You are on page 1of 13

Ömer Seyfettin _ Falaka

www.kitapsevenler.com
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden
Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından
Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir
Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin
Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem
Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz
Bilgi Paylaştıkça Çoğalır
Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK
MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim
ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir
ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü
bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu,
vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill
alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda
öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde
satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması
ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde
deneme yayınına geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı
Ankara
Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak
Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin
Tarayan Yaşar Mutlu
web sitesi
www.yasarmutlu.com
www.kitapsevenler.com
e-posta
yasarmutlu@kitapsevenler.com yasarmutlu@yasarmutlu.com
mutlukitap@hotmail.com kitapsevenler@gmail.com
ahmet rasim
hüseyin rahmi gürpmar
Falaka
(eski okuUanmızdan üç falaka öyküsü)
derleyip yalınlaştıran
sabri koz
resimleyen
seydali gönel
FALAKA
ÖMER SEYFETTİN - AHMET RASİM HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
BASKI - ERDOĞAN OFSET CİLT- ALİBABA CİLTEVİ

KAPAK- SEYD ALİ GÖNtL
KAPAK BASKI - ERDOĞAN OFSET
DİZGİ - PANO GRAFİK
1. BASIM 1983 (Bilge Yayıncılık)
2. BASIM 1993 (Güneşli Kitaplar)
Ömer Seyfettin

FALAKA
Her sabah Çarşı Camii'nin arkasındaki yıkık zaptiye (*) ahırlarının önünden, bir
serçe sürüsü gibi, cıvıldayarak geçerdik. Okul biraz daha ileride, alçak
duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasındaydı. Bir kattı. Etrafında yükselen
büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri, bütün çatısını
kaplardı. Biz daha avlunun kapısından girmeden Hoca Efendi'nin bulunup
bulunmadığını, şöyle bir bakar, anlardık:
Zaptiye: Eskiden jandarmaya verilen ad.
"Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?"
"Gelmiş, gelmiş..."
Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendi'nin ihtiyar eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir
hayvan... Her sabah bizim gibi erkenden okula gelir, akşama kadar kalır;
evlerimizden nöbetle getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol
taraftaki yüznumaranın sundurması altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu
tımar etmek okulda bir ayrıcalıktı. Hoca Efendi'ye kim yaranırsa bu armağanı
kazanırdı. Okulun kapısına dar, taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta
karşıya Hoca Efendi'nin rahlesi (*) gelirdi. Rahlenin önünde top yavrusu,
müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz
kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere
kaldırmışlardı. Sınıf ayrımı filan yoktu. Elifbe'yi, Amme'yi (*) her şeyi
bir ağızdan
Rahle: Kitap okumak, yazı yazmak için eskiden kullanılan alçak,
dar, küçük, ve açılır kapanır
masa.
ilk
Elifbe: Arap harflerini öğrenmeye başlayanların olarak okumaya
başladıkları kitap, alfabe.
Amme: Eski okullarda Elifbe'den sonra okutulan ve Kuran'ın 78. suresinden
oluşturulan küçük kitap.
okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilâhi söylüyorduk. Bütün
derslerimiz değişmeyen genel bir bestenin, anlamlarını asla anlamadığımız
sözleriydi.
Hoca Efendi, ak sakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz, kış, daima
cüppesiz, (*) abdest almaya hazırlanmış gibi kolları paçaları çıplak, sıvalı,
yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii'ni süpürmeye gidip hiç gelmeyen
kalfa daha gençti. Müezzinlik de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu,
hünnap, iğde gibi şeyler satardı.
• • •
Gönen'den geldiğimiz günden beri bu okula devam ediyordum. Ama dersten mersten
hiç haberim yoktu. Bir ağızdan okumaya başladık mı, ne olursa olsun, ben de
karışır, bağırmaya başlardım. En birinci zevkim falaka tutmak!.. Fakat bir gün
Hakim Efendi ile pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.
"Kaymakam Bey! Kaymakam Bey!" dediler.
Cüppe: Din adamlarının giydiği dar ve uzun üstlük.
Sakalsız, esmer, uzun boylu, aksi bir adam. Kapıdan girer girmez Hoca Efendi'nin
işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisini çağırı-yormuş gibi elini, başını
sallayarak bizi oturttu. Hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Birkaçımızı okutmak
istedi. Halbuki biz tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere
bakarak başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendi'nin başında asılı duran
falakaya dikti. Baktı, baktı... Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi
dikkatle baktı. Döndü, selâm vermeden çıkarken:
"Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?" dedi.
Hoca Efendi kollarını önüne kavuşturup titreyerek yürüdü. Hakim Efendi ile
Kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Ama
falaka ertesi gün yerinde yoktu.
"Falaka yasak olmuş..." diyorlardı. Sözde Kaymakam Bey yasak etmiş!..
Dayak korkusu kalkınca, biz, kırk çocuk, öyle azdık, öyle kudurduk ki... Ne
yaptığımızı bilmiyor, artık hocayı hiç dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor,
minderine iğne koyuyor, pabuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor,
yalvartıyorduk. Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan
Hoca Efendi, en sonunda yine bir gün falakayı çıkardı. Ama başucuna asmadı,
oturduğu minderin arkasına sakladı. Ama şimdi kim kabahat yaparsa eskisinden
fena dövüyordu.
* * *
İyice hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz anlaştık. Aramızdan ispiyoncu çıkmıyor,
Hoca Efendi'ye karşı tek bir vücut gibi hareket ediyorduk. Bir gün bahçede
sözbirliği ettik. İçerde hepimiz birden esnemeye başladık. Hoca Efendi de
esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalktık, rahlenin
üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün okulun içinde bir
hapşırmadır gitti... Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini
kimin çaldığını sordu. Bir ağızdan ahenkle,
"Bilmiyoruz, bilmiyoruz!" dedik.
"Hepinizi falakaya çekeceğim."
"Bilmiyoruz, bilmiyoruz!"
"Kimse söylemeyecek mi?"
"Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki..."
"Bilmiyor musunuz, pekâlâ! Necip, git camiden kalfayı çağır, çabuk."
Beş dakika sonra kalfa geldi. Korkunç bir
ıö
sahne başladı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Nöbetleşe falaka
tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler. Bu günden sonra Hoca Efendi
esneme ile hapşırmayı en büyük kabahat sayıyordu. Hele hapşırmak...
aza ile kendiliğinden hapşıranı, "B^ imle eğleniyor musunuz?" diye yere
yıkıyor, bayıltıncaya kadar dövüyordu. Aksi gibi, benim hiç durmadan
esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum. Birkaç defa bunun için dayak
yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bütün kuvvetiyle rahlesine vuruyor:
"Kim hapşırırsa, şart olsun ki öldürünceye
kadar döveceğim!'' diye haykırıyordu. "Şart olsun, kim hapşırırsa..."
