Professional Documents
Culture Documents
Ahmet Ada, 20 Mayıs 1947’de Ceyhan’da doğdu. Şair, yazar. Nazire Ada ile Ahmet Ada’nın oğlu. İlk ve orta
okulu Ceyhan’da okudu, (1965). Devlet Su İşleri Ceyhan Şubesi (1967-69), Marangozlar İstihlak Kooperatifi
(1971-87) ve otomobil ticareti ile uğraşan bir özel şirkette (1989-93) çalıştıktan sonra emekli oldu. TYS üyesi.
2002 yılında Mersin’e yerleşti. İlk şiiri “Tabuttur Kitaplar” ve Hilmi Yavuz’un şiiri üzerine bir çözümleme
denemesi olan ilk yazısı “Hilmi’nin Çocukluğu” 1966’da Soyut dergisinde çıktı. Şiirlerini ve yazılarını Yeni Dergi,
Papirüs, Varlık, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Islık, Yaratım, Kitap-lık, Le poete travaille, Yom, Heves,
Şiir-lik, Eski, Agora, Ünlem, Dize, Ada, Geceyazısı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap
dergilerinde yayımladı. Bazı şiirleri Almanca’ya, Fransızca’ya, İngilizce’ye çevrildi.
1980’li yıllar şiirinin önemli bir temsilcisi olarak tanındı. Şiirlerinin İkinci Yeni şiir havzasından beslendiği
gözlense de kendine özgü lirik bir şiir kurdu. Gerçekçi tutumlardan beslenen, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli
şiirler yazdığı eleştirmenlerce kabul edildi. Son dönem yazdığı şiirlerle, modern şiirin biçimselliği ile modern
dünya tasarımına felsefî derinlik katan yeni bir döneme girdi. Uzun ve epik özellikler barındıran şiirlerinde, göç,
savaş gibi olgulara insanî bir perspektiften bakarak çok sesli bir şiire yöneldi. Şiirinin başkalaşımını da poetik
yazılarla açımladı. Şiirin kavram ve terimlerinin oluşturulmasında çaba gösterdi. “Şiir Okuma Durakları” (2004)
adlı kitabı modern şiire ilişkin şiir bilgisi içeren bir elkitabı olarak değerlendirildi. Şiirin sorunları ve “İkinci Yeni”
şiirleri üstüne eleştirel, çözümleyici yazılarıyla da dikkat çekti. 2006 yılında, Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı tarafından
ortaklaşa düzenlenen sempozyumla “40.Sanat Yılında Ahmet Ada’nın Şiiri” çeşitli yönleriyle ele alındı. 2009
yılında sempozyum bildirileri yayımlandı. 2008 yılında, Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve
Televizyon Bölümü “İki Şair Bir Kent” adlı belgeselinde Ahmet Ada ile Celâl Soycan kent kültürünü ve şiiri
konuştular. Bu söyleşi DVD olarak yayımlandı. 2009 yılı 21 Mart Dünya Şiir Günü Mersin’de, 43. Sanat yılı
nedeniyle, Ahmet Ada şiiri odağında kutlandı. Ahmet Ada’nın “Göründü Göğün Faytonu” başlıklı şiir bildirisi
okundu.
Ödül: Gün Doğsun Gül Üstüne ile 1981 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü; Aşk Her Yerde ile 1991 Ceyhun
Atuf Kansu Şiir Ödülü; Vakit Yok Hüzünlenmeye ile 1993 Yunus Nadi Şiir Ödülü; “Onlar İçin Minibüs Şarkısı
Üzerine Gözlemler” adlı incelemesiyle 1999 E Dergisi Şiir İnceleme Ödülü.
Eserleri: Şiir: Gün Doğsun Gül Üstüne, 1980; Acıyla Akran, 1983; Yaz Kırlangıcı Olsam, 1985; Yitik Anka, (ilk
üç kitabının toplu basımı) 1993; Aşka Her Yerde, 1990; Vakit Yok Hüzünlenmeye, 1992; Günyenisi Lirikler,
1992; Taş Plak Gazelleri, 1995; Küçük Bir Anmalık, 1996; Begonyalı Pencere, 1998; Denize Atılan Çiçek,1999;
Gökyüzünün Fıskiyesi, 2003; Denizin Uykusu Üstümde, 2004; Kantolar, 2006; Yeni Kantolar 2007; Sonsuz At
(Seçme Şiirler), 2009; Sözcükler Denizi, 2009, Taşa Bağlarım Zamanı, 2009; Paçalı Bulut; Yoktur Belki Ahmet
Ada Diye Birisi, 2010
Poetika : Şiir Okuma Durakları, 2004; Şiir İçin Boş Levhalar, 2006; Modern Şiir Üzerine Yazılar 2008, Şiir
Dersleri, 2010
AHMET ADA
ŞİİR DERSLERİ
İÇİNDEKİLER
Şiir Yazıları
Şiir Dersleri I
Şiir Dersleri II
Şiir Dersleri III
Şiir Dersleri IV
Şiir Dersleri V
Şiir Dersleri VI
Şiir, Neden İçinde Üretildiği…
Genç Şair Hangi Şairleri Okumalıdır?
Şiirimizde Ne Eksik?
Göründü Göğün Faytonu
Sözcüklerin Gücü
Şiir Dili
Şiir Gerçekliği Yeniden Kurar
Şiir Tekniği ve Estetik
Taşın İçindeki Ses
Yazınsal Oluşun Önemi
Pathos
Modern Şiirde Zekânın Payı : İroni, Humor
İroni
Modern Şiire Felsefi Teyel
Büyük Şiir Üzerine
Çağdaş Şiirde Sözcüklerin, Nesnelerin Değeri
Modern Şiirin Gerçekliği Kendindedir
Neden Şiir Yazılır?
Şiir Çevirisi İçin Çıkmalar
Şiir ve Kadın İçin Küçük Poetika
Ece Ayhan’ın Şiirsel Söylemi
Ahmet Erhan’ın Şiirsel Konumu
Modern Şiir Bağlamında “Şehirde Bir Yılkı Atı”
Farkında mısınız, Şiir Değişiyor
Osip Mandelştam’a Mektup
Şiir Başlıklarının Doğası
Eleştiri, İnceleme, Çözümleme Düzeyleri
Şairin Entelektüel Birikimi
Şiir, Dil, Vicdan Üzerine
Modern Şiirin Dili
Şiir Dili, Şiir
Kıbrıs Rum ve Türk Modern Şiiri
1980 Sonrası Şiiri, Yeniden
Şiir Yıllıkları Şiirin Belleğidir
Çokkültürlülük ve Şiir
Modern Şiir, Çağdaş Bilinç…
İnsanlığı Avunduran Şiirin İnsan Yüzüdür
Şiir ve Sözcük Ekonomisi
Şiir Üstüne Notlar
Şiir ve Slogan İlişkisi
Vahşetin Şiiri Yazılmaz
Modern Şiir için Pragmanlar
Şairin Portresi
Roman Jakopson’un Çağdaş Rus Şiiri (Prag 1921) adlı yapıtında kurduğu bir tümce
var: “Yazın biliminin nesnesi yazın (edebiyat) değildir, yazınsallıktır, yani belli bir yapıtı
yazın yapıtı yapan şeydir”. Şiir söz konusu olduğunda, şiiri şiir yapan şey yazınsallığıdır.
Şiir ve yazınsallık, yani şiiri şiir yapan şey üzerinde duralım: Yazınsallık nedir? Şiir neden
yazınsal olmak zorundadır? Vb. Önce yazınsal (edebi) olmayan metnin, öykü, roman, şiir
olamayacağını vurgulamak isterim. Çünkü yazın ürünleri için yazınsallık esastır.
Yazınbilimi, şiiri, öyküyü, romanı yazınsallığı nedeniyle inceler; incelemenin merkezi
yazınsallıktır. Öncelikle belirteyim: Metnin yazınsallığını belirleyen şey, şairin dil
tutumudur. Şair, dili gündelik dilden farklı biçimde kurgulamışsa metin yazınsaldır.
Çünkü, gündelik dilden farklı düzenleniş şiiri diğerlerinden de farklı kılar. Bu farklılık
yazınsallıktır. Rus Biçimcileri bu konuda köktenci davranmışlar: Şair için önemli olan
gerçeklik karşısındaki tutumu değil, dil karşısındaki tutumudur, demişlerdir. Onlara göre
gündelik dil – bilinen bir şey bu – iletişim aracıdır. Şair, bu dili bozarak, alt üst ederek
yeniden düzenler. Ondan başka bir dil yaratır: Şiir dili. Ancak, Rus Biçimciler, bu dili
toplumsal, kültürel, tarihsel bağlamlarından soyutlamışlardır. Bu dilin kendine, yani dile
dönük bir şey olduğunu savlamışlardır. Yazınsal araçlar (ölçü, uyak, sözdizimi farklılıkları)
kullanılarak değiştirilen bu dile yazınsal dil deriz. Yazınsal dilin, gündelik dilden bir farkı
da işlevseldir. Gündelik dil iletişimin ne olduğuna yönelirken, yazınsal dil nasıl ve ne
biçimde ifade edileceğine yönelir. Nasıl ve ne biçimde ifade edilirse edilsin, bu dil de
yaşamın ipuçlarını taşır. Kısaca, “yazınsallık dediğimiz şey, bir metnin öğelerinin
örgütleniş tarzıdır.” Yazınsallığı sağlayan şeylerin biçimde odaklanması biçimsel
niteliklerin araştırılmasını öne çıkarmıştır. Rus biçimcilerine göre, metnin bildirisinin yönü
şayet hiçbir şeye değilse yazınsallık söz konusudur. Şiir dilinin bu iletişimini dilin şiirsel
işlevi olarak adlandırmışlardır. Roman Jakobson ve daha sonra gelen düşünürler,
yazınsallığı salt biçimsel öğelere indirgemenin yanlışlığı vurgulayıp, dili ne kadar eğip
bükersek bükelim, dil bağlamlarının toplumsal yaşamla ilişkisini koparmanın
olanaksızlığını ortaya koymuşlardır.
Rus Biçimcileri, yapıta dönük inceleme ve eleştiri anlayışı geliştirdikleri için, dahası
yapıttan hareket ettikleri için yapıtı yazınsal kılan özellikleri ilk ortaya çıkaranlardır. Şiiri
kendinden ayıran biçimsel özelliklerin ortaya çıkarılması, Rus Biçimcilerine göre,
yazınsallığın ne olduğuna da bir yanıttır. Şiir dilinin kendine özgü özellikleri yazınsallığı da
belirleyen özelliklerdir. Şiir dili, konuşa konuşa kanıksadığımız biçimden farklı olarak
kurulmuştur. Kullanmalık dil alt üst edilmiştir. Burada yazınsal oluşu dilin biçimsel
özellikte kullanılışına bağlamak mümkündür. Dilin alışkanlıkları bozan biçimde kullanılışı
yazınsal dili oluştururken bütüne yayılan bu özellik şiirin yazınsallığını sağlar: Ece
Ayhan’ın “Fayton” başlıklı şiirinin şu dörtlüğü bir önektir:
Yazınsal dilin oluşumunu sözdiziminde aramak mümkündür. Burada hem yazınsallık hem
de şiirsellik iç içe girerek ‘yazınsallık şiirsellik midir?’ sorusu yanıtlanıyor. Biçimcilere göre,
yazınsallığın özü ‘alışkanlığı kırmak’tır. Ece Ayhan’ın dizeleri kanıksadığımız konuşma
dilinin alışkanlıklarını kırmaktadır. Yazınsallığa ve şiirselliğe böyle ulaşmaktadır. Rus
Biçimcileri, şiirin ilettiği ya da yeniden kurduğu gerçekliği değil, dilin düzenlenişini açığa
çıkarmayı amaçlayarak yazınsallığın nasıl oluştuğunu göstermişlerdir. Oysa Ece Ayhan,
“caddelerinde ölümler aşkı pera’nın” dizesiyle gerçekliğe de göndermektedir. Özetle,
metin yazınsal olduğu için gerçekliğin yeniden üretilmesi de sağlanabilmiştir. Yazınsallıkla
ya da yazınsal oluşla dış dünyanın ilintisi şiirsel gerçeklik olarak kurulabilmektedir. Şöyle
de söylenebilir: Şiir dilinin kendine özgülüğü yaşamın yeniden üretilmesine engel olmaz,
tersine gerçeklikle ilişkinin kurulmasına yardımcı olur. Yaşamın karmaşıklığı şiir dilinin
kendine özgü niteliği içinden aktarılabilir. Şiir dilinin de göstersel bir anlamı vardır ve
göndergesi sadece kendine dönük değildir, kendi dışındaki bir bağlamadır. “Aşkı Pera’nın
caddelerinde ölümler” derken Ece Ayhan caddenin özelliğine, yani dil dışı bağlama
gönderir okuru.
Modern şiir, yazınsallığın metinlerarasılıktan geçtiği bir şiirdir aynı zamanda. Julia
Kristeva’ya göre, “yazınsal söylemin temel özelliği onun bir metinlerarası olarak
tanımlanabiliyor olmasıdır. Yazınsallık öyleyse “çokanlamlılık”, “çokseslilik” niteliğiyle
belirir” (2) Nâzım Hikmet’in şiiri, gücünü metinlerarasılıktan da alır. Onun şiiri, özellikle
“Şeyh Bedrettin Destanı”, “Dört Hapishaneden”, “Saat 21-22 Şiirleri” adlı kitaplarında yer
alan şiirler metinlerarasılık bağlamında bir yazınsallık temeline oturur. Bu temel
biçimseldir ve devrimcidir. Demek ki, o öz olarak yenidir, biçim olarak, Riffaterre’in
deyişiyle “geçmişteki göstergebilim pratiğini” yeniden üreten bir tutum içindedir. O
nedenle, adını andığım yapıtlarındaki yazınsallığı metinlerarası olarak niteleyebiliriz.
Demek ki bir yapıtı yazınsal kılan özelliklerin açığa çıkarılması, dil ve metin düzeyinin
ayırt edilmesiyle mümkündür. Hep söylenegelmiştir: Şiirin malzemesi dil olduğundan,
şiire yazınsal özellik kazandırabilmek için, şiir dilinin genel dilden ayırt edilmesini
sağlayan estetikten geçmesi gerekmektedir. Öyleyse, şiir için, estetize edilmiş dille
örgütlenmiş, ses ve anlam üreten bir yapıdır, denilebilir. Şairin dil üzerinde
gerçekleştirdiği çalışma şiiri yazınsal olan’a sıçratır. Şairin alışılmış dil kullanımlarından
sapması yazınsal özgürlük kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Rus Biçimcileri
bağlamında Turgay Sebzecioğlu şunları yazıyor: “Şiiri diğer eserlerden ayıran nedir,
sorusunu sordular. Cevabını ise alışkanlığı kırma, farklılaştırma veya yabancılaştırma diye
çevrilebilen ostranenie kavramıyla açıkladılar. Bu şu demekti: Şiir dili günlük dilden farklı
olduğu için algımızı odaklar ve işlediği konuları yepyeni bir bakışla görmemizi sağlar.
Bunu da dil üzerinde alışılmamış biçimsel değişiklikler yaparak sağlar. Dil üzerinde
gerçekleştirilen biçimsel deformasyonlar ise şiirin dış dünya ile olan ilişkisinden daha
önemlidir; çünkü şiirin ve hatta bütün yazınsal eserlerin amacı gerçeği olduğu gibi
yansıtmak değil; yeniden algılatmaktır. (Moran 1994: 162-163). Şklovski’ye göre
yabancılaştırma, nesneleri hissettirmek, yaşam duygusunu vermek, taşın taş olduğunu
duyurmaktır. Bu yeniden duyurma ise biçimi anlaşılmaz kılarak, algılamanın süresini
arttırarak ve nesneleri yabancılaştırarak yapılır. (Todorov 1995 : 72) “ (3). Şiir dili
üzerinde gerçekleştirilen biçimsel deformasyonlar şiir dilini doğal dilden ayırmaktadır, bu
da yapıtı yazınsal kılmaktadır. Dilin ritimsel kılınması da şiirin önemli bir kurucu öğesi
olarak ritmi yazınsallığa eklemektedir. Çeşitli dilsel sapmalar, yinelemeler yazınsallığı
oluşturan şeylerdir.
Michael Riffeterre’e göre yazınsallık, yapıtla başka yapıtlar arasındaki ilişkinin
algılanmasına bağlıdır. “Bu ilişkilerin algılanması öyleyse bir yapıtın yazınsallığının temel
unsurlarından biridir, “ der Riffaterre. (4). Yapıtın algılanması ise yazınsal bilgimize,
beğenimize göre değişir. Yazınsallıktan ne anladığımıza bağlıdır yapıtı değerlendirişimiz
de..
Şiirin içeriği yazınsallık için ölçüt değildir. İçeriğin nasıl ifade edildiğidir
yazınsallığın ölçütü.
Heidegger, “Şiir, varlığın söz aracılığıyla kurulmasıdır” der. Varlığın dile getirilmesi
söz aracılığıyla olurken, söz sanatlarının da dile getirişte belli işlevler yüklendikleri
görülür. Onlar da yazınsallığın oluşumunda şiire katkıda bulunurlar. Hem biçimsel hem de
anlamsal olarak yazınsallığın oluşmasında işlev yüklenirler. Çünkü söz sanatları hem dile
dönüktürler hem de dış dünya bağlamları vardır. Bu açıdan yazınsal dilin bu öğelerinin
kendi üzerlerine döndüğü kabul edilir bir şeydir. Öte yandan dilin kültürel bağlamından
soyutlanamaz olduğu da bir gerçektir. Bir süreç olarak algıladığım yazınsallık
anlayışlarının 20. yüzyılda tartışıldığı, şiir dilinin sapmalarıyla ve dışa gönderileriyle,
metinlerarası ilişkileriyle bir bütün oluşturduğu, bunların bütününün metni yazınsal kıldığı
biliniyor artık. Bir şiir, hiç şüphesiz. göstergeler dizgesi toplamıdır ve açık ya da kapalı bir
bildiri iletir. Metnin bildirisinin açığa çıkması yazınsal oluşuyla mümkündür. Başka bir
deyişle bildiri yazınsallık içinden okunur. Alımlayıcı yazınsallığı kendi yazınsal bilgi
birikimine göre değerlendirir. Jakobson’u izleyerek söylersek, bir dilsel bildiriyi şiire
dönüştüren şeyin yazınsallık olduğunu söyleyebiliriz. Jakobson buna, ‘estetiksel işlev’
diyor: “ Gerçekten de bir yazınsal yapıtın amaçları genellikle felsefe ile, bir toplumsal
ahlakla, vb., sıkı sıkıya (kesin olarak) ilişkilidir…Bu bakımdan, bir yazınsal yapıt, yalnızca
bir estetik işlev yerine getiren bir yapıt olarak tanımlanamayacağı gibi, başka işlevlerine
koşut olarak bir estetik işlev yerine getiren yapıt olarak da tanımlanamaz; yazınsal yapıt,
gerçekte, estetik işlevin egemen olduğu bir dilsel bildiri olarak tanımlanmalıdır.” (5)
Buradan, şiir için şu sonucu çıkarabiliriz. Şiiri şiir yapan estetik öğedir, o yüzden metinde
estetiksel işlev egemen öğe olmalıdır. Estetik = Yazınsallık değildir elbette. Estetiği
oluşturucu bir şeydir yazınsallık. O hâlde yazınsallığın da şiirde egemen öğe olması
gerekmez mi?
Sevgili kardeşim, seninle yapılan söyleşi metnini okudum. Şiir düşünceni ileten,
şiirine ilişkin bilgiler veren, incelemeciler için ipuçları olabilecek bir alt metin oluşmuş.
Seninle, başka bir dergide de söyleşi yapmışlar. Onu okumadım henüz. Keşke söyleşi
değil de, şiirine ilişkin, dilbilim, göstergebilim, anlambilim, felsefe gibi öteki disiplinlerden
de beslenen inceleme yazıları yazsalar. Ne iyi olurdu. Bilmediğimiz şeyler çıkarabilirlerdi.
Bizim keşfedemediğimiz anlam zenginliklerini açığa çıkararak şiirinin derin yapısını
çözmüş olurlardı.
Söyleşilerde şairce sözlerden çok, şiirin terim ve kavramlarıyla konuşulmasından
yanayım. Ötekisi totoloji oluyor. Öteki disiplinlerin terim ve kavramlarıyla da yapılabilir.
Söz konusu disipline ait bir söyleşi çıkar ortaya. Felsefecilerin şiir yorumları gibi. Ama,
şairsen, şiirin terim ve kavramlarıyla konuşmak en iyisi tabii. Çoğu zaman öyle olmuyor .
Bir şair şöyle konuşabiliyor: “Topyekûn iyi şiir yazılamaz. İyi şiir, tıpkı iyi mobilya, tıpkı iyi
usta, tıpkı iyi domates…gibi, az sayıdadır, eser miktardadır.” Koca koca adamlar, iyi şiiri
domatese benzetiyor.
Sevgili kardeşim, seni fazla tanımıyorum ama yolun başında olduğunu biliyorum.
Bana ulaştırdığın şiirlerinde ortalama beğeniyi aştığını da gözledim. İleride, şiir poetikanı
oluşturacaksın. Şiir poetikanı boş sözlerle, boş tanımlarla değil, şiirin terim ve
kavramlarıyla oluşturmanı öneririm. Böylesi, şiirini sağlıklı düşünmemize, tanımamıza
yardımcı olur.
Sevgili kardeşim, bir başka şair de, şiir dilinin “üstdil” olduğunu yazmıştı. Mektup
yazıp uyarmış, herhalde bir dil sürçmesi, demiştim. “Üstdil”in, dili inceleyen dil olduğunu,
dolayısıyla eleştirinin dilinin üstdil olduğunu belirtmiştim. Gerekirse Roland Barthes’ı
okumasını, bu konudaki ayrıntılı bilginin Barthes’ta bulunabileceğini yazmıştım.
Yazılarımda da birkaç kez bu konuyu yazmama karşın, hâlâ şiir diline “üstdil” diyenlerin
olduğunu görmek, yazın çevrelerinin ne kadar az okuduğunun göstergesi değil miydi?
Oysa, yaşam kadar, deneyimlediği dünya kadar, öteki disiplinlerin bilgisi de besler şairi.
Poetika dediğimiz o devasa miras, incelemeyi de içerir. Ve bir şair boyuna şiir
üretmez, şiirine ilişkin poetika da üretir. Poetikanın dili de şiire ait terim ve kavramlardan
oluşur. Şiirin temel malzemesi dil olduğundan, dil ve dilbilim poetikanın oluşturulabilmesi
için en yakın disiplinlerdir. Şiirin kendine ait lirizm gibi, ritim gibi kavramlar ile dile ait
kavramları kullanırız poetika oluşturabilmek için. İfadelerde bazen “söylem”le “biçem”i
karıştırırız. Biçemin ve söylemin ne olup ne olmadıklarını ortaya koyan bir yazı yazdım.
Yakında yayımlanır.
Bir şair arkadaş biçim için, “Biçim dediğimiz şey, “Gömleğim çiçek desenli” değil,
“Gömleğim Leylâ desenli” demektir bana kalırsa” diyor. En hafifletici sebeple, bir dil
sürçmesi olsa gerek. Çünkü biçim bu değil. Bu şiirsel olan ile şiirsel olmayandır. Düzyazı
ile şiirin ayrımıdır. Şair, Leylâ ile art alanı olan ile koca bir anlam alanı oluşturuyor. Art
alanı : Leylâ ve Mecnun. Geleneksel öğeler barındıran koca bir kültür. Şairin
örneklemesinden, biçimin ne olduğu değil, düz söz ile şiirsel söz farkı ortaya çıkıyor.
Biçim, şiire ait bir kavram. İçeriğin karşılıklı oluşturduğu, içeriğin içine döküldüğü kalıp.
Pek çok öğeden oluşur. Şiirin ses öğesi bile biçimin içindedir. Yüzey yapının örgütlenişi
biçimle gerçekleşir. Biçimin derin yapıyla (anlamla, matrisle) ilişkisi süreklidir ve işleyen
görünmez bir mekiktir bu. Görünmez mekiği ortaya çıkarmak incelemecinin görevidir.
Kısaca, şairin neyi yeniden anlamlandırmaya çalıştığını incelemeci ortaya çıkarır.
Sevgili kardeşim, niyetim sana öğüt vermek değil. Genç bir şair olarak, ileride bazı
sorular soracaksın kendi kendine. Yanıtlar vereceksin. Dünyaya ait sesler alıp sesler
vermek gibi. Ve şiirin bir simya işi olduğunu göreceksin. Şiirlerinde gördüğüm bir
sakıncayı belirterek bitireyim bu kısa mektubu: Şiire, dolaşımda olan söz öbeklerini,
atasözlerini, klişe sözleri taşımak kolaycılıktır. Önceden varolan söz öbekleri yaratıcı
olmanın önünde engeldir. Dolaşımda olan söz öbekleri değil, yaratıcı imgelemin üreteceği
imgeler olsun çıkış noktan. Sevgiyle..
ŞİİR DERSLERİ VI
***
Burada işin Alımlama Estetiği boyutuna geçebiliriz sevgili Kenan Yücel. Şiir niçin
yazılır ve yayımlanır? Buna ‘okur için’ yanıtı verebiliriz. Okur, yazınsal iletişimin ayrılmaz
bir öğesidir. Alımlama Estetiği okurla tamamlanır. Yorumbilim, şiirin ürettiği varsayılan
anlamları ortaya çıkartmaya çalışan bir yorum öğretisidir. Şiirin anlamayla ilgili bir süreç
olduğu için, ‘yazınsal iletişim’in ortaya çıkarılması esastır. Şiirin iletişiminin anlamını
yorumlamaya yöneliktir. Ve elbette, okurun bilgi birikimi, yazınsal bilgisi, anlama çevremi
ile şiirin üretildiği tarihsellik çevremi buluşarak, metnin ürettiği ‘anlam’ ortaya çıkarılır,
anlamlandırılır. Okur (üstokur olarak düşünelim) şiirle bir diyalog kurar. Şiirin yorumu bu
diyalog sonrasında gerçekleşir. Bu diyalog geçmiş ile günümüz arasında oluşur ve şiirin
söylemek istediğini açığa çıkarmakla sonuçlanır. Modern şiir açısından düşünüldüğünde,
modern şiir anlama açık uçludur. Okurun ya da alımlayıcının, anlamla kurduğu ilişki
geçmişle günümüz arasındaki ilişkiyle bağlantılıdır. Okurun kendisiyle de ilişkilidir. Anlam
için şu söylenebilir: Şiirin öznesinin ufku ile şiirin ürettiği ufkun kesiştiği yerde anlam
vardır. Okur, alımlayıcı kendi kültürel tarihi ve toplumsal ilişkiler içinden onu algılar ve
anlamlandırır. Her okurun kültürel çevreni farklı olduğundan şiir her okurca farklı
yorumlanabilir. Şiirin anlamı tek değil, çok anlamlıdır. Anlam sabit değildir. Algılama
sürecinin uzaması şiirin yapısıyla ilgilidir. Zor anlaşılır şiirler, anlama kapalı şiirler diyelim,
nesneleri yabancılaştıran, biçimleri karmaşık şiirlerdir. Bu tür şiirlerin, okura zorluklar,
engeller çıkardığı düşünülse de çok anlamlılık açısından şaşırtıcı ve ilk kez karşılaşılan,
alışılmamış anlamlarıyla da dikkatli okunmayı gerektirirler.
Şiir dilinin günlük dilden farklı oluşu alımlanmasında zorluklar çıkarır. Şiir dilinin
içerdiği tekrarlar, eğretilemeler, leitmotifler, değişik sözdizimleri alımlamayı geciktirebilir.
Ne ki, alımlandığında da anlamın zenginliği açığa çıkar. Bir şiiri anlamak demek, bana
göre sevgili Kenan, o şiirin biçimsel ve içeriksel farklılığını anlamak demektir. Şöyle diyor
Umberto Eco : “Bir metni yorumlamak, sözcükleri yorumlayarak, o sözcüklerin neden bu
şeyleri değil de şu şeyleri yaptığını açıklamak demektir.” Anlamın sökülmesi de,
yorumlanması da buna dahildir. Alımlama Estetiği şiir söz konusu olduğunda, tam da
budur. Alımlamanın bir yöne de, şiirin yazınsal olduğu gerçeğinden hareket ederek, şiiri
okumaktır. Şiiri anlamak, onun yazınsal niteliklerini kavramak demektir. Kısaca, şiiri
anlamak, şiirin içinde üretildiği tarihsel, kültürel, yazınsal ilişkileri anlamak, bu ilişkileri
yorumlamak demektir. Bu nedenle, yorumbilim ile Alımlama Estetiği bir noktada
kesişirler.
Sevgili Kenan Yücel, bu mektubu yazarken kaynakça olarak Doğan Özlem’in
Hermeneutik ve Şiir, Berna Moran’ın Edebiyat Kuramları ve Eleştiri ile Umberto Eco’nun
Yorum ve Aşırı Yorum adlı yapıtlarını yeniden okudum. Bilgi özetleri bu kitaplardan. Bu
özetler, donanımlı görmek istediğimiz genç şaire yararlı olur mu?
Sevgili Kenan Yücel, şiir okuru, şairin hiç de düşünmediği anlamlar üretebilir. Bu
şiirin çok anlamlılık özelliğinden gelen bir olgudur. Şiir okuru, metni yorumlarken farklı
alanlara açılabilir. Metinde farklı duygu ve düşünceleri yaşayabilir. R. Barthes, biliyorsun,
yazınsal metne çok anlamlılık ve biriciklik nitelikleri yükler. Mustafa Durak yaratımın
biricik olamayacağını, her sanat yapıtının borçlu olduğu bir sanat yapıtı olduğunu vurgular
ki, bu da bana daha doğru bir saptama olarak görünür. “Sanat yapıtının arka planında dil
gibi hazır bulunan, edinilen varlık bilgisi ve sanat bilgisi söz konusudur. Sanatçının
ürününde fark edilen, farklı olması beklenen, bu bilgilere kattığı kendi bakışı, kendi
bireştirme becerisidir.” Sanat yapıtında ilkliğin göreli olduğunu belirten Mustafa Durak,
“Sanat yapıtının alımlayana çarpıcı gelen ilkliği, onun borçlu olduğu kişilerin
görün(e)mezliğinden kaynaklanır” der. Bu görün(e)mezliği görünür kılan üstokur ya da
ondan önce eleştirmendir.
Şiirin bir işlevi de okura estetik duyarlık kazandırmaktır. Şiir, bir düşünce, bir
duyuş, bir duyarlık kazanmanın aracı değil midir? Şiirden haz alma da okuma sürecinde
gerçekleşir. Okura düşen, bu haz veren dili çözmek, çözümlemek, anlamak, estetik
boyutunu keşfetmektir. Yazınsal söyleyiş biçimidir şiiri yazınsal kılan. Metnin yazınsallığı
içinden anlamı açığa çıkarır ve yorumlar alımlayıcı ya da üstokur.
Alımlama Estetiği’nin okur merkezli bir kuram olduğunu belirteyim. Şiirin anlamı,
metnin içindeki ipuçlarının anlamlandırılmasıyla açığa çıkarılabilir. Bunu da okur, ya da
incelemeci yapar. Şiirin öğelerinin birliği en son olarak okurda toplanır ve okurca
yorumlanır.
Berna Moran, Alımlama Estetiği ya da kuramını şöyle tanımlıyor: “1960’ların
sonundan bu yana edebiyat eserlerinin anlamı ve yorumu ile ilgili olarak okurun işlevini
inceleyen çeşitli kuramlara verilen genel bir addır.” Moran’ı izleyerek söyleyecek olursam,
Alımlama Estetiği’nde yapıtın, diyelim şiirin ‘anlamı’nın açığa çıkarılması esastır. Şair mi
şiirine anlam verir, şiirdeki sözcükler, imler, imgeler, eğretilemeler mi, yoksa okur mu
anlamı söker, şiiri anlamlandırır? Bir uçta şiir, öteki uçta okur. Okur, şiir üzerinde yaptığı
somutlamalarla anlamı kurcalar. Şiirin anlamı, toplumun belleğindeki ya da dış dünyadaki
gerçeklik olmayabilir. Yeniden üretilmiş bir gerçeklik de olabilir, üstgerçeklik de. Bazen
okur, şiirin boş alanlarına rastlar ve bu alanları ‘yorumuyla’ doldurur. Okur, şiirin içindeki
imleri, ipuçlarını değerlendirerek bir yoruma ulaşır. Okurun yorumunu kendi yaşantısı da
etkiler. Şiir, okurun yaşantısıyla hangi noktalarda örtüşür? Bilemeyiz ama örtüştüğü
noktada da yoruma eklemlenir. Bunu yapılan yorumdan da çıkarabiliriz.
Sevgili Kenan Yücel, Alımlama Estetiği, yalnızca metin-okur arasındaki ilişkiyi
değil, metnin farklı zamanlarda nasıl algılandığını araştırmayı da öngörür. Okur, bir metni
çeşitli zamanlarda nasıl algılamaktadır? Örneğin, Garip şiirini 2000’li yıllarda nasıl
algılamaktayız? Alımlama Estetiği, çeşitli zamanlarda yapılan metin-okur arasındaki
ilişkinin yorumlarıyla bunu ortaya çıkarır. Çeşitli zamanların tarihsel, toplumsal, kültürel
ve ideolojik çevreni değiştikçe, incelenen yazınsal ürünün alımlanışında da değişiklikler
olur. Metin ya da şiir, yazıldığı dönemi aşarak bugüne gelebildiyse, bu sadece yapıtın
içerdiği sorunsalla ilgili değil, bugüne de seslenebilecek bir yapı ve biçimde oluşundandır.
Dönem içinde değişen okurun kültürel, tarihsel ve ideolojik birikimleri de yazın
yapıtının (şiirin) yorumlanmasında etkin rol oynar. Şiirin anlamsal ve estetik çevreni ile
okurun çevreni arasındaki ilişkiden doğan değerlendirme yeni yorumlara yol açar.
Sevgili Kenan Yücel, Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum’da a) yazarın niyeti, b)
metnin niyeti, c) okurun niyeti biçiminde farklı niyetlere ve niyetleri etkin kılan etkenlere
dikkati çeker. Yukarıda, Alımlama Estetiği bağlamında farklı niyetlerin oluşumunu
irdeledim. Genç şairin, bazen, poetikasını aşan bir yapıt üretmiş olabileceğini kabul
etmesi gerekir. Bazen şiirin niyeti şairin niyetini aşar. Bazen de tersi olur. Okur metni de,
şairi de aşan yorumlara girebilir, metinde ipuçlarını gördüyse tabii.
Sevgili Kenan Yücel, biliyorum, bu metin mektuptan çok şaire, şiiri, okura ilişkin
bazı soruları tartışmak üzere varolan görüşleri bir araya getiren yazıya dönüştü. Zihinsel
yolculuğunda bir payı olursa buna çok sevinirim. Sevgiler..
ŞİİR, NEDEN İÇİNDE ÜRETİLDİĞİ TOPLUMDAN UZAK?
Edebiyat dünyasında olsun, yayımlanan şiir kitaplarında olsun, yazılan şiirler, yeryüzünü,
insanın kaygılarını, toplumun kaygılarını, varoluşu dile getirmiyor. Şairler, bırakın kendi
yaralarına bakmayı, başkalarının yarasının ötesinden bile geçmiyor. Şiir eleştirisi var
olmasına var da, bu eksikliğe dikkati çekmiyor. Neredeyse otuz yıldır böyle bu. 12 Eylül
darbesi sonrasında şiirde de epistemolojik kopmalar oldu. Şiirin başka türlü de
yazılabileceği kanıtlanırken şairler toplumsal ilgilerini yitirdi diyebilirim. Toplumsal
konulardan uzaklaşıldı. Toplumsal konuları yazmaya devam eden şairler vardı kuşkusuz,
ama baskın olan anlayış ‘bireyi’ toplumsal konumundan yalıtarak ele alan anlayış oldu.
Bugün yazılan şiirler, 2010 yılının küresel krizinden ne düzeyde payını alıyor? Küresel kriz
‘kültür endüstrisini’ etkiliyor. Kitap, endüstriyel pazarın parayla değiştirilen bir metası
olduğundan, yayınevleri şiire yer vermiyor. Şiirin değişim değeri yok çünkü. Öyle ki, şiir
de roman gibi modaya uydu. Siz hiç işçi sınıfından, köylülüğün bugünkü konumundan söz
açan şiirler okuyor musunuz? Neden yazılmıyor? Nedeni ne olabilir? Değişen siyasal
konum ve oluşumlar olabilir mi? Şiirin sessizliğe çekilmesi düşünülmeli bence. Yakın
zamanda Tekel işçilerinin demokrasi mücadelesi hangi şairi harekete geçirmiştir? Bu
konuda şiirler yazılmış mıdır? İsrail’in devlet terörü, vahşeti, Gazze ablukası, Gazze
cinayetleri, Türk-Kürt çatışmalarında her gün ölen gençler, sokakların şiddeti, işkence,
azınlık hakları, insan hakları, doğanın yok edilmesi neden bugünkü şiirin konuları değil?
Hiç düşündünüz mü? Şiir eleştirisi neden bunları dile getirmiyor?
Kimse güncelin şiiri olmaz demesin bana. Güncel olandaki ‘geneli’ (insanlık tragedyasını)
kavrayıp dile getirebilir şair. Şiir estetiğinden fire vermeden hem de. Artık, ‘Ben’in bir
başkası da olduğu, başka insanların acılarını da dile getiren şiirler okumak istiyorum.
Şiirin içindeyim ama şiire dışarıdan da bakabiliyorum. Deneysel-görsel şiirin geldiği nokta
İzzet Yasar’ın, Enis Akın’ın şiirlerine bile ulaşmış değil. Öte yandan, şairlerin çoğu kendini
sağ ideolojik rüzgâra kaptırmış durumda. Şizofrenik ve bencil bir şiir var ortada.
Ben, şiirin doğrudan siyasetin içinde olmasından yana değilim. Ama, genel anlamda
siyasetin içinde oldu şiirimiz. Şiirin, içinde üretildiği toplumdan büsbütün kopuk
olmaması gerektiğini düşünüyorum. Şairin yaşantı içeriği, bilinç içeriği, bilinçaltı içeriği,
imgelemin yaratıcılığı üzerinde etkilidir. Yaratıcı imgelem süreci bütün unları kapsar
çünkü.
Bugün, şairlerin, şiir eleştirisi yapanların, şiirin sorunlarına doğru dürüst eğildikleri
kanısında değilim. Ama, büyük şiir çevreninde uç veren şiir yok ki, eleştiri açımlayıcı,
çözümleyici işlevini yerine getirebilsin. Öte yandan Kürt kökenli şairler, halklarının sınıfsal
yapısını göz ardı ederek şiir üretiyorlar. Mistik eğilimleri şiire taşıyorlar. Metafizik bir şiir
yazmak ile mistik düzeyde kalmak başka başka şeylerdir. Farkında değiller bunun.
Toplumsallıktan hareket ederek iç dünyayı da kapsayan ‘büyük şiir’e ulaşan olmadı
bugün. Bilinmeli ki, ‘büyük şiir’in, şu ya da bu sorunu çözmek gibi bir amacı yoktur, o
yalnızca insanlık çatışmalarını işaret eder. Dünyadaki, toplumdaki sınıfsal konumlanmaları
gösterir ya da hissettirir. Böyle bir şiir yazılıyor mu? Hayır. Varsa yoksa kişisel biçim
arayışları. Şair egosunun öne çıktığı ideolojik tutarsızlıklar. Şiiri bir ‘oyun’ olarak gören
poetika, şiirin bir sorumluluk olduğunu kavramaktan uzaktır.
Nasıl sorulması gereken soru şu galiba: Kaç şair dünya şiirini okuyor? Kaç şair şiirimizi
yakından takip ediyor, şiir kitapları okuyor? Kaç şair Bloch ya da Bakhtin okuyor? Kaç şair
çağının ruhunu yakalamayı amaç ediniyor? Ne ilgisi var şimdi konumuzla bunların,
demeyin. Var, hem de fazlasıyla var.
Modern Türk şiirine içerden bakarak insanın, toprağın, dilin, bitki örtüsü ve
hayvanların üstüne açıklayıcı ya da gizleyici bir hareketliliği görmek olasıdır. Tabii, bu
durum, dünya şiiri için de geçerlidir. Her ülkenin şiiri, içinde üretildiği coğrafyanın,
insanının, çağının tinini yansıtır. Dil bu özellikleri taşır. Şiir dili varlığın, varoluşun, çağın
tininin taşıyıcısıdır.
Modern şiirimizin hangi şairleri, kendi sesleri olmakla kalmayıp yeni biçimler
getirdiler? En genç şaire hangi şairleri okumalarını önerebilirim? Neden? Bu coğrafyanın
insanının tinini, dilini, durmadan ve didinerek yeniden kurmaya çalışan, deneyimlediği
dünyanın içinde görmek istediklerini gören ya da görünmeyeni de, kendini de görünür
kılan şairleri yeğlerim ve gençlere onları okumalarını öneririm. İkinci olarak, elbette, ülke
şiirinin genel özelliklerini barındırmakla birlikte,”bütünlük, izleksel genişlik, biçimsel
yenilik” gibi olmazsa olmazları Türk şiirine getiren şairler mutlaka ilk sırada okunmalıdır.
Yapı, biçim, anlam ve ses gibi şiirin vazgeçilmez kurucu öğelerini bir arada tutan,
sözdizimini çalçene söz yığını halinde bırakmayıp yüzey yapı+derin yapı mekiğinin işlediği
şiirlerin okunması genç şaire yeni olanaklar açar ve büyük şiirin kapılarını aralatır diye
düşünüyorum. Bunlar çağın çağdaşı olan bir zihniyet içinden gerçekleşirse, çağın tini de
yakalanmış olur. Çağdaş şair, öteki disiplinlerden de beslenmiş, kendine çok geniş
kültürel bölgeler içinde devinme olanağı tanımış şairleri seçip okumalıdır - bir anlam
kurucu olarak.
Genç şairlere ben asıl şunları söylemek isterim: Çağdaş Türk şiiri antolojisini
okumakla kalmayıp yazın bilgisi, felsefe ve öteki yazın türleri, resim bilgisi, müzik bilgisi
edinmelidirler. Yani tümüyle donanımlı olmaları gerekiyor.
Şiir için yalnızca yetenekli olmak yetmez. Şiir yazmak önce dilin, sonra şiir dilinin
gücünü, gizlerini keşfetmeyi gerektirir.
ŞİİRİMİZDE NE EKSİK?
“Şiirimizde ne eksik?”. Böyle bir soru şiirimizde bir şeylerin eksik olduğu kabulüne
dayanıyor. Bu kabule katılıyorum. 2009 yılından bu yana edebiyat ve şiir dergileri daha
fazla şiir yayımlıyor. Ortalama düzeyde, birbirini izleyen bir dolu şiir bunlar. Dergiler öyle
de, kitaplar farklı mı? Değil. Ortalama şiir beğenisi aşılamıyor. Usta bilinen kimi şairler,
popüler kimlikleri önde olduğu için, “ne yazsam satar” havasındalar. Özentisiz tutumları
şiirlerine yansıyor. Sözcüklerle değil, teknik terim ve kavramlarla yazıyor, düzyazının
bölgesine düşüyorlar.
Büyük yayınevleri ortalama düzeyde şiir kitapları yayımlayarak şiire kötülük
ediyorlar. Kitapçılarda, yayınevlerinde, metalaşmadığı için şiire yer yok. Ekonomik kriz
yayın endüstrisinin sorunlarını daha da kronikleştirmiş görünüyor. Dergilerde ortalama
şiir bolluğundan geçilmezken, şiir kitapları, birkaç şair dışında, kitapçılarda yer bulamıyor.
Şiir değerlendirme yazılarında, poetik bir üstdil kurmak yerine “…şiiri çok genç ve
yakışıklı” gibi poetik dışı tümceler kurulabiliyor hâlâ.
Şiirimizde ‘eleştiri düzeneği ‘ yok. Çok şiir yazılıyor ama yazılanların çoğu şiir değil,
düzyazı. Çalçene, derin yapıya işlemeyen, retorik düzlemde tüketilen, imgenin kötüye
kullanıldığı, anlamlandırma düzeneği hiç olmayan şiirler bunlar. Dünyada oluşumuz,
varoluşumuz, tinselliğimiz hakkında ne söylüyor, nasıl söylüyor bu şiirler? Bir hiç.
Yaşadığımız günlerin işaretleri bile yok yazılan şiirlerde. Bir Dünya tasarımları olmayan
şairler, dünyayı algılamaktan da yoksunlar. Yabancı sözcükler ile dolaşımda olmayan
Osmanlıca sözcüklerin kullanılışı, dilde de ‘yabancılaşma’yı çoğaltıyor. Estetiksel açıdan,
kurgusal, yapısal, biçimsel açıdan da çoraklaşma gözleniyor. Şiir ortamımız, dergi,
yayınevi, kitapevi koşullarının olumsuzlukları bir yana (bunlar şiiri yakından ilgilendiren
ama şiir dışı etkenler) şiirin kendinde ne eksik? Ona bakalım:
a) Felsefi derinlik. b) Tinsel derinlik. c) İzleksel genişlik. d) Yapısal bütünlük. e)
Yeryüzünü kavrayacak zihniyet. f) Yeni imge düzeni.
Bu eksikler modern şiirin anlam katmanıyla ilgilidir. Demek ki, günümüz şiirinin temel
eksikliği anlam katmanındadır. Anlam katmanı, şairin entelektüel birikimiyle ilgilidir.
Dünyayı, evreni, yeryüzünü, insanı entelektüel birikimle algılayıp kavrayacak olan şair,
bunları anlamlandırmakta zorluk çekmeyecektir bu birikime sahipse.
Günümüz şirinde bu olumsuzlukları aşan birkaç örnek var: Emirhan Oğuz’un
‘Myndos Geçişi’ ile Mustafa Köz’ün ‘Yazıtlar’ı, dünyayı tümel olarak anlamlandıran
kitaplar. ‘Ateş Hırsızları Söylencesi’nin yeniden yayımlanışı ise sevindirici, çünkü ‘izleksiz
şiirin’ görülmesine neden olabilir diye düşünüyorum. 2009 yılında yayımlanan öteki
dikkati çeken şiir kitapları şunlar: Kenan Yücel’in ‘Örselenmiş Ruhlar Bandosu’; Levent
Yılmaz’ın ‘Afrika’sı; Çiğdem Sezer’in ‘Denizden Geçme Hâli’; Osman Konuk’un ‘Beyaz
Savunma’sı; Mustafa Erdem Özler’in ‘Erdem Devesi’; Özkan Satılmış’ın ‘Şiir Koy
Alnıma’sı; Kemal Tekin’in ‘Kardan Nesil’i; Mahir Karayazı’nın ‘Beş Taş’ı; Kaan Koç’un ‘Çok
Tanrılı Sular’ı.
Ali Cengizkan, Gültekin Emre ile Gülseli İnal’ın ‘bütün şiirleri’nin yayımlanışı da
2009 yılında gerçekleşti ki şiir okuru bu sayede, bu üç şairin şiirsellerini tanıma olanağı
bulabildi.
Geçtiğimiz yıllarda iyi şiirlerini okuduğum Cenk Gündoğdu ile Gökçenur Ç.nin,
deneyimledikleri dünyanın görünmezini “görünür kılmaları”nı 2010’da da sürdürmelerini
dilerim. 2010’da yayımlanacak Kenan Yücel’in ‘Kapalı E bir Yanıt Esmer’ başlıklı şiirleri,
değip geçtiği dünyaya ironiyle bakışının oklarını gönderen bir yapıtı olacaktır. Şiirleri,
ironiyle zenginleşen, ayrıntı boyutuyla serpilip gelişen bir konuma girmiş çünkü.
Gonca Özmen’in ‘Belki Sessiz’den sonra yazdığı ve dergilerde yayımladığı bazı
şiirleri yeni bir söyleyiş çevrenine girdiğini gösteriyordu; ‘Melez’i işaret etmeliyim burada.
Günümüz şiirinin ortalama yapısını aşabilmek şaire bağlı bir olgu. Şair, şiiri üzerine
düşünüp yazmaya başladığında sorun büsbütün ve temelden çözülür diyemem, ama
‘büyük şiir’in büyüklüğünün nedenlerinin kavranması ortalamanın görünmesini
kolaylaştırır. Hayat deneyimleri üzerine kurulacak şiir, aynı zamanda şiir mirasının da
üzerine kurulmuş olacaktır. Hatta tüm sanatlar üzerine kurulmuş olacaktır. Modernizmle
birlikte kendi üzerine düşünen bir süreçtir bu. Çoğu yaşını başını almış şairde de,
gençlerde de bu bilincin olmayışı, ortalama şiirin edebiyat ortamına egemen olmasına
neden oluyor.
Şiir, artık entelektüel birikimle yazılıyor. (Post entelektüel dönem demişti Hasan
Bülent Kahraman bu evreye.) Çünkü, yeni dünya düzeninin kaosu, karmaşası, varlığı,
olup biteni, nesnelerin algılanmasını güçleştirdi. Donanımı, kültürel birikimi olmayan şair,
şiir yoluyla şiiri nasıl sorgulayabilir? Sonuçta zihinsel bir üründür şiir. Modern şiirde zihnin
nasıl çalıştığını bütün 20.yüzyıl boyunca gördük. Bu miras yol gösterici niteliktedir. Ne ki,
entelektüel düşmanlığın sıradanlığın sözcülerince yapıldığını da gördük geçen yüzyıl
boyunca. Bir şairin öteki disiplinleri içselleştirmesinden neden korkulur? Anlamıyorum.
2010’lu yıllar bireyciliğin yükseliş dönemi olacak gibi. Bunu gözleyebiliyorum.
Hiçbir şeyin tartışılmadığı, hiçbir şeyin sorgulanmadığı, bireyciliğin bencil sularının
egemen olduğu kapitalist bir evre. Modernist şiirin özündeki sorgulayıcılık ile özgürleştirici
yapısı bireyciliği aşacaktır düşüncesindeyim.
Şiirin kurduğu dünya, bugün bizim içinde yaşadığımız dünya değil; giderek şiirin
dünyası tasarladığımız daha iyi bir dünyanın imgesi olmaktadır. Doğanın yok edilmesi,
savaşlar, kentin tüketim kaosu, yoksullaşma, adaletsizlik, eşitsizlik, vahşet; sanatçıyı,
şairi kendi kurduğu dünyaya çekilmeye zorluyor âdeta. Kendi üretiminin üstüne düşünen
bir şair tipi doğuyor.
Öte yandan, dünyanın, nesnenin, insanın temsili, modernist şiirle birlikte farklı bir
boyut kazandı. Görünenin ötesi ve arkası görünür kılınır hâle geldi ki, tüm bunlar neyi,
nasıl söylemesi, nasıl biçimlendirmesi sorununu öne çıkardı. Ağacı gören şair, ağacın nasıl
göründüğünü değil de, kendine nasıl göründüğünü düşünmeye başladı. Çevrenini
genişleterek, ağacın da kendini gördüğünü düşünmeye başlaması değişen şiirin taşıdığı
işaretlerdendi. 2010’lu yıllarda bunu daha iyi göreceğiz.
25 Şubat 2009 Çarşamba
Modern şiir denilince Dil’i konuşmak gerektiğini biliyoruz. Modern şiirin ayırt edilen özelliği
dilidir. Modern şiir, konuşma dilinin içinden oluşturulur, yazılır. Bu farklılaşmada yazınsal
imge önemli görev üstlenir. Birkaç dize ile örnekleyelim:
Bu dizeler konuşma diline dayanarak ondan kopan şiir diline örnektir. Tek başlarına
anlam ürettikleri gibi asıl işlevleri şiirin yapısı içindedir. Demek oluyor ki şiir sözcüklerle
sessel ve anlamsal olarak örgütlenmiş bir yapıdır.
Elbette, şairin arkasında şiir antolojisi vardır. Onu şiir yazmaya iten şiir ortamı ve başka
şairler vardır. Ama, şairin temel malzemesi yaşantısı, deneyimleridir. Yaşantı, bilinç,
dünya görüşü, imgelem; bu kavramların içeriği bir kanalda birleşerek dilin imgelerine
dönüşür. Konuşma dilinden farklı bir dil oluşur ki, nesnel gerçekliği yeniden üreten
özelliğe sahiptir. Düşler, gerçeklikler, üstgerçeklikler, bellek, renkler, kokular, çocukluk
evreni dilin yeniden ürettiği şeylerdir. Her biri estetiksel nesneye dönüşürler. Sessel ve
anlamsal olarak uyum içinde olan estetiksel bir yapıya…Demek ki çağdaş şiirin alt
yapısında dışsal ve içsel dünya vardır.
İnsanın varoluş sorunu, ben’in içinden ya da başkasının ben’i içinden dile getirilir. Başkası
(öteki) ben’in kendisidir.
***
Şiir, elbette sözcüklerle yazılır. Bellek kuyusundan çıkarılan saf, masum çocukluk şiirin
kaynağıdır. Belki, gündelik hayatın şiddeti, baskısı, şairi bellek kuyusuna, çocukluğa
yöneltir.
Modern şiir, elbette, şiire katılan sözcüklerin yarattığı imgenin okurun zihninde
uyandırdığı çağrışımlarla çoğalır. Okuru şiire girmeyen sözcüklere de götürür. Sözcükleri
seçerek ve birleştirerek şiire katan şair, toplumsal ilişkilerin merkezindedir. Seçtiği ve
sonra da birleştirdiği sözcükler, şairin dünya görüşünün anlatımı olurlar. Anlamın
oluşması imgenin gücüne bağlıdır. İmge güçlüyse, bu demektir ki, ortak zihinde bir
bağlılaşığı vardır. Rilke, “dizeler duyguların değil, yaşanmış deneylerin sonucudur’”
diyordu. Doğru, çünkü her dizenin alt yapısında yaşantı vardır. Dizeler yaşantı
deneyimlerinin ürünüdür. Dünya şiir gününde, şiirin gelip dayandığı şeyler, ‘arılık,
duruluk, sadelik’ olmalıdır. Yalınlığın derinliği…
SÖZCÜKLERİN GÜCÜ
Celâl Soycan
Modern şiir sözcüğe değer yükleme konusunda son derece önemli bir sınav verir. Aslında, Doğu
kültüründe olsun, Batının dinsel kültüründe olsun, sözün değeri öne çıkar. Aziz Yohanna İncil’inde,
“Başlangıçta sadece söz vardı” denir. Doğu kültüründe de, varlığı ve dünyayı anlama sözcüklerle
başlar.
‘Poesia’ sözcüğünün Gerekçede anlamı ‘evreni yaratma’dır. Bir sözcük kuyumcusu olan şair de,
varlığı, dünyayı ve evreni imgeleminde yeniden kurarken sözcüklere, imgelere başvurur. Sözcükler
şiirin temel birimidir. Şiir onsuz yazılamaz.
Şiirin kaynaklarına ya da köklerine baktığımız zaman Taş Devri’nden başlayıp bugüne türkü
biçiminde taşındığını söylemek mümkün. İnsanın etkinliklerinde ritimli söz söyleme, dans, türkü hep
vardır. Tarlada toprağı çapalarken, denizde balık tutarken, yapılan herhangi işte, uyumlu-ritimli
sözler söylerken, insan, sözcüğü müziksel olarak örgütleyen bir konumdadır. Sözün kişiselliği de,
toplumsallığı da iş türkülerinde gözlenir. Hasat mevsiminde de, oyunlarda da, çeşitli ritüellerde de,
şarkıda büyüde de ritimli sözler kullanılmıştır. Şiirin logos halidir bu; sözel dönem. Yazılı kültüre
geçiş, şiirin sözcüklerle oluşturulduğu döneme denk düşer.
İlksel şiirlerde, insanın doğayla bütünlüğü gözlenir. Hayat-şiir bütünlüğü, şiiri hayatın kendisi kılar.
İsmail Mert Başat, “Şiirin Köklerine Yolculuk” başlıklı yazısında, ilksel topluluklardaki şiir için,
“Yaşam latif, uysal, rahvan ve “şiirsel” değildi; zor, acımasız, ama büyülüydü. Tüm tonlamaları
içindeki yaşam doğadaki tüm şeylerle bütünlük içinde, şiirin kendisiydi” diyor. İsmail Mert Başat
şiirin köklerini şöyle saptıyor: “Şiirin kökleri duygularla düşüncenin, ân ile belleğin, ‘tin’ ile bedenin,
gerçekliklerle düşlemsel olanın hem kendi, hem de özne-nesne ilişkilerinin diyalektiğini içeren
tümlüğündedir.” ( Akatalpa, Ocak 2009, Sayı: 109, Şubat 2009, Sayı : 110). Burada, dikkati çeken
nokta, doğa, nesne ile insan arasındaki bütünlüğün kopmaya uğramamış olmasıdır. Her şeyin varlığa
doğru akmasıdır.
