You are on page 1of 424

KARANLIK VE

AYDINLIK

Gökcan Şahin
YAZAR

Gökcan Şahin

EDİTÖR

Ozancan Demirışık

KAPAK TASARIMI

İlkay Kalkan

YAYIN TARİHİ

Şubat 2009

Bu e-kitap Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü üyesi Gökcan Şahin

tarafından yazılmış ve www.xasiork.biz adresinde yayınlanmıştır.

Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz,

çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
İÇİNDEKİLER:

Önsöz ……………………..5

Tekrar ve Tekrar .………...8

Kale Direği ………............27

Kızıl Gözler ……………...48

Tuzak …………………….70

Takipçi …………………...78

Canlı Bomba …………….90

Kızılhan Hırsızları ….....102

Kara Kaplı Kitap ………121

Ro ……………………….137

Şeytan Diyor Ki ……….150

Şeytan Avcısı …………..163

Şeytan Tablosu ………...177

Şeytan Tuzağı ………….233

Ölüm Kalım Meselesi …267

Karanlık ve Aydınlık ….278


ÖNSÖZ

“Hayal bilimden daha önemlidir, çünkü bilim sınırlıdır.”


Dünyaya kendini kabul ettirmiş bir bilim adamı, gelmiş geçmiş en
zeki insanlardan biri olan Albert Einstein böyle söylüyor. Bilim bile bir
yerde tükenebilir ama insanoğlunun hayal etme gücü uçsuz bucaksızdır.
Bugün her yanımızı saran teknolojinin bir zamanlar sadece bir hayal
olduğunu hepimiz biliyoruz. Şimdiki hayallerimizin de geleceğin
gerçekleri olduğunu… Hayal etmek insanlığa bahşedilmiş en önemli
yeteneklerden biri ama peki biz bunu yeterince kullanabiliyor muyuz?
Evet, dünya kullanıyor, birileri bir şeyler hayal ediyor, üretiyor,
geliştiriyor ve dünyaya hâkim oluyor. Ama biz Türk insanı olarak hep
hayalleri arka plana atmaya yönelik yetiştiriliyoruz. Daha çok küçükken
hayalci olmamamız konusunda sürekli uyarılıyor, gündelik hayatta
gerçeğin dışına bir adım atmaya korkan bireyler olarak yetiştiriliyoruz.
Okullarda sürekli bir şeyler öğretiliyor, ama hayal kurma ve bunları
paylaşma adına hiçbir şey yok. Aksine bence okullar insanın içindeki
hayalci çocuğu yok ediyor. Hayal olmayınca fikir olmuyor, fikir
olmayınca üretim olmuyor, üretim olmayınca gelişme olmuyor. Ve hep
yerimizde sayıyoruz.
Hayal gücünün en etkili şekilde kullanıldığı alanın sanat olduğunu
hepimiz biliyoruz. Ülkemizde gerçek sanatçıların ne kadar az yetiştiğini
Karanlık ve Aydınlık

ve bunlara aslında ne kadar az önem verdiğimizi de… Neden sanatçı


yetiştiremediğimiz de aslında ta çocukluğumuza dayalı bir şey. Aileler
çocuklarının resim yapmasını, müzikle uğraşmasını, kısaca beş parasız bir
sanatçı olmasını istemiyor. Tüm çocuklar mühendis, doktor, avukat vs.
olmak için şartlanıyor. Bu durumda ne üniversitelere yerleşebiliyorlar, ne
de mezun olduktan sonra iş bulabiliyorlar. Bu mekanizmayı kırmayı
başaran sanatçılar ise sanattan zevk almayı bilmeyen insanlardan oluşan
bir toplumda elbette değer görmüyor ve bu bir kısır döngü halinde devam
ediyor.
Edebiyat sanatına bakarsak yine hayal eksikliğini görürüz. Türk
yazarlar fantastik kurgu, bilimkurgu, korku, gerilim, polisiye gibi hayal
kurma üzerine kurulu türlerde eser vermiyorlar pek. Çünkü tutuculara
göre o türler edebiyat bile sayılmamakla birlikte, gerçek hayatı birebir
yansıtmadığı için ufkumuzu açmıyor(!). Kendini edebiyatçı olarak gören
birçok insanda bu türlere karşı bir alaylı tavır görmek bile mümkün.
Neyse ki yeni nesil artık bu tutuculuğun pençesinden kurtuluyor
gibi görünmekte. Gençlerden çok şey bekliyoruz ve umutluyuz.
Hayallerinizi bastırmayın arkadaşlar. Onlar bizim geleceğimiz…

***

Karanlık ve Aydınlık, benim hayallerimin kâğıda dökülmüş ve


kurgulanmış hali aslında. Çocukluğumdan beri sürekli hayal kuran, hayali
kahramanlar yaratan biriydim ve içimdeki bu potansiyeli dökebileceğim
en iyi yerin öyküler olduğuna karar verdim. Bir süre kendi kendime
öyküler yazdım ve pek kimseye okutmadım. Amacım sadece yazmaktı.

6
Gökcan Şahin

Sonra Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’yle tanışınca her şey değişti.


Yazdıklarımı paylaşmaya ve eleştiriler doğrultusunda kendimi
geliştirmeye başladım. Gelişim sürecim hâlâ devam etse de ilk güne göre
epey yol kat ettiğimi düşünüyorum.
Şu ana kadar yazdığım elliye yakın öyküye rağmen fikirlerimin
tükenmek yerine daha da cesurca dışarı çıkabilmeleri, ömür boyu
yazabilmek konusunda beni umutlandırıyor. Belki kitaplarımı basacak bir
yayınevim olmayacak, belki bu işten hiç para kazanamayacağım ama
kendim için hep yazacağım. Hayaller boşa gitmemeli…

***

Bu e-kitap on dört öykü ve bir kısa roman içeriyor. Öykülerin çoğu


birbirinden bağımsız olmakla beraber, kitabın sonundaki kısa roman
hepsini birleştiriyor.
Elinizdeki sayfalarda hemen hemen her türden öyküler
bulacaksınız. Korku, gerilim, fantastik kurgu, bilimkurgu, dram, polisiye
ve aksiyon öykülerinden oluşan ve iki yıllık bir çalışma sonucu ortaya
çıkan “Karanlık ve Aydınlık”ı seveceğinizi umuyorum.
Bir hayal denizine dalmaya hazırsanız sayfaları çevirmeye
başlayabilirsiniz.

7
TEKRAR VE TEKRAR
1

Hafta içi olduğu halde o gün işe gitmeyen Kemal Güven sabahtan
beri boş boş oturuyor, sıkıntıdan patlıyordu. Önceki hafta sonu özel bir
durum nedeniyle işe gitmesi gerekmiş, izni hafta içine kalmıştı. O da o
gün yapmaya karar vermişti iznini. Ama bu kadar sıkıcı olacağını tahmin
etmemişti. Karısı ev hanımı olduğundan tüm gün evdeydi ama ev işlerini
yapmaktan başka bir şey yapmıyordu ki.
Bari biraz haberlere göz atayım diye düşünüp televizyonu açtı. Ana
haber saatine daha çok vardı ama elbet bir haber kanalından öğrenirdi o
gün neler olduğunu. Daha televizyonun ilk elektriklenmesi gitmeden ev
telefonu iki kere çaldı. Orta yaşlı adam televizyonun karşısından kalkıp
telefonu açtı.
“Alo, buyurun.”
“Kemal Güven siz misiniz?”
“Evet, benim.”
“Şey… Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama… Size kötü bir
haber vermek zorundayım.”
“Ne oldu?”
“Ben Küçükçekmece polis karakolundan arıyorum. Oğlunuz…
Oğlunuz Kerem bir kaza geçirdi ve…”
Kemal Güven ‘kaza’ ve ‘Kerem’ sözcüklerini bir arada duyunca
şok olmuştu.
Karanlık ve Aydınlık

