. yüzyıl’da, Ömer Hayyam 11.-12. yüzyıl’da, Sadi
Daha sonraları da bu yaklaşım terk edilmemiştir. Örneğin, ne 12.-13. yüzyıl’da ve Hafız 14. yüzyıl’da yaşamıştır. Bu kadar bü-
Abdülaziz ne de Abdülhamit bu konuda halka bir şeyler öğret- yük şairleri çıkaran bir dil, elbette edebiyat dili olur. Farsça’yı
meye veya kabul ettirmeye çalışmamıştır. Abdülaziz alaturka edebiyat dili olarak seçen dedelerimizi ayıplamak doğru olmaz.
bestelerin yanı sıra çok güzel alafranga besteler de yapmıştır.
Soru: Şehzadelerin eğitimine değinebilir misiniz?
Aynı şekilde Abdülhamit de batı müziğini severdi ve dinlerdi.
Saray yönetimi, bu özelliği ile Cumhuriyet dönemi yöneticile- Cevap: Şehzadelerin eğitimi fevkalade önemliydi. Onlar
rinden farklıdır. Cumhuriyet döneminde halka batı tarzı müziği Enderun’da yetişirdi ve Osmanlı Türkçesi dediğimiz, özel bir
sevdirmek için okullar açılmış, değişik müesseseler kurulmuş, Türkçe öğrenirlerdi. Daha sonra, yönetim becerileri gelişsin
birçok organizasyon yapılmış. Mesela Atatürk aslında alafranga diye Manisa, Amasya ve Trabzon gibi vilayetlere gönderilirlerdi.
müzikten hoşlanan biri değil. Ancak, bunun yararlı ve gerekli
Soru: Hükümdarın, kendi kardeşlerini katletmesi hususunu
olduğuna inanıyor ve konservatuar kurduruyor.
açıklayabilir misiniz?
Soru: Tekkelerin müzik eğitimindeki yerini anlatabilir
Cevap: Kardeş katli, taht için birbirleriyle kavga eden kar-
misiniz?
deşlere karşı getirilmiş bir tedbirdir. Osmanlı, bu tür kavgalar-
Cevap: 19. yüzyıl’ın ortalarında İstanbul’un nüfusu 700 dan çok çekti. Kardeş katli nizamı âlem içindir caizdir. Sizin
bin civarındaydı. Şehirde 300’den fazla tekke ve dergâh vardı. kardeşinizi katletmenize benzemez. Yani kardeşinizi katletme-
Buralar güzel sanatlar açısından çok faal yerlerdi. Hat, tezhip,
niz cinayettir ve günahtır. Ama padişahın kardeşi sizin kardeşi-
müzik, edebiyat, Farsça öğretiliyordu. Buraların müdavimleri
ne benzemez. Onların kavgası, halkı birbirine düşürüyor, birbi-
çoktu. Herkes bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Hiçbir şey öğren-
rine kırdırıyor. Kanlı ve acı örneklerle doludur tarih.
meyenler ise, öğrenenleri seyrediyor, edebiyat erkân öğreniyor,
bir iş görüyor, hizmet ediyor. Tekkelerin bulunmadığı yerlerde Soru: Bir fetvanın alınmasında şeyhülislamın konumu hak-
kültürel hayat zayıf kalmış. Bunun en dikkate değer örneği Gi- kında bilgi verebilir misiniz?

68 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı Yönetim Sisteminde Topkapı Sarayı’nın Rolü 69


Cevap: Osmanlı uleması, verilen kararların onay makamı-
dır. Eğer verilen karar doğru ise tasvip eder, yanlış ise karşı
çıkar ve onaylamaz. Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi’nin Ya- Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
vuz Sultan Selim’in Balkanlar’da zorla Müslümanlaştırma dü-
şüncesine karşı çıktığı söylenir. Yavuz’un da ona uyduğu fakat
İstanbul’da Belediye Yönetiminin
vakıfların mallarının, zaruret karşısında devletleştirilmesi kara- Gelişimi
rına da karşı çıkmıştır ulema, ama idare onları dinlememiştir.

Bilal Eryılmaz*6

Giriş

B elediyeciliğin, idari açıdan üç temel unsuru, “vizyon”,


“finansman” ve “organizasyon” olarak sıralanabilir. Bu
üç unsurun varlığı ve birbirleriyle uyumu, belediyenin bir yöne-
tim mekanizması olarak gelişmesi ve halkın ihtiyaçlarının karşı-
lanması açısından önemlidir. İstanbul’da belediye yönetiminin
tarihi gelişimi, bu açıdan üzerinde önemli durulması gereken
bir süreçtir. İstanbul tarihi olarak çok önemli bir şehirdir. Bi-
zans ve Osmanlı’ya başkentlik yapmış, Asya ve Avrupa’nın bu-
luşma noktasında olan müstesna bir konuma sahiptir. Tarihi,
kültürel ve doğal özellikleri, yerine konulamaz niteliktedir. Bu
nedenledir ki, bu şehrin yönetimi, her devirde özel olarak dü-
zenlenmiştir. Bu seminerde, İstanbul’da belediye yönetiminin
tarihi gelişimine Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e uzanan
bir süreç çerçevesinde yaklaşacağız. Bu çerçevede, İstanbul’un
*
Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi.

70 İstanbul, Kent ve Medeniyet


Osmanlı Devleti ve Cumhuriyet dönemlerindeki yönetim yapı- ulema sınıfının burada ikamet etmesi, devlet kurumlarının, es-
sının gelişimine, kısmen de günümüzdeki sorunlarına ve çözüm naf ve tüccar sınıfının burada faaliyet göstermesi, Dersaadet
önerilerine temas edeceğiz. kadılığının önemli üstünlükleriydi. Eyüp Kadılığı, İstanbul’un
batısında kalan ve Çatalca ile Silivri’yi de içine alan bölgeyi
kapsamaktaydı. Galata Kadılığı, Haliç’ten itibaren Karade-
Osmanlı İstanbul’unda niz kıyılarına kadar olan bölgeyi, Üsküdar Kadılığı ise Şile ve
Belediye Yönetimi Gebze’ye kadar olan yerleşim birimlerini kapsamaktaydı.
İstanbul’un yönetiminden sadece kadılar sorumlu değildi.
İstanbul’un yönetim yapısının daha iyi anlaşılabilmesi için, Örneğin, sadrazamların da İstanbul’un yönetiminde doğru-
Osmanlı Devleti’nin yönetim yapısına kısaca değinmekte ya- dan yetkisi vardı. İstanbul’da Divan-ı Hümayun haftada dört
rar var. Osmanlı’da mülkün sahibi ve devletin başı padişahtır. gün toplanır ve kalan konular da Çarşamba günü toplanan
Merkezi yönetim olarak, Divan-ı Hümayun, Bab-ı Ali, Yeni- “ikindi divanı” nda görüşülürdü. Bu toplantıya duruma göre
çeri ve Ulema olmak üzere dört temel yapılanma ve bunlara İstanbul’da görev yapan dört kadı da katılırdı. Bu toplantılarda,
yardımcı olan diğer unsurlar söz konusudur. Taşra yönetimi İstanbul’un sorunları ve ihtiyaçları görüşülür ve çeşitli kararlar
ise eyalet, sancak, kaza ve köylerden oluşmaktaydı. Bu haliyle, alınırdı. Sadrazam da uygun gördüğü zamanlarda İstanbul’un
Osmanlı Devleti yeknesak bir devlet değildi: Birçok eyalet var- sorunlarına çözüm bulmak amacıyla toplantılar yapardı. Özel-
dı ve buralarda statü ve uygulama farklılıkları söz konusuydu. likle İstanbul’un çarşı pazarı için gerekli ihtiyaç maddelerinin
Dolayısıyla, İstanbul da kendine has yönetim yapısı olan, idari temini, güvenliğin sağlanması ve yangınlardan korunması gibi
süreçlerin ve kurumların özgünleştiği bir şehir idi. hususlar, hükümetin hep ilgilendiği temel konulardandı.
Mahalle, Osmanlı şehir yönetiminin çekirdeğini oluştur-
maktaydı. İstanbul’da mahalleler topografyaya uygun olarak
İstanbul’da Klasik Dönem
şekillenmiş, kendi kendini yöneten, adeta kapalı idari birim-
Osmanlı Belediye Yönetimi lerdir. Mahallenin başında, Müslüman mahallelerde “imam”
bulunurdu. İmam, mahalledeki nüfus hareketlerini kayıt alına
İstanbul, fethedildiği 1453’ten 1826 tarihine kadar kadılık alır, doğum, ölüm ve nikâh işlemlerini yapar, mahallenin gü-
kurumu ile yönetilmiştir. Şehir, dört ayrı kadılık bölgesine ayrıl- venliğini ve temizliğini koordine ederdi. Güvenlik ve temizlik,
mıştı. Bunlar, Dersaadet ve Bilad-ı selase denilen Eyüp, Galata ücreti mahalleliler tarafından karşılanan görevlilerce yerine ge-
ve Üsküdar’dır. Dersaadet, bugünkü Suriçi’ni (Fatih İlçesi’ni) tirilmekteydi. Mahalleye yerleşmek de, sıkı bir denetime tabi
kapsayan bir alandı ve “İstanbul Beyefendisi” de denilen İstan- tutulmuştu. Eğer bir kişi o mahallede oturmak isterse, mahalle-
bul Kadısı, buradan sorumlu idi. İstanbul Kadısı’nın konumu, de oturan iki kişinin ona kefil olması gerekirdi. Osmanlı şehir-
diğer üç kadıdan yüksek olmakla birlikte, onların amiri değil- lerinde Müslümanlar ile gayrimüslimler ayrı mahallelerde yaşa-
di. Nüfusun önemli bir kısmının burada oturması, yönetici ve maktaydı. Müslüman mahallelerdeki imamın sorumluluğunu,

72 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’da Belediye Yönetiminin Gelişimi 73


gayrimüslim mahallelerinde hahambaşı, kocabaşı veya papaz yardımcıları vasıtasıyla yürütürdü. Muhtesip, çarşı ve pazar-
gibi diğer görevliler/din adamları yapmaktaydı. da disiplin ve düzenin sağlanmasından, narh uygulamasından
Osmanlı şehir yönetiminin bir diğer aktörü de lonca teşkila- ve malların kontrolünden sorumlu idi. Bir bakıma, bugünkü
tı idi. Lonca teşkilatının, çarşı ve pazardaki esnaf arasında dü- güçlendirilmiş belediye zabıtanın fonksiyonlarına sahipti. Su-
zen, disiplin, malların kalite ve standartlarının sağlanması, es- başı, şehirde güvenliğin sağlanmasından, tahir subaşısı, şehrin
naf arasında yardımlaşma ve dayanışmanın geliştirilmesi, çarşı temizliğinden, mimarbaşı ise planlama ve imar çalışmalarının
ve pazarın temizliğinin ve bakımının sağlanması gibi görevleri yapılmasından sorumluydu.
vardı. Loncalar, kadıların denetim ve gözetimi altında faaliyet-
lerini sürdürmekteydiler. Ekonominin motoru olan bu birimle-
İstanbul’da Modern
rin başında bir kethüda bulunur ve bunların da tepesinde şehir
kethüdası yer alırdı. 4. Murat zamanında İstanbul’un tüm var- Belediye Teşkilatının Kurulması
lıklarının bir envanteri çıkarılmış, bu sayım işi üç ay sürmüş,
bu bilgiler “Evsaf-ı Kostantiniye” (İstanbul’un Vasıfları) adlı Osmanlı şehir yönetimi, bir takım iç ve dış faktörlerin etkisi
bir kitapta toplanmış, Tarihçi Solak zade (Mehmet Hemdemi ile zaman içinde değişmeye başladı. Bu faktörler; “uluslar ara-
Çelebi, 1590-1658) bu kitabı Padişahın huzurunda okumuş, sı ticaretin gelişmesi ve Osmanlı ekonomisinin özellikle Batı
Padişah’ın da onu dinlerken, “ Aman Allahım! Lütfeyle de bu dünyasına daha açık ve duyarlı hale gelmesi”, “liman kentle-
şehir kıyamete kadar böyle refah içinde yaşayıp gitsin” dediği rinin büyümesi ve ekonomik açıdan canlanmasıyla birlikte,
belirtilir. Bu kitapta, İstanbul esnafının sayımı ve dökümü bir- buralarda yeni sosyal ve ekonomik ihtiyaçlara cevap verecek
kaç yüz sayfa olarak yer almış; Loncalar 52 kesime ayrılmıştır. yönetim yapılarının oluşturulması ihtiyacı”, “azınlıkların yö-
Vakıflar da şehir yönetiminde aktif rol alan aktörlerdi. Ca- netime katılma ve eşitlik talepleri ve bunların Batılı devletler
milerin, medreselerin, hanların, hamamların, çarşıların, kü- (özellikle İngiltere ve Fransa) tarafından desteklenmesi”, “Ba-
tüphanelerin, hastanelerin, çeşme ve suyollarının yapımı, ba- tılı devletlerin ulaştığı gelişmişlik seviyesi dolayısıyla Osmanlı
kımı, halk arasında yardımlaşma ve dayanışmanın sağlanması devlet adamlarının duyduğu yönetimde reform ihtiyacı”, “Ba-
gibi birçok konuda faaliyet gösteren yüzlerce vakıf vardı. Öyle tılı devletlerin ekonomik üstünlüğü karşısında Osmanlı eko-
ki, hali vakti yerinde olmayan bir ailenin ferdi, vakıf bir evde nomisinin içine girdiği gerileme süreci ve loncaların bu süreç-
doğar, vakıf bir beşikte büyür, vakıf bir okula gider, vakıf bir ten olumsuz etkilenmesi ve bunun şehir ekonomisine olumsuz
bedestende çalışır, ölünce vakıf bir tabuta konur ve yine vakıf etkileri”, “Batı şehirlerinin sahip olduğu temizlik ve düzenden
bir mezara defnedilirdi. Kısaca, Osmanlı şehirlerinde vakıflar etkilenen bazı aydınların, Osmanlı şehirlerinde de belediye
hayatın her alanında vardı. Vakıflar da kadıların yakın gözetim teşkilatı kurma arzuları”, “Kırım Savaşı’nın etkileri ve başkent
ve denetimi altında faaliyetlerini yürütmekteydi. İstanbul’un yetersiz altyapısı”, “17. yüzyıl’ın sonlarından itiba-
Kadılar, şehir yönetiminde kendilerine verilen görevleri, ren yapılan savaşlarda alınan yenilgiler dolayısıyla, Osmanlı
muhtesip, şehir subaşısı, tahir subaşısı, mimarbaşı ve naib gibi maliyesinin zayıflaması, gelirleri azalan devletin, vakıfların ge-

74 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’da Belediye Yönetiminin Gelişimi 75


lirlerine el koyması”, “gelir kaynaklarından önemli bir kısmını vakıflar tarafından yürütülen hizmetlerde önemli aksamalar
kaybeden vakıfların, şehirlerde temel belediye hizmetlerini ve olmuş, bazı hizmetler tamamen durdurulmuştur.
diğer görevlerini eskisi kadar etkili ve verimli sunamaması” ola- 1838 yılında İngiltere ile imzalanan Baltalimanı Anlaşma-
rak özetlenebilir. sı ve sonrasında 1841 yılına kadar birçok Avrupalı devlet ile
Osmanlı devletindeki şehirlerin değişim ve dönüşüm ihti- imzalanan ticaret anlaşmaları sonucunda Osmanlı imalat sa-
yacı, başta İstanbul’da kendini hissettirir ve ilk girişim orada nayi büyük darbe almış ve artık çalışamaz hale gelen lonca
ortaya çıkardı. III. Selim ile başlayan yönetimde modernleşme sistemi etkisini yitirmiştir. Böylece Osmanlı ekonomisi, batılı
ve yeniden yapılanma hareketi kapsamında, özellikle askeri tüccar için bir açık pazara dönüşmüştür. Gayrimüslimler, mal
alanda önemli reformlar yapılmıştır. II. Mahmut döneminde ise satmak için Osmanlı topraklarına gelen Avrupalı tüccarların
yönetim, eğitim, sağlık, ekonomi ve sosyal hayata ilişkin birçok mümessili haline gelmiş ve zamanla büyük paralar kazanmış-
alanda köklü reformlar gerçekleştirilmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın lardır. Müsadere uygulaması kaldırıldığı için, elde edilen gelirin
1826 yılında kaldırılması, şehir yönetimini de etkilemiştir. Ka- kaynağı araştırılmamaktaydı. Bu durum, gayrimüslimlerin gün-
dıların yardımcıları olan şubası ve tahir subaşısı bu ocağa men- delik hayatına yansımış, geleneksel kent yapıları ve yerleşim
suplardı. Yardımcılarının büyük çoğunluğunu kaybeden kadı- sistemi değişmeye başlamış, zengin gayrimüslimler ve Müslü-
ların belediyeye ilişkin yetkileri, 1826 yılında kurulan İhtisap manlar, geleneksel mekânlarından ayrılarak daha gösterişli ve
Nezareti’ne devredilmiştir. 1829 yılında İstanbul’da ilk “ma- büyük konutlarda yaşamaya, hizmet ettikleri toplumun dışında
farklı bir hayat sürmeye başlamışlardı. Özellikle Boğaz bölge-
halle muhtarlığı” teşkilatı kurulmuş ve imamların bu konudaki
sinde yaptırılan lüks yalılar büyük ölçüde Tanzimat ve sonraki
görev ve yetkileri muhtarlara geçmiştir. 1830 yılından itibaren
dönemde ortaya çıkmıştır.
Anadolu şehirlerinde de muhtarlık teşkilatı kurulmaya başlan-
Müsaderenin kaldırılması ve dış ticaretin liberalleşmesi,
mıştır. 1826 yılından itibaren kadıların faaliyet alanı, “yargı”
her kesimden yabancının şehre olan ilgisini de artırmış, hem
ile sınırlandırılmaya başlanmıştır. Gerek kadıların ve gerekse
Avrupa’dan hem de İran ve Mısır gibi ülkelerden birçok yaban-
imamların klasik görevlerinden ayrılması, yeni bir düşünceyi ve
cının İstanbul’a yerleşmesine neden olmuştur. İstanbul’un fet-
yapılanmayı yansıtıyordu. Şehir yönetimi, yargıdan ve onun ba-
hedildiği dönemde, 40 bin dolayında olan nüfusu, 15. yüzyıl’ın
şında bulunan kadıdan ayrı bir alan olarak yeniden yapılanma
sonlarına doğru yaklaşık 100 bine, 16. yüzyıl’ın sonlarına doğru
sürecine girmişti.
ise 400 bin dolayına yükselmiştir. Yaklaşık üç yüzyıl bu nüfusu
1836 yılında kurulan Evkaf Nezareti ile vakıfların mütevelli barındıran İstanbul, Osmanlı’da tüm nüfusu kapsayacak şekil-
heyetlerinin bazı yetkileri bu bakanlığa aktarılmıştır. Padişah de ilk sayımın yapıldığı 1885 yılında 900 bin kişinin yaşadığı
vakıfların gelirlerinin, devlet bütçesindeki açıkların kapatılma- büyük bir şehir halini almıştır. O dönemde şehirde yaşamakta
sı amacıyla kullanılması, bu vakıfların sorumluluğundaki eser- olan yabancıların sayısı 130 bine ulaşmıştı. İstanbul, Osmanlı
lerin tamir ve bakımını zorlaştırmıştır. Bu durum, söz konusu Devleti’nin genel nüfus yapısının bir örneğini/temsilini oluş-
eserlerin zaman içinde bakımsızlıktan terk edilmesine, birçoğu- turmaktaydı.1885 yılı genel nüfus sayımı verilerine göre, gay-
nun yıkılarak yok olmasına neden olmuştur. Ayrıca, şehirlerde rimüslimlerin şehrin nüfusu içindeki oranı % 54 dolayındaydı.

76 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’da Belediye Yönetiminin Gelişimi 77


Şehremaneti’nin Kurulması ve nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı, özellikle Avrupa ile ilişkileri
6. Daire-i Belediye Uygulaması yoğun olan, kendi ülkelerindeki belediyecilik uygulamalarına
aşina olan Avrupalı tüccarların tercih ettiği, ekonomisi, şehrin
19. yüzyıl’ın ortalarından itibaren İstanbul’da yabancı nüfu- diğer bölgelerine göre daha gelişmiş olan ve farklı bir hayat tar-
sun artmasına paralel olarak, özellikle Beyoğlu-Galata bölge- zının sergilendiği bir bölge görünümündeydi. Zaten, Osmanlı
sinde otel, lokanta, eğlence ve alış veriş yerleri hızla açılmaya aydınları da belediyeciliği “Avrupai” bir iş olarak görmekteydi.
başlamıştır. Artan ve çeşitlenen nüfusun yol açtığı hizmet ta- Beyoğlu-Galata bölgesine 6. Daire-i Belediye adı verilmiş-
lebi ve şehirdeki altyapı eksikliği, şehrin mevcut yönetim siste- tir. Bu bölgeye bu ismin verilmesinin, Paris’in örnek alınma-
minin sorgulanması ve çözüm amaçlı model arayışlarına neden sından kaynaklandığını ileri sürenler de vardır. Bunlara göre,
olmuştur. Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelenler, kendi ül- ö dönemde Paris’in en zengin bölgesi, Paris Belediyesi’nin 6.
kelerindeki belediye yapılarını örnek göstermişlerdir. dairesinin sınırları içinde kalıyordu. Beyoğlu-Galata bölgesi-
Dönemin Osmanlı yöneticileri, şehirlerde modern anlamda nin, Paris’in 6. Dairesine benzemesini isteyen Mustafa Reşit
belediyelerin kurulmasını, bir demokrasi meselesi, halkın yö- Paşa gibi aydınların, bu isimlendirmede etkili oldukları belir-
netime katılma meselesi olmaktan daha çok, bir şehrin imarı, tilmektedir. Kurulması düşünülen belediye dairelerinin coğrafi
güzelleştirilmesi ve altyapısının iyileştirilmesi meselesi olarak konumları ve adları dikkate alındığında, bu bölgeye 6. Daire
görüyordu. İşte Şehremaneti bu amaçla kurulmuştur. Şehre- isminin verilmesi bir tesadüf değildir.
maneti, yani şehrin kendine emanet edildiği bir kurum an- 6. Daire, 1857 yılında “6. Daire-i Belediye Nizamatı” ve
lamında ve başında da Şehremini adıyla bir belediye başkanı 1858 yılında “Devair-i Belediyeden 6. Daire İtibar Olunan
vardı. 1855’te kurulan Şehremaneti’nin karar organı olan Şe- Beyoğlu ve Galata Dairesi’nin Nizam-ı Umumisi” adı verilen
hir Meclisi’nin üyeleri atamayla belirlenmiştir. Yani, bugünkü yasal düzenlemelerle kurulmuştur. Yaklaşık 10 yıl devam eden
anlamda bir seçim söz konusu değildi. Şehremaneti, yaklaşık uygulama, kimilerince başarılı bulunurken, kimilerince de ba-
bir yıl kadar faaliyette bulunduktan sonra, başarılı olamadığı şarısız görülmüştür. Ancak, 6. Daire uygulamasıyla elde edilen
gerekçesiyle lağvedilmiştir. Bu süreçte, belediyecilik hakkında tecrübeler ışığında hazırlanan “Dersaadet İdare-i Belediye Ni-
bilgi sahibi olan bazı bilim adamlarından ve uygulamacılardan zamnamesi” 1868 yılında uygulamaya konulmuş ve İstanbul’da
oluşan bir “İntizam-ı Şehir Komisyonu” kurulmuş ve bu ko- şehremaneti teşkilatı kurularak şehir 14 belediye dairesine bö-
misyon hazırladığı raporda, İstanbul’un genelini kapsayan bir lünmüştür. Ancak, bu dairelerden yalnızca Adalar, Yeniköy,
belediye teşkilatının kurulmasının zor olacağını belirterek, şeh- Tarabya ve Beykoz’un kuruluşunun tamamlanabildiğine işaret
rin en uygun bölgesinde bir pilot uygulamanın başlatılmasını ve edilmektedir.
daha sonra şehrin geneline yaygınlaştırılmasını tavsiye etmiştir. Bu nizamnameye göre, seçmen veya belediye meclisine üye
Komisyon, çalışmalarını 1857 yılına kadar devam ettirmiştir. olabilmek için belirli bir değerde gayrimenkule sahip olmak,
Komisyonun hazırladığı rapor doğrultusunda, ilk uygulama emlak vergisi ödemek şart koşulmuştur. Kuşkusuz, bu uygu-
Beyoğlu-Galata bölgesinde başlatılmıştır. Bu bölge, yabancı lama, Osmanlı Devleti’nin kendi iç yönetim geleneklerinden

78 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’da Belediye Yönetiminin Gelişimi 79


kaynaklanan bir durum değildi, Avrupa aristokrasisinin yerel Meclis-i mebusan’ın üyelerine bakıldığında, taşra yönetiminde
yönetimlere yansıyan bir yüzü olarak Osmanlı Devleti’ne de veya yerel yönetimlerde görev almış, tartışma usul ve adabını
yansımıştı. Nizamnamenin getirdiği yeniliklerden birisi de Ce- bilen insanlardan oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla, Osman-
miyet-i Umumiye-i Belediye’nin (belediye meclisinin) kurul- lı Meclis-i Mebusan deneyimi, bir yerel yönetim deneyiminin
masıdır. Ayrıca, dairelerde seçimler yapılacağı, daire meclisle- üzerine bina edilmiştir ve o kültürden büyük ölçüde yararlan-
rinin ve Cemiyet-i Umumiye-i Belediye’nin bu seçimlere göre mıştır. Meclis-i mebusan üyeleri, yasama çalışmalarında yerel
oluşturulacağı da hükme bağlanmıştır. yönetimlere öncelik vermişlerdir. Nitekim 1876 Anayasası’na
göre oluşturulan Meclis-i Mebusan’ın ilk çıkardığı kanun, Der-
saadet Belediye Kanunu ile Vilayet Belediye Kanunu’dur.
Meşrutiyet Dönemlerinde
II. Meşrutiyet’e kadar, İstanbul’da belediye seçimleri yapıla-
İstanbul’un Yönetim Yapısı mamasına karşın, II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra be-
lediye seçimlerinin yapılmasının temel sebebi, belediye meclisi
1876 Anayasası’nın 112. Maddesi, belediye yönetimine iliş- üyelerinin Meclis-i Mebusan seçimlerinde seçim komisyonunu
kindir. Belediye meclislerinin seçimle oluşturulacağı hükmü, oluşturmalarıdır. Dolayısıyla, seçim komisyonunun oluşturu-
bu maddede yer almıştır. Ancak, çeşitli sebeplerin etkisiyle, labilmesi için, önce belediye meclis üyeliği seçimleri yapılmış
bu seçimler yapılamamıştır. Bunlardan belki de en dikkate de- daha sonra, Meclis-i Mebusan seçimlerine geçilmiştir.
ğer olanı, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı dolayısıyla özellikle II. Meşrutiyet’e kadar, İstanbul’un yönetim yapısı ülkedeki
Balkanlar’dan gelen yüz binlerce göçmenin iaşe ve ibate (ba- diğer şehirlerden farklı idi. Belediye teşkilatı bulunan diğer şe-
rınma) ihtiyacının karşılanmasıdır. Göçmenlerin kış aylarında hirlerin her biri aynı zamanda birer vilayet statüsünde ve onun
İstanbul’a gelmesi, onların Anadolu’ya naklini engellemiş ve merkezi iken, İstanbul’da vilayet teşkilatı kurulmamıştı. İstan-
bu insanlar İstanbul’da birkaç ay ikamet etmek zorunda kal- bul ise, 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi ile getirilen sisteme
mıştır. Şehre akın eden yüz binlerce insanın yiyecek, giyim-ku- 1908 tarihinden itibaren dâhil edilmiştir. Bu tarihten önce,
şam ve kalacak yer ihtiyacının karşılanması, zamanın beledi- İstanbul’da vali ve belediye başkanı ayrımı olmadığı için bele-
yesinin ve yöneticilerinin en önemli uğraşısı haline gelmiştir. diye başkanı aynı zamanda valilik görevini de yapıyordu.
Bu da belediye meclisi için gerekli seçimlerin yapılmasını uzun II. Meşrutiyet döneminde yapılan bir diğer değişiklik de
bir süre engellemiştir. Ancak, bu dönemde, belediye meclisleri İstanbul’daki belediye dairelerinin 1912 yılında kaldırılması ve
atamayla da olsa oluşturulmuştur. Meclislerin bu şekilde olsa bunların yerine 9 tane belediye şubesinin kurulmasıdır. Bu dü-
bile oluşturulması, halkın yönetime katılımı açısından önem- zenlemenin temel gerekçesi ise 20 belediye dairesinin İstanbul
lidir. Çünkü yönetime katılım önce yerelde başlar ve küçük için fazla olduğu, özerk dairelerin kendi aralarında ve Şehre-
yapılı birimlerde daha etkili bir şekilde gelişir ve elde edilen maneti ile olan ilişkilerinde sürtüşme ve gerilimler yaşandığı,
tecrübeler merkezi yönetime daha kolay aktarılabilir. Bu edini- ayrıca mevcut yapının bürokrasiyi ve kırtasiyeciliği artırdığı
len deneyim, Meclis-i Mebusan’ın oluşumunu da etkilemiştir. şeklindedir. Bu nedenlerle, daha özerk bir yapısı ve karar or-

80 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’da Belediye Yönetiminin Gelişimi 81


ganı olan daire sistemi kaldırılmış ve yerine, Şehremaneti’nin 1580 sayılı Belediye Kanunu, belediyelere genel bakışı açı-
birimleri olan şubeler kurulmuştur. Şubelerin başına ise birer sından ise, günün şartlarına göre oldukça ilerici bir yasal dü-
şube müdürü atanmıştır. Bu düzenleme, İttihat ve Terakki zenlemedir. Belediyeler, gerçek birer komün olarak görülmüş
Partisi’nin merkeziyetçi yönetim zihniyetinin, Şehremaneti’ne ve organlarına çok önemli yetkiler verilmiştir. Ancak, o yıllar
bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumlarıyla yeniden şekillen-
diği bir dönem olduğu için, yeni bakanlıkların ve merkezi yö-
netim birimlerinin kurulması süreci de devam etmektedir. Bu
Cumhuriyet Dönemi İstanbul’unda süreçte, 1580 sayılı kanunla belediyelere verilen bir çok görev,
Belediye Yönetimi sonradan oluşturulan merkezi yönetim birimlerine geçmiş ve
belediyeler zaman içinde güçsüzleşmeye başlamıştır. 1580’in
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Osmanlı getirdiği en önemli yeniliklerden biri de ilk defa bu kanundan
Devleti’nin birçok kurumu küçük bazı değişikliklerle varlık- sonra kadın-erkek bütün seçmenlerin katıldığı yerel seçimle-
larını sürdürmüştür. Tanzimat dönemiyle başlanan Batı tarzı rin yapılması ve belediyelerin karar organlarının bu seçimle-
(modern) yerel yönetim tecrübesi, ülkenin genel siyasi yapı- rin sonucuna göre oluşmasıdır. Ancak, belediye başkanlarının
sına da önemli katkılar sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti, bu doğrudan halk tarafından değil de belediye meclisi içinden vali
kazamınlar üzerine inşa edilmiştir. II. Meşrutiyet döneminde veya merkezi hükümet tarafından atanması ve görevden alın-
yeniden düzenlenen belediye sistemi de 1580 sayılı Belediye ması gibi yerel yönetim düşüncesine aykırı uygulamalar da yine
Kanunu’nun 1930 yılında yürürlüğe girmesine kadar devam bu dönemde olmuştur. 1963 yılında yapılan bir yasal değişiklik-
etmiştir. Osmanlı döneminde, bugünkü Cumhuriyet sınırları le, belediye başkanlarının doğrudan halk tarafından seçilmesi
içinde toplam 590 belediye varken, 1930 seçimlerinde toplam hükme bağlanmıştır. Ancak, seçimle gelmiş belediye başkan-
belediye sayısı 500’dür. larının birçoğu, 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’nden sonra
Türk belediyeciliği için büyük önem taşıyan 1580 sayılı ka- görevden alınmış ve yerlerine çoğunluğu silahlı kuvvetler men-
nun, 2 yıllık bir süreçte hazırlanmıştır. Ancak, bu kanun, bazı subu olan bürokratlar atanmıştır.
açılardan İstanbul için bir geriye gidiş olarak nitelenebilir. Çün- Türkiye’de çok partili hayata geçiş, belediyeciliğin gelişimi-
kü bu kanun, büyük yerleşim birimleri ile küçükler arasında ni ne yazık ki olumsuz etkilemiştir. Örneğin, belediye bütçe-
genel olarak bir ayrıma gitmemiş, büyüklü küçüklü bütün bele- lerinin genel bütçeye oranı 1950 yılında % 10 dolayında iken,
diyeleri aynı hükümlere tabi tutmuştur. Bu ise, kanun hazırla- 1980’de % 4,5’e gerilemiştir. 1950 ile 1980 arasındaki dönem,
nırken benimsenen “belediyelerin eşitliği” ilkesine dayandırıl- Türkiye’de belediyecilik açısından kayıp yıllar olarak nite-
mıştır. Başkentleri ayrı bir statüde yönetme geleneği (İstanbul lenebilir. Kentleşme hızının yıllık % 4-5 oranında olduğu bir
ve Cumhuriyet’in başkenti olunca Ankara), 1580 sayılı Bele- dönemde, belediyelerin bütçelerinde büyük bir gerileme söz
diye Kanunu ile terk edilmiştir. Bu anlayış, 1982 Anayasası’na konusudur. Oysa belediyelerin organizasyon yapısının, bütçe
kadar geçerliliğini korumuştur. büyüklüğünün ve gelir kaynaklarının kentleşme hızına paralel

82 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’da Belediye Yönetiminin Gelişimi 83


bir seyir izlemesi beklenirdi. Bugün kentlerimizde görülen gece- adıyla Paris örneğine göre yeniden yapılanan belediye örgüt-
kondulaşma ve çarpıklık, büyük ölçüde o dönemin ürünüdür, lenmesi, 1930’da 1580 sayılı Belediye Kanunu ile Cumhuriyet
mirasıdır. idaresinin bütün belediyeler için öngörülen standart statüsü
1982 Anayasası’nın yerel yönetimleri düzenleyen 127. Mad- içinde işlevlerini büyük güçlüklerle 1984 yılına kadar sürdür-
desi, birçok açıdan eleştirilmektedir. Ancak, özellikle büyük müştür. 3030 ve 5216 sayılı Büyükşehir yönetimine ilişkin ka-
yerleşim merkezleri için kanunla özel yönetim biçimlerinin ge- nunlar, hem İstanbul’un ve hem de diğer büyükşehirlerin yö-
tirilmesine imkân tanıyan hükmü, İstanbul gibi büyük şehirle- netiminde reform sayılabilecek önemli dönüşümün kilometre
rin yönetim sorunlarının aşılması açısından önemli bir düzen- taşları niteliğindedir. Büyükşehirlerin sorunlarını, belediyelerin
lemedir. Bu maddeye dayanılarak çıkarılan 3030 sayılı kanun, yetkilerini ve gelir kaynaklarını zayıflatarak çözemeyiz. Yetki ve
İstanbul’un tüm sorunlarının çözümlenmesi açısından yeterli görevler itibariyle de, yönetimin tekliği ve birliği ilkesi gereği,
olmamışsa da büyükşehirlerin yönetimine yeni bir yaklaşım ve belediyecilikte “kentin birden fazla otoritesi olamaz” anlayışını
vizyon getirmiştir denebilir. 2004 yılında yürürlüğe giren 5216 egemen kılmak zorundayız.
sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 3030 sayılı kanunun
yetersizliklerini gidermeye yönelik önemli bir düzenlemedir.
İstanbul’da belediye sınırlarının il sınırlarına kadar genişletil-
mesi, ildeki bütün belediyelerin büyükşehir belediyesinin sınır-
ları içine alınması, büyükşehir belediyesi ile diğer belediyeler
arasında yaşanan sorun alanlarının giderilmeye çalışılması, yö-
netime katılım, örgüt yapısı, insan kaynakları sistemi, hizmet
sunum yöntemleri, organların yapı ve işleyişinin daha demok-
ratik hale getirilmesi, hesap verebilirlik, şeffaflık ve diğer bir
çok konuda getirilen düzenlemeler şehrin yönetim yapısının
geliştirilmesi ve sorunların çözümlenmesi açısından önemlidir.
Ayrıca, 5393 sayılı Belediye Kanunu ile getirilen “kentsel dö-
nüşüm” kavramı da İstanbul’un birçok ilçesindeki çarpık yapı-
laşmanın düzeltilmesi açısından önemli bir adımdır ve fırsattır.
Özetlenecek olursa; tarihte İstanbul, günümüzdeki Büyük-
şehir belediye yönetimine benzer bir yapıda, bütüncül bir yak-
laşımla tek elden yönetilmeye ve merkezi yönetimin desteğini
arkasına alarak idare edilmeye çalışılmıştır. Osmanlı Klasik dö-
nemde kurulan dört kadılık biçimindeki yapı, 1826 yılında ye-
rini ihtisap Nezaretine bırakmış, 1855 yılında ise Şehremaneti

84 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’da Belediye Yönetiminin Gelişimi 85


Kent Yönetimine
Stratejik Bir Yaklaşım

Ömer Dinçer*7
Yeteri kadar ileriye
bakmayanların önlerinde
hep sorunlar vardır.
___
Konfüçyüs

Giriş

K ent yönetimine stratejik bakış, dar anlamda iki farklı


disiplinin, yani yönetim bilimleri ile kamu yönetimi-
nin; geniş anlamda ise iktisat, kent sosyolojisi, hukuk, tarih
ve coğrafya gibi birçok farklı disiplinin bir araya getirilmesini
gerektirmektedir. Bugün stratejik yönetim uygulamalarını, bir
başka alan için, yani bir kentin yönetimi için uyarlamaya çalı-
şacağız. Bu sunuşu kentlerin yönetimini daha etkili hale getir-
mek için bir deneme veya düşüncelerimizi sizlerin eleştirilerine
açma çabası olarak görmenizi diliyorum.