Sözcükler, modern şiirde, anlam sınırlarını genişleterek, varlığa doğru akan şeyleri, fizik ve
metafizik olarak bir doluluğa dönüştürürler.
Klasik şiir ile modern şiirin sözcüğe verdiği değer farklıdır. Klasik şiirde sözcükler nesnelerin sadece
sessel ve anlamsal karşılıkları olarak kullanılırken; modern şiirde sözcükler ile nesneleri arasına
mesafe konularak kullanılır. Boşluklar, sessizlikler, çağrışımlar vardır ve bazen salt sessel tonlamalar
yaratmak için kullanılır. O yüzden Salah Birsel, “Deniz, masa, yatak sözcükleri, denizin, masanın,
yatağın kendisi değildir” der. Modern şiir, sözcüğün işaret ettiği karşılığını aşarak anlamlandırmalara
yönelir. Şiir içinde sözcük, çağrışım, duygu, düşünce, duyarlık değeri kazanır. Çok söylenen “şiir
sözcüklerle yazılır” sözünün anlamı budur. Cemal Süreya’nın sözleriyle, “Şiirde dil hem araçtır, hem
de ortamdır. Şiirin, bir yerde, gövdesi gibidir.” (1) Seçilen sözcükler rastgele seçilmezler. Sözcükler,
öteki sözcüklerle buluştuklarında imgeye yol alırlar. Sözcük ‘dekoratif’ olmaktan kurtulur. Şair,
sözcükleri rastgele değil, eşdeğerlik ilkesine göre seçer. Terry Eagleton’a başvuralım : “Gelgelelim,
şiirde “eşdeğerliklere” kelimeleri seçerken olduğu gibi onları birleştirme sürecinde de dikkat ederiz:
Semantik, ritmik, fonetik olarak ya da başka bir şekilde eşdeğer olan kelimeleri yan yana getiririz.
Jakobson ünlü tanımını bu sayede yapabilmiştir: “Şiirsel işlev, eşdeğerlik ilkesini, seçme ekseninden
birleştirme eksenine yansıtır.” (2) Şiir ya da şiirin gövdesi olan şiir dili birleştirme ekseninde açığa
çıkar. Bu süreçte dil gündelik dilden kopar; ama asıl ayırt edici özellik şiirin de özü olan yazınsallığa
ulaşılır. Yazınsallığa ulaşamayan şiirsel dil, değil şiirin gövdesi (yapısı) olmak, şiir olamaz. Julia
Kristeva, yazınsallığı “çokanlamlılık”, “çokseslilik” niteliğiyle açıklar: “Çokanlamlılık
göstergebilimsel bir çokdeğerliliğin farklı göstergebilimsel dizgelere aitliğin bir sonucu olarak
ortaya çıkar” der (3). Görüldüğü gibi yazınsallığı metinlerarasına bağlar. Oysa, her şiir metinlerarası
bir gösterge dizgesi değildir. Yaratıcı imgelemin sözcük, sözcük ilintileri, sözdizimi, imge, şiir
tümcesi, ses ve anlam, ritim olarak bütünlediği, eşgüdüm içinde olan bir ‘yapıdır’ şiir.
Modern şiir sözcüğe özerk bir değer katar. Sözcük gündelik dilde işaret ettiği anlamlardan koparak
başka anlam alanlarına açılır. Böylece, sözcüğün bildirişim dilinden kopması sağlanır. Sözcüğün
arkaik, tarihsel göndermeleri de kopuşu hızlandırır; çağrışım gücü öne çıkar.
Cemal Süreya, “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” derken sözcükler arası kurulan “şiirsel yük”e
dikkati çekiyordu. “Kelimeler bizde de yerlerinden yarı yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek
saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere” diyordu. Roman Jakopson, Rus Biçimbilimcilerinin,
1915-1930 yılları arasındaki Opayaz’daki şiir dili araştırmaların anarken, “gerçekte, şiir dilinde
gösteren ve gösterilen arasında olduğu kadar gösterge ile kavram arasındaki bağıntıda da temel bir
değişim söz konusudur” diyordu.
Dilbilim açısından sözcük neyi ifade ediyor? “Bir ya da birden çok sesbiriminin oluşturduğu, yazıda iki
boşluk arasında yer alan, çoğu kez anlamsal bir birim oluşturan, söylemde belli bir biçimsel birlik
sunan, çeşitli dizimsel kullanımlarında biçimce ya hiç değişmeyen ya da – bükünlerde olduğu gibi –
bir bölümüyle değişim gösteren eklemli ses ya da sesler öbeği.” (4) Bu tanım, sözcüğün doğal dil,
düzyazı dili için geçerli. Şiir dili ve söylemi içinde sözcük işaret ettiği nesnenin karşılığı olarak değil,
kendi olarak duyumsanır. Kendi değerini, imge kurucu özelliğini yüklenir. Şair, ister klasik şiir
yazsın, isterse modern şiir, sözcüğün tarihini, çağrışımsallığını, yan anlamını, eskil (arkaik) değerini
gözeterek kullanır. Kanto XVIII’den bir dörtlükle örneklendirelim :
Burada, şiirsel söylem içinde ‘kılıç’, ‘mavi’, ‘yağmur’ sözcükleri, sözlük karşılığından çıkarak
yağmuru niteleyen çağrışımsal bir değer kazanırlar. Sözcükler, okurun imgeleminde dolayım
kazanarak gidimli dilde olmayan bir işlevsellik yüklenirler. Bir araya gelişleri sözcüklere imge kurucu
işlev yükler.
Modern şiirde, şiire giren her sözcük özgürleşme sürecine de girmiş olur. O zaman, şiire girmeyen
sözcüğü de çağırmaktadır. Örneğin masa sözcüğü ağacı, ormanı çağırmaktadır. Nesne-sözcük
özdeşliğinin ortadan kalkması, sözcüğün bağlantılarından kopması, başka sözcüklerle girdiği imgesel
yapıyı özerk ve özgün kılar. Bu durumu İsmail mert Başat şöyle ifade eder : “Sözcüklerin nesnelere
bağımlılığının kırılışı, modernitenin kuruluş ve kurumlaşmasıyla iç-içelik taşımıştır. Sözcüklerdeki
özgürleşme, nesneleri çoğaltmış, ya da değiştirmiş değildir elbette. Ama sözcükler somut,
anlatılabilir nesnelerden uzaklaşıp – özgür kaldıkça çoğalmışlardır. Sözcük ile nesnenin arasına bir
mesafenin girmesi, hem bir perspektif kavramsallığını, hem de mesafeyi dolduracak eleştirel bakış,
sorgulama ve yeni yeni anlamlandırma olanağı getirmiştir. Böylece sözcükler yalnızca nesne ve
olguların konumlarını ve topografyalarını, duygulanımların dışa vurumlarını değil, şey’lerin ve
ilişkilerinin iç devinimlerini, farklılaşan algılamaları, tahayyül ve tasarımları, ütopyalara açılan bir
çevrende ifade edebilme yetisine ve zenginliğine açılmışlardır.” (6) Modern şiirde sözcük, böylece,
varlığı, doğayı yeni yeni anlamlandırma olanağına kavuşmuştur. Başka bir söyleyişle, şiirsel söylemin
kurucu öğesi olarak sözcüğün kabuğunu kaldırmakla öteki sözcüklerle girdiği ilişkilerin ve imgenin
yaratıcı gücünü görmek mümkün olmuştur. Sözcük, sözlüksel anlamının dışında, hem kendini hem de
öteki sözcüğü çoğaltmıştır. Böylece, mimesisten kurtulmuş, şairin kurduğu, biçimlendirdiği bir evren
yaratılabilmiştir.
Şiirsel söylemde sözcük, boşluklar, sessizlikler oluşturabildiği gibi nesnesiyle ilişkisinde yeni anlamlar
yüklenir. Sözcük, bir şeyi işaret etmekten kurtulur, öteki sözcüklerle girdiği ilişkide alışılmadık
bağdaştırmaların yarattığı açılımlara yol alır. Roman Jakobson’un çok bilinen sözlerini aktarayım:
“Şiirsellikte sözcük, adlandırılan nesnenin basit bir vekili ya da coşku patlaması olarak değil, fakat
sözcük olarak duyumsanır. Şiirsellikte, sözcükler ve sözdizimi, anlamlandırma, iç ve dış yapılanma
gerçekliğin kayıtsız (ilgisiz) göstergeleri değildirler, ama kendi ağırlıklarına ve kendi değerlerine
sahiptirler. (İzleksel düşünce bağlamında.) “ (7) Jakobson, “izleksel düşünce bağlamında” kaydı
düştüğüne göre, sözcüklerin şiirsel söylemdeki konumunda da bildirişim işlevinin olduğunu
düşünmektedir.
Bir kurgu olan şiirin bildirişim işlevi, sözcüklerin öteki sözcüklerle girdiği ilişkiyle doğduğu bilinmekle
birlikte, sözcüklerin sessel, anlamsal, tarihsel, çağrışımsal boyut kazanması da sözdizimsel
bağlamda ortaya çıkar. Burada, şiirin, sözcüklerle örgütlenmiş bir ‘yapı’ olduğu unutulmadan şu
söylenebilir: Sözcük, asıl olarak dize, sözdizimi, şiirsel söylem içinde bir yapının birimi olurken kendi
değerini kazanır. ‘Yapı’ kavramı şiirin asıl kavramıdır. Yapıya ulaşamayan ‘yığma’ içinde sözcük
kendi değerini kazanamadığı gibi şiiri de yapılandıramaz; anlam-yapı birliğini kuramaz.
Çağdaş şiir, kendi değerini kazanmış sözcüğün de içinde bulunduğu imgeye dayanır. İmge-tümce,
“düşle gerçek, nesne ile söz, bilgi ile büyü, dünya görüşü ile şiirsel dünya arasında” anlam-yapı
birliği kuran köprüdür. Çağdaş şiirde sözcüğün bağıntısı kırıldığı için kendi değeri ortaya çıkar.
Deleuze/Guattari ikilisinin sözleriyle, şiir “dilin içindeki yabancı dildir”. Bu söz modern
şiirin dili için söylenmiştir. Klasik şiirin dili için – metaforlar içerdiği halde – dilin içindeki
yabancı dildir, diyemeyiz. Klasik şiirin dili, kurguda, sözdiziminde konuşma dilinden
(doğal dilden) ayrılır, farklılaşır. Modern şiirin dili hem konuşma dilinden (doğal dilden)
kaynaklanır, hem de ondan kopar. ”Dilin içindeki yabancı dildir”. Modern şiiri ‘dilsel bir
olgu’ olarak nitelemek bu yüzden doğrudur.
Konuşma dilinden farklı bu dili ‘üstdil’ olarak nitelemek de yanlıştır. Konuşma dilinden
farklı oluşu ‘üstdil’ olarak nitelendirilmesini gerektirmez. Üstdil şiiri ait bir terim değil,
Dilbilimin bir terimidir. Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü’nde Berke Vardar Üstdil’i
“Doğal dili ya da konudili inceleyip betimlemek için oluşturulmuş araç dil; dili anlatan dil”
olarak tanımlar ve devam eder: “Doğal dilin göndergeleri, dil dışı gerçeklik düzleminde
yer alır; oysa, üstdilinkiler dilsel niteliklidir, konudilin göstergelerine ilişkindir (örn. dizim,
sesbirim, ek, yapı, vb). Hjelmslev’e göre, bir üstdil, bir gösterge dizgesini inceleyen
gösterge dizgesidir. Şiir dili için ‘dilin içindeki üstdildir’ dersek, şiiri oluşturan sözcüklerin
‘dizin, sesbirim, yapı, ek vb.’ dilsel nitelikli olduklarını söylemiş oluruz. Oysa, modern
şiirin dili doğal dilin göstergelerine dayanır; bir araya gelen sözcükler sabitlenmiş
anlamlarını da alışılmamış bağdaştırmalarla aşar.
Modern şiir ‘Ben’ söylemine ait şiirdir; dolayısıyla monolojiktir. Bu şiirin dilinin üstdil
olmadığını, üstdil teriminin şiire ait bir terim gibi algılanarak yanlış bir kullanıma yol
açıldığını söylemek bile fazla. Modern şiirin dilini Öte-dil, Başka-dil, Karşı-dil olarak
niteleyenler şiire ait terimleri-kavramları varsıllaştırmayı amaçlıyordur. Başka bir deyişle
modern şiir dilinin doğal dilden farkını belirlemek için bulunan adlandırmalardır bunlar.
Önemli olan şiir dilini adlandırma değil, dilin kendisidir. Dilin gerilimli durumudur. Modern
şiirde dil uçlara doğu savrulmuş; bağlam kurma olanağı yitmiştir. Bu durum dizeler arası
bağlantıları koparmıştır. Sözcükler bağıntılarından koparılmış olarak kullanılmaktadır.
Ama bu demek değildir ki modern şiirin dili okurunu hiçbir şeye göndermez. Tam tersine,
yaşantının içeriği imgelemden dile taşınırken gerçeklik boyutu genişler, dönüştürülür,
aşılır; böylece, dil dışı gerçeklik düzleminden koparılır. Deneyimlenen şeyler estetik
gerçekliğe dönüştürülür, ‘nesnel bağlılaşığı’ üzerinden de hayata gönderilir. Belki şiirden
tat aldığımız , haz duyduğumuz şey budur.
Roland Barthes, çağdaş şiirde sözcükler arası bağıntı etkisinin yok olmasıyla sözcük
patlaması yaşandığını belirtir. Doğal dilde sözcükler tek başlarına bir kavrama, nesneye;
modern şiirde sözcüğün kendine, sesine, anlamına gönderir. Kimi zaman sözcük
değişmece (mecaz), kimi zamanda yan anlam değeri kazanır. Sözcük patlaması ile
modern şiirde sözcüğün değerinin değişip başkalaştığı vurgulanır. Yaşantı içeriğinden
bilinç içeriğine, imgeleme taşınan, oradan dil üzerinden imgelere dönüşen süreç sağlıklıdır
ve anlamlandırmaya yöneliktir. Dize, sözdizimi, ses ve anlam, içses, dize kırılmaları vb.
şiire ait öğeler bir eşgüdüm içinde şiirsel yapıyı oluştururlar. Deneyimlenen bir şey olan
yaşantı içeriği imgelemden geçerek sözcük, dize, şiir tümcesi olarak karşımıza çıkar.
Doğa ve insan modern şiirde değişime uğrayarak kendinde olmaktan kurtulur, kendisi için
olmaya dönüşür.
Tarihin, toplumsal olguların şiirsel söylem içinde dönüştürülmesi sorunsalı Dil’le ilgilidir ve
Dil ‘seçilen’ ve ‘birleştirilen’ sözcüklerin isabetliliğine bağlıdır. Gerçekliklerin
dönüştürülmesi de bu isabetliliğe bağlıdır ve gerçekliklerin çokluğu bu dönüşüm sonucu
ortaya çıkar.
Klasik şiirden kopuşu, Baudelaire, Lautreamont, Rimbaud, Mallarme gibi şairlerin zihinsel
dönüşümleriyle açıklayabiliriz. Bu zihinsellik moderniteyi hazırlayan, çağdaş sanatın temel
koyucu özelliklerini ortaya koyan zihinselliktir. Güzellik kavramı değişmiş, algı, duyu
kavramları alt üst olmuş, Dil’e, imgeye bakış farklılaşmıştır. Bilinçdışı süreçler şiire girerek
farklılaşma ortaya çıkmıştır. Böylece mimetik şiirin egemenliği kırılmıştır. Şiirin epistemik
olarak eski şiirden köklü kopuşu bir başlangıç olmuştur. Öteki sanatlar şiiri izlemiştir.
Modern şiir, imgeyi dolayımlayarak veren bir yapıdadır. Doğal dildeki imge ise dolayımsız,
nesnel karşılığı olan imgedir. Modern şiirin imgeleri, imgelemin ürünüdür ve estetik
sürecin sonucudur. Bellek bir depo olmaktan çok sürece katılan bir olgudur. Estetiksel
imge modern zihinselliğin nesne algısıyla bağlantılı olarak ‘nesnel bağlılaşım’ kanalıyla
doğrulanıp hayata döner. Okurun alımlama ve estetik donanımı şiiri anlama ve
anlamlandırmada etkin rol oynar. Şiirsel imler, sözcük ilintileri, şiirin semiyotik birliği
derin yapıyı gösterir. Derin yapı anlamla ilgilidir ve ‘nesnel bağlılaşımla’ açığa çıkar.
Seçkin şiir okuru neyi, nasıl algılayıp anlamlandırır? Bu da onun şiir bilgisine ve
beğenisine, hatta şiir donanımına bağlıdır. Gerçeğin hakikati, okura göre, nasıl
biçimlendirilmiştir? Ya da hakikate gömülü şiiri, okur hangi niyetle açığa çıkaracaktır?
Belli değildir. Eğer şiir kendine yeterli, sıkı örgütlenmiş bir yapıdaysa, yazınsal olan yapı
hakikati okura sezinletir.
Modern şiirin dili, dışsal gerçeği olduğu gibi yansıtmaz, gerçeğe benzerliğe ulaşmayı
amaçlamaz; tersine, gerçekle düşsel tasarımı arasında salınır, bambaşka gerçekliklerin
yaratılabileceğini dilsel yapının içinden gösterir.
Şiir dili modern şiirde süslemeden uzaktır. Salt yazınsal bilginin bir ileteni değildir. Şiir dili
kendine dönük olmasına karşın, aynı zamanda, farklı gerçekliklerin yaratılabileceğini de
öngörür. Dilin taşıdığı dış dünya, doğa, şairin, imgeleminden damıtarak dilsel ve
estetiksel olarak kurduğu dış dünya ve doğadır.
Modern şiir nesnelere, olgulara belli bir mesafeden bakar. Dilin en küçük birimi sözcük
nesneden bağımsızlaşmış, kendi olmuştur. Bu kendilik sessel ve anlamsal çoğalmayı
sağlamıştır. Bu da, modern şiirin çok katmanlı anlamlandırmaların eşiğine oturmasına yol
açar.
ŞİİR GERÇEKLİĞİ YENİDEN KURAR
Birkaç kez yazdım, yineleyerek yazayım: Şiiri toplumla, dünyayla birebir ilişkilendirmek
yanıltıcı olur. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde, sanatsal değer ile toplumun gelişme
düzeyi arasındaki farka vurgu yapar ve sonatın toplumun gelişme düzeyinden bağımsız
olarak ‘yüce değerler’ üretebildiğini bildirir. Demek ki, genel olarak sanat, özel olarak şiir,
küresel kapitalizmin en vahşi, en acımasız döneminde de, yüce değerler üretebilecek bir
dizgedir.
Türkiye’de, 1980’den sonra burjuva sınıfının belirgin biçimde gelişmesi ile yazınsal tür
olan romanın daha çok yazılır olması arasındaki ilişkiyi görebiliyorum. Roman,
1980’lerden bugüne hızla ivme kazandı. Çeşitli biçimsellikler, metinlerarasılık, düş,
düşlem, bilinçakışı, mektup ve öteki türlerle ilişki, zamandışılık, zaman kaymaları, mekân
olgusu, teknik yapı, kurgu vb açılardan zenginleşti. Şiir, öykü, giderek alandan çekildi.
Şiirin, giderek bir değer yitimine uğraması kapitalizmin ‘tüketim’ olgusuyla ilgilidir.
Gerçekte, şiir, şiir olarak kendi değerini koruyor. Şairin toplumsal olana ilgisi azalsa da bu
böyle. Sahih ve has şiir yazılmaya devam ediyor. Ortaya büyük şiirler çıkması da… Bir de,
yakın zamanda, İlhan Berk gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi öncüleri yitirmesine rağmen şiir
direniyor.
Kapitalizmin küresel krizi, en çok küresel kapitalizme bağımlı bizim gibi ülkeleri vuruyor.
Fabrikalar kapanıyor, işsizlik artıyor. Entelektüel birikime dayanan modern şiir, toplumsal
gelişmelerin insandan yana olmayışı nedeniyle, sorunların gerçekliğini yansıtmayı değil,
gerçeklik duygusu yaratmayı seçiyor. Sorunların gerçekliğini şiire dahil etmeyerek, şiir
yapısal olarak kendini koruyor.
Çünkü şiir gerçekliğin kendini değil, öznenin dünya görüşsel optiğinden geçen imgesel
gerçekliği yapılandırıyor. Bu da yazınsal bir muhalefettir. Verili olan somut ve maddi
hayatı şiire doğrudan dahil etmeyen şair, bu hayata karşı, dolayımlı olarak muhalif
kimliğini dile getiriyor.
Şiirle somut maddi hayat arasında, ‘yansıtma’ bağlamında bir bağ olduğunu düşünmek
yanıltıcıdır. Şiir, dil olarak, doğal dilden koparak kendi dolayımını yaratmıştır. Dolayısıyla,
doğrudan değil, dolayımlı bir bağ vardır. O bağ yazınsallık içinden dile gelir.
Hayat ile dış gerçeklik, şiire doğrudan değil, dolayımlı olarak girer. Şair, tarihsel ve
sınıfsal bilinciyle, hayata ve dış gerçekliğe ‘müdahale’ eder ve hayatı ve dış gerçekliği
dönüştürür. Şiirin ilettiği estetiksel bildirişim nesnel bağlılaşıkla, o da şiirin derin
yapısından okunabilir. Şiirin dünyaya yaydığı ve okurun kültürel donanımıyla algıladığı
şey, gerçekliğin yeniden yaratılmış hâlidir.
Türkiye’de modern şiir, şiir dışı nedenlerle geri çekiliyor. Bir anlamda, yapısallığını,
yüceliğini böyle koruyor. Bugün için bir şiir krizi söz konusu değil. Verilmiş hayatı şiire
dahil etmeyen, öznenin yaşantı ve bilinç içeriğini öne çıkaran bir şiir konuşuluyor. Genç
şairin toplumsal ilgileri yok gibi, o yüzden içsel deneyimlerini yazıyor. Çok çeşitli şiir
anlayışları yan yana, bir arada bulunabiliyor. Retorik yıkıcısı şiirden avangard şiire,
gerçekliği şiire dahil etmeyen şiirden, gerçekliği, üstgerçekliği, düşleri, düşlemleri,
bilinçaltını şiire dahil eden şiire kadar çeşitli anlayışlar yer bulabiliyor dergilerde. Şair
kadınlar ile etnik kökeni farklı şairlerin farklı biçemleri, hem zenginliği, hem de değişimi
gösteriyor.
Olguların, nesnelerin, dış gerçekliğin gözden yitmesi, yazılan şiirin hayattan uzaklaştığı
yanılgısını doğurmuş olabilir. Oysa, hayatla şiir arasında birebir ilişki olduğunu öne süren
kaba Marxçı poetika çoktan aşıldı. Şiirdeki nesneler, nesnelerin kendi değil (elma, elma
değil, masa, masa değil), şairin imgeleminden sözcüklere, oradan imgeler hâlinde
yeniden yaratılan, doğrudan değil dolayımlı olarak şiire giren şeylerdir artık. Şiirin nesnesi
şiire ait nesnedir kısaca. Kapitalizmin verili hâle dönüştürdüğü nesnelerin, dış dünyanın,
hayatın doğrudan şiire girdiğini düşünürsek, olan şiire olur; şiir, verili olanı (dolayısıyla
burjuvazinin ideolojisini) yansıtır sadece; hayatın birebir yansıtılmış olması şiiri şiir
yapmaz. Çünkü, şiir diye hayata öykünen karakuşî bir şey çıkar ortaya.
Şiir için, geldi entelektüel bilgi birikimine dayandı, diyebiliriz. Bunları çoğaltabiliriz de…Şiir
geldi, dilsel ve yapısal sıkıdüzene dayandı. Şiir geldi, görünmezi gören özelliğe dayandı.
Şiir geldi, hayatı yansıtmaya değil, anlamlandırmaya dayandı. Rimbaud’dan beri, şiir
geldi, duyuların karıştırılmasına, düzensizleştirilmesine dayandı. Şiir geldi, yaşantıdan
deneyimlenen tinselliğe dayandı. Şiir geldi, sözdiziminin düzensizleştirilip sözün
kekemeleştirilmesini dayandı. Şiir geldi, görsellikten ve ‘somut’ olandan kaynaklanan
malzemeyle ilişkiyi öne alan anlayışa dayandı. Şiir, kendine özgü muhalefeti, somut ve
maddi hayatı şiire doğrudan dahil etmeyerek yapar hâle geldi. Şiir, içine doğduğu
modernleşmenin şiiri gözden çıkardığı noktaya geldi. Şiir geldi, içsel yaşantının
deneyimlerinin dile getirildiği yazınsallığa dayandı, diyebiliriz. İnsanî değerlerin yitime
uğraması, toplumsal /siyasal ilgilerin azalması, şiire ilgiyi azaltmış olabilir. Şiir, insanın
bütünselliğiyle varolur çünkü.
Demek oluyor ki, modern toplumun bütün nesneleri metalaştırdığı bir dönemde şiir, hem
yeni deneysellikler hem de şeylerin gözden yitimi içinde olabiliyor.
ŞİİR TEKNİĞİ VE ESTETİK
Şiirde tekniği kurcalamaya başlarken ilk akla gelen soru hangi şiirin tekniğidir?
Klasik şiir ile modern şiirin örgütleniş teknikleri çok farklıdır. Klasik şiirde ölçü, uyak, belli
biçimsellikler (Sone, Gazel gibi), ses ve ritim öne çıkarken, modern şiir farklı teknik
özelliklerle örgütlenir ve bir ‘yapı’ kurar. Dilsel bağdaştırmalar, şiiri dikey ve yatay .olarak
kurmalar, tamlamalar, dilsel sapmalar, uzak çağrışımlar, imge, sözcüğün bir ses, bir
kavram olarak değeri, sözcüğün seslerinin (ünlülerin, ünsüzlerin) bir eşgüdüm içinde
olması, dizenin yitmesi ya da bütün yapıya yayılması (artlama tekniği) modern şiirin
yapıya giden olmazsa olmazlarıdır.
Şiirde tekniği şöyle tanımlayabiliriz: Şiiri şiir yapan öğelerin tümü. Şiiri şiir yapan
öğelerin ‘şiir olma’ sürecinde uygulama ya da uygulayım. Şiirin sanatkârlığı, oluşturulması
yöntemi. Modern şiir gerçekliklerin ve üstgerçekliklerin verileriyle, şiire ait öğelerin
(sözcük, sözcük ilintileri, ritim, anlam vb.) eşgüdüm içinde şiirsel yapıya yönelmesi teknik
bir işlemle açıklanamaz. Çünkü şiir bazen doğaçlama olarak kurulur. Dilin ses ve anlam
boyutu bazen doğaçlama olarak eşgüdüm içine girebilir. Bazen de şiir, şiirin malzemeleri
bir araya getirilerek ve önceden tasarlanarak yazılır ya da yapılır. Öyle veya böyle, şiirde
teknik yine şiirin kendinden çıkar.
‘Şiirin bilgisi’, ‘şiir yetisi’ elbette şiirin tekniğiyle ilişkilidir ve şiirin oluşumunda
etkindirler. ‘Bir Şiirin Oluşumu’ başlıklı yazısında Stephen Spender şunları söylüyor: “Belki
de belleğin şiir yetisinin ta kendisi olduğunu söylemek yanlış olmaz; çünkü imgelem
belleğin çalışmasından başka bir şey değildir. Daha önceden bilmediğimiz hiçbir şeyi
imgeleyemeyiz. İmgelem gücümüz, bir zamanlar yaşadığımız bir şeyi anımsama ve başka
bir duruma uygulayabilme yetisidir. Bu yüzden, en büyük şairler, bellekleri en güçlü
yaşantılarından, kendi benlikleri dışındaki en ince insan ve nesne gözlemlerine dek
uzanabilecek ölçüde gelişmiş olan kişilerdir.” Şiir bilgisi, daha önce şiire ait edindiğimiz
bilgidir. Şiir yetisi, şiir yazmaya yatkın olup olmadığımızın göstergesi, ölçütüdür. Bütün
bunlar, belleğin çalışması sonucu daha önceden deneyimlediğimiz verileri yaratıcı
imgelemden geçirerek sözcüklere, sözcük ilintilerine ve bağdaştırmalarına dökülmesine,
şiirin teknik bilgiyle yazılmasına yol açar. İmgenin, ritmin, benzetmenin, değişmecenin,
eğretilemenin, tevriyenin bilgisi, şiir oluşturma sürecinde donmuş bilgiler olmaktan çıkıp
sürece katılırlar, şiirin kurucu öğeleri olurlar.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın birkaç sözcük verilirse şiir üretebilmesi yalnızca
yeteneğiin işi değildir. Geleneksel şiir modern şiir algılarının bir teknik yordama
dönüşmesi de şiir üretebilmesinin nedenlerindendir. Ölçülü (aruz, hece), uyaklı şiirden,
serbest şiirin olanaklarına açılan Dağlarca şiirin ses kıvraklığına bu teknik birikimle
ulaşmıştır. Behçet Necatigil, “Şiirde biçim, gerekli parçaların yerli yerine konmasıdır” der.
Yerinde kullanılan sözcükler, anlatımın biçimini, sesi düzenler. Yalnızca ses olgusu ile
yetinilmez, sözcüklerin yerli yerinde kullanılmasıyla içeriğin biçimi de düzenlenmiş olur.
Böylece anlamların dünyası oluşur. Ses ve anlam birimleri şiiri şiir yapan iki öğedir. Bu
yapımda teknik beceri ne kadardır? Bilinemez.
Şiirin atölyesi içinde tekniğin yeri önemlidir. Mehmet Rifat Gösterge Avcıları’nda
Necatigil için şunları yazıyor: “Behçet Necatigil şiirin atölyesini son derece önemseyen bir
şair. Şiire yönelik hemen her gözlem ve saptamasında, bir şiir çalışmasının süreçlerini,
düzenini vurguluyor. Behçet Necatigil, bir bakıma kendi şiirine bakarak , genel olarak
şiirini şiir yapan özellikleri okuyor, bunları okuruna da yansıtıyor. Sürekli olarak bir
düzenleme, yapı kurma, dokuma, birimler arası ilişkiler kurma, anlam çokluğu yaratma,
vb’nden söz ediyor.” Behçet Necatigil’in Bile/Yazdı adlı poetik denemeleri, modern şiirin
teknik bilgisi ile ‘şiir eğitimini’ içeren yazılardan oluşur.
Öte yandan, şiiri anlamlı kılan bağlamıdır. En geniş anlamıyla bağlam (İng.
Context) şiir tümcelerinde anlamın bir bağlam içinde belirmesidir. İmge ve eğretilemeleri,
tarihsel, toplumsal, hatta günübirlik bir olguya, nesneye gönderen şiir, bir bağlama
gönderen şiirdir ve anlamlıdır.
Şairin bilinçli olarak Türkçe köklerine yapım ekleri getirerek türettiği sözcükler,
sözcüksel ve dilbilgisel sapmalar şiiri zenginleştiren, çok katmanlı anlam öbekleri
oluşturan teknik girdilerdir. Bazen de dilin sözdiziminde gerçekleştirilen değişiklikler yol
açar zenginleşmeye.. Bu da şiir dilinin olanaklar gömüsü olduğunu gösterir.
Türkiye’de modern şiirin kullanmadığı bazı olanakları, roman ve öykünün
kullanması anlatımı zenginleştiriyor. Oysa şiirimiz yeni anlatım biçimlerini yeğlemeyen
şairlerin elinde tıknefes kalıyor. 2000’lerde yazılan şiirin köktenci atılımlardan yoksunluğu
şairlerin anlatım biçimlerine ve tekniklere çekinceli davranmalarıyla ilgilidir. Oysa şair, şiir
dilini ‘iç monolog’, ‘bilinçakışı’ gibi tekniklere başvurarak anlatımı güçlendirebilir. Şiiri
yazınsal yeniliklere açılabilir. Çünkü yaratıcı imgelem yaşantı içeriğiyle beslendiği kadar,
gerçekliklerle, üstgerçekliklerle, hayallerle ve düşlerle de beslenir. Böylece şiirsel yapı
derinlik ve çok katmanlılık kazanır. Zaman ve mekân kaymalarını devreye sokan bir
teknik, şaire tarihsel karşılaştırmalar olanağı sağlar. Ama bizde (Batıda da) lirik şiir ‘Ben’
üzerine kurulduğu için, daha çok bireyin kıyı bucak keşfine yol açmıştır.
Burada Nâzım Hikmet’in modern şiirin tekniğine katkılarını anmalıyım: Erken şair
sezgisiyle olsa gerek, Anadolu ve Rusya’da gördüklerini, aruz ve hecenin anlatım
olanaklarıyla veremeyeceği düşüncesi, onu başka türlü anlatım biçimlerine yöneltir.
Açların Gözbebekleri’nden Saman Sarısı’na dek geçen zaman içinde, teknik olarak değişik
şiirlere imza atan Nâzım Hikmet, aynı zamanda modern şiirin de öncüsü olur. Teknik
olarak sesçil şiirden, fütüristlerden yararlanan Nâzım Hikmet bu arayışlarını ölümüne dek
sürdürür. Öyle ki, basım tekniklerinden de avant-garde denemelerden de yararlanır.
***
Asıl olan yazınsal değer ölçütlerinin tam olarak işlemesidir. Bu gerçekleşince, işlenen
sorunların şiirin verdiği haz içinde belirmesi işten bile değildir.
Giderek olanaksızlıklarımızı tılsımlı bir dile çevirmenin yollarını aradım ve buldum da Taşa
Bağlarım Zamanı’nda. Seçkinci, sıkı, entelektüel şiir olarak adlandırılabilecek bir yapıt.
Başlangıcı, Sözcükler Denizi’nin aynı adı taşıyan dördüncü ve beşinci bölümündedir:
Dilsel bir kırılmayla başka bir kulvara geçmek Don Kişot’luktu gerçi. Yaralanıp şiirimi
yitireceğimi söylediler. Ama yanıldılar. Şiirimi her şiir deneyimimle yenileme fırsatı
yakaladım. ‘Öncesiz’ bir şair değilim. Çağdaş Türk şiirine, dünya şiirine gide gele,
sonunda dilsel bir kırılmayla, dış ve iç mekân tasarımlarıyla, şiirimin sözcük dağarını ve
izleklerini değiştirip genişletme olanağını buldum. Şiiri giren çevre ve nesneler, şiirin
yapılanmasında birer işlev yüklenirler. Çevre ve nesneler, yaşantı ve bilinç içeriğinin birer
parçasıdırlar ve şiirimin kurucu öğeleridir. Şiirsel atmosfer onlarla oluşturulur. Ama,
şiirlerimde sadece atmosfer oluşturmak için varolmazlar. Varlık sorunu olarak da
varolurlar. Bir yanda da bellek işler: Çocukluğumun doğası, yağmurlar, bireysel ve
toplumsal olgular, dün, bugün, bu ân; zamansızlık, benlik, varlık hiçlik, sonsuzluk, felsefi
zeminin sorunsalları üst üste gelirken, şiirlerin biçimselliğinde de, söyleyişinde de sadelik,
yalınlık öne çıkar. “Ağaçla konuşan özne, ağacın da özneyi gördüğünü düşünebiliyor mu?”
diye sormuşlardı. Ne diyeyim? Şairin etkiler alanı, şiir dışındaki öteki disiplinlerle, felsefe
ile içli dışlı olunca daha da genişliyor.
Deneyimlenen bir şeydir şiir, tıpkı hayat gibi. Hayat, o bütün karmaşası, bunaltısı,
sıkıntısıyla akmaktadır. Hayat verilidir ve verili hâliyle kabulleneceğim bir şey değildir.
Onu ancak iç mekândan geçirerek, düşlerimi, ütopyalarımı, özlediğim hayatı katarak dile
getirebilirim. Buna verilecek ad, hayatı yeniden üreten ‘yeni hayat’tır. Nesne-insan, doğa-
insan yabancılaşmasını, zihinsel olarak da olsa ortadan kaldırmadan, rahatça
söyleyebileceğim bir şey yoktur. İnsanla doğa iç içeliği özgürlüğün temel koyucu
koşuludur. Bunu ve emeğin değerini, insanın eşitlik, kardeşlik ve barış içinde yüceliğini
göremeyen bireysel bir tutum şiirime yabancıdır.
Bazen şaşıyorum: Bütün bir şiir serüvenim Sonsuz At (Digraf Yayınları, 2009) adlı seçme
şiirlerden okunurken; Sözcükler Denizi de (Digraf Yayınları, 2009) Taşa Bağlarım
Zamanı da (Metis Yayınları, 2009) olgunlaşan söylemin bilgece söyleme dönüştüğü,
büyülü dilsel katmanların oluştuğu, sözcüğün eğretileme (metafor) değeri kazandığı
kitaplar oldu. Sözcüklerin tılsımlı tadını, eşyayla, nesnelerle, gök, orman, ağaç ve denizle
bütünleşen hâlini, yoklukla varlık arasında gidip gelen kısa tarihimi ‘bilgelik biçiminde’
okumak mümkün bu kitaplardan. Küçük oylumlarına bakmayın, görünmezi görünür kılan
‘büyük şiir’ler var içlerinde.
Bir şiir dili olarak Türkçenin bütün olanakları kullanmaya çalışıyorum. Türkçenin kıvamını,
tılsımını, büyüsünü şiirlerin iç sesinden, vurgulamalarından, tınılarından çıkarabiliyorum.
Şiirlerim yalınlığını, içtenliğini, lirizmini, hiçbir şey söylememesinden değil, söyleyeceğini
yazınsallık içinde dile getirmesinden alıyor.
Çağrışım gücü yüksek olan bir sözcükten yola çıktığım şiirler de oldu yazarken, ama
genellikle bir ‘tasarım’ olarak belirir şiir. Sözcükten yola çıktığımda da, o sözcüğü
seçmemin bir nedeni vardır. Ya bir şeyi imlemesi için ya da “benzediği başka bir
göstergenin yerine koymak” için seçmişimdir. Örneğin Pars sözcüğünü, ölümün ya da
can alıcı bir şeyin yerine koyarak kullandığımı söyleyebilirim. Bir değişmece (mecaz) türü
olarak eğretilemeli kullanım hâlidir bu. Şiiri tasarımlayarak yazdığımda da, yazacağım
şeyi anlamlandıracak sözcükleri bulurum. Şiirsel işlevi olmayan şiirin boşuna yazıldığını
düşündüğümden, eşdeğerli göstergeleri bir araya getiririm. Sözcükleri, seslerini,
anlamlarını, ritimlerini, varsa yan anlamlarını gözeterek seçerim. Roman Jakobson’un
ünlü tanımı şiirlerimin ‘tasarım’ aşamasında işler: “Şiirsel işlev, eşdeğerlik ilkesini, seçme
ekseninden birleştirme eksenine yansıtır.” Birleştirme ekseni, yan yana gelen sözcüklerin,
sessel-anlamsal örgütlenmesidir ve bu biçimsellik içinde gerçekleşir. Şiire ait yapıların
oluşmasıyla (yüzey yapı + derin yapı) şiirin yapısı çatılır. Öznenin zihinsel serüveni şiirin
oluşumunda işler. Öznenin yaşantısı, bilinç içeriği, sıkışıp kalınan dar izleklerden sıyrılıp
evrensel konulara sıçramasında etkindir. Öznenin bilgi birikimi de, felsefi donanımı da bir
etken olarak şiir çalışmasının içindedir hep.
Yazılan şiirin evrensel şiir düzlemine taşınabilmesi için gerçeklik ilişkisinin bulunması,
yoğun, anlam yüklü ve somut olması temel ölçütlerdendir. Ritimli ve hepsinden önemli
biçimsel olması çağdaş şiirin olmazsa olmazlarıdır. Düzyazısal şiirde ritim aranmaz. Ama,
onun da biçimselliği önemlidir.
İzleksel genişlik ve bütünselliğe ulaşmanın yolu şairin kültürel donanımıyla ilgilidir. Bütün
disiplinleri içselleştiren bir donanım şairin şiirini zengin kılar. Yetenek de önemli ama asıl
önemli olan çalışmadır ve şairin donanımını şiirin bilgisine katabilmesidir. Şair, şiir bilgisi
ile estetik bilgisi dahil entelektüel bir donanıma sahipse, ‘izlek sorunu ve yoksunluğu’
çekmeyecektir.
Taşa Bağlarım Zamanı, çok güç, çok karmaşık bir üretim olarak yeni bir çalışmadır. Bu
çalışmanın ayrıntılarına inip irdelenmesi nasıl bir şiirle karşı karşıya olduğumuzu açığa
çıkaracaktır.
PATHOS
Yine bugünlerde birbirine karıştırılan iki sözcük Konu ile İzlek’tir. Sık sık birbirinin
yerine kullanılıyor. Konu, yazınsal ürünlerin (şiirin, öykünün, romanın) işlenmeden önce
varolan hâlidir. Genel ve somut olan hâlidir. İzlek ise konu işlenirken ortaya çıkan ve
soyut olandır. “Şiirin konusu insanlık gerçeğidir; şiir insanlık gerçeği üzerinde yoğunlaşır,”
dersem genel ve somut bir şey söylemiş olurum. Heidegger’den Bahktin’e sanat için hep
bu söylenegelmiştir. İnsanın kendi gerçekliğine yönelip nüfuz etmesi; modern şiirin
başardığı bu. Metin Cengiz’e başvuralım: “Demek konu, şiirde bir yaşanmışlık olarak
insanın genel durumunu yansıtan, genel ruhsal zenginliği temsil eden, şiirin bütünleyici
bir parçasıdır.” (4). Konu, şairin elinde biçimlendirilmesi, anlamlandırılması gereken
malzemedir. Şairin yaratıcı gücü onu yeniden üretir - biçimlendirir. İzlek ise konunun
estetik değerlilik kazanmış birimidir. Şiirde konuyu Eliot şöyle özetliyor: “Konu şiir için
vardır, şiir konu için değil. Bir şiir, olanı belli bir biçimde birleştirerek birkaç konuyu ele
alabilir, bu bakımdan “şiirin konusu nedir?” diye sormak anlamsız olabilir. Birkaç konunun
bütünleşmesinden başka bir konu değil, şiir ortaya çıkar.” (5) Görüldüğü gibi şiiri daha
geniş ölçekte düşünüyor Eliot. Hiçbir şair, “şu konuyu yazacağım” diye masaya oturmaz.
Metin Cengiz, kaynakçada andığım kitabında şiirin yazılma süreçlerini şöyle özetler: “…
kısaca topyekun bir yaşantının uç verdiği her şey bir şiirin başlangıcını, giderek kendini
oluşturur.” (s.51). Şairin yaşantı içeriği + bilinç içeriği + şiirin ve estetiğin bilgisi +
yaratıcı imgelem süreci + yazınsal imgeler süreci vb bir dizi sürecin açımlanmasını
olanaksız bulurum. Bir sözcükten yola çıkan şair de, bir müzik parçasından hareket eden
şair de şiire varır. Süreçler farklı işleyebilir.
Pathos.- Pathos sözcüğüne gelince, bu Yunanca sözcük hakkında fazla bir kaynak
yok elimde. “Dert ve acı çekme” olarak tanımlanıyor. Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili adlı
kitabında, “Yunanca pathos sözcüğü, sanat yapıtının acıyla ilgili anlatımının seyirci ya da
okurda üzüntü ve acıma gibi yoğun duygular uyandırması” olarak tanımlar. Pathos’un,
Patetik sıfatıyla ilişkisi var. Bu iki terim Trajik olandan ayrılıyorlar. Yine Gürbilek’e
başvuralım: “ “Patetik” sıfatı da “acıklı”, “dokunaklı”, “hazin”, “yürek paralayıcı” gibi
anlamlara geliyor. Ama “trajik”ten farklı olarak “patetik” daha çok haksız yere çekilen,
çaresizce kabullenilmiş acıyı belirtir. “Trajik”, kaçınılmaz kadere başkaldıran kahramanın
bu seçimi yüzünden çektiği acıyı anlatırsa, “patetik” daha baştan kaderin sillesini yemiş,
masum ya da korumasız, öksüz ya da yetim, ezilmiş ve aşağılanmış olanın acısını anlatır.
(…) Bir bakıma talihsizlerin, güçsüzlerin, zavallıların alanıdır pathos.” (6)
“Acı”yı benliklerinden şiirlerinin gövdesine taşıyan Ahmet Telli, Şükrü Erbaş, Akif
Kurtuluş, Ali Cengizkan gibi şairler anılmalıdır. Gülten Akın, Ahmet Oktay gibi öncü şairler
“acı”yı, “ölüm”le, “intihar”la birleştirerek bir “çağ profili” çizerler. “Acı”yı saplantı hâline
getiren, yaşantının uç verdiği yerden değil, yoğun duygu içinden yansıtan Ahmet Erhan’ın
şiiri Pathos niteliğiyle belirir.
Orhan Aklaya, şiirin estetik değerinden ödün vermeden, öznenin yaralı bilincini
şiirine taşır. Orhan Alkaya’nın şiirleri, dışlanmışlık duygusunu, tarihe ve özneye güven
duygusu içinde dile getirir. Onun şiirlerinde, yenilmişlerin tarihi direnç noktası oluşturacak
biçimde dile gelir.
Pathos ya da Patetik oluş Ece Ayhan’ın Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin
Şiirler’inde (7) tanımlananın ötesine geçen tarzda dışa vurulur. Öksüzlerin, yetimlerin,
masum ya da korumasızların durumu “kara şiirler”de dile getirilir. Acı çeken insanın
çığlıkları, sabahlara kadar dövülmüş kadınlar…
Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim
Emraz Zühreviye Hastanesi’ne kapatıldı anamız
Adıyla çalışan evmiş Sirkeci kadınlarındandır
…
Kaynakça :
Modern Tük şiiri, zekâ parıltısı taşıyan şaşırtıcı şiirlerle doludur. İkinci Yeni şiirleri
sözdiziminin bozulduğu şaşırtıcı zekâ ürünü şiirlerle doludur. Can Yücel’in şiiri sayısız zekâ
gösterisiyle kendine özgülük kazanırken; Salâh Birsel “duygu” ile “zekâ”nın bileşimi bir
şiir ortaya koyar.
Metin Cengiz, “Alkol ve Şiir” başlıklı yazısında, “Ama yazdığım şiirlere genelde bir
kadeh içki yazmanın keyfine hep eşlik etmiştir. Şiirin zekâsı böyle daha dengeli olmuştur
sanki” diyor. Burada dikkati çekici nokta “şiirin zekâsı” ifadesidir. Şiirin, yaratıcısına bağlı
olarak zekâ kıvraklığı sergileyebileceğinin ifadesidir bu. Şiirin bir zekâ rotası
izleyebileceğini gösterir. Ana malzemesi yine dildir; şair dili şiirleştirerek zekâ gösterisine
girişebilir. Metin Eloğlu’nun şiiri, humor ve ironi öğeleri ile zekânın seçkin örneğidir.
Şiirin zekâ ile olan ilişkisi, dilsel sonuçlarda ortaya çıkar. Dil ise başlı başına şiir
değildir. Dilin şiir olabilmesi şiirsel bilgiyle olur. Şiirsel bilgi, öteden beri, heyecana
dayanan bilgi olarak tanımlanır. Zekânın bir ulamı olan aklın dışına çıkarak, gerçek
konusunda duyduğumuz heyecanları dile getirebiliriz. Cemal Süreya’nın,
dizesini, bakın Oktay Rifat nasıl yorumluyor: “Şu bizim alıştığımız, alıştığımız için tadını
yitirdiğimiz zurnalı çingene gerçeğini ele alırken, önce çingene sonra zurna kalıbını
parçalıyor, çingene zurnadan geçiyor, böylece aklın baskısını hiçe sayarak, bize gerçeği
ilkel heyecanıyla tattırıyor”. Peki, bu bileşimi yapan zekânın şiirde hiç mi payı yok?
Anlatılmazı duyuran bir örgütleniş olan şiir, okurun da algısını bozduğunda, algıyı bozanın
“zekâ” olduğunu söylemek gerek: Yeni epik şiirin önemli bir temsilcisi olan Hakan
Şarkdemir’in ‘Yerçekimi Bilgisi’ kitabından bir dörtlük aktarayım:
Şair burada, sayıp döktüğü çeşitli kesimden insanlara ey ünlemiyle sesleniyor. Algıyı
bozan dörtlüğün son dizesidir. Ünlem imi kullanmadan ‘kaybedenler ey’ ile son dizeyi
bitiştirerek tamamladığına göre, anlamsal bütünlüğü de son dizeye yüklüyor. ‘Tekinsiz bir
şerit’ nitelemesi ‘tekinsiz yol’un şeridini çağrıştırıyor. Yol ise ‘hiza ve istikametten’, bir
düşünce uğruna gidilecek ‘yol’a, ütopyaya dek uzanan çağrışım zincirini içeriyor. Şiirin
konuşan öznesi, ‘gelmişim çözüyorum tekinsiz bir şeridi’ dizesi ile ‘kaybedenlere’ güven
veriyor. Belki yanlış yorumluyorum. Umberto Eco, yanlış yorumların da ‘değer’ içerdiğini
belirtiyor.
Söylemek gerek: Şiirde zekânın payını küçümseyen anlayış ortak dile takılır kalır.
Modern şiirin dili ortak dilden kopuşun dilidir. Ortak dilden ayrılabilmek, dilin eşdeğerli
sözcüklerini seçebilmeyi, seçilen sözcükleri ‘bileştirme’ eksenine taşıyabilmeyi gerektirir.
Jakobson’un ifadesiyle, “Şiirsel işlev, eşdeğerlik ilkesini, seçme ekseninden birleştirme
eksenine yansıtır.” Şiirsel işlev, şiirin şiir oluşunun esasıdır ve zekâ ile bilinci gereksinir.
İRONİ
------
Kaynakça :
Modern şiire felsefi teyeli dışarıdan bir ‘müdahale’ olarak görmemek gerekir.
Dahası, şiiri felsefenin yedeğine indirgeyici her tutum şiirden ayrılmayı göze almayı
gerektirir. Bu da başka bir ‘şey’in inşası demektir. Deneyim şudur: Felsefi güçsüzlük ya
da yetersizlik durumunda şiir, zamana ve varlığa dair söz alır, almıştır. Şiirin kendi
yapısını, özerkliğini koruyarak derin yapıya taşınan derin anlam bir zaman şiirin başat
öğesi olur, olmuştur. Alain Badiou, bunu şiire ‘komşuluk’ olarak görmektedir. (Badiou,
felsefe için manifesto, 2005, s.77)
Tam emin değilim ama şiir, öznenin nesnesiyle arasına mesafe koyduğu noktada
üretilebilmektedir. Sözcüğün işaret ettiği nesnesiyle arasının açılması, askıda kalması bir
özerklik sağlar mı ona? Sağlarsa, nesnesiyle çakışmayan, semantik, ritmik, fonetik açıdan
eşdeğerli sözcüklerin bağdaştırılması yeni sessel anlamsal bağlamlar kurabilir
düşüncesindeyim. Özne-nesne ayrışması, nesnesiz özne, öznesiz nesne sorunu,
gerçekliğin kavranamayacağı kaygan bir zemin yaratır. Denklik, nesnenin yerinden
edilmesiyle bozulur. Özne-nesne ilişkisinde dilin seçikleşmezi seçikleştirmesi; özellikle şiir
dili bağlamında, dünyayı, evreni, insanı anlamlandırması önemli ve bağlayıcıdır. Şiir, dilin
bağlayıcı egemenliğinden kurtulup özgürleştiği noktada özgür bir ‘edim’ olacaktır. O
zaman seçikleştirilemez olan seçikleştirilebilecektir.
Şiire, şiirin terim ve kavramlarıyla, yazınsal bir edim olarak bakan şairler için, şiir
felsefe ilişkisi, yabancısı olduğumuz izlek evrenini ve kavramları kapsar. Şiirden bakınca
şiirin de, felsefe gibi bir varlık beyanı olduğunu söyleyebiliriz. Fazladan, şiir, estetize
edilmiş Ben’in, dolayısıyla Öteki’nin varoluşunun açımıdır. Söylemlerinin farklı olduğunu
yazmak bile fazla. Ama söylenmesi gereken de şiirin yaşam, yaşantı, bilinç ile
bağlantısallığıdır. Ayrıca, sözcüklerin örgütlenişi olarak da sese ve anlama dönük
bağlamsallığı vardır. Sözcüğün gündelik tarihsel, toplumsal, arkaik artalanı da, yananlamı
da, göndermeleri de bağlamsaldır. Bağlamsallık, sözcük bağdaştırmaları, sözceler,
tümceler, sözdizimi vb. kurgularla esnekleşir, değişkenleşir, şiirsel anlam da, ses de
doruğa taşınır ya da derin yapıya geçer.
Varlığın hiçliğe mahkum edildiği çağımızda şairler, varlık sorununu evrensel olarak
yeniden dile getirebilirler. Şiirin, entelektüel estetikle yapılandırılışı varlık sorunundan
başlamalıdır; böylece, özne-nesne, insan-dünya çiftlerinin buluşması, özgürlüğün de
temeli olabilir.
Söylemek gerekir: Alain Badiou bir düşünür. Şiire de felsefeden bakıyor doğal
olarak. Celan, Pessoa, Mandelstam’ın şiirleri bağlamında şunları yazıyor: “Bu şiirlerde
sanatın kendisine yetmediğine dair itirafın şiirsel olarak sözcelenmesini, eklentilenmenin
yükünden kurtulmayı talep ettiğini ve şiirin ezici otoritesinden kurtarılmış bir felsefeyi
umut ettiğini okuyorum.” (s.75). Şiire atılan felsefi teyel, şiirden bakınca öyle
görülmüyor: Şiirin arzusu, felsefeyi de içermesine karşın, şiirin yeniden mümkün
olabilmesidir. Ben, Badiou gibi okumuyorum bu şairleri. Modernliğin tam içinde felsefenin
felce uğradığı, insanın çözümsüzlüğe itildiği, yaşamın mümkün olmadığı, faşizmin
yükseldiği dönemde Celan da, Mandelstam da şiire eksikliği duyulan bir işlev
yüklemişlerdir. Şiirin kesintiye uğraması söz konusu değildir. İnsan yaşamı kesintiye
uğratılmıştır. Toplama kampları, çalışma kampları, soykırım, 20.yüzyılın kara sayfalarıdır.
Şiirin ontolojik bir çıkartma yapması söz konusudur bu dönemde. Şiire eklemlenen felsefe
yaşamsal bir felsefedir. Acıları gidermekten uzaktır. Celan’ın sessizlik, suskunluk şiirleri
bunun somut örnekleridir.
Alain Badiou, yapıtının bir yerinde “zamanın kardeşliğiyle buluşma”dan söz açıyor.
Bunu Celan ve öteki şairler, şiirleriyle gerçekleştirdiler.
Daha iyi bir dünya nasıl mümkünse; insanlık için daha iyi, daha büyük, daha
kuşatıcı bir şiir de mümkündür.
BÜYÜK ŞİİR ÜZERİNE
Şiirde yer alan nesneler ile gündelik hayatın içinde yer alan nesneler farklıdır.
Şiirde yer alan nesneler, şiirin göstergeler birliğine katılan ve artık şiire ait olan
nesnelerdir. Genel olarak dil bir göstergeler dizgesidir. Özel olarak şiir dili, şiire ait bir
dizge oluşturur. Şiir dili, tıpkı şiir gibi, şairin yaptığı, kurduğu, özel ve genel estetiksel
iletişimi olan bir dildir. Şairin biçeminin taşıyıcısıdır. Biçemi, kişiselleşmiş söz olarak
niteleyebiliriz. Çağdaş şiirde nesneler, tıpkı sözcükler gibi, anlamsal ve sessel olarak yer
alırlar. Nesneler de sözcüklerle ifade edilirler.
Dilbilim açısında nesne nedir? “Masayı görüyorum” tümcesinde ‘masa’ nesnedir.
Felsefe açısından nesne, öznenin karşısında olan varlıktır. Duyularla algılanan,
adlandırılmış, zaman ve uzam içinde kavranabilen şeylere ‘nesne’ diyoruz. Bilincin
kavradığı bir şeydir nesne. Öte yandan, anlamlı en küçük dil birimine ‘sözcük’ diyoruz.