“Ne? Kaza mı?” Kalbi göğsünü delercesine atıyordu. Bu sırada


karısı Aynur da kocasının panik dolu sesini duymuş olacak ki odanın
kapısında belirmişti, ama Kemal onu fark etmeden telefonun diğer
ucundaki sesi dinlemeye devam etti:
“Aslında kaza değil. Büyük bir patlama…”
“Kerem’e bir şey mi oldu polis bey?”
“Oğlunuz vefat etti Kemal Bey, çok üzgünüm.” Bir duraklama
oldu. Duvardaki saatin tıkırtısını gök gürültüsüne çeviren bir sessizlik.
Kemal, erkekler ağlamaz görüşünü savunurdu. Ailesinden öyle
görmüş, öyle yetişmişti. Nitekim oğlunun doğumundaki sevinç
gözyaşlarından sonra gözyaşı döktüğünü hatırlamıyordu. Ancak o sırada
o itaatkâr yaşlar Kemal’in tüm görüşlerini, adetlerini yıkarak
yanaklarından süzüldü. Kısık bir sesle konuştu telefona:
“Emin misiniz? Ne oldu? Ne kazası? Ne patlaması?”
“Beyefendi, üzüntünüzü anlıyorum. Sizden sakin olmanızı
isteyemem ama lütfen dinleyin… Oğlunuzun bindiği otobüs
Küçükçekmece Belediyesi istikametinde E5 üzerinde seyrederken büyük
bir patlama oldu. Bir bombanın sebep olduğunu sanıyoruz. Görgü
tanıklarına göre patlama sırasında zaten yolcuların çoğu ölmüş. Otobüs
bariyerlere çarpıp yan devrilmiş ve hemen yanmaya başlamış. Müdahale
edilene kadar da tüm yolcular tanınmaz hale gelmiş…”
“Peki Kerem’in otobüste olduğunu nereden biliyorsunuz?”
“Üzerinde kimlik bilgileri yazılı olan öğrenci pasosunu bulduk. Đki
koltuğun arasına sıkışmış ve zarar görmemiş. Otobüstekilerden yalnızca
birkaçının kimliği hakkında ipucu bulduk zaten. Biri de oydu. Pasodaki

10
Gökcan Şahin

bilgilerden sizin telefonunuzu öğrendik. Oğlunuz için gerçekten


üzgünüm.”
Telefon konuşması bittiğinde Kemal, karısının da orada olduğunu
ve her şeyi duyduğunu fark etti. Elinde sarı renk bir toz beziyle titreyerek
ağlamaya başlamıştı. Karısının yanına gitti Kemal ve ona sımsıkı sarıldı.
On yedi yıldır onca emek verip büyüttükleri çocuğunun bir anda yok
oluşuna inanamıyordu. Keşke telefondaki adam yalan söylüyor olsaydı.
Keşke onlara eşek şakası yapmaya kalkan eski bir arkadaş olsaydı…
Televizyondaki yayın aniden kesildi. Ekranda kocaman harflerle
‘Son Dakika’ yazdı. Bayan spiker konuşmaya başladı ve Kemal’in
içindeki son umut da tükendi. Haber, Küçükçekmece’deki patlamadan
bahsediyordu. A4 tipi bir bomba belediye otobüsünde patlamış, onlarca
kişi hayatını kaybetmişti. Kimliği belirlenen altı kişi arasında Kerem
Güven’in de adı vardı.
Aynur artık sesli sesli ağlıyor, anlaşılmaz şeyler söylüyordu. Evlat
acısı gerçekten de acıların en büyüğüydü. Tüm benliğini oğlunu bir kez
daha görme isteği kapladı ama artık bu imkânsızdı.
Üzerlerindeki ilk şoku atlatıp olay yerine doğru yola çıktıklarında
saat beşe çeyrek kalayı gösteriyordu.

“Off ya, yine mi! Nasıl bu kadar dikkatsiz olabilirim? Üçüncü kez
oluyor bu. Babam yine köpürecek,” diye düşünüyordu genç adam.
Şirinevler otobüs durağındaydı. Başı avuçlarının arasında dudaklarını

11
Karanlık ve Aydınlık

kemirerek oturuyor, yere koyduğu okul çantasına bakıyordu. Tam yarım


saattir oradaydı. Yanındaki banka oturanlar durmadan değişiyordu ama o
hiç kalkmıyordu. Çünkü büyük bir sorunu vardı. Akbilini kaybetmişti ve
eve nasıl gideceğini bilmiyordu. Parası da yoktu. Son parasını kantinde
bir paket bisküvi için harcamamış olsa halk otobüsüne veya minibüse
biner giderdi. Ya da bilet alırdı. Ama son kuruşuna kadar harcamıştı işte.
Nerede kaybetmiş olabilirdi ki akbilini? Nerede? Okuldan çıktıktan sonra
olanları bir kez daha zihninde canlandırmaya çalıştı:
Saat 15.30’da Çapa’daki lisesinden çıkmış ve otobüs durağına
gitmişti. Şanslıydı, daha durağa varmadan 145 numaralı yeşil otobüsün
durağa yanaştığını fark etmiş ve hızla yürüyerek otobüse yetişmişti.
Đndirimli öğrenci akbilini kullanmış ve sol pantolon cebine koyarak
arkaya doğru ilerlemişti. En arkalarda boş bir koltuk bulmuş ve
oturmuştu. Sonra otobüs hareket etmişti. Duraklar geçtikçe otobüs
kalabalıklaşmıştı. Aksilik bu ya, yaşlı bir kadın onun oturduğu yere
ulaşmıştı. Hem de nasıl yaşlı. Onu gören biri dünyanın en yaşlı kadını
olduğunu sanabilirdi. Belki de öyleydi, kim bilebilir ki. Yüzü buruş
buruştu ve tıpkı çizgi filmlerdeki cadılar gibi et benleriyle kaplıydı.
Kafasında sivri bir şapka, altında tahta bir süpürge olsa cadıdan bir farkı
kalmazdı.
Genç adam önce kadını görmezlikten gelmiş, başkasının yer
vermesini beklemişti. Ama kimse oralı değildi. Bir an kadınla göz göze
gelmişlerdi ve genç adam kendini yer vermek zorunda hissetmişti. Yer
verirken kadının en azından teşekkür etmesini bekliyordu; ama ses
çıkarmadan koltuğa kurulmuştu bile.

12
Gökcan Şahin

Otobüs boş olsaydı bari. Aksine her durakta daha da


kalabalıklaşıyor, sanki herkes bu otobüse biniyordu. Önden binenlerin
sıkıştırmasıyla arka kapıya kadar sürüklenmişti. Şirinevler’e geldiklerinde
işler iyice çığırından çıkmış, şoför arka kapılardan da yolcu almaya
başlamıştı. Genç, iyice bunalmış, artık dayanamayacağına karar verip
açık olan kapıdan dışarı atmıştı kendini. Nasıl olsa başka bir otobüse
binip aktarma yapabilirdi. Ne gerek vardı bu çileyi çekmeye.
Birkaç dakika sonra, binebileceği başka bir otobüs gelmişti.
Otobüs boştu üstelik. Oturarak bile gidebilirdi. Otobüsün kapısına doğru
sevinçle yürümeye başlamıştı; ama bu sevinci kısa sürmüştü. Elini
pantolonunun sol cebine attığında akbilini bulamamıştı. Diğer cebine de
bakmıştı. Orada da yoktu. Sadece cep telefonu vardı. Ceketinde de,
pantolonunun arka ceplerinde de değildi. O anda içini buz gibi soğuk bir
his kaplamıştı. “Hasiktir!” diye az daha dışından söyleyecekti. Yine
kaybetmişti. Bu üçüncü oluyordu.
Görünen o ki otobüste düşürmüştü akbilini. Đnsan o kalabalıkta
kendini bile kaybedebilirdi… Parası da yoktu. O sırada uzaklardan bir
patlama sesi duyduysa da kendi derdini düşündüğü için pek farkına
varmamıştı.
Tek bir çözüm kalmıştı: Babasına telefon edip onu almasını
sağlamak. Kontörü de, telefonunun şarjı da vardı; ama bu kez de telefonu
defalarca çaldırmasına rağmen babası bir türlü açmadı. Yine panik
olmaya başlamışken aklına babasının o gün evde olacağı geldi. Eve
telefon etti. Bir kez çaldı, iki kez çaldı, üç kez çaldı, (Allah Allah, nerede
bunlar?) dört kez, beş kez, on kez çaldı ve Kerem telefonu kapattı.

13
Karanlık ve Aydınlık

Kerem şimdi ne yapacağını düşünürken E5’ten ambulanslar


geçiyordu ve trafik çok sıkışmıştı. Đleride bir kaza olmuştu herhalde.
Ambulansların peşinden giden bir taksi görünce ne yapacağını
buldu. Bir taksi tutacak, indikten sonra eve gidip para alacak ve aşağı inip
ödeyecekti. Evde kimse olmasa bile anahtarı vardı. Planda sorun yoktu.
Ama sıkışık trafikte bir taksi bulması dakikalarını aldı.

“Đleride kaza falan mı var acaba?” diye sordu Kerem taksiciye.