* Prof. Dr., Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı.


Kavramsal Çerçeve konumlandırmak, karmaşık ve çok yönlü ilişkiler ağının yerel
bir parçası haline getirmek istiyorsanız, mevcut kent yönetim
Düşüncelerimizin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için, ön- modelinizi ve yaklaşımlarınızı da gözden geçirmeniz gereklidir.
celikle “strateji”, “stratejik yönetim” ve “yerel” kavramlarını Bir yandan, ulusal veya uluslar arası ilişkiler kurma kapasitesini
tanımlamak yararlı olacaktır. oluşturma ve geliştirme zorunluluğu ortaya çıkarken, diğer yan-
Strateji; bir kente istikamet vermek diğer kentlere göre dan etkili bir role sahip olmak ve dolayısıyla rekabet avantajı
avantaj sağlamak amacıyla küresel, ulusal ve yerel çevrenin yakalamak gerekiyor. Bu sebeple, belirli alanlarda uzmanlaşan
analiz edilerek, fırsat ve tehditlerin tahmin edilmesi; kentin ve ve farklılaşan bir kent olmak, merkezi idarenin ekonomik ve
belediyenin analiz edilerek, üstünlük ve zayıflıklarının belirlen- sosyal desteğinin azaldığı dönemlerde kendi kendilerine ayak-
mesi; ideal bir gelecek tasarımının yapılması (vizyonun oluştu- ta kalabilecek ve küreselleşmenin tek düze, sıradanlaştırıcı ve
rulması); kent için hazırlanan vizyona ulaşmak üzere stratejik tüketici etkisine karşı, farklı bir ses tonuna ve kültürel değerle-
amaçlar ve hedeflerin ortaya konulması; kaynakların tüm bu re sahip olan, bunları geliştirerek yaşatan bir sosyo-ekonomik
strateji ve amaçlara göre yeniden tahsisi olarak tanımlanabilir. sistem kurma zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Eğer bir kent,
Yerel kavramı ise, sadece fiziki bir alanı değil, fakat aynı za- kendi özgün kimliğini koruyarak, diğerlerinden farklı kültürel
manda ulusal ve uluslar arası alanda ilişki kurma kapasitesini değerler, ekonomik mal ve hizmetler üretemiyorsa, uluslar ara-
ifade eder. 80’li yıllardan önce yerel, bir kentin daha çok coğ- sı ilişkilerde bir farklılaşma yaratma imkânından da uzaklaşıyor
rafi (fiziki) özelliklerine atıf yapılarak, tanımlanmaktaydı. Oysa demektir.
son yıllarda meydana gelen gelişmeler sebebiyle, kentler coğ-
rafi bir unsur olmaktan çok daha fazla iktisadi, sosyal, kültürel
alanlarda ulusal ve uluslararası karmaşık ilişkiler ağının bir par- Stratejik Kent Yönetimi
çası olarak içerik kazanmaya başladı. Bir kent ilişki kurma ka-
pasitesi arttıkça, kent olma özelliği taşımaya başlıyor ve başka Bu ikisi bir arada değerlendirildiğinde, aslında yeni bir kent
kentler arasında avantajlı bir konuma sahip olabiliyor. Başka kültürünün oluşmaya başladığı söylenebilir. Bu tür kentlerin
bir ifadeyle coğrafi konum, ilişki kapasitesi düşük bir kente tek yönetiminde vizyon sahibi bir liderliğe ihtiyaç duyulmaktadır.
başına üstün bir konum sağlamaya yetmiyor. Ulusal veya ulus- Artık sıradan bir belediye başkanı veya normal, günlük, rutin
lar arası alanda hangi ilişkileri kuruyor? Hangi ilişkiler ağının işlerini yapan ve bürokratik sorunları çözen bir vali, kentleri
bir parçası? Bunu ne yoğunlukla gerçekleştiriyor ve bu ilişkiler veya illeri yönetme konusunda yetersiz kalmaktadır.
içinde nasıl bir role sahip? Bir bakıma, kavramın içeriğinde bir Yeni dönemde, bir kentin veya ilin bütün potansiyelini ha-
genişleme ve zenginleşme söz konusudur. rekete geçirebilecek, ortak vizyon doğrultusunda yönlendirebi-
Bu yaklaşım, şehircilik anlayışını da değiştiren bir etki yap- lecek bir liderlik ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Bu “vizyon sahibi
mıştır. Bir kenti, eğer ulusal veya uluslar arası alanda yeniden bir liderlik” olarak adlandırılabilir.

88 İstanbul, Kent ve Medeniyet Kent Yönetimine Stratejik Bir Yaklaşım 89


Bu noktada bir diğer önemli husus da kent yöneticilerinin mekte zorlanmakta, yerel yönetimlerin denetlenmesi fonksiyo-
ve kent halkının özellikle girişimci bir ruha sahip olması ge- nu zafiyete uğratmakta, onların potansiyelinden daha etkili bir
rekliliğidir. Eğer bir kentte yeni bir şey yapmak, farklılık yarat- şekilde yararlanmak da mümkün olamamaktadır.
mak konusunda bir çaba yoksa, aslında devletin desteği çok Yönetimin temel fonksiyonları, gerçekte beş olmakla birlik-
güçlü olsa bile, orada gerçek anlamda bir başarı sağlanamaz. te, anlatım kolaylığı sağlamak için üç temel grupta toplanabilir:
Kent halkı veya oranın önde gelenleri bütünüyle olmasa bile, Bunlar planlama, yürütme ve denetlemedir. Bu ayrım içinde
içlerinden önemli bir kısmı girişimci bir tavır ortaya koyamıyor- devletin başlıca görevleri, temel politikaları üretmek, ulusal
sa, meydana gelecek yeni fırsatların onlar için fazla bir anlamı anlamda stratejiler geliştirmek, standartlar koymak, kendi asli
olmayacaktır. görevleri olan yargı, savunma, diplomasi, iç güvenlik ve genel
Kent yönetiminde başarı için “vizyoner liderlik” ile mali yönetim gibi görevleri yürütmek ve yerel yönetimlerle di-
“girişimcilik”in bir araya getirilmesi gereklidir. Bunun için çok ğer oluşumlar üzerinde uygun denetim mekanizmaları kurmak
ortaklı ve katılımcı bir yönetim tarzının oluşturulması ve iş- ve işletmektir. Yerel yönetimler ise, belirli bir bölgeyi içeren
letilmesi gereklidir. Sivil toplum örgütlerinin ve sivil halkın mahalli ve müşterek hizmetleri, dışsallık ve ölçek ekonomileri
kapasitelerinin artırılması, onların yapabilir kılınması, kamu ilkeleri çerçevesinde yürütmekle görevli olmalıdır. Kendi yetki
kurumlarının da şeffaf ve hesap verebilir bir yapıya kavuşturul- alanlarında mal ve hizmet üreten sivil toplum örgütleri ve özel
ması bu noktada büyük önem taşımaktadır. Yönetime halkın sektör kuruluşları üzerinde de yine yerel yönetimler denetim
bireysel veya örgütlü (sivil toplum örgütleri üzerinden) katılımı yetkisine sahip olmalıdır. Başka bir ifadeyle, merkezi idarenin
sağlanamıyorsa, orada halkın kendi haklarını koruması, yanlış yetkisi dışında kalan bütün alanlarda kural olarak yerinden yö-
faaliyetler yapanlardan hesap sorması ve gerekli denetimi yap- netim kuruluşları fonksiyon icra edebilmelidir. Böylece, onla-
ması mümkün olamayacaktır. Bunların hepsine bütüncül bir rın sahip olduğu potansiyel ülkenin geleceğine katkı yapacak
şekilde yaklaşılmalıdır. şekilde değerlendirilebilecektir.
Stratejik kent yönetimi açısından üzerinde durulması ge- Yönetim katmanları da kendi içinde üç kısımdan oluşmak-
reken bir diğer husus da hizmetlerin halka en yakın yönetim tadır: Üst kademe, orta kademe, alt kademe. Ülke yönetimi
birimleri tarafından, halka en yakın yerlerde ve en uygun yön- açısından bakıldığında, merkezi idare üst kademeyi oluşturur-
temler kullanılarak sunulmasıdır. Batı dillerinde “subsidiarite”, ken, il özel idareleri ve belediyeler orta kademeyi, köyler ve
Türkçe’de ise “yerindenlik” olarak adlandırılan bu ilke, bir mahalleler ise alt kademeyi oluşturmaktadır. Kurumların kendi
yandan hem yerele kendi potansiyelini değerlendirme fırsatı içi yapılarına bakıldığında da durum böyledir. Örneğin bir be-
verirken, diğer yandan merkezi idareye kendi asli işlerini yapa- lediyede başkan ve yardımcıları üst kademe yönetimini oluştu-
bileceği bir gücü ve potansiyeli kazandırma imkânına sahiptir. rurken, müdürler orta kademe, diğer çalışanlar da alt kademeyi
Günümüz Türkiye’sindeki aşırı merkezileşme sebebiyle, merke- oluşturmaktadır.
zi idare kendisinin yapması gereken temel fonksiyonları yürüt-

90 İstanbul, Kent ve Medeniyet Kent Yönetimine Stratejik Bir Yaklaşım 91


İster ülke yönetimi açısından yaklaşılsın, isterse de kurumlar Stratejik Yönetim Geleneksel Yönetim
açısından yaklaşılsın, her bir kademenin fonksiyonları farklıdır. Kültürü ile Başarılamaz
Üst kademe yönetimi, yönettiği birime bir bütün olarak bak-
mak ve geleceğini planlamak zorundadır. Yani “stratejik yöne- Stratejik yönetim düşüncesinin hayata geçirilebilmesi için
tim” yapmakla yükümlüdür. Orta kademe yönetimi “operasyo- her şeyden önce zihniyet değişimine ve yeni bir yönetim pers-
nel yönetim”, alt kademe yönetimi ve çalışanları ise “program pektifine ve felsefesine ihtiyaç var. Bunun için öncelikle halka
yönetimi” tarzında çalışmalıdır. bakış açısının değiştirilmesi gereklidir. Halk, belediye tarafın-
Belediye başkanları, üst kademe yöneticisi, olarak, belediye dan sunulan hizmetlerden yararlanan, pasif, belediyeye karşı
yönetimine stratejik yaklaşmakla yükümlüdür. Diğer bir ifade yükümlülükleri olan bir yığın olarak görülmemelidir. Halk,
ile şehrin geleceğine dair bir tasarımda bulunarak, kararlarını her şeyden önce, yetkinin asıl sahibidir ve bu özelliği ile yö-
uzun vadeli bir bakış açısı ile vermelidir. Eğer, bunu yapmıyor- netimin temel ortağıdır. Belediye, halkın belirli sayıda kişiye
sa, günlük rutin işleri ne kadar iyi bir şekilde yaparsa yapsın, emanet ettiği, halk için halk adına yönetilmesi gereken bir ku-
belediyecilikte gerçek başarıyı yakalaması mümkün olamaya- rumdur. O halde belediyenin tasarrufu altında olan kaynaklar
caktır. Bu nedenle, bir kuruma zarar verme potansiyeli, işçiler da yine halkın temsilcileri tarafından halk adına ve halk için
veya diğer çalışanlardan çok tepe yöneticilerindedir. Çünkü değerlendirilmelidir.
onların görevi günlük sorunlarla uğraşmak değil, kurumunu Halka bakış açısının demokratik ilkeler temelinde değişti-
geleceğe hazırlamaktır. rilerek geliştirilmesinden sonra, kente dair paylaşılmış bir viz-
Geleceğe bakmak veya geleceği tasarlamak, stratejik yöne- yonun ortaya konulması gereklidir. Başka bir ifade ile, şehrin
tim yaklaşımını uygulamakla mümkündür. Diğer bir ifade ile, gelecekte nasıl bir yer olacağı şimdiden tasavvur edilmelidir.
küresel, ulusal ve yerel düzeydeki dış çevre faktörleri analiz Bu tasavvur ve ortaya çıkan tasvir, halkın aktif katılımı ile aşa-
edilmeli, belediyecilikte yaşanan gelişmeler ve eğilimler belir- ğıdan yukarıya doğru işleyen bir süreç içinde şekillenmelidir.
lenmeli ve yorumlanmalı, dış çevredeki fırsatlar ve tehditler Kent halkının paylaşmadığı ve içselleştirmediği bir vizyonun
etüt edilmeli, belediyenin iç çevre faktörleri (örgüt yapısı, in- gerçekleşme ihtimali zayıftır. Bunun için bir önderliğe veya reh-
san kaynakları, mali yapısı, fiziksel ve teknik donanımı, kay- berliğe ihtiyaç varsa, bu görev belediye başkanınca (veya vali)
nak, kapasite ve kabiliyetleri) analiz edilmeli, paydaşların gö- yerine getirilmelidir. Ancak, bu durum, belediye başkanlarının
rüş ve beklentileri ölçülmeli, kurumun geleceğine dair net bir kendi hayallerini şehir halkına kabul ettirmeye çalıştıkları, yu-
tasarım ortaya konulmalı (vizyon, misyon, ilkeler, değerler ve karıdan aşağıya doğru işleyen bir süreç haline getirilmemelidir.
politikalar oluşturulmalı), stratejik amaç ve hedefler belirlen- Aksi takdirde, başarılı bir vizyon ifadesi geliştirilemez.
meli, bunlara uygun faaliyetler ve projeler geliştirilmeli, gerekli Vizyon, şehrin gelecekte alacağı konumu ifade eden, uzun
kaynak tahsisi yapılmalıdır. vadeli bir amaçtır. Vizyonun tanımlanmasından sonra misyon

92 İstanbul, Kent ve Medeniyet Kent Yönetimine Stratejik Bir Yaklaşım 93


ve stratejik amaçların da belirlenmesi gereklidir. Bundan son- lediye Kanunu, Bilgi Edinme Kanunu, Kamu Etik Kurulu’nun
raki adım ise, vizyon kapsamında ortaya konan amaç ve hedef- oluşturulması, kent konseylerinin kurulması, stratejik plan ha-
lere ulaşmak için gerekli olan kurumsal yapının oluşturulması zırlama zorunluluğunun getirilmesi, faaliyet raporlarının içeri-
veya mevcut yapıda gerekli değişikliklerin yapılmasıdır. ğinin değiştirilmesi ve benzeri düzenlemeler, belediyelerde şef-
Kurumsal yeniden yapılanma, geleneksel yönetim kültürü faflığın ve katılımcılığın artırılmasını sağlayacak önemli yasal
içersinde başarılamaz. Çünkü geleneksel yönetim kültürü ör- düzenlemelerdir.
gütlere, kente ve topluma kapalı sistem anlayışı ile yaklaşır. Ka- Ancak, belediyelerde stratejik plan hazırlama sürecinin
palı sistem yaklaşımında örgütler mekanik yapılar olarak görü- henüz soyut nitelikten kurtulamadığı da belirtilmelidir. Ben-
lür ve dış dünyadaki değişme ve gelişmelerden etkilenmedikleri zer bir durum faaliyet raporları için de geçerlidir. Burada şu
veya çok az etkilendikleri varsayımına dayanır. Aynı şekilde, temel ilkenin hatırlatılmasında fayda var. Amaçların net ve
çalışanlar da adeta birer makine gibi görülürler, onların sosyal ölçülebilir olmadığı ortamlarda, sonuçların da net ve ölçüle-
ve psikolojik özellikleri, ihtiyaç ve beklentileri dikkate alınmaz bilir olması mümkün değildir. Bu tür durumlarda denetim ve
veya görmezden gelinir. Çalışanların motivasyonu ödüller ile hesap sormak da kolay olmayacaktır. Amaçların net olmasının
değil, cezalarla sağlanmaya çalışılır. temel şartlarından biri, halkın neyi ne kadar istediğinin, ta-
Bir belediyenin kapalı bir sistem olarak yönetilmeye çalışıl- lep, beklenti ve ihtiyaçlarının net bir şekilde tespit edilmesidir.
ması, yukarıdan aşağıya doğru tek yönlü işleyen, halkın istek ve Bunun da ötesinde, halkın karar alma ve uygulama sürecine,
ihtiyaçlarının dikkate alınmadığı, değişime ve gelişime direnen yukarıda belirtilen ölçülerde katılımının sağlanması gereklidir.
bir yapının devam ettirilmesidir. Oysa modern yönetin anlayışı Bunun için gerekli olan mekanizmalar geliştirilmelidir. Ör-
“açık sistem” yaklaşımına dayanır. Açık sistemlerde çok yönlü neğin, belediye meclisi ve kent konseyleri daha katılımcı bir
ve karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Belediye yöneticileri, şekilde çalıştırılmalıdır. Ayrıca, modern teknolojik imkânlar
dış çevre faktörlerini dikkate almak zorundadır. Örneğin mer- (e-belediye uygulamaları) da etkin bir şekilde geliştirilmeli ve
kezi hükümet, diğer kamu kurumları, sivil toplum örgütleri, kullanılmalıdır.
meslek kuruluşları, özel sektör kuruluşları, şehir halkı, ulusal Belediyelerde stratejik yönetim düşüncesinin hayata ge-
ve uluslararası gelişmeler, mevzuat hükümleri, bilimsel ve tek- çirilmesinin bir diğer adımı ise, belediyedeki tüm yönetici ve
nolojik gelişmeler dış çevre faktörlerinden bazılarıdır. çalışanların, sürecin aktif birer aktörü haline getirilmesidir.
Açık sistemlerin temel özelliklerinden biri yönetimde şef- Stratejik plandaki amaç ve hedeflerin, onlar tarafından ka-
faflığın sağlanmış olmasıdır. Diğer bir ifade ile hangi hizmetler tılımcı bir süreç zarfında belirlenmesi gereklidir. Bunun için
yürütülecek, nasıl yürütülecek, süreç nasıl olacak, kimler na- ihtiyaç duyulan örgüt içi mekanizmalar geliştirilmeli ve etkin
sıl etkilenecek bu ve benzeri konularda ilgili aktörler ve kent bir şekilde uygulanmalıdır. Örgüt ve çalışanlar amaç yönelimli
halkının bilgi sahibi olması ve sürece, kendilerini ilgilendirdiği olmalıdır. Çünkü, daha önce de ifade edildiği gibi, eğer amaç-
kadarıyla katılmaları sağlanmalıdır. Bu açıdan, 5393 sayılı Be- lar net değilse, sonuçlar da net değildir ve böylesi bir ortam-

94 İstanbul, Kent ve Medeniyet Kent Yönetimine Stratejik Bir Yaklaşım 95


da performans denetimi yapılamaz. Ne örgüt ne de çalışan- yaramayabilir. Hazır çözümler de yine kurumların bünyesine
lar, kendilerinin neye göre başarılı olarak değerlendirileceğini genel olarak uymayabilir. O halde, geçmişe çok takılıp kalma-
bilemez. Bu tür ortamlarda, çalışan ve üreten ile çalışmayan mak lazım. Elbette ki geçmişten çıkarılacak çok dersler vardır
ve üretmeyeni birbirinden kesin olarak ayırmak da mümkün ve çıkarılmalıdır. Ancak, “biz çok köklü bir kurumuz” ve “biz
olamayacaktır. Halk da neye göre ve nasıl hesap soracağını, şu tür başarılara imza attık” gibi övünmeler yerine, “biz bu ül-
değerlendirme yapacağını bilemez. Aynı şekilde, belediye yö- keye veya bu şehre ne katıyoruz” veya “diğer belediyelere ya
neticileri de astlarını hangi kriterlere göre değerlendirecekle- da kurumlara göre ne kadar başarılıyız” türü sorulara cevap
rini bilemez. Mesela, belediye yöneticileri, astlarına kendi ba- aramak daha anlamlı olacaktır.
şarı kriterlerini (performans ölçütlerini) kendilerinin belirle- Geleneksel yönetim kültürünün bir diğer olumsuz tarafı da
mesi konusunda bir fırsat verebilir. Ancak, onların belirlediği “ödül yönelimli” değil “ceza yönelimli” olmasıdır. Hedeflerin
kriterler elbette üst yönetimin onayı ile yürürlüğe girecektir. belli olmadığı, hedeflere ulaşıldığının nasıl ölçüleceğinin de
Yönetici ve çalışanların amaç ve hedef belirleme konusunda belli olmadığı ortamlarda, çalışanların ödüllendirilmesi müm-
bilinçlendirilmesi gereklidir. kün değildir. Ödüllendirmenin olmadığı bir yerde, kimse inisi-
Ayrıca, amaç ve hedeflerin gerçekçi bir şekilde belirlenmesi yatif almak, risk üstlenmek istemez. Bu cesaretinin karşılığında
için sağlıklı işleyen mekanizmaların da oluşturulması gerekli- nasıl bir tavırla karşılaşacağından veya nasıl bir sonuç elde ede-
dir. Belediyelerin özellikle performansa dayalı bir çaba içine ceğinden emin olmayacaktır. Bu durumda, en mantıklı davra-
girmeleri ve denetimi bunun üzerinden yapmamaları büyük ya- nış, risk almaksızın rutin işleri yürütmek ve sorun çıkmaması
rarlar sağlayacaktır. Kişilerin ideolojileriyle, inançlarıyla, kılık için azami gayret göstermek şeklinde görünecektir. Oysa bu tür
ve kıyafetleriyle uğraşmak yerine, performanslarıyla ilgilenmek yerlerde değişim ve gelişimin sağlık bir şekilde gerçekleşmesi
ve onların potansiyelinden etkin bir şekilde yararlanmaya ça- mümkün olmayacaktır.
lışmak gereklidir.
Geleneksel yönetim yaklaşımının bir başka sorunu da “teş-
Kent Vizyonu
his yönelimli” değil “sorun yönelimli” olmasıdır. Birçok yö-
netici, sorunu ayrıntılı bir şekilde teşhis edip buna yönelik
Kentsel vizyon konusu biraz daha açacak olursak, vizyonun
çözümler üretmeye çok yatkın görünmüyorlar. Hemen hazır
üç temel bileşeninden söz edebiliriz. Bunlar “inançlar-değerler,
çözümlere yönelmek genel olarak tercih edilmektedir. Yöne-
hayaller-beklentiler ve geleceğe dair gerçekçi bir projeksiyon”.
ticilerin çoğu, ya geçmiş tecrübelerinden yararlanmaya çalış-
makta ya da başka kurum veya ülkelerin uygulamalarını tak- Vizyonun oluşturulmasının temel amacı, kentsel yaşam ka-
lit etmeye çalışmaktadır. Geçmiş tecrübeler, eğer şartlar hiç litesinin geliştirilmesi olmalıdır. Bu ise, insan merkezli bir hiz-
değişmemişse çözüm olarak işe yarar. Ancak, şartların sürekli met anlayışının benimsenmesini gerektirir. Bunun için gerekli
değiştiği ve çevrenin geliştiği ortamlarda bunlar her zaman işe sosyo-ekonomik ve fiziki standartların ortaya konması, beşeri

96 İstanbul, Kent ve Medeniyet Kent Yönetimine Stratejik Bir Yaklaşım 97


ve sosyal süreçlerin oluşturulması gerekir. Bu konuda Avru- Kent Misyonu
pa Kentsel Şartı, kentsel yaşanabilirlik kriterleri, uluslararası
standartlar veya Türkiye’deki iyi uygulamalar örnek olabilir. Kent misyonu kavramına da değinmekte yarar var. Bir
Kişi başına düşen yeşil alan, ortalama günlük yolculuk süresi, kentin ulusal veya uluslararası alanda hangi görev ve rolleri
gürültü ve hava kirliliği ölçüleri, ortalama su tüketimi, sosyal, üstleneceğinin açık bir şekilde tanımlanması gerekir. Mesela
kültürel ve sportif mekânların yeterliliği, eğitim ve sağlık im- Fatih İlçesi, üzerinde bulunduğu tarihi yarımadanın eşsiz gü-
kânlarının yeterliliği bilinen kriterlerden bazılarıdır. Belediye zelliklerini ve zenginliklerini öne çıkararak kendine müstesna
yöneticilerinin “biz nerdeyiz? Uluslararası standartlar nerde ve bir misyon yükleyebilir. Yine, Zeytinburnu İlçesi, “geleneksel
bunlar arasındaki açıklığı kapatmak için nasıl bir strateji izle- tıp merkezi” olma misyonu ile kendine çok özgün bir konum
meliyiz?” sorularının cevaplarını gerçekçi bir şekilde aramaları kazandırmaya başlamıştır. Bunun için tıbbi bitkiler bahçesi
gerekir. Örneğin, o kentteki yoksulluğun azaltılması, dışlan- oluşturulmuş, sempozyumlar yapılıyor, geleneksel tıp bayramı
mışlığın önlenmesi ve çevrenin yaşanabilir hale getirilmesi te- kutlanıyor, halka mesir macunu dağıtılıyor, kitaplar, broşürler
mel amaç olarak belirlenmişse, başka ülkelerin bu konularda hazırlanıyor, tıbbi bitkilerin satıldığı dükkânlar açılıyor, gele-
geldiği noktalarla o kentteki mevcut durum arasındaki farklar neksel tıpla ilgili araştırma laboratuarı kuruluyor ve bununla
tespit edilmeli ve bu farklar gerçekçi bir zaman dilimi içinde ilgili daha birçok faaliyet yapılıyor. Görüldüğü gibi bu tür bir
kapatılmaya çalışılmalıdır. çaba Zeytinburnu’nun ulusal ve uluslararası alanda ilişki kur-
Vizyona uygun olarak belirlenmiş amaç ve hedeflerin ger- ma kapasitesini geliştiriyor ve geleneksel tıp alanında diğer
çekleştirilmesi için kentin sahip olduğu potansiyelin hareke- kentler arasında öne çıkmasını sağlıyor.
te geçirilmesi, beşeri ve sosyal süreçlerin buna göre tanzim Karaman da Türkçeyle ilgili olarak kendisine bir misyon
edilmesi gereklidir. Bu nedenle, konuyla ilgili aktörlerin bir belirlemiş. Aynı zamanda bir bisküvi kenti olmayı da kendine
araya geldiği ve konuyu enine boyuna müzakere ettiği bir me- misyon edinmiş. Kentsel misyon konusunda en ilginç örnekle-
kanizmanın kurulması lazımdır. Diğer bir ifadeyle, herkesi ku- rinden birisi ABD’nin Orlando kentidir. Kentin bulunduğu yer
caklayan bir tavırla şehre bakılması gerekir. Ama bunun bir bataklıktır ve tabiatı görülmeye değer bir yer değildir, hiç bir
kültürel olgunluk gerektirdiği de kabullenilmelidir. Eğer, ka- tarihi değeri yoktur. Bu şehir “çoluk çocuğuyla beraber bir ai-
tılım artmışsa, denetim artar ve beraberinde eleştiriler çoğa- lenin beraber eğlenebileceği bir merkez” olmayı kendisine mis-
lır. Şeffaflık ve eleştirilere, hatta bazı kurnazlıklara ve güven yon edinmiş. Şehirde eğlence merkezleri, stüdyolar, hayvanat
sorunun yaşandığı olaylara tahammül gerekir. Bunlar oluyor bahçeleri, parklar, oteller, kamp alanları, su parkları ve benzeri
diye katılımın önünü kesmemek ve ilke bazında kabullenil- birçok turistik tesis var. Orlando, 2002 yılında yaklaşık 22 mil-
miş uygulamalardan operasyonel sorunlar sebebiyle vazgeç- yon insan tarafından ziyaret edilmiştir. Fransa’nın Montpellier
memek gerekir. şehri de sağlık alanında “Avrupa Tıp Merkezi” olmak için uğra-
şıyor. Şehir nüfusunun yaklaşık yarısı sağlık sektöründe çalışır

98 İstanbul, Kent ve Medeniyet Kent Yönetimine Stratejik Bir Yaklaşım 99


ve şehirdeki bütün altyapı ve hizmetler sağlık sektörüne göre
düzenlenmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Sonuç
Osmanlı İstanbul’unda
Gündelik Hayata Dair İzlenimler
Sonuç olarak, kentlerin daha etkili ve verimli bir şekilde
yönetilebilmesi için stratejik bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Gele-
neksel yönetim anlayışı ile, yani günlük sorunları çözerek, halkı
kararlara uyması gereken bir öğe olarak görerek, şehrin gelece-
ğini sadece belediye başkanının vizyonuna ve sorumluluğuna Zeynep Tarım Ertuğ*8
bırakarak, yaşanabilir bir kente sahip olmak mümkün değildir.
Kentin yaşam kalitesini geliştirmek için devlet ve halkın yeni-
den konumlandırılması ve yönetim zihniyetinin kökten değiş-
tirilmesi zorunludur.