Nesneler de sözcüklerle adlandırıldıklarına göre, şiirde ‘sözcük’ olarak yer alırlar. Ne ki,
doğal dildeki anlamlarını aşan bir bileşim içinde yer alırlar. Bu da, çeşitli sözcük
bağdaştırmaları ve imge olanaklarıyla gerçekleşir. Nesneleri adlandıran sözcük, imlediği
anlamın dışına taşarak şiire ait olur. Nesneleri adlandıran sözcükle anlamı arasındaki
uzaklık açılarak yeni anlamlar ve anlamlandırmalar yapılabilir. Sözcüğün (nesnenin)
imlediği şeyden bağımsızlaştırılarak, imge, eğretileme, yan anlam gibi sanatsal düzenek
içinde yapılabilir bu.
Modern şirin dili, doğal dilden saparak oluşturulan dildir. Şiir dili derken, doğal
dilden farklı olan (fark sözdizimsel olduğu gibi anlamsal ve sesseldir de) dili ifade etmek
istiyorum.
Modern şairlerimiz tek sesli şiirden (doğal dile dayanan şiirden) çok sesli şiire
geçerken sözcüklere, nesnelere farklı anlamlar, sesler yükleyerek kurucu bir işlev
üstlendiler. Edip Cansever, dizenin işlevini yitirdiğini belirterek, duygularını, gerilimlerini
şiirin yapısına yayarak çok sesli bir şiir üretti. “Masa da Masaymış Ha” adlı çok bilinen
şiirinde, nesne olarak masayı değil, ışığı, bisiklet sesini, duygularını, isteklerini koyduğu
bir başka şeyi anlamlandırdı. Şiirdeki masa, şiire ait bir masa-sözcük yükü kazandı.
Özdemir İnce’nin şiirin toprağına otlarla eklediği şey neyi imler? Özne-nesne
karşıtlığının bittiği yeri imler. Ot Hızı şiirlerinde konuşturulan otlar, gerçek nesneler
olsalar da olmasalar da bir şey fark etmez; onların metinsel gerçeklikleri tamdır. Çünkü
Özdemir İnce sözcükler arası ilişkilere dayanan bir şiir kurar. Öteki şairler de öyledir ama,
Özdemir İnce’nin farkı, şiirsel metnin dünyasal bağıntılarını metin içinde yeniden
üreterek iletişim kurmasıdır. Şiirinin okurla kaynaşması, içtenliği bu niteliğinden gelir.
Her şiir, incelemeciler için sözcüklerle örgütlenmiş bir nesnedir. Şiir kitabı bir
nesnedir. Şiir, öyküye, romana göre, nesneleşmesi zor bir türdür. Kimi zaman, yazınsal
bir tür olduğu bile kabul edilmez. Dilinin, doğal dilden kopmuş olması, farklı bir dil oluşu,
şiirin nesneleşmesini zorlaştırır. Şiire ait bilgi birikimini gerekli kılması, modern şiirin
nesneleşmesini geciktirir.
Somut şiir, sözcükten koptukça, öteki öğeler öne çıktıkça nesneleşecektir. Somut
şiir çalışmalarını, şiirin birimlerini yerlerinden oynatma çabaları olarak görüyorum.
Şiirdeki arayışlara açık olmalıdır çağdaş şair. Ne ki, sözcüğü, sözceyi yerinden etme,
yerine çizgiyi, çerçeveyi, çeşitli biçimleri koyma çabası şiiri şiir olmaktan uzaklaştırır. Şiiri,
şiir eden öğelerden vazgeçilemez. Modern şiirin temel koyucu öğeleri sözcükler ve
sözcelerdir.
Modern şiirde nesnelerin görünmesi sözcüğün görünmesi demektir aynı zamanda.
Behçet Necatigil, adlarının Türkçe olup olmadığına bakmaksızın çağdaş nesneleri şiirine
taşımaktan çekinmezdi. Her şair, ilgi duyduğu nesneleri şiirine taşır. Nâzım Hikmet,
Mayakovski fütürizminin ufkuna girdiğinde, hızın ve sanayileşmenin nesnelerini şiirine
taşıdı. Özdemir İnce çocukluğunun nesnelerini belleğinden çıkararak şiire taşır,
taşımaktadır. Metin Cengiz ilgi duyduğu nesnelerle bütünleşir.
Sözcükleri (göstergeleri) sarsıp şiirime yeni yükler eklemek amacıyla benim de
nesneyi sözcük olarak sıkça kullandığım söylenebilir. Testi vb. Bazı nesneleri sıkça
kullandığımı da belirttiler. Ayrıca, Akdenizli oluşla örtüşen, şiirlerimin bir florası ile faunası
var. Ama, asıl değişim dilde, dilsel kırılmadadır. Yeni Kantolar’la tamamlanan Kantolar
döneminde gerçekleşti dilsel kırılma. Kantolar’da monolog ile şiirsel söylem, nesne ile söz,
imge ile söz, gerçek ile üstgerçek, bilgi ile büyülü söz; bazen yer değiştirerek, bazen de
birbirinin içine girerek anlamın birliğini kurdular. Yeni Kantolar’ın doğrultusu modern
dünya şiiridir. Büyük şiirdir. “Artık, şairin, dünya şiirine kapılarını açma çabası kitapta
dikkati çekiyor” sözleriyle Yeni Kantolar’ı değerlendiren Orhan Kahyaoğlu buna dikkati
çeker.*
Taş, deniz, pars, ağaç, kuş gibi canlı cansız nesnelere, varlıklara düşkünlüğüm
bilinir. Ancak, şiirlerimde nesneler yer değiştirerek başka şeyleri imler. Bu durum, doğal
dilden kopmayı gerektirir: Şiir dilinin oluşması ise “başka türlü bir şiire” dönüşmesi
demek değildir. Başka türlü bir şiire dönüşme çabası, çağının çağdaşı olan bir zihniyet
dünyasının içinden insana, evrene, kendine bakıp modern şiirin deneyimlerini
içselleştirmekten geçer.
Modern şiirin poetik öğeleri şiirin yapısına bağlı olarak oluşur. Modern şiir, kendine
özgü sözdizimi olan şiirdir. Her modern şair kendi gramerini kurar. Ama yalnız bunlar
değildir modern şiir. Modern şiiri gramere, sözdizimine indirgemek de yanıltıcı olur.
Özne ile nesne arasındaki kopukluğun Aydınlanmanın çelişkilerinden biri olduğunu
biliyoruz. Felsefenin kavramıyla düalitenin aşılması, özne ile nesnenin ‘barışmasıyla’
olasıdır. Kapitalist üretim tarzının ürünü olan ‘emeğin soyutlaşması’ olgusu, nesnesine
yabancılaşan bireyi ortaya çıkardı. Nesnesinden kopan insan sanatçıysa, nesnesinin bütün
görünüşlerini göstermek ister. Arzunun yol alışıdır bu. Bu, Kübizmin öteki akımlardan
ayırt edici özelliğidir aynı zamanda. Şair de, duyuları birbirine karıştırarak eşyanın tadını
yakalar. Belleğindeki imgeleri açığa çıkarır. Dağları, gece yarısı yiten tekneyi sevgilisin
gövdesinde arar. Şiirin dünyasallaşmasıdır bu. Octavio Paz’dan bir örnekle gösterelim:
BÜTÜNLEMEK
Roland Barthes “Şiirsel bir düzyazı var mıdır?” ara başlıklı yazısında çağdaş şiirin
sözcüklerin kendi güçleriyle oluştuğunu, kurulduğunu söyler. Sözcüklere yeni anlamlar
yüklenerek ya da anlamlar yüklenmeyerek yeniden üretildiğini saptar. Çağdaş şiirde
sözcüklerin bir araya getirilişinin, yani ‘bağıntı’ etkisinin kırıldığını belirtir. Çağdaş şiirde
sözcükler bir şeyi anlatmak için değil, bir şeyi anlamlandırmak için bir araya gelirler.
Mallarme’nin “şiir düşüncelerle değil, sözcüklerle yazılır” sözü ile Cemal Süreya’nın
“çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” sözü birbiriyle örtüşür. Çağdaş şiirde sözcük, doğal
dildeki bir şeyi imleyen yükünden kurtulmuş, Barthes’ın sözleriyle “beklenmedik bir
nesne” yükü kazanmıştır.
Çağdaş ve modern şiir, görüneni değil, görünmeyeni üretir. Sözcüklerin şiirde yer
alışı düzyazıdaki gibi değildir. Şiirde sözcükler imledikleri şeyden soyunmuş, kendi
değerini bulmuştur. Nesneler de öyledir; çağdaş şiir içinde, farklı anlamlandırma öğeleri
olarak kendi değerlerini kazanmışlardır. Octaio Paz’ın şiirindeki teknenin sevgilinin
gövdesi olması gibi, nesneler de farklı değerler kazanır.
Bazı yazılar vardır, dolaylıdır. “Bir şey söylerken başka bir şey anlatmayı amaçlar.”
Bu tür yazıların anlaşılması zordur. ‘İroni’ kavramıyla açıkladığımız bu tür yazılar insanın
başına işler açar. Murat Belge, Daniel Defoe’nun başına gelenleri ‘İroni’nin Sakıncaları’nda
yazmıştı. Ben, ironi içermeyen, dolaysız anlatımı seçen bazı yazıların da anlaşılmadığı ya
da anlaşılmak istenmediği kanısındayım. ‘Büyük Şiir Üzerine’ başlıklı denemem Kitap-lık
dergisinde yayımlandıktan sonra, anlaşılmak istenmediği kanısını uyandıran ‘itiraz’
yazılarıyla karşılaştım. 2006’da yayımlanan ‘Kantolar’ı da ‘büyük şiir’ kavramlaştırmasına
dahil etmiştim. ‘Vay, sen misin bunu yapan!’. Üstelik, itirazlar, ‘Kantolar’ okunmadan
yapıldı. Metin analizi yapılsa, hiç şüphesiz, imge düzeni, dilsel kırılma, izleksel genişlik
görülebilirdi. Ama öyle olmadı. Metni temel almak şöyle dursun, kof benlik konuşturuldu.
Ezra Pound, Canto LXXXI’de “Sıyır at kof benliğini – Sıyır at dedim” der. Benliğin
konuşturuluşu eleştiriyi önleyen bir durum oysa. Bu durumu eleştiri, inceleme, metin
çözümlemesi ile aşabileceğimizi anlayacağımız noktaya henüz gelmemişiz demek ki.
Buradan, iddia ve ısrar ediyorum: ‘Kantolar’, VI. Senfoni ve öteki şiirleriyle büyük
şiirlerden oluşmaktadır. Şiir zaten hayatın içindedir. Şiirin kendisi, Ben’in varoluş
biçimlerinden biridir. Modern şiirin gerçekliği kendindedir. Başka yerde aramak boşuna
çabadır.
Kullandığımız dil konuştuğumuz dildir. Yapılan ise dili artistik biçimde kullanmaktır.
Murat Belge, edebiyat için, “çokanlamlı ve ‘textuel’ [metinsel] değil, ‘contextual
[bağlamsal]; anlamını bağlamından alan dil. Onun için, ‘seni köpek seni’ dediğimde
bağlamına göre küfür de ediyor olabilirim, sevecen bir laf söylemiş de olabilirim” diyor.
Şiir de anlamını bağlamından alan dile dayanıyor. Yazdığımız her şiirsel sözün, dizenin
hem şiir içi, hem şiir dışı bağlamı (context) vardır. Olmazsa anlam oluşmaz.
Marksist estetik olsun, Marksist olmayan estetik olsun, öteki disiplinler olsun
(felsefe, dilbilim, göstergebilim, fenomenoloji, psikoloji vb.) dünyaya bakışınızı,
kavrayışınızı değiştirecektir. Algılarınızın boyutu genişleyecektir. “Ben yaptım oldu”
anlayışının değişmesi gerekir. Edebiyat ve şiir üzerine söylemleriniz olmalıdır. Örneğin,
“şiir insansızlaştı” diyen birine ne yanıt vereceksiniz? Bunun, “içinin boş” olduğuna dair
bir söyleminiz olmalıdır. Söyleminiz olması için dolu dolu insan olmalısınız. Önce insan
olmalısınız; çünkü şiirin kendisi insanın varoluş biçimlerinden biri. Bu varoluş biçimini
seçerken (öyle ya, sizi şiir yazmaya iten bir neden olmalıdır) bir hiza ve doğrultunun da
olması gerekir. Genç şairin hiza ve doğrultusu ‘büyük şiirler’ olmalıdır.
Bugün, majör bir şiir yazılmıyor: Yeni bir zihniyetin içinden, çağın insanının
tinselliğini, sıkıntılarını, insanî bir derinlik ve boyutla, felsefî bir derinlik ve boyutla, yeni
bir biçimsellikle yansıtan şiirler yok: Şiirin yönünü değiştiren, ‘kurucu’ özellikler barındıran
şiirler.
Her şair kendi havuzuna su taşıyor: Gülten Akın’ın Kuş Uçsa Gölge Kalır’ı, o
incelikli şiirinin süreği. İlhan Berk’in Tümceler Geliyorum’u, dünyayı, varoluşunu, bir
tümce boyu yaşamı anlamlandırıyor. Dağlarca, Genç’te ve Arkası Siz’de çok kötü şiirler
yayımlarken; İçimdeki Şiir Hayvanı ile Orda Karanlık Olurum’da büyük şiirin mecrasına
giriyor. Ahmet Oktay’ın Lirikler’i, Ben’in çevresinde toplumsal matrisiyle dikkati çekiyor.
Dağlarca’nın Taş Devri 1940’lardan gelmesine karşın bir başyapıt. Özdemir İnce’nin Mani
Hayy, Evren Ağacı, Ot Hızı, Keskindoreke Fındınfalava ile yenilerde yayımlanan Mağma ve
Kör Saat’ı, sorunsalı insan, insanın yeryüzündeki varlığı, zamanı ve mekânı karmaşık
konumu olan şiirleri ‘büyük şiir’ konuşulduğunda hep öne çıkacak nitelikteler. Enis
Batur’un Neyin Nesisin Sen’i poetik birikiminin incelmiş sesi; fısıltıyla varoluşunu imliyor.
Hilmi Yavuz’dan şiir yok ama poetik birikimini yazılarıyla sürdürüyor: 1) Şiir ve
entelektüel tarih; 2) Şiir ve gerçeklik; 3) Yapı ve bağlam:metinlerarasılığa değişik bir
yaklaşım denemesi; 4) Şiir, neden bu kadar ürkütücü? 5) Şiir ölüyor mu? 6) Genel bir
okuma modeline doğru I ve II. Bu yazılar, şiir üzerine düşünce üreten bir şairin
entelektüel portresini ortaya koyuyor.
‘Büyük şiir’in ne olup ne olmadığı, nasıl oluştuğu konuşulurken, sık sık kuramsal
çerçevenin dışına çıkan, irdeleyemediğimiz bir sorun var:Poetikanın gövdesinde yer alan
bu sorun ‘şiirin varlık’ nedenidir. Şiir neden var edilir? Neden şiir yazılır? Belki temel
koyucu niteliktedir şu neden: Şairin varoluş biçimlerinden biridir şiir. Şiirin oluş
serüveninde yer alır şairi ve varoluşun dile gelme, anlamlandırılma süreçleri dahil, biçim
ve yapıya dönük imgesel düzenek, dil ve söylemin yöneldiği şiirsel gerçeklik alanları
dönüp dolaşıp şiirin varoluşunu açığa çıkarır. Yanıtlanan ‘neden şiir yazarız’ sorusudur.
Çünkü şiir insanın varoluş biçimlerinden biridir. Resim, sinema, müzik gibi öteki sanatlar
da öyledir. Roman, öykü türleri de öyledir. Tarih, mitoloji, felsefe gibi disiplinler dile geliş
ve söylem farklılıklarına karşın, şiire katılırlar. Şiirin dolayımında yer alırlar.
Şiiri iki eksen kuşatır: 1) Yaşantı içeriği; 2) Bilinç içeriği. [Yaşantı içeriği ile bilinç
içeriği düzeyi kavramlaştırması Celâl Soycan’a aittir.] Bu iki eksen ya da düzey, modern
şiirde çok karmaşık süreçlerden geçilerek estetiksel-dilsel düzleme çekilir. Şairin yaşantı
içeriği şiirinde çok sağlam bir zemin üzerinde yer alabilir de almayabilir de. Şairin bilinç
içeriği düzeyi ise yaşantı ile sınanarak çok daha başka disiplinlerle, örneğin felsefe, tarih,
mitoloji, dilbilim vb. beslenerek geniş dolayımlara girer. Şairin bilinç içeriği düzeyi şiirin
asal belirleyenidir. Bilinçdışı, düşler, gerçeklik ve üstgerçeklik alanı bilinç içeriği düzeyine
aittir. Bilinç içeriği düzeyi; dil, anlam, dilsel kurgu, biçim-biçem, sözdizimi gibi şiire ait
öğelere dönüşerek eşgüdümlü bir yapı oluşturur. Bu arada, sözcüğün temel birim oluşu
nedeniyle, ses+anlam bütünlüğü de, şiirin şiir oluşunda belirleyicidir.
Modernite, insan ile nesne arasına duvarlar örmüştü. Modernist şiir özne-nesne
ikiliğinin aşılmasında, düalitenin çözümlenmesinde bir işlev yüklendi. Özne-nesne
ikiliğinin ortadan kaldırılmasında post modern eleştirinin de payı var.
Doğa, doğanın nesneleri varlığa yeniden dönmüştür. Varlık, yüzünü yeniden
doğaya dönmüş, bütünselliğini orada bulmuştur.
Dili ayraca alıp sabitlemek nasıl olanaksızsa, ki dil kaygan bir zemindir, dünyayı da
ayraca almak olanaksızdır. Tıpkı durmayan hayat gibi, dünya da devinim halindedir. Şair,
olsa olsa, dünyaya seyredebileceği bir uzaklıktan şaşkınlıkla bakar. John Berger, “ ‘görme’
sözcüklerden önce gelmiştir” der. Şair, doğayı tininin bir parçası olarak algılar, algılatır.
Böylece, doğa yaşantıya içkin kılınır, yaşantı ve bilinçte sürer. Doğanın dilsel olanaklarla,
insana ait bir şey olduğu şiirde açığa çıkarıldığında da, estetiksel olarak yeniden üretilerek
doğal ortama salındığı söylenebilir.
Şair, bilinen sözcüklerle bilinmeyeni var edendir. Şairin gözü, görüneni görür.
Algılama, anlamlandırma sonra gelir. Görünmeyeni görme ya da öngörme bilinçte
gerçekleşir.
ŞİİR ÇEVİRİSİ İÇİN ÇIKMALAR
Dünyanın neresinde olursanız olun, hangi ülkeden, hangi dilden, hangi ulustan
olursanız olun şiir okuru kıyıda, köşede, tenhada, nitelikli ve sessizce anlaşabildiğimiz bir
azınlıktır. Yeryüzünün dört bir yanına dağılmış, farklı kültürlerden, farklı yaşantı
deneyimlerinden gelen şiir okuru, gerek anadilinde yazılmış şiirin, gerekse başka dilde
yazılmış şiirin çevrisinin insana yönelik sesini, tınısını, ritmini, anlamını algılar ve iletişim
kurar. Şiir, yazıldığı dilde de okunsa, okurla örtük ya da açık bir ilişki kurar; sesler,
renkler göz ucunda değil, ta içte uçuşur, dibe çöker. Oysa, yazıldığı dilde de şiir
tükenmemiştir. Yeniden okunduğunda farklı algılanabilir yapıdadır; tabii has bir şiirse.
Cezanne’a bir eleştirmen sorar: “Resmi nasıl bitirdiniz?”. Yanıtı şöyle olur: “Bitirmek mi,
ne bitirmesi?”. Modern resim gibi, modern şiir de öyledir: Bitmez, bitirilemez, tüketilemez
ne şairince, ne de okurunca. Eğer şiir, çok katmanlı, çok sesli, yorumsallığa açık bir şiirse,
büyük şiirse tabii.
Bir şair, nasıl yaşantı içeriği ile bilinç içeriğinden, bir de içinde varolduğu dilin
şiirinden beslenirse; başka dillerin, kültürlerin şiirlerinden de beslenir.
Eliot’ın bir şiirini Suphi Aytimur “Üç Müneccimin Yolculuğu” başlığıyla, Ülkü Tamer
“Mecusilerin Yolculuğu” başlığıyla çevirmiş. Ülkü Tamer’in Türkçenin dil yapısına uygun bir
çeviri yaptığını, düzyazısal tatlardan şiir devşirdiğini düşünmüşümdür. Bilmiyorum,
haksızlık yapmak istemem, Suphi Aytimur’un çevirisi belki daha doğru bir çeviridir. Ama,
şiir tadı Ülkü Tamer’in çevirisindedir.
Türkçenin nasıl “Altın ve Gümüş” şairleri varsa, “Bronz ve Pirinç” şairleri de var.
Dünya şiirinde de böyledir bu. Bazen şairlerimiz “Altın ve Gümüş” şairleri atlayıp “Bronz
ve Pirinç” şairlerinden etkilenmişlerdir. 1940’larda Ezra Pound, Eliot, Kavafis, Rene Char,
Saint John Perse, Neruda, Mayakovski, Rimbaud, Lautreamont ve üstgerçekçi şairler ne
kadar tanınıyordu Türkiye’de. Çevirileri var mıydı? 1956’da Jakobson, şiir ile düzyazıyı
birbirinden ayırırken, dilin iki kutuplu olduğunu saptıyordu: “Birinde eğretileme (istiare)
ötekindeyse düzdeğişmece (mecaz-ı mürsel) vardı bu kutupların.” (Oğuz Demiralp,
1979). Biz, ne kadar farkındaydık şiir dilinin? Bugün şiirin gücünden ne anlıyoruz?
Yukarıda Altın, Gümüş, Bronz, Pirinç şairlerimiz nitelemesini yaptım, Enis Batur’dan ödünç
alarak. Enis Batur “Teneke’gillerin kitaplarından geçilmiyor” diyordu, Yayıncının Sessiz
Katkı Payı başlıklı denemesinde. Teneke’giller büyük ölçüde Borsa’yı dolduruyor bugün.
İyi şiir, has şiir, büyük şiir kovuluyor ya da sessizlikle geçiştiriliyorsa, yazın ortamında bir
sorunsal var demektir.
Şiir çevirisi için çıkmalara dönecek olursam; şiir dilinin aldığı konuma Oğuz
Demirap’ın “Eğretileme ve Şiir” yazısından bir bölüm aktararak, çeviri sorunsalının
çözümünün güçlüğünü göstereyim: “Bir örnek daha, Oktay Rifat’tan: “Balıkçıl gibi sabırla
su başında”. İlkin insan balıkçıla benzetilir, sonra insancıl bir nitelik balıkçıla aktarılır,
balıkçıl benzeyen olur. Ama bu iki yönlü karşılaşmayı bir düzdeğişmece güdüler. Şiirin
öznesi su başında olduğu için balıkçıl imgesi çağrılmıştır. Su ile insanın bitişikliğinin
ürünüdür balıkçıl benzetmesi.” Oktay Rifat’ın balıkçıl eğretilemesini başka bir dile nasıl
aktaracak çevirmen? Şiirin, gündelik dilden çok farklı kendine özgü dilini, kaynak dildeki
insanın balıkçıla benzetilmesini, balıkçıla insancıl bir nitelik aktarılmasını amaç dilde nasıl
yansılayacaktır çevirmen? Güç iştir şiir çevirisi. Bu güçlük bilinmekle birlikte, şiir çevirileri
yapılagelmekte, yapılagelecektir.
1) Şiir çevirileri yapılacaktır da, karşılaşılacak güçlükleri erek dilde çözmek zor
olacaktır. Çünkü şiir dili iletişim dili gibi düz değildir. Şiir dili salt anlam düzleminde değil,
sözcük, sözdizimi, ses düzleminde de sapmalar içerir. Alışılmamış bağdaştırmalar içerir.
Anlamsal, sözcüksel, sözdizimsel, sessel sapmaları, alışılmamış ve ilk kez kullanılan
bağdaştırmaları erek dile aktarmak, erek dili de kaynak dil kadar bilmeyi gerektirir.
dizelerini erek dile nasıl aktaracak çeviren. Erek dilde yansılanması geniş açıklamaları
gerektirir. Dıranas’ın, “İnsan bir yanınca Kerem misali yanmalı” dizesini nasıl çevirmeli?
“Yanmak”, erek dilde bizim anladığımız anlamda bir şeyi karşılamadığına göre, sözcüğün
sözcük olarak çevrilmesi, Türkçedeki düzdeğişmeceyi geçersiz kılar.
6) Kaynak dildeki şiirin ses değerlerini erek dilde yansılamak olanaksızdır. Anlam
örgüsü nasıl tam olarak aktarılamazsa, sessel değerler de yiter çeviride.
Çeviri, kültürlerarası bir edim. Çağdaş Türk şiiri odağından baktığımızda, Türk
şiirinin çeviriye gelmezliğini görebiliyorum. Aynı biçimde, Türkçeye çevrilen İngiliz,
Fransız, İspanyol, Japon şiirinin çevirilerinde de benzer sorunlar çevirmenin karşısına
çıkmaktadır. Öyle ki bazen, çevrilen şiirin bir ‘metin’ olduğu bile unutulmakta, sözcükler
ve dizeler arası bağdaşıklık , sözceler arasıdaki sessel, anlamsal, mantıksal bağlantı
kurulamamaktadır. Ortalığı Teneke’gil şiir çevirileri doldurmaktadır.
Öte yandan, “şiirin çevrilmezliğini” inanan bir şair olarak, başarılı şiir çevirilerini
Türkçe yazılmışcasına elimin altında tutuyorum. Büyük çeviri ustalarının varoluşu
“yaratıcılık” düzeyindedir hep. O yüzden şairlerin çevirdiği şiirler daha bir şiirdir. Tıpkı iyi
şiir gibi. Ne diyordu Behçet Necetigil ‘Daktilo’ şiirinde:
Necatigil, dolaylı olarak, bir şey söylerken başka bir şeyi anlatıyor. Aslında tuzlu çöreği
hangi kalpsizin yedirdiğini biliyor. Bilip de bilmezden geliyor. Bu durumu alaycı bir
yaklaşımla okuyucuya hissettirmekte. Ben de Necatigil’vari sorayım:
Yazının ironisi bu. Söylemek gerekir: Elbette, şiir çevirisini kuramsal bir çerçeveye
oturtan, bu yönde şiir çeviren şairler, çevirmenler var. Ama esas olan elbette amaç dil ile
kaynak dili çok iyi bilmektir. Elbette, dilleri bilmek kadar modern şiiri bilmek de
gerekmektedir. Kaynak dildeki şiirin serüvenini, şairin özel imgelerini, biçemini kavramak
da önemlidir.
1) Şiirin anlamına, anlatış biçimine, deyişine özen gösteren çeviri anlayışı. Şairin
kendine özgü yazış biçimi olan biçeme de önem veren çeviri anlayışı. Bir şair, çok fazla
söyleyiş biçimleri ve deyişleri denemiş olabilir. Hepsini kavrayıp amaç dile aktaran çeviri
anlayışı. Şairin deyiş ve söyleyiş biçiminin, anlatımının yakalanması, yakalanıp amaç dile
aktarılması oldukça güçtür. Şiirin bir başka dile çevrilmezliği de bu noktada düğümlenir.
Şiiri sessel, anlamsal, dış ve iç yapı öğeleriyle, yüzeysel ve derin yapısıyla, öze ve biçime
ilişkin öğeleriyle bir örgütleniş olarak görürsek, bu örgütleniş bir ‘yapı’dır. Belli sözcük
sayısıyla dondurulmuş görülse de, bana göre, o yapı canlıdır. Arkasında şair-öznenin
tinselliği vardır. Güçlük şurada: Bu tinselliği nasıl amaç dile aktaracağız? Şairin şiir dilini
bulup amaç dile aktarmak belki çözüme bir yaklaşımdır, ama emin değilim yine de. Şairin
şiir dili ne kadar kişiseldir, ne kadar bireysel özellikler barındırır? Şiir dilinin artalanında
tarih ne kadar yer almaktadır? Geçmiş, şimdi, gelecek düzleminde şiir dili hangi
bağlamlar, çağrışımlar içermektedir? Görüldüğü gibi sorunsal genişler . Geçmişe
göndermelerle ilerleyen bir şairin şiir diliyle, çağdaş bir şairin gündelik hayatı aktaran şiir
dili farklıdır. Bu farklılığı amaç dilde bulmak zorundadır çevirmen.
2) Şiirin anlamını, söyleyiş biçimini, yapısını, biçemini, tinselliğini Türkçede nasıl
yansıtırım anlayışında olan çeviri yöntemi. Bu ikinci yolu amaç dilde başaran çevirmen
şairler, şiiri yeniden yazmak, yapılandırmak gibi zor bir yolu seçmişlerdir. Dilimizde, bu
ikinci yolun en başarılı örneklerini Can Yücel vermiştir.
Akşit Göktürk, “Çeviri Dillerin Dili” yapıtında çeviri için ‘eşdeğerlilik ve ‘yeterlilik’
kavramlarını öne sürer. Vazgeçilmez olanın birincisi olduğunu vurgular. Güttinger’in
‘eşdeğerlilik’ tanımını aktarır; “özgün metnin, kendi dilinin okurunda uyandırdığı etkinin,
çeviri metninde çeviri dili okurunda uyandırılabilmesi.” Can Yücel, Shakespeare’in
66.Sone’sinden bir dizeyi şöyle çevirmiş ya da söylemiş:
Özgün metinde bu anlama gelecek bir dize var mı? Bilmiyorum. Bildiğim bir şey var: Can
Yücel Shakespeare’de kendi şiir dilini bulmuş. Başka çevirilerinde de aynı yolu izler.
1. Şiir, varlığın kendini imgelerle, şiir dizgesi içinde ifade edişidir. Varlığın kendini
şiir olarak ifade edebilmesi, şiirin ‘önce şiir’ olmasıyla mümkündür. Şiir, sözcüklerin sessel
ve anlamsal olarak örgütlenmiş dizgesidir. Dizgenin temel koyucusu şiir dilidir. Şiir dili,
gündelik konuşma dilinden hem sözdizimsel hem da sessel anlamsal olarak farklıdır. İfade
edeceğini dolayımlı olarak imgeler, değişmeceler (mecazlar), eğretilemelerle (metaforlar)
ifade eder. İfade edilen ise “dünyanın zihinsel imgesidir”.
2. Şiir, genel anlamda, insanın kendini ifade ediş biçimidir. Özneldir. Şiirin öznesi
ister kadın olsun, ister erkek, varlığın kendini ve dünyayı zihinsel imgelerle anlamlandırır.
Yazılan-yapılan, yazınsal olan şiir, kendinin ya da dünyanın zihinsel imgesidir. Tam da
burada kadın, yaşantı ve bilinç içeriğini, kadın oluşunun farklılığıyla şiire taşır.
4. Modern şiirin merkezinde her zaman bir özne vardır. (Hatta bazen birkaç özne.)
Modern şiir, herkes için özgürlük alanıdır. Şair kadın, özgürlük istemini modern şiirin
olanaklarıyla dile getirir, getirmektedir. Eşitsizlik ve ayrımcılık yapılamayacak tek alan
şiirdir. Modern şiirin kendisi sınır tanımaz yazınsal dizge oluşuyla, gerçeklikleri
anlamlandırma alanıdır. Bu alan, kadın şair için, her düzeydeki kuşatılmışlığının kırıldığı
alandır.
5. Hilmi Yavuz’un iki yazısında Michael Riffaterre’den aktardığı bir kavram var:
Matris. Riffaterre’e göre şiir, katılır ya da katılmazsınız, bir sözcüğün ya da tümcenin bir
metne dönüşmesidir. Sözcük ya da tümce şiirin örgütlenişinin temel koyucu öğesidir.
Şiire dönüşen sözcük ya da tümce, o şiirin (metnin) matrisi’dir. Matris bir sözcük ise o
sözcük şiirde kullanılmamıştır.
Şair kadınların şiirlerine baktığımızda, doğallıkla, dişil bir söylemle, söz’le
kurdukları şiirin matris’i de, biyolojik/fiziksel söz dağarıyla kurulmuş sözcük ya da
tümcelerdir. Bunun nedeni farklı bir Gövde’ye sahip olmaları mıdır? Şair kadınların
şiirlerinde, ezilmişlikten gelen kırılgan ve isyankâr tin, mevcut hale başkaldırıya
dönüşüyor. Çoğu zaman matris, kuşatılmışlığa duyulan ‘öfke’ oluyor. Ama ‘öfke’ sözcüğü
şiirlerde görünmüyor. Okuma bağlamında, şiirlerin anlam düzeyi mimetiktir. Retorik öne
çıkıyor. Kadına özgü öğeler, dilsel im’ler, göndermeler kadını temsil eden im’lere
dönüşüyor. Eren Aysan, Gonca Özmen, Didem Madak, Emel İrtem, Emel Güz, Aslı Serin
gibi farklı biçemleri olan kadın şairlerde şiirsel dilin işlevi bu yönde öne çıkıyor.
6. Etik ve estetik başta olmak üzere, şiirin de bir bilgi sorunu olduğu, giderek
yalnızca her saat varoluşumuzu sorgulamadığımız, insanların başka insanlarla,
kendileriyle yüz yüze geldiği, her değer yitimi karşısında da tepkiler gösterdiği
bilinmektedir. Şair kadınlar, modern şiirin olanaklarıyla, bu sorunsalları şiire taşıyor ve
yeni kapılar açıyorlar.
1.İkinci Yeni şiirinin en cins şairidir Ece Ayhan. Cinsliği şiir dili
ve şiirsel söyleminin çok farklı bir şiir bloğu oluşturmasından
gelir. Şiir dili ve şiirsel söyleminin farklılığını sağlayan asal öğe,
şiirsel sözdizimini altüst etmesi, varolan sözdizimi kurallarını
yıkmasıdır. Şiirin müziğini sıfırlayamasa da çok aza indirerek,
eksi ses öğeleriyle anlamsal bir yapı kurar. Düzyazı şiiri imgeye
dayanır. Söz, sözce, tümce yapıları da alışılmadık bağdaştırmalarla
doludur. Şiir kişilerinin bilinçaltı dünyalarını yansıtır.
2.Ece Ayhan toplumun alt kültürünün insanlarının sözcüsüdür.
Sokak çocukları, genelev kadınları, meçhul öğrenciler, orta ikiden
ayrılan çocuklar, İstanbul levantenleri, kantocu Peruz, Çanakkaleli
Melahat; yüzyılımızın fotoğraf albümünü oluşturur adeta. Ve
tarih...Osmanlı kimliği, azınlıklar... Tarihsel arka planı kurgu-
layabilmek için eskil dilin diri ve işaretler taşıyan sözcüklerini
kullanır. Kullandığı sözcüklerin karşılığı olan kültürel değerler
deşifre edilmeden şiirsel ve estetiksel anlamın tadına varmak
güçtür.
3.Ece Ayhan’ın şiiri için ‘ritimsizdir’ diyemeyiz. Ezgiyi ve sesi en
aza indirgemesine karşın tümce yapısı içinde ses değerlerinin
uyumluluğu şiirinin anlamıyla örtüşür.
4.Sivil, kendine özgü bir şiir dili kurmuştur. Şiirinin yapısı ‘sıkı
şiir’ olarak nitelenebilir. Sıkı şiir tanımlaması onundur. ‘Sivil şiir’
tanımlaması poetik düşünceleriyle ilintilidir. Varolan şiir dilinin
karşıtı bir dil kurmak istemiştir. Tarihselliği de, arkaik sözcük-
lerin, dolaşımda olmayan sözcüklerin ses ve anlam değerlerini
yeniden dolaşıma sokarak aktarır.
5.Şiirlerinde azınlıkların söylemi, marjinal kişilerin söylemi
(Abiler! gibi) monolojik söylemin akışı içinde erir gider.
6.Kentli bir şiirdir onunki. Modern bir şiir. Benzersiz bir şiir.
Kendiyle başlayan, geleneğini de kendinin kurduğu bir şiir.
Eşsiz, benzersiz ve akışkan bir şiir.
Ahmet Erhan, ‘Akdeniz Lirikleri’ (1980) ile ‘Ne Balık Ne de Kuş’ (2002) adlı ilk ve
son yapıtları arasına sıkıştırılamaz bir kimlik. Çünkü, sürekli verili olan’a muhalif; sürekli
şiirsel imgeyi hayatla sınamaktan vazgeçmeyen uslanmaz bir şair. Şarkıdan çok türküye
yakın duran bir şair. Türküye yakın durmak bir anlamda konuşma dilinin senli benliliğine,
içtenliğine, sade ve duruluğuna yakın durmak demektir. Ahmet Erhan konuşma dilinin
senli benli sözdizimiyle kuruyor şiirini. O nedenle şiirlerinin yapısı karmaşık değil; açık
yapıt açık ve yalın izlekle dolduruluyor. Şiirsel söylemin bütün alanlarına; yani şiirsel
mantığa, şiirsel semantiğe, yapısal ve anlamsal kurguya açık bir şiiri var Ahmet Erhan’ın.
İmge düzeni de karmaşık değil. Anlama dönek imge kurgusu var. Yani işlevsel bir imge
düzeni kuruyor. Çokkatlı ve çokanlamlı bir imge kurgusu yok. Örneğin,
gibi karmaşık bir imge kurgusuna rastlanmaz onda. İmge, şiirinin anlama dönük
yapıtaşlarından biridir. Buradan, Erhan’da, imge ve anlam kurucu öğe olarak sözcüklerin
durumuna geçebiliriz. Bir dize, bir küme ya da şiirin bütünsel yapısı içinde sözcüklerin
işlevi günlük dildeki işlevinden farklıdır. Sözcükler, günlük dildeki yerlerinden
yurtlarından, dahası bağlamlarından koparılarak kullanılır. Devreye yananlamları girer.
Sözcükler birer işaret (gösterge) olmaktan çıkıp şiirsel imgeyi kurarlar. İmgenin bütün
nitelikleri ( görsel, anlamsal, düşünsel, duygusal, zihinsel ve duyumsal ) bir arada değil,
bir ya da birkaçı bir arada kullanılır Ahmet Erhan’ın şiirlerinde. Ayrıca, sözcükte
yoğunlaşma, çağrışım örgüsü kurma işlevi de yoktur. Ergin Yıldızoğlu’nun ‘Yolculuk’
şiirinden alıntıyla sözcükte yoğunlaşma ve çağrışım örgüsü kurma yolunu örnekleyeyim:
“Borçlar ertelendi...
Yoğun “kemoterapi”...
Ve Üçüncü Teskere...”
Ergin Yıldızoğlu, ‘borçlar ertelendi’ ile ekonomik bağımlılığımızı, ‘yoğun kemoterapi’ ile
devletin bozuk düzenini ya da kanser denli ölümcül sayrılığını, ‘Ve Üçüncü Teskere’ ile
hükümetin yurt dışına asker göndermek için TBBM’ne getireceği ‘teskereyi’, birkaç sözcük
bağdaştırmasıyla aktarıyor. Şuraya gelmek istiyorum. Ahmet Erhan’ın şiiri de “son yirmi
yılın siyasal ve toplumsal dertlerinin, yani bir bakıma ‘Kısa Türkiye Tarihi’nin şiiri”
olmasına karşın, yani Ergin Yıldızoğlu’nun şiirleriyle benzerliklerine karşın, şiir kurguları
ve imge düzenleri farklıdır. Ahmet Erhan “Alacakaranlıktaki Ülke”dedir, Ergin Yıldızoğlu
küreselleşen dünyada evrensel insanın iç ve dış sorunsalında. ( Unutmadan, Ahmet
Erhan’ın şiiri olabildiğince liriktir.)
İmge, kısaca, Perrine dayanarak, “duyuyla edinilen deneyimin dil aracıyla
sunulması” olarak tanımlanabilir. Belki, duyuyla değil de ‘duyularla’ demek daha doğru
olur. Çünkü, dış dünyanın gerçekliğini beş duyumuzla algılarız. Bu bakımdan Ahmet
Erhan’ın şiirsel imgeleri, şiirlerinin anlamsal katmanına katılırlar. Ne var ki, yukarıda da
belirttim, Ahmet Erhan’ın şiirleri olabildiğince liriktir; öznenin lirik söylemi şiirsel imgeye
baskın çıkar. Aşırı lirizmi ya da bazen şairaneliği, şiirinin önünü keser. Bazen de imgenin
lirizme baskın geldiği olur:
dizesinde bu belirgindir.
***
Ahmet Erhan, klişe deyimlere, sözlere de olabildiğince açıyor şiirini. Seçici değil.
“Döktüm ceplerimden yıldızları”, “Geldim, gördüm, yenildim”, “At avrat silah” vb.
Merkezinde bireyliğinin Ben’liği, nihilistliği, sızıları, kötümserliği...Bireyliğinin toplumsal
gidişten hoşnutsuzluğuyla örülüşü de ‘başkaldırı’ olarak beliriyor.
Bazen imgenin terk edilişiyle narration (öyküleme), betimleme yoluyla kuruyor
şiirlerini. Görme, duyma biçimini, yani duyularla edindiği deneyimi sözcüklere bindirerek
sözünü kuruyor. Ama sözü, yüzey yapıdan derin yapıya geçmediği için okuru da metni
yeniden üretme sürecine katamıyor. Sözüm imgesi yüzey yapıda, retorik düzlemde
kaldığı için kolayca tüketilebiliyor. ( “Bugün de Ölmedim Anne” vb. şiirlerine bakılabilir. )
Anlam/anlatım eksenli bir şiirdir Ahmet Erhan’ın şiiri. İki eksenli; yani, bir yanı
yaşama sevinci ile dopdolu, öbür yanı ölümünü isteyecek denli kötümser. İkili ( dualite’ )
kişiliği bütün şiirlerine yayılıyor. Dokunaklı, duygu yüklü, kahırlı bir sesi var şiirinin.
Ahmet Erhan’ın son yayımladığı şiirin adı “Kırkbeş”. ( Hayvan, Ağustos 2003).
Karamsarlığı, umutsuzluğu kırk beş yaşını sürüyor: “Bir tek ben sevemedim ben beni”,
“Şiirin yolları kapalı”, “Ey şehir eşrafı, irin kusma sırası şimdi bende”, “Gücüm yetmez
damarlarımı ışıklandırmaya”; kümeleri içindeki bağlamlarından koparttığım dizelerinde
bunları söylüyor. Yazılan son şiirine bakarak, 1980’lerde parıltılı şiirlerini okuduğumuz
Ahmet Erhan’ın nasıl böyle kötü şiirler yazdığına şaşmıyorum. Yukarıda da belirttim,
retorik düzlemde kalan şiirler tüketime elverişlidir. Sağlam yapılı şiirler, şiirsel söylemde
imgenin, yüzey yapıdan derin yapıya yönelmesiyle oluşturulabilir. Okur, derin yapıdaki
çokkatmanlı anlama katılabilir, o şiiri zihninde yeniden üretebilir. Sağlam yapılı şiirlerde
yüzey yapı ile derin yapı ( bir orkestradan çıkan sesler-anlamlar gibi ) birbiriyle
uyumludur. Bir başka nokta; duyuların düzeni bozularak ya da karıştırılarak çarpıcı
imgeler kurgulanabilir. Yeter ki alımlayıcının zihninde, ( hayat tecrübesine dayalı) bir
olgunun, bir olayın zincirleme izleri uyandırılabilsin. İyi şiir, “alımlayıcının zihninde
yaşantılanan nesnel bir bağlılışığı öngerektirir “ (Celal Soycan, Dize, 2003-93).
Alımlayıcının zihninde yaşantıya ( hayat deneyimine) ilişkin nesnel bağlılaşım
kurulamıyorsa sözün örgütlendiği yapı (şiir) yüzey yapıda tüketilmeye elverişli demektir.
“...Ama genel olarak sanatın, tikel olarak şiirin, tarih ve toplum gerçeklerine bağlılığının
tek yönlü ve mekanik bir bağlılık ve belirleniş olmadığı da doğrudur. Çünkü, şiirin içinde
oluştuğu nesnel şartları yine şiirle ve şiirde aşmak, bir kendinin-bilinci’ne ulaşarak,
görünmeyeni görünür, bilinmeyeni bilinir kılmak, maddi gelişmenin getireceği köklü
değişimleri daha önceden şiirsel gerçeklikte sağlamak kabildir. Felsefe gibi şiir de hem
içinde bulunduğumuz gerçekliğin yansısı ve sonucu, hem de özgürlüğe doğru atılmış bir
adımdır; daha doğrusu bir adım olmak zorundadır.” Uzun bir alıntı oldu ama gerekliydi.
Selahattin Hilav’ın Blaise Cendrars- Seçmeler kitabına yazdığı Giriş yazısından aldım.
Görüldüğü gibi “şiirin yolları kapalı” değil. Ahmet Erhan da şiirinin içinde bulunduğu
nesnel koşulları yine şiirle aşabilir.
MODERN ŞİİR BAĞLAMINDA
“ŞEHİRDE BİR YILKI ATI”
Modern şiir önce, görme, bilme, duyma biçimindeki kırılmalar içinden çıkarak, en
önemli kırılmayı şiir dili bağlamında yaşadı. Çağının çağdaşı bir şiir dili gereksinimini
modern şiirin öncüleri gerçekleştirdiler. Lautremont, Rimbaud, üstgerçekçiler, fütüristler
ve bugüne uzanan öncü şairler, nesneyle, insanla, eşya ve olgularla ilişkilerini yeniden
gözden geçirdiler. Teknoloji, felsefe, psikoloji gibi öteki disiplinlerdeki gelişmeler sanata,
şiire yansıdı. Dil, iletişim dilinden koparak, dil içinde dil olma yolunda önemli gelişmeler
gösterdi. Dil, imge kurucu nitelik kazandı. Uzlaşılmış göstergeler toplamı olan dil, bu
niteliğinden koparak imge üzerinden anlam kurucu özelliğe yöneldi. Klasik şiirin dili anlam
iletici (taşıyıcı) nitelikteyken, bu dil parçalanıp anlam kurucu niteliğe büründü.
Mayakovkski’nin ‘Pantolonlu Bulut’ şiirinden aktardığım şu dizeler dilin aldığı anlam
kurucu konumu vurgular:
Bekliyorum
yüzümü bastırarak yağmurun
çiçekbozuğu yüzüne
…
Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır dökülerken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.
…
Bu dizeler Rimbaud’un ‘Sarhoş Gemi’ şiirinden. Şiir dilinin yeni olanaklarıyla dış dünya
olduğu gibi yansıtılmaktan kurtulmuş, şairin Ben’inden geçerek özgün kodlarla ifade
edilebilme olanağı bulmuştur. Burada, şair, dışa değil içe doğru yöneldiğinde
hayalgücünü, sezgilerini devreye sokarak yaratıcı imgeleminin alanını genişletebilmiştir.
Modern şiire ilişkin bilgileri anımsatışımın nedeni Ahmet Erhan’ın son kitabı
Şehirde bir yılkı atı’nın (1) şiir dili bağlamında nerede durduğunu saptayıp yönelimlerini
açıklamaktır.
Ahmet Erhan, dili verili halde alarak iletişim dilinin içinden şiir üretmeyi seçiyor. Dil
dizgesinin bozulmadan ve uzlaşılmış göstergeler olarak kullanılması şiir için oldukça riskli
bir yöntem. Ahmet Erhan, verili dili ayraca alsa, sözcükleri verilmiş anlamlarından
arındırsa, şiirini ‘hayatın tanığı’ olmaktan çıkarıp verili olanı yeniden kurma ve
anlamlandırma olanağı bulacak. ‘Hevesin gözü kör olsun’ (s.5), ‘Kuluçkaya yatan tavuğu
bekleyen bir horoz gibi kalmak’ (s.5), ‘İki bira içtik, atyarışı oynadık. Oynadık.’ (s.6), ‘Ben
bugün ablama gidecem – Türkçeye rağmen gidecem’ (s.7), ‘İadeli taahhütlü bir mektup
gibi’ (s.9) vb. ayrı ayrı şiirlerden aldığım bu dizeler verili dille yazılmış, dolayısıyla şiir dili
ve söylemi kurulamamış. Bağlamları içinde de durum aynı. Şiirle hayatın birebir ilişkisi
kurulurken hem şiir dili ve söylemi açısından şiir dışına düşülmüş, hem de hayatı olduğu
gibi yansıtarak ‘hayatın tanığı’ olmaktan öteye gidilememiş; dolayısıyla hayatı yeniden
kuramamış Ahmet Erhan. Örnekler çoğaltılabilir ama yeterli.
Grundrisse’de Marx, sanatın sadece yansıtma olmadığını açık seçik yazar. Sanat
üretiminin bir ‘emek süreci’ olduğunu Marx’tan Lukac’a uzanan çizgide yeniden belirtmek
bile fazla. Ahmet Erhan dış dünyadan algıladıklarını verili dille yansıtarak yaşadığı
günlere tanık oluyor; o kadar! Dış dünyayı betimlemekle yetinmeyip dilin olanaklarıyla
yeni imgeler üretse, şiiri ‘emek süreci’ üzerinden özgün bir niteliğe kavuşacak; şiirinin de
niteliği yükselecek. Modernist şiirin olanaklarına şiirini açan ‘toplumcu’ şiirin, indirgemeci
dili nasıl aştığını dünya şiir pratiğine bakarak Ahmet Erhan da görebilir.
Celâl Soycan, sözün, şiirin yüzey yapısında tüketilmesini iki nedene bağlıyor.
Ondan aktaralım:
“a) İmgesel kurgunun nesnel bağlılaşığı yoktur. Özellikle şiirsel söylemde imgenin
yüzey yapıdan derin yapıya yönelebilmesi, alımlayıcının zihninde yaşantılanan nesnel bir
bağlılaşığı öngerektirir.
b) Şair zaten yüzey yapıda gezinip durmaktadır. İmgelerin çarpıcılığı retorik
düzeyden öteye geçmez. Bu nedenle şiirsel anlam tıkalıdır.” (2)
Ahmet Erhan’ın Şehirde bir yılkı atı’na, şiirinin derin yapı+yüzey yapı kuruluşundan
bakınca, konuşma dilinin içinden devinen imge retorik düzeyden çıkıp yaratıcı imgelemin
dışa vurduğu imgeye dönüşmüyor; dolayısıyla retorik düzeyde kalıyor. Bütünsel imge
gibi, leitmotif gibi derinde olan, yaratım sürecine katılan okurun da oradan söküp yeniden
üretebileceği imge kurulamıyor. Hatta retorik, şairin hayatına bağlı olarak lümpen
özellikler barındırıyor. Argonun, şiir dili için bir olanak olduğunu düşünsek bile (ki
öyledir), Ahmet Erhan’in şiirlerinde argonun kullanımı yaratıcı imgeye dönüşemediği için
retorik olarak tüketiliyor. Tüketilmesinin bir başka nedeni şairin hayat algısı. Şair için
hayat, çoğu zaman ‘abartılı’ ve ‘yüceltilmiş’ biçimde verili olan hayattır. Şair, nasıl, verili
dilin içinde kalıp şiir üretiyorsa, hayat algısı da verili hayat olarak kalıyor. Kısaca verili
dilin verili hayatı söz konusu. Oysa kopuş verili dilden başlasa, kurguladığı şiir dili ve
söylemi hayatı anlamlandırmasına olanak tanıyacak. Verili hayatı yadsıyıp, düşlediği
hayatı dilde kurabilecek. Ama böyle bir bilinç içeriği yerini, ‘Belki Hayat’ın misillemesinde
bir garip kördüm’ (s.11) biçiminde ifade edilen ‘kaderci’ bir bilinç içeriğine bırakıyor. Bir
yandan da verili hayatın yüceltilmesine yöneliyor. Eleştirel bilinç devreden çıkarılıyor.
‘Camilerinde su oldum, kiliselerinde mum’ (s.11).Verili hayattır bu. Oysa ‘gerçekçi’
tutumlardan yana olduğunu bildiğim Ahmet Erhan, verili hayata ‘itirazı’ olan bir şairdi. Bu
durum şiirine taşınmıyor. Sorun zihinsel olduğu kadar dilsel de..
Ahmet Erhan, bugüne dek on bir on iki şiir kitabı yayımlamış bir şair. Neresinden
baksan hayata ilişkin karamsar sesi bütün şiirlerinde bulmak mümkün. Umutlu olmak için
ortada bir neden de yok. Umutsuzluğu bir olanağa çevirerek, kaderci bilinç içeriğine
düşmekten kurtulabilirdi. Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi’nde umutsuzluğu ‘ironi’ ile
aşmıştı. Şehirde bir yılkı atı’nda ise yalınkat anlatımcı şiir (ben söylemi) buna olanak
vermiyor. Belki bu yüzden ‘Bütün imgelerden nefret ediyorum’ (s.24) diyor. ‘Irak’ta bir
çocuk bensiz ölüyor…’ (s.24) diyor. Gerçekliği iletmekle yetiniyor, irdeleyip yeniden
kurmuyor. Argo, Ahmet Erhan’ın şiirinde (bkz.Mıddle-East adlı şiiri, s. 28) dil
düzeyinde bir çeşitleme olarak görülebilir. Ne var ki, Can Yücel’in şiirlerindeki gibi, bir
ifade olanağına dönüştüğü söylenemez. Söylemin de eril, cinsiyetçi yönelimini sezmemek
olanaksız: (bkz. Eksiketek Şiir, s.31). Dolayısıyla şiire lümpenlik katan bir söylemi
yerleştirerek uzlaşımsal dilin yörüngesinden sapabilir mi? Argo, şiirinin dil düzeyinde bir
çeşitleme olarak mı kalır? Yoksa, ‘Baktım hiçbir naneye benzemiyor’ (s.34) benzeri
dizeler sokak dilinin indirgemeci halini aşamıyor.
Ahmet Erhan, Alacakaranlıktaki Ülke, Yaşamın Ufuk Çizgisi, Ölüm Nedeni
Bilinmiyor adlı kitaplarındaki şiirinin dönemsel ve parıltılı halini geride bırakmış
görünüyor. Başlangıçtaki şiirinin oldukça gerisinde ve ısrarla sürdürüyor bu tutumunu.
Şehirde bir yılkı atı bu ısrarın yeni örneği. Öyle ki, ‘Yerine göre kötü şiirler de yazmalıyım’
(s.50) diyen Ahmet Erhan şiirini tüketmiş görünüyor.
2
Celâl Soycan, Şiir İçin Notlar ( s. 81), Şiirden Yayınları, 2005
Şiir değişiyor. Yapısı gereği şiir sürekli değişiyor. Değişimi modern şiir bağlamında
düşünmek gerek. Modern şiir, gene yapısı gereği, değişimi kendi içinde yapabilen,
sözcüklerden örgütlenmiş bir dizge. Modern şiir, basmakalıp sözlerle, söz öbekleriyle
örgütlenmiş, kurallarla, motiflerle donmuş bir yapı değildir. Sessel ve anlamsal olarak
örgütlenmiş, her defasında yeni anlamlar üreten bir yapıdır.
Her modern şiirin yapısı biriciktir; bir başkasının yapıyı aynı biçimde kurması
olanaksızdır. Modern şiirde değişim kaçınılmazdır. Toplumsal değişmeye koşut olarak şiir
de değişir. Bazen toplumsal değişmeden daha hızlı değişir. Şair öznenin gelecek
öngörüleri, sezgileri güçlüdür. Değişimi hızlandırır. O yüzden, öteki disiplinlere göre,
modern şiir daha hızlı değişir. Bazı yollar yeni keşfedilirken, çoğu zaman şairlerin o
yollardan geçtiği görülür.
Modern şiirin bu özelliklerini kavrayamayanlar, başka türlü bir şiirin yazıldığını
göremezler. Alışkanlıkları, aynı şiiri yazmanın tutarlılık sanılması, ‘başka türlü yazılan
şiiri’ yadırgamaları vb nedenler değişen şiiri görmelerini geciktirir. Bazı şairlerin 1980’lerin
şiirinde diretiyor olması bunu gösterir. Bir türlü şiirlerini yenileyemezler. Şiirlerine
yenilirler.
1970’lerin şiiri de, 1980’lerin şiiri de ‘dönem şiiri’dir. Dönemlerinin tinselliğini
dolayımlı olarak yansıtırlar.