“Kazadır herhalde. Bu saatte böyle trafik olmaz,” diye cevap verdi
iri yarı, bıyıklı taksi şoförü. Adam o kadar şişmandı ki, Kerem taksinin ön
sol tarafta yere daha yakın olduğundan emindi.
Taksiye bineli on beş dakika olmasına rağmen çok az yol
alabilmişlerdi. Böyle giderse bir-iki saatten önce evde olamazdı.
Babasına bir daha telefon etti, ulaşamadı. Evi aradı, açan yoktu.
On beş dakika sonra yoğun trafiğin sebebi belli oldu. Kerem,
yanmış ve devrilmiş otobüse hayretle baktı. Enkazın etrafında büyük bir
kalabalık toplanmıştı. Haberciler kaza hakkında bilgi almaya çalışıyor,
ambulans sesleri susmuyor, insanlar bağırarak konuşuyordu. Kerem
durakta beklerken duyduğu patlamayı hatırladı. Demek o ses buradan
gelmişti. Trafik de bu yüzden sıkışıktı. Dört şeritlik yol iki şeride
düşmüştü resmen. Ayrıca otobüsün yanından geçen araçların şoförleri
faciayı yakından görebilmek için yavaşlıyor ve trafiğin ilerlemesini
engelliyorlardı.

14
Gökcan Şahin

Olay yerine daha da yaklaşınca, Kerem patlayan otobüsün yeşil


ĐETT otobüslerinden olduğunu fark etti. Bir anda beynine bir düşünce
iğne gibi battı: Yoksa bu onun bindiği 145 numaralı otobüs müydü? Eğer
öyleyse o yaşlı kadın Kerem’in hayatını kurtarmıştı.

Kırk beş dakikadır taksideydi ve ancak şimdi otobüsün yanından


geçiyorlardı. Taksi adım adım ilerlerken Kerem otobüsün etrafındaki
insanlara bakıyordu. Çoğu ağlayıp çığlıklar atan onlarca insan…
Kerem onlara karşı büyük bir acıma duygusu hissetti. Çocuklarını,
kardeşlerini, eşlerini, arkadaşlarını, annelerini, babalarını kaybettiklerini
düşündü. Đlk kez böyle bir dram görüyordu. Polis ve ambulans sirenleri
arasında insan çığlıkları… Ne feci bir manzara… “Bir dakika! Şu pembe
kazaklı kadın anneme ne kadar çok benziyor. Bu da ne? Yanında onu
teselli eden adam babam değil mi?”
“Hasiktir,” dedi bir kez daha. Bu kez dışarıdan söylemişti.
Kerem’in zihninde yap-boz parçaları birleşmeye başladı. Olay zincirini
çözdü. Akbilinin otobüste bulunması sebebiyle ailesi Kerem’in öldüğünü
sanıyordu.
“Buyur?” dedi şoför.
“Abi, şurada durur musunuz?”
“Ama…”
“Annemle babam orada, lütfen, inmem lazım.”
“Ya, nereye durayım, trafikteyiz!”

15
Karanlık ve Aydınlık

Taksici sözünü bitiremeden pek çok şey bir anda oldu. Taksinin
birkaç saniye durmasını fırsat bilen Kerem kapıyı açıp indi. Annesi bunu
hissetmiş gibi bir anda ona döndü ve oğluna doğru çığlıklar atarak koştu.
Kocası da bir an sonra peşinden gitti. Bu sırada, bu trafikte hızla yol
alabildiği için oldukça mutlu olan bir motosikletli tam gaz kaza bölgesine
geliyordu. Taksiyle devrilmiş otobüsün arasındaki boşluktan da rahatça
geçeceğini düşünüp hızını azaltmadı. Taksinin açılan kapısını ve hızla
yola atlayan kadını gördüğündeyse artık çok geçti. Frene bile basamadan
kadına çarptı.
Kadın metrelerce öteye savruldu; ama motosiklet duramamış,
sadece yön değiştirmişti. Sıradaki kurbanı ise kadının peşinden koşan
beyaz gömlekli bir adamdı. Yani Kerem’in babası Kemal… Motosiklet
adamı altına aldı ve metrelerce sürükledi. Ardından taklalar attı ve yol
kenarındaki bariyerlere çarpıp durdu. Motosikletteki adam ise Kemal’e
çarptığı sırada yola fırlamıştı ve asfaltın üstünde hareketsiz yatıyordu.
Sessizlik.
Şok.
Karanlık.

Yine sesler… Ambulans sesleri mi? Hayır, başka bir ses. Tanıdık
bir ses; ama ne? Tüm görüş alanını kaplayan kırmızı bir ışık. Sonra etraf
kararıyor. Hayır hayır, aydınlanıyor. Ses daha da artıyor. Sürekli tekrar

16
Gökcan Şahin

eden melodik bir ses. Alarm. Evet, alarm sesi. Yatağın başucunda duran
saatin alarm sesi.
Hava aydınlık, saat sabahın yedisi. Kerem ter içinde doğrulmayı
başarıyor. Her şeyin bir rüya veya kâbus olduğunu anlaması uzun
sürmüyor. Daha önce böylesine gerçekçi bir rüya görmemişti.
Saatin alarmını kapatırken yoğun bir deja vu hissine kapıldı
Kerem. O anı sanki daha önce de yaşamıştı. Bazen bu hisse kapılırdı; ama
hiç bu kadar yoğun olduğunu hatırlamıyordu.
Mutfaktan annesinin seslendiğini duydu: “Kereeem, hadi gel,
kahvaltı hazır.”
Annesinin sakin sesini duyunca derin bir oh çekti. Rüyası o kadar
gerçekçiydi ki annesinin sesini bir daha duymayacağını sanmıştı.
Deja vu hissi hâlâ sürüyordu. Yataktan kalkıp, elini yüzünü
yıkarken ve kahvaltısını yaparken de devam etti. Babası kahvaltıda yoktu.
“Anne, babam bugün işe gitmiyor mu?”
“Bugün izinli, dün söylemişti ya.”
Rüyasında da babası evdeydi. Deja vu hissi artık bir panik atak
hissi uyandıracak kadar yoğundu. Kalbi güm güm atıyordu. Aklına
korkunç bir düşünce geldi. “Ya o rüya bir uyarıysa? Ya tüm olanlar
bugün yaşanacaksa ve bana bunu engelleme şansı verilmişse? Allah
kahretsin, rüyanın ayrıntılarını unutmaya başladım bile. Böyle giderse
birkaç saat sonra her şeyi unutacağım ve sadece olaylar geliştikçe
önceden yaşamışım gibi hissetmekten başka bir şey yapamayacağım.
Belki de rüyam buralardan başlamıştı ama hiç hatırlamıyorum. Okul
çıkışından öncesi tamamen yok olmuş bile. Ne yapacağım peki? Nasıl
engelleyeceğim olayları?”

17
Karanlık ve Aydınlık

“Kerem, ne oldu? Bembeyaz olmuş yüzün, hasta mısın yoksa?”


dedi annesi Kerem’in düşüncelerini keserek. Ama bu iyi oldu. Annesi
çözüm fikrini vermişti Kerem’e.
“Anne, ben galiba bugün biraz hastayım. Okula gitmesem bugün…
Olur mu?”
“Önemli bir şey var mı? Sınav falan?”
“Yok anne, hatta en önemsiz dersler var.”
“Tamam oğlum o zaman. Sen git yat, dinlen. Ama önce kahvaltını
yap.”
Kerem kahvaltısını bitirir bitirmez yatağına koştu. Evden hiç
çıkmamanın en iyisi olduğuna karar vermişti. Belki hepsi sadece kendi
kuruntusuydu ama durumu riske atıp sonra pişman olmak istemezdi.
Yatağına girdikten sonra deja vu hissinden kurtuldu.
Uyuyamayacağını sanıyordu ama birkaç dakika sonra uyuyakaldı.
Uyandığında saatler geçmiş, neredeyse öğlen olmuştu. Kerem de o
rüyasının büyük bir kısmını unutmuştu. Öyle ki neredeyse o gün neden
okula gitmediğini hatırlamayacaktı.