Giriş

G ündelik hayat çok geniş bir konuyu kapsar. Bugün Os-


manlı dönemi İstanbul’unun bazı ayrıntılarından bah-
sedeceğim. Gündelik hayattaki kıyafetler, sokakların biçimi,
yeme ve içme alışkanlıkları gibi. Uzun bir zamana yayılmış olan
Osmanlı dönemi İstanbul’undan, Fatih döneminden başlayıp,
genel bir panorama çizdikten sonra küçük küçük kesitlerle ko-
nuşmak istiyorum. İstanbul’un eski harita-resimlerinden birkaç
tanesi var elimizde. Bunlarla şehre dair bir takım ayrıntıları ko-
nuşabiliriz. Belki daha sonra sizin merak ettiğiniz kısımlar varsa
o kısımlarda derinleşebiliriz.

*
Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

100 İstanbul, Kent ve Medeniyet


mı vergiden muaf tutulur ve şehri terk edenler yeniden davet
edilir. Yani şehrin yeniden şekillenmesi Anadolu’dan gelen
Türkler ve yerli Bizanslı Rumlarla birlikte gerçekleştirilir. Fa-
tih Sultan Mehmet İstanbul’un bu yeniden oluşum ve yeniden
şehirleşme sürecinde Edirne’de yaşadı, devamlı gidip gelerek
takip eder. Fatih’in çok geniş bir şehir tecrübesi var. Öyle
bir şehir tecrübesi ki Fatih Sultan Mehmet Edirne’de ki Eski
Saray’da doğmuştur. Ondan sonra babasının Yeni Sarayı inşa-
sını görür. Edirne Fatih Sultan Mehmed’in yaşadığı dönemde
gül bahçeleri ile meşhur çok güzel bir şehirdir, ondan sonra
bir Manisa tecrübesi vardır. Bütün bunlar çok mühim. Saray
demek bir şehrin en iyi planlanmış evi demektir aslında. Bu
anlamda saray önemlidir. Yani bütün şehrin hem mimarisini
hem de yaşam biçimini etkilediği için önemlidir. Fatih Sultan
Onaltıncı yüzyılda İstanbul, Matrakçı Nasuh’un ‘Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i
Irakeyn’ (Yayınlayan Hüseyin Gazi Yurdaydın, TTK Ankara 1976), Mehmed bütün bu tecrübelerin üzerine İstanbul’a girer. Bizans
isimli eserinden alınmıştır. sarayında oturabilirdi ama oturmayarak tekrar Edirne’ye döner
ve bu esnada Bayazid meydanına Eski Saray’ın yapılmasını ister,
şehrin tam orta yerine Bayezid Meydanı’na Eski Saray yapılır.
Osmanlı İstanbul’unun Biçimlenmesi Kaynaklarda Eski Saray olarak kaydedilmiş olan Saray’ın yapı-
ve Gündelik Hayat mı 3-4 sene sonra biter. Fatih Sultan Mehmed bu sarayda uzun
süre oturmaz neden sonra şehrin tam uç kısmına Sarayburnu
İstanbul’un en eski haritalarından bir tanesi, 1530’lu yıllar- mevkiine bir saray daha yapılmasını ister. Bu saray yapılırken
da yapılmış. Matrakçı Nasuh’un Beyân-ı Menâzil kitabından. Bizanslılar’dan kalan saray kalıntılarına dokunmazlar. Bunlar
Bu harita-resimde görüldüğü gibi Topkapı Sarayı, Beyazıt kül- şehrin genel panoraması içerisinde yavaş yavaş emilir. Fatih
liyesi oradaki Eski Saray vs. hepsi şekillenmiş. Bildiğiniz gibi 15. döneminde kiliselerin büyük çoğunluğu da hemen camiye dö-
yüzyıl’da Fatih Sultan Mehmet Bizanslılar’dan harap bir şehir nüştürülmez, sadece evler, terk edilmiş evler Anadolu’dan ge-
alır ve bu harap şehri nasıl yeniden düzenlerim ve nasıl yeniden lenlere verilir. Ve yeni bir yaşam biçimi oluşturulur İstanbul’da.
şekillendiririm diye düşünür. Bu arada Bizans’tan kalma evler, Osmanlı İstanbul’undaki Bu yaşam biçimi ve gündelik ha-
sokaklar, anayollar kullanılır. Fatih Sultan Mehmet savaştan yata bakılacak olursa Orta Asya kökenli bir kültür, Avrupa’ya
sonra aldığı bu harap şehri düzenlemek için Anadolu’dan pek doğru akan Orta Asya kökenli bir kültürel yapı görülür. Bu
çok insan getirtip İstanbul’a yerleştirir. İstanbullular’ın bir kıs- kültür Maveraünnehir’den beslenir, büyük ölçüde Mavera-

102 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 103
ünnehir bölgesi bugünkü Afganistan ve Pakistan’ın bir kısmı, Değişim Açısından Şehir
Hindistan’ın kuzeyi Oğuzlar’ın akarken en çok durdukları yer-
lerden beslenir. Onun için bütün gündelik hayatta ve şehircilik İstanbul’da Onbeşinci yüzyıl’daki yaşam biçiminden ve bu
anlayışında tüm birikimler Maveraünnehir bölgesinde oluş- yaşam biçiminin Onsekizinci yüzyıl’da nasıl farklılaştığından
turulur. Bu yekpare kültür Horasan’dan başlar daha doğrusu bahsedeceğim. Ondokuzuncu yüzyıl ise zaten artık tamamen
Maveraünnehir’in Asya tarafından başlar, Filibe’ye, Selanik’e bütün pencerelerin batıdan gelen rüzgârlara açıldığı zaman
kadar hepsini içine alan bir geniş bir yelpaze olarak açılır. Buna dilimi. Osmanlı kültürel yapısını bu zaman boyutunda izleye-
Türk kültürü diyebilirsiniz, Oğuz kültürü diyebilirisiniz ancak ceğiz. Mekânın içinde yer alan eşyaların nasıl hızla şekil de-
bu küçük etnik bir kültür değildir. Bunun içerisinde bütün bu ğiştirdikleri ve değiştirme kabiliyetleri olduklarını göreceğiz.
bölgede bu topraklarda yaşamış, bu topraklardaki o macerayı Onbeşinci yüzyıl’da genel olarak zaten Selçuklu’nun tecrübe
yaşamış insanların yaşam biçimi vardır. Ve Balkanlar’a kadar etmiş olduğu bir yaşam biçimi vardı. Bu yaşam biçimi gündelik
devam eder. İşte İstanbul, bütün bu kültürel donanımın birik- hayata nasıl yansımıştı? Kadın olarak bakalım, kadınların bu
me noktasıdır. gündelik hayattaki yeri, kılığı kıyafeti ile ilgili örneklere dikkat
edelim. Bunlarla ilgili kılık kıyafet ve yaşam biçimleri ile ilgili
ya da sofra adabı ile ilgili ayrıntıları yakalayabileceğimiz örnek-
lerle ilerleyebiliriz.

Saray ve Sivil Konut Mimarisi

Onbeşinci yüzyıl sivil konut mimarisine ait elimizde veriler


yok, ancak mimariyi en azından bir saray mimarisini örneklen-
direbiliriz. Ev mimarisini ve bu yaşam anlayışını gösterecek,
o dönemden kalma hiçbir ev yok maalesef. Dini yapılar var,
bir de saray yapıları var. En eski yapı Topkapı Sarayı, maalesef
Beyazıt’taki Eski Saray’a dair bugün hiçbir iz yok. Bu mimariye
ulaşabilseydik eğer bu macerayı daha bütün bir halde görmemiz
mümkün olurdu. Ama biz sadece bu eski resimlerdeki şehir tas-
virlerinden yola çıkarak mimarinin nasıl olduğunu söyleyebili-
Onaltıncı Yüzyıl’da Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusu,
Lokman’ın Hünername isimli eserinden (TSK, H. 1523) alınmıştır. yoruz. Gündelik hayatı nereden takip ederiz. Gündelik hayatı
sohbetle ilgili şeylerin yazıldığı eserlerden Sakinameler ve İş-
retnameler gibi eserlerden okuyabiliyoruz. Bunlar sohbet, sofra

104 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 105
adabı anlatan eserlerdir. O devrin anlayışını tespit edebilmek de kürkçüler var ama kürk bugünkü gibi lüks bir kıyafet değil.
için bütün bu kaynakların hepsini taramak gerekir. Ve tabii Osmanlı döneminde ve bütün ortaçağ Avrupa’sında kürk bir
ki herkesin saraya ait olduğunu zannettiği bir divan edebiyatı, ihtiyaç, yani insanların ısınabilmesi için kürk giymek zorunlu-
yani Osmanlı eski edebiyatı temel kaynaklar arasındadır. Ve luğu var. Onun için lüks bir eşya değil kürk ve öyle bir şey ki
herkesin zannettiği gibi o sadece sarayda okunup sarayda din- bu bile o günkü anlayışın bir tezahürü. Türkler kürkü dışarı
lenen bir edebiyat da değildi. gelecek bir şekilde giymezler, kürk içe gelir üstü kumaşla kap-
lanır. Bugünün İstanbul’una göre tercih farklı. Kürk iç tara-
fa geldiği için daha çok ısınma amacı ile kullanılıyor. Hâlbuki
Meslekler şimdi daha çok göstermek amacı ile kullanılıyor. Farklı bir an-
layış ile farklı bir kullanım. Bir aile reisinin imkânları el verdiği
Divan edebiyatı gündelik hayata dair pek çok malzeme verir. ölçüde karısının ve çocuklarının karşılamak zorunda olduğun
Devre ait meslekler tespit edebiliyoruz, mesela bugün kaybol- ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlardan birisi de işte bu kürklerden
muş olan efşancılık mesleği var 15. yüzyıl’da efşancılık bugün biridir. Yani karısına bir kürk alabilmeli ve o kadın üşümeden
olmayan ondokuzuncu yüzyıl’da bile artık kalmamış olan bir hayatını idame ettirebilmelidir. Ayrıca karısının hamam para-
meslek. Efşancının varlığı, onbeşinci yüzyıl’da kitap sanatına, sını karşılayabilmeli. Hamam temizlik yanında süslenmek, biraz
kağıt süsleme sanatına, hat ve katı’ sanatının önemine ya da bu da eğlenmek ihtiyacını karşılayan bir birimdir. Yani toplumsal-
işin toplum içindeki yerine işaret ediyor. Micmeregerdan diye laşma yollarından biri. Hamamdan konu açılmışken, bu arada
bir adam var hiç bilmediğimiz bir meslek, meclislerde koku do- hamamlar çok fazla yaygın, külliyeler var şehirlerin yoğunlaşma
laştırıyorlar, gelen konuklara koku sunuyorlar. Mesela meşatta noktaları, bu külliyelerin her birinin ucunda bir de hamamlar
diye bir meslek var bugün artık isim değiştirmiş olan kadınların var. Hamamlar şehirleri şekillendiren unsurlardan bir tanesi
süslenmesini ve saç tuvaletlerini şekillendirmesine yardım eden burası ayrıca toplanma, eğlenme yerleridir. Sadece temizlik
bir meslek. Zannediyorum ki Türkiye veya İstanbul kültürel bi- için kullanılan yerler değil. Mesela camileri de sosyal aktivite-
rikimlerini tanımaya en erken onbeşinci yüzyıl’da bile başlamış lerin olduğu büyük konferans salonları, kültür merkezleri ola-
olsa tuhaf bir şekilde ilkleri konuşur durumuna düşmezdi. İlk rak düşünebiliriz. Camiler beş vakit zaman kılınarak kilitlenip
defa şu yapıldı, bu yapıldı vb. Bütün bunların ne kadar ilk defa çıkılan yerler değildir. Camiler yirmi dört saat açıktır, çünkü
olmadıklarını görebilmek için bu uzun yol üzerindeki bu resme orada şehrin uleması ders veriyor, onu takip eden bir grup var.
bakmak gerekiyor. Mesela çok büyük bir simkeşhane var, sa- Medreseler dışında ders veren hocaların bir köşesi var camide.
dece gümüş işleyenler çalışıyorlar. Bugün olmayan sikkeciler, İlim, edebiyat, şiir müsabaka ve münazaraları yapılıyor, şehirde
destarcılar var, çok büyük bir esnaf grubu sikkeciler. Çizmeci- bir şey ilan edileceği zaman da camiler kullanılıyor.
ler var, mesela muytablar var sadece keçeden malzeme üreten
sınıf yani. Keçe eşya çok kullanılıyor. Keçeden başlık, keçeden
aba, keçeden kaftan vs. kullanılıyor. Kürkçüler var, evet bugün

106 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 107
azından onbeş ve onalıncı yüzyıllardaki kayıtlar böyle söylüyor.
Sebzenin yıkanmadan kullanılmaması, iyi cins et kullanılması,
yemeklerin pişirilmesi ile ilgili öyle bir sahne çıkıyor ki sonuçta
insanların çarşıda da temiz bir yemek yiyebilmeleri sağlanmış
görünüyor. Kanunnameler kullanılan suya kadar söz konusu
ediyor. Mesela kullanılan suyun ayrı bir kap içerisinde olması
ve bu kabın bulaşık yıkarken kullanılmaması tavsiye ediliyor.
Ondan sonra kullanılan sebzeler, meyveler en çok hangileri
satılıyor. Hangileri alınıyor. İstanbul’a Anadolu’dan ve civar
yerlerden birçok ürün geliyor. İstanbul bu anlamda bir dağıtım
merkezi haline geliyor hem Balkanlar’a hem kendi içine.

Onyedinci yüzyılda yemiş ve çiçek taşıyan bir görevli,


‘The Sultan Procession’ isimli eserin (Ed. Karin Adahl, İstanbul 2006, s. 209) Sokaklar ve Evler
içinde bulunan Ralamb’ın çizimlerinden alınmıştır.
İstanbul’un evlerini ve sokaklarını en çok etkileyen iki un-
Yeme İçme Kültürü sur var Yangınlar ve depremler. Ahşap evlerin olmasından do-
layı şehir şöyle yandı, böyle yandı gibi şikâyetler hep vardı. Bu
durumun iki önemli sebebi var. Birincisi kolay yapılıyordu ve
Yiyecek ve içecekte hazır yemek üreten bir esnaf kesimi var,
civardaki malzeme bunun için elverişliydi. Çok fazla ahşap var,
aşçılar, büryancılar, paçacılar. Bu hazır yemek üreten esnafın
nasıl iş yaptığını izleyebilmek için resmi daha güzel görebilmek ormanlık alan var. Bu evleri çok kolaylıkla yapabiliyorlardı.
için bazı ayrıntılara ihtiyacımız var. Gündelik hayatı takip ede- İkincisi İstanbul çok ciddi büyük depremler yaşamış bir şehir.
bilmek için gerçekten bir yaşam biçimini takip edebilmek için Mesela Sultan Beyazıt zamanında çok büyük bir deprem oluyor
kanunnameler en güzel verileri sunan örneklerdir. Çünkü bun- 1509 yılında, küçük kıyamet diyorlar ki taş yapıların bile ya-
lar herhangi bir şey için yazılmamış ki bakan sübjektif baksın. rısı yıkılıyor, bundan sonra hiçbir kuvvet İstanbul halkına taş
İşte mesela çıkan bu emirnamelerde aşçılara, başçılara, büryan- binalar yaptırmaz. 1766 yılındaki diğer büyük depremde cami-
cılara vb. hazır yemek yapan ve halka yemek sunan kişilere bir lerin bir kısmı bile yıkılıyor. Yangınlar bölgesel hasar verirken
takım öğütler veriliyor. Bir bezin üç defa yıkanmadan kulla- depremler bütün şehri etkiliyor. Fatih Sultan Mehmed zama-
nılmaması, etin bakır kapta dövülmemesi, muhakkak bunun nında yapılan Fatih Camii de depremden hasar gören bir yapı
demir veya tahta ile dövülmesi gibi küçük ayrıntılarla ilgili bil- olarak III. Mustafa zamanında yeniden inşa ediliyor. Şu anda
giler var. Özellikle sağlığa uygunluk konusunda titiz oldukları Fatih Camii’nin avlusunda birkaç alınlık vardır onun dışında
söylenebilir, yani temizlik Osmanlı toplumunda önemliydi. En Camii’nin tamamı III. Mustafa zamanında yapılmıştır.

108 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 109
çünkü bir taraftan halk eğlenirken diğer taraftan bütün bilim
adamları buluşlarını ya da bilimsel bir takım görüşlerini bu dü-
ğünlerde kurulan meclislerde tartışıyorlar. Bunların dışında
esnaf bütün bir sene uğraşarak yaptığı eserleri bu düğünlerde
sergiliyor, bir çeşit fuar, ticari bir fuar, şairler ve bestekârlar
yaptıkları eserleri önce padişaha daha sonra halka sunabiliyor-
lar. Böylece bir tür sanat etkinliği yapılmış oluyor. Bir taraf-
tan da sahne sanatçıları var, cambazlar, soytarılar, meddahlar,
halkın önünde çeşitli sahne sanatları icra ediyorlar. Bunlarla
ilgili Türk tiyatro tarihini yazmış Metin And, eserinde çok gü-
zel bir cümle kullanıyor ve diyor ki: “Türk tiyatrocuları Os-
manlı dönemindeki sahne sanatlarını bilmedikleri için devrin
kaynaklarını iyi kullanamıyorlar”. Nitekim de öyle zaten, bir
takım uyarlama oyunları defalarca sahnelemenin anlamı yok-
tur. Biraz gerilere baksalar birçok malzemeler bulabilirler. Ve
Onaltıcı yüzyıl’da İstanbul’da sokak eğlencesi, Metin And’ın
‘İstanbul in the 16th Century’, isimli eserinden (s. 260, İstanbul 1994) alınmıştır. meddahlar var, meddahlar gündelik hayatın içinde hem saray-
da hem şehirde etkinler. Meddah ve kıssahanlar kahvehanele-
re gidiyorlar Hamzanâme’lerden İskendernâme’lerden, Battal
Eğlence Kültürü Gazi’den alınma hikâyeler anlatıyorlar. Ama bir kısmı da kendi
hikâyelerini kuruyorlar, bu hikâyeleri anlatırken canlandırarak
Gündelik hayatın izlerini en çok da eğlenme ve düğün şen- anlatıyorlar, hem de mukallit gibi taklitler yapıyor. Ebusuud
liklerinden tespit edebiliriz. Belki biraz eğlenmeden bahsetmek Efendi zamanında şikâyetler oluyor, halk bunları öylesine ağzı
lazım, eğlenmek insanın boş zamanını değerlendirdiği bir vakit- açık öyle izliyormuş ki yatsı namazını unutmuşlar. Meddahlar
tir. Sarayda yapılan eğlenceler dışında iki üç senede bir bütün çok başarılı sahne sanatçıları, bunlar sarayda da aynı şekilde
şehirde yapılan eğlenceler var. Bu şenlikleri padişahlar sarayın devam ediyor. Osmanlı padişahlarından III. Murat zamanında
kapıları içerisinde yapmıyor. Bu şenlikler Sultanahmet Meyda- mesela Eğlence Meddah diye bir adam var, bu adam çok meş-
nı, Kâğıthane gibi büyük yerlerde yapılıyor ve muhakkak bü- hur bir adam, çok güzel hikâye anlatıyor. Ve her gece oturup
tün İstanbul halkının katılımı ile. Hatta nerdeyse insanlar bu padişaha bir hikâye anlatıyor. Gün geliyor hikâyeleri bitiyor.
şenliklerde evlerinde yemek pişirmiyorlar. Hazır yemek üreten Bitince padişah da yeni hikâyeci bulunsun ve eğlence medda-
bütün esnaf kiralanıyor saray tarafından, aslında devlet tara- hın da işine son verilsin diyor. Yeni tayin edilen hikâyeci bir
fından dersek daha uygun olur. Bütün halk katılıyor ve hal- kısım hikâyeleri tertip ediyor bir kısmını da halk içinde derli-
kın katıldığı büyük eğlenceler, şenlikler ayrıca birer konferans yor. Bunları yazdıktan sonra müzehhibe veriyor. Ancak eğlen-

110 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 111
ce meddah müzehhibi takip ediyor ve bu hikâyeleri kendisine hayata bakış ile ilgili bir şey. Örneğin IV. Murat’ın içkiyi bütün
vermesi için onu ikna ediyor ve padişaha hikâyeleri yine Eğ- halka yasak ettiği halde kendisinin içmesi dikkat çekici. Kötü
lence Meddah okuyor. Osmanlı padişahının merkezde olduğu olduğuna inandığı bir işlevi topluma mal etmemek konusunda
eğlence meclislerinde genellikle padişah müzik dinlerken tasvir titizlik gösteriyor. Bu mühim bir şey, Osmanlı’nın bu şekilde
edilmiştir. Rakkaslar daha çok halka mahsus meclislerde olur. farklı bir bakış açısı var. Biz şu an kötüyü toplumla paylaşıyoruz
Dansçıların kıyafetleri belden itibaren kat kat etekleri olan el- ve topluma yayıyoruz. Mesela Osmanlı padişah meclislerinde
biselerdir. Bugüne hiç benzemez. Bunlara rakkaslar da deniyor, padişahlardan birisini eğlenirken görmeniz mümkün değildir.
kadın olanlarına çengi, erkek olanlara da köçek denilir. Seyir- Onun meclisinde kadın bir dansçıyı göremeyiz. Yani hep ağır-
cileri kibarlar. Asilzade ve aristokrat kelimesi yok Osmanlı’da başlı bir çizgisi vardır. Devrin nakkaşı da bunu biliyor ve top-
bunlara kübera veya kibar takımı diyoruz. Bu kibar sınıfının lumun ahlak anlayışını iyi yönde etkileyecek bir tasvir çıkarı-
maddi durumları yerinde, bir ince saz takımı var. Bu meclisler- yor. Yazar da bunun farkında, o da kötü bir tablo çıkarmıyor.
de ney ve içecek bulunur. Şarap veya şerbet içiyorlar, içmezler Yani bir şey topluma mal olacaksa herkes son derece dikkatli
diye bir şey de söyleyemiyoruz. İnsanın olduğu her yerde şerbet davranıyor. Mesela Sultan II. Selim, Sarhoş Selim, dedikleri
de içilir şarap da. adam şarap içerken değil ok atarken tasvir edilmiştir. Osman-
Gündelik hayat ve yaşam biçimi ile ilgili aslında en güzel lı padişahları topluma her konuda örnek olmaları gerektiğinin
kaynaklardan bir tanesi Gelibolulu Ali’nin Mevaidü’n-nefâis farkındaydılar ve buna çok dikkat ediyorlardı. Bunun çok da-
isimli eseridir. Bu eser Orhan Şaik Gökyay tarafından Ziyafet yatmacı olduğu düşünülebilir, ancak toplumsal yapıya baktı-
Sofraları diye sadeleştirilerek yayınlandı. Bu eserde bir insanın ğımız zaman bunun toplumda nasıl bir denge oluşturduğunun
bir mecliste oturduğu zaman nasıl davranması gerektiğini, bir hakkını verebilirsiniz.
yemeğin nasıl yenmesi gerektiği uzun uzun anlatılır. Buradan Kadınlar meclisinde de eğlence meclislerinin veya eğlenme
hareketle devrin tam bir yaşama biçimini görebiliriz aslında. anlayışının tek etkinliği müzik değil. Temel etkinliklerinden
İnsanlar artık kahve içmeye başlamışlardır hâlbuki yazara göre birisi daha önce bahsetmiş olduğumuz meddahlar ve hikâye-
kahve kara çorak bir sudur, hiçbir işe yaramaz şerbet ve şara- ler anlatılması, diğer etkinlik de şiir okunması, şiir ve müzik
bın daha iyi olduğunu yazar. Mesela Osmanlı insan tipinden Osmanlı medeniyetini ve toplumunu yönlendiren iki önemli
bahseder. Kibar takımından bir paşadan bahseder. Nedimleri, etkinliktir. Osmanlı’da aydın olmanın ölçüleri var. Osmanlı
hizmetkârları var, onlara sofra kurduruyor yemek yemeyi ve iç- toplumunda aydın olmanın ölçüsü, musiki ve şiir bilmektir. İs-
meyi seven bir adam. Bu adam yer içer eğlenir, imsak vaktine ter devlet adamı olsun, ister padişah olsun bu geçerlidir. Devlet
bir saat kala gider abdest alır gelir seccadesini serdirir, ondan adamlarının pek çoğu Enderun’dan yetişiyorlar ve musiki ile
sonra o kadar çok tövbe istiğfar eder ki seccade gözyaşından şiirden anladıklarını görüyoruz. Şöyle ki birisi şarkı söylediği za-
ıslanır. Bu aslında tipik bir Osmanlı aydınının yaşam biçimini man iyi bir dinleyici varsa iyi bir musiki çıkıyor ortaya.
yansıtır. Aslında öyle ya da böyle, bu durum hakikaten inançla,

112 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 113
oldukları resimlerde ise Osmanlı kadınının yüzleri kapalı olup,
siyah bir peçe vardır. Bu çok ilginç bir yaklaşım, herhalde ya-
bancının görmek istediği bir Osmanlı var, bu böyle bir yakla-
şımın sonucu olabilir. Görmek istediği örneği kullanıyor. Veya
az olan dikkatini çekiyor Mesela onbeşinci yüzyıl resimlerinde
siyah örtü ve siyah peçe yok. Yalnız kadınlar değil, erkekler
de rengârenk kıyafetler kullanıyor. Erkek kıyafetlerinde, II.
Mahmut’a kadar bütün erkekler her renkte kıyafet kullanıyor-
lar. Batılılaşma akımından sonradır, erkek kıyafetlerinde grile-
rin, kurşunilerin kullanılması.
Kullanılan kap kacaklar ise çok geniş bir konu. Kısaca bü-
tün bu meclislerde yayvan çini kaplar kullanılıyordu, ancak
şimdi bizim müzelerimizde bile olmayan o muhteşem İznik
çinisi kapları bütün onaltıncı yüzyıl resimlerinde görebiliriz.
Ondokuzuncu yüzyıl’da İstanbul’da çarşı,
Bugün Türkiye’de özel koleksiyonların haricinde pek fazla ör-
Julia Pardoe’nun ‘Beauties of The Bosphorus’ isimli eserinden nek yok daha doğrusu o kadar çok üretilmiş olan bu kaplardan
Bartlett tarafından çizilmiş olan gravür. daha çok örnek olmalıydı. Gündelik hayatta çok kullanılıyordu
ve çok kıymetli değildi. İnce dar boyunlu sürahiler, kupalar,
tatlı ve yemek tabakları, kavanoz formundaki kaplar gibi pek
Giyim Kuşam Kültürü
çok örnek minyatürlerden ve arşiv belgelerinden tespit edi-
lebilir. Kullanılan malzemeye, kılık kıyafete bakıldığı zaman
Kadınların kıyafetlerinden bahsedelim birazda. Kadınların Maveraünnehir’den Filibe’ye kadar benzer biçimsel özellikleri
başlıklarında iç mekânlarda kullanılan minik sikkeler var, kü- görmek mümkün. Bir yelpazenin renkleri gibi... İran bölgesin-
lahlar ya da başlıklar daha sonraki tarihlerde hotoza dönüşe- de maviyi, Filibe bölgesinde ise pembeyi görebilirsiniz. Birbirine
cektir. Hotozda saçların örgülü biçiminin üzerine çiçekler ek- sıkı sıkıya bağlı kültürler birikiminin oluşturduğu bir yekpare
lenerek yapılan bir nevi taç görüntüsü vardır. Dış mekânda ise bir medeniyet, fakat bunun için önce Asya medeniyetini bil-
bu sikke veya hotozların üzerine düz bir örtü atılarak kullanı- hassa batı ve güney-batı Asya’daki kültür ve medeniyeti anla-
yorlar. Onbeşinci yüzyıl’da ve onaltıncı yüzyıl’da kadın başlık- mak lazım. Yakın Doğu veya Orta Doğu kelimelerini kullan-
ları çeşitli renklerde özellikle beyaz olarak başörtüsü görüyoruz, mıyorum. Asyalı bir toplumunun üyesi olarak Batı Asya diye
yüzlerini kapatmıyorlar. Bununla ilgili bir gözlemimi anlatmak tanımlayabiliriz. Bu doğrudan durduğumuz nokta ile ilgili bir
istiyorum. Çok enteresan yerli nakkaşların yaptıkları pek çok ifade. Londra’dan bakılınca Yakındoğu demek mümkün ancak
resimde kadınların yüzleri açıktır. Ancak yabancıların yapmış İstanbul’da durup da Yakındoğu veya Ortadoğu demek doğru

114 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 115
görünmüyor. Bu bölge mühim yani bütün Osmanlı’yı besle- dikleridir. Hiç ummadığınız iki çocuğun bile iki dili konuşabildiğini
yen kaynak burası ve burada ki birikim Osmanlı topraklarının görebilirsiniz ama ben bunlardan hiçbirini öğrenemeyeceğim. Ar-
batısına akarak gündelik hayatı şekillendiren şeydir. Buradan navutça, Arapça, Farsça, Beyoğlu tarafından İtalyanca, Fransızca
beslenmek uzun süre devam eder. Göç onüçüncü yüzyıl’da o kadar çok dil konuşuluyor ki çünkü her ırktan, her dilden, her
Osmanlı’nın yerleşmesinden sonra bitmez uzun süre devam dinden insanın dolaşabildiğini görüyorsunuz’.
eder. Bu akış bir taraftan kültür birliğini de ayakta tutar. Bu
geniş bölgenin bütünlüğü pek çok açıdan izah edilebilir. En
güzel örneklerden birisi herkes Şair Fuzuli’yi İstanbullu zanne- Şehrin İdari Yapısı ve
der, hâlbuki Fuzuli İstanbul’u hiç görmemiş bir şairdir, Bağdatlı Sosyal Tabakalaşma
bir şairdir, ama Bağdat’ta yazdıkları İstanbul’da zevkle okunur.
Baki İstanbul’da yazmıştır, ama Bağdat’ta da keyifle okunmuş- Şehrin idari yapısına bakıldığında kadıların idaresinde ma-
tur. Molla Cami Herat’ta yazmıştır İstanbul’da da okunmuş- halleler olduğu görülür. Müslümanların, Rumların veya Yahu-
tur. Nakkaş Behzat Herat’dan Tebriz’den beslenmiştir ama dilerin ağırlıklı olarak yaşadıkları mahalleler var. Halk birbirine
İstanbul’da da akis bulmuştur. Bütün bunlar kültürdeki yekpa- karışmadan semtler oluşturabiliyor. Farklı dine mensup insan-
reliği göstermez mi? ların farklı semtte yoğunlaşmış olmasını devlet teşvik ediyor.
Tekrar İstanbul’a dönecek olursak onaltıncı yüzyıl bütün Bu durum kimliklerin korunması açısından önemli. Gayr-i
kuralların oturduğu bir yüzyıldı, onyedi ve onsekizinci yüzyıllar Müslimler dinleri bir yana dillerinden de bir şey kaybetmemiş-
ise daha çok idari mekanizmanın gevşekliği nedeniyle ondoku- lerdir bu sayede. Şehrin beledi hizmetlerinin tamamını vakıflar
zuncu yüzyıl’a kadar uzanan bir dönemdir. Bu geniş dönemde karşılıyordu. Bu vakıfların kurulmasını sistem teşvik ediyordu.
Osmanlı halkının ürettiği sanat eserlerine bakarsak bunlar hiç- Padişahtan devlet adamlarına kadar herkes yapıları vakıf ola-
te göz ardı edilmeyecek nitelikte ürünlerdir. Özellikle musiki rak yapıyor. Gelirlerini temin ediyor ve şehirdeki bütün beledi
ve hat sanatında ortaya koydukları fevkalade eserler, kendi işler bu vakıflar tarafından yürütülüyordu. Şehrin idaresi ise
alanının en iyileridir. Bu dönemin gündelik hayatında aile ha- mahallelerdeki mahkemeler tarafından yürütülüyor. Şehrin
yatının ve toplum hayatının oturmuş olduğunun izleri görülür. içinde yani sur içinde yedi tane mahkeme var. Şehrin dışında
Dışarıdaki karmaşaya rağmen evlerin içerisinde oturmuş bir sis- ki yer ise Bilad-ı Selase olarak tanımlanıyor. Üsküdar, Gala-
tem vardır. Ondokuzuncu yüzyıl ise başka bir dönemdir. Başka ta ve Eyüp’ten oluşuyor. Bu üç beldenin ayrı mahkemeleri var
bir döneme geçmeden önce birkaç izlenim üzerinde konuşalım. onlar tarafından idare ediliyor. Mahkeme bugün olduğu gibi
İstanbullu yazarların gözlemleri ve seyyahların gözlemleri var, sadece yargılayan ve ceza veren bir yer değil. Mahkeme aynı
bir kısmı içeriye girmeden sadece dışarıdan bakarak anlatırlar. zamanda noter vazifesi de görüyor. Yani insanlar evlenirken,
Bunlardan bir tanesi mesela Lady Montague 18. yüzyıl’ın so- boşanırken, komşusundan şikâyet ederken, bir ev alıp satarken
nunda bir elçi eşi olarak İstanbul’a gelir. İzlenimlerinden küçük ya da malını mülkünü kocasına veya karısına bağışlarken bu
bir kesit özetle şöyledir: ‘İstanbul’da en çok ilgimi çeken şeylerden mahkemelere geliyorlar ve kadılara durumu bildiriyorlar. Do-
bir tanesi insanların bir şehirde nasıl bu kadar çok dil konuşabil- layısıyla Osmanlı’nın sosyal tabakalaşmasını, hayatını ve belki