Asıl değişim, 1990’lardaki birikiminden sonra 2000’lerde, dilsel bağlamda
gerçekleşiyor. 200O’li yıllar, modern şiirinin dilinin kırılarak yapıyı etkileyen çok sesli, çok
katmanlı yapıların kurulduğu, şiirin başka türlü yazıldığı, yapıldığı yıllar oldu ve olmaya
devam ediyor. Açık seçik, konuşma dilinin bölgelerine giren şiir dili ile ondan tümüyle
ayrı, imgeye, eğretilemeye dayalı bir dil. Bu iki dil anlayışı, 2000’li yılların şiirinin
belirleyicisidir. Dikkat edilirse görülür, bu iki farklı dil kurgusu, İkinci Yeni’nin şairlerinin
dilinden de, 1980 sonrası şairlerinin dilinden de farklıdır. Her şair, dilsel farklılığın
bilincindedir. Şiirin bir dil ve yapı kurma işi olduğunu bilmektedir. Dikkat ederseniz, her
genç şairin şiir dili farklıdır, yenidir. Farklı kültürel bölgelerden gelişleri, farklı kökenleri,
önce şiir dilinde anlamlanıyor. Alt kültür ortamından gelen gençlerin dili daha sivri ve dilin
argo bölgesi kullanım alanı içinde. Doğu ve güneydoğu kökenli olan gençlerde dil daha da
süzülmüş ve yavaşlığı, hüznü, ağırbaşlılığı işaret ediyor. Tek tek şairlerin şiirlerine
baktığımız zaman çok renkli bir tablo önünde durduğumuz görülmektedir.
Gene dikkat edilirse belirgin biçimde görülebilir: Epik-lirik bir şiir kurmaya çalışan
genç şairler, konuşma dilinin bölgelerine fazla sokuluyorlar. Bu yüzden bazen şiiri
yitiriyorlar. Yeni Epik şiir çevresi ile Heves dergisi çevresinin bazı şairleri bu durumda. Şiir
işçiliğine özen göstermiyorlar. ‘Konuşkan’, ‘çalçene’ olan bir şiiri var etmeye çalışıyorlar.
Ama İkinci Yeni ile 1980 sonrası şiirinin dilinden farklı bir dil bilinci içindeler. Konuşma
diline dayanmaları gündelik hayatı da dolayımlı olarak şiire taşıyor. Böylece, gündelik
hayat yeniden üretilerek şiire giriyor. Gündelik hayatın dilinin sözcüklerini farklı bir çevrim
ve bağlam içinde kullanarak, farklı bir sözdizimiyle yazıyorlar.
Genç şairler, dili, şiirin kırılma noktası olarak görürken, buna bağlı olarak dünyaya
ilişkin öngörüleri, ütopyaları, tasarımları yok. Şiirin artık gözlem ve sezgilerle
yazılamayacağını, entelektüel bilgi birikimini gerekli kıldığını kavrasalar, ki kavrayanlar
var içlerinde, sözcükleri bile başka türlü görmeye/duymaya başlayacaklar.
2007 Şiir Yıllığı’nda Bâki Asıltürk, ‘1990’ların sonlarından ve 2000’lerin başlarından
itibaren bayrağı devralan şairlere’ dikkati çekiyor. Gençleşen şiirimizi saptarken onlardan
örnekler de seçip yayımlıyor. Eski kuşaklardan şiirini tekrarlayıp duranları değil,
yenileyenleri de yıllığa almış. Böylece, dil, izlek, biçim yönünden yenilenen çağdaş Türk
şiirinin envanteri çıkmış ortaya. Genç şairler, birbirinden oldukça farklı olan, çok sesli, çok
katmanlı şiirler yazıyorlar. Ne kadarı şiirini geleceğe taşıyabilir? Bunu görmek oldukça
güç. Ama şu bir gerçek: Yaşantı ve bilinç, entelektüel birikim, estetik, etik, poetik bilinç
yükseldikçe, şiirlerinin çıtası da yükselecektir. Önlerinde, İkinci Yeni şiiri, Fazıl Hüsnü
Dağlarca, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Özdemir İnce, İlhan Berk, Behçet Necatigil,
Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Attilâ İlhan, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer, Gülten Akın gibi
yazınsal değerler var. 1960, 1970, 1980 sonrası şiir deneyimleri, 1980 öncesi ve sonrası
doğumlu şairlerin önünde büyük bir şiir mirası olarak duruyor.
Felsefe, tarih, toplumbilimi, psikoloji, ontoloji ve epistemoloji, dilbilim, anlambilim,
göstergebilim disiplinleri, şairin dünya tasarımını, evreni ve insanı anlamlandırmasını
sağlayacak olanaklar sunuyor. Bu alanlarda çeviri ve telif yayınlar çoğaldı. Genç şairler,
bu disiplinlerin birikimine dayandıkça çevrimleri genişleyecek, dağarları değişecektir.
1980 sonrası şairleri, İkinci Yeni şiir anlayışıyla hesaplaşmadıkları için, bu
hesaplaşma 2000’li yılların şairlerine kaldı. Heves dergisinde bu hesaplaşma yapıldı. Şiir
mecraları olarak da her şair bu hesaplaşmayı şiirleriyle yapıyor. Şiirlerine bakmak
gerekir.
Genç şairler, İkinci Yeni’nin ortak dilsel özelliklerinden büsbütün koparak, farklı
dilsel ve sözdizimsel arayışlara yöneliyor. Değişen hayatı, değişen yaşam biçimini, yeni
dilsel değerlerle anlamlandırmaya, varlığın varoluşsal kaygılarını, yadsıdıkları gündelik
hayatın kaosunu, sanrılarını şiire taşıyorlar. Kimi tasavvufi göndermelere, kimi metafizik,
kimi etnik kültürel katmanlara yönelerek çok sesli, çok katmanlı bir şiire yol alıyorlar.
2000’li yıllarda yazılan şiirlerde dil, bırakın dış dünyaya göndermeyi, bazen kendine bile
göndermekten uzak. Bunlar birer deneyim ve öyle kalacaklar. Aşırılıklara cesaretle
gidiliyor. Her deneysellik gibi kalıcı olan yanları modern şiire katılacaktır. Ama, hakçası,
varoluş kaygılarını dünyasal kılan, nesnelere yaklaşımı insanî olan öznelerin şiirlerini de
okuduk, okuyoruz içinde yaşadığımız yıllarda; şiirinin planını yeni zamanların şiirine kuran
yeni şiirler de… Yazdığım, ürettiğim şiirden biliyorum, değişmeyen bir şey kalmadı
şiirimde, alttan alta akan lirizmden başka.. İnsanı, doğayı, nesneleri tinsellik içinden ve
yeniden anlamlandıran bir şiire yöneldim. 2000’li yıllar has şiire ulaştığım yıllar oldu
doğrusu.
Şiir anlayışları, kültürel bağlamları, biçem ve biçimleri, göndermeleri, izlekleri
farklı olan şiirlere imza atan şairlerin adlarını yazayım buraya: Bâki Ayhan T., Bejan
Matur, Mustafa Fırat, Nuri Demirci, Mehmet Can Doğan, Ömer Aygün, Eren Aysan,
Gökçenur Ç., Kenan Yücel, Şükrü Sever, Betül Dünder, Zeynep Arkan, Serkan Işın, Eyüp
Yaşar, Aslı Serin, Ömer Şişman, Esma Toksoy, Nilay Özer, Hakan Şarkdemir, Beşir
Sevim, Nurduran Duman, Didem Madak, Mustafa Ergin Kılıç, Bülent Keçeli, Mehmet Erte,
Mehmet Öztek, Ataman Avdan, Murat Üstübal, Ali Özgür Özkarcı, Burak Acar, Metin
Kaygalak, Cuma Duymaz, Kemal Varol, Fahri Güllüoğlu, Yusuf Uğur Uğurel, Cenk
Gündoğdu, Şeref Bilsel, Kadir Aydemir, Ahmet Çakmak, Semih Çelenk, Fatma N., Elif
Sofya, Sinan Oruçoğlu, Gonca Özmen, Olcay Özmen, Emel Güz, Ertan Yılmaz, Ercan
Yılmaz, Alphan Akgül, Sadık Yaşar, Veysel Erol, Mitat Çelik, Orhan Göksel, Soner
Demirtaş, Can Bahadır Yüce, Betül Tarıman, Mehmet Butakın, Emel İrtem, Hasip Bingöl,
Özcan Erdoğan, Zeynep Köylü, Yavuz Türk, Serkan Ozan Özağaç, Fuat Çiftçi, Enver
Topaloğlu, İbrahim Tenekeci, Hayriye Ersöz, Özlem Tezcan Dertsiz, Derya Önder, Mustafa
Atalay, Azad Ziya Eren, Seyyithan Kömürcü, Ersun Çıplak, Onur Akyıl, Onur Caymaz,
Emrah Altıok, Ahmet Bozkurt, Tozan Alkan, Osman Namdar, Hüseyin Köse, Mehmet
Bozgan, Selim Temo, Arif Erguvan, Melek Arslanbenzer, Ömer Erdem, Ömer Berdibek,
Osman Özbahçe, Pelin Özer, Şakir Özüdoğru, Hakkı Çınar, Tezer Cem, Bengü Özsoy,
Ersan Erçelik, Hülya Deniz Ünal, Mesut Aşkın, Efe Murad, İlhan Kemal, Gülce Başer,
Hayriye Ünal, Eren Safi, Altay Ömer Erdoğan, Türkan Yeşilyurt, Serap Erdoğan, Mehmet
Sarsmaz. Hakan Arslanbenzer, Suzan Sarı, Levent Karataş, Nur Sicimoğlu, Betül Yazıcı,
Ali Hikmet, Selahattin Yolgiden, Berna Olgaç, Uğur Aktaş, Adil İzci, Tuğrul Ediz, Alper
Çeker, Mustafa Muharrem, İbrahim Halil Baran. İçlerinde ilk kitabını yayımlamış, birkaç
kitabı olan, hiç kitabı olmayan bu şairler, çağdaş ve modern şiirimizin birbirine benzemez
adlarıdır. Şiirin değişimini yazdıkları şiirlerde görmek olasıdır. Poetik görüşleri de farklı
olan bu şairlerin tek tek her biri, Türk şiirinin büyük birikimini bir olanağa dönüştürerek
derinleşebilirler. Şiirin bir dil ve yapı işi olduğunun bilinci ilk adım; peş peşe yaşantı ve
bilinç içeriğinin egemenliği, biçim ve beğeni düzeylerini de etkileyecektir. İçlerinde şiirini
kurmuş ve bir delta oluşturan şairler var. Birbirinden farklı ‘başka bir şeyi’ yazdıkları
ortadadır. Başka olan şey Türk şiirinin zenginliği, sürekliliği ve atılımıdır.
Bana sorulabilir: “Birbirinden ideolojik ve kültürel boyutlanmalar yönünden uç
noktalarda olan bu şairleri nasıl yan yana getirebiliyorsun?”. Ben, şiirsel farklılıkları bu
toprakların zenginliği olarak görüyorum. Yan yana değiller elbette. Birbirinden farklı
şiirleri var. Bu durum İkinci Yeni şairleri için de, 1980 sonrası şairleri için de böyleydi…
Bugünün şairleri için de böyle. 2000’li yılların toplumsal, ekonomik, kültürel koşulları
farklı. Bundan da farklı şiirsel deltalar ortaya çıkıyor. İkinci Yeni’nin, 1980 sonrası şiirinin
dilsel alışkanlıkları ve zihinselliği, farklı bireylerin zihinselliğine, benliğine bırakıyor yerini.
Her şair farklı düşünsel paradigmalar içinden şiir üretiyor. Şiir dünyaları, biçemleri,
biçimleri bu yüzden farklı.
1980 sonrası şiiri, İkinci Yeni’nin izinde yürürken, ancak 1990’larda kendi sesini,
biçim ve biçemini bulabildi. 2000’li yılların şiirinde her ‘benlik’ kendi adına, kendi
tinselliğinin içinden konuşuyor. Örneğin Metin Kaygalak ile Ömer Şişman ya da Zeynep
Köylü, kültürel çevrimleri farklı benliklerdir ve kendi tinsellikleri içinden şiir
üretmektedirler. Şahsi ve kendine özgü biçimleri/biçemleri vardır. Şiirin özerk dünyasını,
yukarıda adlarını andığım şairlerin gündelik hayata ve gündelik dile muhalif şiirlerinden
okumak olasıdır.
İdeolojik, estetik ve etik nedenlerle bir araya bile gelmek istemeyecek denli
‘ayrışan’ şairlerin şiirlerini yok sayamayız. Ürettikleri şiirler, 2000’lerden sonra yazılan
şiirin göstergelerini içeriyor aynı zamanda. Cemal Süreya, “Sadece şiir yazarak ve şiir
okuyarak şair olunmaz. Şiir hayatın köpüğüdür. Çağın, hayatın, bütün bilgilerin… Bazı
şeylerden nasibiniz yoksa Mai ve Siyah’ta bir şair vardır (Ahmet Cemil’in arkadaşı), onun
gibi olursunuz. Onun gibi şiir yazılmaz. Şiir için hayat deneyimi gerek, düşünce, iletişim
gerek, her şeye uzanmak gerek…” diyor. 2000’li yıllarda şiir üreten, çoğu şiire yeni
adımlarını atan şairler için de geçerliliğini koruyor bu poetik sözler. Şair olmak bir
tavırdır; her türlü iktidara karşı bir duruşu gerektirir. İnsanlık, kardeşlik, özgürlük, eşitlik,
adalet, vicdan gibi büyük anlatılara, gerek birey olarak gerekse şair olarak duyarlı olmayı
gerektirir. Cemal Süreya, “her şeye uzanmak gerek” derken, başta sinema, müzik, resim,
tiyatro olmak üzere, felsefe, etik, estetik, politik donanıma; insanî ilişkilerin
insancıllaştırılmasını dikkati çeker. Şair olmak, insanî olmayan her türlü düzeneğe karşı
tavır almayı gerektirir. Modern şiir insanî oluşun duyarlığını verir ve bu nedenle büyük bir
olanaktır. Modern şiir, yaşantı ve bilinç içeriğinin, düşlerin, tasarımların estetize edildiği
eşiktir. Şair bu eşikte soluk alır. Daha geniş bir gökyüzü düşler. Bu eşiğe gelmeden önce
şair iyi insan olmalıdır.
OSİP MANDELŞTAM’A MEKTUP
Bugün şiirlerini okudum. Ormanın, ağacın, kuşun ruhunda dingin sesini duydum..
İki adım ötemde deniz uykudaydı. Sen coşkulu değil ama, dingin, durulmuş, lirik sesinle
ruhumu doldurdun. Sesin gecenin müziğiydi. Türkçenin kıvılcımı, tartımı, rengi, kokusu
sözcüklerine sinmişti. Şiirlerini Türkçeye çeviren Cevat Çapan ile Seyhan Erözçelik’in
arınmış, dupduru Türkçesi imgelerini parlatıyordu. Dilinin metaforları bir düş evreni
oluşturuyordu. Metaforlarına dokunabiliyor, şiirsel söyleminin kurucu düzlemlerini
görebiliyordum. Çok büyük bir vadinin bir ucundan, kargaların, böceklerin, çekirgelerin,
yaprakların, kırlangıçların soluk alışını, seslerini, sessizliklerini duyuyordum. Bir tambur
sesine akarken kuş sürüleri.
Şiirine karışan Batyuşkov’un küstahlığı işte: “Saat kaç” diye soruyorlar,
“Sonsuzluk” diyor o da.” Sonsuzluk buluşturuyor ikimizi Osip. St.Petersburg’un kışları,
Anna Ahmatova’nın karlı, dingin sesi, “Kamen” ile “Tristia”nın çılgın lirizmi buluşturuyor
ikimizi.
Osip kardeşim, 1934’te Stalin’le ilgili bir şiirin yüzünden tutuklandığını yazıyor
belgelikler. Sonra ‘sürgünler’ gelmiş başına. Ayrılıkların, vedalaşmaların ruhunda yarattığı
fırtınaları düşünebiliyorum. 1938’de, üçüncü kez tutuklandıktan sonra neler çektiğin, nasıl
öldüğün bilinmiyor. Nadejda şiirlerini ezberlemeseydi yok olup gideceklerdi. Ruhun,
Nadejda’nın ruhu acılarla kavrulmuştur, biliyorum, hissediyorum. Karlı kış geceleri ruhum
ruhunla buluşuyor. Niçin bu sessizlik? Biz ne yaptık insanlara? Eşitliği, adaleti, özgürlüğü
çağırmak mıydı suçun?
“Mutluluğu hesaplamayı sevmiyorum” diyorsun. Ne kadar mutlu olduk ki şu
yeryüzünde? Acılar, kardeşlik acıları, yeryüzünde sürdükçe mutluluk yok bize.
Gülümsemeyi bile çok görüyorlar. Avluların taş duvarlarından zeki imgelerimiz geri
dönüyor.
Osip, kardeşim, ağır ağır yaklaşırken ilkbahar, gecenin bir vakti bu mektubu
yazıyorum. Akdeniz’e kıyısı olan Mersin’de. Tam da şiirimin coşkulu lirizmden dingin,
sessiz, kadife gibi yumuşak bir lirizme geçişini Kantolar ile Yeni Kantolar’da görüp de
kendi kendimi kutlarken. Öte yandan Cevat Çapan ile Seyhan Erözçelik, senin şiirlerini
Türkçe söylemekle ne iyi etmişler. Başkasının maskesini takıp onun ağzıyla konuşmak
gibi bir şey şiir çevirisi. Seni yetmiş yıl sonra, senin ağzınla Türkçe okumak ne kadar
güzel bir şey.
Osip, kardeşim, gecenin laciverdine karışan kalem mürekkebi dağıtıyor. Bunu
görüyorum. Uzakta, dünyanın gündüz olan bölgesinde, bir koruda, böğürtlen toplayan
çocuğu da görüyorum. Sessiz çocukluğum bu belki belleğimin derinliklerinde. Antakya,
İskenderiye gibi Akdeniz kentlerini dolaşan Kavafis geliyor aklıma. Onun çocukluğu,
benim çocukluğum, senin çocukluğun, ah o ‘kurt köpeği yüzyıl’da kalıyor. Senin şiirin
ruhunun derinliklerini gösteriyor.
Osip, kardeşim, şiir yine bu yüzyılda da şairin duruşuyla, tavrıyla kesişiyor ve
anlamlanıyor. Senin şiirin dünya şiirin sesine, dokusuna karışıyor. Yaz olsun da leyleklerin
yürüyüşünü görelim. Birbirinin peşi sıra ördeklerin koşuşunu. Dünyamız Osip, sevgisini
gösteremeyen insanlarla dolu. Şiirin işi gücü onlara ulaşmak olmalı, değil mi? Şairler
arastasında, yaralarını saracağımız, acılarla dolu yaşamlarımıza bakacağımız yerde, ne
yazık ki sevmiyoruz birbirimizi Osip. Bu durum, ne kadar tuhaf değil mi?
Sevgili Osip Mandelştam, canım kardeşim, bugün şiir, ‘insanı çoğaltarak’
yeryüzünün sesi oluyor. Bugün şiir, benliğin, kendimle ötekinin arasındaki ilişkinin sesi,
duyarlığı oluyor. İnsan ruhunun dibini ve doruğunu gösteren bir şey. Olanakları da
genişliyor. Sözcükler, boşluklar, imgeler dünyası, aslında insanı anlamlandırmak, yaşama
gücünü dirimsel tutmak için var. Değil mi? Bütün poetik parametreler de insanlık için var.
Değil mi? Sen yaşamını vererek ödedin insanlığa borcunu. Bana gelince, başta dünya
şiirinin büyük ustaları olmak üzere, senin ve Sergey Yesenin’nin lirik şiirlerine, şair olarak
dik duruşuna borçluyum.
Ruhunun güzellikleri şiir yontan ellere yardımcı olsun.
ŞİİR BAŞLIKLARININ DOĞASI
Şiirin başlığı her şeyi midir? Şiirin başlığı şiirin her şeyi değildir. Şiire başlık şiirin
anlamını ya da izleksel, içeriksel bütününü imlemek için konulur. Şiirin varlıklarla,
nesnelerle kurduğu ilişkinin neyi anlamlandırdığı başlıktan, başlığın çağrışım düzleminden
çıkarabilirse, şiirin başlığı işaret fişeğidir.
Şiir başlıkları şiirin anlamsal alanını imleyen özellikleriyle kimi zaman bir
sözcükten, kimi zaman söz öbeğinden, kimi zaman şiirin anlam alanını imleyen şiirin
içinden alınan bir dizeden oluşur. Kimi zaman da tam tersi, anlama karşıt olarak, şiirin
‘biçimsel’ yönünü vurgulamak için şarkı, türkü, kanto, gazel, sone, balad gibi başlıklar
alır. Bu durum, şairlerin izleksel genişliğe açılmalarına engel değildir. Bazen de, bu tür şiir
başlıkları altında insanın temel sorunsalları (varlık, yokluk, ölüm vb) izleksel genişlik ve
bütünlük içinde dile getirilir. Reguiem gibi tek izleğe yönelik şiir başlıkları da
görülmektedir. Klasik müzik terimlerini şiir başlığına taşıyan şairler var: Şiir müzik
ilişkisine dikkati çekmektedirler. Yalnızca, ‘Şiir’ başlığını taşıyan şiirler, okuru şiirin
kendine göndermekle yetinmezler, nesnesine yönelik anlamlandırma işlevi de yüklenirler.
Bir ayraç açıp konuya ‘klasik şiir’ ile ‘modern şiir’ bağlamında bakabiliriz. Modern
öncesi klasik şiir, genel olarak gidimli dille kurulduğu için, şiirlerin başlıkları da anlam
iletici nitelikleriyle öne çıkar. Modern şiir, gidimli dille değil, gidimsiz dille, anlam iletici
değil, anlam kurucu bir dille yazıldığı için, şiir başlıkları da şiirin anlamlandırdığı çok
katmanlılığı imler niteliktedir.
Modern şiirin dili, gidimli dilin içinden koparak kurulan yeni bir dildir. Bu dil,
kendine dönüktür; kimi zaman da müzikteki armoni gibi ezgiseldir. Anlamsa
dondurulamaz niteliktedir, durmadan işler. Dil, eksilti yoluyla çok katmanlı anlam üretir.
Dilin en küçük birimi sözcük, eksilti yoluyla ses ve anlam üretimine katılır. Melih Cevdet
Anday, “Gerçekten de modern şiirde “sözcük” büyük bir nitelik göstermiştir. Bunu
anlamadan modern şiire yaklaşmaya olanak yoktur. Evet, şiir duygular, düşüncelerle
değil, sözcüklerle yazılır, ancak bu sözcük artık gücünü “bağıntı”lardan almaz, kendi
başına vardır. Mallarme bunu biliyordu” derken modern şiirin temel bir özelliğine vurgu
yapar. Açalım: Sözcüğün gücünü “bağıntı”lardan almaması ne demektir? ‘Dil birimleri
arasında dizisel (paradigmatik) ya da dizimsel (sentagmatik) düzlemde kurulan ilişki’nin
olmaması demektir.
Şimdi, Özdemir İnce’nin çevirisiyle Rene Char’ın bir şiirini alalım:
Klasik şiir gösterge ilişkilerine fazlaca gömülü bir şiirdir. O nedenle, şiirin başlığı şiirin
anlamlandırdığını imler. Modern şiir yalın değil, derin, karmaşık, grift bir yapıya sahip
olduğu için, şiirin başlığı dolayımlı ve çağrışıma açık, şiirin semiyotik birliğine yöneliktir:
a) Modern şiir bir şeyi temsil etmez. Temsil edilmeyeni, görünmeyeni
anlamlandırır.
b) Modern şiir, hem temsil edilmeyene yöneldiği için, hem de gerçekliği mimetik
anlamda değil, yeniden ve dönüştürerek kurguladığı için, şiirin başlığı da
mimetik şiirde olduğu gibi şiirle birebir örtüşmez.
c) Modern şiir, “ses ve anlam bütünlüğü, izleksel genişliği ve bütünlüğü, çağdaş bir
zihniyet dünyası ve imge düzeni” olan şiirdir. Bazı modern şiirler, görsellik ve
ses üzere kurulmuştur.
d) Modern şiir, salt iletişim-bildirişim amacı olan şiir değildir. Sezgileri
ayaklandıran, şaşırtan şiirdir. Salt gerçekliği yansıtmayı amaçlamaz, gerçekliği
‘yaratı’ ile dönüştürmeyi, ‘yazınsal gerçeklik’ kılmayı amaçlar.
Modern şiirlerde şiirin başlığı şaşırtıcı olabilir: Örneğin Behçet Necatigil’ın “Kaknus”
şiiri, doğu mitolojisinde, gagasında üç yüz altmış delik bulunan, bu deliklerden değişik
sesler çıkaran kuşu değil, insan yaşamının döngüsünü, yaşamın acımasız çarkını imler.
“Kanatlar – tutuşuyorlar karanlık” dizesi yaşamın zorluğuna gönderir okuru. Yine,
Necatigil’in “Daktilo” şiiri, insanın ezilmişliğini ironi ile aktarır. Şiirin başlığı ile içeriği
arasında bir uyumsuzluk varmış gibi görünmesine karşın, şiiri kuran özne, ‘daktilo’
üzerinden insanın sorunlarını dile getirir.
Elbette, her şiirsel metni önce yazınsal dili ve dilin kurduğu yapısı içinden okumak
gerekir. Şiirin dışarıdaki dünya ile ilişkisi yazınsal yetkinlikle kurulabilir. Şiirin başlığı,
şiirin yapı olarak ilettiği bildirisini imler ya da imler nitelikte olmalıdır. T.S. Eliot’ın Çorak
Ülke’si alıntılar, anıştırmalar, metinlerarası ilişkilerle örülmüş çok zamanlı bir şiirdir.
Çeşitli bölümlerden oluşur. Her bölüm bir ‘başlık’ altındadır. Şiirdeki başlıkların altındaki
izlekler farklıdır. Şiirin bütünü çağın özünü ve niteliğini kavramaya yöneliktir. Ezra
Pound’un Kantolar’ı da öyledir. Kantolar, dünyasal içeriğiyle, kültürel ve mitolojik
göndermeleriyle, çağımızın niteliklerine uzanan ipuçlarıyla devasa lirik şiirlerden oluşur.
Kanto başlığı altında “İlkçağı, Rönesans’ı, çağdaş dünyayı” dile getiren bu şiirler çok
zamanlı, çok seslidir. Kantolar, kitabın da adı olur.
Kitaplarıma henüz girmeyen “Terzi Sarkis” başlıklı şiirim başlığıyla örtüşen içeriğiyle
dikkati çeker:
TERZİ SARKİS
Şiirde görüldüğü gibi, Terzi Sarkis’in söylemiyle oluşturulan şiir önce terzilik
mesleğiyle ilgili göstergelerle, eşya ve nesnelerle bir mekânı imler. Göstergelerin birliği
içsel monologla aktarılır. Son üç dizede söylem çatallaşır. Terzi Sarkis’in söylemi biter,
dışsal söylemle şair özne devreye girer. Zaman farklıdır. ‘Cenaze nedeniyle kapalı’ sözcesi
ile Sarkis’in ölümü aktarılır. Burada dikkati çeken nokta şiir başlığı ile şiiri yapılandıran
göstergelerin birliğinin üst üste örtüşmesidir.
Şiiri yapısal, dilsel, anlamsal, sessel, toplumsal, tarihsel vb açıları merkez alan
inceleme yazıları fazla yazılmıyor.
Modern şiir bağlamında yazılan inceleme ve çözümleme yazıları neyi ifade eder?
Örtülü ya da açık anlamlandırılan şeyin açığa çıkarılmasını, bunun için bir üst metin
üretilmesini ifade eder. Şiir metnini yeniden anlamlandırmayı, metinde varolan estetiksel,
insanî olan şeyleri açığa çıkarmayı amaçlar. Üretilen metnin de ‘yazınsal’ nitelikte olması
onu yazın’a katar. Öte yandan incelemecinin, çözümlemecinin - yapıtla konuşan özne
olarak - donanımlı olması, sözcüklerin, sözcelerin, dizelerin imlediklerini, seslerini,
sessizliklerini ve boşluklarını duyurmasını kolaylaştırır.
Yazılmış bitmiş bir ‘yapı’dır okuduğumuz metin. Metni, incelemeci kendi bilgisine
göre açıklar, değerlendirir. Metni içselleştirerek, metnin içine girerek yapar bunu.
Görünmeyeni, duyulmayanı, görünür, duyulur kılabilmişse, incelemecinin metni
başarılıdır. Söylemek gerekir: Ben, inceleme metnini de, çözümleme metnini de yazın’ın
içinde görüyorum. İnceme ve çözümleme metni yazınsal olanı açımlayan bir üst metindir.
Şiirin ana malzemesi dildir. Dahası yazınsal dildir. Şiire dilden bakan inceleme ve
çözümleme metinleri, metnin arka planını, şairin önceki yapıtları içindeki yerini, şiir
tarihçesi içindeki yerini, şairin yaşantı ve zihinselliğini, şiirin merkezindeki öznenin
tinselliğini, zaman ve uzamını aktarabiliyorsa başarılıdır.
Şiiri şiir yapan dil, biçim, biçem, içerik, ses, dahası tümünün toplamı ‘yapı’,
inceleme ve çözümlemecinin üzerinde duracağı esas öğedir. Bütün öğelerin bir ‘yapı’
kurup kurmadığına bakar incelemeci. Nereden bakar? Modern şiirin içinden. Yazın
kuramları da, eleştiri kuramları da, yazınsal sanatların bilgisi de zorunlu donanımlardır.
Yazınsal ölçütler, karşılaştırmalar incelemecinin vazgeçilmez terazisidir. Öte yandan,
incelemeci, çözümlemeci şiirsel söyleme bakarak metnini kurar.
İnceleme, çözümleme yazılarının işlevi nedir? Sorulabilir bir sorudur bu. Bu tür
yazılar, okur için beğeni düzeyi oluşturabilir. Şiirin ortaya koyduğu sorunu ‘sorun’
edinebilir yazar. İnceleme de, çözümleme de şiirin derin yapısına yerleşen ‘sorunsalı’
göstermeye yönelik olabilir. Bu ve buna benzer nedenlerle ya da bir üst metin üretmek
için yazılabilir.
Şiir için, anlamını bağlamlarından alan yazınsal dil demek yanlış olmaz. İnceleme,
çözümleme metinleri; sözcüklerin öteki sözcüklerle anlam kurucu ilişkisini gösteren,
sözcelerin, seslerin bağlamlarını kuran ‘yaratıcı’ metinlerdir. O metinleri üretenlere de
yazar demek gerekir. Ne ki farklı olanı da belirtmek gerekir: Toplumbiliminin ya da
felsefenin kavramları ve söylemiyle şiir incelemesi, çözümlemesi yapan metinler farklıdır.
Kesin ve tek anlamlı metinlerdir onlar. Salt bilgi iletirler. Konu nesneleri yazındır ama,
sonuçta toplumbilimine, felsefeye ait metinlerdir.
***
Modern şiirin yazınsal niteliği, yazınsal değeri, onu dışarıdan yapılacak edimlere
karşı korur. Eleştirmen, incelemeci, çözümlemeci, modern şiirin yazınsal değerinin tam
olmaması durumunda, ele aldığı insanlık sorunsalını da taşıyamayacağını görür. Asıl olan,
şiiri şiir kılan yazınsal değeridir. Yazınsal değeri olan yapıt, içerdiği, içkinleştirdiği
sorunsalını da taşır.
Modern şair, verili şiirin (yazılagelen şiirin) ortaklaşa dile getirilen yazınsal değer
ölçütlerinin kıyısında kalarak, yazılageleni yeniden üretmeyerek şiir yazar. Yazdığı şiirin
yazınsal değeri yeni bakış açılarını, ölçütlerini gerekli kılar. Eleştirmen, yeni olan yazınsal
değeri göremeyecek, saptayamayacak kadar geleneksel eleştiri kalıplarına bağlıysa,
yenilikçi yönelişleri de değerlendiremeyecektir. Burada kuramı suçlamak da yersizdir.
Kuram yeni olan yazın karşısında kendini yeniler. Eleştirmenin yazın’ın kör noktalarını
açımlayamayışı, yeniyi değerlendiremeyişi eleştirinin tıkandığı noktadır. Bu durum tarihte
hep görülmüştür. Yazın hep öncü olmuş, kör noktaların kırılmasını sağlamıştır. Yeni olan
yazınsal değeri, eski olan yazınsal ölçülerle ortaya çıkarmak mümkün değildir. Modern
şiirin özgürleşmesi, özgünleşmesi yazınsal değer ölçütlerini de değiştirmiştir.
Modern şiirin öncelikle yazınsal dil oluşu, doğal dilden farklı bir oluşu, eleştiri,
inceleme, çözümleme yazılarında Dilbilim ile Göstergebilimi belirleyici kıldı. Şiirin dilsel ve
göstergesel kurgusu anlamının sökülmesinde etkili oldu. Gerek şiirin, gerekse düzanlatım
şiirin göstergeleri, sözcüğün yananlamları, sözcük ilintilerinin kurduğu imgeler, bütün
öğelerin biçimsel birliği modern şiirin kurucularıydı. Örneğin düzanlatım şiirde dille
kurulan bir şey var; us’a aykırı, mantığı zorlayan. Şiir sürüyor, değişiyor. Çağdaş
anlamda eleştiri, dilsel ve göstergesel bileşenlerin oluşturduğu şiirin anayapısını,
anayapının yazınsal değerini değerlendirmektedir.
Bir şiiri çözümlemek, ele alınan metnin yatay ve dikey örgütlenişini çözümlemek
demektir. Yatay eksenden dikey eksene, yani bir düzeyden öteki düzeye geçebilmek,
bunu okuyabilmek demektir. Yatay ve dikey düzey arasındaki geçişleri, geçişlerde oluşan
‘katmanları’ çözümlemek demektir. Şiirin yapıçözümü, şiiri kuran öznenin söyleminin arka
planına, bireysel ve toplumsal uzantılarına götürebilir yazarı. Göstergeler düzleminden
hareket ederek, şiiri kuran öznenin yaşantı ve bilinç içeriğine, bellek kuyularına ulaşılabilir
incelemeci. Bunun sayısız örneği var yazınımızda.
Modern şiirin dilinin doğal dilden farklı bir dil oluşu, dil merkezli eleştirinin,
incelemenin, çözümlemenin ülkemizde de büyük ölçüde egemen olmasını sağladı. ‘Çoğul
okuma’, şiirin iletisi, şiir-okur arasındaki ilişki, alımlama düzeyi her zaman yapısal,
dilbilimsel, göstergebilimsel eleştirinin konuları olmuştur. Şiir dilindeki göstergelerin
çözümlenmesi anlamsal yapıların ortaya çıkarılmasına yol açar. Modern şiirde, günlük
dildeki konumunu aşan sözcük ve sözcük ilintileri, imge, eğretileme oluşumları başlı
başına inceleme konularıdır. Ritmin oluşumu, çift anlamlı söz yapıları, çapraşık sözdizimi
yapıları, yinelemeler, biçem, ses alanları, biçim alanları, anlam alanları, zaman ve uzam
düzeyleri, sözcük bağdaştırmaları, eksiltme ve öncelemeler, şiir dilindeki sapmalar vb;
dilbilimin yöntemleriyle yapılan incelemeler modern şiirin ‘dil ayrıcalıklarını’ ortaya koyar.
Modern şiir, göndermeler, anıştırmalar, yazınsal sanatlar, biçimsel ve anlamsal
sapmalar yönünden sayısız örnekleri barındırmaktadır. Öyle ki, şiir dilindeki sapmalar,
sözcüksel, sözdizimsel, yazınsal olmak üzere çeşitlilikler gösterebilmektedir. “Şiirin
bütünündeki ilişkiler ağını yöntemli bir biçimde ayrıştırmak, çözümlemek, dağıtmak,
bozmak ve bütün bu yöntemli işlemlerin ardından şiiri yeniden yapılandırmak, yeniden
anlamlandırmak, yeniden yorumlamak.” (s.22, Gösterge Avcıları). Mehmet Rifat’ın bu
sözlerine bir şey eklemek gereksiz. İnceleme, çözümleme düzeyi şiirin ne olup ne
olmadığını irdeler, çözümler, yorumlar.
Şiirin bir töz değil, biçim olduğu sık sık vurgulanır. Biçimin nasıl oluştuğunun, ne
olduğunun açığa çıkarılması, içeriğin anlamlandırılması, yorumlanması için de zorunludur.
Nesne-dilin incelenmesi, çözümlenmesi ‘yeni bir dile’ dönüşür; Barthes’ın ‘öte-dil’ dediği
şeye.
Bu eleştiri notlarının sonunda, (şiir olsun, öykü olsun, roman olsun) yazınsal
metinlerin çağırdığı eleştiri, inceleme, çözümleme yöntemlerinin farklı olacağını, metnin
kuramsal düzeyi çağıracağını bir defa daha belirteyim. Mehmet Rifat’ın sözleriyle, “metne,
metin için, metnin içinden bakan, bir eleştirel yaklaşımın, metin aracılığıyla konuşan bir
eleştirel söylemin” geliştirilmesinden yana olduğum yeterince açık bu notlarda. İnceleyici,
çözümleyici, yorumlayıcı eleştiri anlayışının kuramsal, yöntemsel olması gerektiği;
metnin gereksindiği kuramı, yöntemi ve öteki disiplinleri çağıracağı tekrarlıyorum. Bazı
çok katmanlı yapıtların birden fazla okuma yöntemiyle çözümlenebileceğini, ‘çoğul
okumayı’ gerektireceğini belirterek bu notları noktalayalım.
ŞAİRİN ENTELEKTÜEL BİRİKİMİ
Her şair belli bir toplumun içinde, belli bir tarihte şiir üretir. Şiir, içinde üretildiği
toplumun kültüründen, içinde bulunduğu doğadan, nesnelerden, insani ilişkilerden izler
taşır. Şair, dış dünyadan algıladıklarını zihinsel bir süreçten geçirerek, etik-estetik
donanımına göre, yeniden biçimlendirir. Sokağı, hayatı, hayatın sesini, nesnelerini, ev,
aile, çarşı ilişkilerini, kısaca bireysel yaşantısını şiire taşıyan nice şair, kendiliğinden ve
kendi halinde bir şiir ortaya koymuştur. Bütün bunları, çağın tinselliğini veremeyeceği
eski bir biçimin içinden yansıtmayı ısrarla sürdürmüş ve sürdürmekte olan şairler var. Bu
tür minör şairler, yazdığı şiirin biçiminin çoktan eskidiğinin farkına varamamışlardır. Eski
biçimlerin bukağısından kurtulmayı düşünememişlerdir. Çağın tinselliği, parçalı, yalın,
hatta karmaşık bir hayatı içerirken, tekdüze, alışılmış, eskitilmiş biçimlerin içinden bu
tinselliği yansıtmanın olanaksızlığını göremeyen nice şair, donuk, cansız bir şiiri
sürdürmeyi yeğlemiştir. Oysa, çağın tinselliğinin yansıtılabilmesi eski biçimlere bağlı şiir
bilgisiyle gerçekleşemez. Şairin, çağın tinselliğini algılayabilmesi, başta felsefe olmak
üzere, pek çok disiplinle sürdürebileceği ilişkiye bağlıdır. Toplumbilimi, İnsanbilimi,
Dilbilimi, Göstergebilimi, Bilgibilimi, Varlıkbilimi, Yazınbilimi, Şiirbilimi, Ruhbilimi,
Tarihbilimi, Anlambilimi vb. disiplinlerle ilişkili ve çok donanımlı olmak gerekmektedir.
Disiplinler arası geçişlilik ve içkinleştirme, çağın tinselliğinin kavranmasında etkilidir.
İçinde yaşadığı dönemin kırılma noktalarında ortaya çıkan çağın tinselliğini, çağın
gerilimini, ürpertilerini yaşatan şiirler yazabilmek bu donanımın olmasını zorunlu
kılmaktadır.
Öte yandan, elbette, şiirin bütün öğeleriyle bir ‘yapı’ kurmak olduğunun bilincinde
olmak gerekir. Yapısı olmayan ya da yapısı tamamlanmayan hiçbir şiir, şiirsel işlevini
yerine getiremez. Şiirbiliminin, şiir tarihinin bilinmesi, içselleştirilmesi zorunludur.
Günümüzde yazılan şiiri iyi bilmek, dünya şiirinin bulunduğu düzeyi kavramak; biçim,
sözdizimi, imge, anlam, ritim, biçem öğeleri üzerine düşünmek şair için diğer
zorunluluklardır. Çünkü, günümüzde şiir, entelektüel donanımı ve dilsel kırılmayı (gidimli
dilden kurtulmayı) zorunlu kılan bir noktadadır. Artık naif bir tutumla, gittikçe
karmaşıklaşan sorunsalları hem algılamanın hem de kavratmanın olanağı kalmamıştır.
Salt şiir bilgisiyle hayatı anlamanın, anlamlandırmanın olanağı yoktur. Dünyayı ve insanı,
bulunduğumuz yerden (bu uzam metropol ya da çevre olabilir), küresel bakış açısıyla
kavramak zorundayız. Kendi kültür kalıtımıza da evrensel bakış açısıyla yaklaşmak çağın
ve tarihin gereğidir. Çağın tinselliğini yansıtabilmek için de evrensel bakış açısına ihtiyaç
vardır.
Şiirimizin bize özgü karakteri (tinselliği) dünya şiiri için de farklı bir renk olacaktır.
Küresel kapitalizmin ekonomik, kültürel etkisini hissettirdiği bir dünyada yaşıyoruz.
Bütün değişimler, dönüşümler hızla yaşanıyor. Bilgi hızla akıyor. Dijital bir dönem. Bizim
gibi küresel kapitalizme eklemlenmiş ülkelerde şair, çevrimine giren argümanları kavrayıp
çözümleyebilmek için kültürel donanımını çok katmanlı hale dönüştürmek gereğini
hissetmelidir. Yoksa, olguların tarihsel kökenlerine inmek, kavramak, dilsel dönüşüme
uğratmak söz konusu olamayacaktır. Olsa olsa naif şiirler üretebilecektir. Olup bitene
küresel bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekmektedir. Şiirimizin mecrasını da dünyasal bir
mecraya çevirmek; evrensel insanlık sorunlarına oradan bakmak gerekmektedir. Küresel
kapitalizmin verili hale getirdiği tüm argümanlara (zihinsellik, dil, kültür) evrensel
düzlemden ve üretici güçlerin bakış açısıyla, hatta argümanlar ile insan arasında eleştirel
bir mesafe bırakarak bakabilmeliyiz. Başta Dil olmaz üzere verili olan anlamından soyup
anlam kurucu hale dönüştürmeliyiz.
Günümüz şiirinin sorunları, unutmamak gerekir ki yerel değil, küreseldir,
dünyasaldır. Küresel kapitalizme eklemlenen ülkeler, kapitalizmin bu aşamasında ürettiği
gerçekliklerle karşı karşıyadır. Bir entelektüel olarak şair, karşı karşıya olduğu verili
gerçekliği aşmak zorundadır. Çünkü verili gerçekliği de sorgulamak, gerçekliğinden
kuşkulanmak zorundadır. Çağımız iletişim çağı ve medyalar kendi gerçekliğini bize
gerçeklik gibi sunmaktadır. Bu durumda yakıcı soru şudur: Bu kimin gerçekliğidir? Sanal
(hayali) bir gerçeklikse şair, üstü örtülen gerçekliği ortaya çıkarıp dönüştürerek yeniden
kurmak zorundadır.
Şimdi de bazı kavramların neye yöneldiğine bakalım. Örneğin algı. Dış dünyanın
nesnelerini (masayı, ağacı, evi) duyusal olarak uyarılmanın ardından fark edebilme,
kavrama yetisi.. Bütün insanlar gibi şairleri de iç yaşantıları, içe bakışlarıyla kavrarız.
Şiirlerinde bu içsel yaşantı dile gelir. Öte yandan algılar, fiziki, duyumsal ve bilişsel
bileşenlerin toplamıdır. Böylece bir şeyin ayırdına varırız. Şairler, gerçekliğin ayırdına da
aynı yolla varırlar. Algı, elbette sezgisel kavrayışları da içerir. Sezgisel kavrayışlar bir
şeyin bilincine varmamızı sağlar. İmgelem dünyası, anımsama gibi zihinsel süreçler
yaratma aşamasında devreye girerler ve imgeler halinde dile gelirler.
Metafizik algı kavramlaştırmasına bakalım. Felsefenin temel birimlerinden olan
metafizik, varolanların gerçek doğasını belirleyen, anlamını, yapısını ortaya çıkaran
disiplindir. Farklı metafizik anlayışları vardır: Varolana ilişkin metafizik, neyin
varolduğunu araştırır ya da neyin varolduğu sorusunu sorunsallaştırır. Diğer metafizik
‘aşkın bir gerçekliği’ ele alan metafiziktir.
Bu kavramlaştırmaları niçin yaptım? Çünkü, şiirin oluşumunun başlangıcı algı ve
sezgidir. Metafizik algı ise bize insan varlığı konusunda sonsuz olanaklar açar. İnsanın
varoluşu, varoluşun çıkmazları, tinsel ürperişleri metafizik algının eşiğinde gerçekleşir.
Dil, sözcük-nesne bağımlılığından kurtularak şiir diline dönüşürken; bu özgürlük içinde
varoluşsal kaygılarımız, tinsel ürperişlerimiz, iç yaşantımız imgelemden imgelere dökülür.
Bu ayrıntıları bırakıp şairin entelektüel olarak birikimine dönecek olursak; Celâl
Soycan’ın ifadesiyle, yaşantı içeriği düzeyi + bilinç içeriği düzeyi ile kuşatılmış şairin, bu
iki düzey içinden şiir ürettiği gerçeği düşünüldüğünde, şiirsel yapının bu iki düzeyden
bağımsız kurulamayacağı gerçeği de ortaya çıkar. Nedir şiirsel yapı? Şiirin bütün
öğelerinin bir araya gelerek kurulan şeydir; şiirin bütünüdür kısaca. Şairin, yaşantı içeriği
düzeyi ile bilinç içeriği düzeyinin iç içe girerek dilsel bir sorunsala, metaforik öbeklenmeye
dönüşmesi, dilsel bağlamların kendinde ya da dışsal bir anlamlandırmaya dönük olması
yapının başlıca işlevselliğidir.
Modern şiirin iki düzey içinden üretildiğini Celâl Soycan’ın yukarıda andığım
kavramlaştırmasından biliyoruz: a) Yaşantı içeriği düzeyi. b) Bilinç içeriği düzeyi. İlkini
açımlamaya çalışayım: Şairin hayat tecrübelerinden kazandığı bilgiyi içerir. Bu düzey, salt
yaşanmışlığı değil, yaşanmamışlığı da içerir. Şairin arzu ettikleri de, düşleri de, ütopyaları
da yaşantı içeriğini oluşturur. Yaşamak isteyip de yaşayamadıkları da yaşantıya dahildir.
Şair, onları da, tıpkı deneyimlenmiş şeyler gibi kurar, yapılandırır. Ulaşamadığımız arzuyu
tinsel bir hale dönüştürür. Öte yandan, doğrudan hayatı ilişkin bilgiler de, deneyimler de
şiirde verili olan biçiminde yer almazlar. Hem doğrudan değil dolayımlı, hem de yeniden
kurgulanarak anlamlandırılmış biçimde yer alırlar. Örneğin etik. Şair, verilmiş, konulmuş
etiğin iki yüzlülüğünü gerçeklik araştırmalarından sonra ortaya koyabilir. Verilmiş,
uzlaşılmış etiği sorunsallaştırıp gerçekliğin öteki yüzünü açığa çıkarabilir.
Hayattan, toplumdan, insandan söz açan şiirler, hayatın tinselliğini yansıtan şiirler
midir? Önemli olan hayattan, toplumdan, insandan söz açmak değil, bu üçgende çağın
tinselliğini yakalayabilmek, dilsel gerçekliğe dönüştürebilmektir. Bu da, bilinç içeriği
düzeyinin bilgi merkezli geniş çevrimiyle gerçekleşir.
Bilinç içeriği düzeyini açımlayalım: Bütün bilgilenme süreçlerini kapsar. (İçlerinden
kullanılabilir olmayan, estetiğe dönüşen bilgidir şairin seçtiği.) Başta Şiirbilimi, Estetik,
Şiir tarihi, Felsefe olmaz üzere yukarıda andığım öteki disiplinlerin bilgi süreçlerini içerir.
Bilgi süreçleri ile bilmenin şiirsel süreçlere katkısı sınırsızdır. Yazınsal bilgi ile öteki bilgi
süreçlerinin geçişlilik halini söylemsel farkın bilincinde olarak açığa çıkarmak; yaşantı ve
bilinç içeriği düzeylerini, bu iki eksenli oluşumu şiir bileşenine dönüştürmek şiir
mecrasının eşiğidir.
Mallarme’nin, “dünyada her şey bir kitabın içine girmek için vardır” sözüne
yaklaşmayan bir şiirsel edim, şiiri de, şiiri hayatın merkezine yerleştirme anlayışına da
yaklaşamayan bir edimdir. Şair zihinselliği Mallarme’nin sözüne uygun olarak işlediği
zaman, işte o zaman şiire adanmış bir ömür söz konusudur. Şiire adanmak, şiiri
varoluşun bir parçası kılmaktır. Bu işleyiş zincirleme birbirini izleyerek sürer. Şiiri
varoluşun bir parçası kılmak, dili uzamın ve zamanın bir parçası kılmaktır. Dili uzamın ve
zamanın bir parçası kılmak, dünyayı, ötekini, nesneleri bulunduğumuz yerden
anlamlandırmak demektir. Şairin ufku, arzuları, düşleri, tasavvurları bulunduğu yerden ve
zihinselliğinin içinden imgelere dönüşerek dile gelir.
Dile gelince, dil, konuşma dili bile eğretilemelidir. Şiir yazarken, doğal olarak dil
eğretilemeli biçimde kullanılır. Şiir, düz anlatımla değil, değişmeceli (mecazî) dil ve
söylemle oluşur.
Şiiri bilimsel olarak incelediğimizde, şiiri şiir yapan öğeleri ayrıştırmamız gerekir.
Roman Jakobson’un sözlerini birkaç kez tekrarladım, yine tekrarlayacağım. Jakobson,
şiirsel söylemin kurucu düzlemini açımlarken iki eksen belirler: ‘Seçme’ ve ‘birleştirme’
ekseni der bunlara. Şair önce eğretilemeli söyleyişe yol açacak ‘sözcükleri’ seçer; seçilen
eğretilemelerin şiirsel işlev yüklenmesi ‘birleştirme’ ekseninde tamamlanır. Roman
Jakobson’un ünlü tanımını bir kez daha buraya aktarayım: “Şiirsel işlev, eşdeğerlilik
ilkesini, seçme ekseninden birleştirme eksenine yansıtır.” Şiirsel işlevin olmadığı şiirlerde,
ya sözcüklerin eşdeğerliliği gözetilerek seçilmemiş, rastlantıyla bir araya getirilmiş ya da
birleştirme ekseninde aksayan bir şey var demektir. Ezra Pound, “Gereksiz hiçbir sözcük,
bir şey açıklamayan bir belirteç kullanmayın. ‘Barışın donuk ülkeleri’ gibi bir anlatıma
heveslenmeyin, soyutla somutu birbirine karıştırır,” der. Şiirsel işlevin ‘birleştirme’
ekseninde tamamlandığı düşünüldüğünde Ezra Pound’un sözleri anlamlıdır.
Söylemek gerekir: Şair, dünyaya yeni bir gözle bakan insandır. Şiirini de,
eskitilmiş eğretilemelerle değil, çağının ruhunu aktarabilecek yeni eğretilemeli -
değişmeceli dil ve söylemle kurar. Ölü eğretilemelerden (metaforlardan) uzak durur. Ama
konuşma dilinin enerjisine yaslanarak şiire içtenlik sağlaması istenir.
‘Ben’ söylemi (ben ben diyen şair) bir süre sonra her şeyi ben merkezli kılarak
bıkkınlık verebilir. Şair, bir tiyatro oyuncusu gibi, başkasının dramını-trajedisini onun
ağzıyla konuşarak dile getirebilir. Şiirin, şiir oluş serüveni yine yukarıda anlattığım
biçimde işler.
Hiç kuşkusuz dil, yapı, biçim, biçem bağlamında her şairin kendine özgü birtakım
özellikleri vardır. Şiirsel gelenek, o yenilenerek sürüp gider. Gidenek olur bir bakıma.
Bakın şöyle: Ahmet Hâşim: “Canan ki gündüzleri gelmez/Akşam görünür havz üzerinde”
demiş, Orhan Veli de, “Canan ki Degüstasyan’a gelmez/Balık pazarına hiç gelmez” diyor.
Bu dizelerin yapı (structure) olarak birbirine benzediğini söylemeliyim. Oysa hem bilinç
hem duygu bakımından ayrım ortadadır. Yaşantının, zihinselliğin ayrımı da belirgindir.
Şuraya gelmeye çalışıyorum: a) Bugün şair ‘seçkin’ bir konuma yerleşmiştir. Şair,
bilimsel, sanatsal disiplinlerle hep iç içe olmuştur. Şiir, sonuçta, entelektüel bir üretimdir.
Modern şiirin felsefesi bunu gerektirir. Şairin, hayatı, nesneleri, olguları yorumlayacak bir
felsefesi olması, felsefenin şiiri zedelemeden şiire katılması zorunludur. Poetik kanavada
yeniden üreteceğimiz felsefe şiirin gereksinimidir. Şair, felsefi düşünsellikle şiire yeni bir
bakış açısı kazandırır düşüncesindeyim. Beraberinde de özgün biçem ve düşünsel derinlik
- değer olarak - ortaya çıkar.
Söylemem gerekir: b) Türkiye, şaire ve yazara dar edilmeye çalışılıyor. Şair,
yazar, düşüncelerini kamu içinde söyleyemez birey durumuna getirilmek isteniyor. Oysa
şairin hayat içindeki yalnızlığı düşünsel birey olmasından gelir. Yazı odasında kendisiyle
baş başa kaldığında şair-yazar, kendi hayatından çıkıp, hayatı başkalarının hayatı olarak
da yaşayan bir kimliğe bürünür; öyle yazar şiirini, romanını.. Bu yüzden entelektüel
kimliği ona, toplumunun ve dünyanın vicdanı olma yükümlülüğünü yükler. Hem de
“entelektüelin artık toplumun yeni sınıfı olduğu” gerçeğine karşın; körleşmeyen, vicdani
sorumluluğunu hisseden şair-yazar dili de bu sorumluluk içinde kullanır. Bu konumda olan
şairin yazarın yalnızlığı da görecelidir. Kapandığı odasında “gürül gürül bir hayat”,
başkalarının yüzleri ve kendi imgelem dünyası vardır.
Tam olarak böyle miydi, yoksa ben mi uyduruyorum, radyoda dinlediğim uzun
havada geçiyordu:
Bugün yazıla gelen modern şiirin geldiği düzey konusunda ne söylenebilir? Hiç
kuşku yok, geçmişin alışkanlıkları ve toptancı yaklaşımlarıyla bugün yazılan şiiri
değerlendirmek olanaksız. Geçmişte şiirin dışından şiire seslenişler, şiirin yazınsal
değerlerini göz ardı eden, ona taşıyamayacağı ödevler, sorumluluklar yükleyen
nitelikteydi. Modern şiirin, geçmişte kendi iç değerleri, öğeleri, bütünlüğü, dış dünyayla
kurduğu iletişim ya da iletişimsizlik sorunları ele alınmazken, şiirden ‘beklentiler’ dile
getirilirdi. Bugün bu anlayışın pek değiştiği söylenemez. Nitelikli şiirin, kendi yazınsal
değerleri içinden çok katmanlı anlamlar ürettiği pek görülemezdi. Bugün de görüldüğü
söylenemez.
Şiiri hayatımızın uzantısında görme anlayışı, şiirin kendi içsel değerleriyle
oluşturduğu hayatı görmemizi engellerdi. Şiirin de bir hayatı olduğu, kuşaklar boyunca bu
hayatın yeni anlamlar üreterek sürdüğü pek düşünülmezdi. Nitelikli büyük şiirin neden
aynı zamanda ‘kalıcı’ olabildiğinin düşünülmediği gibi.
Bugün yazılan modern şiirin dış dünyaya dolayımlı göndermelerinin bulunması,
yazınsal öğelerinin içinden bunun okunabilmesi kadar; modern şiirin konuşan öznesinin
dış dünyayı nasıl gördüğü, nesnelere, olgulara nasıl baktığı, onları nasıl bir biçimsellik
içinden aktardığı da önemli. Biz, şiire geleneksel anlayışla ( alışkanlıkla mı desem)
yaklaşmayı sürdürürüz. İçinde bulunduğumuz toplumsal ideolojik donanıma göre şiirden
beklentilerimiz vardır. Bu şiir ‘ne anlatıyor?’ sorusu beklentilerimizin yöneldiği sorudur.