Saat 16.30’da Kerem’in beklediği haber geldi. Televizyonda bir


dizinin tekrar bölümünü izlerken yayın kesildi ve son dakika haberi
verildi: Küçükçekmece E5 karayolu üzerinde bir otobüste patlama olmuş,
çok sayıda insan hayatını kaybetmişti. Aslında Kerem bu haberi bilinçli
olarak beklemiyordu. Geçen saatler içinde her şeyin kendi kuruntusu

18
Gökcan Şahin

olduğuna inanmış, hatta okula gitmediği için pişman olmuştu. Ama şimdi
bu haberi görünce şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı.
Annesiyle babası balkonda çay içmekle meşguldüler. Acaba gidip
her şeyi onlara anlatsa mıydı? Hayır, olmazdı. Đnanmazlardı zaten.
Kerem annesiyle babasının yaşıyor olduklarından emindi ama
içindeki son şüphe kırıntılarını da gidermek için balkona, onların yanına
gitmek ve ikisini de kanlı canlı görmek istedi. Tam balkonun kapısından
girecekken annesi çıktı ve Kerem’in ödünü kopardı. Babası da
ayaklanmıştı.
“Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu Kerem.
“Cem beylere gidelim dedik babanla, uzun zamandır
uğramıyorduk. Gelmek istersen gidelim beraber,” dedi annesi.
“Yok anne ya. Ne yapacağım ben orada? Siz gidin.”
“Peki, biz sen yatana kadar geliriz. Buzdolabında yemek var.”
“Tamam anne. Yine yarım saat öğüt vermeye kalkma.”
“Peki, tamam.”
Cem, Kerem’in babasının eski bir dostuydu. Uzun zamandır
görüşmemişlerdi ve Kerem de bu yüzden durumu yadırgamamıştı.
Annesiyle babası evden çıktıklarında tekrar televizyonun karşısına geçti.
Patlamayla ilgili son dakika haberleri bitmişti. Yalnızca birkaç haber
kanalında gösteriyorlardı. Kerem, sevdiği bir dizinin tekrarının
yayınlandığı kanala geçti.
Saat 17.20’yi gösterdiği sırada Kerem’in içini bir huzursuzluk
kapladı. Gitti, buzdolabından bir bardak portakal suyu aldı. Yeniden
televizyonun karşısına geçti. Dizisi reklama girmişti. Kanalları şöyle bir
dolaşmaya başladı. Haber kanallarının birinde yine son dakika yazıyordu.

19
Karanlık ve Aydınlık

Haberin alt başlığında şöyle yazıyordu: “Mecidiyeköy’de zincirleme


kaza: 4 ölü, 11 yaralı.”
“Mecidiyeköy E5 karayolunda bir kamyon ve üç otomobilin
karıştığı zincirleme kaza kazada çok sayıda ölü ve yaralı var. Kazaya
dikkatsiz kamyon sürücüsünün neden olduğu sanılıyor. Kamyon sürücüsü
ağır yaralı. Ölenlerin kimliği tespit edildi: Kemal Güven, Aynur Güven,
Ersan Karadağ ve Đklim Dağoba. Yaralılar ise Şişli Etfal Hastanesi’ne
kaldırıldı…” diye devam etti spiker.
Kerem ağzı açık bir halde televizyona bakıyordu. Elindeki portakal
suyunu düşürdü.
“Bunun… Bunun olacağını biliyordum ve hiçbir şey yapamadım.
Bunun olacağı bana rüyamda bildirilmişti! Haber verilmişti bana! Onların
ölümünden yine ben sorumluyum. Yine ben… Yine ben…”

“Yine ben… Yine ben…” diye yüksek sesle söylenmeye başladı


Kerem. Bunu tekrar ettikçe etrafındaki dünya bulanıklaşmaya ve
kararmaya başladı. Galiba bayılıyorum, diye düşünmesiyle bilincini
kaybetmesi bir oldu. Ve kırmızı bir ışık tüm dünyayı kapladı.
“Dırrrrrr… Dırrrrrr… Drrrrrrr…”
Alarm sesini duyunca yataktan fırlarcasına kalktı. Saate baktı:
07.00. Gözlerini sonuna kadar açıp nerede olduğunu anlamaya
çalışıyormuş gibi etrafa baktı. Belirgin bir deja vu hissi beynini meşgul
ediyordu. Bu anı daha önce yaşadığından emindi.

20
Gökcan Şahin

“Kereeem, hadi gel, kahvaltı hazır.”


Annesinin sesi Kerem’i daha da irkiltti. Đnanılmaz güçlü bir deja
vu hissi beynini karıncalandırıyordu. Parmaklarıyla şakaklarını ovaladı ve
kendine gelmeye çalıştı. “Bütün bunlar bir rüya mıydı?” diye geçirdi
içinden. Rüyasını o sırada net olarak hatırlıyor olsa da beyninden
silinmeye başlamıştı bile.
Bu rüyayı unutmaması gerektiğini düşündü ve yatağından kalkıp
çalışma masasında bulduğu ilk deftere yazmaya başladı. Rüyasında sabah
kalkmış, okula gitmek istememiş, televizyonda büyük bir patlama sahnesi
izlemiş, ardından anne ve babasının ölüm haberini almıştı. Sonra bayılmış
ve alarm sesiyle uyanmıştı. Bunları birkaç cümle halinde sıraladı. Sonra
masasından kalktı, elini yüzünü yıkadı ve kahvaltı masasına oturdu.
Babasını göremedi.
“Anne, babam bugün işe gitmiyor mu?”
“Bugün izinli, dün söylemişti ya.”
Kerem şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı. O zaman da aynı soruyu
sormuş, annesi de aynı cevabı vermişti. Garip ve korkunç bir his
Kerem’in tüm bedenine yayıldı. Sanki hayat bir oyunmuş da Kerem
kendine verilmiş bir rolü oynuyormuş gibi hissediyordu.
“Kerem? Ne oldu? Yüzün bembeyaz oldu birden,” dedi annesi.
“Anne, hastayım galiba, ben bugün okula gidemeyeceğim,” dedi
ve masadan kalktı.
“Oğlum, kahvaltı?”
“Hayır anne, aç değilim, biraz uyursam kendime gelirim,” dedi
mutfaktan çıkarken. Odasına çekildi, kapısını kapattı. Yatağına oturdu ve
başını iki elinin arasına alarak düşünmeye başladı.

21
Karanlık ve Aydınlık

Çözüm yoktu, yoktu, yoktu. Saatler geçti, rüyasının yine gerçek


olacağı fikri beynini kemirdi. Yapabileceği tek bir şey vardı: Ailesini
dışarı çıkartmayacaktı. Onun yüzünden yine ölmelerine izin
vermeyecekti. Bu kâbustan kurtulması için onların ölmemeleri
gerekiyordu ve ölmeyeceklerdi.
Akşam saat 16.30 olduğunda annesiyle babası yine hareketlendiler.
Cem beylere gideceklerdi. Kerem gitmemeleri için ısrar etti. Ve onları
kararlarından döndürmeyi başardı.
Balkonda oturmaya devam ettiler ama Kenan her an onların bir
yere gitmek istemeleri durumuna karşı tetikteydi. Eline bir dergi almış
göz gezdiriyor, bu kâbusu düşünmemeye çalışıyordu. Yarım saat geçti,
bir saat geçti. Kerem artık ailesini kurtardığına iyice inanmaya başlamıştı.
Dışarıdan gelen kavga sesleri de pek umurunda olmamıştı, çünkü
tanıdık seslerdi. Kürt kökenli bir grupla, Kürt düşmanı bir grubun
çatışmasıydı bu ve son zamanlarda sık sık oluyordu. Daha geçen gün
sokak kavgasına dönüşmek üzereyken polisler zor ayırmıştı. Đşte yine
başlıyordu ve seslere bakılırsa tam apartmanlarının önünde oluyordu.
“Dağılın lan buradan,” dediğini duydu birinin. Tanıdık bir sesti.
Babası! Evet babasıydı. Balkondan bağırıyordu aşağıdakilere. O an bir
şeyler olacağını hissetti Kerem. Dergiyi bırakıp balkona koştu ve o
hissettiği şeyin oluşunu çok yakından gördü.
Babası balkonun demirlerinden sarkıyor, birileriyle ağız dalaşı
yapıyordu. Aşağıdaki uğultudan epey kalabalık bir grubun toplandığı
belliydi. Bir el silah sesi duyuldu o an. Kerem yerinde donakaldı. Babası
aniden sustu, sarktığı balkondan öne doğru kaykıldı. Annesi bunu fark
edince hemen kocasını tutmak için yöneldi. Ama yüz kiloluk ağırlığı geri

22
Gökcan Şahin

çekmesi mümkün olmayınca zaten alçak olan balkon duvarından ikisi


birlikte düştüler. Kerem ailesini yine kurtaramamıştı.
Tekrar kızıl bir ışık ve…
Karanlık.

Yine alarm sesi. Yine sabah. Yine saat 07.00.


Bu kez şaşırmadı. Her şeyi anlamıştı. Bilinç düzeyi yükselmişti.
Olanların hepsini hatırlıyordu.
“Kereeem, hadi gel, kahvaltı hazır,” diyen annesini duyunca
istemsizce gülümsedi. Kalktı, kot pantolonunu ve penyesini giydi.
“Anne ben dışarı çıkıyorum. Bugün okula gitmeyeceğim. Lütfen
soru sorma. Siz kahvaltınızı yapın, beni merak etmeyin,” dedi ve hiçbir
cevap ve tepki beklemeden çıktı. Sokaklarda başıboş dolaşmaya başladı.
Sabahın körü olduğu için neredeyse kimse yoktu etrafta. Bu da Kerem’in
düşünmesine yardım etti.
“Bu bir rüya,” dedi içinden. “Şu anda bir rüyanın içindeyim. Yine
annemler ölecek, yine uyanacağım. Ama aslında uyanmış olmayacağım.
Sadece başka bir rüyaya geçeceğim. Peki şu anda rüyada olduğumu nasıl
kanıtlayabilirim kendime. Çimdikleyerek mi?”
Kolunu sertçe çimdikledi. Değişen bir şey olmadı.
“Kanatarak mı?”
Yerde gördüğü cam parçasını alıp elini çizdi. Sızan kanı izledi.
Değişiklik yoktu.