116 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 117
de bunun daha alt bir birimi olarak gündelik hayatını en iyi böyle olurdu, şöyle olurdu diye hikâye ediliyor. Mesela ondo-
şekilde bu mahkeme kayıtlarından takip edebiliyoruz. Bu mah- kuzuncu yüzyıl’a istinaden fikir yürütenler boza içmenin keyifli
keme kayıtları Şer’iyye Sicilleri isimli defterlere kaydedilmiştir. bir akşam eğlencesi olduğunu hasretle hatırlamak isteyebilirler,
Bunlar bir şehirde olabilecek her şeyden bahsederler. Mesela fakat Gelibolulu onaltıncı asırda boza içmenin hiç de makbul
onaltıncı yüzyıl’da Balat mahkemesinde Yasemin isimli bir ka- olmadığını yazar.
dın mahkemeye gidiyor, adamın birisini şikâyet ediyor “Yolda
gidiyordum hatta kocamda yanımdayken bana laf attı” diyor.
Ondan sonra kocası geliyor şahitlik yapıyor. Resmi görebili- Şehrin Mekânsal Yapılanması
yorsunuz orada yani sokağı bir aile ilişkisini, sokaktaki birinin ve Yangınlar
bakış açısını, söyleyebileceği en kaba şeyi, her şeyi ile bir resim
geliyor gözümüzün önüne. Bunları okumak ve incelemek çok İstanbul’un büyük yangınları var. Tabii gündelik hayatı şe-
uzun zaman aldığı için, tabii bir de artık alışkın ve aşina olma- killendiren bu yangınlardan bahsetmeden geçmemek gereki-
dığımız bir yazı ile yazıldığı için olayları tek tek incelemek ye- yor. Bir yangın çıktığı zaman hele yaz ayı ise ahşap evlerden
rine genellemelere istinaden uydurma yolunu tercih ediyoruz. fırlayan kızgın bir çivi parçası diğer bir evi çok hızlı bir şekilde
Onun içindir ki belki konuyu dağıtacak ama kültür tarihi ile tutuşturuyor. Şehrin her tarafı nerdeyse bu yangınlardan et-
ilgili özellikle gündelik hayat ile ilgili Osmanlı’nın toplumsal kilenmiştir. Bugün İstanbul’un kültür mirası bunun için daha
yaşamı ile ilgili bilinen şeylerin büyük çoğunluğunun abartılı ve da önemli. O kadar çok yangına rağmen yine de kütüphaneler
kısmen yanlış olduğunu düşünüyorum. Ondokuzuncu yüzyıl’ın dolusu kitabımız var çok şükür, gerçi taş binaların içinde ol-
ikinci yarısına dair bilgiler daha çok kanaatlere dayanır. Her- duğu için kaldılar. 1757, 1856 gibi büyük yangınlardan sonra
kesin Osmanlı döneminde doğan ve bütün bunları hikâye eden şehrin sur içinde olan kısmının üçte biri yandıktan sonra şehrin
bir dedesi vardır ve onlar ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında boş kısımları yeniden imar edilirken taş binalar yapılması için
ki Osmanlıyı aktarırlar. Hatıralarla taşınan o dönemden bizim emirler çıkarıldı. Tamamen taş olmasa da yarı kargir binalar
bildiğimiz Osmanlı aslında ondokuzuncu yüzyıl’ın ikinci yarı- yapılmaya başlandı. Yönetim bu konuda çok ısrarlı idi. Halk ise
sındaki Osmanlı’dır. Hâlbuki Osmanlı çok uzun bir dönemi her şeye rağmen ahşap yapmak istiyordu. Mustafa Reşit Paşa
kapsıyor. Onbeşinci yüzyıl ile onyedinci yüzyıl arasında ciddi ve onun gibi Tanzimat döneminin aydınları ve onlardan son-
farklılaşmanın olduğu bir dönemdir. Biz yirmi ve yirmibirinci rakiler Avrupa ziyaretlerinde gördükleri şehirlerden etkileniyor
yüzyıl’dan baktığımız zaman sanki o dönemleri durağan, sü- nasıl düzenli olduklarından vs. bahsediyorlardı. Yangının te-
rekli tekrarların olduğu bir dönemmiş gibi görüyoruz. Hâlbuki mizlediği kısımlar şehrin yenilenmesi gerektiğini söyleyen ay-
böyle değil, tekrar etmediğini görebilmek için içerden bakmak dınlar için çok güzel bir fırsat ortaya çıkıyor. Ve bu yerler imar
gerekiyor. Mesela onyedinci yüzyılda kullanılan ev eşyalarının için açılmış yerler anlamına geliyordu.
hep aynı olduğunu varsaymak gibi. Böyle bakılıyor, yani bunu Şehrin manzarası içinde mezarlıklar bütün yabancıların
yapan araştırmacılar var. Onsekizinci yüzyıl’da böyle ise onbe- dikkatini çeken yerler. Onun için çok bol miktarda mezarlık
şinci yüzyıl’da da böyledir diyerek, bütün Osmanlı tarihi için tasvirleri vardır. İnsanların mezarlıkları hiç yadırgamadıklarını

118 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 119
hatta buralara girip buralar da oturduklarını hatta kadınların munda insanlarının mütevazı olduklarını, yeme içme meselesi-
bile burada oturup sohbet ettiklerini bir şeyler yiyip içtiklerini ni abartmadıklarını yazıyor.
anlatıyorlar. Ondokuzuncu yüzyılda II. Mahmut Döneminde henüz Prus-
Ulaşım şehir içinde atlarla, atlı arabalarla ve Boğaziçi’nde yalı bir subay iken İstanbul’a gelen Genaral Moltke’nin gözlem-
kayıklarla yapılıyor. Bu kayıklar o kadar çok ki, ateş kayıkları, leri de önemli. II. Mahmut ona şehrin planını çıkarma görevini
buz kayıkları, meyve kayıkları, vs. çeşit çeşit kayıklar var. Her veriyor. Örneğin diyor ki; Türkler oturup çubuk içmeyi çok
gün yüzlerce kayık Boğaz’ın iki yakasında gidip geliyor. severler, yüksek bir tepede şahane manzaralı bir yerde bir Türk
Kıra veya tenezzühe çıkmak insanların hayatını güzelleşti- çubuğunu eline alıp, tefekküre daldı mı dünyada ondan daha
ren şeyler. Kıra gitmek için sabah erkenden çıkılıyor, akşam mutlu hiç kimse yoktur diyor. Tefekkür etmeyi sever, sakin,
dönülüyor. Şehir halkının en sevdiği eğlence kıra gitmek. Hat- kendi içinde yaşar.
ta öyle yerler var ki mesela Göksu kırlık yeri olarak seçilmiş, Ondokuzuncu yüzyıl İstanbul’u II. Mahmut’un radikal dev-
insanlar oraya gidiyor eğleniyorlar. Orası bir dinlenme yeri ola- rimleri neticesinde ilk keskin değişimleri gösterecektir. Farklı-
rak görülüyor. İnsanlar mahallelerinden komşuları ile birlikte laşma ve değişimin her şeyin birbirine benzeme eğilimlerinin
geliyorlar. Bir de yazlığa göçmek var. Yaz ayları Boğaziçi’ne, başladığı asır olacaktır. Bu bütün insanların din ve milliyet far-
adalara veya havası güzel şehir dışında daha sakin yerlere taşı- kı gözetmeksizin birbirine daha doğrusu Avrupalıya benzeme
nıp birkaç ayı farklı bir yerde geçiriyorlar. eğilimi sonradan evrenselleşme olgusunu ortaya çıkaracaktır.

Yabancıların İzlenimleri

Busbecq onaltıncı yüzyıl Osmanlı toplumunda insanların


az konuştuklarını sakin ve ağırbaşlı olduklarını buna karşılık
Avrupalıların ne kadar gürültücü olduğunu ve hatta on tane
Fransız’ın bir araya gelse yüz tane Türk’ün çıkardığı sesten
daha fazla ses çıkardıklarını söylüyor. Yine O’nun gözlemlediği
bir bayram merasimi var. İlk önce binlerce askerin namaz kıl-
dığını ve daha sonra sessizce dağılıp birbirlerine sarılmalarını, o
andaki renk cümbüşünün ne kadar etkileyici olduğunu anlatı-
yor. Ve o kadar büyük bir kalabalığın oldukça sessiz bir biçimde
bayramlaştıklarını anlatırken etkileyici bir resim çiziyor. Onse-
kizinci yüzyıl İstanbul’a dair gözlemlerini yazan Lady Montague Ondokuzuncu yüzyıl’da İstanbul’da çarşı görüntüsü,
gibi sevecen ve hayranlıkla bakmıyor. Ayrıca Osmanlı toplu- Robert Walsh’ın ‘Costantinople and the Scenery of the Seven Churches ao Asia Minor’
isimli eserinden T. Allom’un gravürü.

120 İstanbul, Kent ve Medeniyet Osmanlı İstanbul’unda Gündelik Hayata Dair İzlenimler 121
İstanbul’un Son 50 Yılı:
Değişim ve Dönüşüm

Aydın Uğur*9

Benim İstanbulum

B enim İstanbul’um üzerine konuşmak. Benim İstanbul’um


derken son 50 yıldan bahsedeceğim. Şimdi 57 yaşında-
yım; ilk 6-7 yılı bulanık ama ondan sonrasına tanık oldum. O
tanıklığı sosyal bilimin süzgecinden geçirmeye çalışarak, ama
esasen kendi yaşamışlığım içerisinde ‘bu şehirde hepimize top-
luca ne oldu’ diye düşünmeye çalışacağım.
İstanbul’la ilgili olarak ilk hatırladığım şey: “Benim zama-
nımda İstanbul çok zarif bir yerdi” sözleridir. “Beyoğlu’na mutlaka
şık giyinilip çıkılırdı; ortalıkta hiç hırpani gezmezdi. Neler geldi bu
kentin başına, ne şık yerdi ya Rabbi” laflarının içine doğdum ben.
Bakış açımı biçimlendiren ortamı bilesiniz diye belirteyim: Ai-
lem orta-üst gelir dilimindeydi. Annem lise öğretmeniydi. Ba-
bam önce devlette, sonra özel sektörde çalıştı; nihayetinde de
siyasal yaşamda yer aldı.

* Prof. Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi Rektörü.


Şimdi başka bir yerde oturuyorum ama Teşvikiye’de büyü- olmuş. Örneğin 1955’teki 6-7 Eylül olayları var. O zaman da
düm. Söyleyeceklerimde biraz Orhan Pamuk’un İstanbul’u ile bir nüfus kopması olmuş. Yunan tebaası olan İstanbul Rumla-
örtüşen şeyler var. Çünkü Orhan Pamuk’la tam akranlığım ve rı veya Türk tebaası olan bir sürü Rum Yunanistan’a göçmüş.
tam mahalledaşlığım var. Yani onun anlattığı İstanbul’la benim Korkan, bize de sıra gelir diye düşünen başka azınlıklardan da
yaşadığım İstanbul aynı. Aklınızda olsun diye söyledim. Mesela giden olmuş. Rusya’nın çökmesiyle Beyoğlu’nu renklendiren
“Kara Kitap”ta anlattığı Alaaddin Dükkânı diye bir yer vardır. Rus aristokratları, Balkan aristokratları onlar da yavaş yavaş
O Alaaddin Dükkânı’ndan ben de topaç aldım. Avrupa’ya çekip gitmişler.
“İstanbul ne kadar nezihti, ne kadar zengin ve güzeldi şimdi çok 1925 ile 1950 arası İstanbul’unda para yok, renk yok, hal
kötü oldu” lafı her kuşağın hep söylediği bir laf olduğunu yavaş yok; şimdiki İstanbul ile zerre kadar alakası yok. Ben hatırlıyo-
yavaş anladım. Çünkü benden önceki kuşağın İstanbul ile il- rum tarihi eserlerin hepsi ister Osmanlı, ister Bizans, hepsi dö-
gili olarak söylediği bu lafların maddi dayanağının olmadığını külürdü. Hepsi çok haraptı. Bir iki tanesi düzgünceydi; içinde
sonraları, okudukça, inceledikçe daha iyi anladım. Benden he- hayat vardı.
men önceki İstanbul yani 1950 öncesi İstanbul’u 1925 ve 50 Hayal meyal hatırladığım ilk İstanbul’umda Fatih var,
senesi aralığında herhalde kurulduğundan bu yana gördüğü en Fatih’te oturuyoruz o sırada. Dolayısıyla Fatih Camii’ni biraz
fukara dönemlerinden birini yaşamıştı. 1925-1950 yılları arası biliyorum. Ama etrafındaki şimdi düzeltilmiş, temizlenmiş
İstanbul’u düşkün bir İstanbul. Çünkü artık payitaht değil. Bir olan ne kadar eski eser varsa hepsi viraneydi, ayyaş yuvasıydı.
düşünün İstanbul kurulduğu andan itibaren başkentmiş. Önce Dolayısıyla İstanbul eskiden çok mamur olduğu, şık filan ol-
Doğu Roma’nın, sonra Osmanlı’nın. Bu ne demek? Hüküm- duğu türünden lakırdıların aslı astarı yok. Yani olgusal olarak
ranlığınız altında hangi topraklar varsa -Balkanlar, Arabistan, doğru değil.
Mısır,vb- bunların bütün gelirini siz emiyorsunuz, sömürüyor- Bugünün İstanbul’u daha güzel, daha canlı. Bana sorarsanız
sunuz demek. Ama 1920’lerin ortasından itibaren İstanbul bunun asıl nedeni İstanbul’un başkent olmaktan çıkıp, tüketim
payitaht olmaktan çıkıyor. Az olan parayı da Ankara çekiyor. kenti olmaktan çıkıp 1970’lerin sonundan itibaren bir üretim
Yeni bir başkent kuruluyor. Dolayısıyla İstanbul üstüne çok ya- şehri haline gelmiş olmasıdır. Şu anda Türkiye’de en fazla ver-
tırım yapılan bir yer değil, artık. giyi İstanbul verir; gayrisafi milli hâsılanın en büyük oranını
İstanbul’da üretim de yok. Çünkü payitaht alışkanlığı var. İstanbul üretir; göreceli de olsa istihdamın en yüksek olduğu
Başkent dediğin tüketir ve İstanbul hep tüketim kenti olmuş- yer burasıdır. Aklınıza gelebilecek bütün kültürel aktiviteler,
tur. Az önce söylediğim gibi Balkanlar’ın, Arabistan’ın, Mısır’ın eğitim, bilim, sağlık hizmetleri burada yoğunlaşmıştır. Ama
nesi varsa hepsini yemiş. bunun ötesinde asıl sanayi ve hizmet burada yoğunlaşmıştır.
İstanbul, 1923’ten sonra mübadele sonucunda büyük bir Yani İstanbul son 50 senedir müthiş bir kabuk değişikliği yapıp,
nüfus değişikliğine uğramış. İstanbul’da 1927 nüfus sayımına tüketici kent olmaktan çıkıp, aynı zamanda üreten bir kent ha-
göre 690 857 kişi yaşıyor. Bunun 448 000’i Müslim, 243 066’sı line gelmiştir. Bu bir şehir için müthiş bir dönüşümdür. Düşü-
gayrimüslim gözüküyor. Ama 1928’den sonra bir sürü değişim nün, 2000 yıllık bir alışkanlık değişiyor.

124 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul'un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 125
İstanbul’un Sakinleri zengininin apartmanı vardı. O zaman biliyorsunuz kat mülki-
yeti yoktu. Binaların tek bir sahibi olurdu. Apartman kat mül-
Peki, benim gene o hayal meyal ilk zamanlar hatırladığım kiyeti çok önemli bir değişiklik olarak, yanılmıyorsam, 1957’de
İstanbul nasıl bir insan kompozisyonuna sahipti? Elbette gay- çıktı. Ondan daireler tek tek sahipli değildi. 1957 ile birlikte
rimüslim azınlıklar var tabii. Bir küçük örnek verecek olur- başka bir yaşayış biçimi, bir arada yaşayış biçimi geliyor; o ayrı
sam... Benim gittiğim okul Teşvikiye’deydi. Sınıfımın yarısı bir şey, ona girmek istemiyorum.
gayrimüslimdi. İçinde Musevisi, Ermenisi vardı. Levanten ta- Oturduğumuz apartman 1959’de yapılmıştı. Betebe de-
bir edileni vardı. Levanten nedir tam bilir misiniz? Hep geçer nilen, mozaik benzeri, bir çeşit dış cephe kaplaması olan o
de ne olduğu pek bilinmez. Levanten Latin kökenli Katolik zaman için pek modern denilen bir bina. Yanımızda bir kab-
olan Avrupalılara verilen isim. Yani her Avrupalıya Levan- zımalın evi vardı, sağımızda da dökülmekte olan bir mek-
ten denmiyor. Katolik olması şart. Onun içine bütün İtalyan tep. Osmanlı’dan kalma, iki katlı taş bir mektep. Aynı so-
türleri giriyor. Cenevizlisi, Venediklisi, Fransızı da giriyor. kak üzerinde orta halli, fukara, zengin bir aradaydı. Şimdi
Levanten lafı benim çocukluğumda önemliydi. Şimdi artık Boğaziçi’nin orasında, burasında 1-2 istisna dışında böyle bir
esamisi okunmuyor. Levanten lafının içinde “levant” lafı yer bulmak artık çok zor. Çünkü geçen 50 yıl içinde kapita-
var; yani güneşin doğduğu yer; daha Batı’daki Avrupalı’nın lizm hükmünü icra etti: Fukaralar belli semtte, orta halliler
bizim illeriçin kullandığı laf. Fransızlar bizim olduğumuz böl- başka semtte, üst gelir grubu başka semtte toplaştılar. Şimdi
geye “Levant-Lövan” diyor. Hani şimdi Amerikalıların “Yakın gidiniz Bostancı’dan Kızıltoprak’a kadar Bağdat Caddesi’nin
Doğu” falan lafları var ya, o zaman da lövan deniliyor bu böl- altında bir tane orta gelir altı hane bulamazsınız. Daha önce
ge için. Neyse, diyeceğim İstanbul’da bu azınlıklar var. Ama millet düzenine göre kurulmuş olan Osmanlı yerleşim kalıbı
dönemin İstanbul’unun asıl özelliği henüz kapitalist bir kent kırıldı. Kapitalizm şehre damgasını vurdu.
olmaması. Yani insanlar henüz gelirlerine göre farklı mahalle- Önceleri kentte ayrışma yok muydu? Vardı tabii, ama gelire
re ayrılmış değiller. göre değil, dinsel cemaatler bazında vardı. Yahudiler Balat’ta,
İçinizde mevcut Teşvikiye’yi bilenler vardır. Teşvikiye’yi Kuledibi’nde, Rumlar Fener’de, Beyoğlu’nda, Tatavla’da (Kur-
hepimiz zengin mahallesi diye biliriz değil mi? Teşvikiye, Ni- tuluş), Boğaz köylerinde Ermeniler Samatya’da gene Haliç ke-
şantaşı zengin mahalleleridir. Hatta sembol isimlerdir. Bizim ev narları gibi bölgelerde herkesin yeri belliydi.
orada, Şakayık Sokak’taydı. Şakayık Sokağın ortasında solda Bizim Teşvikiye ise sonradan görmelerin yeriydi. “Eskiden
bir tane kagir bina vardı. 1940’larda yapılmış, üç katlı. Onun görmeler” Laleli’de, Fatih’te filan otururdu. Sonradan görme-
yanında üstü teneke kaplı, daha doğrusu kurşun kaplı iki katlı den kastım ise Laleli, Fatih kökenli olup da Avrupaî hayat
bir marangoz ailesinin oturduğu ev vardı. Onun yanında gene tarzına özenenler. Hani Peyami Sefa’nın anlattığı gibi. Şişli
iki katlı emekli bir karı kocanın oturduğu yer alıyordu. Hemen filan öyle.
devamında çok katlı, geniş, büyük 1945’lerden kalma bir savaş

126 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 127
Benim çocukluğumda elit semti diye bir şey yoktu. Bü- Dönüşen ve Değişen Kent
tün semtlerin kendi içinde paşası, aşçısı, sütçüsü bir arada İstanbul’da Yaşam
otururdu. Nişantaşı’nda fırınların yanı sıra ekmek arabası da
vardı. Bir atlı ekmek arabası vardı. Beyaz önlüklü bir de sahi- Peki, binaların içinde oturanlar nasıl otururdu, giyim kuşam
bi. Ambülâns biçiminde, üstü çinkoyla kaplı arabayla ekmek nasıl olurdu? Binaların içinde oturanlar Anadolu’dan geldikle-
dağıtır, satardı. İstanbul’un ortasından, 1955-60 dan bahse- ri gibiydi işte. Çoğu Anadolu kökenliydi. Gerçi ortalıkta biraz
diyorum. saray artığı vardı ama bunlar da düşüş halinde, ellerindeki biri-
Peki, evlerde iç düzen nasıldı? Kapitalizme doğru geçiliyor- kimi yavaş yavaş eritmekle meşguldüler.
du; ama ben kapitalizmin ne olduğunu daha sonra anladım, Evlerde ceviz sandalyeler, şimdi antika diye satılan aslan
yurtdışına gittiğim zaman anladım. Aile çevrem, okul çevrem ayaklı masalar vardı. Herkesin evinde ondan vardı. Ahali artık
dolayısıyla bizden daha hali vakti yerinde olanların evlerini sandalyede oturur hale gelmişti.
görme imkânım oldu. Nişantaşı’nda Türkiye’nin o zamanki en Yaş kümeleri arasında kılık-kıyafet, giyim-kuşam farklılaş-
zenginlerinin bir tanesinin evini örnek vereyim: Müreffeh bir ması henüz başlamamıştı. Şimdi bakarsanız her yaş grubunun
evdi. 250-300 metrekareydi. O amanlar gözüme bayağı büyük kendine ait bir tüketim sepeti var. Yani gidiyorsunuz 0-12 yaş
gelmişti, ama yurtdışına gidip de dolaşırken, İtalya’da mesela dilimi için renkler, şunlar bunlar var. Muhtemelen 12-21 ara-
bir zenginin yazlık malikânesinin 49 odası olduğunu öğrendi- sındakilerin de hemen kokusunu aldığı başka dükkânlar var.
ğiniz zaman ve bunun sadece yazlık yeri olduğunu gördüğünüz Başka renkler var. Bir de belli yaş sonrasının ve belli iş grupları-
zaman aradaki birikim farkını anlıyorsunuz. Yani Türk’ün 1950 nın giydiği, kuşandığı kılıklar var. Oysa hayat hep böyle olma-
sonlarındaki en zengininin evi 300 metrekare iken Avrupa’daki mış. Gidin Topkapı Sarayı’na bakın şehzade elbiselerine küçük
birikimin üzerine oturan burjuvazi veya aristokrasi artığı en az şehzade elbisesi padişahın kendi elbisesinin küçüğü. Dışarıda-
onun 30 misli bir varlığa sahipti. Kısacası o dönem Türkiye’de ki-yurtdışındaki tablolara bakın: İspanya kralının veliahdı olan
burjuvazi henüz palazlanmış değildi. Burjuvazi filizlenmesi za- çocuk tıpkı babasının aynısı gibi giyinmiş. Biz de öyleydik, ba-
ten önce azınlıklar arasında olmuştu. 19. yüzyılın ikinci yarısın- bamızın küçüğü gibiydik. Kılık kıyafet şimdi öyle değil. Benim
dan sonra onlar da ayrılınca, genel bir düşüş yaşanmış; Müs- oğlum benden farklı renkler, farklı gömlekler, farklı pabuçlar
lümanların arayı kapatması için 1960 sonralarını beklemek giyiyor. O zamanda meraklısı için Beyoğlu’nda bir tane mağaza
gerekmişti... Varabildiği yerde en fazla 300 metrekarelik apart- vardı. Küçük boy çocuklara babası gibi giyinme imkânı tanırdı.
man daireleriydi. Küçük bir ayrıntı: Evin bir tanesinde çelik Herkes yamalı bir şeyler giyerdi. Evlerin hepsinde tahta yu-
mutfak evyesi vardı. Hiç görülmemiş bir şeydi. Herhalde zen- murta vardı, çorap yamamak için. Çünkü çorap kolay bulun-
ginliğin en üst noktasıydı bu. Şimdi herkes alıyor. O zamanlar mazdı. Tahta yumurtayı hatırlayanız var mı bilmem? Çorabın
o zenginliğin en üst noktasıydı. içine kayarsınız, delikleri örersiniz. O vardı. Elbiseler, paltolar
ters yüz edilirdi. Terziler bu işlerle uğraşırdı. İçeride kalmış ku-

128 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 129
maşın iyi tarafı dışa çıkarılırdı. Ayıptır söylemesi çocukların ye alması lazım, şaka değil dönmeyecekler. Dolayısıyla oturup
apış araları çabuk giderdi, yama olurdu. Tekstil gelişmiş değildi yeni gelen ve yeni gelecek olanlar için alt yapı hazırlamakmış
ki! Kimsede de öyle para filan yoktu. En zenginde bile. o sırada yapılması gereken. Yapılmadı, sonra olay çığ gibi bü-
Peki Teşvikiye’nin arkasında ne vardı? O bildiğimiz yüdü. Fakat kendi içinde hepinizin yakından bildiği bir tarihle
Teşvikiye’nin teneke mahallesi vardı. Şu anda rezidansların büyüdü. Önce tenekeler sonra biriket, daha sonra tuğla. Daha
yükseldiği Fulya denilen bölgeyi düşünün. Onun karşısındaki da sonra belki bir kısmı biriket ile uzantı derken, bir seçim ari-
sırt yani Vali Konağı Caddesi’nin altı teneke mahallesiydi. Adı fesinde ikinci kat, sonra başka bir seçim arifesinde üçüncü kat.
oydu: “Teneke Mahallesi”. Gerçekten çok kırık dökük gece- Ondan sonra da yıkılıp apartman. Bildiğimiz öykü. Yani içinde
kondulardan oluşuyordu. İnşaat artıklarından yapılarak oluştu- şimdi gezdiğiniz zaman asla ‘bir zamanlar burası gecekondu ma-
rulmuş bir şeydi. O teneke mahallesinin son kalıntısını görmek hallesiymiş’ diyemeyeceğiniz bir sürü semtimiz var İstanbul’da.
isterseniz Ihlamur Pazarı’ndan girip Teşvikiye’ye çıkmak üzere O öyle ilerledi. Fakat oralarda yaşayan insanlar nasıl hissedi-
Deryadil yokuşuna vurduğunuzda, orada belediyenin açık pa- yorlardı, dünyaları nasıldı derseniz, üzerinde iyi çalışma çok
zarı, “Ihlamur Pazarı” var ya, o açık pazarın arkasına bakın. Son var mı tartışılır. Tabii köylüydüler ilk gelenler. O yüzden şeh-
kalan 30-40 ev görürsünüz. Onlar İstanbul’un en eski iki tane rin her şeyi onlara iyi geliyordu. Geçmiş hayatlarıyla kıyaslı-
gecekondu bölgesinden bir tanesidir. 1945’de gelmişler ora- yorlardı: Sabahın köründe kalkıp hayvanları araziye çıkarmak
ya. Başka da gecekondu yoktu İstanbul’da. Sonra yavaş yavaş yok, sağlık hizmeti var, çocuğunu okutabiliyor; yani köy ko-
1950’lerin ortalarından itibaren böyle gecekondu, geceleyin şullarının ağırlığını hatırlayıp şehirdeki koşullar ne kadar kötü
kondu lafı çıkmaya başladı. Ben şöyle yazılar yazıldığını hatır- olursa olsun köyden daha ehven ve kaldırılabilir olduğu için
lıyorum: “Bunlar böyle artık 1-3-5 değil fazla fazla gelmeye başla- onlar memnundu. Birinci kuşak şikâyetçi hiç değildi. Onların
dılar, ey belediye-ey valilik verin bunların eline dönüş ücretlerini, çocukları yavaş yavaş kendilerini köydeki akrabalarıyla değil de
dönsünler de bu iş bitsin”. Mesela 1957’de Metin Toker’in yazdı- şehrin diğer semtlerindeki akranlarıyla kıyaslamaya başlayınca
ğı bu minvalde bir köşe yazısı var. Bunun mümkün olabileceği mutsuzluk başladı.
düşünülüyordu. Yani tek tek geleni yakalayacaksın, biletini ve- Eteğinde yavaş yavaş Zeytinburnu’su, Taşlıtarla’sı oluşan
receksin, geri yollayacaksın. Hacim henüz öyleydi. kentin bir de eskisi var. Suriçi, Pera, Taksim, Teşvikiye filan.
Peki, dönüşümün ağırlığını hissettirdiği ilk semt neresiydi; Onlar ne yapıyorlardı o sırada? Onlar o sırada endişe ile gelen-
gecekondu olgusunun kesif ve derin biçimde varlığını hisset- lere bakıyorlardı; ama emebiliyorlardı gelen nüfusu. Nasıl eme-
tirdiği ilk yer neresidir, derseniz... Zeytinburnu bölgesidir tabii. biliyorlardı? Gelen nüfus şehre tırnaklarıyla asılıyordu ve ikinci
1963’de Hart diye bir Hollandalı şehirci, antropolog bir pro- kuşakla birlikte kendini, kentin içine bir yere atıyordu. Ve ikin-
fesör bu bölgede araştırma gerçekleştiriyor; 3000 kişiye anket ci kuşağın ortasına doğru, yani üçüncü kuşağa doğru dil tam
yapıyor. Sorulardan bir tanesi de “siz geri dönmeyi düşünür İstanbul dili haline geliyordu. Değerler değişiyordu. Bir trans-
müsünüz?” 3000 anketin 3000’inin de cevabı hayır. Yani kimse formasyon, bir kentliliğe dönüşüm söz konusu olabiliyordu. O
geçici gelmemiş. Doğru dürüst bir belediyecinin bu lafı ciddi- yüzden çok fazla sert bir itiş-kakış yoktu. Elbette eski kentliler,

130 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 131
biraz yukarıdan bakaraktan, biraz da tahammül ederekten ya- duyduğumuz Galeria’mız açıldı. Ama Galeria başka bir şey söy-
vaş yavaş biraradalığın mekanizmasını işletiyorlardı. Ama ne lemekteydi herkese: Ey ahali! Artık sizin cebiniz para gördü,
zamanki şehre yeni gelenler emilmez hale geldi, o zaman yavaş şimdi bolluk var, mal var. Tabii başlangıçta o büyük tüketim
yavaş gerilim dili başladı; düşmanlık dili başladı; ötekililik tem- mabetleri nasıl kullanıldı, ayrı mesele. Yani onun üzerinde
silleri başladı ve şehir içinde kültürel fay hatları olan bir yapı uzun uzun çalışılması lazım. Çünkü orada insanlar başka tür bir
haline geldi. Daha önce böyle bir şey yoktu. Altta olan, üstte hayatın hülyalarını da görüyorlardı. Yani mesela “camide cennet
olan yoktu demiyorum. Tabii ki altta olan, üstte olan vardı; hayali görmek” gibi o tüketim mabedinde de başka yaşam tarzla-
ama bunlar arasındaki ilişki keskin fay hattı özelliğinde değildi. rını herhalde kendilerinden daha üst durumda olanların yaşam
Nasıl bir dönüşüm olduğunu ben kendimce şarkılar üzerin- tarzlarını hayal eden insanlar geziniyordu. Bu insanlar birbiriyle
den, arabesk üzerinden anlatmaya çalışayım. Zeki Müren, Or- de böyle fazla sürtüşmeden, dokunmadan yan yana geziyorlar-
han Gencebay ve İbrahim Tatlıses... Üç tane müzik idolünü, dı. Dikkat ederseniz bu durum hala da var, o yeni büyük alış
gözönüne aldığınız zaman üçü üzerinden hakikaten dönüşümü veriş merkezlerinde. Bence alış-veriş merkezleriyle birlikte bir
okumak mümkün. Yani üç tane star üzerinden şehrin dönüşü- ilk ses verilmiş oldu. Evrensel ürün derken şehircilerin dilinde
münü anlamak mümkün. Zeki Müren, sonra Orhan Gencebay, yavaş yavaş kullanılmaya başlanacak olan global kent denilen
sonra İbrahim Tatlıses. Bu kişileri gözünüzün önüne getirin; şey çıkmaya başladı o sıralarda.
konuşmalarını, hayat karşısındaki tepkilerini, şehirdekilerle
kurdukları ilişki tarzını. Zeki Müren: Nazik, kırgın “İstanbul
Beyefendisi”; ama hüzün içinde, çünkü bir çöküşe şahit oluyor Küreselleşme ve İstanbul
kendine göre.
Orhan Gencebay ise henüz şehrin nimet merkezlerine nüfuz Küresel kent laflarının ortaya çıkışı da 1980’lerin sonu
edememişlerin temsilcisi. Evet, şehirli ama bize yer vermekte 1990’ların başı. Çünkü o sırada küreselleşme denilecek şeyin
direnen bu şehir batsın, “Batsın bu dünya”. Gelgelelim fırsat ilk kuramları atılıyordu ve söylenen şeylerin bir tanesi de as-
kapıları az da olsa açık olduğu için efendiliği bozmak gereksiz. lında bu küreselleşmeyle birlikte eskiden bir organik bütün
Delikanlılık değerlerine bağlı. Emiliyor hala şehir tarafından. olan ülkeler yavaş yavaş bütünlükten ayrışıyorlar; yani İstan-
Sonra “Allah Allah Allah bu nasıl sevmek” diyerekten devreye bul asıl işini eskiden Türkiye ile görürken yavaş yavaş şimdi
öteki giriyor: İbrahim Tatlıses. Yani kentle ve iktidarla üç ayrı Türkiye’den kopuyor, ayrılıyor. Tıpkı Tokyo’nun ayrıldığı gibi,
duruş, dil ve ilişki var. İktidardan kastım burda siyasal iktidar tıpkı Londra’nın ayrıldığı gibi. Bu kentler kendi aralarında bir
değil, kültürel iktidar, sosyal iktidar, her türlü güç İbrahim, ağ kurmaya başlıyorlar. Bu global kentler ve onun eteklerinde
tabii tek başına bağırmıyor. Bütün bir şehir yavaş yavaş yeni kalanlarla bu ayrılmış kısımda yer alanların artık hiçbir ilişkisi
bir şarkıya geçmekte. 1984’te hatırlarsınız, ilk övünerek tak- yok. Eskiden kentin içine itişme didişme vardı; yani grev var-
dim edilen Galeria’mız açıldı. Ataköy’de yurtdışından turist- dı, sürtüşme vardı, şimdi ilişki yok. Çünkü kentin global ağla
lerin dahi gelip seyredeceği, içerideki mal ve mülkü ile kıvanç ilişki içinde yaşayanlarının oturanların sendikayla alakası yok,