• • •
"Şart olsun!" Bu nasıl yemindi? Evde ' anneme sordum. Başım salladı.
Gözlerini açtı: "Çok büyük yemin!" dedi. "Yalan yere bu yemini eden çarpılır
mı?" "Hayır." "Ya ne olur?" "Daha fena." "Nasıl?" "Karısı boş düşer."
12
İyice anlamadım. Ama bu yeminin dehşetini okulda çocuklara anlattım. Artık hep,
evli adamlar gibi, yalan gerçek, biz de "Şart olsun!" yeminine başladık.
"Vallahi, billahi!" unutuldu. Hoca Efendi de her sabah rahlesine çökerken hiç
unutmuyor:
"Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm!" diye tekrarlıyordu.
Bir gün öğle dinlenmesinden sonra içeri girdik. Her zamanki gibi derin bir
uğultu... Ben baktım, Hoca Efendi dalmış uyuyor! Hemen ayağa kalktım. Çocuklara,
işaret parmağımı dudaklarıma götürerek,
"Susunuz!" işaretini verdim. Ses seda kesildi. Hepsi ne yapacağıma bakıyordu.
Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran bir tabaka kadar büyük enfiye kutusu
ilişmişti. Yürüdüm, ayaklarımın ucuna basarak yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki
enfiyeleri cüzümün arasına boşalttım. Kutuyu yine açık olarak yerine bıraktım.
Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar.
"Hayır, biz çekmeyeceğiz/' dedim. "Sonra hapşırırız. Uyanır."
"Ya sen ne yapacaksın?"
"Görürsünüz..."
"Ne yapacaksın, ne yapacaksın?"
13
"Söylemem diyorum. Çok güleceğiz." Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha
yapmadan, gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı. Gülüşme
gürültüsüne Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı. İçinde enfiye yok...
Hiddetlendi:
"Kim aldıysa söylesin, şart olsun gebertirim."
Hep bir ağızdan, ahenkle, "Şart olsun, haberimiz yok!" dedik. "Kim aldı?
Söyleyiniz." "Bilmiyoruz, bilmiyoruz!" "Pekâlâ, ben size gösteririm. Şimdi
hapşı-nnca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıkacağun.
Gebertinceye kadar döveceğim."
Kazara hapşıracağız diye hepimizin ödü
kopuyordu.
"Şart olsun... Ah bugün biriniz hapşınrsa...
Şart olsun, geberteceğim..."
il 11
"Ah şart olsun, biriniz hapşırırsa..." Hoca Efendi'nin öfkesi bir türlü
geçmiyordu. Ben rahlenin altında, cüzümden kopardığım iki yaprağı boru gibi
büküyor, enfiyeleri içine
dolduruyordum.
* * *
14
Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını kapadı. Çoraplarını, mestini giydi.
Cüppesini omuzuna aldı. Hep bir ağızdan, kerrat cetvelinin (*) okunmasından
sonra ilâhiye başladık. Ben sonuna doğru yanımdaki çocuğu dürterek kalktım. O da
kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı: "Ne var?"
"Abdurrahman Çelebi'yi hazırlayalım mı?" "Haydi, pekâlâ, çabuk!" -Kapıdan
çıktık. Her akşam Hoca Efendi'nin izin verdiği iki çocuk önden çıkar,
eşeğin yularını, semerini vururdu. Taş merdiveni koşarak indik.
Abdurrahman Çelebi, yiyemediği otların üstüne uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek
kaldırdık. Yularını, semerini vurduk. Artık ilâhi sesleri kesilmişti. Ben
cüzdanımdan içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım. Yavaşça eğildim.
Abdurrahman Çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün
kuvvetimle burnuma üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı,
ikinci boruyu üfleyemedim. Yularından tuttum. Sıçrata sıçrata taş merdivenin
önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk
Kerrat Cetveli: Çarpım cetveli.
15
yanımdan geliyor, gülmemek için eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cüppesini
giymiş, gururla yavaş yavaş merdivenlerden iniyor, çocuklar da bir turna dizisi
gibi arkasından iniyorlardı. Eşek şaha kalkıyordu.
"Ne olmuş bu hayvana?''
"Bilmem efendim, uyuyordu..."
"Gemini yanlış vurmuşsunuz."
"Hayır."
"Getirin bakayım."
Bütün çocuklar da bakıyordu. Eşeği taş basamağa yaklaştırdım. Tam bu esnada
Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi, "Pişih, pişih..." diye
başını sarstı, bütün çocuklar gülmeye başladı.
Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin etkisini duymaya başlayan Abdurrahman Çelebi,
durmadan hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:
"Sizinle eğleniyor efendim," dedim. "Halt etmişsin..." Daha çok küstahlaştım: "
Bunu da falakaya yıkmalısınız." "Ohayvan, o..." Kahkahalarla katılan çocuklar:
"Falaka, falaka..." diyebağırıyorlardı. Ben onlardan cesaret aldım. Dedim ki:
16
"Hoca Efendi, bugün okulda, 'Kim hapşı-rırsa şart olsun falakaya yıkacağım,'
dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebi'yi affederseniz karınız boş düşer."
Çocuklar ders gibi bir ağızdan ve ahenkle:
"Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!.." diye haykınşıyorlardı.
Hoca Efendi bir an şaşırdı. Bineceği zamanlar, "Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh
benim Abdurrahman Çelebi!"diye diye sevgiyle okşadığı eşeğine dehşetle baktı.
Kapının yanından bir çocuk içeri koşmuş, falakayı, değneği çıkarmıştı.
Abdurrahman Çelebi'cik düzensiz aralarla hapşırıyor, burnunu yere sürmek
istiyordu.
Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendi'nin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten
katılıyorlar:
"Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!.." diye bir ağızdan tekrarlıyorlardı.
Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kızdığını bilmeyen Hoca Efendi, elinde olmadan:
"Yıkınız!" emrini verdi.
Belki yirmi çocuk Abdurrahman Çelebi'nin başına üşüştü. Uzun bir uğraşmadan
sonra yere yatırdık. Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline
aldı. Nallar gibi "tak-tak"
Falaka
17
vurmaya başladı. Eşek debeleniyor, çocuklar bağırıyor, gülüyor, naralar
atıyorlardı. Müthiş bir gürültü... Ansızın arkadan bir çocuk;
"Kaymakam Bey!" diye bağırdı.