23
Karanlık ve Aydınlık

“Güç gösterisi yaparak mı?”


Eski model bir arabanın yanına gidip tamponlarından tuttu ve
havaya kaldırmaya çalıştı. Araba kalkmadı.
Bu rüyanın gerçek hayattan farkı yoktu. Hatta rüya olduğuna dair
en ufak bir ipucu yoktu. Kerem çöktü, kaldırıma oturdu. Yerdeki bir ağaç
parçasını alıp oynamaya başladı. Tüm umudunu kaybetmişti. Cehennem
de böyle bir şey olmalıydı herhalde.
“Yeterince yandın mı?” dedi garip bir kadın sesi. Kerem başını
kaldırıp baktı. Otobüste zorla da olsa yer verdiği kadın değil miydi bu?
Evet, ta kendisiydi. Dünyanın en yaşlı kadını olarak düşündüğü kadın…
“Galiba nerede olduğunu anladın,” diye devam etti kadın. “Bravo.
Bazıları bunu yıllarca anlamazlar. Hatta bazen yüzyıllarca. Đşte bu,
işlediğin günahlarla ölçülür. Đşlediğin günahlar azsa çabuk anlarsın; ama
ruhun kötülüğün tortusunu kaldıramazsa bin yıllarca anlayamazsın.”
“Neyi anladım?”
“Cehennem.”
“Ne Cehennem’i?” Kadının ne dediğini anlayamıyordu. Az önce
cehennemin de böyle bir şey olması fikrini öylesine düşünmüş ve hemen
unutmuştu.
“Kendi cehennemini yaşadın ve kurtuldun.”
Bir anda her şey kafasına çaktı Kerem’in. Daha önce de duymuştu
bunu. Bir yerlerde mi okumuştu? Televizyonda mı izlemişti?
Hatırlamıyordu. Ama duyduğuna göre cehennem tekrar tekrar ölmekti
aslında. Cehennem ateşten yapılmamıştı. Ateş sadece bir simgeydi.
Gerçek cehennem, ateş gibi yakıcıydı. Tekrar tekrar yanardınız. Yanıp kül
olur, tekrar dirilirdiniz ve yeniden yanmaya başlardınız. Tıpkı Kerem’in o

24
Gökcan Şahin

sırada yaşadığı gibi. Cehennem kısır döngüydü. Yakıp bitiren bir kısır
döngü…
“Aynen öyle,” dedi kadın düşüncelerini okumuş gibi. Gibisi de
yoktu, düpedüz okumuştu işte.
“Ama…”
“Günahın azmış evlat, şimdi olman gereken yere gidiyorsun.”
“Ben o patlamada mı öldüm?”
“Evet. Ben aslında hiç yoktum. Sen de bana yer vermedin. Bunlar
sadece yanılsamalardı. Cehennem yanılsamaları.”
“Cehennem yanılsamaları…” diye fısıltıyla tekrar etti Kerem.
Demek bütün o tekrar tekrar uyanmalar bu nedenleydi. Annesine ve
babasına çok bağlı olduğu için Kerem’in canını en iyi yakacak şey
annesiyle babasının ölmesini tekrar tekrar yaşamaktı.
Yaşlı kadın ortadan kayboldu. Etraftaki apartmanlar solmaya, yok
olmaya başladı. Dünya gerçekliğini yitirdi. Her yer bembeyaz bir sisle
kaplandı. Kerem iliklerinde huzur ve sevgiyi hissetti. Gözlerini kapadı.
Artık ayaklarının altında toprak yoktu. Gökyüzünde süzülüyordu Kerem.
Sonsuz huzura doğru yola çıkmıştı.

“Evet,” dedi Aynur zorlukla. “Bu Kerem… Boynundaki zincir…


Onu ben hediye etmiştim doğum gününde…” Gözlerindeki yaşların
tükendiğini sanıyordu; ama o tuzlu suyu salgılamayı hâlâ başarıyordu.

25
Karanlık ve Aydınlık

Kerem’in tanınmaz hale gelmiş cesedini bu hastane morgunda görmek


Aynur için ölümden beterdi.
“Oğlumuz cennettedir şimdi, değil mi?” diye sordu kocasının
omzuna başını dayayarak.
“Hı hı,” diye başını salladı Kemal. “Hem de cennetin en güzel
köşesinde…” Artık o da gözyaşlarını tutamıyordu.
Kerem’in cenaze töreninde de çok gözyaşı döküldü, çok dualar
edildi. Đnsanlar kendi günahlarını düşünmeden Kerem’in günahları için af
dilediler. Oysa yaşlı kadın diğer tarafta sabırsızlanıyordu.

26
KALE DİREĞİ
Karanlık ve Aydınlık

Bugün kardeşimin doğum günü. On yıl önce, henüz küçücük bir


çocukken berbat bir şekilde ölen kardeşimin… Bugünü artık on yıl önceki
gibi pastalarla, mumlarla, hediyelerle kutlayamıyoruz. Mezarına
yaptığımız kısa ama acı bir ziyaretle, zihnimizde canlanan hüzünlü
anılarla ve gözyaşlarıyla geçiriyoruz. Benim zihnimde canlanan ilk şey
ise onun ölümü oluyor. O tuhaf ölüm…
Kardeşimin adı Cenk’ti. 13 Mayıs 1986’da Đstanbul’da doğdu ve 7
Temmuz 1995 Pazar günü, henüz dokuz yaşındayken hayatını kaybetti.
O öldüğünde ben on üç yaşındaydım ve ölüm gibi derin konularla
alakam yoktu. Hayat basitti. Genellikle arkadaşlarla futbol oynar, futbol
konuşurduk. Sokak arkadaşlarımızla kendi aramızda bir futbol takımı
kurmuştuk. Hepimizin oturduğu Gümüş Sokak’ın adını vermiştik takıma:
Gümüşspor.
Altı kişiydik. Bazen aramızda üçe üç maç yapar, bazen dokuz aylık
veya alman oynar, kimi zaman da diğer sokaklardaki çocuklarla mahalle
maçları yapardık.
Çok uzun zamandır Gümüşspor aklıma gelmemişti. Bugün
kardeşimin ölümünü yazarken sanki o yıllara döndüm. Neredeyse
yaptığımız her maçı, yaşadığımız her macerayı hatırlıyorum. Diğer
sokaktaki çocukların Gümüşspor’dan ne kadar korktuğunu da.
Aslında hiçbirimiz süper futbolcular değildik. Muhtemelen takım
oyununu iyi yaptığımız için kazanıyorduk maçları. Profesyonel takımlar
gibi görev paylaşımı yapıyor, taktikler geliştiriyorduk. Her oyuncunun bir
mevkii vardı. Herkes birden hücum, ya da herkes birden savunma
yapmıyordu. Takımın yaşça en büyüğü olarak kaptan bendim. Herkesin
maçtaki görevini, kimin nasıl ve hangi taktikle oynayacağını ben

28
Gökcan Şahin

belirliyordum. Kimse de sözümden çıkmazdı. Sadece Semih biraz asiydi.


Hep çalım atmak, şov yaparak oynamak istiyordu.
Semih ve ben orta sahada oynuyorduk. Genellikle o sol kanatta,
ben sağ kanattaydım. O biraz daha atağa yönelikti, ben ise defansa
yönelik. Birbirimizi çok iyi tamamlıyorduk yani. Semih biraz da küfürbaz
olmasaydı çok daha iyi olurdu. O alışkanlığı yüzünden ailelerimizden az
azar işitmedi.
Takımımızın forveti Alper’di. Benden bir yaş küçüktü. Bizim
oraların eminim ki en iyi forvetiydi. Kaleciyle karşı karşıya kaldı mı
yüzde doksan ihtimalle gol atardı. Kalede kaleci olup olmaması fark
etmezdi. Gerekirse kaleciyi de topla birlikte kaleye sokardı. Kaç kere
Alper’in abanarak çektiği şutlar yüzünden kaleci çocuklar ağlayarak maçı
bırakmıştı. Oysa Alper’in kişiliği futbolu kadar sert değildi. Kimsenin
kalbini kırmazdı. Sert şutlarıyla ağlattığı çocukları da mutlaka teselli
ederdi. Edemezse çok üzülürdü. Bu yüzden en iyi arkadaşımdı o. Şimdi
kim bilir nerededir, ne yapıyordur?
Gümüşspor defansının belkemiği Ertuğ’du. Asıl adı Ertuğrul’du da
biz ona kısaca Ertuğ derdik. Kendisi gönüllü defansımızdı. On bir
yaşında, kocaman gözlükler takan bir çocuktu. Takımımıza en son giren
de oydu. Cenk’in ölümünden önceki yaz katılmıştı bize. Kalın gözlükleri
ve biraz saf olması yüzünden kimse onunla arkadaş olmak istememişti; ta
ki bizimle karşılaşana kadar. Ertuğ’u bir maç dönüşünde kaldırımda
ağlarken bulmuş, acımış ve aramıza almıştık. Bundan da hiçbir zaman
pişman olmadık. Gayet iyi yürekli bir çocuktu; kimseye de bir zararı
dokunmadı.