Oysa, yazınsal bir değer içeren şiirin bir şey anlattığını değil (çünkü önünde sonunda bir
şey anlatıyordur), bir şeyi (nesneyi, dünyayı, insanı, olguları) şiirsel zaman-uzam kurgusu
içinde ‘anlamlandırdığını’ söylemek olasıdır. Modern şiir, anlatımcı (narrative) bir anlayışla
yazılmış olsa bile ( ki imgeci şiir anlayışı daha yaygındır) düzyazı gibi bir şeyi anlatmayı
değil, bir şeyi anlamlandırmayı amaçlar. Modern şiir imgelerle nesneleri, olguları, doğayı
anlamlandırır. Anlamlandırma çabası, alımlama estetiği düzleminde okurda da sürüp
gider.
Modernizmin şiirle alış verişi en başta bireylikle kurduğu ilişkide biçimlenir. Birey
oluş serüveni modern şiirin serüveniyle koşutluk içinde yürür. Bu karşılıklı, iç içe serüven
şiirin klasik dilinden kopuşla sonuçlanır. Şiir, dilsel olarak yenilenir. Şiir, konuşma dilinden
kopar. Şiirin kendine dönük şiir dili oluşur. Klasik şiir ‘anlam ileten’ bir konumdayken
modern şiir ‘anlam kuran’ bir niteliğe sıçrar. Böylece çok katmanlı, çok sesli modern şiirin
yeryüzü serüveni başlar. Şair, tasarımlarını, nasıl bir dünyada yaşamak istediğini,
varoluşsal-dünyasal kaygılarını, şiirin dilsel dönüşümü içinden estetiksel düzlemde
anlamlandırma olanağına kavuşur. Modern şiir son kertede, bir şeyi anlamlandırma ya da
bir şeyden devinerek anlam kurma işleviyle yüklüdür.
Modern şiirin içsel devinimini kavrayabilmek okurdan da çabayı gerektirir. Okurun,
modern şiirin bilgisiyle donanımlı olması, şiirin derin yapısından hayatın, olguların,
nesnelerin nasıl anlamlandırıldığını okuyabilmesini zenginleştirir. Ne ki, bu da yetmez
doğal olarak; şiirin eğretilemesel düzleminin açımlanabilmesi için şairin dünyası, imgeleri
çözümlenmeli, anlamsal bütünlükler kurulabilmelidir.
Şiir elbette kendi iç değerlerine bağlı kalarak şiir olur. Öykü için de, roman için de
bu böyledir. Şiir, donanımsız okurla dilsel bir sorunsal yaşamaktadır. Bu gerilimden, kendi
düzeyinden ödün vermeyen şiir kazançlı çıkacaktır. Şiir, kendi içinde ‘yenilenmeyi’ başarır
çünkü. Okurla arasındaki bu gerilimden de yeni yataklar bularak çıkacaktır.
Şunu söylemem gerekir: Bugün yazılan şiiri ‘anlaşılmaz’ bulan okur, klasik şiir
okurudur. Şiir, aynı yerde durmuyor, giderek postmodern dolayımlara, biçimsellik
düzleminde de olsa, giriyor. Bu, üzerinde durulması gereken İkinci Yeni sonrası bir evre.
Sözcüğün zihinsel çağrışımları kadar, ilişkiye girdiği sözcüklerle oluşturduğu yeni değerler
olarak da, kendi olarak da duyumsandığı bir dönemi yaşıyoruz bir çeyrek yüzyıl.
Dolayısıyla sözcükten başlayarak oluşturulan şiir dili ‘kullanıldığı anda tüketilir’ bir dil
değildir; her okunduğunda yeni anlamlar üreten bir dildir.
Son yıllarda şiirin hayatımızdan çıktığı, toplumsal bağlamının olmadığı, insanı
yitirdiği vb. görüşlerin tam da bu eski şiir bilgisinden kaynaklandığını söylemek gerekir.
Modern şiir tikel bir üretimdir. Bireyi de, ötekini de, toplumsal olguları da bire bir anlamda
değil, estetiksel olarak ve dönüştürerek yeniden üretir. Anlam kurucu özelliği öne çıkar.
Şiirsel söylemin örgütlenişi yazınsallıkla içkindir. Dolayısıyla, yazınsal nitelik taşıyan şiirsel
söylemle ‘rapor’ yazılamaz. Savunma da yapılamaz. Hukuksal söylem farklıdır, şiirsel
söylem daha bir farklıdır, yazınsallıkla içkin olduğundan. Şiire, ‘yararcı’ bir noktadan
yaklaştığımızda yanılırız. Şiir ‘kullanılabilir’ bilgiyi değil, estetiksel bilgiyi estetiksel
düzlemde iletir. İnsanı da bu nedenle derin yapısıyla etkiler ve kuşatır. İnsanın bilincinde
dönüşümler yaratır. Yaratıcı özne, dili, verili gerçekliğin bir parçası olmaktan çıkarıp dilin
sabitlenmiş düzgülerini aşarak okura ulaşır. Okura ulaşmayı, verili eğretilemesel düzlemi
değil, yaratıcı eğretilemesel düzlemi şiirin ifade düzlemi kılarak gerçekleştirir.
Hilmi Yavuz, ‘Şiir, neden bu kadar ürkütücü’ başlıklı yazısında, Terry Eagleton’ın
the Times’ın Edebiyat Eki’nde yakınlarda yayımlanan bir yazısından şunları aktardı:
Eagleton, özetle, “şiir, bütün yazınsal sanatların en ürkütücüsü’dür” diyor. Doğrudur.
Neden böyledir? Çünkü şiir, gündelik konuşma dilinin olanaklarını kullanıp aşarak çok
katmanlı, çok sesli bir yapı oluşturur. Okur için, eğretilemesel düzlemi ve imgeselliği olan
bu dil ürkütücüdür. Okuru tedirgin eder. Gündelik dil içindeki okur, şiiri kuran sözcüklerin
göndermelerinin bildik nesneler olmadığını anlayınca şaşırır; göndermeleri bile kendinde
olan bir dil karşısında ürperir, tedirgin olur. Oysa, sözcüğün kirletilmemiş, masum haline
dönüşü modern şiir gerçekleştirmiştir. Dilin kapalı oluşu, sözcüklerin sözcük olarak kendi
değerleriyle kullanılmasından gelir. Donanımsız okuru ürküten budur.
Modern şiirin dili bağlamında sonuç olarak şu söylenebilir: Modern şiir, gündelik
dilin dış dünyadaki göstergesel birliğini parçalayarak kendi göstergesel düzgülerinin
birliğini estetiksel biçimde kurar. Dile masumiyetini geri verme çabasıdır bu. Bütün
yazınsal sanatların en ürkütücüsü şiir, bilinçdışının yöneldiği alanlar olan düşleri de
sezgileri de dile içkin kılar.
ŞİİR DİLİ, ŞİİR
Şiir dili ortak dilden faklı bir dildir. Modern şiirin merkezinde ortak dilden farklı
olan bir dil vardır. ‘Şiir dildir’ derken, şiirin ana malzemesinin ortak dil olduğunu
vurgulamış oluruz. Genel, ortak ya da konuşma dili, iletişim dili bir uzlaşmalar bütünüdür.
Uzlaşma, iletişim işlevi ana amaçtır. Gerek sözdizimi, gerekse işlevsel olarak genel dilden
ayrılan şiir dili, bu özellikleriyle genel dilden sapar. Modern şiirin dili uzlaşma, anlaşma,
iletişim dili değil, o dilden sapan ve kendi anlatım düzenini kuran dildir. Ortak dilin
sözcükleriyle çalışır ve ondan ayrılarak kendi ifade biçimini kurar. Ortak dilin imgelerini,
eğretilemelerini değil, şair ben’in (öznenin) kurduğu imgeleri, eğretilemeleri kullanarak,
yaşamı, insanı yeniden anlamlandırır. Dil, estetiksel olarak yeniden kurgulanırken imge
özelliği kazandığında ortak dilden sapar, dil içinde yeni bir dil oluşturur. Buna ‘şiir dili’
deriz. Şiir dili ortak dilde olmayan özellikler kazanır ve ondan ayrılır.
Şiir dilinin, şiir olabilmesi ise, iki ana eksenin (ses ve anlamın) bir ‘yapı’ya
dönüşmesi gerekmektedir. Şiirsel yapı, şiirin yüzey ve derin yapısının eşgüdüm içinde
örgütlenmesiyle oluşur.
Şiir dilini düzyazıdan ayıran bir özelliğine değinelim: Şiir dili eksiltilmiş dildir. Nedir
eksiltilmiş dil? Az sözcükle çok katmanlı anlatım biçimi kurmaktır. Bazen sözdiziminden
düşen sözcükler olur; bazen de çok az sözcükle yoğun anlam elde edilebilir. Eksiltilmiş dil
değişmecelerle örülür, imgeler anlatımı-anlamı güçlendirir. Modern Türk şiirinde bunların
sayısız örneğe var. Pek çok şiirde anlam gizli katmanların altındadır. Örtük anlamı, şairin
anahtar sözcükleriyle kendini gizleyen şiir dili içinden okumaya, çözümlemeye çalışırız.
Şiir dilinde, dilin kurgulanışında ya da şiir dilinin taşıdığı imgede şiirsel mantık
ararız. Şiirselliğin dış yapısı olan dil, kendi dışına çıktığında (imgeye dönüştüğünde)
devinim kazanır. İmge bu devinimi sağlar. Dil gerilir, elektriklenir; dolayısıyla şiirin
gerilimi, ilettiği yoğun duygudadır. Şair öznenin yaşantı içeriğinin anlıksal gerçeklikleri,
ilişkileri, çelişkileri, zihinsel süreçler sonrası imgelere dönüştüğünde şiirsel mantık ters
işlerse, ya imge kurulamamış ya da ‘saçmaya’ dönüşmüştür. ‘Saçma’nın, şiirsel mantığa
aykırı olduğunu ve anlamla örtüşmediğini söylemek bile fazla.
Burada, şiir dili bağlamında dikkati çekici nokta sözcük ve sözcük ilintileridir.
Şiirde, temel birim olan sözcükler somut nesnelerin karşılığı olarak yer almazlar. Yazınsal
soyutlamaların sessel ve anlamsal göstergeleri olarak yer alırlar. Sözcükler, öteki
sözcüklerle girdikleri ilişkide anlam ve imge üretirler.
Gılles Deleuze, Kritik ve Klinik adlı yapıtına yazdığı önsözde yazınsal metinlerin
ortaya koyduğu yazma sorununu şöyle dile getirir: “Yazma meselesi: Proust’un söylediği
gibi, yazar dil içinde yeni bir dil icat eder. Yeni dilbilgisel ya da sözdizimsel güçleri gün
ışığına çıkarır. Dili alışıldık yollarından saptırır, onu sabuklatır. Ama yine de yazma
meselesi, bir görme ve duyma meselesinden ayrılamaz: Aslında, dilin içinde bir başka dil
yaratıldığında, “sözdizim-dışı”, “dilbilgisi-dışı” bir sınıra uzanan ya da kendi dışına açılan
topyekûn dildir”. Deleuze, dikkat ederseniz yaratıcı yazarlar için eder bu sözleri. Görme,
duyma eksenli kırılmayı sağlayan şair, dilin sözdizimini ve dilbilgisi kurallarını alt üst
ederek, dilsel kırılmayı da şiir dilinde gerçekleştirir. Bilinçdışının keşfi, üstgerçekçilik,
kübizm ve öteki yazınsal gelişmeler yazıya özgü bir dilin kurulmasına yol açar. Artık sesi,
rengi, görüntüyü sözcük ilintilerinde arayan, duyan ve görendir şair. Deleuze devam
eder: “Her yazar için aslında şu söylenmelidir: O, bir görendir, bir duyandır, “mal vu mal
dit”, o bir renk ustasıdır, bir müzisyendir.” Yukarıda, şiirin ses anlam ekseninin şiirsel
yapıyı kurduğunu yazmıştım. Söylemek bile fazla, şiirin müziği ses ekseniyle oluşur.
Modern şiirin kural tanımazlığı dilin sınırsızlığından gelir. Dilin sınırsızlığı,
kayganlığı, sabitlenemeyişi şaire sonsuz anlamlandırma olanağı sunar.
Şairin elinde dil-söz düzeneği yapılan bir şeydir. Yapılan-yazılan şey, şiir, öznenin
de içinde yapıldığı bir şeye dönüşür. Deleuze, “Yazmak, aynı zamanda yazardan başka bir
şey olmaktır” derken tam da bunu söyler. Dil, öznenin de yapıldığı bir şeye dönüşür; dil
olmaktan çıkar, ‘söz’ olur. Söz, kişiseldir, tikeldir. Dil, söze dönüşünce, özneyi bağlar. Bu
yüzden Wittegenstein “dil masum değildir” demiştir. Öznenin yaratıcı imgelemi,
eğretileme ve imgelerle işaretlenmemiş gerçeklik alanlarını kurar. Düşler, sezgiler,
gerçeklikleri aşan bütün düzeyler, yaratıcı imgelemden geçerek, imgeler, eğretilemeler
halinde şiirsel yaratım sürecine katılırlar. Üstgerçekçiler de bu düzeneğin bir ucunda yer
alırlar. Dil, bu bakımdan şiirin ana malzemesidir. Elbette, bu dil gündelik dil değil, onu
aşan bir dildir. Şair, gündelik dili aşarak estetik düzeye ulaşır. Şair, dış dünyayla temasta
olan yaşantı ve bilinç içeriğini dil üzerinden kurar, biçimlendirir. Gündelik dil sabitlenmiş
düzgüleriyle bile kayganlık taşırken, şairin bu dili aşan kurgu dili ayraç içine alması
olanaksızdır. Bütün çaba, bu durumdaki dili, verimli malzemeye dönüştürmektir. Bu
dönüşüm sancılı bir süreçtir. Şiir dili, iki düzeyi (yaşantı ve bilinç) imgesel sarnıçta
toplayan estetiksel bir düzeydir. Onun dilsel, şiirsel bir yapıya dönüşmesi, şiir olgusunu
ortaya çıkarır. Şiir, işte böylesi dilsel, sessel, anlamsal bir örgütleniş, bir yapıdır. T.
Eagleton “Dili daha çok yaptığımız bir şey, pratik yaşam biçimlerimize sıkı sıkıya örülü bir
şey olarak düşünürsek…” derken, dili gündelik yaşam içinde de yapılan bir şey olarak
görmektedir. Gündelik yaşam içinde bile bu derece kaygan bir dizgeden, örgütlenişten
farklı bir şey yapmak, o farklı şeyle şiir yazmak-yapmak zorun zoru bir iştir. Elbette, her
şair kendi zihinselliği ve donanımı içinden duyma, görme, bilme biçimiyle şiir üretiminde
bulunur. Varolan şiirle, dille, sözdizimiyle hesaplaşır. Hesaplaşırken kendi dilini, biçemini,
biçimini bulur ya da bulmak zorundadır. Her şairin şiir evreni özeldir, kendine özgüdür.
İnsanlık ve varoluş sorunu her şairce farklı dil, biçim ve biçemle dile getirilir. Şair,
sorunlarını, bağlanma sorunsalı içinden dile getirir. Söylenecek şey çoğu zaman aynı
olabilir; ne ki şair nasıl söyleyeceğini bulmak zorundadır. Kurgudur onu özgün kılan
etmen.
Şair ortak dili yeniden yapılandırandır. Modern şiirin tarihi gelişmesi
düşünüldüğünde bu böyledir. Modern öncesi klasik şiirin dili, bütün yazınsal niteliğine ve
yüklendiği söz sanatlarına, hatta ölçü-uyak disiplinlerini içermesine karşın ortak dile
bağlıdır. Ortak dile dayanır klasik şiir. Modern sonrası şiirdeki dilsel kopmanın temelinde
görme, bilme biçimlerindeki değişim vardır. Dille hesaplaşma, giderek verili dilin iç ve dış
iktidarla bağımlı olan özelliklerinden kopma tam da modern sonrasında başlar. Buna
koşut olarak resim, mimari, müzik gibi sanatların dillerinde de epistemolojik kopma
yaşanır. Modern şiirin oluşumundaki temel etmenin dilsel değişim olduğu söylenmelidir.
Dilin, aynı zamanda iletişimde kullanılır oluşu, aynı malzemenin dönüştürülerek şiir diline
ve estetik düzeye taşınmasını sancılı kılmıştır. Bugün, şiir dilinin ortak dilden kopuşunu,
ses ve anlam açısından çok katmanlı hale dönüşümünü çok daha net olarak
değerlendirebiliyoruz. Dilde başlatılan bu süreç, dilin, giderek şiirin artık dış dünyanın
algılanabilir uzantısı değil, Ben’in iç ve dış dünyasını kapsayan, bunları yorumlayan ve
kuran bir katkıya dönüşür. Dilin, şiirde dilsel bir kurguya dönüşümü, yenilenişi, gidimli
ilişkilerinden ve iç ve dış iktidar düzlemlerinden kopuşu, kısaca özgürleşmesi, modern
şiirin estetiksel düzeyinin kurulabilmesini kolaylaştırmıştır. Mallarme, bu sancılı sürecin
merkezinde yer alan kurucu şairdir. Ben’in şiiri böylece kurulabilmiştir.
Yakın dönem modern şiirimizde, gidimli dilden gerçek anlamda kopuş İkinci Yeni
ile başlamış, böylece şiirin mimesis aktarmacılığı kırılabilmiştir. Soyutlama düzlemi şiire
yeni anlam alanları açmıştır. Dış dünyaya dolaylı olarak katılan, yeni gerçeklik alanları
sunabilmiştir İkinci Yeni.
İkinci Yeni’nin dilsel-zihinsel bir gerçeklik olarak algılanamayışı, bu kendiliğinden
ve belki döneme denk düşen kalkışmanın epistemolojik bir sorunsalı imlediğinin
görülememesi, estetik-etik düzlemde değil, politik-ideolojik düzlemde ve gereksiz
tartışmaları getirmiştir.
Modern şiir, bu bakımdan, biçim, kurgu, yapı, anlamlandırma, müzik düzleminde
soluk alır. Dilin sözcük ve sözdizimi düzeyinde olanaklar arar. Çok söylemliliği farklı
biçimde kurmaya çalışır. Parodi, pastiş, ironi, metinlerarası düzlemde bir kurguyu
öngörür. Modern şiir, yalnızca derin anlamsal örgüsüyle değil, biçimiyle de ortaya çıkar.
Varolan biçimsel yapıları bozarak yeni bir yapı kurar. Biçimsel yapı bilinçdışını, iç
konuşmaları da kurguya dahil eder. İç dünyanın titreşimleri müziksel özelliklerle dile gelir.
Şiirsel dil, işte böylesine çok işlevli bir ‘değer’ taşır.
Gılles Deleuze, Kritik ve Klinik adlı yapıtının birinci bölümünü oluşturan ‘Edebiyat
ve Yaşam’ adlı yazısında şunları yazar: “Edebiyatın dil içinde yaptığı şey şimdi daha iyi
ortaya çıkıyor: Proust’un söylediği gibi, edebiyat tam tamına bir tür yabancı dil oluşturur;
dilin içinde bir başka dil ya da yakalanan bir şive değil, ama dilin bir öteki-oluşu, bu
majör dilin bir minörleşmesi, onu alıp götüren bir sabuklama, egemen sistemden becerikli
bir şekilde kaçış”. Deleuze, “sözdizimsel yaratım, biçem, dilin oluşumu budur” der. Şiir dili
de böyle bir şeydir, dil içinden yeni bir dil icat etmektir.
KIBRIS RUM VE TÜRK MODERN ŞİİRİ
Kıbrıs (1) Rum ve Türk şiiri denilince, iki halkın şairlerinin yazdığı ortak duyarlıkla
kesişen ve ayrışan modern şiiri anlamak gerekir. Şiirin kaynakları konusunda Türk ve
Elen şiirinin ortak kesişme noktalarında buluşan modern bir şiir. Doğu Akdenizlilik olgusu
bu şiirin belirgin bir niteliğidir. Kıbrıs şiirinin “sekiz bin küsur yıllık bir kültürel” birikimin
doğal mirasçısı olduğunu belirteyim. Pygmalıon dergisinin ifadesiyle (Kış, 1993)
“ütopyalarına” sahip çıkan bir şiirdir.(2) Bu şiirin öznesi, ister Türk olsun, ister Rum,
kendine çizdiği yol haritasıyla kesişir. Türkiye ve Türk şiiri, Yunanistan, Elen şiiri, özellikle
modernite sonrası şiirin aldığı yol, Türk ve Elen şiirinin dünyası, Kıbrıs şiirinin de doğal
mirasları arasındadır. Türkiye, Yunanistan ve Doğu Akdeniz şiir duyarlığı bu şiirin ortak
yönüdür. Şiirlerin Türkçe ya da Elence yazılması duyarlığın hissedilmesine engel değil,
tersine, şiirler İngilizce yazılsa bile duyarlık baskındır. Türkçe, Elence, İngilizce yazılan
şiirin birbirini etkileyip ortak bir duyarlıkta, hatta izleklerde buluşması, ton, renk ve vurgu
yönünden ayrışmayı da engellemez.
Kıbrıs şiirinin, Türk şiirinin sözbiliminden (retorik) farklı olduğunu belirtmeliyim.
Kısaca, Kıbrıs Türk şiiri yeterince incelendiğinde bu görülür.
Kıbrıs Türk şiiri, Türk şiirinin yörüngesi içinde düşünülmüştür. Bu şiirin farklılığı,
farklı poetik argümanlar barındırdığı göz ardı edilmiştir. Kıbrıs’ta yazılan şiirin Doğu
Akdeniz kültür coğrafyasının, Akdeniz duyarlığının, yaşama biçiminin ürünü olduğu fark
edilmemiştir bugüne kadar.
Kıbrıs şiiri (Rum ve Türk) aydınlık, ışıklı bir şiir. Yer yer bitki örtüsünün, yer yer
hava ve suyun, yer yer insan sıcaklığının izlerini taşır. Lirik ve epiktir. 1948 Limasol
doğumlu Niki Marangou’dan birkaç dize:
babalar gidince
kendi gölgesini görür çocuklar
Neşe Yaşın’ın ‘Gölge’ adlı şiirinden aldığım iki dizede, babaların gölgesinde büyüyen
çocuklara göndermeler vardır: Babalar ölünce, işte o zaman çocuklar kendi gölgelerini
fark ederler.
Kıbrıs Rum şiirinin bugün en önemli şairi Yorgos Moleskis’tir. 1967 ile 1998 yılları
arasında 10 şiir kitabı yayımlamış Moleskis. Toprağına, köklerine bağlı bir şair. Anlatı
tekniğine yaslanan yalın, lirik bir şiiri var. Anılara, ev içi, avlu içi hayata dönük, yani içsel
değil, dışa, nesnelere dokunup geçen, oldukça duyarlı bir şiir yazıyor. Sözü dolaştırmadan
söyleyen, yalınlıkta derinliği arayan bir şairdir. Toplumsal yaşantıyı (hayat tecrübesini),
insanı, adayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor. Yalın, aydınlık, barışçıl. Zeki Ali’nin
çevirileriyle ‘Barış Toplantısında Kör Bir Konuşmacı’, ‘Sessizlik’, ‘Avludaki Güneş’, ‘Yokluk
Figürleri’ adlı şiirlerini okuyabildiğim Yorgos Moleskis’in şu dizelerini aktarayım:
Niki Marangou, Kıbrıs Rum şiirinin, 1980’den beri Lefkoşa’da yaşayan şairi.
Masalları ve düzyazıları da var. Kochlias Kitabevi’nin yöneticisi. ‘Bahçeden’ (1981),
‘Göstergelerin Başlangıcı’ (1987), ‘Divan’ (2000) adlı şiir kitaplarını yayımlamış. 1998
yılında İskenderiye’de Kavafis şiir ödülünü almış. ‘İskenderiye’, ‘Güller’, ‘Aziz Katerina’
adlı şiirlerini okuduğum Marangou modern şiir yazıyor. Geleneğe bağlı olduğunu da her
fırsatta vurguluyor. Dile bağlılığı,Marangou’yu dilin geleneğini araştırmaya yöneltmiş.
“Özellikle çağdaş, antik, Bizans ve tüm farklı şekilleriyle Yunan dili”ni araştırıyor. Dille
oynayan bir şiir mi onunki? Çevirilerden bunu çıkarmak zor. Ne var ki, Niki Marangou’nun
şiiri bireysel tarihine dayanıyor. Özel bir coğrafyası, faunası-florası var. ‘Güller’ şiirini
bunun bir örneği.
Kıbrıs’ın, bu küçük ülkenin, bu tarihsel adanın başka Rum şairleri de var, genç
kuşak şairleri de. İki halkın arasındaki duvarlar yıkıldıkça onları da yakından tanıma
olanağına kavuşacağız.
Kıbrıs Türk şiirinin en temel özelliği, farklı bir retorikle yazılmasıdır. Bu farklı
retorik çağdaş Türk şiirinden onu ayırıyor. Ayırt edici bir özellik oluyor. Öze ilişkin olarak
dayandığı kültürel birikim, yaslandığı duyarlık, yaşam biçimi vb. farklı bir şiirle karşı
karşıya bırakıyor beni. Kıbrıs Türk şiirinin derin yapısında beliren bu farklılıklar
başkalarınca okunamadığı için, ne yazık ki bu şiir modern Türk şiirinin içinde
değerlendiriliyor. Bu tutum, başka bir ülkenin, başka bir kültürel ve tarihsel birikimin,
başka bir retoriğin, başka bir coğrafyanın, başka bir mitolojinin içinden yazılan Kıbrıs Türk
şiirini, “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi”ne dahil etmek gibi gariplikleri de içeriyor. (Doğru
tutum, antolojilerde, “Kıbrıs Türk Şiiri” bölümünün açılması, o bölümde incelenmesidir.)
Kıbrıslı şairler Türkçe yazdıkları için, yalnızca bunun için, bir de şiirin sınır
tanımazlığından, şiirlerini Türkiye’de yayımlanan dergilerde yayımlayabiliyor, kitaplarını
çıkartabiliyorlar. Bu doğal ve farklı bir şey. Ama “Türk Şiiri Antolojisi”ne (ki bütün bir Türk
şiiri mirasını antolojilerde bulursunuz) dahil edilmeleri hangi gerekçeye dayanıyor,
anlamak oldukça güç? “Kıbrıs Rum ve Türk Şiiri Antolojisi” yapılabilir. Ülkenin şiirinin
geleneği, şiir mirası, tarihçesi incelenebilir. Bu şiirin kaynakları, dünya şiiri içindeki
konumu, yazınsal özellikleri ve dönemleri saptanıp incelenebilir.
Bu küçük ülkenin edebiyatçıları, şiirlerinin modernite öncesi ve sonrasının
tarihçesini (Rumca ve Türkçe olarak) çıkarmalıdırlar. Kıbrıs şiirinin tarihçesi ve yazıldığı
kültür içinden değerlendirilmesi, yazınsallığı, izlekleri, imge düzeni, zihniyet dünyası,
genel nitelikleri ortaya çıkarılmalıdır.
Kıbrıs modern Türk şiirine gelince: Fikret Demirağ, Mehmet Yaşın, Neşe
Yaşın,Hakkı Yücel, Feriha Altıok, Faize Özdemirciler, Tamer Öncül, Filiz Naldöken, Zeki Ali
gibi şairlerle, yenilikçi ve modern bir biçimsellik, ses ve anlam açısından bütünsel bir yapı
üzerine oturmaktadır. Kıbrıs modern Türk şiiri çok genç bir şiir. Geleneği yok; dolayısıyla
kendi küllerinden doğan bir şiir. Kaynakları, modern Türk şiiri, Modern İngiliz, modern
Yunan şiiri ve dünya şiir pratikleridir. Modernitenin zihniyet dünyasındaki yeniliği, bireylik,
kimlik, dil ve demokrasi bilinci yönündeki değişimdir. Kıbrıs’ta, modern şiirin
başlangıcında Pembe Marmara (1925-1984) vardır. Pembe Marmara, Garip şiirine
öykünen naif şiiriyle belirir. Ne var ki, modern şiirin olanaklarını tam kullanabildiği, bu
anlamda da şiirini geliştirebildiği söylenemez. Döneminin (1944-1958) ırkçı söyleminin
dışında kalmasıyla dikkati çeker. 1950-60 yılları arası, bu ara kesitte şoven, milliyetçi
söylemi öne alan slogancı bir şiir doğar. Yazınsal niteliği, estetik düzeyi olmayan şiir dışı
bir durumdur. Osman Türkay, Taner Baybars, Özker Yaşın, Mustafa İzzet Adiloğlu. Bu
adlar, modern şiirin yazılmasını geciktirirler.
Modern Kıbrıs Türk şiirinin ilk öncü kuşağı 1950’li yılların sonlarında ortaya çıkar.
Fikret Demirağ, Zeki Ali, Kaya Çanca gibi adlar modern Kıbrıs Türk şiirinin kurucularıdır.
Modern şiirin öğelerinin keşfedilmesi (imge, sözdizim, dize) ; şiirin bir dil işçiliği
olduğunun vurgulanması, şiir dilinin farklılığının kavranması bu kuşakla başlar. Gündelik
konuşma dilinin dışına çıkan soyutlamalar yaparak hayatı anlamlandırmaya çalışırlar. Bu
çabanın ilk ürünlerini Kaya Çanca’nın “Y Sokağı/1968” adlı yapıtında görmek
mümkündür. Kaya Çanca olgunluk döneminin ürünlerini veremeden 1973 yılında intihar
eder.
Bu kuşak, imge, eğretileme, izleksel genişlik, sözcük bilinci, sözdizimi yönünden,
kendilerinden önceki şiirlerde varolmayan öğeler katarlar şiire.
1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Kıbrıslılık bilinci ve kimliği
(kültürel öğeleriyle birlikte) öne çıkmaya başlar. Rum olsun, Türk olsun, Kıbrıslı şairin,
ada kültürünün köklerini aramaya koyulması 2000’li yıllara kadar sürer. Özellikle Fikret
Demirağ’ın şiirlerinde arkaik sözler, deyimler, mitolojik motifler olarak bu arayışın izleri
görülür.
Zeki Ali’nin şiirini, referanslarını dünya şiirinden alan bir şiir gibi okuruz. Zeki Ali,
temiz ve pırıl pırıl Türkçe’siyle, dünya şiirinden çevirilerle de şiir ortamına katkıda
bulunuyor. Kanada’ya göç eden Zeki Ali’nin şiiri için Fikret Demirağ’a başvuralım: “Ülkü
Tamer duyarlığına yakın şiirlerle başlayan ve gerçek bir yetenek olan Zeki Ali ise,
1970’lerin başına kadar bu şiir (‘Soyut Şiir’, imgeci şiir vb. a.ada) doğrultusunda tek
başına yol alıp kitaplar yayımlayacak; 1970’lere girerken toplumcu gerçekçi bir şiire
yönelip, 2.Yeni benzeri ‘Soyut Şiir’ serüvenine noktaya koyacaktır.” (5) Zeki Ali’nin
‘Güneş Rengi Bir Balık’ adlı şiirinden şu dizeleri aktarayım:
1) Yukarıdaki dizeler Fikret Demirağ’ın şiirinin doğayla iç içe ve bir izleğin çevresinde
kurulduğunu gösterir. Büyük hayat kavramı ve zihinselliği Demirağ şiirinin ana
omurgası gibidir. Şiirinin işlevselliğini öne çıkaran bir tutum içindedir. Zeytinliklerin
şarkıcısı olarak portresi bir görünüp bir yiter. Çocukluğunun saf mirası şiirinin
omurgasına yerleşir. Limon çiçeği, tarla kuşu, bir sepet taze incir vb. doğasal varlık
ve nesneler göstergeleridir.
2) Dili (Türkçe’yi) kullanırken yanlışlıklar da yapar: “acıyı ve öfkeyi nasıl sığsın şiirim!”
(SŞ-II, s.66). Dizenin doğru kuruluşu şöyle olması gerekir: “acıya ve öfkeye nasıl
sığsın şiirim!”. Bir başka yanlış dil kullanımı: “gazel bir yaprak gibi rüzgâra salmasın
beni!” (SŞ-II, s.106). Dizenin doğru sözdizimi şöyle olması gerekir: “bir gazel
yaprağı gibi rüzgâra salmasın beni!” Çünkü, Fikret Demirağ, şiir dilinde dilbilgisel
sapmalar yapan bir şair değildir.
3) Fikret Demirağ’ın Seçme Şiirler-II’de güzel şiirleri de var: ‘Sabahı Sevgiyle Sulayan
Kız’, ‘Gece Cırıltılar ve Ateşböcekleriyle Dolu’, ‘Yıllar Sonra Bir Dipnot’ adlı şiirleri
bunlardan birkaçı. İzleksel bütünlükleri ve kusursuz söyleyişleriyle dikkati
çekiyorlar.
4) Kıbrıslılık bilinci Demirağ’ın şiirinin derin yapısından okunabilir.
5) 1992-1994 yılları arasında yazdığı Acılı Bir Yurt İçin adlı şiirlerinde, toprağının
kültürüne ve köklerine sahip çıkar. Kendi ifadesiyle, üzüme, aşka, zeytine ve şiire
aşılanmış insanın duyarlığı vardır.
6) Fikret Demirağ şiirinin yalnızca Kıbrıs’ta kullanılan sözcükleri de var: Agagiya:
akasya. Yennar: ocak ayının soğuğu. Çokum: tutam. Talvar: çardak. Fevrat: şubat.
Aprıl: nisan ya da ilkyaz. Boro: dolap. Kaşkaranlık: alacakaranlık. Keyfolmuş:
çakırkeyf. Tülümbe: bir tür çalı vb. Kıbrıs Türkçe’sine özgü sözcüklerin şiir dilini
zenginleştirdiği söylemek bile fazla. Dikkatimi çeken bir sözcük var:
Öldürünüyorum: zor bir durumdan kurtulmak için çok büyük çaba harcamak,
yırtınmak anlamını taşıyor. Ayrıca Fikret Demirağ, “Mum adadım, fal baktırdım,
zeytin yaprakları kuruttum” (SŞ-II, s.40) gibi ortak zihinde ritüel anlamı olan sözleri
kullanmaktan çekinmiyor. Çünkü, halkın dilinde bağlılaşığı olan sözler bunlar.
7) Fikret Demirağ’ın şiirinin bir özelliği de erotizmi içermesidir. Bedenin dilini bütün
doğallığıyla yansıtıyor.
8) Halkın yaşam biçimi, günübirlik sıkıntıları, acıları dile getiriliyor. İzleklerini
düzenleyen kargışlı bir dili, törensi bir söyleyişi var.
9) “Bir portakal bahçesinin çoktan çürümüş otları arasında kalan bir potin teki?” (SŞ-
II, s.66). Fikret Demirağ’ın şiirinin bir ayrıntı şiiri olduğunu gösteren güzel bir
örnek.
10) Fikret Demirağ’ın şiiri ben söylemin şiiri. Ancak ben aynı zamanda başkasıdır. Yeri
gelir bir annenin söylemini üstlenir, yeri gelir bir çiftçinin. Bir düşünsellik olarak
diyaloğ-dizeler araya girer, şiirinin dokusuna katılırlar.
1 Kıbrıs Rum ve Türk şiiri, ‘Kıbrıslı Rum ve Türk şiiri’ değil. Bu bir dilsel zorunluluk. Ayrıca uluslararası
edebiyatın zorunluluklarını karakuşi bir anlayışla karmakarışık ifadeler yığınına dönüştürmeye, yani keyfiliğe
kimsenin hakkı yok, diye düşünüyorum. Bunu da asla milliyetçi kaygılarla değil, uluslararası edebiyatın dilsel
zorunlulukları gereği yapıyorum. Hiçbir Fransız Türk şiirine ‘Türkiye şiiri’ ya da ‘Türkiyeli şiir’ demez.
2 III. ve IV. Uluslar arası Yalova Şiir Akşamları Kitabı, Temmuz 2003
3 Not 2’deki adı geçen kitap.
4 Yeni Pygmalıon, Sayı: 1, Temmuz 2002
5 Kıbrıs Türk Şiiri, (2), Yeni Pygmalıon, Sayı:2, Ağustos 2002
6 Fikret Demirağ, Tanrı Müziği Bir Sessizlikte, (Seçme Şiirler 2),
Işık Kitabevi Yayınları, Ekim 2002
1980 SONRASI ŞİİRİ, YENİDEN
Bugünden 1980 sonrası şiirine bakılınca, dönem şiiri olarak poetik kodlar içinden
yürüyen bir şiir yazıldığını söylemek mümkün. İkinci Yeni şiirinin özümlenmesiyle dilde
farklı bir mecraya gelindi. Bir önceki dönemin düz dili, politize dili, yerini imgesel ve
dolayımlı bir dile bıraktı. Bu dönemde çok sayıda şair ortaya çıktı. Bir kısmı şiiri bıraktı.
Bir kısmı 1980 öncesi başlamıştı şiire ve bugün de yazmaya devam ediyor.
1980 sonrası şairleri “önce şiir” ilkesiyle; yani estetiği öne alan bir ilkeyle çıktılar.
O dönemin dergilerine baktığımda yeniden gördüm, bunu poetik bir temele oturtmadılar.
Düşünsel / poetik temelleri olmadı hiç. ‘Önce şiir’, aslında bütün şairlerin temel ilkesiydi.
1980 öncesinin genç şiirinin düz dilin kodlarıyla ürettiği şiir slogana açık bir şiirdi. Şiir,
önce şiir olmak zorundaydı. Şiirin etik, estetik, anlamsal, sessel öğeleri de ‘önce şiir’
oluşuyla ortaya çıkar. Önce şiir, şiir için bir tavırdı ; 1970’lerin politize olmuş şiirine karşı
geliştirilen bir tavır. 1970 sonrası şiir, politize ve estetikten uzak yapısıyla, parlayıp yiten
‘bildirisiyle’ kalıcı izler bırakmadı.Öte yandan, 1980 sonrası şairleri bütün şiir
deneyimlerinden kaynaklanan bir şiir ortaya koyarak kendiliğinden politize oldular.
Geleneğin fetişleştirilmesi gibi; Ece Ayhan, İsmet Özel, Hilmi Yavuz, Enis Batur gibi kendi
şiirsel havzalarını kurmuş şairlerin etki alanı içinde şiir üretmek gibi; toplumsal ilgilerinin
azalması gibi olumsuzluklar zamanla aşılarak, İkinci Yeni sonrası dilde farklı bir alana
sıçrama olanağı buldu yeni şairler. Şiirini o dönemde geliştiren bir şair olarak, ben dahil,
asıl verimliliğe 1980’lerin sonuna doğru ulaşılabildi.
Üç Çiçek, Poetika, Şiir Atı, Fanatik gibi dergilerde “merkezinde düşünsel ve felsefi
bir dünya tasarımı” olmadan şiir üretildi. İmgeye dayalı bir şiirdi bu. İkinci Yeni’den farkı
‘şiir dilinde’ gerçekleşti. Yazko Edebiyat, Düşün, Broy, Varlık gibi dergiler bireyin
sorunlarını dile getiren şiirler yayımladılar. Kimi alt kültürlerin diliyle, kimi içrek bir dille
ortaya çıktı. Bir bölüğü narrativ, bir bölüğü imgeci şiire yöneldiler. Metafizikçi, içrek bir
şiir yazdılar. Hiç şüphesiz sözcüklerin belli bir dünyanın temsilcisi olduğunun
bilincindeydiler. Belki bu yüzden eskil (arkaik) dil öne çıkarıldı.
Çağının çağdaşı olan, gerçekçiliğe bağlı bir kısım şair de 1980 sonrası şiir ürettiler.
Gerçekçiliğe bağlı şairler, etik sorumlulukla dönemin antidemokratik ortamında yaşanan
acıları şiirlerine umutsuzca taşıdılar. Daha estetize olmuş, daha incelikli bir şiire yönelerek
şiirlerinde niteliksel sıçramalar gerçekleştirdiler.
1980 sonrasında da sözcükler, şiir tümceleri ve biçimler nesnel hâle gelip
şeyleştiler. İkinci Yeni şairleri, Oktay Rifat, Can Yücel, Dağlarca, Ahmet Oktay, Özdemir
İnce, Hilmi Yavuz, Gülten Akın, Enis Batur rafine bir şiirin sözcüsü oldular. Gençlere, ‘şiir
böyle yazılması gerekiyor’ denilebilecek kadar güzel ve farklı şiirler yazdılar.
Dönemin dökümü şöyle: 12 Eylül’de 650 bin kişi gözaltına alınmış, 7 bin kişinin
idamı istenmiş, 517 kişiye idam cezası verilmiştir. 50 kişi idam edilmiştir. 171 kişi
işkencede öldürülmüş, 300 kişi de kuşkulu şekilde ölmüştür. Bu sayıların arkasında acı,
gözyaşı ve geride bırakılanların trajedileri vardır. Ahmet Oktay “şiirin son kertede
toplumsal ve siyasala gömülü” olduğunu yineler. 1980 sonrası şiirinde her yaştan şair bu
acıları yaşayarak şiirine insanın trajedisini koymuştur. Ama bazen içinde yaşanılan zaman
şiirden silinmiş, şiirin zamanı ‘geçmiş zaman kipi’ düzleminde kalmıştır. Bazen de ‘şimdiki
zaman kipi’ acıları kapsayacak biçimde kullanılmıştır. Yukarıda adını andığım dergilerde
yayımlanan şiirlere bakılarak görülebilir bu durum. Birkaç yıl sonra yayımlanan şiir
kitaplarında yer alan şiirlerde, insanın yaşadığı acılar, yenilgiler, acılı süreç açığa
çıkarılabilmiştir.
Yine Ahmet Oktay’a başvuralım: “Sözcükler masum değildir. Tarihin içinde ve tarih
tarafından kirletilmiştir sözcükler. Şiire özgü sözcük olmadığı gibi şiirsel dil de yoktur.
Şiirsel dil, akımlar, kanonlar aracılığıyla uydurulmuş, görece ve saymaca bir öğedir. Tam
da bu yüzden ne kadar şair varsa o kadar da şiir dili vardır. Şiir dili de o dilin sözcükleri
de son kertede toplumsal ilişkilerin içinde üretilir, orada evrim geçirir, anlam yitirir ve
anlam kazanırlar.” 1980 sonrası şiirini sadece bir kesimin şiirine indirgemek dönemin
değerlendirilmesinde yazarı, okuru yanlış sonuçlara götürür. Çünkü birkaç kuşak iç içe şiir
ürettiler bu dönemde. 1986 yılında da belirttim. (1) “Sorumsuz tutumlar, snop, züppe,
nihilist” tavırlar her dönemde ortaya çıkar, 1980 sonrasında da çıktı. Ama bu durum
geneli belirleyemez; öyle de oldu. Dolaşımdaki dil ya da sözcükler, çekilen acıları,
oluşturulan antidemokratik ortamı dışa vurmaya yetti. Şiirin poetikası, şiir içi sorunlar,
yapı kavramı, yüzey yapı+derin yapı, gelenek, imge gibi şiirin kavramları en çok bu
dönemde tartışıldı. Dil ve sözcükler, giderek şiir “toplumsal değişimin duyarlığını” en çok
bu dönemde ve şiirden ödün vermeden yansıtabildi.
Mikhail Bakhtin, yazınsal dilin kendi üzerine odaklandığını vurgular, ama
yazınsallığın kültürel (tarihsel, ekonomik, toplumsal) bağlamdan soyutlanarak dile
indirgenmesini doğru bulmaz. Dil yazınsal niteliğiyle ‘bildirişimde’ bulunur. 1980 sonrası
şiiri, içinde üretildiği toplumun acılarından dil düzeyinde uzak durur görünse de, bu
yanıltıcıdır. Çünkü bireyin umutsuzluğu bile çevreye, topluma gönderir okuru.Yani asıl
bağlamına, toplumsal yaşama belli bir mesafeden bakarak kendi acısını görür, onu
içselleştirir. 1980 sonrası şiiri böyle bir şiirdir. Çokgen, çoğulcu bir şiir üretilmesi şiirimizin
zenginliğidir.
’80 sonrasında İkinci Yeni, 1970’lerden bu yana yazan şairler, daha eski kuşaklar
hep bir arada şiir üretmenin zenginliğini yaşadılar. O dönem Orhan Veli’nin konuşma
diline dayalı şiiri bile bir ufuk buldu, yaşatıldı. Önceki metafizikçi şairler yeniden
araştırıldı. Yahya Kemal, Ahmet Haşim gibi şairler yeniden ve modernizm bağlamında
değerlendirildi.
Can Yücel’in döneme ilişkin bir saptamasını aktarayım: “…1970-80 arasında da bir
baskı dönemi gelmişti. Fakat bu baskı kısa sürdü ve bu baskının yarattığı tepki derhal dile
getirilebildi. Hatta farklı şiir anlayışında olanlar bile etkilendi. Turgut’la Edip bile tepkinin
şiirini yazdılar. Oysa 1980’den sonra baskı uzun sürdüğü için tepki kendi içinde yalama
oldu. Bu yalama oluş da bugünkü sükûti halimize, gevşememize yol açtı. Yani her dakika
önüne duvar çekile çekile, hapishanecilikte vardır ya altı yıl yattıktan sonra adam alışır
hapishaneye, burada da böyle oldu, baskı kanıksandı.” (2) Bu saptama doğrudur.
Dönemin popüler kültürünün, emperyal kanonun dayattığı kültürün, medyaların kültür
içindeki işlevinin artmasının, büyük sermayenin dergi-kitap sektörüne girmesinin değişimi
olumsuz yönde etkilediği; bir de antidemokratik bir ortamın varlığı düşünülürse, 1980
sonrası şairlerinin, şiirin aslî öğelerine dönerek şiiri savunduğunu söylemek bile fazla.
1980-90 döneminin popüler kültürü karşısında ise estetik ve etik eksene dayalı
‘Yeni Bütün’ hareketi yenik düşürülür. Şiirleri genişleme, gelişme, yayılma olanağı
bulamaz. Yeni Bütün metni, Sanat Hareketi Düşüncesi metni, bugün de tartışılması
gereken poetik metinlerdir. Ama bu metinlerle bir akım ve hareket yaratılamadı. Böylece
akımlar ve hareketler dönemi kapandı, bireysel çıkışlar, niteliksel sıçramalar gözlendi
daha çok.
1980 sonrası şiiri bütün eğilimlerin temsil edildiği bir mozaik gibidir. Şiirin bireysel
yataklarda aktığı bir zenginlik olarak görülmelidir bu dönem. Öte yandan çok farklı şiirsel
söylemler ortaya çıktığını da söylemeliyim.
1980-90 yılları, çağdaş Türk şiiri için bir deneyim alanı oldu. Yayımlanan şiirler
geçmişin köktenci mirasını barındırmasalar da, dilsel/yapısal değişimi gerçekleştirdiler. Bu
şiirler mikro düzeyde biçim/biçemleriyle mağlupların-yenilmişlerin ortak dili oldular.
1 Ahmet Ada, Şiir Okuma Durakları, 1980 Sonrası Şiiri, s.237, Islık Yayınları, 2004
2 1980 Sonrasında Türk Şiirine Bakış, Düşün, Ekim ’86
***
***
Savaş Zamanı
Şiirin Bilgisi
Şairin neyi bilip bilmediği şiirinin anlamlandırma ekseninde ortaya çıkar. Ama
ondan önce şairin, şiirin ‘yapı’ olarak bilgisini edinip edinmediğini, yine şiirinin örgütleniş
biçiminden çıkarabiliriz. Çağdaş şiir ses, anlam, yüzey yapı derin yapı, gerçeklik,
yoğunluk, somutluk, biçimsellik ve dilden söze evrilen özellikleriyle bir bütündür. Şair,
çağdaş şiirin ‘karmaşık’ bilgisine ne kadar yakındır? Ya da bu bilgiyi nasıl ve ne kadar
‘mülk’ edinmiştir? Şair, şiir yazmadan önce, öteki şairlerin şiir birikimini, şiirin evrensel
durumunu özümlemiş midir? Bütün bu soruların yanıtlarını şairin ürettiği şiirden
öğrenebiliriz. Şairin şiirle ilişkisi, şiirin bilgisini edinmesiyle başlar. Şiirin bilgisi rastlantıyla
edinilecek bir şey değildir. Şiir dilinin iletişim dilinden farklı bir dil olduğunun bilincine
varmak şiir bilgisinin başlangıç adımıdır. Sözcüğün bilgisi ile şiir içinde yüklendiği
işlevselliğin bilincinde olmak da başka bir adımdır. Sırasıyla, şiirsel söylemin ne olup ne
olmadığını bilmek; çağdaş şiirde imge ve söz sanatları (değişmece, benzetme,
eğretileme) ve imgenin bilgisini edinmek şair için şiire atılacak öteki adımlardır. Ama
hepsinden önemlisi şair dilini çok iyi bilmek, dilinin sözcüklerini tanımak, dilinin
sözcüklerinin sessel ve anlamsal değerlerinden olanaklar yaratabilmek zorundadır. Dil
(her dil diyelim buna) metaforiktir. Dilin değişmeceli kullanımı düzanlamı parçalar. Şaire
‘kurmaca’nın kapısını aralar. Bu da şaire, bir ‘şeyi’ yeniden anlamlandırma olanağı sağlar.
Öte yandan, şair, metaforik bir dil kurar. Jakobson’a göre “metaforda bir gösterge bir
şekilde başka bir göstergenin yerine konur: “İhtiras” “alev” haline gelir. Metonimide ise
bir gösterge, bir diğerini çağrıştırır. “Kanat”, bir parçası olduğu için “uçak”ı çağrıştırırken,
“uçak” da fiziksel iç içeliği sayesinde “gökyüzünü” çağrıştırır” (1) Jakobson’un şu ünlü
tanımını da aktaralım: “Şiirsel işlev, eşdeğerlik ilkesini, seçme ekseninden birleştirme
eksenine yansıtır.” Şair, şiirin anlamlandırma eksenini kurarken, anlamlandıracağı
nesnesine göre eşdeğerli sözcükleri seçer. Ancak, nesnesini anlamlandırması ‘seçme’
ekseninde değil, ‘birleştirme’ ekseninde gerçekleşir. Bir örnekle anlatayım: “Paris ma bille
ville – Fine comme une aiquille forte comme une epee”. Türkçesi : “Paris, bir iğne kadar
ince, bir kılıç kadar güçlü, güzel kentim.” (2) Bertan Onaran’ın çevirisiyle Eluard’nın
dizeleri. Şair, şiirin nesnesini (Paris kentinin güzelliğini) hangi sözcükleri seçerek kurmuş:
İğne ve kılıç. Sözcüklerinin çağrışım alanlarını (iğne: incelik; kılıç: güçlülük), başka bir
şeye (Paris kentine) yükleyerek bir değişmece türü olan eğretilemeye başvurmuş,
böylece nesnesini ‘seçme’ ekseninden ‘birleştirme’ eksenine taşıyarak Paris’i güçlü bir
şekilde anlamlandırmıştır.
Şair, şiirin bilgisini derinlemesine edinmek zorundadır. İşi budur, bu olmalıdır.
Şiir, salt bilgiyle üretilmez elbette, salt bilgiye indirgenemez. Selâhattin Hilâv’in
belirttiği gibi, (o edebiyat için söylüyor), şiir de ‘bilginin tikel bir biçimidir’. Söylemek bile
fazla, çünkü Şiir İçin Küçük Önsöz II’de yazdım (3), şiir anlamlandırma pratiğinin
estetiksel bilgisini iletir. Şiirin ilettiği bilgi bilimsel bilgi değildir. İnsanı dönüştüren, hayatı
yeniden anlamlandıran, haz ileten estetiksel bilgidir. Yukarıdaki dizede Eluard’nın Paris’i
nasıl anlamlandırdığını ve Paris’e olan sevgisini hangi sözcükleri seçip hangi sözcüklerle
birleştirerek ifade ettiğini vurgulamıştım. Bu dizeler Eluard’nın Paris’idir. Bu bilgi şaire ait
bilgidir.
II
Şairin Bilgisi
Şairin bilgisi şiirin bilgisiyle sınırlı değildir. İçinde yaşadığı dünya, o dünyanın
içindeki insanın yüz yüze geldiği sorunlar, bu sorunların bilgisi şairin bilgisine dahildir.
İnsanın açmazlarını şiirle dile getiren insandır şair. Çağdaş şair, insanî öznenin değeri
üzerinde duran modern bilgiyle donanmış insandır. Bilgi nedir? “Genel olarak, öznenin
amaçlı yönelimi sonucunda, özneyle nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şeydir.
Bilgi öğrenilen bir şeydir. Bir şeyi tanıyarak, deneyimleyerek ayırdına ya da bilincine
varırız.” Bilgiyi zihinsel bir faaliyet sonucu elde ederiz. (Ahmet Cevizli, Felsefe Sözlüğü,
Bk.Bilgi.)
Çağımızda şair bilgili olmak zorundadır. Hayatın temel ve kalıcı sorunları karşısında
tavrı olmayan bir şair, hayatı nasıl yeniden yorumlayabilir ve yeniden anlamlandırabilir
ki? İnsanın içinde yaşadığı dünya ve toplumu kavrayabilecek bilinçli bir varlık olması
özlenen bir şeydir. Günümüz şairinin de felsefe, epistemoloji, psikoloji, estetik,
fenomenoloji, dilbilim, göstergebilim, ontoloji, toplumbilimi gibi disiplinlerden beslenmesi
zorunlu görülüyor. Yoksa, şiir gibi dilsel ve toplumsal bir olgunun olmazsa olmazı “anlam
kurucu” özelliği yiter. Şairin, bilgisini hayatla, olgularla sınamasını bir yana bırakın,
bilgisinin yetersizliğiyle yarı yolda kalır.
Modern şiir, hayatı, dünyayı, insanı anlamlandırma eşiğini dolayımlı olarak
kullanan şiirdir. Biz, varlığı, dünyayı, evreni, alımlayıcının zihninde uyandırılacak nesnel
bağlılaşım yoluyla yeniden anlamlandırırız. Bu da şiirin derin yapı yüzey yapı mekiğinin iyi
kurulmasına bağlıdır. Yoksa, dilsel örgütleniş tamamlanmadan retoriksel düzlem işler. Bu
da şiirin kolay tüketilmesini yol açar. Şiirdeki ‘estetiksel değer’ kaybının bir nedeni de bu
olgudur.
III
Praksis
IV
Bir şiirsel örgütlenişin iki ana ekseni vardır: 1) Ses. 2) Anlam. Şiir anlamlıdır.
Bundan kaçınılamaz. Hermetik şiir bile kapalılığına karşın, kendine dönük bir anlamı
içerir. Anlam ile bilgi, bilgi ile bildirişim arasındaki bağlamlar-ilişkiler, karmaşık bir
düzlemde de, açık ve yalın bir düzlemde de, imgesel düzlemde de bulunabilir. Her şiirsel
metinde anlam, bilginin özgün ve estetiksel biçimlenişiyle yer alır. Üstgerçekçi şiir de
dahil, her şiirsel dizge dille kurulduğundan dilsel bir anlamlandırmada bulunur. Bu
kaçınılmazdır. Marx, dil için “düşüncenin dolaysız, somut ifadesi” olduğunu ileri sürer.
Yazınsal dil ise dil içinde kendine özgü bir dilsel dizgedir. Şiir dili hem yazınsal hem
sessel hem de anlamsal bir örgütleniştir. Şiirsel dil yananlamlar üretir ve çağrışımsal
niteliktedir. Düzyazısal dilde de bu nitelikler görülür. Şiir dilinin düzyazı dilinden temel
ayrımı, şiir dilinin yeniden üretilmiş olması ile sessel niteliğinin öne çıkmasıdır. Şair, ortak
dili sessel ve anlamsal olarak yeniden kurar. Şiirin anlamsal ekseni yatay ve dikey olarak,
yüzey ve derin yapı olarak birbirine geçişimli-bakışımlı biçimde örgütlenir ve bir
düşünceyi, bir gerçeği, somut bir insanlık durumunu estetiksel düzlemde iletir. Şiirin
anlam ekseni bilginin özgün olarak biçimlenişidir ve bu biçimleniş neticesinde anlamı
yeniden üretir.