Hepimiz sustuk. Yüzümüzü avlu kapısına çevirdik; siyah pantolonlu, kırmızı
fesli, ekşi suratlı bir adam... Sağında solunda birer jandarma dimdik duruyordu.
"Ne oluyor, Hoca Efendi?" diye sordu.
Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı
tutanlar bıraktılar. Kurtulan ürkmüş eşek çifte ata ata, kestane ağaçlarının
altına kaçıyor, hem de avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi.
Yavaş yavaş yürüdü. Okulun önüne yaklaştı. Kaşları çatılmıştı. Hiddetle tekrar
sordu:
"Ne yapıyordunuz?"
"Şey... Efendim..."
Hoca Efendi kekeliyordu.
"Ne?"
"Şart etmiştim."
"Ne demek?"
"Hapşıran için..."
"Nehapşıranı?"
"Eşekhapşırdı."
19
"Eşekmihapşırdı?"
> <<t »>
"! ! !"
Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüşüyorlardı. Kaymakam, gururuna dokunan bu
arsızlığa hiddetlendi. Isıracak gibi dişlerini göstererek,
"Defolun bakayım oradan, terbiyesizler!"
dedi.
Biz korktuk, hemen sustuk. Sonra şaşkın,
perişan, yere bakan Hoca Efendi'ye döndü: "Benimle birlikte geliniz." Kaymakam
önde, jandarmalarla Hoca Efendi arkada, çıkıp gittiler.
Bundan sonra okulda ne falakayı gördük, ne de... Hoca Efendi'yi!..
Şimdi ben kimi hapşırırken görsem, pek küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği
hatırla-Fim. Gülümserim. Yüreğimde belirsiz bir acı sızlar. Benim yüzümden
hocalıktan kovulan, belki de aç kalan bu ak sakallı, yoksul ihtiyarın zavallı
hayali karşıma dikilir. Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha çok ağırlaşan
bir vicdan azabı duyarım. Ama...
Ama, bunun gibi, hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir acıklı olay yok
mudur?
20
Ahmet Rasim
21
MAHALLE OKULUNDAN DARÜŞŞAFAKA'YA
Daha küçüktüm. Henüz sekiz dokuz yaşında vardım. Anne yavrusu. Ah, annemi pek
severim. Benim hem babam, hem de büyük velinimetimdir. Onun el dikişi dikerek
beni beslediğini bilirim. Ben afacan... Zavallı kadın geçimini güçleştiren
yokluk ve sıkıntılar arasında komşulardan da kötü söz işitir. Benim yüzümden onu
azarlarlar. Ya birinin çocuğunu döverim, ya top oynarken camını kırarım. Okuldan
kaçarım. Bir kere kaçtım mı? Artık haftalarca okula gitmem. Gitsem dayak var. Bu
korku beni tiril tiril titretir. Sabahleyin kalkarım. Sanki okula
23
gidecekmişim gibi hazırlanırım. Sepetime yemeğimi koyar, cüz kesemi boynuma
takar. Elime iki veya bir bakır onluk verir. Bazen:
"Oğlum! Rasim! Dünyada iki dalım var. Biri sen, biri Yusuf. Fakat o babasının
yanında. O zengin. Bak ben fakirim. Oku. Adam olmaya çalış. Yavrum! Ben de
ölürsem sen sonra sefil kalırsın. Yaramazlık etme. Beni üzme. Ötekinden
berikinden söz işittirme. Sonra hırpalanıyorsun. Zaten dayak yemekten kuru kemik
kaldın," biçiminde öğüt verir. Fakat kim dinler? Ben küçük bir dalkavuk, iki
yüzlü. Fakat yalnız annemi, bir de ceviz oynarken mahalle çocuklarını
aldatırım. Hiç hoca kanar mı? O müthiş falaka, üzeri yağlı gibi parlak duran
değnek, tabanlarıma indikçe bana dünyayı zindan eder.
Okumak mı? Benim yediğim dayak hep onun yüzünden değil mi? Şehzade Camii
avlusundan iyi okul olur mu? Cüz, topaç, esir almaca, saklambaç, Vefalı
çocuklarla kavga, birdirbir, uzun eşek, kaydırak, kızak, kartopu patırtısı,
ihtiyar kayyum (*) ile alay, mezarlıktaki ağaçlara çıkıp ötekine berikine
kozalak atış, macun çevirme, eşeğe binerek meydanda gezme,
Kayyum: Camilerde bekçilik, temizlik gibi hizmetlere bakan kimse.
'.2(4 \
çukura ceviz atma, çırpma gibi oyunlar varken Amme cüzünü kim bitirir? Ben camii
avlusunda bu kadar oyun öğreniyorum. Yetmez mi?
Evden çıkar çıkmaz anama gösteriş olsun diye okulun bulunduğu yere doğru
giderim. Oradan başka bir yana sapar camii avlusuna kendimi dar atarım. Akşama
kadar oynarım. Yemeğim var. Param da var. Elverir. Cumartesi günleri zenginlik
zamanımdır. Çünkü annem hocaya altmış, kalfaya kırk para gönderir. Yirmi de bana
verirse tam üç kuruşum olur ki o zaman için büyük bir servettir. Hoca yüzümü
görmez ki haftalık alsın.
Bir gün camide oynuyordum. Ağır bir el kulağıma yapıştı. Ben arkadaşlarımdan
biri çekiyor sanarak, "Etme, dönersem vururum," diyerek elimdeki cüz ile nişan
almakta devam ederken bir sille ensemde patladı. Yüzükoyun düştüm. Bir de ne
bakayım? Kalfa.
Canım çekiliyor sandım. Öteki çocuklar hep bana bakıyor» Ağlayamadım. Adamcağız
cellat gibi durmuş bakıyor, benim de burnumdan zırıl zırıl kan akıyor. Kalfa
attığı tokatın önemini anladığı halde yine o acımasız tavrıyla sert sert:
"Haydi okula!" dedi.
Cüz kesemin içindeki cevizlerle birlikte yürüdüm. Okula yaklaştıkça korkum
arttı. Ço-
25

\
cukların o kadar gürültüsü arasında Hoca'nın değneği sakırdıyor, yine o kendini
işittiriyordu. Bittim, gücüm kalmadı.
İçeri girdik. Ben daha girer girmez falaka da indi. Ayaklarımı çıkardılar.
Herkeste sessizlik...
Ben bayılmışım, ayılmışım. Eve gideceğim. Yürüyemiyorum. Tabanlarım yaralı.