29
Karanlık ve Aydınlık

Takımın kalecisi Onur’du. Açık sarı saçlıydı. On yaşındaydı ama


yaşına göre iri bir çocuktu. Kaleciliği iyiydi ama sürekli kendini övmesi
hoşuma gitmezdi. Sadece kalecilikte değil, her konuda kendini överdi.
“Ben böyleyim, ben şöyleyim, şu gün şunu yaptım, bu gün bunu yaptım,”
falan filan.
Takımın altıncı oyuncusu kardeşimdi. En küçüğümüzdü. Eğer beş
kişilik bir maç yapacaksak Cenk yedek olurdu hep. Sürekli bundan
şikâyet etse de biz yorulmadıkça oyuna giremezdi. Çok kez bu yüzden
bize küsmüştü ama küslüğü iki günden fazla sürmemişti hiç.
Şimdi içimde bir sızı var. Keşke, diyorum, arada bir o da ilk beşte
oynasaydı. Ben yedek olmaya razıydım. Đş işten geçti tabii. Şimdiki
pişmanlıklar hiçbir işe yaramıyor.
O günler böyle geçerdi işte. Bol bol futbol oynardık. Cenk’in
ölümüne de bu sebep oldu aslında. Futbol sevdamız.

***

Temmuz ayıydı. Hava çok sıcaktı. Gökyüzünde tek bulut bile


yoktu. Saat öğlen üç olmuş, futbol oynama zamanımız gelmişti. Annem
güneş çarpmasından korktuğu için üçten önce dışarı çıkmamızı
istemiyordu.
Beyaz tişörtlerimizi giymiş, şapkalarımızı takmış, halı saha
ayakkabılarımızı giymiştik. Apartmandan çıktık ve okula doğru yakıcı
güneş altında yürümeye başladık. Ama önemli bir şeyi unutuyorduk ve
nedense bu, okula ulaşmadan önce aklımızın ucuna bile gelmedi.
Unuttuğumuz şey, yanımıza su almaktı. Dışarıda, kızgın güneşin altında

30
Gökcan Şahin

koşturacaktık ve su almayı unutuyorduk. Şimdi düşününce çok saçma


geliyor. Normalde hemen hemen her zaman yanımıza su alırdık. Hatta
bizimkilerin çoğu bizim getirdiğimiz sudan içerdi. Ayrıca bizim evimiz
sokağın en başındaydı ve okula uzaktı. Su içmek için o kadar yol
yürüyemezdik. Hele maçta o kadar yorulmuşken. Ama o gün unuttuk işte.
Cenk’le okul bahçesine kadar yürüdük. Bahçenin açık maviye
boyanmış dış kapısından içeri bir göz attık. Okul binasının önündeki
kaldırım gibi çıkıntıda üç çocuk oturuyordu. Evet, bizimkilerdi.
Tam bahçeye girecekken omzuma bir el dokundu. Bir an irkildim.
Boynumu çevirince Alper’i gördüm.
“Bugün ne yapıyoruz?” dedi hemen. Üçümüz okul bahçesine girip
yavaş yavaş yürümeye başladık.
“Bilmem,” dedim. “Okulda bizimkilerden başka kimse yok. Kendi
aramızda oynarız herhalde. Đlk defa bizden sonra geliyorsun?”
Saatine baktı, “Eczaneye gittim,” dedi. “Annemin başı ağrıyordu,
evde de ağrı kesici kalmamış. Bir de baktım eczane kapalı. Ne
yapacağımı şaşırdım. Diğer eczaneler de çok uzak…”
Alper bunları söylerken diğerlerinin yanına varmıştık. Zaman
kaybetmeden üçer kişilik takımlarımızı kurduk ve maça başladık. Okulun
kale direkleri yeni gelmişti. Birkaç hafta falan olmuştu sanırım. Herhalde
okul yönetimi getirtmişti, çünkü önceden kale direkleri olmadığı için
beden derslerinde doğru dürüst futbol oynanmıyordu. Direk yerine taş
falan koyuyorduk. Bu sebeple genellikle bir şutun gol olup olmadığı
konusunda anlaşamıyorduk. Yeni kale direklerinin geldiğini
gördüğümüzde çok sevindiğimizi hatırlıyorum.

31
Karanlık ve Aydınlık

O günkü maçımız çok heyecanlı geçiyordu. Đlk yarı 5-3 karşı


tarafın üstünlüğüyle bitti. Yorulmuş ve susamıştık, ama şansa kimsede su
yoktu. Birileri evine gidip su getirmek zorundaydı. Yoksa ikinci yarıyı
oynayamayacaktık. Semih, yenilen takım suyu getirsin diye bir öneri attı
ortaya. Kendisi o sırada önde olan takımdaydı tabii.
Bizim takımdaki Ertuğ hemen itiraz etti. “Niyeymiş? Öyle bir
kural mı var? Ben getirmem kardeşim.”
Ben onun sözlerine devam eder gibi konuştum. “Ertuğ doğru
söylüyor. Bence evi en yakın olan getirsin.”
Gerçi bunu söylerken ben cinlik yapmış oluyordum. Nasıl olsa
bizim ev uzaktı. Benim önerim kabul edilseydi suyu Onur getirecekti.
Ama benim önerime de Onur itiraz etti. “Benim annem evde yok
ki.”
Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum. Annesi çalışıyordu ama
o gün pazardı. Belki de alışverişe gitmişti, bilmiyorum. Her neyse, işin
içinden çıkamayınca kura çekmeye karar verdik. Ben, Alper, Ertuğ ve
Semih bozuk para ile yazı tura atacaktık. Dördümüzdük; çünkü Onur’un
annesi evde yoktu ve Cenk de eve yalnız başına gidemezdi. Daha doğrusu
annem izin vermezdi. Mahallede son günlerde iki çocuk kaybolmuştu
çünkü. Ve Cenk, ona şeker uzatıldığında kimin uzattığına bakmadan
üstüne atlayacak kadar saf bir çocuktu.
Dördümüz bozuk paraları elimize aldık. (Paralar Alper’indi,
annesine aspirin aldığı paranın üstüydü ve eve bırakmayı unutmuştu.)
Hangimiz yazı turada tek başına kalırsa, o gidecekti su getirmeye.
Dördümüz birden bozuk paraları havaya attık. Paralar dördümüzün
de sağ avucuna düştü. Dördümüzün de sağ eli, içindeki bozuk paralarla

32
Gökcan Şahin

sol elimizin üzerinde şakladı. Ve dördümüz de sağ elimizi kaldırdık.


Bozuk paralar sol elimizin üst tarafında kaldı. Dördü de turaydı. (Yıllar
sonra okuduğum gerilim romanlarının birinde dört turanın uğursuzluk
anlamına geldiği yazıyordu. Ama o zamanlar böyle bir şeyden haberim
yoktu.)
Mecburen yeniden yazı tura attık. Bu kez de iki yazı, iki tura geldi.
Ama sonraki denememizde üç yazı, bir tura geldi. Ve tura gelen para
benim ellerimdeydi. Đçimden rastgele bir küfür ettim, maç sırasında
çıkardığım şapkamı tekrar kafama taktım ve okul çıkışına doğru
yürüdüm. Tek başıma gidecektim. Cenk hayatta benimle gelmezdi. Bunu
önceki deneyimlerimden bildiğim için ona gelmesini teklif etmedim.
Okul kapısından çıkarken bizim yaşlarımızda dört çocuğun
ellerinde Galatasaraylı bir futbol topuyla okula girmekte olduklarını
gördüm. Umarım bizimkilere maç teklif etmezler, diye düşündüğümü
hatırlıyorum. Neyse ki bizimkiler biraz su içmeden oynayabilecek halde
değillerdi. Ben su getirmeden maç falan yapamazlardı. Bunu düşünerek
rahatladım ve yoluma devam ettim.