Şiir dilsel bir örgütleniştir. Şiir dili ve söyleminin, giderek tikel ve özgün söz’ün,
bilginin öteki ifade biçimlerini kendine dönüştürerek estetize ettiğini söylemeliyim. Bu
felsefenin bilgisi olabilir, insanın bilgisi olabilir, varlığın bilgisi olabilir, insanlığın yeryüzü
serüveninin bilgisi olabilir, gündelik hayatın bilgisi olabilir. Şiir, bütün bilgi biçimlerini,
Celâl Soycan’ın deyimiyle ‘soğurarak’ kendi bilgisine dönüştürür. Bu yüzden, şiire, özgün
ve özerk bir alan gibi bakılabilir. Ben şiiri özgür ve özerk bir dizge olarak görmekteyim.
Modernite, şiire bağımsızlığını, özerkliğini kazandırmıştır. Öteki disiplinlerin, örneğin
felsefenin alanına uğraması şaşırtmamalıdır kimseyi. Çünkü şiirle öteki disiplinler arasında
dolaysız geçişler vardır. İnsana ve doğaya ait bütün bilgiler şiiri oluşturan bilgilerle
kaynaşarak dilsel bir yapıya dönüştürülmüştür. Bu dönüştürülme sonucunda öteki bilgiler
yazınsal gerçekliğin içinden dile gelir.
VI
Okur Ne Biliyor?
Şiirin insan yüzü ya da şiir ve insan; bu konu şiirin bir insan etkinliği oluşuyla
başlar. Şiir, yüzlerce tanımı olmasına karşın, tanımlanamazlığının sürmekte oluşu, ölçüye
tartıya gelmeyişi, araştırılmasını gerektirmiştir. Öteki disiplinlerle ilişkisi de sık sık
gündeme gelmiştir. Hiç kuşku yok ki, şiir insana özgü niteliklerinden dolayı güçlü bir
yazınsal türdür. Şiiri şiir yapan öğelerin araştırılması bile, insana özgü niteliklerinin ortaya
çıkmasını sağlamaktadır.Genel şiir tanımları şunlar: Dilden sözü dönüşen, sözü şiire
çeviren, dilsel-tartımlı yapı. Ölçülü ölçüsüz, uyaklı uyaksız, ses ve anlam birliği olan, dize
birimleriyle oluşan kavram. Ama, çok bilinen bu tanımlar klasik şiiri, o da, bir ölçüde ifade
eder.
Modern şiir başlı başına bir dönüşümdür. Modern dönemde şiir, dil içinde farklı bir
dildir. Klasik olsun, modern olsun şiir, insanı dile getirir. Şiir, insanın hallerini, dünya
içindeki duruşunu, coşkusunu, üzüntüsünü, devinim halindeki yapısı içinden ifade eder.
Modern şiir derin yapısıyla bitmemiş bir süreçtir. Her okunuşta çok katmanlı yapının biri
veya birkaçı anlam değişimlerine uğrayabilir. İnsan zihninde, insan imgesinin çeşitli
halleri belirebilir: Yabancılaşmış insan, yalnız insan, umutsuz ‘ben’in söylemi’ni içeren
insan. Ya da tam tersi konumda olan insan imgeleri: Yeni insanı şiirin konuşan öznesi dile
getirebilir.
Şiirin insanî bir şey olduğunu, insana ilişkin ne varsa hepsini içerebileceğini
düşünüyorum. Küçük şairler (poetes mineurs) korusu, ülkemizde, gelişmekte olan
gerçekliğin dönüştürülerek dile getirilmesi amacında olmadıkları için, aile, oğul, baba,
anne ilişkilerinin labirenti içinden çıkıp dünyayı algılamaları, dolayısıyla şiir çevrimlerini
değiştirmeleri olanaksızdır.
Çağımızın çağdaş şair profili, bütün insanlığı temsil eder, etmelidir. Salt kendi
değil, başkaları da olabilen, kısaca ‘herkes’ olan biridir. İncelmiş duyarlığı ve bilinciyle
karmaşık insan ilişkilerini yalın şiir diliyle ifade edebilmelidir. Çağımızın şairi, yeryüzünün
bütün uygarlıklarını, kültürlerini, insan merkezli tüm sanatlarını öğrenmek ve kavramak
zorundadır.
Çağımızın temel sorunları çok karmaşık bir hal almıştır. Antonin Artaud :
“Çağımızın temel sorunlarıyla ilgilenmeden, onu yaşayıp yaşatmadan ‘büyük’ yazar
olmanın olanağı yoktur’ diyor. Çağdaş şair, ülkesinin sınırlarına komşu bir ülke işgal
edilirken, akla hayale gelmez dramlar yaşanırken; Filistin’de, Kudüs’te insanların arasına
duvarlar örülürken, savaşlarda çocukların ve kadınların üzerine tonlarca bomba
bırakılırken, kentler yıkılırken; İstanbul’da, Mersin’de plaja gidemez. Eğlenemez. Dünyaya
bencilliğin ve narsizmin penceresinden bakamaz. Çağımızın temel sorunları karşısında
duyarsız olamaz. Artaud, çağımızın temel sorunlarıyla ilgilenmeyi ‘büyük’ yazar olmanın
koşulu olarak görüyor. Büyük şiire ulaşmak için, salt çağımızın temel sorunlarını şiirin
merkezine almak yetmez hiç kuşkusuz. İnsanlığın temel sorunlarını çağdaş zihniyet
dünyasının içinden, yeni bir imge düzeniyle ve dünya şiirinin içinde bir gövde oluşturacak
biçimsellikle yansıtmak gerekir. Şiir, o zaman, bütün insanlığı kucaklayabilir.
Şiirimiz bağlamında şunlar söylenebilir: Şiirimiz insanlığın temel sorunlarına karşı
kayıtsızlığını sürdüren bir şiir durumunda. Şairlere, “bazı insanî sorunları şiirle
anlatamayız, anlatırsak şiirden ödün veririz”, korkusu mu egemen? Yoksa, şairlerin
toplumsal sorunlara ilgisizliği mi söz konusudur?
Günümüzde şiirin içsel, biçimsel, tinsel sorunları daha öne çıkmış durumda. Bu da,
şiir adına, olumlu bir gelişme elbette. Ne var ki, şiirin içsel, tinsel ve biçimsel sorunları ile
dışa ait, dünyaya, evrene ait sorunları birbirine bağlıdır. Birini ötekinden soyutlayamayız.
Hadi, küçük şairler korosunu bir yana koyalım; onlardan şiirin toplumsal ilgilerini
kurmalarını beklemek saflık olur. Kendi şiir çevrimlerinin ve narsizmin hazzı belli ki
yetiyordur onlara.
Öte yandan, şiirin gerçeklik alanını kendinde (şiirde) gören, her sözcüğün altındaki
kocaman evreni düşünen, nesnel gerçekle şiirsel gerçek arasındaki mesafeyi bilen
modern şairler ne yapıyor? Nesnel gerçeği şiirsel gerçeğe dönüştürüyorlar mı?
Ütopyalarını olsun şiirsel gerçeğe çeviriyorlar mı? Bunları da görmek mümkün değil.
Genç şairler, şiirin böyle sorunlarının olduğunu ne kadar biliyor? Onlar, Ahmet
Oktay’ın sözleriyle, “gramatik yapıyı didikliyor ve semantik alanı boşlamayı seçmiş
görünüyorlar.” (1)
Yaşamın şiddeti, tehdit altında sürdürülen yaşam, çağın korku ve tedirginlikleri,
çağın temel sorunları aslında büyük şiirin, has şiirin yaratıcı kaynaklarıdır. Büyük şiir,
izleksel şiirin sınırlı kalıplarını parçalayıp dünya ile yazılan şiirdir. Dünya ise şairin
imgelem dünyasıdır. Büyük şiir, duygu ve düşünce olarak, evrensel insanlık ailesini
kapsadığı için insanîdir. İnsanın estetiksel yanını, yüksek nitelikli bir gerilime soktuğu için
insanîdir. Şiirin nesnesini yaşamın tedirginlikleri, yaşamın şiddeti üzerine kuran, dahası
bu olguları şiirinin yaratıcı nesnesi kılan, yazınsal gerçekliğe dönüştüren şiir insanîdir.
İnsan, “ölmeyi beceremeyip ancak yaşar”sa, gelir ve gider bu dünyaya. Şairin imgelem
dünyası, yaşamın şiddeti karşısında en yakındakilere sığınır. Çocukluk, geçmiş, saf
yüreklilik; o naif olan yan öne çıkar. Şiirin konuşan öznesinin “ömrüm çocuklar ağaçlar
bir de hayat” olur avuntusu. Şiirin retoriğe dayalı söylemi, kırılarak kurulan dize yapısı,
modern şiirin yapısına eklemlenir. Şiirin derin yapısından şu okunabilir: Yaşamın -bütün
kurumlarıyla- tek taraflı şiddeti karşısında şairin dünyaya gidip-gelmeleri en yakınları olan
insanlara sığınarak tamamlanır. Bir özlem ve yöneliştir bu. Çünkü şiirin esas kaynağıdır
insan ve insanlık.
Şiirin de artık çok kültürlülük içinden yazılabileceği gerçeğinin acı bir gerçek olarak
kendini gösterdiği çağımızda, varoluşun da acı çekerek duyumsandığı, şiirin içtenliğine ve
sahiciliğine oradan geçildiği söylenebilir. Halim Şafak’ın, Herkes gittiğinde tek onlar anlar
beni – ev halkı kilitli kapı önünde nöbetçi! başlıklı şiiri, (2) şairin söylemek istediğinden
çok daha fazlasını söyleyen bir şiirdir.
Modern lirik şiirde, insanın içsel titreşimlerini, tinselliğini, bireysel hallerini
okuyabiliriz. Eğretilemeli dille, farklı konu ve izlekleri bireyin optiğinden okumak
mümkündür. Şiir, insana dönük olan yüzünü, içten anlatımıyla, daha net gösterme
olanağı bulur. Yetenekli, kültürel birikimi olan bir şair, dilden söze geçerken, insanın
özgürleşmesi, eşitlik ve kardeşlik içinde yaşaması, yeryüzünde barışın olması için, insanlık
için şiirini büyük bir olanağa çevirebilir.
Şiir, insanlık ideallerini taşıyabilir mi? Şiir, taşımasına taşır da, ya şair şiir
çizgisinin çeperleri içinde kalmayı seçiyorsa, ev, aile, baba-oğul, anne ilişkilerinin psişik
duvarlarını yıkıp evden dışarı çıkamıyorsa, o şairin şiir üretimi tıkanmış demektir. (Bizde
‘tutuculuk’ hep siyasal yönüyle işlenmiştir. Bir de yazınsal tutuculuk vardır oysa.)
Kendini entelektüel ya da aydın olarak niteleyen her şair, büyük insanlığın (dili,
dini, ırkı, rengi, ulusu ne olursa olsun) izini süren şiire yol almakla büyük şiire de
ulaşabilir. Şiirin pekala gel-gitleri de olacaktır. Ancak bir mekâna (eve, ev haline) tutuk
kalması, katılığın ve tutuculuğun belirtisidir. Şiir “dar alanda” kalır, yaşanmış olanın
(deneyimin) derinliğine dalamaz.
Modern epik şiirin anti-kahramanı, belli belirsiz çizilen Noter Katibi İhsan Bey
(Kantolar, “Ezra Pound’un Yazmak İstemediği Kanto) küçük burjuvadır. (Modern ‘epik’i
ben de Özdemir İnce gibi algılıyorum. Epik’i destan boyutuyla değil, modern şiir
boyutuyla, tıpkı modern şiirin zihinselliği ve tinselliği içinden algılıyorum.) Öte yandan,
sıradan insanlar, Edip Cansever ile Turgut Uyar’ın şiirlerinde de, gündelik yaşamın
içindeki figürler olarak belirirler. Turgut Uyar’ın Yekta’sı, Edip Cansever’in Ruhi Beyi,
modern epiğin olanakları içinde kendi dramlarını yaşayan anti-kahramanlardır. Ben, VI.
Senfoni’nin Kevser’ini, Samsun’lu ihtiyar balıkçısını da anti-kahraman (3) olarak
görüyorum. Onlar da yaşamın içinden alınmış, yeniden yaratılmış, gündelik dramlarını
yaşayan kurmaca figürlerdir.
Modern şair, verilmiş dile karşı bir tavır alış içinde olmalıdır. Böylece dili ayraç
içine alarak kullanabilir. Ayraç içine almadan kullanacağı dil, gündelik dilin onaylanmış,
uzlaşılmış kodlarının şiire sızmasını getirecektir. Bu durumda şiir, dil içinde ayrı bir dil
olma özelliğine de ulaşamayacaktır. Dolayısıyla şiirin insan yüzü, şairin göstermek
istediği, metnin kurgusu içinden aktardığı, okurun algılamak istediği yüz bir türlü
seçikleşemeyecektir. Dili ayraç içine alarak kullanmayan şairler, şiirsel sözü oyuna,
sözcüğü görselliğe ve çizime indirgeyerek şiirin insan yüzünü büsbütün karartmışlardır.
Şiirin kendi olanaklarıyla, şiir dilinin gerilimiyle (duygulandırma ve heyecan verme
gücüyle) duyumsanabilir, algılanabilir insan sıcaklığını iletmek mümkünken, şiiri donuk bir
görüntüyü dönüştürmüşlerdir. Jean Cohen, “şiir yapma bir dildir” derken, şiir dilinin
düzyazı dilinden ayrıldığı noktayı vurgular: Dili ayraç içine alarak kullanma, sözcüğü
seçme ekseninden birleştirme eksenine kaydırma, sözdizimini dilbilgisi kurallarını aşarak
kullanma vb özellikler modern şiirin bazı özellikleridir. İçinde ‘gelin’ sözcüğü geçen bir
dize, bu sözcüğün birleştirme ekseninde girdiği eşdeğerlikteki sözcüklerle birlikte
‘davulu’, ‘zurnayı’, ‘gelin alayını’, törensel seyirlik alanını zihnimizde uyandırabiliyorsa
şiirin insanla diyalogu kurulur.
Şiirin evrenselliği insanlığın dili olabilmesinden gelir. Lautreamot, “İnsanlığı
avunduran şairdir” sözünü boşuna söylememiştir. Bu sözü şöyle değiştirebiliriz: “İnsanlığı
avunduran şiirin insan yüzüdür.” Çünkü çoğu zaman şairin yaşamı, şiirinin yaşamıyla
örtüşmez. Şiiri, şairin dar alanını parçalayıp ortaya çıkabilir. Şairinin ‘ben’ini parçalayıp
dış dünyanın içsel tasarımı olarak bütün insanlığı kapsayacak bir düzleme oturabilir.
‘Büyük şiir’ böyle kurulmuş şiirdir. Biçimsel yenilik, izleksel genişlik ve yeni bir tinsellik
içinden kurulan imge düzeni. Büyük şiirin olmazsa olmazlarıdır. Şiir dili ve söyleminin
taşıyacağı zihinsellik hiç kuşkusuz çağdaş nitelikte olmalıdır. Bazen, şairine karşın, büyük
şiir atlaslarına ulaşılabilmiştir. Kavafis, Eliot, Ezra Pound siyasal düşüncelerinin
tutuculuğuna karşın, a) en iyi bildikleri şeyin şiir olması, b) kültür ve uygarlıkları çok iyi
çözümlemeleri, c) bugünü dünün parçaları içinden okumaya çalışmalarıyla modern şiirin
önemli şairleridir.
Modern şiirimiz her ne kadar insan figürlü bir şiirse de, artık şiirin konuşan öznesi,
dilin eğretilemeli kullanımıyla otları, nesneleri, ağaçları, denizi, kuşları insanın birer
öğeleri gibi kişiselleştirerek aktarabilmektedir. Bu, modern şiirin izlek alanının
genişlemesi, giderek evrensel bir dil olması demektir. Modern şiirde çeşitli
bağdaştırmalar, metaforik dil kullanımları, sözcüğün anlam çerçevesinden taşması vb
yollarla doğanın konuşturulması insanî bir şeydir.
Modern şiir, her ne kadar dil içinde ikinci bir dil ise de, dili kuran şair, ülkesinin
dilini, kültürünü, insan profilini, ülkesinin şiirini, bitki örtüsünü kuşkusuz kurduğu dile
dolayısıyla şiire taşıyacaktır.
Ağustos 2006
Temmuz 1980
* Şiirin sahiciliğe ulaşması dille gerçekleşir ama şiir
dili toplumsal pratikle bire bir örtüşen bir kurgu değildir.
Şiir dili estetiksel ‘yapı’ için vardır, yapı da toplumsal
pratikle bire bir örtüşmez, şiire dönük bir algı da içerir.
Şiir dış dünya ile iletişimi nesnel bağlılaşımla kurar.
1980’lerde bunları bilmiyordum. (2006)
Şiir ve slogan ilişkisi yıllardır tartışılır. Fakat, şiirde sloganın yeri, kullanılışı ve
işlevi açıklığa kavuşturulmuş değil. Bir kesim, somut örnekler vermeksizin, yadsımak
amacıyla, bir kesim de savunmak için yaklaştı şiir ve slogan ilişkisine.. Oysa, şiir-slogan
ilişkisinde sorunun karmaşıklığı düz mantıkla çözümlenecek cinsten değil.
Nedir slogan? Sözlükteki tanımıyla kısa, kesin, çarpıcı söz ya da sözcükler kümesi.
Günümüzde ise sözcüğün içerdiği anlam genişledi. Kitleyi belli bir doğrultuya yöneltici,
birleştirici içerik kazandı. Başka bir şey daha var: Sloganın –şiirin yasaları ve öğeleriyle
uzlaşmazlık içindeyken – ekonomi ve siyasayla ilişkisi dolaysız. Kapitalizmin gelişmesiyle
de şiire eklenmesi daha hızlandı. Öte yandan, gerek kapitalizmin kuruluş yıllarında,
gerekse sınıf çatışmasının bir olgu haline geldiği dönemlerde sloganın şiire eklenme süreci
doğal olarak ivme kazandı. Sosyalizmin kuruluş yıllarında da durum değişik değil.
Günümüz şairlerinin içeriği güçlendirme açısından sloganı kullanımı şiirin
işlerliğine yeni bir boyut kattı. Ne var ki, yapay kullanımlar da, büyük ölçüde, şiirsel
biçimi olumsuz yönde etkiledi. Günümüz şairlerinin kimi şiirlerinde de gözlemlediğimiz
gibi yapay kullanımların şiiri basit söz’e indirgediği de bir gerçek.
Usta şairler, şiirde slogan öğesinin şiirin asal yönünün olmadığının bilincindedirler.
Ve sloganı şiire ait birimlerinden öte bir öğe olarak kullandılar. Sözgelimi Mayakovski, salt
propaganda özü taşıyan yüzlerce bildiri yazdı. Mayakovski de, Nâzım da, Brecht de
sloganı imgesel etkinin yedeğinde ve imgesel etkinin kitlelere dolaysız ulaşması için
kullandılar. Gerçek yaşamı, toplumsal ilişkileri; şiir birikimi ve yasalarıyla, dahası özgün
yaratıcılıklarıyla yeniden ürettiler. Öyleyken, örnek vermeksizin, bütünüyle devrimci şiiri
“slogan şiiri” olarak niteleyenlerin savına ne demeli? Nâzım’ın “Ne korkunçtur düşmek
kavganın haricine” dizesi, şiirde sloganın işlevini abartan ya da yadsıyanların durumunu
ne güzel açıklar.
Şiir genellikle bunalımlı dönemlerin sanatıdır. Bunalımlı dönemlerde bireyin ve
toplumun yaşamında tedirginlikler, değişime yönelik patlamalar görülür. İşte tam da
böyle dönemlerde insanın sahici dilidir şiir. Geçiş sürecini yaşayan toplumlarda, şair
siyasanın alanına giren sloganlardan ayrı, kendine özgü dizeler yaratır ki, bunlar da
kitlelerin sahici dili olur. Yaygınlaşır, genelleşir. Bazen ideolojik doğrular içeren kısa,
çarpıcı etki taşıyan sözlerin, şiirin devingen ve canlı yapısından aşağı düzeyde olduğu da
görülür. Bu durumda sanatçı, aynı ideolojik doğruları dilin anlatım olanaklarını aşarak
verir. Hem şiirin sesinin tıkanmasını önler, hem de kitlenin sahici dili olur. Öyle şiirler
vardır ki, belli dönemlerden aşarak, okuru, bugün de belli bir gerçekliğe yerleştirir.
Kitlenin dilinde sloganlaşır. Bu olguyu şöyle açıklayabiliriz: Şair, toplumbiliminin,
felsefenin, ekonomi ve siyasanın dizgeli diliyle değil, imgesel dille kurar şiirini. Slogan da
imgesel dile çevrilir. Neruda’nın “Buğdayın Türküsü”, Mayakovski’nin “Marşımız” ve “Sol
Marşı”, Ahmed Arif’in “Anadolu”, Can Yücel’in “İşçi Marşı” ile Nâzım’ın, Aragon’un,
Eluard’nın, Brecht’in – gerçekçiliğin çoraklaştırılmasına karşı etkili sloganlarla örülü- nice
şiirleri, bugün de kitlelerin sahici dili olmaya devam ediyor.
Gerçek şairler, duyarlığın imgeye dönüştüğü noktada sloganı da imgenin girdiği
düzende bir uyuma, dengeli bir yapıya kavuşturan şairlerdir. Dahası, sahici şiirin sloganla
girdiği bileşimin her zaman ve her dönemde zorunlu olmadığının bilincindedirler. Nasıl
imge, eğretileme, biçem gibi şiire ait öğeler tek başlarına bir şiiri oluşturmaya
yetmiyorsa , slogan da tek başına şiirde bir işlev yüklenemez.
Sloganın kullanıldığı ürünlerde şiirin ses boyutu oldukça yüksektir. Bunun nedeni,
şairin, halkın dünyasını, çağının duygularını ve sesini oluşturmak istemesidir. ‘Slogansız
şiir yüksek ses boyutu içermez’ demek değildir bu. İmgeyi oluşturan nasıl görüntüyse ses
de onu bütünleyen bir öğedir.
Mayakovski’nin “Sol Marşı” ve “Marşımız” şiirlerinde sloganın girdiği bileşim, şairin
kalabalıklara seslenmesinde etkin bir rol oynar. Onun sloganları yaratıcı imgeleminin
ürünüdür. İmgelerinin sesle girdiği bileşim şiirlerinin müzikle seslendirilmesini elverişli
kılar. Bütün şiir sesle örülmüştür çünkü.
2009 yılının ilk günlerinde İsrail, Batı Şeria ile Gazze’yi karadan, denizden,
havadan kuşatmış durumdadır. Bombalar sivil halkı, kadınları ve çocukları öldürüyor.
Halk kitleleri susuz, elektriksiz, ilaçsız, yiyeceksiz bırakılıyor. Filistin halkı sokak sokak
direniyor işgale. Çocuklar tankların top ateşleriyle öldürülüyor. Dünya uluslararası kamu
oyunun önünde Filistin toprakları işgal ediliyor. Halklar bu vahşeti protesto ediyor. Türk
halkı, Kürdü, Lazı Çerkezi ve azınlıklarıyla işgali ve vahşeti lanetliyor.
Genç şair arkadaşlar soruyorlar: “Şiir bu kadar aciz mi?”. “Ne yapabiliriz?”. Şiir
kardeşliğe, özgürlüğe, adalete açılmış kapıdır. Şiirin öncülüğü yüzyılımızda da sürecektir.
Sabırlı olalım: Vahşetin şiiri yazılmaz. Vahşeti yapanlar için şiir her zaman tehlikeli bir
şeydir. Şiir tarih boyunca insanlık onurunun öncüsü olduğu için, faşistler, şövenistler,
ırkçılar şiiri yasaklamışlar; şairi de cezalandırmışlardır. Şiir yüzyıllar boyunca bilginin ve
erdemin estetiksele içkin kılındığı, emekle, çabayla oluşmuş dildir.
Genç şair kardeşlerim, sabırlı olalım: Şiirden fire vermeden umutsuzluktan umut
üreten şiirler yazılacaktır. Şiir olmayan protest metinler üretmenin, yazına, okura, şiire
bir katkısı olmaz. Bunun tekdüze, kötü bir şey olduğunu söylemek bile fazla. O nedenle,
insanlık için duyduğumuz kaygılarımız, tedirginliklerimiz, acılarımız şiirin merkezine
yerleşecektir. “Gecikmiş şiir olamaz” diyor Edip Cansever. Aceleyle yazılan, şiirle düzyazı
arasındaki farkı kaçıran tutumlar hep olmuştur. Deneyimlenen süreçlerin içinden
konuşuyorum: Sorunsallaştırılan olgu insanlık dışıdır. Şair özne, deneyimlemediği şeyi ne
kadar sahici ve özgün kılabilir? Bunu bir düşünelim.
Şairin dünya ilgisi, varoluş kaygısı sürüyor, sürecektir. Bundan hiç kimsenin
kuşkusu olmasın.
“Somut şiir”.- Şiirin malzemesinin dil olduğu, sonuçta estetiksel yapının dille
kurulduğu söylenebilir. Dilin içinden iletilen ise şiirin konuşan öznesinin tinselliğidir. Bazen
de başkasının acısı, tinselliği, şiirin konuşan öznesinin derdi olmuştur. Susan Sontag’ın bir
denemesinin adı “Başkasının Acına Bakmak”tır. Şiir de tam öyle bir işlevi yüklenebilir.
Çünkü şiir, hem ben’in hem de ötekinin uğratıldığı acıların dilidir. Gerçeklikle sorunu olan
şiirin başkasının acısına bakmak gibi bir farklılığı vardır. Bu da, şiirin konuşan öznesinin
(ki çoğu zaman şairdir) etik sorumluluğu ile ilintilidir.
Şiirin malzemesini dil olarak seçmeyen, “somut şiir” olarak adlandırılan deneysel
çalışmalarda görsel malzeme öne çıkmaktadır. “Somut şiir”de sözcüklerin yanı sıra
sayılar, harfler, grafik öğeler anlam üretmek için kullanılmaktadır. Sözcüklerin dışında
(bazen sözcükleri soyutlayarak) semantik kopukluklar elde ederek anlamı kurmak “somut
şiir”in hedefidir. Batıda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, şiiri biçimsel ve matematiksel
formüllerle kuran anlayış, şiirin temel özelliklerini dışladı. Lirizm, şiirsel söylem, ritim gibi
şiire ait öğeler şiirden atıldı. Uydurulmuş sözcükler, sessel jestler, montajlar, işitsel ve
görsel malzemenin düzenlenişi, kareler, çeşitli belgelerin kullanılışı “somut şiir’in dilini
oluşturur. Sözcüklerin dışında, çeşitli malzemelerin düzenlenişi söz konusudur ve bu
düzenleniş malzemenin dile dönüşümünü sağlamaktadır.Seçilen sözcüklerin sözcüklerle
buluşup “birleştirme” ekseninde oluşan şiir dilinden farklı bir dili vardır “somut şiir”in.
Malzeme soyutlanarak elde edilen bir dil. Bu dilin şiirselliği yoktur elbette; somut
malzeme ile elde edilen bir “bildirişim” söz konusudur. Malzeme, “anıştırmalar”
uyandıracak biçimde düzenlenir.
Tekniğe indirgenmiş, malzemesi sözcüklerden başka bir şey olan metne ‘şiir’
denilebilir mi? Bunu tartışmalıyız. Dil içinde ikinci bir dil olan modern şiirin dili, dilin
sözcüklerine dayanır. Malzemesi listeler, belgeler, kayıtlar, sayımlar, talimatlar, sayılar ve
sonuçta bütün bunların montajı, düzenlenişi olan, tekniği öne olan metinlere, ortada
sözcüklerden oluşan şiir dili olmadığı için nasıl şiir diyeceğiz? Malzemesi somut şeylerden
oluştuğu için “somut şiir” terimiyle ifade edilen olgu, dilin “sözcükler”inin dışında oluşan
bir olgudur. Dolayısıyla dille oluşan yazınsallık “somut şiir”de yoktur. Yazınsal imge, ritim,
lirik özne yoktur “somut şiir”de. Bence bu metinlere düzyazının içinden bakılmalıdır.
Bire bir gerçeklik ve şiir.- Şiir, bire bir gerçekliği sunmaz bize. Gerçekliğin
dönüştürülmüş, estetiksel/yazınsal kılınmış hâlini sunar. Gerçeklik, yazınsal bir gerçeklik
olmuştur bu dönüşümden sonra. Şiir, gerçeklikten uzaklaşarak gerçeklik duygusu taşır.
Boşluklar, belirsizlikler onu şiir kılan alandır. Şiirin bilimden farkı gerçekliklerin bire bir
sunulmamış olmasıdır. Şiir kurmaca olanı, düş gücünü kullanır. Şiirin kurgusal/imgesel bir
söyleminin olduğunu söylemek bile fazla.
Şiir mutlak gerçekle sorunludur. Mutlak gerçeği yazınsal gerçeğe dönüştürerek
sunar. Aslında mutlak gerçek yoktur; gerçek durağan değil değişkendir, hiçbir zaman
aynı kalmaz.
Gerçeklik düzleminin durağan olmadığını, değişkenlik taşıdığını; dolayısıyla şiirin
de gerçeklik düzlemine belli bir uzaklıktan yaklaştığını, onu estetiksel bir gerçekliğe
dönüştürerek gerçeklik duygusu yarattığını belirtelim. Biz, gerçekliği imgeler/metaforlar
içinden okuruz.
Şiir, benliğin gerçekliği, dünyanın gerçekliği, benle ötekiler arasındaki gerçekliği
yorumlamanın bir alanıdır.
Şiirin gerçeklikle ilişkisi, dilin sözcüklerinin, örneğin “ağaç” sözcüğünün ağacın
kendisini değil de (fiziksel varlığını değil de), zihnimizdeki anlamsal/kavramsal imgesini
göstermesine benzer. Şiir dili imgeler, metaforlar, anıştırmalar içerir. Bunlar, dolaylı
olarak zihnimizde “şeyleri” çağrıştırır. Somut-soyut ilişkisi. Biz, her şeyi soyutlayarak
imgelemimizde yeniden canlandırırız. Daha doğrusu bütün sanatların mekiği böyle işler;
soyutlayarak somut hâle dönüşür zihnimizde.
Az şiir, çok şiir.- Dünyada az şiir yazarak çok nitelikli şiirler bırakan şairler var.
Tam tersi konumda olan şairler de.. Dünya şiirinde adları öne çıkmamış yüzlerce şair
vardır.
Dünyada, çok şiir üreten ama niteliksel bir düşüş değil, bir çıkış, bir çeşitlenme, bir
sıçrayış, bir zenginleşme içinde olan şairler olduğu gibi; tam tersi konumda olanlar da
var. Hadi, yapmadığım şeyi yapayım: Zaman zaman çok şiir yazdığım belirtilir. Çok şiir
yazarken ne kadarını elediğimi, çöpe attığımı bilmez yazın çevresi. Bence, çok şiir yazan
şairler, önceki şiirlerine göre niteliksel bir sıçrama içinde oldukları sürece şiiri
zenginleştirirler. O nedenle, bu şairlere, çok fazla nitelikli şiir yazdıkları için, bir de dili
yeni serüvenlere sürükledikleri için teşekkür edilmelidir. Sürekli bir arayışla yeni bir şiirin
peşinde oldukları sürece çok yazmalarının bir sakıncası yok bence. Neden bunu eleştirir
yazın çevresi? Anlamakta güçlük çekiyorum. Az şiir yazan şairlerin kötü örnekleri yok
mudur? Öte yandan, çok şiir yazanlar, okur için değil ama, incelemeciler, araştırmacılar,
edebiyat çözümlemecileri için sorunlu şairlerdir. Çünkü “devasa” yapıtları incelemek ciddi
çalışmaları gerektirir. Bunu göze alacak çözümlemeci, incelemeci, edebiyat tarihçisi yok
denecek kadar azdır. Sonuç olarak, az ya da çok şiir yazan şairlerin kötü örnekler de
ortaya koyduklarını düşününce, çok yazmanın da az yazmanın da şiir için bir ölçüt
olamayacağı açıktır. Soruna böyle bakmanın sakıncasını bilenler, öteki disiplinlerden de
beslenen geniş çözümleme ve incelemeden yana tavır almışlardır. Böyle çalışmalar şiirin
gelişmesine yararlı olmuştur.
Şair figürü.- XXI.yüzyılda, XX. yüzyıldaki gibi etkin şair figürleri yok. Ülkesinin,
dünyanın, giderek insanlığın sözcüsü olabilen şair figürleri kastettiğim. O dönem kapandı
mı? Mayakovski, Nâzım Hikmet, Pablo Neruda, Ezra Pound vb. şair figürleri bu yüzyılda
yok. Bence, o dönem kapandı. Küresel vahşi kapitalizmin “birey”i belirlediği bir dönemi
yaşıyoruz. Teknolojik devrimler, şiiri kapalı havzalardan, ücra köşelerden çıkarıp dünyaya
taşıyacak gibi. Şiirin başka dillerde de okunması, dilinin evrenselliğini pekiştiren,
doğrulayan bir gelişme olacaktır. Şair figürü, yalnız ülkesini değil, bütün dünyayı ve
insanlığı temsil edecektir, XX. yüzyıldaki gibi. Yeni yüzyılın eşiğinde bu gelişmelerin
ipuçlarını görüyorum. İyi şiir yazıyorsanız, bu dünyanın her tarafından görülebilecektir.
Şiirde kalıcı olmak ya da yarına kalmak.- Yarına kalacak şiirler yazmak; bütün
has şairlerin amacıdır. Şiirin eskimeden yarına kalabilmesi sorunu iyi şiir olmasıyla
çözülür. Ama her iyi şiir yarına kalır mı? Bu soruyu kurcaladığımızda her iyi şiirin yarına
kalabileceğini görürüz. İyi şiirin nasıl olması gerektiğini araştırdığımızda karşımıza şu
ölçütler çıkmaktadır: 1) Büyük şiir olmalıdır. 2) İnsanlığın ortak sorunlarını dile
getirmelidir. 3) İzleksel genişlik barındırmalıdır. 4) Şiirsel bütünlük taşımalıdır. 5) Çağının
tinselliğini şiirsel zihniyetle aktarmalıdır. 6) İmge düzeni yeni olmalıdır. Bu ölçütler aynı
zamanda “büyük şiir”in ölçütleridir. İyi şiir, büyük şiir, büyük şair tanımları şiirde büyük
“kırılmaları” gerçekleştiren şairler için de kullanılır: Arthur Rimbaud gibi. Şiirde devrim
sayılabilecek şiirsel zihniyet ile biçimselliğin kırılması Rimbaud ile gerçekleşmiştir.
Klasik şiir ile modern şiir; bu iki şiir anlayışı “dilsel” ve “zihinsel” farklılıkla
birbirinden ayrılmıştır. Temel ayrım dilsel ve zihinseldir. Ama her iki şiirin de yarına kalan
örnekleri pek çoktur dünyada. Her iki şiir anlayışındaki şiirlerin bütünüyle yarına
kalacağını söylemek yanlış olur. Bence, bir şairin, iyi şiirlerinin çokluğuyla orantılıdır
“büyük şair” olabilmesi de. Yukarıda sıraladığım ölçütler bağlamında, bir şairin iyi
şiirlerinin çokluğu, o şairin şiirlerinin yarına kalmasını sağlar.
Yukarıdaki saptamaları yaparken alçakgönüllülüğü bir kenara bırakıp şiirlerim için
şunları söyleyebilirim: Çok fazla iyi şiir yazmış bir şair olarak yarına kalacağımdan
eminim.
’80 sonrası şiir ve şiirin sorununa yaklaşımı.- ’80 sonrası şiirinde büyük
dilsel/zihinsel kırılmalar yaşanmadıysa da dilsel değişimler alttan alta kendini gösterdi.
Şiire dönük bir dil varoldu. İkinci Yeni sonrası şiir dilindeki değişimler ’80 sonrası şiirinin
belirleyici ve temel özelliğini oluşturdu. Alt katmanların dili, arkaik dil ve sözcükleri, tarih
ve gelenek ilgisi vb. dilin değişiminin etkenleriydi. Şiirin kendi ölçütlerine dönülmesini şiir
dışı etkenlerle açıklamak doğru olmaz. Dönemin korku/baskı ortamı, olgusu insanın
psikolojisi üzerinde çok etkiliydi şüphesiz. Belirleyici olan gelişen vahşi kapitalist ilişkiler
ve bu ilişkilerin bireyselleşmenin poetik çevrimini etkilemesiydi; üzerinde durulması
gereken sorunsal buydu. Şiirin kendi ölçütlerine dönülmesini, hem şiirin kendi gelişim
süreciyle hem de dönemin vahşi kapitalist ilişkilerinin bireyselleşmeye etkisiyle
açıklayabiliriz. Şiir, bu ilişkilerin çöküşe uğrattığı, bireycileştirdiği insanı dışlayarak kurdu
toplumsal dolayımı. Şairin duyusal birikimi ânında değil, daha sonraları ortaya çıktı. ’80
sonrası şiiri, dönemimin vahşi kapitalist ilişkilerini şiirin dışında bırakarak tepkisini ortaya
koydu. Gündelik yaşamı ânında yansıtma gibi estetik dışı bir yöntemi benimsemeyerek,
şiirin kendi ölçütlerine, kavramlarına döndü, oradan yaşamı yorumladı. (Cezaevlerinde
yazılan şiir, böyle bir yanlışın şiiriydi, dolayısıyla kalıcı olamadı.)
’80 sonrası şairlerinde bazı etik, snop yönelimler görülse de bu olguları ayrıca etik
bir düzlemde tartışmak gerekir. 1980-90 arası yazılan, yayımlanan şiirin poetik düzeyi
ölçüt olmalıdır. Bu şiirin ele aldığı sorunsallar, bu sorunsalların dilde biçimlenişi geniş
araştırmaları gerektirir. Bu şiirin Türk modern şiirindeki açılımları konuşulmalıdır.
’80 sonrası şiiri, – ki pek çok kuşak bir arada ve iç içe yazdı – insanın özün aykırı
bir şiir değildi hiç şüphesiz. İnsanî sorunları şiirin biçimselliğine önem vererek aktardı.
Döneminin insanî sorunlarını yeterince ele almadığı söylenebilirse de bunun nedenleri
üzerinde durulmalıdır. Bazı izleklere korku/baskı nedeniyle uzak durulduğu söylenebilir.
Öte yandan, şiirin birikimiyle dönemin bireysel sorunlarını toplumsal çevrimiyle kuşatan
şiirler de yazıldı bu dönemde. Kısaca, ’80 sonrası şiiri modern Türk şiirinin geçirdiği
önemli bir dönüşümdür.
MODERN ŞİİR İÇİN FRAGMANLAR II
Bu metinde şair gündelik dilin sözdiziminden tümce yapısını bozarak ayrılır. Böylece,
çokkatmanlı anlam üretmek olanağını bulur.
Yeniden, modern şiirde ben söylemine dönecek olursak, şiirin konuşan öznesi hem
şairdir, hem de başkalarıdır. Monolojik söylemin Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey
Nasılım’ında nasıl çeşitlendiğini, Bezik Oynayan Kadınlar’ında kadın figürlerin sayıp
dökmeleriyle yaşama ilişkin nasıl bir çevrim kazandırdıklarını birlikte okuruz.
Rimbaud, “Ben bir başkasıdır” derken varoluş sorununu ne kadar ciddiye aldığını
gösteriyordu. Modern şiir, belki, ben söyleminin kendinde topladığı bir başkasının yerine
konuşma, söz alma özgürlüğüdür. Belki de bir başkasının acısına bakabilmektir.
*Genç şair arkadaşlara Oktay Rifat ile Can Yücel’in ‘Otomatik Yazı’
konusunda bilgi aktaran yazılarını bulup okumalarını öneririm.
Küçük Kaynakça :
Barış ve Şiir*.- Yalın bir istektir barış. Şairin insanlığa karşı ahlaki sorumluluğu,
barışı, yalın bir isteğe dönüştürür. Modern şiir, yorum bilgisel edimi gerektiren derin
yapısıyla barışı, kardeşliği, bir arada yaşama erdemini dile getirir. İnsanlığı merkezine
alan modern şiir, bütün insanlık değerlerini içerir. Şairse, gerek bireysel duruşuyla
gerekse şiiriyle, insanlığı felakete sürükleyen savaşlara karşıdır.
Geride bıraktığımız XX. yüzyıl ‘vahşet yüzyılı’ olarak anılmaktadır.. Dünyasal iki
savaşın acıları insanoğlunda derin yaralar bıraktı. XX. yüzyıl insanlık açısından felaket
yüzyılı oldu. İlk dünya savaşında binlerce insan öldü. 1915’deki Ermeni olayları, Türk
olsun Ermeni olsun insanların ölümüne neden oldu. Geride kalanların belleklerinde derin
izler bıraktı. Ülkemiz insanı, emperyalist işgale karşı, kökenleri ne olursa olsun
bütünleşen bir halk olarak ‘Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Daha sonra ‘mübadele’ acıları
yaşandı.
İkinci Dünya Savaşı’nda ülke işgalleri, insanlık acılarını çok büyük boyutlara
ulaştırdı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar felaketi küresel boyuta taşıdı. Doğanın
da öldürülüşüne tanık oldu insanlık. Mussolini, Hitler, Franko dünyayı kan gölüne
çevirdiler. Toplama kampları, fırınlar, aşağılanan insanlık; utançla yaşanan tablolar
bıraktı: Guernika..Yıkım ve insanlık durumları edebiyat yapıtlarına da yansıdı.
Faşizmin ve militarizmin vahşeti imgelemimizde kapkara tablolar halinde duruyor. Ülke
işgallerine, sömürgeciliğe karşı verilen halk savaşları, Cezayir ve Vietnam savaşı; bu
onurlu savaşlar da belleğin bir başka yerinde durmaktadır.
Şu ayrımı kesinlikle yapmalıyız: Emperyalist ülkelerin sömürgeci amaçlarla
çıkardığı savaşlara karşı halkların verdiği kurtuluş savaşları onurludur. Kirli amaçlarla
yapılan savaşlarla onurlu karşı koyuşları birbirinden ayırmalıyız.
Savaşların ve iç savaşların felaketi şairleri de vurdu: Lorca İspanyol iç savaşında
öldürüldü. Robert Desnos, Terezin toplama kampında öldü. Osip Mandelştam tutuklanıp
götürüldüğü kamptan bir daha dönemedi. Bunlar şu anda belleğimde olanlar. İnsan
belleği biriktirir, unutmaz: İşte Halepçe, Sabra, Şatilla katliamları; 1995’de Srebrenitza
ve Sırp vahşeti..Bosna halkının uğradığı katliam ve cinayetler; sonuç sekiz bin ölü.
Yakın zamanlarda ülkemizde yaşanan acılar: Maraş, Çorum ve Sivas katliamları.
12 Mart faşizmi, Deniz’lerin idamı, Kızıldere. 12 Eylül faşizminin derin acıları belleğimizde
tazeliğini koruyor.
Filistin-İsrail savaşı, Batı Şeria’da Ramallah’daki zulüm; Felluce. 19 Mart 2003’de
Bağdat’ın bombalanışı, sonra işgali. Halkları birbirine düşman eden küresel emperyalizmin
bölgemizdeki insan avı.
2006’nın sıcak yaz aylarında Lübnan’a İsrail saldırısı, Beyrut’un bombalanması,
göç olgusu, kadınların ve çocukların acımasızca katledilişi. Belleğin asla unutmadığı
vahşet tablolarıdır bunlar.
Küresel emperyalist barbarlık bütün dünyayı tehdit ediyor. İnsanlığın özüne aykırı
bütün tehditlere karşı şair iki düzlemde eylemlilik içindedir: 1) Sözün gücünü kullanarak
barışı, kardeşliği, eşitliği şiirin derin yapısına taşımak. 2) Bir entelektüel olarak savaşın
yıkımına karşı her alanda uyarıcı olmak.
Şair, yeni insanın yaratılışına ırk, dil, din, ulus, renk ayrımı yapmadan katılıyor.
Çünkü, çok kültürlü ve sayısız uygarlığı barındıran Anadolu toprağının tarihsel birikimi
barışın ve kardeşliğin harcıdır. Yirmi yıldır sürdürülen ‘kirli savaşa’ karşın bu böyledir.
Celâl Soycan “şiir etiğin sıfır noktasında durur ve oradan bir etik inşasına katılır”
demişti. Şair, zihinsel olarak insanlığın özünü koruyan bir tutum içindeyse, şiiri de bundan
etik ve estetik olarak etkilenir ve şiir bu bilinçle örgütlenir. Şiirle şairin dünya ilgisi iç
içedir. Şairin içinde bulunduğu dünyaya ilgisini şiirinden soyutlamak mümkün değildir.
Şairin zihinselliği şiire poetika düzleminde katılır. Poetika sözcüğü bizde şiir tözünü de
kapsar. Bu bakımdan, bugün yazılan şiire bakarak, poetikanın da etik bir sorgulamadan
geçirilmesi gerekir.
Anadolu’da ve Mezopotamya’da kirli bir savaş yürütülüyor. Kökeni ister Kürt olsun,
ister Türk, gencecik insanlarımız ölüyor. Bu kanı durdurmak için barışı ve kardeşliği çok
uzun sürelere yaymak gerekiyor. Barışın tarihsel kökleri ise bu topraklarda var.
Modern şiir, dünya ölçeğinde, kendi gücüyle bu çabaya her zaman katılmaktadır.
Modern şiirin de özünde barındırdığı ‘evrensel insanlık’, insanlığın temel bir bileşenidir
çünkü.
Modern şiir, hem başka bir dünyanın kurulabileceğini hem de yeni insanın
yaratılışını görsel imgeler halinde gösterebildiği için bir olanaktır.
Ben, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inandığım için yazıyorum.
Yeni Şiir.- Şiir, her durumda bir anlam ifade eder. Şair, “neden yazıyorum,
yazmakla hangi anlamı kurmak istiyorum” sorularını içten içe kendine soran kişidir. Bunu
kendi kendine sormadan şiir üreten yok mudur? Vardır. Böyle bir şairin gerçeklikle
yüzleşmek derdi de yoktur. Gerçekliği estetiksel-yazınsal düzlemde yeniden kurmak-
üretmek, varoluşa yeniden işaret etmek; hayatla, dünyayla sorunu olan şairin işidir. Şair,
ne adına, kimin adına söz alıyor? İnsanın hangi boşluğunu şiirle doldurmaya çalışıyor?
Varoluşa, kendi kişiliğinden ne katıyor? Kendi kişiliğinin sınırlarını bir türlü aşamıyor mu?
Durum böyleyse insanın varoluşunu kuşatan bir şiir değil, varoluşa kayıtsız kalan şiir
yazılıyor demektir. Şair, şiirsel gerçeği kendi hayatından, ötekinin hayatından ve nesnel
gerçeklerden öğrenir. Şiirsel gerçeği şiir kılabilmesi için, kendinden önceki ‘geleneği’
bilmesi gerekir. ‘Şiir geleneği’ diyelim buna. “Gelenek denen şey aynı zamanda
gidenek’tir” diyor Özdemir İnce. “Sizin organik yapınızda, ruhunuzda, beyninizdedir.”
Neden gidenek’tir? Çünkü geride kalanı, gideni vurgular. O ‘deneyim’ yeniyi ortaya
çıkarmıştır. Şairin, şiirsel gerçeği bir söylem-biçim-biçem içinde aktarabilmesi için,
arkasında öteki şairlerin yapıtlarının birikimi olması gerekir. Şiirsel söylemin ne olup ne
olmadığını, nasıl oluştuğunu, kendinden önceki şiirlerden öğrenir şair. Buna ‘gelenek’
deriz. Belleğimizde tarihsel birikim olarak sesler, sözler, biçimler olarak vardır bu.
Varoluşumuz, nasıl bir dünyada varolduğumuz, şimdimiz, geleceğimiz; bunlar
gerçekliklerdir. Şair, bunları şiirsel gerçekliğe dönüştürür. Şiirsel gerçeği kendi
yaşantımızın sınırları içinde tutarsak ötesine, yani varoluşsal gerçeğe, varlığımızın
anlamına işaret edebilir miyiz?
Şiir, şiir öznesinin dünyasıyla sınırlı kalırsa, hükmü kalmamış bir şiir yazılmış
demektir. Şiir, gerçek şiir diyelim buna, şairin kendiyle başlayıp kendiyle biten bir anlamı
değil, gerçeklikle düşlenenin anlamına işaret eden şiirdir. Büyük şiir için de bu özelliklerin
şiirde bulunması gerekir.
Şiirde yeni olanın öncelikle biçimsellikte olduğunu vurgulayalım. ‘Anlam’ şiiri yeni
yapmaz. ‘Anlam’ yeni olabilir. Yeni bir biçimsellikle örtüştüğünde yeni şiir ortaya çıkar.
Varoluşsal gerçeği şiirsel gerçeğe çevirirken biçimsel değerler öne çıkar. Biçimsel değerler
olmasa yeni olan anlam bir başına kendini ifade edemez. Söylemek gerekir: Bir başına
biçimsel değerler de bir şey ifade etmez. Yalnızca biçimsel değerleri öne çıkaran şiirlerin
bir şey ifade etmedikleri görülür. Bu nitelikte olan şiirlerde ‘oyunsal yapı’ estetik haz
nesnesine dönüşür. Şiirin anlam kurma işlevine set çekilir.
Şiirin malzemesi dil olduğuna göre, dilin toplumsallığı nedeniyle ‘bildirişim’
işlevinde bulunulur. Bildirişim ile anlam arasındaki ilişki iç içe düşünüldüğünde; şair
nesneyi, bilgiyi, olguyu, dahası gerçeklikleri dönüştürür, aşar ve şiirsel gerçeklik halinde
yeniden kurar. Şiirsel gerçeklik bir yandan estetiksel haz iletirken, bir yandan da
estetiksel hale dönüşmüş ‘bilgi’ iletir. Bu bilginin kullanılır bir niteliği yoktur. Duyumsanır,
sezinlenir, imgeyle aktarılan çağrışım yüklü bilgidir: “Dünya mavidir bir portakal gibi”.
Eluard’ın bu dizesi başka anlamlar da kurmaktadır. Bu anlamları, burada açımlayacak
değilim. Ancak, bu dizedeki şiirsel gerçekliğin hem estetiksel haz, hem bilgi, hem de
bildirişimde bulunduğunu eklemeliyim. Şiirin bütünüyle estetiksel haz nesnesi olduğunu
söyleyen şair, şiirsel işlevi (yazın işlevini) estetikle sınırlar.
Postmodern Şiir.- Postmoden şiir arayışlarına dönecek olursak, dilin toplumsala
gömülü oluşu nedeniyle, dilden uzak bir şiir arayışı olarak belirir. Dilin sözcükleri görsel
malzemeye dönüştürülmüştür. Bununla yetinilmemiş kes yapıştır tekniğiyle dış
malzemeler kullanılmıştır. (Yapılan-edilene ne derece ‘şiir’ denilebilir, o da ayrı bir konu.)
Bu dil dışı çabalar, dilsel iletişimin sonunun geldiğini göstermez elbette. Olsa olsa,
sergilenen postmodern şiirin görsel işitsel malzemeyle kurduğu ‘oyunsal yapı’dır. Biçimsel
ifade olanaklarının sonuna dek kullanılmasına kimsenin itirazı olamaz. Ne ki, dilsel
malzeme dışta tutularak, şiiri şiir kılan başka öğeler de şiirden atılmıştır: Lirizm, ritim,
imge bu öğelerin başlıcalarıdır. Pastişler, grafik-kaligrafik öğeler, anagramlar, montajlar,
boşluklar, eksiltili söylemler, sözcük türetmeleri, görsel-işitsel malzemeler, şiire biçimsel
ifade olanakları katarken, biçimsel bir sıkışmayı da açığa çıkarırlar. Sorun buradadır.
Bunun şiirsel bir sorun olarak görülmesi gerekir. Şiirin, bir şeyi ‘anlamlandırma’ eşiği,
böylece ‘oyun’a dönüşür.
Şiirin, yeni biçimsel olanaklara dönmesi, postmodern tekniklerin kullanılmasına el
verir mi? Romanın diyalojik yapısı postmodern olguların, tekniklerin kullanılmasına olanak
verir. Şiirin söyleminin monolojik oluşu, postmodern tekniklerin şiire girmesini engeller.
Lirik şiirin dayandığı söylem, Ben’in söylemi olduğundan monolojiktir. Lirik-epik söylemle
bu durum aşılabilir. Çiftli ya da çoğul söylem diyalojiktir. Diyalojik yapı içinde ‘şiirsel
yoğunluk’ sağlanabilir mi? Retoriksel söylem aşılabilir mi? Aşılabilir düşüncesindeyim.
Malzemesi dil olduğu sürece ‘deneysel şiir’, ‘somut şiir’ olarak adlandırılan deneyimler de
Postmoderndir. Modern şiir sonrasının arayışları içinde değerlendirmek gerekir. Ne ki,
malzemesi ‘sırf görsel olan’ın şiir olup olmadığı da tartışılmalıdır.
Türk şiiri bağlamında düşündüğümüzde, Postmodernizmin ekonomik-toplumsal bir
tabanı yok. En genel anlamda kültürel kanonda, mimarlıkta, romanda kılgısal belirtileri
var sadece. Metinsel göndermelerle, alıntılarla, görsel malzemeyle, pastişlerle diyalojik
söylemin beslenmesi, dilin diyalojik söylemle ‘gerilmesi’ ne sonuç verir? Doğrusu
kestirmek güç. Ama ezberlerimizi bozacağı açıktır. Postmodern düşünce ve felsefi
görüşlerle Postmodern şiire varılamayacağı da kesindir. (Postmodernizmin modernizme
yönelttiği eleştirilerin kabul edilebilir bir yanını görmüyorum. ‘Büyük Anlatılar’
modernizmin sürekliliği içinde devam etmektedir. İşçi sınıfı varolduğu sürece de devam
edecektir.)
Şiir, modern şiirin biçimselliğinde açılacak gediklerle bir başka evreye taşınabilir.
Bu kaçınılmazdır. Küresel dünyada, ulus-devletlerin çözüldüğü, her toplumdaki kültürel
argümanların başat olarak ortaya çıktığı bir dünyada, şiir de Postmodern evreye
girecektir. Çünkü, teknolojik dünya dijital bir evrimi yaşıyor. Dolayısıyla, şiir de bir başka
evreye girecek, bir evrim geçirecektir. Karmaşık, parçalı, grift bir şiir dili ortaya
çıkacaktır. Görsel malzeme de şiir diline katalizör olacaktır. Dünya şiiri İkinci Dünya
Savaşı sonrası bu ‘deneysel’ dönemden geçti. Türk şiiri de, hiç şüpheniz olmasın, bu
deneyimden geçecektir.
Yeni Şiir Arayışları.- Söylemek gerekir: Son birkaç yıldır, doğal olarak 2006’da
da şiirdeki biçimsel arayışların sürdüğünü belirteyim. Heves dergisi çevresindeki
görselliğe dayalı arayışlar ile sayıp dökmeye ya da söze dayalı epik ufuklu arayışlar, Türk
şiirini çok sesli, çok katmanlı hale getiriyor. Biçimsel arayışların da, şiirin nesnesini
anlamlandırmaya yönelik olduğunu söylemeliyim. Roland Barthes’ın ifadesiyle “anlamın
kendisi biçime dahildir”. O nedenle, her biçimsel arayış anlamla da ilgilidir. Doğayı,
insanı, evreni, nesneleri anlamlandırmaya, onları şiirin kendisi kılmaya yöneliktir. Dilin
toplumsal bağlamı düşünüldüğünde; şairin şiirsel, dilsel, anlamsal düzeydeki sorunlarını,
dilin toplumsal bağlamını gözeterek çözmesi gerekir.Kullandığımız her sözcük sıfır
noktasında değildir. Şair sözcüğü, modern hayatın işaret levhalarından biri olmaktan
çıkarabilir. Sözcüğün ya da sözdiziminin yapısını bozarak gerçekleştirebilir bunu. Maleviç,
malzemesini (renkleri) Kırmızı Kare ve Siyah Kare’de sıfır noktada kullanarak evreni
başka türlü gördüğünü gösterir. Şair de, sözcüğün kendini sessel ve anlamsal olarak
temsil etmez durumda kullanabilir. Bu özgürlüğü ona tanımalıyız. Ama tam karşıt uçta da
olabilir şair: Sözcüğü, şiirin temel malzemesi olarak gören, öte yandan sözcüğün
yetmezliğini de gören anlayış şiirsel işlevi öne alır: Jakobson, “Şiirsel işlev, eşdeğerlik
ilkesini, seçme ekseninden birleştirme eksenine yansıtır.” der. Şair, kullanacağı sözcüğün
semantik, ritmik, fonetik olarak eşdeğerlik taşımasına özen gösterir. Seçtiği eşdeğerli
sözcükleri yan yana getirerek (birleştirerek) eğretilemeli bir dille şiirsel ‘yapı’ kurar.