132 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 133
evleri de zaten sitelerde, dolayısıyla otopark içinde tepişme lara yabancılar gidip alış veriş yapıyor. Harvey Nicholsons’tan
yok. Ayrışıyor artık hayatlar. Eskiden demin söylediğim gibi kimler alışveriş ediyor diye sorunca, anlaşılıyor ki müşteriler
bizim kapının önünden ekmekle arabacı geçerdi. Babam 1963 arasında yabancılar ağırlıkta. Küçük de olsa bir emare. Global
yılında ben o anlattığım evde otururken İstanbul Belediye kent lafının içerdiği hususlar İstanbul’un üzerinde durdu, kaldı.
Başkanı’ydı. Düşünün şimdi belediye başkanının çocuğu tene- Lakin biliyorsunuz kriz üzerine kriz yaşadık.
ke mahallesinden nalburcununkiyle birlikte misket, saklam- Öyle çok da fazla ilerleyemedik, zaten dünyada bir şaşkınlık.
baç oynuyordu. O sırada yoktu böyle bir kopuş. Şimdi böyle Gene de teorik desteğe pek ihtiyaç duyurmayacak biçimde biz
bir şey tasavvur edemezsiniz. Herhangi bir memleket büyüğü- her gün yaşadıklarım üzerinden biliyoruz ki Amerikalı hapşır-
müzün çocuğunun etrafında 3 koruma, 2 Mercedes var. Yani dığı zaman biz burada ağır zatürree oluyoruz. Yani eğer global-
apayrı bir kopma yaşanıyor artık. İllaki bu küresel olduğundan leşme birbiriyle çok sıkı irtibatlanıp -olumlu ve ya da olumsuz-
değil, küresel oldu da böyle oldu anlamında söylemedim, ama bir kader ortaklığı anlamına geliyorsa biz bunu yaşıyoruz. Yani
o şehrin ayrışması, kültürlerin farklılaşması ve ayrışmanın, uzun teoriye gerek yok. Gördük ki Amerika’da bir şey başladı,
yalıtılmanın geneliyle ilgili bir şey. Mekânsal, değersel, sosyal ucu bizim işsizimize vuruyor, işsizimizi yaratıyor. Dolayısıyla kü-
yalıtım... Acımıyorsun bile ötekine, çünkü acıma zemini yok. reselleşmenin ne olduğunu artık hepimiz bilir noktadayız.
Apayrısınız. Sen geliyorsun arabanla, binanın altına giriyor- Global kentten sonra yeni bir laf çıktı. Bana sorarsanız son
sun, asansörle dairene çıkıyorsun, iniyorsun, biniyorsun, gidi- 5-10 yılın lafı,. O laf da metropol. “İstanbul bir büyük dünya met-
yorsun. Lokantanın önüne arabanı veriyorsun, görmüyorsun ropolüdür” lafı. Daha önce “cihan şehri” lafı filan vardı. Global
ötekini, öteki de seni görmüyor. kent: Bununla kastedilmek istenen aslında şehirdeki yeni bir
Küreselleşme insan türünü de etkiledi. Her yerde alışkan- boyut. Şehir şu anda belediyeciler bakımından şanslı bir nok-
lıkları için benzer şeyler bulan insanlar türedi. Yani Hilton her tasında. Önceki belediyeciler bütün enerjilerini toprak altına
yerde aynı otel, menüsü aynı. Midesi bozulmuyor ülke değiş- gömmek zorundaydılar. Kimsenin görmediği şeyleri: kanalizas-
tiren şirket temsilcisinin. Bir ülkeye gidip de mumbar yemek yon, su, ızgara, boru. Alt yapıyı yapmak zorundaydılar. Nan-
zorunda kalmıyor, öteki tarafa da gidip bambaşka bir beslenme kör bir iş bu. Onlar iyi-kötü, bitti. Şimdiki belediye için daha
tarzına muhatap olmuyor. Standart bir şey yiyor, standart bir çok toprak üstü problemler kaldı. Onlar da gözüken şeyler ve
yatakta yatıyor, standart bir dil konuşuyor, “havalimanı İngiliz- belediyecilik daha keyifli o anlamda. Gözüken şeyler, ama bu
cesi” diye ve standart ama yüksek standart bir hayat yaşanıyor. gelişme yaşam kalitesinin artmasına da işaret eder oldu. Benim
Bir tür yüksek bir kölelik ama çok yüksek bir kölelik içindeler. çocukluğumda hiç görmediğim kadar ağaçlı, çiçekli bir İstan-
Global kent denilen hikaye İstanbul için ne ölçüde doğ- bul, temiz bir İstanbul’da yaşıyoruz. Biraz da bu son görüntü
ru? Bir ölçüde doğru herhalde. Yepyeni mahaller ortaya çıktı. düzelmesinin etkisiyle dünya metropolü denmeye başladı. Bu
Maslak’ıyla, Levent’e doğru giden yerleriyle hakikaten nasıl ka- arada kültürel aktiviteler çeşitlendi ve çoğaldı. Sınırlı da olsa
zanç edindiklerini bilemediğim o çok büyük İstinye Park, Kan- bir kesimin burjuvalaşma sonucu beğenileri inceldi, kültürel
yon gibi yerleriyle filan. Çünkü benim anladığım kadarıyla ora- merak alanları genişledi, entelektüel standartları yükseldi.

134 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 135
Bunun yanı sıra yeni bir gençlik tipinin ortaya çıktı. İletişim gece, Allah korusun, böyle 70 tane araba yanacak, o zaman
olanakları sayesinde dünyadaki popüler kültür dinamikleriyle vatan haini aranacak. Oysa hainlik değil söz konusu olan dış-
halli hamur oldu. Rockıydı, cazıydı, filmiydi derken İstanbul, lanmışlık, umursanmazlık.
hakikaten dünyanın cazip kültür merkezlerinden biri haline
Soru: Eski İstanbul’da taşıma, ulaşım, trafik nasıldı, İstanbul
dönüştü.. Dolayısıyla o bir zamanın, benim çocukluğumun ba-
hareketli miydi?
şındaki harap İstanbul şimdi 50 yıl sonra müthiş bir tüketim ve
üretim merkezi olarak, hakkı olanı geri almış olarak bir dünya Cevap: Taşıma demişken küfe nasılmış biliyor musunuz ha-
metropolü olarak macerasına devam ediyor. İsterseniz burada kiki küfe? Bizim bildiğimiz küfe. Siz pazara gittiğinizde haftalık
keselim, sorularla devam edelim. nevaleyi koyacağınız naylon torba yok. 5 kilo patates, 4 kilo
soğan onları nasıl alacaksınız? Adam koyuyor tartıya, son-
ra onları, elinize alacaksınız, fileye koyacaksınız filan. Böylesi
Soru ve Cevaplar haftalık pazar alışverişlerini eda eden orta sınıf mensupları “gel
oğlum” derler. Bir delikanlıyı çağırırlardı. Onun sırtında küfesi.
Soru: İstanbul’daki gettolaşma konusunda neler düşünüyor- Nevaleyi öyle taşıtıyorlar. O hamalların benzerler meyhanele-
sunuz? rin kapılarında da duruyor. Fakat onların küfesi bildiğimiz küfe
Cevap: Gettolaşma konusunda bir çözülme var. Mesela bir gibi değil. Bir tarafı açık; şöyle içine oturuyorsun, ayaklarını da
zamanlar hemşehrilik üzerinden ayakta kalan o kente gelmiş- sarkıtıyorsun ve içinde anladığım kadarıyla kumaş var, en azın-
lerin hemşehrilik ilişkisi de bir döneme kıyasla bundan 5-10 dan Lübnan’da filan kadife kaplı. Yani oradan ayırt ediyorsun.
sene öncesine kıyasla artık çok fazla işe yaramıyor, çözülüyor Herhalde muhtemelen alkol almakta bir çizgiyi geçen arkada-
yavaş yavaş. Dolayısıyla örneğin Kula’lıların aynı mahalleye, şını küfeye koyuyorlar. “Oğlum git Cihangir 32 numaraya teslim
bilmem Çemişgezeklilerin aynı mahalleye toplanıyor olması et” diyorlar. Küfe hikâyesi o. Ben İstanbul’da sarhoş küfesine
gibi bir model yavaş yavaş gerimizde kaldı Aman dikkat; “getto” yetişemedim. Ama çok sarhoşun taksiye konulup şoföre adres
bitti anlamında söylemiyorum.. Yani varoş gecekondudan faklı verilip yollandığını biliyorum.
bir şey. Yani “getto” lafı artık galiba son 3-5 yılla birlikte rea- Yandan çarklı vapurumuza gelince, yandan çarklı arabalı
liteyi temsil etmekten çıktı. Ama yavaş yavaş çözülüyor yani vapur gördüm. Ama yolcu vapuru görmedim. Demek ki ben-
önümüzde getto değil başka bir şey var. Paris’in varoşları var. den, herhalde idrakımdan 3-5 sene öncesine kadar vardı. Ço-
Hani o arada bir tepeleri atıp, arabaları yakıp, bağrışan genç- cukluğumda benim hayatım içinde çok önemli olan tramvay
lerin olduğu bir yer var. Biz onu hep sanacağız ki Kürtlükten tabii çok önemliydi. Bütün her yere tramvayla gidilirdi. Yine
bağırıyorlar veya Alevilikten bağırıyorlar. Vatanı bölmek iste- Teşvikiye, Nişantaşı’ndan örnek: Şahsi özel arabası olan sayısı
yen hainlerden bahsedilecek. Oysa şehirde kendisine yer bu- olağanüstü azdı. Yani o Şakayık Caddesi’ni bilenleriniz gözü-
lamayan gençlik her yerde patlıyor. Bizimkiler de patlayacak. nüz önüne getirsinler; en altından en üstüne kadar ya 4 ya 5
Sanılacak ki arkasında teşekküllü örgütler var. Yok. Birden bir özel araba görürdünüz. Zaten gene dikkatli bakarsanız orada

136 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 137
bazı apartmanların altında hala garaj vardır. Çünkü kat mül- O zaman otel dediğinizin sayısı 3 taneydi. Hilton, biraz Di-
kiyeti değil, apartman mülkiyeti vardı. Oralarda apartmanın van ve Pera Palas. Başka yıldızlı otele yaklaşan yoktu, Yıl 1968.
sahibinin garajı. Dünya Ticaret Odaları, toplantısını İstanbul’da yapmaya karar
Nişantaşı’nın kavşağında dört yol buluşuyor. Dört yolun bu- verdi. Her ülkedeki bütün ticaret odası başkanlarının geleceği
luştuğu noktada yarı bele kadar yükselen bir silindir. Silindirin bir toplantı demek, eşleriyle birlikte dünyanın en zengin 1500
içinde bir tane polis, bir tane mekanik hareketler yapan bir po- kişisi İstanbul’a geliyor. Bütün İstanbul’un kalbur üstüleri mobi-
lis. O polise bayramlarda araba yaklaşır, pencere açılır, “Bay- lize oldular. Ben nereden biliyorum? Ben o sırada dolanıyorum
ramınız kutlu olsun” denilir, şeker, lokum verilirdi. O da “Allah ortalıklarda. Fakat rehber yok, sistem yok, bir plan yok. Ben o
razı olsun Sait bey, sevgiler saygılar, eve de.” der, bayramlaşılırdı. sırada yabancı dil ile eğitim yapan bir okuldayım. Dil bilen işte
Ben bunu gördüm, buna şahit oldum. Yani adam bilinirdi, o da genç adamları “yavrum git buna merhaba de” denilecek adam
sizi bilirdi böyle bir durum. Böyle polisler façalıydı. Yani onlar aradılar. Biz de o vesileyle girdik o işin içine. Halkla ilişkilerin
bayağı bir adamdılar. Hakikaten efendi kimselerdi. duayeni diye anılan Betül Mardin’de ilk defa o organizasyonda
Boğaz köprüleri yok. Arabalı vapur var. Arabalı vapur iki o işe başladı. Yani hiç bir hizmet, doğru düzgün bir şey yoktu.
yaka arası çalışırken hafta sonları özellikle Üsküdar’da müthiş Zenginler misafirlerin bazılarına evlerini filan açtılar, bölüştü-
bir akşam kalabalığı oluşurdu. Çünkü arabalı vapur sayısı yet- ler, yemekler verdiler. Yani hepsini bir araya getirip ağırlaya-
mezdi, siz akşam 8’de gelirdiniz oraya iki bin arabayla yan yana cak yer yok. Galiba bir sefer de devlet Dolmabahçe Sarayı’nı
dururdunuz, yavaş yavaş saat on buçuğa doğru size gelirdi sıra açtı; orada bir yemek verildiğini hatırlıyorum. Bir de esas yer
geçerdiniz. O arada salepçiler, kokoreççiler ve lahmacuncular olarak Atatürk Kültür Merkezi kullanılıyordu. Onun lobisinde
dolaşırdı. Ama lahmacuncular mallarını kollarına taktıkları insanlar ayakta duruyordu. Yani İstanbul sanıldığı gibi oldum
kapalı eliptik kutularda gezdirirlerdi. Ben hayatımda ilk lah- olası her bir şeyi olan, uçaklar iniyor, helikopterler geziyor filan
macuncu dükkânını 1963’de gördüm. İstanbul’da “kebap” diye değildi. Yani rehberlik yapsın diye okuldan çocuk alınıyordu.
bir şey yani Adana kebap, Urfa kebap yoktu. “Beyti kebap” diye Soru: Çocukluğunuzun İstanbul’undaki yemekli lokantalar
Balkan usulü kebap vardı. Yani şiş köfte tabir edilen tür vardı. var mıydı, varsa nasıldı?
Bir de şimdi çok azalan muhallebiciler vardı. Muhallebicilerin
hepsinde pilav üstü tavuk olurdu, çorba olurdu. Ama hiç Doğu Cevap: Sanıyorum Türkiye dünyanın en zengin mutfağına
mutfağı yoktu, kesin yoktu. Yani 1963’den sonradır Doğu mut- ve müziğine sahip ülkelerden bir tanesi. İstanbul’da bunların
fağının gelişi. İtalyan pizzacısı girişi ise 1970’den sonradır. Hiç merkezi.
öyle bir şey yoktu. İstanbul’un çok iyi bilinen, çok lezzetli ye- Gelgelelim, Müslümanlar arasında ailece ev dışında bir lo-
mek veren bir takım lokantaları vardı. Ama pahalıydı. Hala 1-2 kantada yemek kültürü yoktu. Meyhaneye akşamcı, karısından
tanesi var. Pandilli bir tanesidir. Beyoğlu’nda hala iki tanesinin korkmayan kazak erkekler giderdi.
artığı duruyor. Hiç yabancı mutfağı diye bir şey yoktu. Ailece eşini alarak yemeğe gitme gibi bir uygulama azınlık-
ların yaptığı bir şeydi. Özellikle Museviler cumartesi akşamları

138 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 139
eşleriyle birlikte her hafta sonu çıkmaya gayret ederlerdi. İşin sosyal anlamda müthiş bir şey. Şehre entegre olmanın müthiş
tuhafı azınlık bunu bir tür onur meselesi gibi algılardı. Bir aralık bir yoludur. Aslında bütün siyasi partilerde bu yolu açık tuttu-
bize ev işlerine yardım etmek üzere, yani hizmetçi olarak Erme- lar. Yani söyleyemediler gelin hazine topraklarını yağmalayın
ni asıllı bir kadıncağız gelmişti. Her hafta sonu eşiyle çocukla- ama göz yumdular. Onun için insanlarda gelip hazine toprak-
rıyla birlikte yemeğe çıkıyorlardı. Bu Müslümanlarda pek olma- larını aldılar. Hatta o kadar ki Özbir Mahallesi’ni bileniz var-
yan bir alışkanlıktı. Kaçgöçün verdiği bir şey. Bizim iki cins bir dır belki Tarabya’nın sırtında. Özbir namlı bir mafya babası. O
arada eğlenmeyi öğrenmemiz son 30 yılın meselesi. çekmiş tabancayı demiş ki “Bu hazine toprağı benim” tamam.
Ne kadar mesela 500 dönüm. Gelen benden alır. Giden almış
Soru: Eskiden sıcak komşuluk ilişkilerinin olduğu anlatılır,
Buna bir şey olmazmış; hakikaten de bir şey olmamış. Huku-
sizin çocukluğunuzda İstanbul’daki komşuluk ilişkileri nasıl-
ken ne olduğu belli değil. Mahallenin adı Özbir Mahallesi ve 5
dı, toplumsal katmanlar arasında nasıl bir ilişki vardı, şu anda
katlı evi olan insanlar var. Bir kendine, sonra da çocuklarına
nasıl?
kat çıkıyor. Zavallı helak oluyor. Ama biterken o üç çocuğun
Cevap: Benim tanıdığım İstanbul’da o nokta hiç olmamış- her birine bir daire yapmış oluyor. Böyle çok var. Orada da
tır. Buna karşılık aile tarafım Bursalıdır. Orada bu söylediğini- her biri 150 milyardan 4 ile çarparsak 600 milyarlık bir servet
ze daha yakın sıcak komşuluk ilişkisi var. Ama benim tanıdı- oluşuyor. Yani bir tane zavallı işçinin hayatının heba edilmesi
ğım İstanbul’da bu söylediğiniz yakınlık çoktan bitmişti. Yani sonucunda. Bu arada memur çocuğu ise böyle bir şey yapama-
1950’lerde bile artık bitmişti. Yani şehir insanları birbirinden mış. İş Bankası’na veya Ziraat Bankası’na koyduğu paralar da
koparmaya başlamıştı. Şimdi ters bir laf edeyim. Kentte çok zamanla erimiş orada. Muhtemel o gecekondunun çocuğunun
kabaca 3 sınıf varsa ticaret ehli ve zengin olanlar, gecekon- 10 sene sonra gelir bakımından durumu daha yüksek olacak.
duda oturan ve şehri yeni asılmış olanlar, bir de ortada eski Lakin memur, çocuğunu okuttuğu için onun çocuğu belki tut-
orta sınıf vardı. Yani memur, okumuş, geliri ortada olan. Bu turabilir ötekiyle kafa kafa gelme şansını. Bilmiyorum, derdimi
ortada olanlar kanun, nizam, kurala uyuyordu. Tabii en yuka- anlatabildim mi?
rıda olanlar kanun kuralı sollamanın yolları üzerine uzmanlaş-
Soru: İstanbul’a ait eski resimlere baktığımızda yapılaşma-
mışlardı. En alttakilerin ise zaten şehre geçirdikleri tırnakların
nın az olduğunu, çoğu yerin boş olduğunu, sayfiye yer oldu-
altı hazine toprağı; ya da sahibince yakından kollanmayan özel
ğunu görüyoruz. Eski ile bugünü yerleşim bakımından daha
mülk. Yani üst grupla alt grup çok fazla kanun, kural iplemez-
ziyade demografik bakımdan karşılaştırabilir misiz, dünden bu-
di. O yüzden mesela orta halli apartmanların kapıcıları gidip
güne ne değişti? İstanbul sizin için ne anlam taşıyor, toplumsal
civarlarda, örneğin Bebek’in sırtlarında tapusu olmayan yeri
katmanlar açısından gelecekte neler olacak, ortak bir kültür
alıp çıkma kapılar, çıkma pencereler götürüp 4 katlı bir gece-
olaşacak mı?
kondunun sahibi olarak emekli olduğu zaman onun iş vereni
durumunda olan memur toplumsal olarak düşmekle meşguldü. Cevap: Anadolu Yakası’nda Boğaz boyu iskeleleri civarında-
Gecekondular o anlamda müthiş bir başarı öyküsüdür. Yani ki küçük nüfuslu yerleşimleri, Üsküdar, Bağlarbaşı dolaylarıyla

140 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 141
Kadıköy çarşısının civarının, Yeldeğirmeni’nin ve Moda’nın man da öyle. Yani şu anda Boğaz’dan sürat motorları bir öyle
dışındaki tüm kalan yerler yazlıktı. Zaten oralarda oturulmaya gidiyor bir böyle gidiyor, helikopterler dolaşıyor, gökdelenler,
başlanması 1860 demir yolundan sonra. İşte o ikisi yani Moda gri metalik renkler. İnsanlara baktığınız zaman buradaki insan-
ve Kadıköy dışındaki her yer tamamıyla yazlıktı denize girilir- lar ile özellikle bazı semtlerde Avrupa’nın herhangi bir sem-
di. Çok zarif 19. yüzyıl sonu konaklar, köşkler vardı ama sa- tindeki insanlar arasında hiç bir fark yok. Yani hakikaten lafı
yılarını da abartmamak lazım. İki şeyi hiç abartmamak lazım. edilen küresel metropol ve metalik bir suratı var. Oysa benim
Bir tanesi “yandı bitti ormanlarımız, ağaçlarımız” diye bir laf var. için öyle değil uzaktan uzağa hala ud sesi geliyor ben baktıkça.
İkincisi “güzelim medeniyetler yok oldu” diye bir laf var. Şöyle Yani iyi oluyor, kötü oluyor demiyorum; benim durumum, bu.
1900 başlarındaki fotoğraflara bakın Boğaziçi’nde ağaç çok az. O yüzden yani hani değişme posmodernizm bir şey kurdu mu
Yok, Boğaziçi sırtları çalılık, ağaç yok. Gene 1900 başlarındaki etti mi diyorsunuz ya kurdu hayatın kendisini zaten öyle yaptı.
Adalar’a bakın hepsi çıplak; bölge bölge ağaç var. Biri o. İkin- Ama mutfaklar nasıl birleştiyse işte nazarlarda öyle karışıyor ve
cisi o köşkleri, canım medeniyeti yok ettiler, lafı. Canım mede- böyle gidecek.
niyet 1860 sonrası kuruldu. Daha öncede bir şey yok bom boş, İstanbul’un veya Türkiye’nin hem en büyük fırsatı, hem en
bostan. Yani pek öyle sandığımız gibi değil. Bağdat Caddesi’ni büyük sorunu varoşlar. Hem nüfus tarzı olarak. O şehrin zen-
eksen alan bölge ise bana sorarsanız şimdi İstanbul’un Ameri- gin mahallesinden bir şey çıkmaz artık. Bunu söylerken ina-
kalı kısmı oldu. Beyoğlu, Şişli, Leventler, Maslaklar Avrupa’sı narak söylüyorum. Yani yenilik, inovasyon, bela, şiddet hepsi
ise. Suriçi’de Osmanlı’sı biraz. varoştan çıkacak. Teşvikiye, Nişantaşı’ndan çıksa çıksa ancak
Ben İstanbul ile semtlerine baktığım zaman bir sürü tül ara- güzel bir ud ya da alaturka piyano sesi çıkar o kadar. Hayat
sından görüyorum. Yani orası ilk bir hanım kızla buluştuğum oralardan çıkacak.
yer, ilk falancayı gördüğüm yer veya falanca olmuş olan yer
diye görüyorum. Bir dükkân görmüyorum ben. Benim tüllerim
var ve o tüllerimin arasından, üst üste binmiş anıların izleri ara-
sından şehri algılıyorum.
Bu nedenle de şu anda yaşananın ötesinde yaşanmış ola-
nı da içeriyor benim algım. Şu anda yaşananı belki de defor-
me ediyor. İstanbul’da 80’lerin sonunda yaşayan bir yabancı
gazeteci vardı. İstanbul öyküleri yazıyordu. İstanbul ile ilgili
hafiye hikâyesi casusluk karışımı bir şey. Bir yabancıydı ama
Türkiye’yi çok seven bir yabancıydı. Onun anlattığı İstanbul ile
benim gördüğüm İstanbul çok farklıydı. O gökdelenler, içinden
sürat motorları geçen, helikopterlerin dolaştığı, gri metalik bir
İstanbul’dan bahsediyordu. Benim tülleri kaldırıp baktığınız za-

142 İstanbul, Kent ve Medeniyet İstanbul’un Son 50 Yılı: Değişim ve Dönüşüm 143
Tarihi Süreçte
Göç ve İstanbul

Ahmet İçduygu*01

Genel Olarak Göç Karşısında


Türkiye’nin Durumu

B ugün Anadolu dediğimiz topraklarda yaşayan nüfusun,


20. yüzyıl’ın başında kurulan ulus-devlet ile birlikte
türdeş olma, birbirine benzeme çabası sonucunda türdeş bir
hale geldiğini, birbirine benzediğini söylemek mümkündür. Bu
çaba, bir anlamda Osmanlı’nın o çok kültürlü, çok dinli, çok
uluslu yapısının da kaybolmasına, ortadan kalkmasına neden
olmuştur.
19. yüzyıl ile birlikte Osmanlı topraklarında farklı ulus kü-
meleri ve etnik yapılar kendi devletlerini kurarken, Müslüman
Türkler de kendi uluslarını oluşturmak ya da kendi ulus-dev-
letlerini kurmak için hareketlenmişlerdir. Özellikle Balkan
Savaşı’nın etkisiyle Balkanlar’da ve diğer komşu bölgelerde
farklı ulus-devletlerin kurulmuş olması, Anadolu’nun üzerinde-
ki Türk ve Müslüman olmayan unsurların ayrılmasına ve yeni
*
Prof. Dr., Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
kurulan bu ulus-devletlere yönelmesine neden olmuştur. Tersi- sürecin sonucunda gerçekleşmiştir.
ne Balkanlar’daki Türk ve Müslüman unsurlar da Anadolu’ya Balkanlar’la olan ilişkiler sonucundaki nüfus hareketleri,
yönelmiştir. Zorlanarak ya da isteyerek Balkanlar’dan ve bu şekilde ilerlerken, içerideki nüfus hareketliliği ya da kır-
Kafkasya’dan Türk ve/veya Müslüman unsurlar, bulundukları dan kopan insanların kentlere akışı ise 50’lere kadar oldukça
topraklardan ayrılmışlar, İstanbul’a ya da Anadolu’nun çeşit- düşük seviyelerde olmuştur. Ancak tarımın 50’lerden sonra
li şehirlerine gelmeye başlamışlardır. Bu nedenle 20.yüzyıl’ın Türkiye’de hızlı bir modernleşme sürecine girmesi, köydeki
başında Türkiye’yi ve Osmanlı’nın başkenti olması nedeniyle toplumsal yapının çözülmesine neden olurken bir yandan da
İstanbul’u etkileyen en önemli şeyin, Balkanlar’daki ve diğer oradaki iş gücünün şehirlere akmasını sağlamıştır. Bu bakım-
komşu bölgelerdeki Türk ve Müslüman unsurların Türkiye’ye, dan içerdeki nüfus hareketleri ya da göç, 50’lerden itibaren hız-
buna karşılık ise gayri-Müslim unsurların Anadolu’dan ayrıla- lanarak devam etmiş, şehirler müthiş bir göç baskısına maruz
rak Balkanlar’a ya da komşu diğer bölgelere göç etmeleri olmuş- kalmıştır. 60’lara geldiğimizde aslında kırdan kente gelen ve
tur denilebilir. Bu süreç, Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında da kentteki ekonomik faaliyetler tarafından emilemeyen nüfusun,
benzer çizgiler içinde devam etmiştir. Özellikle 2. Dünya Savaşı bir siyasi proje olarak kalkınma planlarının yapılmasıyla birlikte
sonrasında Balkanlar’da kurulan komünist rejimlerin baskıcı tu- yurtdışına işçi gönderme hareketi şeklinde başka bir göçe ne-
tumu, o ülkelerdeki Türk ve Müslüman unsurlar Türkiye’ye yö- den olduğu söylenilebilir. Zira 1961’de Almanya ile yapılan bir
nelmiştir. Şüphesiz bunların yakın dönemde en dikkat çekeni, anlaşma çerçevesinde bir siyasi proje olarak gündeme gelen bu
1989 yılında Bulgaristan’daki komünist rejimin baskıları sonu- gelişme, birkaç şeye birden hizmet ediyor. Bunlar ilki bir yan-
cunda Türkiye’ye gelen 300 bin kadar Türk’ün göç serüvenidir. dan kırdan gelen nüfusu ememeyen Türkiye kentlerinde hızla
Ancak bundan önce de, Balkanlar’dan ciddi bir nüfus hareketi- artan işsizliğe çare olacağı diğeri ise daha liberal bir ekonomi-
nin Türkiye’ye yöneldiğini bilmekteyiz. nin geliştirilebilmesi çerçevesinde özellikle dövize olan ihtiya-
Bu dönemde dikkat çeken bir diğer nüfus hareketliliği de cın giderilmesidir. Günümüzde önemli bir döviz girdisi sağlayan
Ermeni tehciri ile birlikte yaşanmıştır. Bu zaman dilimi içerisin- turizm ve yabancıların direk yatırımlarının o günler için pek
de 1,5 milyon insan bu topraklardan gitmiştir. Öte yandan nü- işlerliği olmadığı dikkate alınırsa, Türkiye’ye yabancı paranın
fus mübadelesi sonucunda Türkiye’de yaşayan yaklaşık 1-1.5 akışını sağlayacak en önemli ekonomik aktivitenin Avrupa’ya
milyon Rum Türkiye’den ayrılmış, buna karşılık Balkanlar’dan gönderilen işçilerden gelecek olan dövizler olduğu düşünülü-
da ciddi bir Türk ve Müslüman nüfus Anadolu’ya gelmiştir. yordu. 60’larla birlikte başlayan bu göçler geçici bir işçi göçü
Osmanlı’nın son döneminden günümüze yaklaşık 2-2,5 milyon olarak düşünülmesine rağmen daha sonra aile birleşimiyle de-
kadar insanın bu göç sürecine katılıp Türkiye’ye geldiği tahmin vam eden göçlerle büyümüş, bugün Almanya’da yaklaşık 2,5
edilmektedir. Bu tür göç hareketleri, temelde siyasal bir proje- milyon Türkiye kökenli nüfus birikmiştir. Türkiye kökenli nü-
nin, yani bir ulus-devlet yaratma çabasının ürünü olsa da, biraz fusun bütün Avrupa’daki toplamı ise 3,5-4 milyon civarında-
da tarihsel olarak kendiliğinden gelişen bir toplumsal ve siyasal dır. Böylece bu tür göç hareketleri içeriden dışarıya ciddi bir