***

Az önce satır arasında değindiğim kaybolma olayları ile ilgili bir


şeyler yazmak istiyorum. Çünkü bunun Cenk’in ölümüyle alakası
olduğuna inanıyorum, hatta eminim.
Kaybolan çocuklardan biri henüz on yaşındaydı ve bizim sokakta
oturuyordu. Annelerimiz birbirlerini tanırdı. Sokakta karşılaşınca uzun
uzun konuşurlardı. Çocuğun adı Vural’dı. Pek tanımazdım onu; bizim

33
Karanlık ve Aydınlık

grupla ilgisi yoktu. Annemden duyduğuma göre Vural o gün yeni bir
bisiklet almış, sokakta biraz sürmüş, sonra annesine daha rahat sürmek
için okul bahçesine gideceğini söylemiş. O sırada saat öğlen on iki
civarıymış. Çocuktan bir daha haber alamamışlar. Öğle saatlerinde hava
çok sıcak olduğu için okul bahçesi bomboş olduğundan çocuğu okulda
gören kimse olmamış. Vural’ın annesinin çocuğunun kaybolmasına nasıl
üzüldüğünü biliyorum. Annemle yine sokakta konuşurken gözlerinden
nasıl yaşlar boşaldığına tanık oldum. Annem bir gün aynı acıyı kendisinin
de çekeceğini bilmeden kadını teselli etmeye çalışıyordu.
Đkinci kaybolma olayı ilkinden on gün sonra oldu. Polisler Vural’ı
arama çalışmalarına son vermek üzereyken bir kez daha başlamak
zorunda kaldılar. Bu kez kaybolan, iki sokak ötedeki küçük bir marketin
sahibinin kızıydı.
Bunun haberini de annemden aldım. Kaybolan kızın adı
Zehra’ymış. Arkadaşlarıyla okulun yakınında saklambaç oynarken
kaybolmuş. Üstelik saat akşam 21.30’muş. Hava biraz karanlık ve
bulunmak biraz daha zor olduğu için genellikle o saatlerde oynarlarmış.
Arkadaşları onu yarım saat aramışlar ama bulamamışlar. Ailesine haber
vermişler. Kız gece yarısına kadar eve gelmeyince ailesi polise haber
vermiş.
Sonuçta ikisinin de cesetleri bulundu; ama kardeşim mezarında
uyumaya başlamıştı bile.

***

34
Gökcan Şahin

Maçın yorgunluğu üzerimdeyken, buz gibi suyun boğazımdan lıkır


lıkır akışı anlatılmaz bir zevkti. Annemin, “Terli terli su içme,”
uyarılarına inat bir litre suyu mideme indirdim ve asla bu yüzden hasta
olmadım. Asıl insanı hasta eden maç sonrası terliyken buz gibi taşlara
oturup maç sonu tartışmaları yapmaktı. Sonra eve gelip soğuk suyu
içince, üstüne de hasta olunca, anneler soğuk suyun insanı hasta
ettiklerini sanırdı.
Kendi susuzluğumu giderdiğime göre takıma su götürme zamanı
gelmişti. Buz gibi iki şişe su, pembe bakkal poşetinin içini boyladı. Halı
saha ayakkabılarımı giyerek okulun yolunu tuttum.
Okul bahçesinin çıkış kapısına vardığımda donakaldım. Sahada
maç yapılıyordu ve aralarında bizimkiler de vardı. Biraz daha yaklaşınca
karşı takımı da tanıdım. Ben dışarı çıkarken okula girenlerdi bunlar.
Sahaya iyice yaklaşana kadar beni kimse görmedi. Karşı taraf biraz
daha atak oynuyordu ve bizimkiler hata yapmak istemiyorlardı. Bu
yüzden tüm dikkatlerini maça vermişlerdi. Kalede Onur, defansta Ertuğ,
orta sahada Alper, forvette Semih oynuyordu. Cenk ise belli ki takıma
alınmamıştı. Bizim kalenin direğine tutunmuş, ayakta duruyor ve maçı
seyrediyordu.
Ortalığa bağırmak hoşuma gitmediği için sahanın kenarına geldim
ve birinin bana bakmasını bekledim. Đlk bakan Semih oldu. Ağzımda
bekleyen sözler bir anda dışarı fırladı. “Lan, bensiz niye maça başladınız?
O kadar yol gittim. Bekleyemediniz mi?”
Sesim beklediğimden de sert çıkmıştı. Bir anda maç durdu. Karşı
takımdakilerden biri (en küçüğü) topu eline aldı. Bizim topumuzdu.
Onlarınki sahanın kenarındaki bir ağacın dibindeydi.

35
Karanlık ve Aydınlık

Herkes bana bakıyordu. Semih’e döndüm: “Ulan, hani susuzluktan


ölüyordunuz? Su içmeden maç yapamayacaktınız? Bizim maç bile
bitmedi. Siz gidip hiç tanımadığımız çocuklarla maça başlamışsınız.”
Karşı takımdan kırmızı Liverpool formalı bir çocuk atıldı: “Kim bu
be?”
Kimseden ses çıkmadı. Liverpoollu bana iki-üç adım yaklaştı:
“Kimsin lan sen? Ne karışıyorsun maçımıza? Siktir git şuradan.”
Đyice sinirlenmiştim. Ben cevap verecekken Alper konuştu: “O
bizim takımdan. Takım kaptanı.”
Karşı tarafın sözü geçen elemanı olduğu anlaşılan Liverpoollu
gülmeye başladı: “Kaptanmış. Hamallık yapan takım kaptanı. Baksanıza
su getirmiş.”
Onun takımındaki diğer çocuklar da zoraki güldüler. Bense
yumruklarımı sıkıyordum. Alay edilmekten nefret ederdim. Elimdeki
poşeti yere koyar koymaz Liverpoollu’ya doğru bir hamle yaptım. Bu
sırada, “Ne diyorsun lan sen?” diye bağırıyordum. Artık kavga
kaçınılmazdı.
Beni elleriyle ittirdi. Ben de karşılık verdim. Bu arada ikimiz de,
“Đndir elini kolunu,” gibi laflar sıralıyorduk. Herkes bize doğru biraz daha
yaklaştı. Bu kavganın büyüyeceği belliydi. Pek kavga eden biri
olmadığım için bu duruma alışık değildim. Kalbim göğsümde gümbür
gümbür atıyordu. Sinirlendiğimde veya heyecanlandığımda her zaman
yüzüm kızarırdı. O sırada da kıpkırmızı olduğumdan emindim. Oysa o
çok sakin görünüyordu. Belli ki bu durumlara alışıktı.

***

36
Gökcan Şahin

Kavga başlamadan bitti. Metalik bir gürültü sessizliği yararak


kulaklarıma hâkim oldu. Dokuz çocuk aynı anda gürültünün geldiği yere
baktık. Yani kale direğine. Ve dokuzumuz da donup kaldık. Manzara
korkunçtu ve o görüntü hâlâ en net haliyle hafızamda. Devrilmiş bir kale
ve kalenin sol direğinin altında kalmış bir ceset. Kardeşimin cesedi.
Cenk’in cesedi.

***

Ceset sırtüstü duruyordu. Vücudu omuriliğinin hizasından direğin


altında kalmıştı. Üst ve sol direğin kesişim yeri yani bizim çatal
dediğimiz yer çocuğun başının tam üstündeydi. Gür, siyah saçlarını
yararak kafatasını parçalamıştı. Cenk’in saçı şimdi siyah değil, kan
kırmızısıydı. Yüzü görünmüyor, ‘iyi ki de’ görünmüyordu.
Bu manzarayı görür görmez vücudum buz gibi oldu. Ardından
cehennem ateşi gibi bir sıcak bastı. Önce o manzaranın gerçek olup
olmadığını kavrayamadım. Beynim kendini hazırlayıp bana bunun gerçek
olduğunu söyleyince kalbim yerinden kopmak istiyormuş gibi atmaya
başladı. Bir çığlık sesi duydum. Bu sesin benim ağzımdan çıktığını neden
sonra fark ettim. Gözlerimi kardeşimin cesedinden ayırmak istedim.
Sanki bir kere başka bir yere bakabilirsem manzara yok olacakmış gibi.
Önce ayıramadım. Gözümden bir damla yaş aktıktan sonra gözümü
kırptım ve başka yöne bakmayı başardım. Karşı takımın dört oyuncusu da
kaçmıştı. O sırada okulun çıkış kapısını geçmekteydiler. Hemen
arkalarından Semih de kaçıyordu. Ertuğ yere çömelmiş ağlıyordu. Cesede