Güçlükle gittim. Annem beni bekliyor, onun da işten haberi var. Meğer bu belayı
başıma getiren oymuş. Hamama gidecekmiş, beni okuldan almaya gelmiş. Bulamayınca
kalfaya söylemiş. O bela da geldi beni buldu.
Annem benim dayak yediğimi biliyor ya, dövmedi. Yemeği yer yemez uyudum. Fakat
dayak canımı çok yakmış olmalı ki inliyormu-şum. Ayaklarıma bakacağına yüzüme
bakarmış. Ben o geceyi inleye inleye sabah ettim.
Hamama gittik. Annem az kaldı bayılacaktı. Ben de şaşırdım. Tırnaklarım mosmor.
Kan oturmuş^ kestikçe kan fışkırıyor. Anam ağladı, bir daha o okula
yoUamayacağma dair ant içti.
* * *
Annem kapıda ben içeride kaldım. Artık Darüşşafaka'ya kaydedilmiştim. O dayak
patırtısından sonra annem beni okula
27
götürdü, bir belge aldık. Mahalleden kimsesiz olduğumu gösteren bir kâğıt
çıkartarak okul müdürüne verdik. Tam Ağustos'un on yedinci günüydü. O biricik
eğitim yerinde beni soydular. Bir gömlek, don, keten urba, kırmızı fes, bir de
kundura verdiler. Giyindim. Bahçeye fırladım.
Bir alay çocuk. Oynuyorlar. Ben durur muyum? Yarım saat içinde hepsine
alıştım. Beş altısının adını bile öğrendim. Hüseyin, îhsan, Mehmet, Reşit,
Raşit, Ali, Fahri, Salih... Hep bunlar benim arkadaşım. Fakat burada da birisi
var. Bir mi ya? Beş altı kişi var. Bize nezaret ediyorlar. Arif Ağa
mubassırımız. (*) Naki Efendi müdürümüz. Çok fazla haşarılık olmayacak.
Derhal kaş çatılıyor, bu iyi. Dayak yok. Hele o okuldan kurtuldum, gık desem
koca sopa başıma iniyordu. Burada öyle bir şey yok.
Ben annemi unuttum. Akşama kadar o geniş, çiçekli, düzenli bahçede oynadık. Bir
düdük sesi. Kim aldırır. Çocuklar çalıyor. O ne? Herkes toplandı. Sıraya
düzüldü. Ben de onları taklit ettim. Bizden bir sene önce giren efendilerden
biri bizi tabur düzenine koydu. Büyük bir gururla,
Mubassır: Eski okullarda öğrencilerin sınıf dışı hareketleriyle
ilgilenen kimse.
28
"Tabur ileri arş!" dedi.
Yürüdük. Doğru musluklara. Yine o efendi bize abdest almasını öğretti. Aldık.
Herkes havlularına silindi. Yine tabur olarak "Arş!" kumandası üzerine bir
merdiven daha çıkıp camiye geldik. Bizi sıra ile oturttular.
Ben biraz namaz kılmasını biliyordum. Annem öğretmişti. O her zaman kılar. Fakat
ikindi namazında kaç rekat kılınacağını bilmem. Bilenleri taklit ederek kıldık.
Çocukluk bu! Bir de mihrabın yanına sarıklı bir adam oturmasın mı? Titreme yine
başladı. Burada da mı hoca var? Yine falaka, değnek, benimle birlikte mi? Mümkün
değil ölürüm. Bu okula devam etmem. Meğer o zat imammış. Ne ise namazı kıldık.
Bir düdük daha. Yine tabur olduk. "Arş!" Yürüdük. Yemekhaneye geldik. îşte
burası iyi. Böyle okul olmaz. Yemek var, oyun var, urba var, arkadaş var.
Ben hâlâ akşam üzeri eve gideceğiz sanıyorum. Meğer kalacakmışım. Akşam hava
karardı. Arkadaşıma dedim ki:
"Sen eve gitmeyecek misin?"
"Hangi eve?"
"Kendi evine."
"Artık biz eve gidecek miyiz ya?"
"Vay... Burada mı kalacağız?"
29
Zavallı boynunu büktü. Hüzünlü bir eda ile dedi ki:
'' Burada kalacağız."
Ay!.. Bu müthiş. Ben annemi isterim. Olmaz. Gündüzleri ne ise. Geceleri ben o
şefkatli insanın yanında bulunmalıyım. Dayanamam. Ağlarım. Ağlar mısın? Al sana
hocanın suratından aksi bir surat daha! Burada ağlarsan dövecekler. Ötede
döverek ağlatıyorlardı. Birbirinin karşıtı ama ikisi de acı.
Gaz lambaları yandı. Ben de ayrılığın üzüntüsüyle yandım. Annemin o güzel, bana
her türlü korunmayı gösteren yüzü gözümün önünden geçiyor; sözlerini işitiyor
gibi oluyordum. Ah! O sevgiyi nasıl anlatayım? îki defa falaka yiyeyim. Annemi
göreyim. Yirmi defa kalfa kulağımı çeksin ben annemin yanında bulunayım.
Düşünmeye başladım. O zaman ne düşünebilirim? Hayatın her döneminde insan
düşünmeden geri kalmıyor. Demek ki, düşünme insan ruhunun gıdasıymış. Ben de
o .zaman içimdeki üzüntüyü düşünüyordum. Annemi hatırlayarak, korkumdan için
için ağlayarak içine düştüğüm karamsarlığa çare arıyordum. Kaçayım. Nereye?
Boyumun beş katı yükseklikte duvarlar, üç boyumda kapılar benim ufak
bacaklarımın sıçrayışına karşı aşılması mümkün
30
olmayan engeller gibi duruyor. Bu öteki okula benzemiyor. "Helaya gidiyorum,"
der, fırlardım. Burada yirmi, yirmibeş hizmetli var. Gözcü var. Kapıcı var. Hem
gece. Korkarım. Ah! O korktuğum geceler. Sonra alıştım. Onlar benim sevincimi,
kederimi, kızgınlığımı, kendi benliğime karşı başkaldırısımı, bahtsızlığımı,
rezaletimi, sevgimi gördüler. Beni eğlendirirken ağlattılar, fakat hiçbir zaman
sıkıntılarımı dağıtmadılar.
Düşünen yalnız ben miydim? Sınıfın hepsi
benim durumumdaydı. O gece, otuz üç masum ayrılık elemiyle içten içe
ağlıyorduk. Yalnız birbirimizin kulağına ulaşan o hüzünlü inilti, garip bir
çınlamayla birleşerek yürekten yüreğe çarpıyordu. Otuz üç temiz ağız bir anda
"Anne" diyerek, o kadar göz sevdiği yüzü görerek, o kadar yürek şu yokluktan
etkilenerek duruyordu. O çocuk sürüsü fısıltı arasında yürüyor, benim gözlerim
annemin odasını ziyaret ederek onu dikişiyle uğraşır görüyordu.