146 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarihi Süreçte Göç ve İstanbul 147


nüfus kaymasına neden olmuştur. lerle işte orada ürettikleri, o günlerde Türkiye de bulunmayan
Türkiye’de iç göçün önemli kırılma noktaları olarak 1950 küçük elektronik malzemeleri satıp buradan bildiğiniz klasik
Demokrat Parti iktidarıyla başlayan ekonomideki değişikler ve ürünleri, deridir, diğer giyim malzemeleridir, orda olmayan bu-
siyasi değişiklikler olduğu söylenilebilir. Öyle ki Türkiye’nin rada olan eşyaları alıp gitmeleri ile başlıyor. Şüphesiz bu göç
içine girdiği liberal ekonomi politikaları, iç göç hareketleri- kalıcı olmuyor ama başlangıcı böyle. Ulus-devlet yaratma sü-
ni 50’den sonra arttırmış, 70’lerden sonra az da olsa düşse de reci içerisinde Türkiye’ye yönelen nüfusun Türk ve Müslüman
85’lerde -yeni bir liberal ekonomik akımın gelişimi ile birlikte- unsurlar üzerinden geçtiğini ve bunların bir anlamda yabancı
yeniden canlandırmıştır. Buna eklenen başka bir süreç daha dediğimiz kavramın içine oturmadığını görüyoruz. Ama göç ol-
vardı ki o da Türkiye’de 1980’lerle görülen Kürt sorudur. Bu gusunun 80’lerin başları ve 70’lerin sonuyla birlikte böyle yeni
sorunun ortaya çıkardığı sonuç, hem kendiliğinden göç, hem bir sürecin içine girdiği ortada.
de zorunlu göçün bir arada yaşanmasına neden olmasıdır. Böy- Ondan sonra Afganistan’ın Rusya tarafından işgal edilmesi
lece Türkiye’nin büyük kentleri başta İstanbul olmak üzere cid- ile birlikte 80’lerin başından itibaren oradan, tabi ki Özbek’ler
di ölçüde etkilemiştir. gibi daha Türk kökenli insanların, askeri rejimin izin verme-
siyle birlikte yaklaşık 2-3 bin ailenin, Türkiye’ye geldiğini bi-
liyoruz. Bu göç farklı coğrafyaların Türkiye’ye göçe kaynaklık
Türkiye’ye Yönelen Göçmenler ettiğini göstermesi bakımından önemli. Yine İran’da rejimin
Çeşitleniyor değişmesiyle birlikte 79’larda İranlıların biraz da Türkiye’de
olan serbest vize rejiminden faydalanarak Türkiye’yi bir geçiş
Bu süreç yaşanırken aslında toplumsal olarak çok konuş- ülkesi olarak kullandıklarına şahit oluyoruz. Böylece İranlıların
madığımız çok tartışmadığımız, zaman zaman sadece gazete- Türkiye’ye özellikle İstanbul’a geldiklerine tanık oluyoruz. Bu
lerde haber olduğunda gözümüze çarpan ama derinlemesine konuda çeşitli rakamlar var ama resmi rakamlar bir milyon ka-
baktığımızda Türkiye’yi 80’lerden sonra çok önemli derecede dar İranlının Türkiye’ye geldiğini söylüyor. Bu aslında meclisin
etkileyen göç hareketlerden birisi de modern Türkiye tari- bir komisyonunda söyleniyor ama ben rakamın bu kadar yük-
hinde bir ilk diyebileceğimiz, Türk veya Müslüman olmayan sek olduğunu düşünmüyorum. 80’lerin ortasında daha yoğun
göçmenlerin Türkiye’ye yönelmiş olmasıdır. İstanbul bundan olan bu göç sonraki zamanlarda azalmış ama ama bitmemiş-
en fazla etkilenen coğrafyalardan birisi. Şimdi bu nasıl başlı- tir. Söylediğim gibi bu aslında kalıcı bir göç değil. Fakat yine
yor, bunun biraz öyküsüne girmek istiyorum. Aslında 70’lerin de İran kökenli insanların İstanbul’a yerleşmesi, bir topluluk
sonunda Polonya’daki komünist rejimin biraz daha çözülme- oluşturması, bir cemaat oluşturması bakımından küçük de olsa
ye başladığı dönemde ilk kez Polonyalıların gelmesi ile başlı- bir eğilimin olduğunu göstermesi bakımından önemli. Bu göç
yor. Polonya’dan bavul ticareti yapan kişilerin Türkiye’ye, hareketi halen devam etmekte. Bu göçün iki nedeni var. Bun-
İstanbul’a, Kapalı Çarşı’ya geldiklerini biliyoruz. Süreç, 70’le- lardan birincisi kolay vize rejimiyle alakalı. İkincisi ise ulusla-
rin ortasında tamamen küçük grupların ayda bir gelen otobüs- rarası hukuk çerçevesinde sığınmacı olarak gelinmesi. Mülteci

148 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarihi Süreçte Göç ve İstanbul 149


statüsü ile gelenlerin hepsini düşündüğümüzde rakamlar çok sadece Kürtler üzerine değildi. Türkmenler üzerinde de etkili
da büyük rakamlara ulaşmıyor. Ama Türkiye adeta diğer bazı olan bu baskılardan dolayı 80’lerin sonu 90’ların başından iti-
ülkelerdeki göçmenler için çekici bir mekan haline geliyor. Çe- baren Türkiye’nin sınırı geçerek gelen kaçak göçmen dediğimiz
kici bir mekan haline gelmesinin bir nedeni Türkiye’nin coğrafi göçmenlerin baskısına maruz kaldığını biliyoruz.
konumu. Türkiye, geçiş ülkesi olarak kullanılıyor. 80’lerle bir- Bütün bu gelişmeler olurken aslında küreselleşmenin de et-
likte Sri Lanka’daki karışıklıklar nedeniyle Asya’nın güneyin- kisiyle yalnızca bu adını söylediğim ülkeler değil, Afrika’nın bir-
den, daha sonra Afrika’nın birçok ülkesinden Afrikalılar yavaş çok ülkesinden ana amaçları Batı’ya ulaşmak olan, Türkiye’yi
yavaş Türkiye’ye gelmeye başlıyorlar. Ama bu gelen grupların geçiş alanı olarak kullanan göçmenlerin de geldiğini biliyoruz.
ana hedefi aslında Avrupa’ya gitmek. Hatta bazıları Amerika’ya Göçmenlerin ve göçlerin süreç içerisinde çeşitlendiğini biliyo-
Kanada’ya gitmek, Avustralya’ya gitmek isteyenlerden oluşu- ruz. Mesela 80’lerin sonu ve 90’ların başı ile birlikte Komünist
yor. Hem İstanbul’un geçiş alanını oluşturmasından hem de rejimlerin çökmesiyle o ülkelerde ekonomik olarak zorlanan
çoğu ülke elçiliklerinin Türkiye’de bulunması dolayısıyla daha insanların Türkiye’ye geldiklerine şahit olduk. Türkiye’nin
kolay vize alabileceklerini düşünen göçmenler, İstanbul’a geli- bu ülkelere karşı uyguladığı liberal vize rejimleri çerçevesinde
yor. Ama sözünü ettiğim göç serüveninin genelde İstanbul’da önce bavul ticareti yapmak için geldiklerini, orada satabilecek-
bittiğini biliyoruz. leri malları buraya getirme, daha sonra burada para edenleri
Türkiye’yi etkileyen bir başka göç türü de 80’lerin sonuna götürme şeklinde başlayan, küçük çapta ama ekonomik olarak
geldiğimizde ortaya çıkıyor. Türkiye bu kez Irak’taki değişik- önemli diyebileceğimiz bir göç sürecinin yaşandığına şahit ol-
liklerle birlikte Iraklıların yöneldiği bir göç alanı haline geliyor. duk. Bu göç bir zamanlar Avrupa’ya işçi gönderirken onların
Bu göçle gelenlerin de yine önemli bir kısmının İstanbul’u ge- gönderdiği dövizleri önemli gören Türkiye’de olduğu gibi eko-
çiş yeri olarak gördüklerine tanık oluyoruz. Amaç, İstanbul’dan nomik olarak zorda olan Rusya, Ukrayna daha sonra Roman-
geçip Avrupa’ya gitmek. İstanbul’u çok etkilenmese de 1989- ya, Bulgaristan gibi eski komünist rejimlerin olduğu ülkeler ve
91 Saddam rejimi döneminde, 1. Körfez Savaşı’nın öncesinde, oralardan gelen insanlar için oldukça önemli idi. Bu aynı za-
Kürtlere karşı kullanılan kimyasal silahlar dolayısıyla 50 bin manda Türkiye açısından da hem ekonomik hem de toplumsal
kişinin güneyden geldiğini biliyoruz. Daha sonra belki hatırlar- bakımlardan önemli sonuçlar doğurdu. Bu göç bildiğiniz gibi
sanız 1. Körfez Savaşı’nda yaklaşık yarım milyon kadar Kürt, gelen kişilerin hepsi olmasa bile bir kısmının fuhuş sektörün-
Kuzey Irak’tan birkaç gece içerisinde Türkiye’ye girdiler. Kürt- de çalışması dolayısıyla toplumsal olarak çok tartışılmaya baş-
ler sınıra kadar gelmişlerdi. Önce “sınır açılsın mı açılmasın lanıldı. Önce Karadeniz bölgesine daha sonra büyük kentlere
mı” diye tartışma yaşanmıştı, ama sonra Şubat ayı içinde iki ge- yönelen bu göç, belki basının, biraz da toplumsal tepkilerin
cede yüz binlerce Kürt Türkiye’ye geldi. Onlar Güneydoğu’da sonucunda sadece fuhuş sektörüyle algılanmaya çalışıldı. Fa-
misafir edildiler. Daha sonra önemli bir kısmı gitti. Ancak 40 kat bu göçle gelen insanların bir kısmının da çeşitli sektörlere
bin kadarının o sürecin içerisinde kalkıp başka ülkelere gittik- entegre olduklarını biliyoruz. Öyle ki gelen insanlar ucuz emek
lerini biliyoruz. Bu süreçte Saddam rejiminin uyguladığı baskı sundukları için 90’larda örneğin tekstil sektöründe ciddi olarak

150 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarihi Süreçte Göç ve İstanbul 151


iş bulduklarını; inşaat sektörü içinde, hatta tarımda örneğin kalanırken 99-2000 yıllarında yaklaşık 100 bin kişi yakalanıyor.
Ardahan’da hatta Bursa’da, Marmara bölgesinde bile zaman Şüphesiz yakalanan kaçak göçmen sayısı aslında bize çok indi-
zaman geçici işçi olarak çalıştıklarını gördük. Kısacası aslında rekt olarak sadece yakalananları veriyor. Bir kısmının özellikle
Rusya’dan, Ukrayna’dan ya da Bulgaristan’dan, Romanya’dan gelip geçtiğini düşürsek kuzeyden gelenler bizim “mekik göçü”
Türkiye’ye yönelen göçün sadece fuhuş sektöründe ya da eğ- dediğimiz başka bir sektör belki sözünü etmediğimiz hepimi-
lence sektöründe çalıştığını düşünmeyelim. zin bildiği ev hizmetlerinde çalıştığı özellikle Moldavya’dan
Şimdi bu göçün büyüklüğü konusunda birkaç rakam ver- gelen kadınların çalıştıkları orta sınıf, üst sınıf olması. İşte yaş-
mek istiyorum. Şüphesiz ki üzerinde konuştuğumuz göç, kayıt lıların ve çocuk bakımında kullanılan kadınların daha ziyade
dışı bir göç. Ancak sonucu indirekt olarak bazı göstergelerle Moldavya’dan geldikleri biliniyor. Bunlar da yakalanan kişi-
tahmin etmek mümkün. Eğer son on yıldır çeşitli resmi bel- lerin arasındalar. 2000’lerin başından itibaren 100 bine çıkan
gelerdeki, gazetelerdeki sayılara bakarsanız Türkiye’de bir mil- rakamın yavaş yavaş düştüğünü görmekteyiz. Geçen yıl yakla-
yon kadar yabancı işçi çalışıyor. Bu rakam pratik olarak çok şık 64-65 bin kadar kişinin Türkiye’de kaçak göçmen olarak
abartılı bir rakam oldu. Bu rakamı ilk kez ifade eden resmi ma- yakalandığını bilmekteyiz. Bu söylediğim gibi indirekt göster-
kam Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı idi. Yaşar Okuyan gelerden biri. Aslında Türkiye’nin aldığı yıllık göç rakamına
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı iken bu rakamı söylemiş. ulaşmak için bunu 2 veya 3 ile çarpmamız lazım. Şüphesiz ki
Bazen Türkiye’de resmi rakamlar bir bakanın söylemesiyle bir- dinamik bir nüfustan bahsediyoruz, mesela İran’dan geliyor, bi-
likte gerçekliğin resmi gibi gösteriliyor ama yanlış. Biraz sonra raz burada kalıyor, bazen de gidebiliyorsa Batıya gidiyor. Aynı
vereceğim rakamlarla fotoğrafı az daha netleştirmek istiyorum. şey kuzeyden, Rusya’dan Ukrayna’dan gelen insanlar için de
Türkiye’de emniyet güçleri tarafından yakalanan göçmenlerle geçerli. Türkiye’de göçmenlerin oluşturduğu nüfusa bakacak
ilgili istatistikler var. Şimdi bu istatistiklere baktığımızda 90’la- olursak bunun bir milyon gibi bir rakama ulaştığını söylemek
rın ortalarından bugüne 2000’lerin sonuna kadar yaklaşık 700 mümkün değil. Eğer yabacı stoku bir milyon oluşmuş olsaydı,
bin kadar kişinin Türkiye’de yakalandığını biliyoruz. 700 bin bu rakamın İstanbul’da yaşayacağını düşündüğümüzde sokak-
kadar kişinin arasında kimler var. Daha önce söylediğim gibi ta yaşayanların 30 kişiden birinin yabancı olduğunu görmemiz
Türkiye’yi geçiş ülkesi olarak kullanıp Batıya gitmek isteyen gerekirdi. Bu rakamın stok olarak da çok fazla olduğunu dü-
insanlar var. Yani genelde kaynak ülkeler olarak tahminen şünüyorum. Bu rakam çok küçük bir rakam değil. Geleneksel
Batıya geçmek istediklerini düşünüyoruz. Iraklılar, İranlılar, göçmen alan Avustralya, Kanada gibi ülkelere bakarsak o ül-
Afganistanlılar, birçok Afrikalı, Asyalı ve bir de yine bu yaka- kelerdeki yıllık göçmen hacminin son 15 yıl içerisinde 150-200
lananlar arasında aslında Türkiye’ye geçerli bir vizeyle girmiş bin arasında değiştiğini görüyoruz. Avustralya ve Kanada de-
ama Türkiye’de bulunma şartlarını ya Türkiye’de yasa dışı çalı- diğimizde aklınıza ne geliyor? Göçmen ülkeleri geliyor elbette.
şarak ya da vizenin verdiği resmi sürecin dışına çıkarak yasadışı Bu kadar kaçak göçmen de olsa 50-100 binden hatta kayda
durumuna düşmüş olan göçmenler var. Bu rakamların seyrine
geçmiş 50-100 binden bahsediyoruz bunu iki ile çarparsak yıllık
bakarsak 95’lerde Türkiye’de yılda yaklaşık 15-20 bin kişi ya-
belki en azından 200-250 bin göçmenin gelip çıktığını görürüz.

152 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarihi Süreçte Göç ve İstanbul 153


Bu rakama bakarak aslında Türkiye’nin ciddi olarak göçmen sı ile alakalı. Altın bulunduğu zaman Çinliler Avustralya’ya
almaya başladığını söyleyebiliriz. Göçmenler henüz kalıcı bir hücum ediyorlar. İngiliz kökeninden gelmiş yönetim Çinilile-
nüfusa neden olmuyorlar ama o aşamaya gelindiğini de ortada. rin gelmesini istemiyor. Onları işçi olarak kullanılıyor ama bir
süre sonra Çinlileri dışarıda tutmak için “Beyaz Avustralyalı”
politikasını geliştiriyorlar. Şüphesiz ekonomi siyasal düşün-
Türkiye Göç Ülkesi Oluyor celerden daha objektif bir alan. 1900’lerin başından itibaren
Avustralya’da yeniden nüfusa ihtiyaç duyuluyor. Yani gelişen
Cumhuriyet’in başından bu yana hatta Osmanlı’nın son ekonominin iş gücüne ihtiyacı var. Bunun için yavaş yavaş
döneminden bu yana daha önce sözüne ettiğim ulus-devleti İtalyanlar, Yunanlılar ya da Avrupa’nın daha güneyinden in-
yaratma sürecinde Türk ve Müslüman unsurlar Türkiye’ye ge- sanlar gitmeye başlıyorlar. “Beyaz Avustralya” politikası, yani
liyordu. Ancak artık son zamanlarda ilk kez farklı kültürlerden Avustralya’ya mümkün olduğunca Anglosakson kültüründen
farklı dinlerden kişilerin ülke topraklarına gelmeye başladığı insanları getirme politikası 40’lara kadar 50’lere kadar egemen.
görülüyor. Bu gelenlerin yasa dışı statüde olduğunu göz önü- İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avustralya, bu sefer ciddi
ne aldığımızda ülke olarak Türkiye’nin, kent mekânı olarak da olarak iş gücüne ihtiyaç duyuyor. Türklerin Avustralya’ya git-
İstanbul’un bu göçmenlere karşı iyi bir yönetişim uygulaması, mesi de böyle başlar. 1960’larda Avustralya Türkiye’den işçi
onlarla alakalı bir düzen sağlaması çokta kolay değildir. almaya, hatta göçmen almaya başladığında Avustralya parla-
Bir ülke göç almaya başladığında iki konu konuşulur: Bun- mentosunda açıkça Meksika’dan mı, Türkiye’den mi göçmen
lardan birincisi gelen kişilerin rakamıdır, ikincisi ise gelen kişi- alınması gerektiği tartışılıyor. Çünkü o dönemde dünyada
lerin kim olduğu sorusudur. İkinci soru siyasi olarak genellikle iki ülke göçmen gönderiyor. Bu ülkelerden birisi Meksika,
hiçbir ülkede çok açıkça konuşulmaz. Ama göçün yansımaları- Amerika’ya gönderiyor. Diğeri ise Türkiye, Almanya’ya gönde-
na baktığımızda en önemli konular siyasal olanlarıdır. Göç alan riyor. Avustralya parlamentosunda açıkça kim daha Avrupalı
ülkelerin önemle üzerinde durdukları, gizli ya da açıktan konu- tartışması var. Tartışmanın sonucunda bir biçimde Türklerin
lardan birisi budur. Öyle ki geleneksel göç alan ülkeler kendi daha Avrupalı olduğu kabul ediliyor. O dönemde Avustral-
toplumsal ve tarihsel öyküleri, arka planları çerçevesinde belirli ya yardımlı göç dediğimiz göç var. Yani göçmenlerin taşınma
grupları tercih ederler, diğer grupları tercih etmezler. Örneğin ücretini onlar sağlıyorlar. Bu yardımlı göç sağlanma politika-
Avustralya böyledir. Bildiğiniz gibi Avustralya, İngiltere’nin sı, yani hükümetin resmi göçmen politikası yalnızca Avrupalı
suçluları göndermesiyle oluşan bir ülke ama İngiliz kültürüyle göçmenleri getirmek üzerinde kuruluyor. İşte Türkler gidiyor-
oluşan bir ülke. Bu anlamda Anglosakson kültürü dediğimiz lar daha sonra Lübnanlılar gidiyorlar. Böylece Avustralya çok
kültürün yaşatılmaya çalışıldığı bir ülke. Avustralya 1788 ilk daha farklı kültürlü bir toplum olmaya başlıyor. Şimdi daha ho-
kez bir koloni olarak kuruluyor. 20. yüzyıl’ın ortasına kadar mojen daha türdeş bir toplum ama ekonomisi göçmene ihtiyaç
duyduğu için farklı ırklardan farklı dinlerden göçmenler sürekli
Avustralya’da Avustralyalıların “Beyaz Avustralyalı” dediği bir
gelemeye başlıyorlar. 80 sonrası küreselleşme de buna katkıda
politikası var. Bu aslında 1850’lerde İngiltere’nin altın bulma-

154 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarihi Süreçte Göç ve İstanbul 155


buluyor. Böylece Avustralya’nın göçmen politikalarının değiş- cekler mi? Bütün bunları öncelliyorlar. Hatta devletin bu ve
tiğini görüyoruz. Avustralya göçmen politikalarında, resmi ola- benzeri konularda nasıl yardımcı olabileceğini araştırıyorlar.
rak 1800’lerin sonundan 1900’ların ortasına kadar asimilasyon Örneğin Avustralya’ya yeni gitmiş bir Türk göçmensiniz, İngi-
kavramı kullanılıyor. Göçmen bakanlığının içinde “asimilasyon lizce konuşamıyorsunuz. Diyelim hastaneye, polise gittiniz ya
bölümü” var. Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında farklı kültür- da devlet dairesi ile bir işiniz var. Bu sorununuzu çözebilmeniz
lerden daha fazla göçmen geldiği için birden o bölümün adı için özel telefon hatları var. Siz bu telefon hatlarıyla bağlanıp
“entegrasyon bölümü” oluyor. Avustralya’nın göçmen coğraf- kendi dilinizden o devlet dairesiyle işinizi yapabiliyorsunuz ve
yası, göçmen profili değiştiği için Türkler, Lübnanlar Çinliler bunu kamu finansa ediyor. Burada anlatmak istediğim şey, göç
tekrar gitmeye başladığı için 1980 den sonra o “entegrasyon bi- alan ülkelerin kendi göç politikalarını nasıl değiştirebildikleri
rimin” adı “çok kültürlülük birimi” oluyor. ve ne tür yollar bulabilecekleri hususu.
Avustralya öyküsünü şunun için anlattım. Aslında bir Bu çerçevede Türkiye ve özellikle İstanbul örneğine geri
ülkenin ya da bir toplumun başarısı, oluşan toplumsal deği- gelecek olursak, genel olarak Türkiye göçmen alan bir ülke
şime hızlıca cevap vermesiyle doğru orantılı. 1800 sonları değil. Gelenler de ulus-devlet oluşturma sürecinde Müslüman
1900’lerin başı, öyle bir politika geliştirmeniz gerektiriyor ki, ve Türk unsurlar. Göçmenler buna uygun bir göç rejimi için-
öyle düşünmenizi gerektiriyor ki onun adına asimilasyon di- de gelmişler. Ancak böyle de olsa 80’lerden sonra gelişen göç
yorsunuz. Göçmen alıyorsunuz, bir politikanız var. Ancak II. dalgalarına hazırlıksız yakalanmış durumda. Bu biraz da böyle
Dünya Savaşı’yla birlikte o etnik çeşitlik birden artıyor. Si- bir beklenti içerisinde olmamakla alakalı. Ya da böyle bir göçü
yasi değişim bir gecede oluyor, gerçekten öyle. O asimilasyon isteyerek kabul etmiş olmaması ile alakası var. Öyle ki Türkiye,
biriminin adını entegrasyon birimi olarak değiştiriyorsunuz. çevresinde olan siyasi karışıklıklar ya da rejim değişiklikleri ile
Çünkü gelen insanların o kadar kolay asimile olamadıklarını birlikte birden kendisini bu yeni oluşan göç rejiminin içerisinde
anlıyorsunuz. Daha sonra 80’lere geldiğinizde yine bir göçmen bulmuş durumda. Aslında bu coğrafyanın etrafında son 20 yıl-
ülkesisiniz, her yıl size 150-200 bin kadar göçmen geliyor. Tabi da yaşananlar Türkiye’ye bunu dikte ettiren bir süreci başlatmış
ki şunu da unutmayalım, konuşmanın sonunda geleceğim o durumda. Bu nedenle acilen hem gelen göç, hem de giden göç
konuya ama göçün bir süre sonra aslında kalıcılığa neden ol- ile alakalı çeşitli yasal mevzuata ihtiyaç var. Bu konuda yapı-
duğunu, göçmen olarak gelen o kişilerin sizin vatandaşınız lanlar yetersiz. Bundan bir ay önce göçle ilgili her türlü bakanın
olacağını görmeniz gerekir. Geleneksel göçmen alan ülkeler temsilcisiyle birlikte, Ankara’da bir toplantı yapma fırsatı bul-
zaten son 100-200 yıl böyle bir sürecin içerisinden geçiriyor- dum. Her bakanlıktan konuyla ilgili temel bürokratların geldiği
lar. Dolayısıyla Avustralya’da 80’lerden sonra adına bu çok bir toplantıydı. Bu toplantıda ortaya çıktı ki Türkiye bu kadar
kültürlülük denilen bir göç politikası uygulanıyor. Bu politika, göçe bulaşmışken Türkiye’nin herhangi bir göç politikası yok.
gelen göçmenlerin kendi kültürlerini koruyabilecekleri konu- Yani merkezi hükümetin, Ankara’nın göç ile ilgili politikaları
suna önem veriyor. Müslümanlarsa Hıristiyan olan toplumda yazılı, sistemli değil. Ankara’nın bir açık siyasal duruşunun ol-
kendi camilerini yapabilecekler mi? Kendi okullarını açabile- duğunu görmüyoruz. Yasal düzenlemesinin olduğunu görmü-

156 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarihi Süreçte Göç ve İstanbul 157


yoruz. En ciddi sıkıntılardan birisi de bu. Şüphesiz ki göç konu- gelip çözüm üretmelerinin göçün yönetimi için önemli olduğu-
larının yerel düzlemde de gündeme geldiğini görmekteyiz. Yine nu düşünüyorum.
Ankara’daki toplantının belki ortaya çıkardığı konulardan bir
tanesi de bu noktada idi. Yani merkezi hükümetin göçle ilgili
düzenlemeler yapmasının, yasal düzenlemeler yapmasının ya Bitirirken
da idari düzenlemeler yapmasının yerel yönetimlerin katılımını
sağlamadan eksik kalacağı konusu. Gerçekten de sorunun çö- Son olarak birkaç noktayı vurgulamak istiyorum. Bunlardan
züme kavuşturulmasında yerel yönetimlerin katkısının sağlan- birincisi sıklıkla hem iç hem de dış göçü sorun olarak algılı-
ması önemli gözüküyor. yoruz. Şüphesiz göçün sorun yaratan boyutları var ama göçün
Son yıllarda İngilizcesi “governance” Türkçesi’ne “yönetişim” kendisini bir sorun olarak algılamak yanlış bir davranış. Belki
dediğimiz bir kavram var. Bu kavram toplumsal sorunları nasıl bunu söylemeye bile gerek yok. Çünkü insanlık tarihini, top-
idare edebiliriz sorusunun cevabı. Yani sorunlar ancak iyi bir lumsal tarihimizi ya da kendi bireysel tarihimizi göçe gönder-
yönetişimin sağlanması ile çözülebilir. Yönetişim kavramının me yapmadan konuşabilmemiz çok zor. Onun için göçü sorun
mantığı bu. Yani göç gibi derin toplumsal meselelerde her türlü olarak algılamak doğru değil. Bence göçü, hayatımızın normal
ilgili aktörün, üretilecek çözüm planına katkıda bulunmasını bir parçası olarak görmek gerekiyor. Bunu bir zenginlik olarak
sağlamak. Uluslararası göçte devlet ya da merkezi hükümet en görmek gerekiyor. Göçle beraber ortaya çıkan alanlarda çok
önemli aktörlerden birisi. Ama onun dışında mümkün oldu- farklı unsurların sadece din, dil, ırk anlamında değil toplumun
ğunca sivil toplum kuruluşlarının ve yerel yönetimlerin katkısı bazen önemli bir kesiminin sevmediği belki dışladığı grupların
çok önemli. Yönetişim mantığı çerçevesinde düşündüğümüz da yaşadığı bir çeşitliğin yaşandığı alanların önemli olduğunu
zaman, yerel yönetimlerin merkezi hükümetle sivil toplum ku- düşünüyorum. Çok klasik bir şey olacak ama göçün nenden
ruluşları arasında önemli bir aracı konumunda olması son de- olduğu bu çeşitliliği bir zenginlik olarak düşünelim.
rece gerekli. Yine göçün uluslararası boyutunun olması, başka Bitirmeden önce “göç müzesi” kavramı üzerinde biraz dur-
aktörleri de ilgilendirdiği için kaçınılmaz olarak mesela Avrupa mak istiyorum. Dünyanın bir çok yerine gittiğiniz de göç mü-
Birliği ile ortak hareket etmeyi gerektiren bir durum. Türki- zesiyle karşılaşıyorsunuz. Bunların en önemlilerden birisi New
ye, Avrupa ile Avrupa Birliği ile iş birliği yapmak durumunda.
York’tadır. Ellis Adası küçük bir ada. New York’un kenarında.
Oradaki çeşitli devlet aktörleriyle ve sivil toplum kuruluşları
Amerika’yı nasıl düşlüyorsak ya da Amerika hangi sembollerle
ile işbirliği yapmak zorunda. Onun dışında uluslararası örgüt-
algılanıyorsa orada o var. Aslında bir adada birkaç baraka, ba-
ler ile belki göç üzerinde çalışan Birleşmiş Milletler Mülteciler
rakada insanlara nasıl davranıldığı, işte üzerlerine tebeşirlerle
Yüksek Komiserliği, Uluslararası Göç Örgütü gibi kuruluşlarla
nasıl çarpılar konulduğu, hastanelere nasıl yatırıldığı vs. Bu tür
çalışmak zorunda. Çünkü üzerinde konuştuğumuz konu, bir
yerler göçün insanlık tarihi içinde bizim toplumsal ve kişisel
aktörün kolayca çözeceği bir konu değil. Dolayısıyla sihirli yö-
netişim sözcüğü etrafında konu ile ilgili aktörlerin sık sık biraya tarihimiz içindeki önemini hatırlatmak, biraz onu kayda geçir-

158 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarihi Süreçte Göç ve İstanbul 159


mek, yaşatmak onun önemini kavratmak açısından önemli.
Türkiye toplumu için göçün çok önemli olduğunu söyleme-
ye gerek yok. Bu nedenle İstanbul’da böyle bir şeye, İstanbul’da
bir göç müzesinin kullanılmasına ihtiyaç var. Bunun çok önem-
li olduğunu düşünüyorum. Bunun çeşitli yansımaları olabilir.
Medeniyet Bilinci ve İstanbul
Mesela Almanya’ya işçiler gittiğinde, Almanya irtibat büro-
larında Alman doktorların insanların dişlerini açıp iş gücünü
seçerkenki durum canlandırılabilir. Hatta bunun trajik bir fo- Kenan Gürsoy*1
toğrafı da var. Bu bina hala orda. İş ve İşçi Bulma Kurumu
Tophane’de. Burası aslında bir müze olabilir. Bu kadar göçe
bulaşmış bir toplumun bence hem bilimsel olarak, hem de bu
tür mekânlar kurarak göç konusuyla çok daha fazla uğraşması
gerekir diye düşünüyorum.
Giriş

E fendim, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bir felsefeci ola-


rak felsefenin, yaşayan bir insan üzerinden, yaşayan bir
insan adına, yaşayan bir insan olarak gerçekleştirilmesi gerekti-
ğini düşünenlerdenim. Böyle bir konu da benim için konferans
ya da ders konusundan çok müsaade ederseniz bir sohbet ko-
nusu olsun.

Medeniyet Bilinci Kavramı

Bir zamandan beri aslında kültür olması gereken kavramın


yavaş yavaş medeniyet bilinci halinde işlenmesinin gerekli oldu-
ğunu fark edenlerdenim. Daha önceleri kültür diyorduk, kül-
türümüz diyorduk, kültürlenme diyorduk. Kültürden, kültürü
bırakmadan, kültüre yabancılaşmadan bahsediyorduk. Ama
şimdi yavaş yavaş bu kültür sözünün “medeniyet”e inkılâp et-
*
Prof Dr., Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi.