Şiirsel yapı, iletinin kendine yöneldiği, estetiksel işlevinin öne çıktığı anlam kuran özelliğe
sahiptir.
2006 yılında çağdaş Türk şiiri, çeşitli anlayışlardan kaynaklanan örneklerin çoğaldığı bir
görünümdedir. Her anlayış kendi doğrultusunda derinleştikçe, farklı anlayışlarla çelişkiler,
çekişmeler görülebilir hale gelecektir. Bu durum, poetik düzlemde derinleşmeyi
getirmiyor ne yazık ki. Öte yandan, çağdaş Türk şiiri “büyük şiire” doğru önemli adımlar
atıyor – toz duman içinde bu görülmese de.
MODERN ŞİİR İÇİN FRAGMANLAR VII
- Ahmed Arif nasıl bir şiir ortaya koyar? Bu şiirin özellikleri nelerdir?
- 1940 kuşağı toplumcu şiirinin iyi şairlerinden olan Ahmed Arif, 'yapı'sı çok
sağlam bir şiir ortaya koyar. Dize yapısı büyük ölçüde yazınsal imgeye dayanır. Şiirsel
söylemi güney doğu insanının kendine özgü 'edası'nı taşır. Dili şiirsel yoğunluk taşır ve
çok katmanlıdır. Sesi ve çok katlı anlam yapısıyla farklı bir şiir yazar. Belki 'söylemiştir'
demek onun için daha doğrudur. Çünkü 'sözel' özellikler barındırır. Ağızla söylenmiş,
sonra yazıya geçirilmiştir sanki. Ancak, bütünlüklü yapısıyla moderndir. Destan ve
söylencelerin dilinden beslenmiştir. Halkın dili, değerleri, içkin olarak bu şiire girer.
Dahası, onun değerlerini devrimci bir bakış açısıyla yeniden üretir. Kendi yaşantısından
yola çıkarak, ötekini, ötekinin yeryüzündeki duruşunu, sevda ve kavgasını yeniden kurar.
Ahmed Arif'in şiiri ile Enver Gökçe'nin şiiri akrabadır. Ahmed Arif, damıtılmış bir
dille halkın yaşantısını olduğu gibi değil, olmasını özlediği gibi dile getirir. Çağdaş Türk
şiirinin burçlarından biridir şiiri. Çetin bir ‘iç kale’ gibidir. Okudukça yeniden büyüsü
keşfedilir. Doğurgandır. Kendinden sonraki şiiri etkilemiştir. Kalıcıdır. 'Karanfil Sokağı' şiiri
büyük bir şiirdir. İzlek genişliğiyle insanlığı kuşatır."
MODERN ŞİİR İÇİN FRAGMANLAR VIII
Şiir, Roman, Biçem, Biçim.- 2006 yılı, Türkiye’de ve dünyada insanlığın acı
çektiği, katledildiği, ülkelerin işgal altında tutulduğu, sömürünün ve sınıfsal uçurumların
alabildiğine arttığı bir yıl oldu. Küresel kapitalizmin Irak’ı işgali her gün yüzlerce insanın
katledilişini getirdi. Irak’ın toprakları kan gölü haline dönüştü. Küresel kapitalizmin
emperyalist karakteri vahşetin gündemden düşmediği bir ortam yarattı. Halkları, mezhep,
din, dil, ırk ayrımı gözeterek birbirine kırdırma yöntemi bölgemizde en geçerli yöntemdir
hâlâ.
Türkiye açısından küresel kapitalizmin etkisi, ekonomik, siyasal, kültürel alanlarda
belirgindir. 2000 yılı sonrasında, kâr eden kurumların yabancılara satışı, basın ve medya
üzerindeki baskılar, kültürel kanonun değer yitimine yol açan yayınları, sömürü ve talan
düzenine eklemlenme çabaları olarak görülmelidir. Kısaca her alanda kurulan baskı,
yıldırma, sindirme, sığlaştırma; demokrasinin ve dilin (Türkçenin) aldığı yaralar kolay
kolay iyileştirilemeyeceğe benziyor. İktidarın cumhuriyet ve demokrasi düşüncesini
gerileten ‘zihinselliği’ bütün alanlarda kendini hissettiriyor. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik,
adalet, demokrasi kavramlarının Postmodern düşünürlerce ‘meta anlatı’ olarak adlandırılıp
tüketilmesi söz konusudur. Bu kavramların modernitenin temel kavramları olduğunu
unutmadan bilimsel, siyasal, kültürel, teknik ve endüstriyel devrimlerin tamamlanmadan
‘küresel süreç’ başlamıştır. Geç kapitalizm ya da komprador kapitalizmi, eklemlendiği
küresel kapitalizmin ufku içinde sömürü ve talan düzenini pekiştirmektedir. Ekonomik,
kültürel, siyasal, teknik ve endüstriyel alanlarda küresel kapitalizme bağımlılık Türkiye’yi
yaşanması güç bir ülke haline getirmiştir.
Küresel kapitalizme eklemlenme çabaları, onun kültürel kanonu üzerinden bir
değişimi getirmiştir. Sanat ve edebiyat endüstriyel alanın tecimsel ürünü konumuna
gelmiştir. Basın yayın endüstrisi, yazın dışı, tüketilmeye elverişli ürünleri yayımlayarak,
yazınsal alanın geri plana düşmesini sağladı, sağlıyor. Emperyal kanon en acımasız
işleyişini iç pazarda gösteriyor. Roman, Türkiye’de, tecimsel ortama atılan yazınsal tür
oldu. Modern şiirin ve öykünün romana göre tecimselleşmediği, sığlaşmadığı; endüstri
içinde, medyada, yazılı basında gündemden düşürüldüğü görüldü. Şiir ve öykü küçük
ölçekli dergi ve yayınevlerinde, biraz da kendi içine kapanarak varlığını sürdürüyor. Bu
gidişle, 2007 yılının da şimdiden bir roman yılı olacağını söylemek bir öngörü olmaz.
Çünkü iç pazar, yazınsal nitelik aramaksızın romana yatırım yapıyor. Ve yazınsal ürünü
değil, yazarı öne çıkarıyor. Eleştirinin çöküşü, gazete kitap eklerinin emperyal kanon
doğrultusundaki kitap tanıtım yazıları eni konu metalaştırılmış bir edebiyatı gündeme
taşıyor. Tarih ve geçmişin övgüsü biçiminde geliştirilen ve roman sanatına hiçbir katkısı
olmayan, ‘kullan-at’ ilkesiyle okunan romanlar oluşturuluyor. Türkçe’nin kusurlu
kullanıldığı bu romanlarda ‘biçimsizlik’ başat öğedir. Dil bilinci ise yerini bilinçsizliğe
bırakmıştır.
2006 yılında, emperyal kanonun dışındaki nitelikli roman, direnç noktalarını
yazınsal nitelikte ve biçimsellikte aramaktadır. Öykü, aşınmaya uğramadan biçimsel
arayışlarını sürdürüyor. Şiir, gündelik politikanın estetiğe verdiği zararları görüp hayatı
anlamaya ve anlamlandırmaya yol açıcı biçimde devam ediyor. Şiir, giderek ‘seçkin’ bir
konuma yerleşiyor. Olağanüstü biçimde çeşitleniyor, dünya şiiriyle bütünleşiyor, dünyanın
bundan haberi olmasa da.
Şimdiden, bir öngörü olarak söylemem gerekiyor: Modern şiir, huzursuz ve travma
hali süregelen toplumsal ortamda kendine bir çıkış yolu bulabiliyor. Genç şairlerin kişisel
poetikalar oluşturmasının bir nedeni de ekonomik, toplumsal, siyasal kriz halidir. Her
alandaki kriz, şiirin estetiksel değer yitimini tetiklememiş, tersine, şairlerin şiire
kapanmalarına yol açmıştır. Bir tür sığınma hali. Bu da, şiire duyulan özgüveni
arttırmıştır.
Söylemek gerekir: Toplumumuzda sanata ve edebiyata karşı gösterilen kayıtsızlığı
ortadan kaldıracak bir öneri öne süremiyorsam, sorunsallaştırılan şeyin yazın dışı alanları
kapsamasındandır. Entelektüel birikimi olan yazar ya da şair, gerçeklikle roman ya da şiir
arasındaki ilişkiyi, romansal ve şiirsel biçimle kurarak gerçeklik düzlemini dönüşüme
uğratır. Gerçekliği romanın ya da şiirin gerçekliği yapar. Edebiyatın, çağın ruhunu dille
biçimlendirerek yansıtması beklenir. Ama şiirin, romanın gerçekliği, salt çağın ruhunu
yansıtmasından değil, onu sunuş biçeminden/biçiminden kaynaklanır.
MODERN ŞİİR İÇİN FRAGMANLAR X
Yine Büyük Şiir.- ‘Büyük Şiir Üzerine’ başlıklı denemem Kitap-lık dergisinin Mart
2007, 103.sayısında yayımlanmıştı. Büyük şiir kavramlaştırmasının görecelik içerdiğini
vurgulamış, “Başkaları, başka ölçüler koyabilir, başka örnekler verebilir” demiştim. İhsan
Deniz, 26.3.2007 tarihli Yeni Şafak’ta, hem ‘Kantolar’ı okumadığını gösteren hem de
yazınsal değil, ideolojik yaklaşımını sergileyen bir yazı yayımladı. ‘Kantolar’ı okusa, aşkın
bir gerçekliği değil, varolanı, fizikî, duyumsal, sezgisel ve bilişsel noktadan şiirin
gerçekliğini yapılandırdığımı, dünyayı ve hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığımı
hiç şüphesiz görebilirdi.
İhsan Deniz’e göre, Türk şiirinde kurucu özellikleri olan bazı şairlerin yanı sıra
Ebubekir Eroğlu, Cahit Zarifoğlu, Turan Koç, K.Eşfak Berki büyük şiir bağlamında yer
alması gereken şairler. Oysa, bu şairlerin, ortaya konulan ölçütler göz önüne alındığında,
büyük şiirlerinin olmadığı açıktır. Öte yandan, ortaya konulan ölçütlerin çoğuna uydukları
gözlenen Enis Batur’un ‘Opera’sı, Ahmed Arif’in ‘Karanfil Sokağı’ şiiri, Özdemir İnce’nin
‘Evren Ağacı’, ‘Ot Hızı’, hatta 1998’de yayımlanan ‘Mani-Hayy’ı büyük şiirleri içerir. Bu
şiirler, aynı zamanda, materyalist metafizik yönelişleriyle de büyük şiirin çevrimi
içindedir. İhsan Deniz, şiir havzalarına nesnel bir uzaklıktan bakamadığı için, şiir dışı
nitelemelere yöneliyor: ‘Çaptan düşmek’, ‘eline su dökmek’ gibi.
Büyük şiir nitelemesinde metafiziği önceleyen İhsan Deniz, “İnsanî/felsefi derinlik
ve boyut” ifadesi, “Metafizik’i karşılamaktan uzaktır!” diyor. Oysa ‘metafizik’ felsefenin
temel disiplinidir.
“Şaşırtıcı Bir Çağrışım Zenginliği”.- Şiir kuramına ilişkin yazılarıyla ve
şiirleriyle öne çıkan Metin Cengiz, Cumhuriyet Kitap’ın 5 Nisan 2007 günlü 893.sayısında
‘Kantolar’ı açımlayan bir yazı yayımladı. “Şaşırtıcı bir çağrışım zenginliği” başlıklı
yazısında şiirime ilişkin çok önemli saptamaları var. Şiirimdeki dilsel kırılmayı; gidimli
dilden, imgeyi kavram dolayımında kullanan poetik anlayışa geçişi çok iyi saptamış.
Oradan çok katmanlı anlam üretmeyi amaçladığımı ya da başka bir söyleyişle ‘derin
yapısı’ olan bir şiire geçdiğimi görmüş. Şiirimin uğradığı büyük kırılmayı görebilmesi,
örneklerle bunu gösterebilmesi elbette çözümlemeyi dilsel bağlamda yapmasından
kaynaklanıyor. Öte yandan, art alan genişliği, imge düzeni, izleksel genişleme,
metinlerarası bağlantılar vb. öteki özellikler açısından modernist yönelim belirgindir bu
kitapta.
Benim takıldığım nokta, “taşra” olgusunu ısrarla yazısının merkezine oturtmasıdır.
“Taşra” kavramı oldukça kirletilmiş bir kavram. Küçümsemeyi, tepeden bakmayı da
içeriyor. Öte yandan naifliği, saflığı da.. Şiirimin yazınsal seyri açısından bakınca;
‘Gökyüzünün Fıskiyesi’, ‘Denizin Uykusu Üstümde’ gibi önceki yapıtlarda kentsel ve
izleksel genişlik başlar. Taşralılık, zihinsel olarak baştan beri yoktur zaten. Çevreme, olup
bitene, olgulara, nesnelere çağdaş bir zihinsellik içinden baktığım yapıtlarımdan
çıkarılabilir. Sosyalist bilinç de temelde var. Bu donanımın sağladığı perspektiften şiir
ürettiğim söylenebilir. Yazınsal birikimle buluşan bir zihinselliktir sözünü ettiğim.
Öte yandan, toplumbilimsel olarak baktığımızda, dünyadaki gelişmeler, küresel
kapitalizme eklemlenen ülkemizi hızla değişime uğratıyor. Taşra-metropol ilişkisi ortadan
kalkıyor. Siliniyor. Merkezler, yaşam biçimi ve zihinsellik olarak taşralaşıyor âdeta. Çevre,
küresel kapitalizme bağımlı komprador nitelikli büyük holdinglerin pazar yeri konumunda.
Tüketim dizgenin belirleyici öğesi. Bu nedenle büyük mağazalar zinciri çevreyi kuşatmış
durumda. Tüketime yönelik bir zihinsellik yerleştiriliyor. Medya, büyük sermayeli
yayınevleri tüketime yönelik kuruluşlar olarak çalışıyor. Yılda 400’e yakın roman
yayımlanıyor. Çoğu ilk roman. İçlerinden neden bir Oğuz Atay çıkmıyor dersiniz? Çünkü
endüstri romanı yazılıyor. Şiir, öykü, giderek geri plana çekiliyor. Nitelikli romanlar, az
sayıda da olsa hâlâ yazılıyor. Bütün bu gelişmeler merkezden çevreye doğru bir
çözülmenin, bir değiştiğinin yaşandığının göstergeleridir.
Kentler büyük göçler aldı. ‘Kantolar’da yer alan ‘Libretto’da göç olgusunu,
‘Trajedi’de işgalleri, savaşları yazınsal gerçekliğe aktarmaya çalıştım. Küresel kapitalizmin
emperyalist karakteri her olguda kendini hissettiriyor. Bu değişimleri sezgiyle değil,
bilinçle kavramak olasıdır. Başka birikimlerin içinden geldiğim için gelişimi kavramak,
algılamak benim için daha kolay. Kısaca, küresel kapitalizme eklemlenmekle çevrenin
çözülmesi hızlanmıştır. Zihinsellik olarak bitmiştir diyemeyiz. Çünkü ortaya çıkan yeni
sınıflar bitmesini istemez. Çevre olgusu yazınsal gerçeklikte çoktan bitmiştir. ‘Kantolar’da
taşra değil, dünya vardır, insanın varoluş kaygıları vardır. Cengiz, ‘taşrası genel olana
açılmış bir taşra’ sözleriyle bunu vurguluyor. Ne ki, dilsel değişimi örneklendirerek verdiği
gibi açımlayıcı olamıyor.
MODERN ŞİİR İÇİN FRAGMANLAR XI
Benim şiirimde ciddi bir kırılma, dolayısıyla poetik dönüşümün de durağı olarak
görülebilir ‘Kantolar. (1) Farklı biçimsellik, çift söylemli eksen, okunabilen bir alt metin
ya da metinlerarası ilişki. Şiirlerin yaşantı ekseni kurmaca kişiler dolayımında dile
gelirken, çağın tanımlanamaz bunaltısı da bireyin tinselliğinden okunabilir. ‘Libretto’nun
göç, ‘Trajedi’nin savaş izlekleridir. Ama önce, poetik dönüşümün epistemik bir temele
dayandığını belirteyim. Bir biçimden devinerek anlamını bulan şiirler yazdığımı
söyleyebilirim. Ama biçimci bir şiiri değil, biçimselliğin içinden okunabilen bir şiirin yoluna
uğradım. Şiir dilini ‘anlam kurucu’ bir niteliğe dönüştüren bir biçimselliktir bu. Dünya
şiirinin poetik bilgisi biçimsellikte devinim noktam oldu. Modern dünya şiirinin biçimselliği
(biçimselliği biçim içeriktir önermesi ile birlikte düşünüyorum), çağın tinselliğini yeniden
kurmak ve bir şiirsel ‘yapı’ya aktarmak olanağı sağladı. Aslında çağın tinselliği, olguları
benim varoluşumu etkileyen, dolayısıyla duygudaş olduğum ve varoluş sorunuma içkin
olan şeylerdi. Olguların, olayların, insanlık sorunlarının içkin kılınarak aktarılışı;
‘Kantolar’, bu bağlamlar kurularak okunabilir, çözümlenebilir.
Bay Smerdiakof’a Kanto şiirinin kişisi Dostoyevski’nin saralı olan bir kahramanı.
Şiir, bir geleneği, bir görgüsü olmayan burjuvaziyi eleştirir. Şiirin konuşan öznesi Bay
Smerdiakof’a seslenerek kurar söylemini. Ben söyleminin içinden burjuvazi ile halk
karşıtlığı epistemik olarak dile gelir. Burjuvazi ‘gümüş takımlarıyla yatarken’, halk ise
‘güle ve nergisi düşkün’ olarak imlenir. Ayrıca, ‘Bekleyin, gül kokacaktır çocukların
sesi’ dizesiyle Edip Cansever’e gönderme yapılır. Şiirin yinelenen sözcüğü Gül, bütün
şiir tarihimizin en temel sözcüğüdür. Bende, insanlığın gelecek güzel günlerinin muştusu
olarak bir değeri vardır.
Dört bölümden oluşan Ezra Pound’un Yazmak İstemediği Kanto şiiri ölüm
dirim karşıtlığı üzerine kuruludur. Şiirin konuşan öznesi, çağın sessizliğine katlanamayan
biri. Daha yaşarken bile ölü olan noter kâtibini ziyarete gitmek ister. Şiirin konuşkan
öznesi eşine seslenen, dahası sesli düşünen biri. Şiirin anahtar sözcüğü : Pars. Öteki
şiirlerde de sık sık çıkacaktır karşımıza. Pars’ı ölüm ya da Azrail karşılığı olarak okuyabilir
şiir kamuoyu.
Şiirin konuşan öznesinin tek dostu noter kâtibi İhsan bey aslında ölüdür.
Bürokratik mekanizma içinde zaten yaşarken bile ölüdür. Kafkaesk yaşamın içinde tinsel
bunalım geçiren İhsan ve küçük burjuva çevresi aktarılır şiirde. Şiirin göndermeleri:
Tolstoy ve ‘Anna Karenina’ romanı; Nâzım Hikmet’in Karlı Kayın Ormanında şiiri;
azınlıktan, akardeon çalan, aynı zamanda terzi kurmaca bir kişi Madam Eleni, şiirde
konuşan öznenin eşi, kurmaca biri olan Kevser.
Bu şiirde ve başka şiirlerde de karşımıza çıkacak bir anahtar imge:’Denizin
anahtarları’. Bu bağdaşık imge şiirimin temel koyucu imgesidir. İnsanlığın kurtuluşunu
ve esenliğini imler. Denizin bütün yapıtları da bu muştuyu dile getirir. Denizin bütün
nesneleri bende bu çağrışımı doğurur.
Ezra Pound’a gönderme içeren ‘kanto’ çizgisel bir öyküyü içermez. Zamanın ve
uzamın zihinsel olarak kurulduğu karmaşık bir öyküyü içerir. Bu öykü, çağın sıkıntılı,
bungun, bunaltıcı öyküsüdür. Borsayı tanıyan, fiskoslara inanan, bilardo oynayarak
yaşamı sürükleyen, sonunda her nasılsa ölen IV. Noter kâtibi İhsan beyin öyküsü. Belki
de, onun temsil ettiği küresel kapitalist çağdaki insanlığın öyküsü. Şiir, alttan alta bir
öykü içermesine karşın öykü tekniğiyle değil, şiirsel imgelerle kendini yazdırmıştır.
Monolojik söylem, şiirde konuşan özneye aittir. Bazen de İhsan bey konuşan öznedir.
VI. Senfoni şiiri, dizenin kırılmaya uğradığı, artlamalı tekniğin kullanıldığı, dize
egemenliğinin yıkılıp şiirsel bütünlüğün ‘yapı’ kavramıyla sağlandığı şiirlerdendir. Modern
şiir kavrayışının yüzey yapı+derin yapı geçirgenliği olarak anlaşıldığı, dolayısıyla bu
anlayışı pekiştiren bir şiirdir. Daha önce yazılan ‘Batık Tekne’ (2) şiirlerine gönderme de
içeren ‘VI.Senfoni’, şiirin konuşan öznesinin söylemiyle kurmaca birey Kevser arasındaki
ilişkinin ekseninde kurulur. Eliot’ın ‘Çorak Ülke’sine gönderme içerir. Kevser, bu kez,
Mersin’in dağ köyleri, Toroslar, Kekik Koyağı gibi Akdeniz’in bitki örtüsü içinde karşımıza
çıkar. Görkemli sedir ağaçlarıyla doğa ve dağ köyleri şiirin uzamıdır.
Altı bölümden oluşan bu uzun şiir de öteki şiirler gibi yoğun imgelerle örülüdür.
Deniz ‘çiçek açmış’ denizdir örneğin. Kevser Giritli bir kadınla gitmiştir. Aşk, bu gidişten
sonra daha da büyümüştür. Öte yanda vahşet çağıdır bu çağ ve savaşlar sürmektedir.
Uzam Mersin’dir: ‘Deniz kıyısındaki ‘bahçemizi’ yıktılar Kevser’. Aslında yıkılan salt
bahçe değildir, insanlık kalesidir.
Kevser’in lezbiyen ilişkileri Giritli bir kadınla gitmesiyle ortaya çıkar. Şiirin
konuşkan öznesinin monolog dizeleri araya girer:
İki kişinin iç içe farklı söylemi. İlki italik dizilerek, ikincisi ise siyah dizilerek ayrıştırılır.
Şairliği küçümseyen tavır ile ona yanıt verenin ironik söylemi. Bir tepki söylemi. Ardından
Tahsin Yücel’in tümcesi değiştirilerek haksız işgale gönderme:
VI.Senfoni’nin bir başka özelliği de bir betimleme dizesinden sonra şaşırtıcı bir
şekilde zihinsel imgeye geçilmesidir. Zihinsel süreçlerin de okunabilmesidir. Örnekse,
zihninden, ‘Hanımefendi çok çekicisiniz biliyor musunuz’ tümcesinin etkisi
geçmeden birdenbire ceplerinde telefon, su, elektrik faturaları olan ve kendini son
kullanma tarihi bitmiş nesne olarak gören, dahası topluma ‘yabancılaşan’ şirin öznesiyle
yüz yüze gelirsiniz. Pars (ölüm) pusuda bekliyordur. Felsefi ‘dünyaya fırlatılmışlık’ olgusu
VI. Senfoni’nin bireyini imler.
VI. Senfoni’yi besleyen T.S. Eliot’ın Çorak Ülke’si ile Turgut Uyar’dır. İçeriksel
keşif, uzam ve zaman ise Mersin. Metin, dilden söze akan dönüşümüyle özgündür.
Şiirime dışarıdan bakarsam (ki metne de öyle bakman gerekiyor, çünkü yayımlandığına
göre benden çıkmıştır) şunları görüyorum: Şairin varoluşu belli zaman ve uzam içinde
gerçekleşmektedir. Ötekini de içkindir. Belli ki, VI.Senfoni’de şairin entelektüel olarak
varoluşu da dile gelmektedir: Kafka, Cervantes, Benjamin, ‘Yol Havası’, ‘Sonsuzluk
ve Bir Gün’, Eliot, Pound, Celâl Soycan, ‘Kerkük Divanı’, İtaki, Kavafis, bu
birikimin göstergeleridir aynı zamanda.
Çoğul söylemiyle dikkati çeken bu şiir, şiirimdeki ciddi kırılmanın yeni imidir. Alttan
alta akan lirik söylem, karmaşık ve grift yapı belirgindir.
Libretto şiiri çift söylemle kurulmuştur. İtalik dizilen ve tırnak içinde olan
bölümlerde bir edim (göç olgusu) bütün trajik boyutuyla dile getirilir. Turgut Uyar’ın
‘Terziler Geldiler’ şiirinin söylemini göç edimine taşıyan bu uzun şiir Mersin’e göçü,
göçün getirdiği sorunsalları temellendirir.
Çift söylemin ilki şiirin kurucu öznesine aittir. Kevser ile şiirin konuşan öznesi
bireysel bir yaşantı içinden konuşurken, öteki söylem toplumsal bir tarihin içinden dile
gelmektedir. Ey! ünleminin dikkati çekici biçimde kullanılışı bir çağrıya, bir çığlığa
dönüşür. Topraklarından, yerlerinden edilen Kürt halkının Mersin’e göç edilmesi
beraberinde özlemi, yabancılaşmayı, baskıyı ve hor görülmeyi de getirmiştir. Libretto,
bireysel söylem içeren dizeleriyle lirizme açılırken, toplumsal söylemin sözcüsü olan öteki
bölüm bir halkın kentteki adımlarını izler:
…Rüzgâr dindi. Civan Haco’nun sesi
duyuldu. Yalın sözlerden, yalın adımlardan,
yalın gölgelerden, kuş seslerinden şarkılar
yaptılar.
Bireysel söylem yer yer bilinçaltının kesik kesik anlatımıyla kurulur. ‘Batık Tekne’ imgesi
bir kez daha karşımıza çıkar. VI.Senfoni’deki ‘Mersin, noter kâtipleriyle aklında
olsun’ dizesinin ‘Ezra Pound’un Yazmak İstemediği Kanto’daki İhsan beyi
çağrıştırması gibi. Zaman zaman temel koyucu imgelerime dönerek ana izlek çevriminde
kalmaktayım.
‘Çocuklardı yağmurdu yoruldum insan olmaktan’. Kente yerleşen, zamanla
sendikacı olan bir göçmenin eşinin söylemi. Göçmenin alınıp götürülüşü üzerine bunları
söyler.
Şiirsel bir çevrim yaratabilmek için soyut imgeler kurmaktan da kaçınmadım:
Giderek şiirin konuşan öznesi göçe zorlanan halkın bireyi olarak hisseder kendini.
‘En genci bendim. Tozlu kitapların arasında kaldım. Düşünceli.Patikaları
özledim’ der. O da bilir yaşamın coşkusunu. Bu yüzden, varlığın elmaya dokunuşunu,
suyun taşı ovuşunu mutluluk olarak tanımlar.
Libretto’da, şairin insanlık için kurduğu ütopyanın dile getirilişi de var:
Ben söyleminden çoğul bir söyleme geçen şiirin konuşan öznesi, giderek bütün dünyayı
kuşatan bir iyimserlikle ütopyasını dile getirir.
Libretto’da, Pessoa’nın Denize Övgü’süne, Yannis Ritsos’un Kastania’sına,
Turgut Uyar’ın Terziler Geldiler’ine, Ahd-i Atik ile Akçaburgazlı Yekta’sına, Pablo
Neruda’nın Walkıng Around’una göndermeler var. Bu göndermeler şaire kişisel bir
bireşim olanağı da sağlar. Dünya şiirinin, bilinçaltının, ütopyalar dünyasının içine sokar
okuru.
Bir incelemecinin söylemiyle başkasından söz eder gibi yazmak, şiirin benden
çıktığının bir göstergesi olarak okunmalıdır.
Şöyle söylenebilir: Şair, o göz alıcı doğa mozaiğini denizle, denizin yapıtlarıyla
zenginleştirir. Ahmet Ada şiirini besleyen göz kamaştırıcı doğa şiirinin konuşan öznesinin
bir parçası olarak canlı, devingen biçimde yer alır. İmge zenginliği ve ritmik düzenleme
bakımından bu dört şiir geleneksel biçim ve kalıpların içinden değil, özgün biçemin içinden
ve geleneksel biçim ve kalıpları parçalayarak varolur.
Şair durduğu yerden, Mersin’den ve halkından uzaklaşmadan dünya şiiriyle, kendi
dilinin, dilin taşıdığı kültürünün içinden kişisel bireşimler kurmaktadır.
Bir diğer uzun şiir olan Trajedi de çift söymeli. Sahne için yazılmış. Tarihsel
zaman sorunu şiirin temel sorunu gibi görünür. Şair, zamandizinsel sıralamayı alt üst
eder. Geçmiş, bugün, gelecek iç içe işlenir. Rimbaud’nun Harar’da köle satıcılığına
başladığı dönem ile küresel kapitalizmin askeri güçlerinin Irak’ı işgali aynı zaman
boyutunda buluşur. İşgal, işgalin işbirlikçileri, yaşanan trajedi, acılar, izleksel bütünlüğün
öğeleridir.
Şair, Fütürist ressamlar gibi, nesneleri çoğaltan, biçimlerini bozan bir tutum
içindedir. Sözcüklerle devingen bir uzam kurar. Uzam içinde nesneler devinimden
biçimlerini yitirir. Tarihsel zamanın yitimi gerçekleştirilir: Irak’ın işgali ile Lorca’nın bir
ağaç dibinde kurşuna dizilişi, bu iki farklı zaman zamansızlıkta buluşturulur. Anakronik
geçmiş, zamanın yittiği, olmadığı bir düzlemde, anakronik biçimde aktarılır. Devinim,
Fütüristlerin, ‘her şey devinir’ düşüncesinden kaynaklanır. Devinim sessel olarak hızla
akar. ‘Çoğu zaman’ yinelemeleri dize başlarında bu hızı sağlar. Görüntüden görüntüye,
durumdan duruma geçer. ‘Sakalların uzaması’ edimi birkaç şiirde yinelenir. Bu şiirlerde
‘devinimin’ bir başka göstergesidir.
“Gerçek ressam bütün yaşamı boyunca resmi arar, gerçek şairse şiiri.” Valery’nin
sözlerini doğrularcasına, şair ‘Kantolar’da şiiri arar. Şiirin arka planında ise salt
kendinden önceki yapıtların bilgisi yoktur; duygular da deneyimlerdir ve şaire içkindir:
Trajedi’nin çift söylemi farklı izlekler taşımaz; tersine, birbiriyle örtüşen izlekler
barındırır. Sahne için yazıldığı düşünüldüğünde, kadın ve erkek oyuncuların seslendirmesi
düşünülmüştür sanki. Dolayısıyla, Trajedi’nin çift söylemli oluşunun nedeni de sahne için
yazılmış olmasıdır.
Kantolar’ın, şairin düşlediği, kurduğu dünyayı da aktardığını vurgulamak isterim.
Ayrıca, gerçek ile kurmaca dünyanın ilişkisi ve yazınsal planda aktarılışı oldukça dikkat
çekicidir.
Bu uzun, epik şiirleri nasıl kurduğuma gelince; Rodin, yontuları nasıl yaptığını
soranlara, “Taşın fazlasını atıyorum, geriye heykel kalıyor” yanıtını verir. Yontunun
malzemesi taş ya da mermerdir. Şiirin malzemesi ise dilin sözcükleridir. Dilin sözcüklerini
eksilterek kullandığım söylenebilir. Bazı sözcükleri sıkça kullanışımın nedeni şiirlerin derin
yapısından akıp gelen leitmotifi pekiştirmek içindir. Örnekse Pars sözcüğünü ölüm-dirim
sorunsalını şiirin ana gövdesine taşımak için, Deniz sözcüğünü ise ütopyamı dile
getirmek için sıkça kullandığım gözlenir. Şiire, yaşamı anlamlandırma açısından değil de,
salt bazı sözcüklerin sayısal olarak sıkça kullanılmasından bakılınca, sıkça kullanılan
sözcükleri anlamlandırmak da olanaksızdır. Şairin hangi sözcükleri ve niçin sıkça
kullandığının bilgisini önceden edinmek açımlayıcıdır.
Bazı sözcüklerin şiirlerimin temel eksenini oluşturduğunu belirtmek isterim. Bunun
için, çağımızı nasıl anlamlandırdığıma bakmak gerekir. Mevsimleri dile getiren
‘Kantolar’dan Güz Kantosu’nda tüketim toplumu eleştirilir. Eşyaya av olan insandan söz
edilir. Bay Smerdiakof’a Kanto’da da, anımsayalım, gümüş takımlarıyla yatanlardan
söz açmıştım. İnsanın özünün kapitalist dizge içinde yitirilişi, egoların tüketim tutkusu ve
bunun eleştirisi, bu şiirlerin anlamsal boyutunu oluşturur.
Anlamlandırılan bir başka şey, yabancılaşma. Kitapta, Ezra Pound’un Yazmak
İstemediği Kanto şiirinde IV. Noterde çalışan noter kâtibi İhsan beyin
yabancılaşmasıyla başlar. Bürokrasinin kaosu üzerindedir. Tozlu evraklar arasındadır
sürekli. Onun yaşarken ölü durumu ‘yabancılaşmanın’ kent içindeki örneğidir. Bulantı
şiirinin konuşan öznesi de yaşadığı yanılgının, sıkıntının, bunalımın içinden söz alır.
Akıyor şiirinin öznesi de ‘uyumsuzluğunu’ yabancılaşmanın içinden dile getirir. Benim
yabancılaşma anlayışım Marksist yabancılaşma anlayışını genişletir.
Denize Baktık’ta deniz ‘riyadan’ kaçtığımız masum sığınaktır. Emperyalizmin
sömürgeleştirme amacı bir kez daha vurgulanır:
‘Huma kuşu türküsünden metal kolye yapmak için –
Fırat ve Dicle’nin suyunu kullanmak için’
vardır yabancı güçler.
Birkaç kez yinelenen, ‘Terlikler çevrilir kapı önünde’ (İnce Bir Yağmur İçin
Çıkmalar), ‘Kapının önündedir terlikleri’ (Arkadaşım Öldü), ‘Ölenin terlikleri
konuşuyor ölümü’ (Ölü Evi). Farklı şiirlerden aldığım benzer dizelerimde ölenin geride
bıraktığı eşyalar ölüm-dirim sorunsalının ana leitmotif’idir. Ölen öyle sessizce yatarken
bazen cep telefonu çalar. Aslında ölüm en umarsız kaldığım ve anlam veremediğim
olgudur. Yannis Ritsos Hazır Olan başlıklı şiirinde ölenin yaşam bağlantısını, o kopan
çizgiyi, ‘Diş fırçasını da iç cebine saklamıştı’ dizesiyle verir. Benim şiirsel yöntemim de
bundan farksızdır. Ben, yinelemeleri ölümle yaşam arasındaki o bir ânlık çizginin trajik
oluşunu vurgulamak için yapıyorum. Farklı şiirlerdeki benzer yinelemeler bir farkında
oluşu işaret eder ki bile isteye yapılmıştır.
Gündelik yaşamın rutinliği, insanı tüketen edimleri; ‘taksitli satışlar’ (Denize
Baktık), ‘Günlerimiz mevsim sonu indirimli satışlarda geçiyor’ (Günler) dizeleriyle
aktarılır. Tüketim toplumunun insanı insanlıktan çıkaran işleyişi eleştirilir.
Ölü Evi başlıklı şiirin, İlhan Berk’in ‘Ölmüş Bir Şairin Sevgili Karısını
Görmeye Gitmek’ başlıklı şiiriyle karşılaştırılması (4) şaşırtıcıdır. İlhan Berk’in şiirinin
başlığı da yanlış yazılmış. Doğrusu : ‘Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye
Gitmek’ (Deniz Eskisi, 1982). Bu iki şiir çok farklı şiirlerdir. Ölü Evi, benim önceki
kitabım Denizin Uykusu Üstümde’de (2004) yer alan Asma Kat başlıklı şiirime
gönderir. İkisinin de ‘limonlu çaydır’ ortak nesneleri. Asma Kat’ta Edip Cansever’in ortağı
Mösyö Jak konuşur. Ölü Evi’nde konuşan ise genç bir kadın.
Sözdizimi özellikleriyle öne çıkan bir aşk şiiridir ‘Kevser Çok Affedersin’. Âniden
öfkelenip sevdiğini üzen birinin özür dileyen söylemi. Sözdizimi, edim bildiren sözcüklerle
kurulur. Ses öğesi sözcüklerin ünlü ve ünsüz uyumuyla sağlanır, bu da şiire iç ritim katar.
İki kez yinelenen, ‘Bölündüm yırtıldım tükendim’ ile ‘biriydim’, ‘terk ettim’, ‘uzun
uzun bölelim’ söyleyişleri şiirin ses özelliklerini oluşturur. Ayrıca, (ç) ve (s) ünsüz
harfleri ile ‘çiçeği’- ‘sesini’ uyakları şiirin fonetiğini zenginleştirir. ‘Topladım kuşların
yıkanmış sesini’ gibi çarpıcı söyleyişi de barındıran şiir yalınlığı ve sadeliğiyle dikkati
çeker.
Benim yaptığım ‘şey’ sözcüklerin kendi değerleriyle bir biçim kurmaktır.
Eğretileme, benzetme ve imgeyle kurulan bir biçim. Bu biçimin anlamlandırdığı içerik
yazınsal gerçekliği ifade eder. Dış dünya ile ilişkisini nesnel bağlılaşımla kuran, bir
gerçeklikler dünyası. Çünkü dış dünyadan algıladıklarımı zihnimde yeniden kuruyorum.
Sonra estetiksel değere dönüştürerek imgeler hâlinde yeniden kuruyorum. Şiir bu
işlemler sonucunda bir yapıya dönüşerek ortaya çıkıyor. Bu sürece kırk yıllık şiir birikimi
ve bilgisi de katılmaktadır.
Bana göre şiirin şiir oluş gerekçesinin olmazsa olmazı estetikseldir. Şiir dilinin
dolayımlı anlam kurucu niteliğidir ki onu araç olmaktan çıkarır, şiire ve dilin kendine
dönük varlık olarak belirgin kılar.
Kantolar, benim şiirimde postmoderni de dolayımlayan bir kırılmayı işaret eder.
Esas olarak kendini şiir dili ve söyleminde gösteren bir kırılmadır bu. Benim, baştan beri,
şiire dil/yaşantı ekseninden bakan bir poetikam var. Şiir poetikam şiir pratiğimle
bağlantılıdır. Kantolar ise, sanki Kristeva’nın söylediklerini doğrular gibi, dilin bütün
değerlerinin ve zengin anlatım gücünün şiir dilinde ortaya çıktığını gösteren; modern şiirin
kullandığı anlatım tekniklerini ve kurgu yöntemlerini kullanan bir yapıt. İç monolog,
gerçeklik ile kurmacanın iç içe yer alışı, zaman ve uzam kaydırmaları, başka şair ve
metinlerine göndermeler, şiirin konuşan öznesinin çift söylemliliği, yer yer ironinin
kullanılışı, yeni epik şiirin gereksindiği kahramanlar (İhsan bey), Kevser, tüketim
toplumunun yarattığı yabancılaşma olgusu vb; kısaca tekniği ve izlekleriyle yeni bir şiir.
KANTO XLIII
( Ey Beyrut )
Ağustos 2006
Şiirin yazılmasını tetikleyen çeşitli toplumsal ve bireysel nedenler vardır. Şiir dili
bağlamında soruna baktığımızda, şiir dili iletişimsel değerini birkaç aşamada kazanır: 1)
Doğal dilden sapma. 2) Yineleme ve koşutlukla sağlanan Düzenlilik (Regularity). 3)
Bağlantı (Cohesion) : Metiniçi ilişkilerin kurulması. (İnce, 1993: 20). Bir de, şiirin anlam
yapısını kuran öğeler vardır. Onlar Yüzey Yapı + Derin Yapı + Metindışı nesnel bağlaşıklar
olarak adlandırılır. (İnce, 1992 : 80). Ayrıntılarına girmeyeceğim. İsteyen okur
kaynakçada andığım yapıtlara bakabilir. Aslında Riffaterre’in öne çıkardığı Matris kavramı
XLIII’üncü Kanto’nun yazılış nedenini açıklar: Bir sözcük ya da bir tümcenin şiirsel
metne dönüşmesi. Şiirde geçen o sözcük ya da tümce şiirin matrisidir. Ancak, o sözcük
ya da tümce bir biçimde şiire dönüşmüş olmalıdır. Kanto XLIII bağlamında geçen
Beyrut sözcüğü bu şiirin matrisidir. “Ey Beyrut” ünlemi ise bu şiirin hipogramıdır. Çünkü
önceden varolan söz grubuna gönderir. (Yavuz, Yazın, Dil ve Sanat: 142). Bu, şiirde de
adına gönderme yapılan Feyruz’un “Ey Beyrut” şarkısıdır. Onun sözleridir. Bu şarkı,
lirizmi ve savaş karşıtı içeriğiyle, müziği ve yorumuyla öne çıkmış, dillerden düşmeyin bir
şarkıdır. 2006’nın temmuz ve ağustos aylarında, İsrail Beyrut’u yeniden kan gölüne
çevirdiğinde, çocuklar öldürüldüğünde, Beyrut televizyonunda yıkıntıların görüntüleriyle
birlikte aralıksız çalınan bu şarkıyı bir ay sürekli dinledim. Kanto XLIII başlıklı şiir bu
cinnet ortamında yazıldı. Bir yanda o görüntülerin ürperticiliği, bir yanda Feyruz’un içli
sesi. Vahşeti anlamlandırmanın neye, kime yararı olur? Bilmiyorum.
Söylemek gerekir: Bu şiiri salt estetik haz nesnesi olarak okuyup değerlendirmek
yanlış olur. Bu şiiri, salt şiire dönük bir anlamlandırma olarak görmek de yanlış olur.
Yukarıda andığım metindışı nesnel bağlaşıklar kurulduğunda, şiirin gerçeklikle ilintisi, şiir
dilinde yapılanışı, yani gerçeklik kurgusu görülebilir.
Öte yandan, şiirle şair arasındaki geçişimin belirmesi açısından da okunmalıdır
Kanto XLIII. Şiirin kendi gerçekliğine değineceğim. Ama söylemek gerekir; şiir, tarihsel,
toplumsal ve öznel kimi etmenlerle yazılır. Bu şiirin içerdiği estetik ve etik, bir kategori
olarak anlamlı bir bütündür. Şiirin epistemik ve ideolojik örüntüsünü şiir dışına atmak
olası değildir. Beyrut’un yıkılışının acısını, barış özlemini, Beyrut’la dayanışma isteğini
şiirin derin yapısından okuruz. Denize açılan kapıların düşünü kurmak; bunlar şairin
ütopyasıdır belki. Ama şiirsel yaratımla dünya ilgisi ve ütopya iç içedir.
Henüz yayımlanmayan Yeni Kantolar kitabımda yer alan Kanto XLIII’ün yüzey
yapısına gelince; özelliği yinelemelerle oluşan dokusudur. Bir ses ya da ritim duygusunun
olduğu görülebilir. Bu ses ya da ritim duygusu bende otomatizm (bilinçaltı dediğimiz
ruhsal bölge) ile ilgili değil, dilin sözcüklerinin sessel benzeşmeleriyle ilgilidir. Şiirde şu
sözcüklere bakılabilir: Oldum, doğdum, kuşun, düşün. Yani bilinçli bir sözdizimi
sonucunda ortaya çıkan melodik bir yapı var. Yinelemeler de bu melodik yapının
oluşmasını sağlar.
Şiirin oluşum zamanını beklemek olanaksızdır. Çünkü şiirin oluşum sürecinde
şairin ruhsal durumu önemli bir etkendir. O an bütün birikim ve yeteneğiyle şair şiir
üretir. Bazı şairlerin oluşan dış gerçeklikleri şiirin gerçekliğine dönüştürmeleri yetenek ve
birikimlerine göre değişir. Bir sözcükten yola çıkan şair nasıl şiir üretebiliyorsa, yaşanan
süreçlerden de şiir üretebilir. Şiir, bu anlamda bir bellek de yaratır. Şiirin biçimselliğiyle
üretilen bir bellek. Bellek korur ve yarına taşır şiiri. Yinelemeler, koşutluklar (koşutlukları
İnce “yüzeyden yüzeyin altındaki yapıya kaymak” olarak açıklar) şiirin düzenliliğini kuran
öğelerdir. Yapıyı kuran koşutluklar Kanto XLIII’de iletişim değeri taşıyan eşdeğer
dizelerle sağlanır:
Bu dizelerin koşut yapıda oldukları görülebilir. Koşut ve eşdeğer yapıda olan dizeler şiirin
yapısına doğru akmaktadır. Yapı anlamlı bütündür. Düzenlilik ekseninin tamlığı nedeniyle
Kanto XLIII şiirsel bir ‘yapı’ kurar.
Şiirin bazı dizeleri, şairin artık belirginleşen imgelerini, anahtar sözcüklerini,
bağdaştırmalarını içerir. Örnekse, Pars sözcüğü ölümü imler. Çocukların öldürülüşü,
yıkıntılardan çocuk cesetlerinin çıkarılışı bu sözcüğün kullanılışıyla örtüşür:”Ben de Pars
kapısında oldum Beyrut”. Aslında Pars kapısı diye bir kapı yoktur. Sözcüğün değişmeceli
olarak kullanımı söz konusudur. Şairin şiirlerinde sıkça rastladığımız “denizin yapıtları”
bağdaştırması, burada yineden doğuşu ve direnci imlemektedir.
Eşdeğerli dizelerle örülen şiir, ‘birleştirme’ eksenine yatay ve dikey kurgu olarak
hızla akmış, böylece şiirsel işlev kurulmuştur.
Kanto XLIII metninin metindışı nesnel bağlaşıklarının bilinmesi okurca
algılanmasını farklı kılacaktır. Art-alan bilgisi (burada İsrail’in 2006 yılındaki Lübnan
saldırısı ve öncesinin bilgisi) şiirin algılanmasının sınırlarını genişletecek,
zenginleştirecektir. Bu yazı bu amaçla yazıldı bir bakıma.
Küçük Kaynakça:
Değerli dostlar, hepiniz hoş geldiniz. Burada, 40 yıl önce başlayan şiir serüvenime
ilişkin ipuçları içeren bir metin sunacağım. 40 yılın şiirsel sorgulamasını kısa tutmak
oldukça zor. Biraz uzun sürerse bağışlayın lütfen.
Şiir, kendine dönük bir keşif. Dille, her gün yeni bir şey keşfettikçe varolduğumu
anlayabiliyorum. Varolduğumun estetik hazzına varıyorum. Haz bir varoluş algısı. Ortaya
konulan ise sözcüklerle örgütlenen bir ‘yapı’. O ‘yapı’nın eşsizliği ya da biricikliği ilk defa
ortaya konulmasından gelir. Eşsizliği ve biricikliği, insanın varoluş koşullarından
doğmasına karşın, yaşama, nesnelere, doğaya, uzama bire bir benzemeyişinden de gelir.
Şiirin nesnesi dil, dilin sözcükleri, farklı bir bağlam içinde buluşmuşlar, böylece şiir
seçikleşmiştir.
Başlangıçta şu vardı: Siyasal söylemi de içinde eriten naif bir şiirsel söylem. Saf
yürekli, çocuksu, deneyimsiz bir başlangıç. Naif yapı içinde günlük dilin aldığı rol şiire
dönük bir şiirselliği var etmeyi üstlenir. Sözcük bilinen anlamıyla bir yapıtaşı işlevi
görürken, 40 yılın sonunda sözcük bilinen anlamları dışında ‘değişmeceli’ bir anlam
yüklenerek çok katlı bir işleve yönelir. Örneğin : Pars sözcüğü. Sözcük kendine
yabancılaşır. Gösterdiği şey kaybolmuş, yerini eğreti bir anlama, çağrışıma bırakmıştır.
40 yılın sonunda şiir için şunlar söylenebilir: Romana, öyküyü göre, şiir, dilin
olanaklarının en çok, en fazla kullanılabildiği bir yazınsal tür. Hatta şiiri yazınsal bir tür
olarak görmeyen anlayışlar da yaygın. Ama ben şiiri yazınsal nitelikleri nedeniyle yazınsal
bir tür olarak görüyorum. Sınırsız olanaklara sahip bir tür. Şiir, ancak kendisiyle (şiir
oluşuyla) varolabilen, amacı şiire dönük bir dildir. Şiirin açıklanamayışı kendine dönük bir
dil olmasındandır. Dil olarak düzyazıdan farkı, çizgisel ve düz olmayışından gelir. Şiir,
gerçekliği dümdüz ifade etmez. Gerçekliği parçalayarak ifade ettiği için parçalanmış bir dil
kullanır. Şiir dili parçalanmış bir dildir. Parçalanmış dilin ifade ettiği şeyi (nesneler,
olgular, dünya, insan, doğa) alımlayıcı imgeleminde yeniden üretir. Çağrışıma açık uçları,
imgeleri, parçaları, boşlukları alımlayıcı yeniden bir araya getirir. Şiiri, ses ve anlam
olarak yeniden var eder.
Şiirlerimde ses ve anlam iç içedir. Ses, şiirin bağlantılarının (anlamın, sözcükler
evreninin) birleştirilmiş bir öğesidir. Şiirin sesi tek başına bir şey ifade etmez. Müzik için
seslerin (notaların) bir araya gelişi müziği ifade eder. Sözcüklerin bir araya gelişi ve şiir
olarak örgütlenişi salt şiirin müziği için değildir, ses+anlam bütünlüğü içindir. Sözcüğün
ses ve anlam değeri, eşdeğerlilik ilkesi nedeniyle iletişime girdiği öteki sözcüklerin ses ve
anlam değeriyle örtüşüyor ve şiirsel ‘bağlamı’ pekiştiriyorsa şiirsel işlev tamamlanmış
demektir. Kısaca seçilen sözcükler ‘seçme’ aşamasında değil, ‘birleştirme’ aşamasında
şiiri oluştururlar.
Şiirlerimde, bir ‘ritim duygusu’ da olsun isterim. Ses ya da ‘ritim duygusu’ bende
otomatizm ile (bilinçaltı dediğimiz ruhsal bölge) ilgili değil, dilin sözcüklerinin sessel
benzeşmeleriyle ilgilidir. Yani bilinçli bir sözdizimi sonucunda ortaya çıkan melodik
yapıdır.
Başlangıçta o naif söylem emekten, özgürlükten yanaydı; bugün de farklı şiirsel
söylem ve farklı biçim içinde aynı derin istekleri dile getirmektedir. Modern epik şiirin
olanaklarının denendiği Kantolar (2006) insanın dünyasal çevrim içindeki varoluşunu
yeniden kurmaya çalışmaktadır. Modern epik özellikler için şunlar söylenebilir: Modern
epik, klasik destansı epikten şu farkla ayrılır: Klasik epik şiirdeki her bölüm bir önceki
bölümün sonucu olarak kurgulanır. Her bölüm sonraki bölümü hazırlar. Bu bakımdan,
klasik epik şiir çizgisel bir anlatım taşır. Yapıtın içinden bir bölümü çıkardığımızda şiirin
neden-sonuç bağlantısı da kopar. (1) Modern epikte ise böyle bir kopma olmaz. Çünkü
her bölüm bir sorunsalı, bir olguyu anlamlandırır. Her bölüm tek başına da okunabilir. Dil
parçalanmış, kurgu fragmanlar hâlindedir. Şiirsel söylemle bilinç akışı söylem iç içe yer
alabilir. Şiirin konuşan öznesi tek olmayabilir, birkaç özne, iç içe bulunabilir. Böylece,
modern epik şiir çoksesliliği öngörür.
Modern epikte şiirin konuşan öznesi birdenbire başka bir uzama ve zamana
geçebilir. Şiirin konuşan öznesi, içeriksel bağlantıları, ilmekleri sonradan kurulabilecek
bilinç akışı sıçraması yapabilir. Ya da ‘itiraf’ içeren bir söyleme geçebilir. Şiirin konuşan
öznesi hem kendine hem de ötekine seslenebilir.
Modern epiğin şiir dili imlediği nesneleri değil, dilin kendisini, dilin kurgusal
değerlerini içerir. Bu değerler sessel, imgesel (görsel), duygusal, düşünsel değerlerdir.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: Modern epik şiirin dili de, modern şiirin dili gibi
parçalanmış bir dildir. Bu durum çağdaş bireyin yaşam içindeki parçalanmışlığıyla
ilintilidir. Çağdaş birey bu parçalanmışlık içinden dünyayı yeniden anlamlandırmaktadır.
Modern şiir gibi, modern epik şiirin dili de kendine dönüktür.
Modern epik şiirin çoksesliliği şairin kişiliğiyle örtüşür. Şairin kişiliği çok
katmanlıdır: Siyasi kimliği, dünya görüşü, aydın kimliği, entelektüel kimliği, ulusal kimliği,
evrensel kimliği. Bu kimlikler şairin kişiliğinin katmanlarıdır.
Kantolar’da (ki tamamlanmış bir süreç değil, yayımlanacak Yeni Kantolar ile
sürüyor) epik tarz için modern şiirin kurallarını aştığımı söylemekle yetineyim. Ayrıca, bu
değişimi, salt teknikle bağlantılı, salt dilsel bir olgu olarak da görmüyorum. Bir yaşama
biçimi, bir tinsellik, yeni bir zihinsellik olarak görüyorum. Bir olay örgüsünü, bir izleği
hareket noktası yaparak tasarlanmış bir şiir kurmuyorum. Dili ve konuşan öznenin
söylemini hareket noktası yaparak yola çıktığım bir yapıt Kantolar. Cevat Çapan’ın,
“şairin başkasının maskesini takıp bir başkasının ağzından konuşması” olarak ortaya
koyduğu durum söz konusudur. (2) Şiirin birden fazla olan konuşan öznelerinin ne
söylediği belirgindir ama, nasıl söylediği, yani dilin kendi daha çok belirgindir Kantolar’da
Ama, başlangıçta bu böyle değildir. İlk kitabın iyi şiirlerinden biri olan Ülke,
1970’lerin sonundaki yaşamın kaosunu dile getirir. Bu dile getirişte ‘ne söylediğim’ öne
çıkar. Lirik ve değişmeceli dil kullanımı belirgindir. İlk dönem şiirlerinde çocukluk ve
özgürlük izlekleri ağırlıktadır. “Bekle yurdum çılgın halkın şenliğini” (Bekle Yurdum,
1985) Bu dize karnavalsı düşlerimin söylemidir. O düşler 1980’li yıllarda benim için lirik,
coşkulu, karnavalsı düşlerdir. Bugün ütopya olarak kalması beni sıkıntılı bir konuma
sürüklemektedir.
Şiirimdeki dilsel söylemsel kırılma 2002 yılında Mersin’e yerleşince gerçekleşir.
Şiirin izlenimcilikten kurtulup içsel bir ses, varoluşumun sesi olarak dönüşümü, nesnelerin
parçalanmış dil içinden dile getirilişi yeni bir dönemin de işaretleridir. Şiiri, dil içinde ikinci
bir dil olarak yeniden keşfedişim ile nesneleri, olguları, yaşantı algılarımı varoluşumun
zihinselliği, tinselliği içinden geçirerek yeniden kurgulayışım aynı zamanda gerçekleşir.
Modern dünya şiirinin dilini, hatta değişmeceli söylem dünyasının düş evrenini incelemek
şiirimin dilsel söylemsel olarak kırılmasında etkili oldu. Sözcükleri, sessel ve anlamsal
değerleri olan bir “dil nesnesi” olarak algılayıp kullanmak, onlardan “şiir-nesneler”
yaratmak bilinmeyen bir şey değildi. Bir şimşek çakımı aydınlığında görebildiğimiz
şeylerle eşdeğerde şeylerdi bunlar. Sözcükleri “dil nesnesi” olarak algılamaya
başladığımda imgelem dünyam farklı çalışmaya başladı. Mersin’de, yanı başımızdaki
deniz, ‘deniz’ sözcüğü olarak farklı derinlikleri, farklı dünyaları algılatmaya başladı.
Böylece, sözcüklerin öteki sözcüklerle girdiği bağlamın şiire dönüşmesi, başka bir deyişle,
dili üretmesi, dilin nesnelerle çakışmaması yaşamı yeniden kurmamı sağladı. Dilin, ortak
dilden çıkıp tam da ikinci bir dil olduğu noktada, dili şiire dönük olarak biçimlendirmek,
yani dil nesnesini imgeye dönüştürmek, ressamın varolan renkleri başka bir şeye, ‘resme’
dönüştürmesiyle eşdeğerdeydi.