Acaba beni arıyor muydu? O şimdi yalnız. "Ben olsam eğlendirir dim. Ettiğim
yaramazlıklara bu kadar pişman olduğumu bilmem. Uslu uslu oturaydım, beni bu
okula vermezdi," diyerek kendi kendime kızıyordum. Bir düdük daha. Haydi yatsı
namazına!
32
Namazdan çıkar çıkmaz merdivenlere tırmandık.Ta üst kata çıktık. Ayrı ayrı
odalar, sıra sıra karyolalar. Görevlinin biri hepimize ayrı ayrı yataklar
gösterdi.
Soyunduk. Yattık; Bir türlü uyuyamadım. Yerimi yadırgadım. Yorganı çektim.
Boğuluyorum sandım. Fakat ne çare? Ağlayacağım. Artık dayanamadım. Boşandım. Bir
gözcü derhal başıma dikildi. Beni teselli ediyor. Yarın anneme göndereceğine söz
veriyor. Ağzımdaki tatlılık ne? Bir öksürük şekeri! Fena değil. Ben hem gözümden
yaş akıtıyorum, hem de o şekeri geveleyerek onun verdiği söze kanıyorum. Yarım
saat sonra uyumuşum.
Bir de uçurumdan uçar gibi düştüm. Vücudum tahtalar üzerine şiddetle çarptı.
Zaten ayrılık acısı yetmiyormuş gibi bir de vücutça acı çektim. Karyolaya
alışmamışım. O yanıma, bu yanıma döneyim derken aşağıya fırlamışım. Derhal bir
hizmetli koştu. Beni kucaklayarak yatağıma yaMrdı.
Ah! O gece! Uyuyacağım da yine düşüneceğim diye sabaha kadar gözümü kırpmadım.
• • •
Tam doksan gece ben okulun o kalın duvarlı, iri pencereli sağlam koğuşunda
yalnız
Falaka
33
yattım. Hemen her gece rüyada annemi görürdüm. Bu yüzün ortaya çıkması, hayal
bile olsa beni avuturdu. Duygularımla onu ziyaret ederdim. Onunla konuşur,
onunla sevişir, onunla eğlenirdim. Kâh özlem gözyaşlarımın yastığımı ıslatarak
soğuk, nemli bir zemin oluşturduğunu görüp çeviririm, kâh gülümseyerek kalkarım.
Yanaklarımda annemin öpücük bıraktığı dudaklarının yerini ararım. Bazen
birdenbire duygulanarak kanıyla, elinin emeğiyle oluştuğum o şefkatli tenin
kokusunu alıyormu-şum gibi lezzet duyarım. Bu lezzet duyma beni saatlerce
düşündürür.
Anne!.. Bu duygu pek yırtıcı, pek vahşi. Beni eziyor. Beni sevindiriyor. Fakat
yanımda
değil.
Okuduğum kitapta ana sözünü görür görmez titrer, derhal yanımdaki çocukla ana
hakkında söze başlardım. O da benim gibi, o da annesini seviyor, görmek, boynuna
sarılmak, ağlayarak öpmek, başını göğsüne dayayarak, orada uyumak, oradan
ayrılmamak, ona kul köle olmak, onu gücendirmemek istiyor. Ah! Bilseniz, bu
ortak sevgi ne kaJar etkilidir. Bilseniz o masum ağızın konuşmasında ne kadai
düzgün bir etki bulunur. Ben bunların tümünü duyardım. Tümünü düşünerek
kurardım.
34
Sade ben mi? Hepimiz öyleydik. Bazen çalışma salonunun dışarıyı gören
penceresinden sokağa bakardım. Sokağın başında bir kadın durmuş okula bakıyorsa
herkese haber verirdim. Hepimiz "Benim annemdir," diye o bilinmeyen insanı
benimserdik. Bir gün tümümüz birden ağlayarak mubassırı da hıçkırıklara
uğrattık. O sert, katı yürekli görevli bile yumuşadı. İki üç saat yanımıza
uğrayamadı.
Doksan gece bu! Benim gibi bir ayrılık kurbanı o yaşta ne olur? O zaman bile
annemin sözlerini hatırlayarak kendi kendime:
"Anne! Kötü ettin. Dalının biri kuruyacak," diye ona içimden çatardım. Fakat kim
işitecek. Feryat! Feryat mı? O duvarlar da ses yankılanmaz. Yankılansa bile daha
kötü. Çünkü yine benim yüreğim çarpacak değil mi? Ben sessizlik istiyorum.
Heyecan ve üzüntüden kaçıyorum.
Okula girdiğimin ikinci ayıydı. Teneffüs salonunda oturuyordum. Dalmışım. Galiba
ders ezberliyordum. Kapı açıldı. Gözcü bağırdı:
"Rasim Efendi!"
Fırladım. Korka korka yanına yaklaştım, elimden tuttu. Götürüyor. Nereye? Acaba
hapishaneye mi? Bir kabahatim yok. Nasıl yaramazlık ederim? Kolum kanadım kırık.
Beni
35
koruyan yok, ev yok... Ah, anam yok! O yüreğimdeki sevghl görünmüyor. Şimdi
bütün bütün kimsesizim. C beni döverdi. Fakat birlikte ağlardık. O, beni
incittiği halde üzüntülerime ortak olurdu. TVni gece koynunda ısıtarak, vurduğu
yerleri ovalayarak, sık sık uyandıkça okşayarak, sabahleyin yüzüme gülerek
gönlümü
alırdı.
Ben şaşkın şaşkın yürüyordum. Aşağı indik. Alt katta bir odaya girdik.
Aman yarabbi! Gözlerim karardı. Aklım durdu. Orada birisini gördüm. Onu
gördüm. O!.. O!.. Hani ya bütün gün ağladığım annem! Orada oturuyor... Onun
yanındayım ha! O gelmiş, beni görecek ha!.. Allah bana acımış, dualarımı
kabul etmiş. Koştum. Ağlaya ağlaya boynuna sarıldım. Gözyaşlarını onun
akıttığı gözyaşlarıyla birleşti. İkisi de bir yerden akıyor. İkisi de bir yüzü
ıslatıyor. İkisi de aynı sıcaklıkla o yumuşak teni yakıyor. İkisi de bir yüreğin
en fazla kaynayan yerinden koparak b' sanıyor, iki damla duygu birleşmesi gibi
bir akıcılık örneği gösteriyor. İki göz birbirinin gözbe' eğini içinde birbirine
bakan bir vücıt gibi görüyor. Ben kendimi onun gözünde, o hem kendi gözünde
görüyor. İki ruh karşılıklı ayna kesilmiş birbirimize bakıyoruz.