160 İstanbul, Kent ve Medeniyet


mesini tercih ediyorum. Belki milliyet kavramının, millet kav- içerisinde beraber olabiliyorlar. Bunların içerisinde en önemlisi
ramının son zamanlarda almış olduğu farklı manalar mesela bir kendini kendisi olarak içten kavrayan ve “ben” olan o varlıktır.
nasyon fikriyle birlikte düşünülüyor olması ve çok sınırlandırıcı Biz kendimiz isek ancak, bizim için bir de ‘sen’ olan varlık söz
bir veçhesinin olması, bunun daha çok siyasal bir anlama geli- konusu olacaktır. O da kendisi için böyle “ben” ise ancak onun
yor olması ve bir de bizim “biz” olarak kendimizi tanımlamak için bir “sen” söz konusu olabiliyor. Ve bizler de böyle kendi-
için bir gayret içinde olmamız, neden bunu medeniyet kavramı miz olabiliyor isek şimdi bir’ biz’ hâline gelebiliyoruz. Bu şekilde
üzerinden yapmayalım sorusunu beraberinde getirdi. Belki me- başka bizlerle de muhatap olabiliyoruz. Onlara gidiyoruz, onları
deniyet kavramı diğer bakımlardan da gündeme geldi. Mesela ağırlıyoruz, onlarla ittifak kuruyoruz, onlarla güzel bir dünyayı
birileri medeniyet çatışmasından, bir diğerleri de medeniyet tasavvur ediyoruz, onlarla birlikte projeler yapabiliyoruz. İşte
ittifakından bahsetti. Sonra biz fark ettik ki batı düşüncesiy- buradaki kavram şahıs kavramıdır. Şahıs ya da kişi kavramını
le karşılaşmış, olmamız medeniyetle değil fakat batı medeni- medeniyetle paralel olarak görmek istiyorum. Özellikle şahsı,
yetiyle karşılaşmış olmaktı. Bizim belki ayrı bir medeniyetimiz şahsiyeti, ahlak adına etik adına fark ettiğim zaman daha iyi
de olabilirdi ya da medeniyet dediğimiz o geniş kavram aslın- anlıyorum. Çünkü şahıs artık tek başına o birey değildir. Şahıs
da medeniyetlerin ancak bir arada birbirlerini fark etmeleriyle evet ötekilerle birliktedir ve ötekilerle birlikte bir anlam dünyası-
mümkündü. Bir birliktelik oluşturacaksak biz olarak daha geniş nı paylaşır. Bu anlam dünyası sadece sözel olarak ifade edilmez,
bir bize intikal etmeliydik. Bunu “birey” kavramını düşündü- varoluşsal olarak yaşanır. Ve bu anlam dünyası aynı zamanda
ğümde ve “şahıs” kavramına doğru bir hamle yaptığım zaman değerler dünyasıdır. Bu değerler elbette sadece ekonomik de-
daha iyi anlıyorum ve daha rahat anlatabileceğim. ğerler değildir, aynı zamanda etik ve estetik değerleri içermektedir.
Fakat etik değerler üzerinde durmak istiyorum. Şahıs kendini
ötekilerle birlikte ötekilere doğru, değerler adına yakalar. Ahla-
Birey Kavramı ile Şahıs Kavramı ki şahıs kendisi için bir değer alanının bulunduğunu fark eden o
Arasındaki Farklılıklar şahıstır ve olanı değil olması gerekeni de bu değerler adına ya-
şar ve yaşatmaya çalışır. Yani o sadece burada şimdi kendisine
Birey yaşamı ve kendisini bir varlık ve bir kimlik olarak al- böylesine verilmiş olanı algılayan ona tanık olan bir varlık de-
gılayan insandır. Ama şahıs dediğimiz zaman yavaş yavaş öteki ğildir. Fakat aynı zamanda olması gerekeni de özleyen, ona yak-
laştığı zaman mesut olan, uzaklaştığı zamanda pişman olan bir
insanlarla birlikteliği vurgulayan şahıs zamirlerinin oluşmakta
varlıktır. O halde onu bir anlam dünyasının içinde olduğu ka-
olduğu bir alana geçersiniz. Siz bir “bensiniz” ama muhatabınız
dar bir değer dünyası içinde düşünmeliyiz. Anlamları değerler,
olan bir “sen” ya da “senler”, beraberce olduğunuz bir “biz” söz
değerleri anlamlar dünyası içinde yakalıyoruz. Biz, işte bu de-
konusudur. Dışarıdan müşahede etmekte olduğunuz ya da sizi
ğerlerle bütünleşen ve şahısların orada var oldukları bir bizdir.
dışarıdan müşahede etmekte olan ‘onlar’ vardır. Ya da birin-
Bir onlar ve ötekiler alanı değildir, fakat bir biz alanıdır. Orada
den bahsettiğiniz zaman “o” dersiniz. O zaman bireyler farklı
biz beraber olmanın beraberce var olmanın heyecanını yaşarız.
konumlar içinde birbirlerine veriliyorlar ve farklı birliktelikler

162 İstanbul, Kent ve Medeniyet Medeniyet Bilinci ve İstanbul 163


Eğer kültür adına ayrıca bir de şahsiyetlilik anlamında bir mede- konuya bakıyorsunuz. Belli bir musiki sizin musikiniz oluveri-
niyet alanından bahsedersek, işte bu değerler alanını bu medeniyet yor. Bir diğer musiki de bir başkası için oluyor. Batı müziği di-
alanına da aksettiriyoruz demektir. Şüphesiz ki bir medeniyeti yorsunuz, Türk musikisi diyorsunuz. Kelimelerde bile bu inanç
sadece etik değerler itibariyle düşünmek mümkün değildir. O sistematiğinin, bu değerler alanının bir yansıması var. Hatta
aynı zamanda bir tarihe sahip olmaktır. Aynı zamanda estetik bugün elime geçen bir sergi davetiyesi benim bu noktada dik-
değerleri olmaktır. Aynı zamanda bir ahlaki geleneği olmaktır. katimi çekti. Bir sanat etkinliğini duyurmak üzere hazırlanmış
O halde ben, şahsı ahlaki şahsiyetlilik açısından ve medeniyeti de bir davetiyede, Beyoğlu’na ait ana cadde üç farklı dil veya de-
medeni şahsiyetlilik açısından ele almak istiyorum. Şimdi ısrarla yişle kuşatılıyor. Grande Rue de Pera deniyor ki Pera’nın büyük
sosyologlar ve kamu yönetimiyle meşgul olanlar kimlikten bah- yolu demektir. Cadde-i Kebir deniyor ki Osmanlı döneminde
sediyor olabilirler. kullanılan ismidir. İstiklal Caddesi ise Cumhuriyet’ten sonraki
ismi olup bununla tamamlanıyor. Beyoğlu’ndan edebi esintiler.
Bakın buradaki üç kavram birer değer sistematiği kavramıdır.
Kimlik ve Medeniyet Aynı cadde Tünel’den Taksim’e giden bir caddenin üç farklı
adı vardır. Osmanlı da Cadde-i Kebir, Cumhuriyette İstiklal
Kimlik kelimesini Fransızca veya İngilizce söyleyecek olursak Caddesi, bir batılı veya orada yaşayan bir Levanten için Grande
identite’deriz. İdentite aynı zamanda özdeşlik demektir. Batıda Rue. Buradaki farklılığı oluşturan, bu farklılığı tek bir cadde
kavram itibariyle kimlik ile özdeşliği karıştırmak gibi bir zayıflık üzerine müşterek bir alanda oluşturan nedir? Bu bir değerler sis-
olduğundan, böyle bakıldığında bir problemle karşılaşıyoruz. tematiğidir. Bu yasaklanmalı mı? Asla. Çünkü bu söyleyiş zen-
Fakat eğer medeniyet alanını ele alıyorsak, orada bir şahsi- ginliği, aynı zamanda o alanla bütünleşmem için, o alanla ilgili
yetten (bir kişilikten) bahsetmek ve zihninizdeki kavramı da farklılıklar adına benim için bir fırsattır. Ama bilelim ki burada
biraz sarsmak istiyorum. Şahsiyet ve medeni şahsiyetlilik ola- bizler ve büyük bizi oluşturacak bu bizlerin de farkına varmalıyız.
rak alırsak onun içinde kendini inşa etme sürecini de pekâlâ Bu bizler değer bilinci çerçevesinde “biz” olmuştur. Koca bir
görebiliriz. Yani nasıl şahıs kendini, etik anlamda değerleri iti- İstiklal Savaşı macerasını geçirmişizdir. Ve Cumhuriyetimizin
bariyle bir inşa, ahlak adına bir olgunluk sürecinde buluyorsa, ilk temel tecrübesi bu savaştır. Oradaki bağımsızlık tecrübesi
ötekilerle birlikte var olduğunu fark ediyor ve buna biz diyorsa, elbette ki bu kategorizasyonda başat rolü oynayacaktır: İstik-
daha büyük bizlere özeniyor demektir. Medeniyet adına da or- lal kavramı. Cadde-i Kebir ise Osmanlı İmparatorluğu’nun o
taya çıktığımızda, o da bir şahsiyetlilik alanıdır. Temelde etik son döneminde tek bir caddeye verilen isimdir. Başka bir yere
değerleri düşünecek olursak tıpkı o insan gibi o medeniyet olur. de bu isim verilmemişti. Grande Rue ise Fransızca konuşma-
Yani bir olgunlaşma sürecini yaşadığını düşünür. Bu, bir ahlakî yı alışkanlık haline getirmiş levanten dostlarımız için önemli
olgunlaşmadır. Bu realitede hiçbir şey ifade etmiyor mu? Aslın- bir kavramdır. Buna bir tespit olarak bakıyorum ama yine de
da ediyor. Hiç bir şey ifade etmiyor diyebileceğiniz o şey adına bir şahsiyetlilikten bahsediyorum, zira içinde bir değerler sis-
siz ideolojiler belirliyorsunuz. Bir inanç sistematiği açısından tematiği var. Bir medeniyet eğer şahsiyetlilik adına fark edilecekse

164 İstanbul, Kent ve Medeniyet Medeniyet Bilinci ve İstanbul 165


bu şahsiyetlilik mutlaka estetik ayrıca da mutlaka etik bir değerler rini de izliyoruz. Son beş yıldaki tarihte de dünya tarihinde de
sistematiği açısından düşünülmelidir ve kimlik ifadesi bizi tatmin Ortadoğu’ya ilişkin o yerde de görüyoruz. Eğer bir medeniyet
etmemektedir. Bunun için “şahsiyet” gibi ya da ona yakın bir adına ötekine medeniyet götürüyoruz diye, siz bir zorbalık or-
kavrama bir terime ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü orada bir inşa taya koyuyorsanız burada patolojik bir durum var demektir. Ve
süreci var. Bu üçlü ifadeden de anlaşılacağı gibi o inşada kendi- medeniyetler böyle bir patolojiye düşebilme ihtimaline sahip-
sini algılamak kadar kendisini orada kılan diğerlerini de algılamak tirler. Ama temelindeki saf ahlak adına onun bir evrensel ba-
söz konusudur. Çünkü benim medeni şahsiyetlilik adına ora- kış açısı olmalıdır. Bu bizim bir evrensel kucaklayıcılık içinde
da oluşum, bir çoğulluluğu da birlemekle alakalıdır. Bu bileşimin hadiseye bakabileceğimiz anlamındadır. Yani onun bir evren
içinde bizler var. Bizler olmasaydı birlikten bahsedemeyecektik. telakkisi, bir evrensel görüşü ve bir evrensel projesi vardır. Ve
Ve bir çoğulluğun birlenişi, yavaş yavaş bizi yeni fark edebi- ötekiler için de anlamlı olabileceğini düşündüğü dertlere deva
leceğimiz o medeniyet bilinicine doğru aktarıyor. Medeniyet, reçeteleri vardır. Ya da ötekiler için de sunabileceği bir takım
sadece kendi içine kapalılık olarak ele alınmış olsaydı, yanlış bir görüşler ya da ötekilere de uzattığı elleri vardır. Öteki için bir
değerlendirme olurdu. Sadece tek bir kimlik olarak durağan ve evrensel mesajı toplu halde kucaklayıcı tarafı vardır.
kendisiyle özdeş olan bir yapı şeklinde fark edilseydi, çok büyük Ben bir İslam medeniyeti kavramı var mı diye sorduğumda
bir yanlışlık olurdu. Bunu medeniyetler çatışması kavramlaştır- mesela Hz. Peygamberin böyle bir medeniyet kavramına yakın
masını ortaya koyan o ünlü kişi açısından düşündüğümüzde, olarak kendi imanı doğrultusunda nasıl çağrıda bulunduğunu
eğer ayırıcı ve birbirine düşman kılıcı bir yapıda fark ediyorsak hatırlatmıştım. O’nun Sasanilere, Habeşlere, Bizans’a mektup-
bunun mutlaka gözden geçirilmesi lâzımdır. Medeniyet kavra- lar göndermek suretiyle kucaklayıcı bir pozisyon ortaya koydu-
mında mutlaka bir biz toparlayıcılığı olmak zorundadır. O halde ğunu gündeme getirelim. Kendisi olmayanları da içine alan bir
tek başımıza, tek bir kavim olarak siz, bir biz olamıyorsunuz de- görüşü var. Kendisi olmayanları da içine alan bir mesajı var.
mektir. Medeniyette dışlamaktan çok bir öteki için mesaj var- Kendisini ötekiler adına veya “onların hayrı içinde” konumlan-
dır. Tıpkı ahlaki değerlerde olduğu gibi, şahsın ahlak ya da etik dırıyor. Bu son derece önemlidir. Ve nitekim Medine Akidinde
adına ortaya çıkışında kendisini isterken aynı zamanda öteki- de fark edeceğiniz gibi, farklılıkları içine alan bir toplum yapı-
leri de birlikte istemesi şeklinde bir tavır alış, herhangi bir şeyi sını ortaya koyduğunu düşünüyorum. İşte böyle bakıldığında
kendisi için talep ederken bunu aynı zamanda ötekiler içinde ondaki bu kendisi olarak etik değerleri takip eden olgunlaşma-
talep etmesi şeklinde bir durum, ötekinde kendisini, kendisin- nın bizleri medeniyet fikrine sevk ettiğini fark ediyoruz. İslami
de de ötekini görmek gibi bir yaklaşım söz konusudur. Bir ile- ilk zamanlardan itibaren Endülüs’e ve Orta Asya’ya giden o
tişimin, bir birlikte varoluşun bu ahlak adına ortaya çıktığı gibi yapının içerisinde nasıl bir evrensel duygunun bulunduğunu
geniş manadaki medeniyet kavramında da daima kucaklayıcı bir yeniden gözden geçirebiliriz.
biz olma hamlesi vardır. Bu, eğer hastalıklı olarak yaşanıyorsa
doğaldır ki kendi adına bir tahakküme, bir zorbalığa götüre-
cektir. Bunun örneklerini de görüyoruz. Çok yakın örnekle- Bilinç Kavramı,

166 İstanbul, Kent ve Medeniyet Medeniyet Bilinci ve İstanbul 167


Şehir Bilinci ve İstanbul Peki, bu nasıl olacak? Bunun olacağı o yer, ister istemez bir
şehir bilincini gerekli kılıyor. Neden? Çünkü şehir farklılıkların
Şimdi konuşmanın başlığını tanımlayan ikinci kavrama, bulunduğu o yerdir. Çünkü şehir maddi ve manevi anlamda
yani bilinç kavramına geçmek istiyorum. Bilinci, bir farkında- inşa sürecinin gerçekleştiği o zemindir. Mimarisi itibariyle bir
lık olarak düşünüyorum. Farkındalık hali, kendisine mesafe inşa süreci var ve bu anıtlarda görülüyor, hatta kendisini, ye-
alabildiğim, o şeyin farkındalığıdır. Fakat aynı zamanda bağ- nilenerek ya da tazelenerek büyük eserler vermeye aday bir
lanabildiğim ve bir değer sistematiği içinde kendisiyle bütün- mimarlık tarihi olarak ortaya koyuyor. O özgün ve ruhu taze
leşebildiğim o alanın farkındalığı adına da ifade edilmiştir. tutan camileri ne kadar çok seviyoruz. Sinan’ın, Sedefkâr
Kendisini dıştan fark ettiğim, kucaklayabildiğim fakat bir o Mehmet Ağa’nın ve diğer mimarların üsluplarını, onları taklit
kadar da bağlanıp değerlerini gerçekleştirmeye çalıştığım bir etmeksizin, inşa süreci içinde izliyor ve öze ait olmaklığı dina-
farkındalık. Bu farkındalık bir tanıklılığı beraberinde getiriyor, mik bir imtidat olarak da değerlendiriyoruz. Yani bu mimarinin
yani siz fark edebilmelisiniz ki orada bir bütünlük var. Burada devamlılığını yeniden ve yeniden üretmek istiyoruz. Bu bilinç
söz konusu olan medeniyet bilinci ise fark edebilmeliydiniz ki üzerine aynı şekilde şehrin manevi anlamda ruhunu taze tut-
burada bir medeniyet fikri var, bir medeniyet alanı var; insan an- manın çarelerini arayarak bir yeniden oluşu gündeme getiriyo-
layışı, insan telakkisi itibariyle siz buna bir tanıksınız. Fakat ruz. Maddi ve manevi anlamda bir inşadan bahsediyoruz. Şehirde
bu tanıklık yetmiyor, aynı zamanda bağlısınız. Onu idrak eden, farklılıklar var, şehirde farklılıkların da bilinci var.
algılayan fakat onu üretmeye, yeniden üretmeye aday olarak İstanbul açısından düşünürsek bütün bunlar bizi çok daha
onun bağlısısınız. Burada bağlılık kavramıyla bağımlılık kavra- evrensel, tarih içinde çok daha sıkı duran, her türlü hercümer-
mını birbirinden ayırıyorum. Bağımlılık bir tür kör veya körü ce rağmen ayakta kalan bir başka şehre getiriyor ki bizim ken-
körüne bağlanış gibidir. Kendisini sorgulamayan bir bağlanış disi ile tarihimizi fark ettiğimizde o “şehir” önce özlenen şehirdir.
gibidir, eğer ısrar ederseniz bir özdeşlik halidir. Kendisini ayırt İstanbul kendisine hasret duyulmuş o şehirdir. Onu fethedecek
edemez. Ama bağlılıkta, bir değer bilinciyle onu yeniden üret- kumandanın övülmüş olduğu şehirdir. Peygamberin ülküsü olan
meye aday olmaklık vardır. O zaman medeniyet bilinci dedi- bir şehirdir İstanbul. Sahabenin surların önünde şehit düştük-
ğim zaman, burada tıpkı şahsiyette olduğu gibi bir inşayı, bir leri şehirdir. İstanbul fethedilen şehirdir. Daha sonra İstanbul,
yeniden inşayı, bir farkındalığın üzerine oturtmak durumun- imar edilen bir şehirdir. İstanbul bir projedir. Biz İstanbul’u hayal
dasınız. Bir yeniden inşa derken burada onun durağanlığını şehir olarak arzu ettik. Peygamberin buyruğunu yerine getirmek
bir hareket haline getirmek, statikliği dinamik haline getirmek için onu fethetmek yoluna çıktık. Ve İstanbul’da bir fetih ger-
söz konusudur. Ama yeniden bir inşa derken de bunu sizin bir çekleştirdik, bu fethi, değerler dünyamız içinde bir istila hare-
şahsiyetlilik adına yapmanız yani süreç içinde kendinizi inşa keti olarak anlamadık. Fetih bir açma idi; kendimizi İstanbul’a,
ederken onu da inşa etmeniz gerekmektedir. İstanbul’u kendimize açma faaliyeti olmalıydı. Bizler böyle bir
hayalin gerçekleştiricileriydik. Bunun gerçekte böyle olup olma-
dığı üzerinde tarihçilerimiz elbette bir araştırma yapsınlar. Ama

168 İstanbul, Kent ve Medeniyet Medeniyet Bilinci ve İstanbul 169


hiç değilse ideal anlamda bu şehrin bizim tarafımızdan arzu tizmi içinde düşünelim. Akşemseddin adeta bir manevi emaneti
edilmiş olmaklığı dolayısıyla böyle bir anlamı vardı ve bu şehir kendi üzerine alıyor gibidir. Ama burada tahrip ve tahkir asla
kendisine medeniyet alanında bir defa daha uyandığımız o şehirdi. yoktur. Bu emanet fikri orada ki birlik ruhunu yeniden fark et-
Çünkü fethedilen İstanbul herhangi bir şehir değildi. O kendi- tiriyor. Bunu, Eyüp Sultan kabrinin keşfedilmesinden çok daha
sinden önceki dönemin harikulade şahsiyetli bir görüntüsüy- sonra yapılan caminin ve türbenin bulundukları yer itibariyle
dü. Kendi içinde bir şahsiyetliliği vardı. Felsefeden mimariye, tekrar hatırlayalım. Biliyorsunuz şimdi üzerinde bulunduğumuz
edebiyattan siyasete içinde güzel şeylerin oluşturulduğu yerdi. Haliç bu ciheti ve karşı ciheti bakımından Eyüp Sultan’a doğru
Farklı inançların buluştuğu bir platformdu. O zaman İstanbul giden bir coğrafyadır, bir haliç coğrafyasıdır. Haliç coğrafya-
bir medeniyetin kendisiyle fark edildiği o yerdi. Yani evrensel anlam sında Bulgar kilisesi, Ortodoks kilisesi ve Sinagog bulunmakta-
taşıyan, evrensellik adına anlamı olan bir medeniyetin kendi- dır. Bütün bu farklı dini cemaatlerin üzerinde bulunduğu yer-
siyle fark edildiği şehirdi. Farklılıklar orada vardı ve şimdi bu leri şöyle geriye doğru değerlendirirsek, bunların Eyüp Sultan
farklılıklar birbirlerinden alarak ve vererek ve kendilerini yeni- tarafından kucaklanan bir coğrafya içinde yer aldıklarını fark
den inşa ederek bütünleşmekteydiler. Bir Fatih söz konusuydu. edersiniz. Hazret, adeta bütünü kucaklamış gibidir. Bunu böyle
Bunu çok iyi algılamak ve farklılığın üzerinde nasıl bir medeni- okuyabilir miyiz acaba? Burada farklılıkları birleştiren himaye
yet bilinciyle hareket ettiğimizi düşünmek durumundayız. eden bir taraf olduğunu düşünemez miyiz acaba?
İlk gençlik yıllarımda felsefe adına ama tasavvuf alanın- Mehmet Fatih’in değerlendirilişi ile alakalı bir hatıram var.
dan bir metin seçerek Ak Şemsettin üzerine çalışmıştım. Ak Benim o güne kadar dikkatimi çekmemiş bir şeydi. Avrupa
Şemsettin’in bir hareketi beni çok etkiliyor. Bu çoğulluğun Topluluğu bünyesinde Brüksel de yapılan yabancı ve Türk ga-
içinde nasıl bir tevhit oluşturacaktır, nasıl birlik oluşturacaktır zetecilerin ve bilim adamlarının bulunduğu bir toplantıda, çok
ve kendisi bunu nasıl istemiştir bunu görmek açısından önemli- değerli bir arkadaşımız İstanbul’un fethiyle alakalı şu sözleri
dir. İstanbul’un fethinden hemen sonra Ak Şemsettin ortadan söyledi. ‘Ama biz de İstanbul’u onların elinden alarak istila et-
kayboluyor. Herkes, bu arada Mehmet Fatih de endişeye düşü- tik’. Bu değerlendirmeden dolayı üzülmüştük. Fakat bambaşka
yor. Arıyorlar ve küçük bir kilisede ibadet halinde buluyorlar. bir ses o toplantıda bulunan Kanada da yaşayan Fransız tabiiye-
Bu kilise daha sonra mescit haline getirilmiştir ve Hırkayı Şe- tinde fakat Yunanlı yani Rum kökenli bir Profesör olan Dimitri
rif Cami’nin çok yakınında bulunan Akşemsettin Mescidi’dir. Kitsikis ‘den geldi ve o bize şunu hatırlattı. Dedi ki yanlış bir
Kendisinin, bu kilisenin bahçesinde ona hiç dokunmaksızın, ifade. Yanlış bir ifade neden? Aslında Mehmet Fatih’e muha-
oradaki insanları hiç rencide etmeksizin ibadet etmesi, işte be- sarayı kaldırması için kumandanları öneride bulundular. İki
nim İstanbul adına idrak etmeye çalıştığım o ruhun bir sembol kişi var ki bunlar kuşatmanın devam etmesini istedi. Bunlar-
hareketi gibidir. Yani koca Ayasofya’da değil de o mütevazı dan ilki Akşemsettin idi ama diğeri de Zağonos Paşa. Zağanos
yerde ve en kalender bir biçimde. Hiç kimseyi rahatsız etme- Paşa bir Rum dönmesiydi. Ve istiyordu ki Bizans kurtulsun. Bu
kurtulsun sözünden neyi anlamalıyız? Yine büyük bir romantiz-
den, hiç kimseyi rencide etmeden, içeriye girmeksizin, bahçede
min içinde konuşuyorum, kusura bakmayın ama Dimitri Kitsi-
ibadet halinde oluşu. Bu eylemi kendi mefhumları ve roman-

170 İstanbul, Kent ve Medeniyet Medeniyet Bilinci ve İstanbul 171


kis de bunu böyle anlıyordu. Medeniyet açısından kurtulsun, İstanbul’u Dinlemek
çünkü batmak durumundaydı. Böyle bir değerlendirmenin ne
kadar geçerli, ne kadar tarihi bulgulara, tarihi realiteye uygun Sonuç olarak, bu şehre şahsiyetlilik adına bir anlam verme-
olup olmadığı tartışma konusudur ama bir değerlendirmedir. liyiz. Bu şehrin şahsiyetlilik adına var olan anlamını yakalayan
O kuşatma dolayısıyla ötekimiz olanın, yeniden değerlendirilmesi- insanlar olmalıyız. İstanbullulaşmak bilincini hayata yansıt-
dir. Ama orada bir evrensel ruhun yakalanışı söz konusu değil mak durumundayız. Bir musikimizin olduğunu, bir dilimizin
midir? Mehmet Fatih’in böyle bir şey gerçekleştirmiş olduğu- olduğunu, İstanbul da bir Türkçemizin olduğunu yeniden ha-
nu düşünemez miyiz? Tarihe baktığımızda böyle bir ruhun bu- tırlamak durumundayız. Bir musikimizin olduğunu diyorum,
lunduğunu fark edemez miyiz? Ben böyle olmuş olmasını di- “ondan anlamayan hiç bir şeyden anlamaz bizden” diyordu
liyorum. İstanbul’un fethinin böyle bir mahiyetinin olduğunu Yahya Kemal. Bu şehri aynı zamanda klasik musikimizde din-
düşünüyorum. Yani farklılıkları kendisine yabancılaştırmaksı- leyebilmeliyiz. Görmek, nefes almak değil sadece, bu şehri din-
zın bütünleştiren, o bütünlüğün içinde belki hâkim rol oyna- leyebilmeliyiz. Dinlemek Mesnevinin ilk mısraında olduğu gibi
yan fakat ötekileri de kendisine emanet gören bir mahiyet. Böyle bizi bize davet eden o emirdir. Tıpkı Kuran’ı Kerim’in “oku”
bir ruhtan bahsedemez miyiz? Bahsederiz ya da bahsedemeyiz emriyle başladığı gibi ama “dinle” bir de içten kavrayışa davet-
ama bir medeniyet kavramına sahip olacaksak, bu medeniyet tir. Bu şehri dinleyebilmeliyiz. Yani sesini duyabilmeliyiz, bu ses
kavramının üzerinden okunması gerekli olan o yer, bu kadar ne kadar kaybolmuş olursa olsun bir yerden mutlaka aksedebi-
farklılığı ahenk içinde tutmuş olduğuna inandığımız İstanbul lecektir. Ya da en azından taşlara sinmiştir. Onu hiç değilse o
olmalıdır. Ortada tarihin içinden salınıp gelen muhteşem bir taşlar üzerinden fark edelim. Var olan henüz kaybetmediğimiz
güzel var ve biz onun yüzüne pek çok anlamda kara çalmışız. o insanların Türkçesinde, klasik Türk musikisi üzerinden ya-
Bu güzel, kendi içinde harikulade sentezler yaparak yürümüş- kalayalım. İdrak edeceğiz ki o bir medeniyet şehridir ve bir ebedi
tür. Bu sentezlerin her bir parçası bizim adımıza bir medeniyet şehirdir. Fark edeceğiz ki burada pek çok farklılık tevhid olun-
bilinci konusu olmalıdır. Bu sentezlerin her bir parçası, bizim muştur yani birlenmiştir. Bir örnek olarak Karagöz oyunu ve
adımıza kendi medeniyet bilincimizle tekrar algılanmaktadır. perde gazelleri verilebilir. Hatırlayacaksınız Karagöz’de farklı
Burada ne yaptığımızı, tarih içinde hangi sentezleri ya da hangi farklı tipler vardır. Doğu Anadolulu, Güneydoğulu, Trabzonlu,
yeni projeleri gerçekleştirmiş olduğumuzu, bu medeniyet bilinci Rizeli, Makedonyalı, Arnavut vb. farklı ağızla konuşan pek çok
açısından yeniden fark etmek durumundayız. Tarihi dekorun, figür kendilerini ifade eder. Karagöz oyununda bunların takli-
tarihi şahsiyetliliğin bize aktardığı o insan telakkisini, bu insan dini tek bir kişi yapmaktadır ve bunlar çok başarılı taklitlerdir.
telakkisinin tarihi dekora aksedişini fark etmek durumundayız. Ama dikkat edelim bu taklitlerin her biri, bir İstanbul ağzının
Tarihi yeniden okumaya, romantik bir biçimde yeniden ele al- Güneydoğu’yu, Doğu’yu, Karadeniz’i, Rumeli’yi, Balkanlar’ı,
maya ihtiyacımız var. Benim şimdi söylediklerimden çok daha Güney’i ve Batı’yı taklitleridir. Yani bir taraftan hepsi farklı bir
farklı kurgunuz da olabilir. yörenin ağzını konuşurken, bu yörelerin çoğul halde ağzını ko-
nuşmanın gerçekleştiricisi yine de İstanbul Türkçesi’dir. Bu bir

172 İstanbul, Kent ve Medeniyet Medeniyet Bilinci ve İstanbul 173


muvaffakiyettir. Çünkü İstanbul Türkçesi aynı zamanda bütün
bunları konuşabilme yeteneğine sahip olduğumuz o temel alt
yapının ağzıdır ve İstanbul Türkçesi’nden, başta Orta Anadolu
olmak üzere bütün bu ağızların yansıması söz konusudur. Tıpkı Tarih ve Medeniyet
o insanların çok farklı yörelerden gelerek İstanbul’da klâsik bir
Türk musikisini beraberce yaratmış oldukları gibi.
Perspektifinden İstanbul Estetiği

Sadettin Ökten*21

Giriş

A slını söylemek gerekirse bu başlık bana bu dersi düzen-


leyenler tarafından empoze edildi. Tarih ve Medeniyet
Perspektifinden İstanbul estetiği olmaz. Yani kısaca, İstanbul
estetiği olmaz. Duruma uygun bir fıkra hatırlıyorum. Sofunun
birisi ölmüş. Zahit bir adammış. Yani züht sahibi bir insanmış.
Hesap vermeye gidiyor. Elinde küçük bir zembil, içinde de tek
bir günah var. Titreyerek gidiyor. Oradan bir baba erenler,
bir Bektaşi babası geliyormuş. Önünde bir çekçek arabası, içi
de günah dolu. Sofu sıkıla sıkıla geliyor. Baba erenler sormuş,
“Nedir o?” Sıkıla sıkıla demiş, “Bir tane günahım var.” Baba
erenler demiş, “Boş ver, at benim arabaya da rahat et.” Şimdi
bu misal, hayatta bana bir sürü şey empoze ettiler. Ne var yani,
bir tane de başlık etmişler. Atın benim arabaya, rahat edin.

*
Prof. Dr. Mimar Sinan Üniversitesi, Emekli Öğretim Üyesi.