1990’lardaki Aşk Her Yerde’deki (1990) yaz aşkının o saf yürekli, uçarı, çocuksu
söyleyişi gitmiş, yerine, bilgisel bir hazırlık sonucu olguları, nesneleri görme bilme
süzgecinden geçiren, şiirsel nesneye dönüştüren bir zihinsellik gelmiştir. Şiirin ve
estetiğin bilgisi devreye girince, algılanan nesnel gerçekler bilincimde estetik imgelere
dönüşmüş, sonra da şiirin birimlerinin bileşeni olmuştur. Başlangıçta bu böyle değildir:
ya da
Seni çalışacak masa, su dolu bardak
Uyanınca uykusundan o genç kız şimdi
Bu dizeler yitip giden naifliğin içtenliğiyle örülmüştür. Tam da, kurulmuş düzeniyle
toplumun üstüme geldiği 1990’ların öncesinde. Daha sonraları Vakit Yok
Hüzünlenmeye’de (1992) Türkçenin sesini, eski biçimlere bağlı kalmaksızın ve şiirin
biçimini yenileyerek yakalamaya çalıştım. Türkçenin tadını, rengini, sesini, kokusunu,
yalınlığını bir varoluş söylencesine dönüştürdüm. Bir şiirde, şiirin konuşan öznesi
“Sürümdeğeri yoktu şiirin gül alıp satardık” demiş. Bugün bu naif yaşantım yok. Şiiri de
bilimsel olarak ayrıştırmak gerekiyor. Şöyle demişim aynı şiirde : “Şurdan Akdeniz’e çıkıp
portakal çığlıklarına bulandık”. Portakal çığlıklarına bulanmak. Portakalla, insana özgü bir
şeyin, çığlığın bağdaştırılmasını on altı yıl önce Akdenizli olmakla bağlantılı olarak
açıklardım. Bugün nesneleri ‘kişileştirme’ olarak açıklayabilirim. Özdemir İnce’nin Akdeniz
otlarını konuşturması gibi. Bu da, bir şair olarak, Şiirbilim’in kazandırdığı bilgiyle
açıklanabilir ancak. Roman Jakobson, şiirsel söylemin iki ekseninden söz açar: ‘Seçici’ ve
‘Birleştirici’ eksen olarak adlandırır bu iki ekseni. Şair önce sözcükleri seçer. Seçtiği
sözcüklerin değişmeceli (mecazi) bir anlam da içermesi, şiirsel bir yükünün olması ‘tercih’
edilir. Ama önemli olan ‘Birleştirme’ eksenidir. Şiirsel işlev ‘Birleştirme’ ekseninde ortaya
çıkar. Jakobson’un çok bilinen tanımı şöyle : “Şiirsel işlev, eşdeğerlilik ilkesini seçme
ekseninden, birleştirme eksenine yansıtır.” Bu tanımdan şu gerçek ortaya çıkar:
Sözcüğün tek başına iletişimsel bir işlevi vardır ama, şiirsel işlevi, eşdeğerli sözcüklerle
birleştirme ekseninde ortaya çıkar. “Şurdan Akdeniz’e çıkıp portakal çığlıklarına bulandık”
dizesinde Akdeniz, portakal, çığlık gibi sözcükler düz anlamlarını yitirerek şiirsel bir işlev
yüklenmişlerdir.
Bir okurum, Ablaları Kaybolan Çocuklara Şiir’i bir çocuğun söylemiyle yazdığım
için çok ‘içten’ bulmuştu. Çok sevinmiştim. Çünkü oradaki abla da bendim çocuk da.
Benim hiç ablam olmadı. Üç erkek kardeştik, en küçükleri bendim. Hiç olmayan bir abla
imgesi yaratmış, kurmaca olanı şiirsel gerçekliğin yerine geçirebilmiştim.
Kantolar’da, kurmaca bir kişi olan Kevser’i yaratıp, gerçekçiliğin çok karmaşık ve
grift yönüne yeniden dikkati çekmek istedim: Yaratıcı imgelem. Şiirle gerçeklik arasındaki
ilişki ise temel bir sorunsal olarak önemini koruyor. Bu ilişkinin çözümü de, gerçekçiliğin
sınırsız olanaklarını özgürce kullanabilmekten geçer.
Dünle bugün arasındaki poetik fark belirgindir. Şiirdeki değişimleri ancak
incelemeciler görebilir. “Asıl şiirler – bekler bazı yaşları” diyor Behçet Necatigil. Asıl şiirler
bende şiir dili ve söylemindeki kırılmayla başladı. Bu da tesadüfle olmadı elbette.
Epistemik, ontolojik, fenomenolojik nedenlere dayanan bir kırılma söz konusudur. Bu
durumu, dünyaya yeni bir gözle bakabilmenin bilgeliği ya da olgunluğu olarak
görüyorum. Yeni bir yaşantı, yeni bir uzam (Akdeniz, Mersin), yeni bir bakış açısı, yeni bir
şiir dili ve söylemini doğurur. Bu gerçekleşti nihayet. Yaşamı yeni bilgilerin eşiğinden
okumak, dünyaya, evrene, insana, doğaya yeni bir bakış açısıyla bakmak, neyi bilip neyi
bilmediğimin sorgulamasını yapmak, sonra da bunları konuşma dilinin enerjisiyle şiir dili
ve söylemine dönüştürmek; yapılanın hepsi bu. Çok biçimsel yenilikler değil yaptıklarım,
ama öte yandan çok modern.
Yeni dönem, nesneleri kişileştirme, zihinden geçenleri aktarma, ben söyleminden
kurtulma, anlatımda boşluklar bırakma, sözcükleri nesnelerle çakıştırmadan dilin nesnesi
olarak kullanma, çift söylemlilik, dünyayı ve insanın varoluşunu felsefi bir optikten
yorumlama gibi özellikleri barındırır. Bu bir dilsel kırılmadır. İngiliz şiirindeki kırılma için
T.S. Eliot’ın “Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı” adlı şiirinin şu dizeleri gösterilir: “Akşam
göğe karşı serilmiş yatarken – Eterlenmiş bir hasta gibi masada” (3) Akşam, ameliyat
masasına uzanmış, eterle bayıltılmış bir hastaya benzetiliyor. Metaforik dil kullanımı
İngiliz şiirinde kırılmayı haber verir. İnceleme amacıyla bakılırsa, benim şiirimde de böyle
yüzlerce söyleyiş var: “Kuşlar savrulmuş. İncir ağacı uyukluyor – Uzun uzun iç çekiyor
susuz çeşme” (Yıllar şiirinden, 2003) dizeleri yalnızca bir örnek. Batık Tekne, Sonsuz
At başlıklı şiirler dilsel kırılmanın öteki örnekleridir.
Şiirimin çizgisi moderndir. Yeni dönem şiirlerimde modernist bir yönelim içinde
olduğum söylenebilir. Postmoderni de dolayıma alan bir çizgidir bu.
Değerli dostlar, değerli şair arkadaşlarım, bu konuşma neresinden baksam eksik
kalacaktır. Çünkü arada Taş Plak Gazelleri (1995) gibi, Begonyalı Pencere (1998) gibi
ayrıksı, aykırı dönemler var. Onlardan da söz açmak bu konuşmayı uzatacaktır. Bu
nedenle bitiriyorum. Ben, burada, 40 yılın sonunda beni yalnız bırakmayan ve şiirlerimi
açımlayan dostlarıma çok ama çok teşekkür ederim.
Şiir, 40 yılın sonunda bana şunu söyletebiliyor: Bu daha bir başlangıç.
Doğrusu ben modern şiiri kurmaca bir yapı olarak gördüğüm için, yapının da
inşasına sözcük ve sözcük ilintilerinden başladığını düşünüyorum. Benim şiirim de bütün
lirik özelliklerini (okunduğunda insandan insana geçen duyarlığını, duygusunu) kurmaca
yapısından alıyor. Bu yapı retoriksel düzlemini yataylığından, anlamsal düzlemini
dikeyliğinden, sarmallığından alıyor. Başka bir deyişle, şiirlerimin yatay olarak sözdizimsel
örgütlenişi ‘yüzey yapısını’; dikey ve sarmal bağlamlar içinde örgütlenişi, anlamlı bir
bütüne yönelişi ‘derin yapısını’ oluşturuyor. Modern şiir için gerekli olan bu örgütleniş
biçimi, benim şiirlerim için de geçerlidir. Modern şiir kuramsal bağlamda böyle temellenir.
Sözcük ve sözcük ilintileri hem şiirin nesnesine hem de nesne-sözcük ilintilerine
götürür beni. Standart dilde sözcük nesnelerin adlarıdır. Klasik şiirde de sözcükler nesne-
sözcük özdeşliği içinde kullanılmıştır. Bu da şiirde anlamın tek boyutlu üretilmesini yol
açmıştır. Bir bakıma modern şiir bu durumun aşılmasıdır. Modernite ile birlikte, görme,
bilme, işitme, algılama süreçlerinin değişmesi, nesneye tek boyuttan bakılmasını değil,
pek çok yerden bakılmasını sağlamıştır. Perspektif genişliği şiirin temel birimi sözcük için
de geçerlidir. Sözcük nesneden bağımsız olarak kendi sessel ve anlamsal değeriyle;
çağrışımsal, imgesel, eğretilemesel ve yan anlamıyla kavranır, algılanır olmuştur.
Sözcüğün nesnesiyle mesafesinin açılması, bağımsızlaşması modern şiirle gerçekleşmiştir.
Sözcük nesneden bağımsızlaşınca, nesneden üretilen imgenin yerini, sözcük ilintilerinden
üretilen imgeye, değişmeceye, eğretilemeye, düzdeğişmeceye bırakmıştır. Anlamla ilişki
de, anlam iletmeye değil, anlam kurmaya yönelik biçimde değişmiştir. Şiirin mimesis
(öykünme) dönemi bitmiş, sözcüğün imgelemin özgürlüğü içinde salınması başlamış,
bağımsız sözcük ilintileri şiir dilini oluşturmuştur. Bu deneyim, benim şiirimi, geç de olsa
zihinsel bir süreçten geçirmemi gerektirmiş; daha sonra da şiir dilimde kırılmalara yol
açmıştır. 2003 yılında yayımladığım ‘Gökyüzünün Fıskiyesi’, 2004 yılında yayımlanan
‘Denizin Uykusu Üstümde’ ile iki yıl sonra yayımlanan ‘Kantolar’ (2006) kitaplarımda şiir
dilindeki kırılma ile zihinsel değişiklik fark edilir.
Söylemem gerekir: Son şiirlerimin yüzey yapı derin yapı ilişkisi ya da yüzey
yapıdaki dönüştürümlerin amacı, derin yapının oluşturulması içindir. Elbette, derin yapı,
bireye ve topluma ilişkin ‘anlamlandırılan’ bir durumdur. Michel Riffaterre buna ‘matris’
diyor. Bütün bir şiirsel yapının bir ‘sözcük’ veya ‘tümceye’ dönüşmesi ya da tam tersi.
Bütün sözcük ve sözcük ilintilerinin bir şiirsel yapıya dönüşmesi. Daha çok birincisine
‘matris’ diyor. Benim şiirlerimde hipogramlar ya da göndermeler ya da metinlerarası
ilişkiler düzleminde işleyen çark. Metinlerim (hepsi değil tabii) eş zamanlı ve art zamanlı
olarak başka metinlerle ilintilidir. Ama bu özgün olmadıkları anlamına gelmez. Zaman ve
uzam boyutları farklıdır. Biçem süreklilik gösterir. Biçim, anlamlandırılana göre, yüzey
yapıdan derin yapıya akacak şekilde örgütlenir ve her şiirde değişkendir.
’Kantolar’ın VI. bölümünde yer alan küçük oylumlu yedi şiir. Nesnelerle
çakışmayan sözcükler, nesnelerin varoluşunu tinsellikleriyle yansıtmaya çalışır. Bu küçük
şiirlerde de benim şiirimdeki zihinsel değişimin ipuçlarını bulmak mümkündür. Nesneleri,
bitkileri ve hayvanlarıyla doğa insanın varoluş serüvenine katılır. Bu şiirlerde izleksel
genişlik gözlenirken, betimlenen şiir öznesince, kibriti söndüren rüzgâr konuşturulur.
Nesneler, doğasal öğeler canlı varlıklar olarak betimlenir. ‘Düşünce’, şiirlerde betimlenen
kişilerin zihinselliklerini açığa çıkarır. ‘Günler’ şiirinde, insana ‘dar edilen’ yaşam, çağdaş
bir zihinsellik içinden, imgelemden geçirilerek yansıtılır. Doğanın olağanüstü devinimi,
sözcüklerin başka sözcükleri çağıran gücü, nesneden imgeye yönelen dil ‘Zili Çalan’
şiirimde görülebilir.
‘Kantolar’ın uzun lirik-epik şiirleri; kurucu özellikleri olan büyük şiirlerin çevriminde
üretken metinlerdir. Söylemleri tek değildir. Yalnız değildirler. Uzun lirik-epik şiirlerde
çağdaş insanın toplum içindeki dramatik serüveni, göç ve savaş olguları içinde, dahası
bugünün praksisi içinde yansıtılır. Göndermeler ve metinlerarası geçişlilik düzlemi uzun
şiirlerin görülen yanlarıdır. Görülmeyen yanları ise insanın varoluş ve yokoluş arasına
sıkıştırılan dramatik durumudur.Bu da derin yapıdan okunabilir.
Henüz yayımlanmayan ‘Yeni Kantolar’da da modernist yönelim belirgindir.
Yazınsal ve estetiksel işlev açısından postmodern yönelimler içinde olduğum söylenmiştir.
Bu, şiirin kendisiyle sonlu olmadığı görüşünü dile getiren anlayışa bağlı olmamdan
kaynaklanan bir şeydir. Postmodern yazın anlayışına göre, yapıtın arkasında başka
yapıtlar vardır. Bu, üretilen yapıtın metin dışı nesnel bağlaşıkları olduğu gerçeğiyle
çelişmez. Art alan bilgisi, üretilen şiirin zengin ve yeni bir şiir olmasını besleyen ve başka
metinleri öteleyen bilgidir. Bu bilgi yüzey yapıda okunmaz, derin yapıya akar. Örneğin:
“Ağaç ormanı çağırmalı, akarsu denizin derin yapıtlarını. İncir ağacı sabrı ve yaşama
isteğini (Zili Çalan, s.86, Kantolar, 2006)” derken, bu dizeler örtük biçimde Nâzım
Hikmet’in ‘Dâvet’ şiirine gönderir okuru. Derin yapı halkın yaşama direncini, isteğini dile
getirir.
’Yeni Kantolar’, 50 Kanto’dan oluşan bir kitap. Bireyin merceğinden yaşadığımız
çağın sıkıntıları, ölümleri, savaşları boşluğa bırakılmıştır. Çok söylemli, gerçekliğin
görünmeyen yüzünü göstermeye yönelik şiirlerden oluşuyor. Topluiğne başı olalım da
görmeyelim dediğim dünyanın çöküşü, duyguların çözülüşü, dilin parçalanışı bu 50
Kanto’da dile gelir. Bir iç konuşma, Pars’la söyleşi. Türkçe’nin gizli koyaklarına dalış. Yeni
bir biçimsellik ve imge düzeni. İzlekleri iç içe yayış, genişleyiş. Şiirsel gelenekten kopuş.
Annemin ölümü, Azer’in ölümü, acı. Büyük şiir atlası. Kısaca ‘Yeni Kantolar’ içinde
devinimsel bir dünya var.
Modern şiiri, insanın yeryüzü serüveninin bir mecrası olarak gördüm hep. Kendi
üstüne kapanan bir şiirden çok, gerçeklik dünyasını yeniden üreten, yeniden
anlamlandıran bir şiirden yana tavır aldım.
2006 yılında Ahmet Ada’ın iki kitabı yayımlandı: On üçüncü şiir kitabı “Kantolar” ile
(Digraf, 2006) poetik yazılarından oluşan “Şiir İçin Boş Levhalar”. Kitaplara ilişkin iki soru
yönelttik şaire:
a) “Kantolar” adlı son şiir kitabınıza bakarak Metin Cengiz, Ahmet Ada şiirinin
köklü değişimi gerçekleştirdiğini vurguladı. Bunu “imgeyi duyumdan çok kavram
dolayımında kullanan poetik anlayış” olarak niteledi. Dilsel bir kırılma mı bu? Ne dersiniz?
Şiiriniz nasıl bir şiir evrenine açıldı?
b) Poetik yazılarınızdan oluşan “Şiir İçin Boş Levhalar” (Digraf, 2006) bu alandaki
ikinci yapıtınız. İlki 2004 yılında yayımlanan “Şiir Okuma Durakları”ydı. 1) Poetik
yazılarınız bir üstdil kurma çabası mı? 2) Şiiri bütün yönleriyle incelemek mi istiyordunuz?
3) Şiiri, şiirin terimleri ve kavramlarıyla sesli düşünmeyi mi amaçlıyordunuz? 4) Yoksa
Şiirbilimine bir şair olarak katılmak mıydı amacınız?
***
a) ‘Kantolar’, şiir dili bağlamında büyük bir kırılmanın yaşandığı kitabım oldu.
Şiirimdeki köklü değişim dilsel olduğu kadar, sözcükseldir de. Sözcüğe, gösterdiği
nesneden bağımsız, özerk bir yapıtaşı olarak ilk kez bu kitabımda yer alan şiirlerde
bakabildim. Sözcüğün sözcük olarak içerdiği ‘değeri’ görebildim. Sözcüğün nesnesiyle
arasına mesafe koydum. Sözcüğü yan yana getirirken bu mesafeye dikkat ettim.
Gündelik dilin verili halinden kurtulmanın bir yoluydu bu. Modern şiire özgü çok katmanlı,
çok sesli bir dil elde etmenin bir yöntemiydi. Şiir hayat ilişkisini sorunlu olmaktan
çıkarmanın, şiirle yeni bir dünya kurmanın yolu. Metin Cengiz’in “Şaşırtıcı bir çağrışım
zenginliği” olarak nitelediği şeyi, imgeyi duyumdan kavram dolayımına taşımakla ve
sözcük ilintileriyle elde ettim.
300 sözcükle dolaşımda olan gündelik dil teslim almıştı şiiri. Bu teslimiyetten
kurtulmanın yolu sözcük dağarımı genişletmekti. Sonra izleksel genişliğe açılmaktı.
‘Kantolar’da bireyin gündelik yaşamını değil, insanlığın yeryüzü serüvenini şiirin
merkezine taşımak istedim. Bunu kendi biçemimi birdenbire terk ederek değil, o biçem
üzerinde farklı söylem alanları açarak, yeni bir şiirsel zihniyetle gerçekleştirdim. İmge
düzeni de değişti elbette. Duyuma dayalı imge yerini kavramsal imgeye bıraktı. Görsellik
ve kırılgan duyarlık; bu iki öğeye insanın varoluş kaygıları, bir ütopya olarak gördüğüm
‘deniz’ katıldı. Kent ve değerleri, varoluş sıkıntıları içinden kavramsal imgelere dönüştü.
Sonra ironi, şiirsel dilin de ‘teni’ oldu.
‘Kantolar’ için dilsel kırılmanın gerçekleştiği kitap denilebilir. Şiirler kendine dönük
anlamlandırma eksenine oturdular. Şiirlerin yüzey yapı derin yapı düzeneği, kurulan
gerçeklik ilişkisini açığa çıkarır. Göndermeler, alıntılar, metinlerarası ilişkiler, zaman-uzam
kaydırmaları, zihinsel imgeler, betimlemeler, bilinçdışı bloklar vb. özellikleriyle
Postmoderni de dolayımlayan metinsel bir yapıdır ‘Kantolar’. ‘Büyük şiir’
kavramlaştırmasına denk düşen şiirler toplamıdır. ‘Büyük şiir’, şiirin anlam katmanında
çağının tinselliğini, çağının kırılma noktalarında arayan şiirdir. Çağdaş bir zihniyet içinden
yeni bir imge düzeni kuran, izleksel genişliği olan şiirler büyük şiirlerdir. Daha ayrıntılı
bilgi için ‘Büyük Şiir Üzerine’ başlıklı poetik denemem okunmalıdırlar. (Kitap-lık, Mart
2007, Sayı: 103).
‘Kantolar’ın anti-portreleri noter kâtibi İhsan bey, Kevser, bütün modern şiirleri
dolanan anti-portreler gibi, Flaubert’in “Madam Bovary benim!” dediği gibi, İhsan bey de
Kevser de benim! ‘Kantolar’daki köktenci değişim, dilsel kırılma olduğu kadar, hayata
doğrudan bağlı bir poetikanın yerini, hayatın yorumlanmasını, anlamlandırılmasını
amaçlayan, bunu şiir dilinin olanaklarıyla gerçekleştiren bir poetikaya bırakmasıdır.
Dilsel kırılma noktalarında şiir dilinin olanaklarıyla kendime özgü bir biçem doğdu. Biçem,
“dilsel gereç ve olanakları kendine özgü ölçütlerle seçip kullanması sonucu söyleme
kattığı kişisel nitelikli özelliklerin tümü”dür. Dilsel gereçlerle Pars ya da Kevser imgelerinin
yaratılması, ‘deniz’ gibi bazı sözcüklerin sıkça kullanılması eni konu biçem oluşturma
çabasıdır. Sescil yinelemeler de biçeme katılırlar.
Kısaca, ‘Kantolar’la şiirimin açıldığı şiir evreni insani boyutlar içermektedir. ‘Yeni Kantolar’
kitabım yayımlandığında insanı tablo tamamlanacaktır.
b) ‘Şiir Okuma Durakları’ , ‘Şiir İçin Boş Levhalar’ , modern şiirin ne’liğini
araştıran, hem öğrenmeye hem de öğretmeye yönelik, açımlayıcı poetik yazılardan
oluşmaktadır. Şiirin bütün öğelerinin ne’liğini kurcalayan yazılar toplamıdır her iki yapıt
da. Şiirin terim ve kavramlarıyla şiiri tanımlamayı, başta Dilbilim olmak üzeri öteki tüm
disiplinlerle şiirin ilişkisini (örneğin felsefe ile olan ilişkisini) araştıran bir çabayı
amaçladığı için, üstdilin olanaklarıyla yazıldılar elbette.
Biliyorsunuz, bizde, Şiirbilimi kavramlaştırması yeni. Şiirbilim, şiiri inceleyen bilimdir. Şiiri
şiirin terimleri ve kavramlarıyla açımlayan, yani olabildiğince yazınsal nitelikli, “söylem
üstüne söylem” öz niteliği taşıyan yazılar bir üstdil kurma çabasıdır. Türkiye’de bu çabayı
akademik çevreler geç üstlendikleri için, öncü şairler olmuştur. Özdemir İnce’nin, Hilmi
Yavuz’un, Ahmet Oktay’ın Şiirbilimi’ne katkıları anımsanmalıdır. Şiirbilimi, Dilbilimsel
şiirbilim ile Göstergebilimsel şiirbilim olmak üzeri boyutlanmalar göstermiştir. Ama
ayrıntılara girmeyeyim.
Bizim şairlerimiz ne yazık ki ‘aforizma’ tutkunu. Şiir mi söz konusu olan, bilgiyi,
bilmeye dışlayan tutumları nedeniyle içi boş sözler ederler: “Bilgi şiire zararlıdır”; “Bilgi ile
şiir yazılmaz”; “Sözcükler anlamdan sıkılır” vb. bilgisizliğin de göstergesi olan sözler.
Bunlara yenileri eklendi: “İyi şiir, tıpkı iyi mobilya, tıpkı iyi usta, tıpkı iyi domates…gibi, az
sayıdadır, eser miktardadır”. “Biçim dediğimiz şey, “Gömleğim çiçek desenli” değil,
“Gömleğim Leylâ desenli” demektir bana kalırsa”. İlkinde estetiksel bir olguyu, dilsel bir
yapılanışı mobilya, usta, domatesle açımlama yanlışlığını; ikincisinde biçimin ne’liği
konusundaki yanılgıyı okuyoruz. Şairlerin Şiirbiliminden habersizliğinin nelere yol açtığını
görüyoruz. Bu nedenle, pedagojik niteliği olan yazılar yazmak zorunda kaldık. Kalıyoruz.
‘Şiir İçin Boş Levhalar’da şiirin biricikliği, şiir felsefe ilişkisi, avangard şiir, gelenek, durum
şiiri, şiir hayat ilişkisi, modern şiirde sözcüğün durumu, deneysel şiir, somut şiir, metafor,
şiirin zamanı-zamanın şiiri, şiirin alımlama bağlamı vb. şiire ilişkin sorunlara eğilen
çözümlemeci yazılar yer alıyor.
Çağdaş Şiirbiliminin genel tasarısına katılarak ortaya kuramsal bir çerçeve
çıkarmayı içerden biri olarak amaçladım denilebilir.
Ahmet Ada’nın, “Yeni Kantolar”ında yer alan bir dizi Kanto’nun temaları içinden
Akdeniz insanının duruşunu, sesini, doğaya bulanmış halini, hüznünü, acılarını okumak
mümkündür. Şaşırtıcı imgeler ve insanın iç ve dış dünyasına gönderen üst üste şaşırtıcı
bağdaştırmalar, bu şiirleri çok katmanlı hale dönüştürüyor. Ölüm duygusu ‘hiçlik’ ile dile
gelirken, ölümün dünyasalla ilişkisi de dilsel dolayıma giriyor. Mersin’den dünyaya doğru
giden, varlığın yalnızlığını hisseden öznenin tekil kıyı arayışı. Yaşantı içeriğine sızan
gündelik hayatın bloklarını içselleştirerek ortaya çıkarıyor Ada: “Yürek yıkık Kudüs, yürek
kör kuyu – Doluyorum bu sabah boş sarnıçlara (s.26)”. Yer yer üstgerçekçi bir şiir
yazıyor: “Bit pazarına yürüyen takma dişli su (s.40)” gibi. Yer yer dolayımlı söyleyişle,
açık, yalın dizeler buluşuyor. Sözcük tekrarlarının senfonik yapısı sesçil bir şiiri yol açıyor.
Dilin anıştırmalı kullanımı, şiirleri kapsamlı sessel ve anlamsal düzleme taşıyor. Bu
düzlem çok sesli, çok katmanlı şiiri açığa çıkarıyor.
Belli sözcükleri var bu şiirin; varoluş, pars, deniz, ışık, gölge. Bu sözcüklerin
çağırdığı her şiirde farklı olan anlam alanları var. Ancak ‘anahtar’ nitelikleri de var. Ölümü
ve dirimi ‘pars’ sözcüğü ile ayraca alıyor şair. “Deniz” ile ‘dünyada durmak’ı, ‘dünyada
yaşamak’ı açımlıyor âdeta. Yaşantı içeriğini içsel monolog olarak, ‘deniz’ imgesiyle
aktarıyor okura.
“Bu yıl Paris kurşuna sürülü namlu”.(s.31). Bu dize şiirin içinde birdenbire
karşımıza çıkıyor. Paris’in varoşlarındaki insanın eşitsizliğe, adaletsizliğe öfkesini dile
getiriyor; düzyazının ezberini bozarak. Eşyayı, dünyayı gören gözdür o: “Balkonları dört
mevsim çiçekli evler için deniz (s.32)” derken gören gözdür; sözcükler sonra geliyor. Dış
dünyanın etik, kültürel, adaletsiz, boğucu, insansızlaştırıcı saldırılarından korunma
içgüdüsüyle, yaşamsal, dirimsel olan her şeyin üstünü “örtelim” diyor, (s.35). Bu istek,
mekânın, zamanın verili algısını aşarak, Kudüs’lü, Beyrut’lu çocuklara, Konya ovasına,
Marakeş’e, Fenike denizi’ne, Mersin’in denize açılan sokaklarına; ekonomi politiğe, Ezra
Pound’a, Rene Char’a, Cenk Koyuncu’ya, Azer Yaran’a, Yenice Yolları türküsüne, şarkıcı
Feyruz’a, Adonis’e uzanan, kültürel göndermelerle beslenen, çağdaş bir şiire dönüşüyor.
‘Deneylenemeyen dünyanın
sözcüsü oldum’
Ahmet Çakmak
Ahmet Ada bu yıl biri şiirlerinden seçmeler ’ Sonsuz At’ (Şiirden Yayınları), diğer ikisi
yeni şiirleri ‘Sözcükler Denizi’ (Şiirden Yayınları) ve ‘Taşa Bağlarım Zamanı’ (Metis
Yayınları) olmak üzere art arda üç kitap çıkardı. ‘Sözcükler Denizi’ içinde yer alan
şiirlerdeki felsefi derinlik ve ‘lirik ben’in öne çıkması ile dikkat çekiyor. Ahmet Ada ile hem
içerik hem de biçim olarak farklı bir yelpaze bu kitabını ve şiirlerini konuştuk…
- Lirik Ben’in cevherini içeren bir kitap olmuş Sözcükler Denizi. (1) Lirik Ben’in
şiirden kovulduğu, deneysel şiir alanlarının söze, retoriğe açıldığı bir dönemde
lirlik Ben’de ısrar etmenizin bir anlamı var mı?
- Lirik Ben’in söylemi çağdaş şiirin vazgeçilmez söylemidir. Çağdaş lirik şiir yitirilmiş
doğanın, insandan soyutlanmış eşyanın, bitki örtüsünün, denizin sesidir. Ahmet Haşim’in
lirizmiyle karıştırılmaması gerekir. Okurlar bunu fark edecektir. Okur, şiirlerin bilge
söylemini, sözcüklerin tılsım ve büyüsünü aralayıp kitaba kapıdan girdiğinde lirizmin
kucakladığı doğayı sezecektir. ‘Sözcükler Denizi’, bütün modernliğine karşın, Akdenizli
tinin dolaştığı bahçeleri, denizi, ormanı okura duyumsatmayı amaçlar. Anlamı ötelemez.
Lirik Ben’in sade, yalın, o ölçüde de kapalı söylemi, içeriye girildiğinde tadına varılan şiire
dönüşür. Çağdaş lirik şiir, son kertede, yalnızlaşan insanın sesini duyuran şiirdir. Çağdaş
lirik şiir, küresel dünyada, dizgenin hazırladığı, kurduğu, verdiği dünyayı değil, bireyleşen
Ben’in iç sesi olarak arzuladığı dünyayı dile getirir. Abartılı bir söylemi değil, sade, yalın
olmayı seçer. Seçkindir. Öznenin kendi adına konuştuğu bir iç deney, bir yaşantı şiiridir.
Sözcükler Denizi, yaşantının, duygu patlamasının, doğaya ve insana bağlılığın bilgece dile
geldiği şiirlerden oluşuyor. Seçkinlik ve billurlaşma yolunda geldiğim bağlayıcı noktadır.
Adorno, lirik şiir için ‘ikinci doğa’ nitelemesini bunun için yapıyor. Çünkü, söz konusu olan
lirik Ben’in genele karşı kurduğu tikelin doğasıdır.
- 1979’da yazdığınız bir şiirle giriliyor Sözcükler Denizi’ne. “Seyir Defteri” adını
taşıyan bu şiirin sizde özel bir yeri var herhalde?
- “Seyir Defteri”nin italik dizilen bölümünü, 1985’de yayımlanan Yaz Kırlangıcı Olsam’ın
birinci bölümüne almıştım. Yazılışından otuz yıl sonra tamamını Sözcükler Denizi’ne aldım.
Sevgi Soysal Adana’da sürgündü, ziyaretine gitmiştim. Sürmene Oteli’nde kalıyordu.
Hüzünlü, tasalı günlerdi. Şiirde ona gönderme var. İtalik bölümdeki Adana,
çocukluğumun Adana’sı. Yazlık sinemaların, faytonların bunduğu belleğe zorunlu yolculuk.
- Her ikisi de..Derin yapıda yeryüzünü yeniden anlamlandırabilmek güzel bir çabadır. En
somut örnek ‘Kırık Amfora’ şiiridir. Binlerce yıl önce denize fırlatılıp atılmış kırık bir
amforanın, binlerce yıl sonra denizden çıkarılışı, ışığı yeniden gördüğünde ruhunun şaşıp
kalışı…Amforanın tinselliğini keşfetme çabasıdır bu. Aynı zamanda yeryüzünün ve ışığın
değerini anlamlandırma uğraşıdır. Nesnelerin de tinselliğinin olduğunu düşünmek insana
ait bir olgu. Nesnelerin de konuşan varlıklar olduğunu hep düşünmüşümdür. Doğanın
devingenliği; işte budur ayakta tutan insanı ve yeryüzünü: “İçindeki denizi
kurutamazsın / Küçük sular akar gelir ardından” (s.30). Bu mucizevi devingenlik
“Birdenbire bir çiçek / Gürül gürül bir orman” (s.36) değil midir? Doğa, kutupsallıkları,
zıtlıkları birleştiriyor. Bunu görmüyorlar. Sezgilerimle duyuyorum. Gerçekçi ve üstgerçekçi
yönelimlerle zıtlıkların birliğine katılıyor, bu ürkütücü gerilim hattında yer alıyorum:
“Gidilir evet dünyaya doğru / Ama her gidiş de hüzündür” (s.35). Aslında dünyada
olmanın hüznüdür bu. Uyandığında, nesnesine yabancılaşan, emeğinin yittiğini gören
insanın hüznü.
- Bir yanda bellek geriye işliyor: Tavan arasında çocuk kalmış yağmurları
dinlemek, çeşitli çiçekler, deniz, orman. Bir atmosfer yaratmak için değil, Varlık
olarak da varoluyorlar…
- Belleğin geriye işlemesi, çocukluğun saf doğasına yönelmesi, bir çiçeğin, bir kokunun
anımsatmasıyla olabiliyor. Çocukluk, ergin insanın düş ülkesidir. Dış ve iç mekânıdır.
İmgelemi, yaratıcılığın temel gücü olarak gördüğüm için, şiirsel imgenin ‘kurucu’ varlığına
inanırım. Yaratıcı imgelem, doğanın şiirselliğini değil, şair öznenin imgelemindeki doğanın
şiirselliğini yeniden kurar sözcüklerin gücüyle. Şair, doğanın seslerini, kokusunu,
devingenliğini değil, imgelemindeki doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini yeniden
kurarak doğayı taklit etmekten kurtulur. Yağmurlar, çiçekler, deniz, orman, şiirlerimde
imgelemin mekânından geçerek birer imge olurlar. Böylece, içtenlikli ve sonsuzluk
duygusu yaratan bir doğa, kardeş doğa yaratırım kendime, dolayısıyla okura. “Taştaki
derin telaşı” (s.47) nasıl duyumsarım yoksa yaratıcı imgelem ve sözcüklerin gücü
olmasa? Nesneleri yaşayan varlıklar olarak algılamak, onlardaki tinselliği keşfetmek
güven vericidir. Ama, bazen, özneden bağımsız bir nesneler dünyası olabileceğini de
düşünürüm. O zaman, onlar şiirlerimin atmosferini yaratmak için değil, gerçek nesneler,
varlık-nesneler olarak varolurlardı şiirlerimde. Ya şimdi? Şimdi de varlık-nesneler olarak
varolmaktadırlar.
- “Yalın İstekler” bir mekân şiiri. Mekân Akdeniz, Toroslar, Taşucu, Mısır, İskenderiye.
Özgürlüğün ruhuma dolduğu bölge. Bir Akdenizli olarak, kentlerin birey üzerindeki
basıncı, baskısı karşısında doğaya karışma isteğinin sözcüsü oldum bu şiirde. “Dünya
büyük, ama / denizler kadar derin içimizde”. Rilke’nin bu dizeleri içdenize, o büyük
dünyaya gönderir okuru. “Yalın İstekler” şiirinde (s.49), yalnızlığın, iletişimsizliğin
yaşandığı kente gönderme yok (2), ama doğayı imgeye çevirme var. Özyaşamsal
deneyimimin şiir diline çevrilmesi. Bu mekânda daha önce de yaşadım, yaşıyorum.
Tortusu, görüntüsü var bende; varolanın şiir diline çevrilmesi; sanırım işin özü bu.
-“Yalın İstekler” şiirinden sonraki şiirler felsefi bir zeminde ilerliyor. Yoklukta
dolaşan ayaklar, Ben’in bir başınalığı, hiçlik denizi, sonsuzluk duygusu, evrene
sürgün oluş, “başka bir dünya olmalı” ütopyası; bu işaretler geniş bir felsefi
zeminde olan Ben’in yeryüzüne değgin işaretleri olabilir mi?
- Sözcükler Denizi’nin asıl konuşulması gereken yönü şiirlerdeki felsefi derinlik. Felsefi
derinliğe gönderen imleri saptamışsınız. Felsefe yalnızca felsefecilerin ilgilendiği alan
değil. Bir şair olarak ‘İnsan ve Varlık’ şiirin nasıl temel düşünsel sorunsalıysa, felsefenin
de sorunsalıdır. Söylem farkını unutmamak kaydıyla. Kant, Wittgenstein, Heidegger
okumalarının başlangıcı Marx’ın Grundrısse adlı yapıtı. Sonra dil felsefesi, fenomenoloji,
Benjamin, Adorno, Deleuze okumaları, Bakhtin var onları takip eden. Bu dirsek temasları
şiirlerimin derin yapısını değiştirdi doğal olarak. Şair ne yapar? Deneylenemeyen
dünyanın sözcüsü olur. Melih Cevdet Anday, şiir dilinin mantık üstü olduğunu söyler ki,
öyle olmasaydı varlığı, hiçliği, yoklar dünyasını dile getirmesi olanaksızdı. Şiirimin
sahihliği bu mantık üstü kurgusallığından gelir. Orada, bir yerlerde taşın aşındığını
hissedip algılayabilen bir zihinsellik ile bu zihinselliği mantık üstü dile ya da imgeye
çevirebilen yetenek, olup biteni de sezgileriyle gösterebilir. Sözcükler Denizi , bu bilgeliği
dünyaya karışarak yapar, yapmaktadır. Alain Badiou, “şiir kendini dilin içinde buyruk
olarak ortaya koyar ve bunu yaparken de, hakikatler üretir” diyor. Şiirin kendini dilin
içinde bulurken de felsefeye dikiş atması özerkliğini, bağımsızlığını zedelemez. Şiiri
felsefenin yedeğinde görmediğin sürece bu böyledir. İnsanın yeryüzü serüveni, yüz yüze
geldiği ve temas ettiği metafizik şiirin bölgesi içindedir; dolayısıyla dokunup geçtim
onlara. Sözcükler tümüyle okunduğunda, dizeler, görüntüler görünür ve yitirler. Bende ve
okurda anlamın sürmesi, bu büyü şiirindir. Belki süren anlam değil, şiirin müziğidir.
- Şiirlerin biçimlerinde belli değişimler oldu Sözcükler Denizi’nde: Monolog dizeler, soru
yanıt dizeleri, italik dizeler, şiirlerin bilgece söylemlerinin aktarılmasında ve çatının
oluşturulmasında görev aldılar. İç konuşmalar, bir Hodan çiçeği gibi titreyen iç sesler,
sözcükler bitince dibe çökecektir. Birkaç özne, bin bir çeşit imgeyi yüklenip götürür.
Öznenin içinde bulunduğu dış mekân, iç mekâna çekilerek, öz orada biçimlendirilir sözcük
sözcüğe bitişerek, dokunarak. Ama, şiirin biçimselliğini teknik birtakım girdiye indirgemek
de doğru olmaz. Biçimsellik, yapının, şiirin öğeleriyle örgütlenmesi demektir ki, temeli
sözcükten başlar. Sözcükler Denizi’nin biçimselliği tek tek şiirlerinin farklı
biçimselliklerinden oluşur. Biçimsellik donmuş değil, devingendir.
- Bu yıl iki yeni şiir kitabınız yayımlandı: Sözcükler Denizi, Taşa Bağlarım
Zamanı. Bu yeni kitaplardaki şiirler bağlamında şiirinizi nerede görüyorsunuz?
Ahmet Ada ile, önceki kitaplarına göre daha sade, daha yalın, doğayla iç
içe ve bilgece söylemi olan yeni kitabı Taşa Bağlarım Zamanı’nı (Metis
Yayınlar, Mayıs 2009) konuştuk.
Sibel Oral
Hem şiirleriniz hem de şiir üzerine yazdıklarınızla her zaman emekçi ve çok
çalışkan şair olarak tanındınız. Geriye dönüp baktığınızda bir şiir emekçisi
olarak ne hissediyorsunuz?
Yaklaşık kırk üç yıl olmuş ilk yazımın yayımlanışından bu yana. Şiirin sorunları, şiir
poetikası, şiire ilişkin kavramlar, terimler üzerine yazılar. Hiza ve doğrultu yazıları, şiirler,
yoğun şiir işçiliği, şiirin değişim ve dönüşümlerini içimde yaşama, şiirin farklı bir dil, karşı
dil olduğunu keşfetme, dille girilen gerilimli ilişkiler, biçimsel olarak şiirin çıtasını
yükseltme çabaları…Emek isteyen şeyleri bugüne dek yayımladığım kitaplarımda
görebilirsiniz. Bu yıl (2009) yayımlanan Sonsuz At (Seçme Şiirler), Sözcükler Denizi
(Şiirden Yayınları) ile Taşa Bağlarım Zamanı (Metis Yayınları); özellikle son iki kitaptaki
şiirlerde yaşantımın iç deneyimleri okunabilir. Öznenin, ki bu bazen benim, bazen
ötekidir, ‘iç mekânı’ da kapsayan söylemi, sade, yalın, arınık bir görünüm kazandı. ‘Dış
mekân’, kentin her türlü baskısı altındaki bireyin ütopik aranışlarına dönüştü. ‘Düşülke’
aranışlarına paranın her şeyi belirlediği bu dünyada : ‘İnsan iyi şeyler arar denizde / Para
geçerli değil’ diyen bir özne, söylemem bile fazla, bilge bir öznedir.
Her yeni kitabınızda daha iyi şiirin peşindeymişsiniz gibi bir his uyanıyor.
Yanılıyor muyum?
Sözcükler Denizi ile Taşa Bağlarım Zamanı, sizde böyle bir duygu uyandırıyorsa buna
sevinirim. İyi ve kalıcı olan bir şiir yazmak başlıca amacım. Şiir, durmadan yenileniyor.
Eski şiirin bağlayıcılığından kurtulmak, her seferinde kendi biçimini yaratan şiirler
yazmak, dünyada olmanın gereği bence. Mekân, zaman, bellek, aşk, ölüm gibi
sorunsalların içinden, bu kavramların gerçeklikle ilişkisini kuran bir şiir yazmak yeni biçim
arayışlarını, deneyselliği gerektirir. Öte yandan, felsefenin düalizm diye tanımladığı
nesne, eşya, doğa bölünmüşlüğü, özne-nesne bölünmüşlüğü, Akdeniz doğası içinde
yaşayan benim gibi biri için benimsenmesi zor ve olumsuzluklar içeren bir durumdu. İç
mekân olgusuyla örülen şiirler özne-nesne karşıtlığını ortadan kaldırdı. Kantolar’da, Yeni
Kantolar’da, Sözcükler Denizi’nde, Taşa Bağlarım Zamanı’nda yer alan şiirlerin monolog
düzleminden bu durum okunabilir: Monolog düzlemi neyin bilincidir? İşçiyle üretim
aracının karşıtlığa, birbirinden kopmaya dönüşmediği, emeğin ‘soyut emek’ hâline
gelmediği bir dünyanın bilincidir. Bu bilinç bir özlem, bir ütopya olarak var şiirlerde.
Düalizm sorunu değil, yenilenen biçem ve biçimdir şiiri iyi şiir kılan. İçsel deneyim
alanının (içeriğin) biçim üzerindeki denetimi ve baskısıdır bu. Modern çizgi, farklı
modernist yönelimler de eklenerek sürüyor. Eski dönem şiirlerin talepleri de sürüyor hâlâ.
Eski şiirin ya da kendi şiir çizgilerinin talepleri şairleri hâlâ aynı çizgi üzerinde yürümeye
zorluyor. Şiirin tıkanma noktasıdır bu ve bağlayıcıdır. Bu kabuğu dilsel planda kırmak
gerekiyor. Ben kırdım. Büyük dilsel kırılmalar yaşadı şiirim. İyi şiir, yeni şiir, eski
konvansiyonları parçalayıp aşan şiirdir. Dilsel kırılmalarla aşılabilir.
Sözcükler Denizi’nde yer alan Kısa Tarih başlıklı şiirin son dizesi şöyledir : ‘Var benim de
uzun bitkiler kadar tarihim.’ (s.64).
Kitabınızın adı da oldukça şiirsel. Bir imge galiba. ‘Taşa Bağlarım Zamanı’ neyi
ifade ediyor?
Taşa Bağlarım Zamanı yazınsal bir imge.. Zaman kavramının soyutluğunu vurguladığı
gibi, anakronik geçmişe ve zamansızlığa da gönderme yapıyor: Kitabın ana motifi gibi.
(Bu imge okurun imgelem gücünü harekete geçirir mi dersiniz?)
Denizin Uykusu Üstümde adlı şiir kitabınızdan önceki şiirleriniz için; “onlar dışsal olanla
ilgiliydi”... “Şimdi artık iç dünyanın sesi, monologun sesi, dile gelişi söz konusu.”
demişsiniz. Son kitabınız Taşa Bağlarım Zamanı’nı bu farklılıkların neresine
koyuyorsunuz?
Taşa Bağlarım Zamanı , doğayla, eşyayla, nesneyle bütünleşmenin kitabıdır. Bitki örtüsü,
hayvanları ve insanıyla yeryüzü, dışsal ve içsel dünyanın sesi, soluğu, monologudur.
Evrensel insanın tinselliği yeryüzünde nasıl geziniyorsa, şiirlerde de öyle gezindi. Ölüm ve
dirim sorunu, bir önsezi mi diyeyim bilgelik mi yoksa, ölümü imleyen Pars imgesiyle
2004’den beri, dış ve iç mekân olarak girmişti şiirlerime. Taşa Bağlarım Zamanı,
modernliğin getirdiği çalkantıları, fırtınaları benliğimden boşluğa bıraktığım zemin oldu.
Çok ciddi varoluş sorunsalları imgesel dille, dile getirildi bu kitapta. Bilgece söylem,
imgesel dilin içinde yitmeyen varoluşsal kaygılar, kanatları genişleyen sonsuzluk
duygusu, ama hepsi dilsel bir kırılmayla varolup bir yapı oluşturdular. Monolojik söylemin
bir yapıya dönüştüğü, şiirsel dilin bu amaçla örgütlendiği söylenebilir. Ama şu da var:
Ritim ve lirizm, ne kadar değişirsem değişeyim, şiirimin kurucu öğeleri olarak dipte hep
varoldular. Deniz, denizin yapıtları ve kapısı, günü uyandıran balıkçılar, ‘Köşeyi dönünce
birdenbire Pessoa’ (s.15), ‘Gazze’de yine çocukları ölürmüşler’ (s.15); bütün dünya hâlleri
Taşa Bağlarım Zamanı’nın tarihsel zamanını altüst ederek farklılıklar oluşturur. Zihinsel
zaman zamandizinsel değildir. Bugünden anakronik geçmişe, zamansızlığa dönüş bu
kitabın farklılıklarıdır. ‘Doğa içeridedir’ diyordu Cezanne. İç mekândan geçen görüntüler,
aslında görünmez olan ama görünür kılınan görüntülerdir: ‘Göğe doğru akıyor dilsiz
orak / Ekinler uçarılık düşünde tarlanın’ (s.17). Bu dizeler görülebilen bir şeyi işaret
etmez. Kısaca, dış dünyanın iç mekândan, yaratıcı imgelemden geçişi Taşa Bağlarım
Zamanı’nın belirgin farklılıklarıdır.
Edebiyatın belki de en sessiz çocuğu şiir. Şiir kitapları az satıyor ama biz
milletçe şiiri çok seviyoruz. Bir çelişki var sanki. Bu durumu neye
bağlıyorsunuz?
Şiiri çok sevdiğimiz doğru mu? Hangi şiiri seviyoruz? Nüfusumuza göre az sayıdaki okur
modern şiiri kavramaya ne kerte yakın? Şiirin az basılması ve dolaşımda olmayışı,
‘metalaştırılamayışıyla’ ilgili gibi görülüyor. Kültürün magazinleştirilmesi, kültür
endüstrisinin pazara yönelik çabaları has şiiri geri plana itmiş olamaz mı? Ama şu da var
ki, iyi şiir her zaman az okunmuş, az satmıştır.
Şiir yazdığınız kadar şiirle ilgili de çok yazıyorsunuz. Türk şiirinin 2000’lerdeki
durumunu nasıl buluyorsunuz?
Şiirle ilgili yazılarım daha çok pedagojik düzlemde; şiirin şiir dışı etkenlerle
değerlendirilişinden tutun da, şiire ait kavram ve terimlerin açımlanmasına, şiirin
öğelerinin ayrıştırılmasına, şiir dilinin farklılığına kadar uzanan bir dizi yazı. Anlamaya ve
anlamlandırmaya yönelik yazılar bunlar. Şairler üzerine yazılar da yazdım, yazmaktayım.
İmgeden, ironiye, ritimden anlama, modern şiirin dilinden gerçeklikle ilişkisine dek
zincirleme pek çok sorunu dile getirmek sorumluluğunu yüklendim yıllardır.
Çağdaş Türk şiirinin XXI. yüzyıldaki durumu oldukça iyi. Çok çeşitli anlayışlarla deneysel,
görsel ve farklı bir şiir yazılıyor. Doğu kökenli şairlerin metafizik ucu açık şiirleri, kadın
şairlerin deneyimlediği başkaldırı şiirleri, farklı kültürel kaynaklardan güç alıyor. 2008’de,
‘Şiir artık kültürel girdilerden yalıtık olarak yazılamaz durumdadır’ demiştim. Çağdaş
felsefenin, resmin, sinemanın, müziğin, ontolojinin, epistemolojinin, fenomenolojinin,
psikanalizin insana sunduğu olanaklar şairi ilgilendirmelidir. Şairin deneyimlediği salt
verili hayat olamaz. Onu dönüştürmenin düzeneklerini bilinç düzeyinde de yaşaması
gerekir. Dünyayı, yeryüzünü anlamaya çalışmanın, anlamlandırmanın entelektüel
birikimle gerçekleştiğini bütün ‘büyük şiirlerde’ görebiliriz. Birkaç yıl önce, ‘Fenomenoloji
üzerine beş ders’i okuduğumu gören bir şair arkadaşın ‘ne gereği var’ dediğini
anımsıyorum. Sürdüregeldikleri şiirin nasıl ‘eski konvansiyonlara’ yenildiğini görmek
gerçekten hüzün verici. Birbirinin tekrarı bir şiiri yazmanın nesi özgünlüktür? Ne ki,
birbirini tekrar eden şiirlerin yanı sıra, genç bir şiir de yazılıyor ülkemizde. Yaşı kaç olursa
olsun en yeni şiiri Cahit Koytak yazdı, yazıyor. Gonca Özmen, Azad Ziya Eren, Bâki Ayhan
T., Eren Aysan, Şeref Bilsel, Cenk Gündoğdu, Hasip Bingöl, Kenan Yücel, Beşir Sevim,
Veysel Erol, Sadık Yaşar, Zeynep Köylü, Sinan Oruçoğlu, Gökçenur Ç., İbrahim Tenekeci,
Selim Temo, Can Bahadır Yüce, Mitat Çelik, Özkan Satılmış, Yusuf Uğur Uğurel, Veysi
Erdoğan, Betül Tarıman, Seyyidhan Kömürcü, Emel Güz, Mehmet Erte, Metin Kaygalak,
Nilay Özer, Kadir Aydemir, Mehmet Butakın, Kemal Varol, Ahmet Çakmak, Mehmet
Hameş, Mustafa Fırat, Serap Erdoğan, Fatma N., Betül Dünder, Erol Özyiğit, Hakan Cem,
Serkan Ozan Özağaç, Bülent Keçeli, Ömer Erdem, Yasin Erol, Mete Özel, Aslı Serin, Burak
Acar, Gülce Başar, Çiğdem Sezer, Levent Yılmaz, Mustafa Erdem Özler, Eyüp Yaşar, Ömer
Berdibek, Zeynep Arkan, Elif Sofya, Mustafa Ergin Kılıç, Zeynep Uzunbay, Emel İrtem,
Birhan Keskin, Murat Üstübal, İbrahim Halil Baran, Mehmet Öztek, Bejan Matur, Adnan
Gül, Didem Madak, Adil İzci, Onur Caymaz, Enver Topaloğlu, Fuat Çiftçi, Bünyamin K.,
Deniz Durukan, Ali Özgür Özkarcı, Cuma Duymaz, Ersun Çıplak, Şükrü Sever, Özlem
Sezer, Hüseyin Akın, Ali Hikmet Eren, Olcay Özmen, Mehmet Bozgan, Selahattin
Yolgiden, Salih Aydemir, Mustafa Köz, Hakan Savlı, Hakan Şarkdemir, Serkan Işın, Ömer
Şişman, Ertan Yılmaz, Mehmet Can Doğan, Yavuz Özdem, Ömer Aygün gibi şairler
birbirine benzemeyen çok farklı şiirler yazıyorlar. Hepsini ilgiyle okuyorum. Çok değişik
şiir çevrenleriyle karşılaşmak mümkün. Her ne kadar büyük şiirleri yoksa da, farklı
şiirlerle çağdaş ve çağcıl şiire yeni alanlar açıyorlar. Öte yandan, Necmi Zekâ’yı
okumayan, bilmeyen bir kuşak da var ki popüler kültürün çevreninde televizyondan
televizyona koşan, şiiri değil şairliği öne çıkaran tutumlarıyla boy gösteriyorlar.
Taşa Bağlarım Zamanı’nında, Rene Char, beyaz geyik, Pessoa, balıkçılar, orman
ve hayvanlar yer alıyor. Bu şairler, orman ve türlü hayvanlar neyi işaret
ediyorlar?
Aslında bu soruya yanıt yine şiirlerin kendinde var: ‘Zamanın tefeciliğiyle, açgözlü
parayla’ (s.49) kuşatılmış insanın, paranın geçerli olmadığı bir düşülkeyi işaret ederler. O
saflığı.. Pessoa, Rene Char dünya şiirinin önemli adları. Ama, Taşa Bağalarım Zamanı’nda
adlarının anılışı tesadüfi değil, dünya şiirinin hiza ve doğrultusuyla bütünleşme
arzusundan kaynaklanıyor. ‘Geyik’ şiiri (s.27), en fazla onda var, bireyi bunaltan kentin
baskısından kurtulma arzusu.
Taşa Bağlarım Zamanı, edebiyatın küçük bağlamı içinde ele alınamayacak bir yapıt. Bunu
söylemekle, onu dünya şiirinin doğrultusunda gördüğümü söylemiş oluyorum.
Tekrarlayayım: Yeni şiirlerimi evrensel bağlamda (büyük bağlam) gördüğümü
söylemeliyim..
Gündelik egemen dili dışlayan, gündelik dilin yıpranmışlığını yadsıyan, yalınlıkla, sadelikle
çelişmeyen bir tutum ortaya çıktı bu kitapta. Sözcüklerin istiflenişi yeni bir ‘yapı’ kuruyor.
Sözdizimini fazla bozmadan (ki sözdizimiyle fazla oynamak anlam zorluğuna yol açıyor)
oluşturulan bir ‘yapı’.Tansıklı söyleme şiirsel söylemin dolayımlı ve büyülü oluşu ve
çağdaş lirizme bitişmesi yol açmış olabilir. Tam bilmiyorum. Çağdaş lirizmin olanaklarını
şairaneliğe düşmeden dolaşıma sokmak yetti de arttı bile benim için. Kim bilir, belki, düş,
gerçek ve tasarımlanan dünyanın bir arada ve iç içe girmesinden kaynaklanıyordur
büyülü, tansıklı söylem.
Koskoca evrene fırlatılmış insan, varlığın hiçliği aslında. Ölümle dirim arasında ‘arafta’
kalmış insan ve onun duygusu. Bu duyguyu ‘kanser’ nedeniyle yaşadım, yaşamaktayım:
‘Kök oldum dünya toprağına’ (s.19) derken yaşama tutkusunun başatlığı dile gelir: ‘Yeter
bana mezar taşı olmak / Anadolu’da’. İlk şiirlerdeki yetinmezlik (bkz. Sonsuz At : ‘Aşktır
umutsuzluğu yenmek de yetinmezlik de’ s.46) duygusundan buraya, taşa sürüklenen Tin.
Ben teşekkür ederim bana bazı şeyleri söyleme fırsatı verdiğiniz için.