İki sevgili ağız, ayrı fakat
36
anlamca bir söz söylüyor. O bana "Yavrum!"; ben ona "Anne!" diyorum. Ne farkı
var? Ben annemden başka değilim. Ben oyum.
Görevli dayanamamış, bu manzarayı görür görmez kendini dışarıya atmış. Biraz
sonra heyecanımız yatıştı. Beni öptü, okşadı. O, dalında, gelecekte güzel
meyveler görmeyi arzu ettiğini söyledi. Çalışmamı, güzel terbiye kazanmamı rica
etti. Peki, çalışırım. Ben onun dediklerini yapmazsam, kimin dediğini yaparım?
Bana yemiş getirmiş, kim yer? Sevdiğim yemeklerden birer parça almış, onlara kim
bakar? Karşımda ruhumun gıdası duruyor. Böyle bir manevi sofra varken başka
şeyler göze görünür mü?
Ben boyuna yüzüne bakıyorum, boyuna gülüyorum. Boyuna o da beni öpüp seviyor,
okşuyor.
Bana mendil, çorap, fanila getirmiş, ya! Artık kış gelmeye başlamıştı. O beni
düşünmüş. Hiç düşünmez mi? Bana sordu:
"Üşüyor musun?"
Ben o zaman soba ile yatsam üşüyeceğim, hiç üşümez miyim? Ben anamdaki hayat
veren sıcaklığı nerede bulurum?
Yine sordu:
"Dövüyorlar mı?"
37
Ne yazık! Keşke dövseler. Ben razıyım. O yanımda olsun da ben her sıkıntıya razı
olurum.
Yine sordu:
"Aç kalıyor musun?"
İştahım yok ki yemek yiyeyim. Açım. Anamın sevgisine doyamıyorum.
Yine sordu:
"Sıkılıyor musun?"
Patlayacağım. Bu sıkıcı özlemden kurtulamıyorum.
Nihayet bir saat sonra kalktı. Bana: "Rasim! Yavrum! Seni göreyim. Yüzümü kara
çıkarma. Oku, çalış. Ben seni her zaman gelir görürüm. İdareden izin aldım. Beni
düşünme. Şu okuldan çık. Ben de rahat olayım," dedi. Bir kere daha öptükten
sonra ayrıldı. O döner, ben dönerim. O başını sallar, ben de sallarım. Bahçenin
yokuşundan çıkarken bir daha bakıştık. Ben yerimde çiviyle çakılmış gibi kaldım.
Hep ona bakıyordum. Okulun o koca, demir kapısı açıldı. O zayıf vücut çıktı.
Ağır, ıslık gibi tiz bir sesin ardından "Güm!" diye bir şey öttü. Kapı kapandı.
Annem dışarıda, ben yine içeride kaldım. Bu olaydan sonra tam bir ay geçti. Ben
gene özlem içinde kaldım. Annemi göremiyorum. Bir Perşembe günü saat altıda
bizi dershaneden
38
kaldırdılar. Yukarıya çıkardılar. Yeni urbalar giydik. Yeni potinler verdiler.
Kaput da var. Acaba ne olacak?
Görevli ihtiyatsızlık etti. "İzne gideceksiniz," dedi. Bugün mü? Bugün ya!
Çıldırmak işten değil. Bir velvele koptu. Bu sevinç gösterisi bizi seyre gelmiş
olan müdürü de şaşırttı.
Yine teneffüs salonuna indik. Görevli kapıdan bağırıyor:
"Ahmet Efendi!"
Haydi, o gidiyor.
"Hüseyin Efendi!"
O da gidiyor. Daha ağzını açarken hepimiz baştan aşağı kulak kesiliyoruz. Herkes
bu kurada öne geçmek istiyor. Kuraya ne hacet... Zaten hepimiz gönüllüyüz. Ana
fedaisiyiz. Öyle değil mi ya? Vatan, ailenin büyüğü değil mi? Biz onu niçin
seviyoruz. Biz onu neden korumak için çalışıyoruz? Böyle sevgilerin ortaya
çıktığı yer olduğu için değil mi? Böyle karşılıklı duyguların kaynaştığı kutsal
yer olduğu için değil mi? Vatanını sevmeyene lanet ediliyor. Allah anaya, babaya
saygıyı emrediyor. Öf dedirtmeyeceğiz. Yarabbi! Sen benim kusurlarımı affet.
Görevli bağırdı. Bir isim daha... Acaba ben miyim? Öyle ya, benim! Benden başka
Rasim
adlı kimse yok. İlerledim. Bir hizmetli bana yol gösterdi. Müdürün huzuruna
çıktık. Gerekli öğütleri dinledim. Ertesi gün saat on birde okulda bulunacağım.
Bir temenna. Kapıdan dışarı fırladım. Anam beni orada bekliyor. Derhal sarıldım.
Aman! Urbalar bana pek yakışmış. Artık erkek olmuşum. Asker... Küçük zabit...
Mini mini okullu... Potinlerim gıcırda-dıkça ayağımın altında taşlar eziliyor
sanıyorum. Kaputun düğmelerini özellikle çözdüm. Parlak toka meydanda duracak.
Üzerindeki kutsal "Darüşşafaka" kelimesi görünecek. Ben vatan şefkatine
sığındığımı göstereceğim. Anamın, hayır büyük annemin himayesindeyim. Başta
devlet büyüklerinden itibaren halktan kimselere kadar herkes beni koruyor. Bunu
açıkça ispat etmeliyim. Ben gerçekten, mübaret vatan ağacının bir dalıyım. Beni
yaprak ve meyvelerle dolu görmek için milyonlarca nüfus bana bakıyor. Acaba
şimdi bu himayeye hak kazandım mı? Hayır, daha hizmet etmeye mecburum. İşte bu
mecburiyet bana şu vicdanımın sesini yazdırıyor. Çocukluğumda, gençlik
gecelerimde geçirdiğim çalışma saatlerini anlatacağım. Çalışmak! Bu bana ana
nasihatidir. Kabil değil terk edemem.
Ah, o gece... Annemle karşı karşıya, yan
yana bulunduğum o gece... Ne kadar çabuk geçti. O ziyafet neydi? Bir alay yemek,
birtakım yemiş. Komşular geldi. Herkes anneme "Gözün aydın," diyor. O da bana
bakıp gülerek:
"Çok şükür olsun. Bu yaşa getiren Tanrı'ya hamdolsun," diyordu.