174 İstanbul, Kent ve Medeniyet


İstanbul Zevki ve İstanbullu Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın yazları ve erken sonba-
harları Kanlıca’da geçti. Kanlıca ile Çubuklu arasında bulunan
Yani İstanbul estetiği olmaz, İstanbul zevki olur. Eğer es- kadim bir yalıda geçti. 40’ların sonu, 50’ler ve 60’ların başı.
tetiği felsefi manada bir terim olarak alırsak, İstanbul estetiği O zamanlar boğazda fısıltılı seslerle çalışan buharlı vapurların
olmaz, bir şehrin estetiği olmaz, bir insanın estetiği olmaz ama olduğu zamanlardı. Dır dır dır diye çalışan motor yoktu. Va-
bir dünya görüşünün, bir medeniyet tasavvurunun estetiği ola- purlar, pıs pıs pıs diye çalışıyorlardı. Bizim yalıdan karşı sırtlara
bilir. Estetik yani güzel ve güzellik sahasına yansımış, o sahayı baktığınız zaman silueti büyük fıstık çamları belirlerdi. Emir-
düzenleyen hükümler ve fikirler olabilir. Böyle bir söylem ho- gân, Boyacıköy, Baltalimanı kıyılarında eski ahşap yalılar bir
şumuza gidiyor ve İstanbul estetiği diyoruz. Bu, biraz fiyakalı dizi halinde uzanırlardı. Şimdi ise silueti gökdelenler belirliyor.
bir cümle oluyor. Ne estetik bir manzara diyoruz. Tabii bunlar Sahillerde de yer aldıkları mekâna mütecavizane davranan be-
hep yanlış kullanımlar ama galat-ı meşhur tabir ettiklerinden. tonarme sahil apartmanları var. Hangisi daha iyi, gökdelende
“Galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır” demişler. Bunlara da para var, fıstık çamında da fıstık var. Eski İstanbul’un özgün
artık ben fazla ses çıkarmıyorum. Zaten ses çıkarsam da kimse zamanlarında izlenimler böyle bir mekân zevki, mekân hazzı ile
fazla dikkate almıyor. Böyle bir dünyada yaşamaktayız. Evet, başlıyordu. Bir çeşme, bir çınar ağacı, bir köy meydanı, hatta
bir medeniyet tasavvurunun estetiği olabilir. O tasavvurun Frenk İstanbul’un şu anda yok olan Tarlabaşı semtindeki bir
madde planında hayata geçtiği şehrin de güzelliği olur. Ama is- eski apartmanın loş nemli girişi mekânlara yansıyan bir duyguy-
terseniz önce İstanbul zevki üzerinde biraz duralım. İstanbul’un du, bir renkti, bir çizdiydi. Koca Mustafa Paşa’da kadim İstan-
zevki veya İstanbul’un verdiği estetik haz… İstanbul enteresan bul zevkini görürken, Beyoğlu’nun bir arka sokağında bir Frenk
bir kent. Zannederim, dünyada İstanbul ile yarışacak bir başka rengi almış bir Osmanlı tadını, çizgisini izlerdiniz. Mekânlarda
kent daha yok, bu söylediğim hamasi bir şey değil, sezgisel bir bu zevki alabilirdiniz. Ama bunun arkasında bir dünya görüşü
düşünce. Birçok kenti gördüm. Birçok kent hakkında bir şeyler var. Bunu ilerleyen kısımda anlatacağız. Mekânlarda belli bir
okudum. Birçok kenti görenleri gördüm ve onlarla konuştum. rengi, belli bir zevki görmek mümkün çünkü bu mekânlar hala
Hamasi filan değil, öyle hissediyorum ki İstanbul gibi bir başka yaşıyorlar, hala devam ediyorlar. Bugün İstanbul’un mekânları
kent yok. Tabii bunu biraz daha bilimsel araştırmalara dayan- kalın bir kül tabakası altında. Bu kül tabakası lavların külü gibi
dırmak lazım. Bilimsel araştırmalar, belki de bir araştırmalar sıcak, eliniz yanar, çok kolay kaldıramazsınız. Ama hala 2008’in
dizisi yapmak lazım. Şimdi ben burada bu konuşmayı yapmak 30 Ekiminde, bugün İstanbul’da bir yerlere gitsek, bir yerlerde
yerine sizlerle yukarıda terasa çıkıp, güneşin batışını seyretmeyi kaybolsak, hiç ummadığımız yerlerde bize ait bir mekân zevki,
yeğlerdim. Orada ufak tefek yer içerdik, biraz sohbet ederdik, bir mekân duygusallığı görüyoruz. Peki, bu mekânlarda yaşayan
biraz mizah yapardık. Sonra yatsıya doğru da herkes evine gi- insanlar ne oldular. Onlar artık yok, onlar öldüler, hatta bir
derdi. Önemli olan, bu mekânı ve zamanı birlikte yaşamaktır. kısmı ölmeden öldüler. Bir kısmı ölünce öldüler. Velhasıl artık
Ama işte burada konuşmak durumundayız. yoklar. Hâlbuki o mekânları yaratan, inşa eden ve kullanan bir
insan tipi vardı. Belki biraz mizahi hikâyelerde belki de eski

176 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği 177
hatıratta kaldılar. Nostalji, güzel bir şeydir, fakat bu konularda Ama eşyalar ve sanatlar bir şekilde var. Bana sorarsanız, Os-
tehlikelidir. İnsanı çok rahatlatır ama realiteden bir kaçış oldu- manlı üzerinde durmak gerekiyor. Osmanlı, beğenelim ya da
ğundan tehlikelidir. Zamanı ve çağı yaşamak lazım. O insanlar beğenmeyelim, kabul edelim ya da etmeyelim, çok ciddi etkile-
artık yoklar. Yani o insanları artık görmemiz mümkün değil. ri olan bir yapılanma oluşturmuş. Belli bir tarihi süreci var. O
Nasıl davranıyorlardı, nasıl konuşuyorlardı? Günlük hayatta süreçte elinde siyasal erk var. İktidarı var, iradesi var ve bunla-
neye önem veriyorlardı? Neyi ön plana alıyorlardı? İşte söz ko- rın yansımaları bugün hâlâ devam ediyor. Dilleri de ciddi bir dil
nusu bu mekânları üreten ve ortaya çıkaran da onların zevki olarak dünya literatüründe yer ediniyor. Kesinlikle Türkiye’den
ve estetik algılarıdır. Onların eşyaları var. İnsanlar ölünce bu görüldüğü gibi değil. Çünkü Osmanlıca eserler yazılmış ve bu
eşyalar haraç mezat satılıyor ve yeni kuşaklar bu eşyaları nasıl dil bir iletişim dili, bir duygusallığın dili olmuştur. Kesinlikle
kullanacaklarını bilmiyorlar. Sanatlar da öyle. Her lafın sonuna arkaik bir dil değil. İstanbul zevki dediğimiz hadise bu dil ile be-
hep aynı eki ekleyen çok ünlü bir yatırımcı, bir işadamı varmış. raber mekânlar, sanatlar ve eşya üzerinden devam etmektedir.
Bir dostumuz, sanat zevki ve hassasiyetiyle pek önde olan bir Bu İstanbul zevkinin arkasında bir dünya görüşü var. O dünya
arkadaşımız gümüşten, sedeften kesme yapıyor ve onu nadide görüşünün ekonomide, siyasette, eğitimde, sosyal hayatta söy-
ağaçlara hâkkediyordu. Bu sanatkâr yaptığı çalışmayı o önemli ledikleri var, bir de estetik sahasında söyledikleri var.
zata götürüyor. O kimse “yahu” diyor, “Bu çok küçük olmuş,
biraz daha büyük yapsaydın da merdiven başına assaydım.”
Ama para onda, imkân onda. Dünyanın her yerinde bu böyle Medeniyet, Simge Şehirler ve İstanbul
olmuş. Önce saray daha sonraki devirlerde de kapitalist sınıf
sanatları desteklemeye başlamış. Ama kapitalist sınıf Batı’da İşte o dünya görüşünü algılayabilirsek, onun izdüşümünü
da Türkiye’deki gibi miymiş? Başlangıçta öyleymiş ama sonra yakalayabiliriz. Tabii dünya görüşü dediğimiz zaman belli bir
süratli bir şekilde kendini rafine etmiş. Önceki devirlerde saray sistemi kastediyoruz, onun boyutlarına daha sonra yer vere-
güçlüymüş, asiller varmış sonra burjuva veya kentsoylular or- ceğiz. Niye İstanbul’un üzerinde bu kadar duruyoruz. Bildi-
taya çıkmış. Ve bunlar zamanla rafine olmuşlar. Biz de şimdi o ğiniz gibi her uygarlığın simge şehirleri vardır. Antik Yunan
rafine olma sürecini bekliyoruz. Mezopotamya’nın, Babil’in ve Mısır’ın yani kadim dünyanın
İstanbul zevkini mekânlarda hâlâ görmek mümkündür. bilgeliğini ve bilgisini toplamış, eski tabirle tedvin etmiş, yani
Ama o insanlar artık yoklar. Fakat doktorasını Amerika’da bilimsel birikim ve felsefi düşünce haline getirmiş bir uygarlık-
yapmış ve uzun yıllar orada kalmış genç bir arkadaş ki ciddi tır. Bu uygarlığın simge şehri Atina’dır. Roma İmparatorluğu
bir kültür adamıdır, diyor ki: “Osmanlıca konuşmak bir sanat- Akdeniz, Kuzey Avrupa ve İngiltere’ye kadar uzanan coğraf-
tır, bu sanatı tekrar diriltmemiz lazım.” Neden diye soruyorum. yada hukukuyla, ekonomisiyle ve askeri düzeniyle hâkim ol-
“Çünkü özgün bir musikidir, Osmanlıca şiir okumayı da tekrar muştur. Bu uygarlığın simge şehri, Roma’dır. Sanayi devrimi
diriltmemiz lazım. Çünkü hikmet ve coşkudur.” diyor. Evet, başlamış batı dünyasında bu kez simge şehir, Londra’dır. Sa-
insanlar artık yoklar. O insanların davranışlarını görmüyoruz. nayi devriminin sosyal sahaya yansıması, gerilimler, gürültüler,

178 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği 179
ihtilaller, simge şehir Paris olmuştur. Ve yenidünyanın simge görüşünün bir değerler sistemi vardır. Bizim değerler sistemi-
şehri New York’tur. İslam uygarlığının, simge şehri önce Bağ- miz hem zihinlerde hem de gönüllerdedir. Bir değerler sistemi-
dat, sonra İstanbul’dur. Ortaçağ İslam medeniyetine baktığınız ni size mesela okulda yahut ailede verirler veya hiçbiri vermez
zaman bilimiyle, felsefesiyle, daha arkadan gelen sanatlarıyla, toplum bunu size verir. Yahut Türkiye’de olduğu gibi çatışma-
bütün mistik hayatıyla, hukuksal düzenlemeleriyle, ticaretiyle cı bir değerler sistemi ortaya çıkar. Çocukluğumda bir tarafta
bu medeniyetin simge şehri Bağdat’tır. Yeni ve yakın çağların, merhum Hasan Ali Bey ,”Eskiyi unut, yeni yolu tut” derken di-
ben ona yakın zamanların diyeyim isterseniz, simge şehri de İs- ğer yandan ‘kökü mazide olan atiyim’ diye bir şey duyduğumda
tanbul. Yani İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunun bir kül- şaşırır ve zihnim karışırdı. Ne olacağım ben kardeşim, şaşırmış
tür olarak ortaya çıktığı, eski tabirle tecelli ve temerküz ettiği vaziyetteyim yani, hâlâ da şaşkınlığım sürüyor. Bu çatışmacı bir
şehir, İstanbul. Bu medeniyetin temel değerleri, batı medeni- dünya görüşüdür.
yetinin temel değerlerinden farklıdır. Dolayısı ile bu değerlerin Bir dünya görüşü kitleye mal olduğu zaman maşeri bir bütün-
ürettiği insan tipi de farklıdır. Bu farkı herhalde sizler de bu- lük kazanır. Biz ona sosyal mutabakat diyoruz. Sonra bu dünya
gün rahatlıkla görüyorsunuz. Her ne kadar modern dünyada bu görüşü, bir sosyal iradeye dönüşür. Toplum, bu dünya görüşü-
farklar azaldı, modern dünya bir köy oldu deniyorsa da kimlik nü hayata geçirmeliyim der ve bu bir iktidara dönüşür. Ortaçağ
ve kişilik problemleri o kadar da kolay izale olmuyor, kaybol- Avrupa’sında monarklar hâkim. Sonra bir yerden boşluk bula-
muyor. Bu farkı görüyorsunuz. rak yavaş yavaş tüccarlar gündeme gelmeye başlıyor. Ve mo-
narkların iktidarının erişemediği yerlerde yeni bir hayat kuru-
yorlar ve bu hayat yavaş yavaş toplumu dönüştürmeye başlıyor.
Medeniyet Tasavvuru Kavramı İşte bunlar, kent soyluların temelidirler. Yoksa monarkın aklı
erse, gücü yetse bunlara imkân verir mi? Bu mümkün mü? Ama
Dünya görüşü, medeniyet tasavvuru, yani “Ben bu hayatı bir boşluk buluyor oradan yürüyor insanlar. Sonunda diyorlar
niçin yaşıyorum?” sorusu önem kazanıyor. Hayatta benim için ki, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” Eğer kapitalistsen
önemli şeyler var mıdır? Bu önemli şeyler nelerdir? Zihnimde bu işi sonuna kadar böyle yapacaksın. Bu iş böyle olur diyor. Bu
midir, gönlümde midir yoksa hemen elimin altında mı olma- bir kabuldür. Mesela Machiavelli’yi bilmezseniz, Adam Smith’i
lıdır? Zamanı niçin yaşıyorum? Zaman benim için ne anlama anlamak mümkün değildir. Bunlar birbirinin peşine gelirler. Bu
gelir? Tarzında soruları sorulmuyorsa, o zaman insan hayatı bir anlayış meselesidir. Yoksa St.Augustin’i okuduğunuz zaman
içgüdülerin emrinde olan bir hayattır. Bu da bir dünya görü- bu mümkün değil gibidir, bu ortamdan böyle bir anlayış çıkmaz
şüdür. İçgüdülerim vardır, bunlar benim en reel varlıklarımdır. diyorsunuz ama zamanla çıkıyor. Hayat böyle bir şey ve bu dün-
Dolayısı ile ben bu içgüdülerim emrinde yaşarım ve onlar bittiği ya görüşü giderek bir iktidara dönüşüyor. İşte Fransız İhtilali
zaman da ben biter yok olurum, şeklinde bir görüş. Bunun dı- o iktidarın el değiştirmesidir. İngiltere bunu Magna Carta ile
şında, hayatta öne çıkan farklı dünya görüşleri, farklı ideoloji- daha yumuşak gerçekleştirdi. Almanlar, garipler hiç yapamı-
ler de vardır. Bizimki de farklı bir dünya görüşüdür. Bu dünya

180 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği 181
yorlar. Onun için iki tane topuz yediler. İki dünya savaşı, ikti- bilgisi adını veriyorlar. Estetik özne, bütün medeniyetlerde,
dar dönüşümünün çok net ifadelerini yansıtır. bütün medeniyet anlayışlarında aynıdır. Ama iş estetik nes-
Osmanlı da iktidara dönüşmüş, minicik Osmanlı Beyliği, bir neye gelince fark ediyor. Modern estetik yani rasyonalitenin
uç beyliğidir. Çağın rüzgârını iyi yakalamak lazım. Osmanlı’ya ortaya koyduğu estetik hümanist hayat anlayışı ile örülüdür.
bu nasip olmuştur. Maşeri irade iktidara döndüğü zaman, bir Yani, insan bu âlemde en üst varlıktır ve akıl bütün problem-
medeniyet tasavvuru hayatın her sahasında söz sahibidir. Bu da leri çözebilir. Bu bir kabuldür. Hümanite işte budur. Mevla-
bütünlük içerisinde bir söz sahipliğidir. Siyasette ne söylüyorsa na hümanist idi derseniz, insanları kendinize güldürürsünüz.
ekonomide de aynı perspektiften bir şeyler söyler. Bu sanatlara Hümanite insan sevgisi filan değildir. Bu bir kabuldür. Batı
da yansır ama bunun ortaya çıkması için filozofların sözü yet- uygarlığında Rönesans’la başlayan ciddi bir kabuldür. Orta-
mez. Toplumun iş yapabilir bir kesiminin bunu içselleştirip be- çağ Hıristiyanlığında ciddi bir kırılma ile ortaya çıkan, ciddi
nimsemesi, belli bir iradeyi ve iktidarı ortaya koyması lazımdır. bir kabuldür. İlk başlarda papazlara karşı çıkan sanatkârlar ve
Osmanlı dediğimiz topluluk bunu yapmıştır. Batı uygarlığının kentsoylular daha sonra açık bir meydan okumayla dediler ki
Rönesans’la başlayan büyük macerasının karşısına, bana sorar- insan tanrıya karşı en azından eşittir, güçlüdür, akıllıdır. Bu
sanız hâlâ var olan bir ahlak, madde, eğitim ve estetik anlayışı açıdan bakarsanız estetik nesne olarak sadece insanın ürettiği
ile çıkıyor ve devam ediyor. İstanbul ve diğer şehirler ama özel- olguları ele alabilirsiniz. Modern estetik açısından baktığınız
likle İstanbul bu anlayışın ortaya çıktığı şehirlerdendir. Bunun zaman, insanın yapmadığı bir olguya siz bir estetik değer izafe
sanatlara yansıması söz konusu. Başta musikiye, şiire, mima- edemezsiniz. Bu bir kabuldür. Ama bir başka açıdan baktığınız
riye, plastik sanatlara yansıyor. O açıdan, bütün bunlarda bir zaman, henüz yazılmayan ama icra edilen İslam estetiği açı-
farklı zevk, bir farklı biçim, bir farklı algılayış ortaya çıkıyor. sından baktığınız zaman eğer bu olgu sizin üzerinizde bir haz,
Şimdi biraz da kuramsal estetikten bahsedelim. bir estetik duygu uyandırıyorsa, Tanrıdan da gelse, doğadan
da gelse, insandan da gelse bu bir estetik nesnedir. Medeniyet
anlayışının farkı burada yani estetik nesnede ortaya çıkıyor.
Kuramsal Estetik Üzerine Sonbahar akşamları İstanbul ufkuna baktığınız zaman bir baş-
Mukayeseli Bir Değerlendirme ka duygulanma, bir hüzün hissediyorsunuz. O da bir estetik
hazdır. Dolayısı ile estetik nesnede rasyonel batı uygarlığı fark-
Estetik, ne güzeldir, niçin güzeldir, güzellik niçin vardır lı bir alan, İslam uygarlığı farklı bir alan tanımlıyor. Estetik
gibi sorulara cevap arayan bir felsefi disiplindir. Yani ne, ni- nesneye gelince, insan estetik nesneye bakıyor. Düşünce ve
çin, nasıl güzeldir? Güzel nedir? Gibi soruların cevabını arı- duygulanmalar devam ediyor. Adeta zihin veya gönül mevcu-
yor. Modern estetiğin 4 unsuru vardır. Bunun bir tanesi, es- du tarıyor. Komik mi, trajik mi, güzel mi, hüzünlü mü? Yoksa
tetik öznedir. O da insandır. Tabii bu soruların cevabını da tecessüs uyandıran hafif heyecanlandırıcı mı? Ve buradan bir
aradığı zaman, burada bilim ve akıl var ama çok önde değil, değer seçip alıyorsunuz ve diyorsunuz ki, “trajikomik, hüzünlü,
çünkü bu duygusal bir şey. Estetiğe bir anlamda, duyguların rüya gibi” vb. birkaç değerle o olguyu ifade ediyorsunuz. Bir

182 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği 183
Van Gogh resmine baktığınız zaman, iri ayçiçeklerine baktığı- Neylersin ölüm herkesin başında
nız zaman, çiçekler çok güzel ama bu çiçekler böyle ifade edil- Uyudun uyanmadın olacak
memelidir, neden? Çünkü bu bana bir melankoliyi anlatıyor. Kim bilir nerede nasıl kaç yaşında
Hatta melankoli de hafif kalır. Bir ruhi açmazı, bir girdabı ha- Bir namazlık saltanatın olacak
tırlatıyor. Ben o girdaptan korkuyorum. O girdaba düşmekten Taht misali o musalla taşında
endişe ediyorum, eski tabirle havf ediyorum. Bu o resme çok
fazla bakmıyorsunuz. İşte bu da estetik bir değerlendirmedir. İşte bizim sanatkârımız bu. Her ne kadar kendini batılıyım
Yani her baktığımız sanat objesinde bir mutluluk duymamız diye tanıtsa, Fransa’da okudum dese de Diyarbakırlı Cahit
gerekmez. Vincent Van Gogh’un öyle resimleri vardır ki, si- Sıtkı’nın yazdığı şiir budur. Dante gibi ortasındayız ömrün/ De-
gara kutusunun arkasına yapmış. Düşkünler evine gitmiş ve likanlılık çağımızdaki cevher/ Yalvarmak yakarmak nafile bu-
orada umutsuz ihtiyarların yüzünü çizmiş. Hüzün, ümitsizlik, gün/ Gözünün yaşına bakmadan gider, diyor. Burada az çok bir
keder, hüzün hafif kalıyor. Bir iki çizgi ile hayatın karşısındaki sitem var. Ben bu şiiri okurken Şeyhülislam Yahya’yı hatırla-
büyük açmazı ifade ediyor. Evet, bunların hepsi birer değer. rım. Diyor ki, “Neler çeker bu gönül, söylesem şikâyet olur.”
Ancak size şunu söylemeliyim ki batı ve İslam uygarlığı ara- Bunlar teslimiyetin sanatkârlarıdır. Bizden bir Beethoven çık-
sındaki estetik değerlendirme arasındaki en büyük fark şudur: maz, çünkü o umutsuzluğu halen yaşamadık, o umarsızlığı ha-
Batı uygarlığının sanatçısı, hayata, hayatın realitesine isyan len yaşamadık. Hala annelerimiz babalarımız, çocuklarımız,
etmek mecburiyetindedir. Çünkü hümanist sanatın sığınacak eşlerimiz ile biz çok mutlu bir ortaçağ hayatı yaşıyoruz. Toplu-
bir tanrısı yoktur. İslam uygarlığında ise ne kadar şikâyet ve mumuzda sadakat var, merhamet var. Kime bakarsanız bakın.
sitem sahibi olursa olsun, sanatçının sığınabileceği bir mecra En batıcıyım diyene bakın, bu değerleri en fazla reddediyorum
hala vardır. Kısacası batı uygarlığının sanatı isyan, başkaldırı diyene bakın o da merhamet ve sadakat sahibi, bu toplumun
İslam medeniyetinin sanatı ise bütün gerilimlerin sonunda va- özü bu. Temel olarak estetik bir değerlendirme ile bizim sanatı-
rılan teslimiyettir. Ama keşke içimizden birileri ciddi anlamda mızın güzel olması için, bize güzel görünmesi için teslimiyetin
hayatla kavgalı olabilseler ki o bizim sanatımız olacak büyük ve belki en fazla sitemin, batı sanatının ise “pure” ve çok cü-
sanatın ilk aşamaları ortaya çıksın. Keşke birileri büyük şehir- retkâr bir isyanın sanatı olması lazımdır. Aksi halde olmaz. Ol-
lerin çevresinde yer alan varoşların mutsuzluğunu yaşayarak muyor. Çünkü onun hakikaten büyük bir gerilimi var. Geçen
dile getirebilseydi. Keşke varoşların mutsuzluğu ve umarsızlığı gün bir edebiyatçı arkadaş makale yazmış, Kafka’yla Ahmet
ranta dönüştürülmeseydi. İşte o zaman belki ciddi büyük bir Haşim’i ve Dostoyevski’yi değerlendiriyor. Tabii genç bir arka-
sanatçı çıkardı diye düşünüyorum. Ben bunu söyleyince, başka daş. “Ahmet Haşim Galatasaray Lisesi’ne geldi, Arap olduğu
bir arkadaş, “Belki o zaman bize ait bir caz ortaya çıkabilir- için onu yadsıdılar, ittiler” diyor. “O da onun üzerine hüzün
di” dedi. İşte orada tartışma kesildi. Bizim sanatkârımız, İslam şiirleri yazdı” diyor. Kafka da Çek Yahudi’si idi diyor. Alman
medeniyetinin sanatkârı gerilimden sonra varılan teslimiyetin toplumu da Yahudi olduğu için onu dışladı. İçimden, kardeşim
sanatkârıdır. Kafka’ya bu kadar haksızlık etme dedim Batı insanının yalnızlı-

184 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği 185
ğını sırf Kafka söylemiyor ki, umutsuzluğunu, çaresizliğini, bü- nebze zorlaşıyor. Çünkü şu anda Türkiye’nin içinde bir başka
tün büyük insanları söylüyorlar. Başta kim söylüyor, ressam kaos hakim. Ama diyelim ki entelektüel bir boyutta
Edvard Munch söylüyor. Çığlık adlı tablosuna bakın, “köprü”, Amerika’dasınız veya İngiltere’desiniz, Almanya’dasınız, hatta
“die Brücke”, 1893, yalnız yapayalnız. Niye? Çünkü sanayi dev- Avusturya’dasınız Türkiye’ye bakıyorsunuz. Hayatın akışında
riminin ve ondan önceki bireyselleşmenin sonucunu yaşıyor ve bir inkıta yok. Yukarıda söylüyorduk 29 Ekim 1923 ya da 30
anlatıyor. Roma uygarlığı zevkler ve renkler tartışılmaz diyor. Ekim 2008 sosyal yapı sürekli olarak akıyor. Ama biz belli za-
Size mazisini söylesem daha entelektüel bir şey olacaktı. Çünkü manlarda hayatımızda bir inkıta, bir duraklama, bir değişme
Roma batıda dünyadaki tek hâkim devlet. Doğuda Hint var, olduğunu varsayıyoruz. Hayat böyle kesitli bir şey değil, de-
Çin var. Onları zaten batılılar şu ana kadar hiç ciddiye almadı- vamlı akıyor. Hayatta süreklilik var. Değişim tabii oluyor, ted-
lar. Onlar da niye kaale alınmıyoruz diye bir endişe göstermez- rici küçük değişiklikler oluyor hayatta. Ama yargılar çok kolay
ler. Niye? Çünkü Roma bütün insanları tek bir eğitim altında değişmiyor ki biz bugün bu temel yargılarla beraber varız. Bun-
toplamış. Kendi medeniyet tasavvurunu ortaya koymuş, herkes lar Türkiye için muhataralı konular. ‘Hezar gıpta o devri kadim
de ona, eski tabirle, intiba etmiş, uymuş. Kant diyor ki: ‘Hayır, efendisine’ diyor. ‘Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisi-
estetik yargılar çok rahat tartışılabilir. Bu bir eğitim meselesi- ne’. Bu efendi bizim insan tipimizdir. Hanımefendi veya beye-
dir”. Medeniyet tasavvuru toplumda yayıldığı zaman, onun ge- fendi olabilir. Özgün bir insan tipimiz vardı ve hala var, şöyle
tirdiği zaman idraki, onun getirdiği renk, çizgi, algılama, işte o veya böyle var ve bu insan tipini oluşturan alt öğeler mevcut.
eğitimdir. “İşte o eğitimdir ki, toplumu o biçimlendirir”, diyor. Bu hala devam ediyor. İşte İstanbul estetiği dediğimiz olgu, bu
Dolayısı ile bir toplum için güzel olan, bir başka toplum için özgün insan tipinin ortaya koyduğu olgudur. Zaman itibarı ile
güzel olmayabilir. Kant: “Çünkü bunların medeniyet tasavvur- 15. yüzyıl’dan başlar ve bu güne kadar gelir. Tarihi perspektifi
ları farklıdır” diyor. İki farklı anlayış var. Onun güzel anlayışı ile budur. Bu zaman içerisinde yaşadığı bütün dramlar, komediler,
benimki farklı. Batı musikisi evrenseldir diyorlar. Ne demek tragedyalar bu insan hayatında vardır, olmuştur ve olacaktır.
“evrensel”. Evet, işte, evrensel Avrupa musikisidir. Yani estetik Bir Rumeli macerası vardır. Rumeli macerası bir Orta Avrupa
değerlerin arka planında, medeniyet tasavvurunuz vardır ve medeniyet seferidir. Gidilmiş ve gelinmiş, geriye Rumeli türkü-
farklı medeniyet tasavvurlarına göre zevkler ve renkler pekâlâ leri kalmıştır. Bir Estergon Kalesi türküsü var. Medeniyette
tartışılır. Bizim maceramıza gelince ne güzel, niçin güzel, güzel- musiki çok önemli bir göstergedir. O türküye baktığınız zaman,
lik nedir? gibi bu tanımları biz kendimize göre yapmak mecbu- oradan bir başka dünya ortaya çıkıyor. Şiirleri var. Belki en ba-
riyetindeyiz. Biz dediğimiz zaman henüz üzerinde bir sosyal mu- siti mimarisi. Bu perspektifte baktığınız zaman bu birikimler bu
tabakat olmayan bir değerler sisteminden bahsediyorum. Eğer çağa kadar geliyor. Bu çağda şu İstanbul’a bakıldığında ise bi-
yurtdışında belli bir eğitim almış, belli bir sosyal çevrede bulun- zim teknik tabirle “Bauhaus” dediğimiz, rasyonel mimarlığın
muş iseniz. Bu “Biz”i, bizim dışımızdan, tercihleri ile insan tipi olguları, eserleri ile karşı karşıyayız. Apartman ve dikey yapılaş-
ile zevkleriyle, yaşama biçimiyle çok daha net ifade edebiliyor- ma olgusu karşımızda duruyor. Ben apartmanı çocuk yaşlarım-
sunuz. Ama Türkiye’nin içindeyseniz bu “Biz”i tarif etmek bir da Nişantaşı’nda gördüm. Çok enteresan. O Frenk bir

186 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği 187
İstanbul’dur. Sultan Abdülmecit’in kurduğu bir İstanbul’dur. ezer geçer, taş gibi midenize oturur. Bütün bunlar bir medeni-
Frenk İstanbullular, Frenk eğilimli İstanbullular oradadır. Bu yet anlayışının iktidara dönüşmesi sürecini yansıtır. Yoldan ge-
şehrin varlığında bir renktir. Hiçbir surette nakîsa filan değil- lirken, genç bir arkadaş, trafikten yakınıyor. Ben dedim ki eğer
dir. Sonra apartmanın ne olduğunu batıda gördükten sonra, şu insanlar yolları kullanmasını bilseler, trafik problemi % 20 çö-
noktada bir şey söyleyeceğim. Apartman Fransızların doğurdu- zülebilir. Belki % 30 çözülür. Niye? Çünkü yol kullanmasını
ğu bir çocuktur. İngiliz apartman sevmez. O, evde oturur. Sa- bilmiyoruz. O da bir eğitimdir, o da bir görgüdür. O da bir me-
nayi devrimi, kırsaldan kente göç, zorlaşan ekonomik şartlar ve deniyet anlayışının iktidara dönüşmesi sürecinde kendine yer
Fransa’da apartman doğuyor. Daha geniş anlamda sanayii batı- edinir. Bütün bunlar üst üste birikince, İstanbul bugün, biraz
nın doğurduğu gibi. Şehirlerde saat kuleleri yapıyorlar çünkü önce de söylemeye çalıştığım gibi kalın ve sıcak bir kül tabaka-
sanayi için saat çok önemli. İşçi ücretleri, işçi hareketleri bütün sının altında kalmış. Belki siz de soracaksınız, ümit yok mu?
bunlar, batının çocukları, bu çocukları biz doğurmadık. Evlat Ben hayatta hiçbir zaman ümitsiz olmadım. Yaşamak için ümit-
edinmeye çalışıyoruz, ama çocuk biraz asi. Biz biraz onun dilin- li olmak lazım. Ve ben şunu söyleyerek isterseniz sözümü son-
den anlamıyoruz. İşte şehirde bugün var olan apartmanları da landırayım. Serde mühendislik var ya, ben mukayese yaparım.
bu gözle değerlendirmemiz lazım. Yine sağdan soldan belediye- Derim ki mesela 20 sene evvel hangi konuları konuşuyorduk?
lerde bazı entelektüeller, efendim İstanbul taş yığını haline gel- Ne giyiyorduk? Görgümüz ne kadardı? Nerelere gidebiliyor-
di diyorlar. Adını doğru koyalım. Taş değil o. Beton yığını hali- duk? Paramızı nasıl harcıyorduk? Babam derdi ki: “Para kazan-
ne geldi. Diyorum ki beton, betonarme, çok muti bir malzeme. mak kolaydır, sarf etmek zordur”. “Niye baba?” diye sorardım.
Hangi biçimi verirseniz o biçime girmekte bir itirazı olmaz. ‘Oğlum’ derdi, “rızk Allah’tandır, ama sarf ederken görgü la-
Ama niye bize karşı bir yığın, yani bizi ezen bir yapıda var olu- zımdır”. Şimdi bizim görgümüz eksik. Gezmiyoruz, görmüyoruz.
yor? Çünkü biz ona biçim verecek iktidara sahip değiliz. Batı- Parayı nereye sarf ediyoruz bilmiyorum. Okumuyoruz. Okumak
daki ilk apartmanları gördüğümüz zaman evet apartman böyle deyince, bilme falan değil, amatör bir merak sahibi olmak la-
bir şey dersiniz. Bize uyar, uymaz o farklı bir şey ama kendi için- zım. Okumak, gezmek, görmek bütün bunları yaptığınız zaman
de bir estetiği var. Batıdaki betonarme inşaatı gördüğünüzde, damla damla bir birikim oluyor. Sonra onlar dost sohbetlerin-
“Betonarme bu kadar güzel olur mu?” diyorsunuz. Evet oluyor. de, arkadaş muhitlerinde tartışılıyor ve eleniyor. Size bir tortu
Çünkü Fransızların çocuğudur betonarme, onlar terbiye etmiş- kalıyor. Şimdi ben size o tortuyu satıyorum. Ama diyorum ki
ler, dilinden anlıyorlar. Daha doğrusu doğmadan terbiye edi- şehirde yaşayan her insan kendisine ciddi zaman ayırmalıdır.
yorlar. Bu bir zihin ve iktidar meselesidir. Bahsettiğim zihin ve Salim zamanda okumak, salim zamanda gezmek lazım ki bir
iktidar teknolojiyi o şekilde terbiye ediyor. Taş diyoruz değil birikim oluşsun. Bu birikim oluştuktan sonra bir tercihler man-
mi? Taştan niçin korkuyorsunuz. Dünyadaki büyük katedral- zumesi ortaya çıkmaya başlar. Kentli olmak, kent estetiği, kent
ler, büyük Domlar taş değil mi? Hadi onu geçeyim, Müslüman- zevkine sahip olmak için böyle bir süreç gerekli görünüyor. Bu
ca konuşalım. Bütün büyük camiler taş değil mi? Taş kötü mü? sadece bilgi meselesi değil, aynı zamanda bir görgü meselesidir.
Ama siz eğer taşa biçim verecek iktidarda değilseniz? Taş sizi Bir haz, bir tat meselesidir. Mesela bu bina bu semte veya bu

188 İstanbul, Kent ve Medeniyet Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği 189
perspektife yakışmıyor demeye başlıyorsunuz. Belli yerlerde et-
kin olmaya başlıyorsunuz. Ben bu sözleri 40 yaş civarında söyler
dururdum. 40 yaşında Türkiye’de insanı kimse ciddiye almaz.
Sen daha küçüksün derler, çünkü büyükler vardır. Bu da yanlış
bir zihniyettir. Tarım toplumunda bilgi, paranın ve gücün ege-
menliğine ait bir gerçeklikten beslenir. Ama modern toplumda
işler değişti. Bilgi edinmenin ve tecrübenin yaşını bireyler ken-
dileri belirliyor.
Kendi hayatımdan bir örnekle devam etmek ve sonuçlan-
dırmak istiyorum. Kendinize belli bir yatırım yaparsanız vakit
ve birikim olarak toplumda dinlenir hale geliyorsunuz. Bu vakti
Türk çocukları kendilerine ayırmıyor ve bu birikimi yapmıyor-
lar. Yabancı çocukları yapıyor. Giyim kuşamına önem vermi-
yor ama entelektüel yatırımını yapıyor. Biz hâlâ evimize koltuk
alalım, perde alalım, el gün ne der, çizgisindeyiz. Ama genç in-
sanların kendilerine yatırım yaptığını görerek mutlu oluyorum.
Bu çağ kentlerin ve kentler üzerinden kültürlerin öne çıktığı
bir çağdır. Bu kültürün arkasında sizin özgün medeniyet an-
layışınız vardır. Ve artık dünyada ideolojiler bitmiştir. Özgün
olan her şey ne varsa, başta varlığınız şahsiyetiniz olmak üzere
bunu çağın dili ile ifade ettiğiniz zaman, siz ciddi anlamda bir
kentlisiniz. Bir medeniyetin temsilcisisiniz. Onu yaşıyorsunuz
ve yaşatıyorsunuz. Sözlerim burada bitiyor. Teşekkür ederim.

190 İstanbul, Kent ve Medeniyet

You might also like