O gece ömrümde en rahat uyuduğum bir geceydi. O güzel uyku, mutluluk dolu bir
dinlenmeden başka bir şey değildi. Fakat yirmi beş, otuz saatlik o mutluluk ne
kadar sürebilir? Ertesi gece ben okulda yalnız yatıyor, yine o vefalı arkadaşımı
düşünüyordum.
42
Hüseyin Rahmi Gürpınar
43
lıl
FALAKA
Çocuklara ayrılan bu işkence aleti uçtafi uça ip bağlanmış bir sopadır. Suçlunun
ayaklan bu sopayla ipin arasına geçirilir. Sopa vuruldukça ayaklar bileklerinden
falakaya sıkışır. Son vurmada çocuk kıskıvrak bu kapana tutulmuş olur. Suçun
derecesine göre ayakkabı çıkarılır. Değneklerin çıplak tabanlarda her
saklayışında çocuk acı çığlıklarla kıvrıla kıvrıla kendini yerden yere vurur.
Kesik kesik hıçkırıklar, tıkanmalar, boğuk iniltilerle yalvarır:
45
isp
"Aman Hoca Efendi, vurma, köpeğin olayım. Of, ölüyorum. Anneciğim, anneciğim...
Allah aşkına vurma Hoca Efendi, bir daha yapmam... Vallahi ezberlerim. Ah anam,
ah... Aman..."
Sonunda ses kesilir. Debelenmeler durur. Baygını kaldırırlar.
Cennete uygun görülen dayak işte budur. Uygar yüreklerin dayanacağı manzara
değil. Bu acıklı satırları abartmalı bulanlar varsa dayaktan ölmüş çocukların
ana babaları tarafından katil hocalar aleyhine açılan dava kütükleri bugün de
bulunabilir.
Türk çocuğunun okul adına geçirdiği bu işkence çağını hatırlayan, elbette benden
başka sağ olan ihtiyarlar da vardır. Yaradana sığınıp da kulak tozuna indirilen
bir sille ile cennete uçurulmuş yavrucakların acıklı öykülerini, uydurulmuş kurt
masalları sanmayınız.
Bu kadar dayak karşılığında öğrendiklerimiz, hiçbir sözcüğünü anlamadan
papağanlar gibi öttüğümüz Arapça sözlerdir...
* * *
Okulun bahçesine, günün saatine göre, simit, üzüm hoşafı, pelte sucuğu
satıcıları gelir.
46
i II
Gündeliklerimizle alır yeriz. Ama bu herifleri sevmeyiz. Çünkü onlar falaka
uçlarını tutan cehennem bekçilerimizdir. Hoca bu uğursuz işi onlara gördürür.
Okul içinde yüksekçe bir yere komuş musluklu bir küp, yanıbaşına zincirle asılı
bir bakır maşrapa vardır. Hepimiz ondan su içeriz.
Hela tek olduğu için oraya garip bir usulle gidilir. Kapıya, bir yanına "Geldi",
öbür yanına "Gitti" yazılı bir tahta asılıdır. Dışarı çıkacak çocuk, bu tahtayı
"Gitti" durumuna koyar, yürür. Bu tahta "Geldi" durumuna dönmedikçe başka çocuk
helaya giremez. Bu usul bazen oldukça garipliklere yol açar. Çocuğun biri
sıkışmıştır. Ama tahta "Gitti" gösteriyor. Bu yavru, elleri çişin zorladığı
yerde, beli iki büklüm, yüzü kıpkırmızı, son tetikte olduğunu anlatır bir
yalvarışla hocanın karşısına dikilir:
"Hoca efendi..."
Hoca, çok acımasız bir yüzle tahtayı göstererek;
"Gitti'yi görmüyor musun? Çekil, yerine otur." diye bağırır...
Akıntıyı tutma gücünü yitirmiş olan çocuk, yaşların bir kısmını gözlerinden
salıvererek, yerinde kaynar gibi dalgalı dalgalıdır:
" Hoca efendiciğim..."
48
Falaka
İnsafsız herif bu kez koca sırığa el atınca, yavru, sopayla haşlanmaktansa,
altını ıslatmanın daha az kötü bir yıkım olacağını anlar. Aşağıdan yukarıdan
sıza sıza yerine döner. Bu kazaların sayısını ancak kirli don yıkayan analar
bilir.
". • • • ¦ '
Okula başlayalı bir yılı geçti. Bu iç karartan, falakalı, sopalı, belâlı çatı
altı, yaradılışıma hiç uygun gelmedi. Sıkılıyordum. Hele akşamları okul
dağılırken okunan bir dua vardır. Bir dilenci duası makamıyla okuruz. Tam bir
saat sürer. Zihnime yabancı gelen bu uzun ilâhinin tek bir cümlesini bile
ezberleyemedim. Ama dayak korkusuyla ben de çocukların çıkardıkları genel
makamın içine güftesiz kuru şamata sesimi katarak işi harazaya boğuyordum. Aman
Tanrım, hoca, bu kalpazanlığımın farkına vardı. O koca incir sopası birdenbire
beynimden aşağıya indi. Fes, bir tampon işini gördüyse de, sırığın ucu enseme
kaydı. Orasını kikiştirerek akrep sokar gibi haşladı. Elimle yokladım.
Parmaklanma kan bulaştı. Ah, yaralanmıştım.
• * *
50
Haminnem, kızının yani annemin ölümünden sonra uğradığı büyük sinir krizleri
geçirmiş çabuk duygulanan bir kadındı. Öfkelenince onu durdurmak çok güç olurdu.
Uluorta alır, yürüyüverirdi. Hazırcevaptı, nükteli sözler söyler,
karşısındakiler! güldürürdü. Beni öksüz büyütmüş olduğu için üzerime titrer, toz
kondurmaz, pek değerli tutardı. Eve yaralı, üzgün dönüşümde ne olduğumu sordu.
Hüngür hüngür, dizlerine kapanarak, olanları anlattım. Vay vayyy!..
"Verin bana bir sopa, ben de gidip o herifin kafasını patlatayım, sarığını
boynuna geçire-yim!" diye naralar atmaya başladı.
Ev halkı, okulun dağıldığını, hocanın şimdi yerinde bulunmayacağını zor
anlatarak çok güçlükle tutabildiler .onu... Gözlüğünü taktı. Durmadan yaramı
gözden geçirip haykırıyordu:
"Hay eli kırılası cehennem kaçkını. Bıçakla oyar gibi yavrumun ensesine yara
açmış!"
Çabucak hazırlandı. Elimden tuttu. Eczaneye götürdü beni. Pansuman yaptırttı.
Boynumu merhemler, pamuklar, gazlıbezlerle sardırdı.
Ertesi sabah yeldirmesini giydi. Başını örttü. Eline kalın bir baston aldı. Yine
benim elimden tuttu, okul yolunu tutturduk. Gözlerinden taşan öfkenin sinirli
yüzüne verdiği bunaltılı görünü-
51
şüyle kapıdan içeri girince, bu gelişten hoca, kopacak fırtınayı anladı.
Haminnem, kavukluya yaklaştı. Biraz eğilerek,
"Çocuğumun ensesine yara açmışsın,"
dedi.
Kavuklu, hocalık ağırbaşlılığını bozmayacak
bir sertlikle karşılık verdi:
"Olur a... Okuldur bu... Adam olsun..." Büyük annem, krizin büyük dalgasıyla,
"Bana bak Kayserili. Ben adamın ellerini arkasına bağlattırır da sılasına
gönderirim. Elâlemin çocuklarını pastırmalık eşek yavrusu mu sanıyorsun? Ben onu
nasıl büyüttüm. Bu yaşa getirinceye kadar çektiğimi Tanrı bilir. Görmüyor
musun? Zayıf, çöp kadar çocuk? Biz ona gülle dokunmayız," dedi.
Bütün çocuklar susmuş, dinliyorlardı, öğrenci karşısında hocalık onuruna karşı
savrulan aşağılayıcı sözlerden dayanıklılığı sarsılmaya başlayan Kayserilinin
başında kavuğu karagöz-vari bir halle depreşti ve bağırdı:
"Çocuğun bu kadar değerliyse al götür
kadın..."'
Hafiften başlayan, yavaş yavaş yükselen bu konuşmanın sonu neye varacaktı? Küçük
aklımla kaygılanıyordum. Haminnemin elinde bir bastonu, hocanın sayısız sopalan
vardı.
52
Aklına korku getirmez bir çekinmezlikle haminnem karşılık verdi:
"Götüreceğim, ama seni de burada bıraktırmayacağım. Maarif Nâzın (•) akrabamdır.
Yarayı göstereceğim. Cezasını isteyeceğim."
Kavuk, asıl şimdi yerinden birkaç kez zıpladı.
Haminnem devam etti:
"Kur'andan bir iki cümle ezberlemiş olmaktan başka ne özelliğin var?
Çevrendeki şu falakalara, sopalara, sırıklara bak, bir de şu birer damlacık
yavruların masum yüzlerine bak. Sarıklı haydut! Okul hocasından çok Büyücü
Oyunu'nun (*) kavuklusuna (*) benziyorsun. Bu yaşta çocuklara, neler
okutturuyorsun sen! Çocuk bizden bazı şeyler soruyor, cevap vermeye utanıyoruz.
Çocuk eğitimi nerede, siz nerede? Kavukla, sopayla adam korkutuyorsunuz.
Tulumbacı (*) bozuntuları..."
Hocanın suratına bağrılan bu hakaretlerin
Maarif Nazırı: Milli Eğitim Bakanı.
Büyücü Oyunu: Büyücü bir hocanın yaptıklarını konu edinen bir orta oyunu.
Kavuklu: Ortaouyununda başında bir kavuk taşıyan baş oyuncu.
Tulumbacı: Eski istanbul'da yangın söndürme işini görev alan kimse.
53
sevinciyle, çocuklar arasında fıkır fıkır gülüşme kaynaşmaları dalgalanıyordu.
Kendini oturduğu postun üzerinde derebeyi sanan hocanın gözleri, haminnemin
elindeki bastonla kendi sopalarını kıyaslamaya kalkıştığı sırada, okuldan içeri
İhsan Bey girdi. Büyük annemin elinde büyüyen okullu genç, gürbüz yüzbaşı, olayı
işitmiş, hemen koşmuş. Artık kazanacağımız yüzde yüz belli oldu.
ihsan Bey, Haminnemin yavaşça kolundan çekerek,
"Hadi anacığım, gidelim. Senin buraya gelip de bu yobazı karşına alman bir
küçüklüktür," dedi.
Rahmetli büyükannem, bu sahip çıkmadan biraz şişti. Şımardı. Kasılarak hocaya
döndü:
"Sarıklı zebani, seni öldürtürüm. Sakalından şu dut ağacına astırır da ibret
için seyrine baktırırım/' diyerek gözdağı verdi.
İhsan Bey, bizi okuldan çıkarırken hocaya döndü, nefretini sesinin sertliğiyle
anlatarak şunları söyledi:
"Bu masumlardan önce asıl senin sopalı eğitim görmen gerekiyor. Hele bu
mahalleden bir çocuğun burnunun kanadığını işiteyim, vallahi gelir, anamın şimdi
söylediği cezayı uygularım."
%
54
O gün hocanın öğrenci gözünde kaç paralık değeri kaldığını bilmiyorum. Eve
döndük.
• • •
O hafta okulu değiştirdiler. Çıngıraklı Bostan'in yanındaki taş okula verildim.
Sonra da Pertevniyal Valide Rüştiyesi... Bu okulun falakası, adının sultanlığına
uygun bir gösterişte gümüş kaplamalı; kırbacı da, yine sapı gümüşlü fil
organındandı. Kurucusuna rahmet, ama bu dayak âletinin gümüşlendirilmesindeki
alay nedir? Falakaya yatan 'Dayak yedim ama gümüşlü kırbaçla yedim,' diye
övünebilirse de bu lüksün acıyı daha az duyurduğuna kimseyi inandıramaz.
* * *
\
\
Kim bilir ne kadar sayısız Türk çocuğunun
-ap yaşlarıyla ıslanmış olan barbar hocalar
in bu işkence âletini, bugün müzelerde
*er elbette bu acı belge önünde insancıl
Ta ürperti geçirirler. Çünkü onda,
clanmış, geçen yüzyıl yavrularının
4 eşlerini heyecanlandıracak bir
bir tarih belgesi vardır.
Ömer Seyfettin _ Falaka
www.kitapsevenler.com
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden
Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından
Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir
Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin
Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem
Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz
Bilgi Paylaştıkça Çoğalır
Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK
MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim
ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir
ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü
bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu,
vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill
alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda
öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde
satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması
ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde
deneme yayınına geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı
Ankara
Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak
Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin
Tarayan Yaşar Mutlu
web sitesi
www.yasarmutlu.com
www.kitapsevenler.com
e-posta
yasarmutlu@kitapsevenler.com yasarmutlu@yasarmutlu.com
mutlukitap@hotmail.com kitapsevenler@gmail.com

You might also like