37
Karanlık ve Aydınlık

bakamıyordu. Onur okul duvarının dibindeydi. Kusuyor veya


öğürüyordu. Ben de o duruma çok yakındım.
Başımı biraz arkaya çevirdiğimde Alper’in bana doğru gelmekte
olduğunu gördüm. Görünen o ki aramızda en soğukkanlı oydu. Elini
omzuma koydu: “Burada dikilecek misin? Hadi oğlum, ambulans falan
çağıralım.”
Alper’in sesi çok uzaklardan geliyormuş gibiydi. Bana hiçbir şey
ifade etmiyordu. Oracıkta donup kalmıştım ve kıpırdayamıyordum. Alper
benden umudunu kesmiş olacak ki Onur ve Ertuğ’a seslendi. “Çocuklar!
Koşun, Cenk’in annesine haber verin, ambulans falan çağırsın. Hadi lan,
çabuk.”
Ambulansın artık bir işe yaramayacağını o da biliyordu. Kafatası
ezilmiş bir çocuğun hayatta kalması imkânsızdı. Ama bir şeyler yapması
gerekiyordu. O da yapmıştı. Onur da Ertuğ da Alper’in sözünü dinlediler.
Koşarak okul kapısından çıktılar. Okul bahçesinde yalnızca üç kişi
kalmıştık. Đkisi sağ, biri ölü.
Gözümü tekrar cesede diktim. Şoku bir türlü atlatamıyordum.
Alper bana bir şeyler söylüyordu. Ama ben onu ne dinliyordum, ne de
anlıyordum. Adeta ben başka bir dünyadaydım, o başka bir dünyada.
Cenk’le yaşadığımız mutlu anlar gözümün önünden geçiyordu. Klasik
tabirle bir film şeridi gibi…

***

Beni düşüncelerimden sıyıran Alper değil, kardeşim oldu. Bir anda


kolları ve bacakları titremeye başladı. Sara nöbeti geçiren epilepsi

38
Gökcan Şahin

hastaları gibi görünüyordu. Ama çırpınan tüm vücudu değil, sadece


kolları ve bacaklarıydı. Direğin altındaki gövdesi çırpınamazdı zaten.
“Yaşıyor,” diye haykırdım. Kardeşime doğru koşmak üzereydim ki
ayaklarım yere yapışmış gibi kalakaldım. Çünkü olmayacak bir şey
oluyor, kale direği kıpırdıyordu. Hafif bir gıcırtının ardından direkler
doğrulmaya başladı. Sol direk Cenk’in üzerinden yavaşça kalktı,
doğruldu ve sanki hiç devrilmemiş gibi eski haline dönüverdi. Ama kale
şimdi bembeyaz değildi. Sol direğinin üstü kanla kaplanmıştı. Ve benim
bunu fark ettiğim an imkânsız bir şey daha oldu. Direğin üstündeki kan
yavaş yavaş çekildi ve yok oldu. Sanki direğin içindeki bir şey kanı
emiyormuş gibi.
Ağzımdan akan birkaç damla salyanın ayakkabıma düştüğünü
hissettim. Dizlerim beni zor taşıyordu. Yere yığılmak için büyük bir arzu
duyuyordum. Yere yığılıp kalırsam belki uyandığımda olanları bir rüya
diye geçiştirebilirdim. Ama öyle bir şey olmadı. Bayılamadım.
Kale direği gittikçe artan bir hızla metalik seslerle titriyordu.
Beyaz olan rengi önce grileşmeye, birkaç saniye sonra da kararmaya
başladı. Sonunda simsiyah oldu. Korkunç bir siyahtı bu. Ömrüm boyunca
o kadar derin bir siyah görmedim. O kadar net. O kadar kötü.
Kale direğinin titremesi aniden durdu. Hem yan direklerden, hem
de üst direkten siyah bir duman bulutu çıkmaya başladı. Tam bir duman
sayılmazdı bu. Sanki milyonlarca minik sinek direklere yapışmış da şimdi
ayrılıyorlarmış gibi. O duman çıktıkça direk tekrar beyazlaşıyordu.
Duman bulutu ise kalenin hemen önünde bir araya toplanıyor ve tek bir
büyük buluta dönüşüyordu.

39
Karanlık ve Aydınlık

Bu bulut, üç direğin ortasında yerden başlayarak bir insan silueti


oluşturmaya başladı. Önce ayaklar oluştu, ardından bacaklar, gövde,
kollar ve baş. Vücudundaki her ayrıntı belirginleşti. Gözleriyle nereye
baktığını bile anlayabiliyordunuz.
O anda hemen yanımda bir şeyin yere devrildiğini gördüm.
Alper’di bu. Bayılmıştı. Çok soğukkanlı bir çocuk olmasına rağmen bu
kadar şoka dayanamamıştı. Tek başıma kalmıştım. Belki de aklımı bir
süreliğine yitirmiş olarak.
Yaratığın gözbebekleri belirginleştiğinde Cenk’e baktığını fark
ettim ama yüzü ifadesizdi. Cenk’in üzerine eğildi. Elleriyle ona doğru bir
hamle yaptı. Kardeşim yavaşça yerden bir karış havaya kalktı.
Fizik yasalarına aykırı olaylara bir yenisi daha eklenmiş, Cenk
havada asılı kalmıştı. Önceden başının durduğu yer şimdi simsiyah bir
kan gölüydü. Yaratık tekrar doğruldu. Cenk hâlâ havada süzülürken iki
elini birleştirip onun sırtının üzerinde tuttu. Cenk yeniden sarsılırken
sırtından yaratığın ellerine doğru siyah bir toz bulutu yükselmeye başladı.
Bunun yaratığı oluşturan maddenin aynısı olduğunu fark etmem zor
olmadı.
Bana yüzyıllar gibi gelen bir süre boyunca bu bulutu emmeye
devem etti. Emdikçe rengi koyulaştı. Koyulaşıyor ve maddeleşiyordu.
Evet, sanırım bunu böyle tarif edebilirim: Maddeleşmek. Yaratık ilk defa
oluştuğunda biraz da olsa saydamdı ama Cenk’ten o şeyi elde ettikten
sonra saydamlığı azaldı, neredeyse yok oldu. Yerdeki kanın da yok
olduğunu belli belirsiz fark ettim.
Yaratık alacağını aldıktan sonra ellerini çekti ve Cenk sertçe yere
düştü. Yaratığın gözlerine baktığımda, daha da belirginleşmiş gözlerinin

40
Gökcan Şahin

bana dönük olduğunu fark ettim. Yaratık doğrudan gözlerime bakıyordu.


Bana doğru bir adım attığı anda dehşet içinde, boğazım yırtılırcasına
çığlık attım. Bacaklarımda hâlâ güç olduğunu fark edip bütün gücümle
okul çıkışına doğru koşmaya başladım. Ömrümde o kadar korktuğumu ve
o kadar hızlı koştuğumu hatırlamıyordum. Neredeyse gözüm kapalı
koşuyordum.
Okul kapısına çok yaklaştım ama ulaşamadım. Birden ayak
bileğimde inanılmaz bir acı hissettim ve yere yığıldım. Başımda da ani bir
acı duydum. Elimi başıma götürdüğümde ılık bir ıslaklık algıladım. Elime
baktım. Kıpkırmızıydı. Belli ki ayağımı burkup yerdeki koca taşa kafamı
çarpmıştım.
Etraf kararmaya başladı. Sonunda istediğim oldu: Bayıldım.

***

Kendime geldiğimde okul bahçesinde olmayı bekliyordum. Siyah


yaratık başımda dikilmiş bana bakıyor olacaktı. Ardından ellerini başımın
üstünde birleştirecek ve ne olduğunu anlamadığım o siyah bulutu
alacaktı. Ama beklediğim olmadı. Yabancı bir yerde olduğumu gördüm
ve rahatladım. Önce bir hastane odasında olduğumu sandım ama hastane
odası böyle olmazdı ki. Hangi hastane odasında halı olurdu? Ya da
mobilyalar?
Yatakta doğruldum. Hiçbir yerimde ağrı hissetmiyordum. Başıma
dokundum. Kan yoktu ama alnımda bir yara bandı vardı. Yalnızca bir
yara bandı. Ayağıma baktım. Şişlik falan yoktu. Sadece elimle
bastırdığımda biraz acıdığını fark ettim. Neyse ki o kadar kötü değildi.

41
Karanlık ve Aydınlık

Ayağa kalktım ve nerede olduğumu anladım. Burası Alperlerin eviydi. Bu


oda da Alper’in odasıydı. En başta nasıl anlayamadığıma şaşırdım. Kaç
kere bu odaya gelmiştim oysaki.
Kalkıp salona gittim. Alper’le annesi Sevim Teyze içeride
oturuyorlardı. Đkisinin de yüzleri asıktı. Alper’in yüzü bembeyazdı.
“Çok üzgünüm,” dedi annesi. “Kardeşin vefat etmiş. Annen
hastanede. Haberi duyunca sinir krizi geçirmiş. Senle Alper de herhalde
cesedi görünce bayıldınız. Yani Alper öyle söyledi.”
“Şey… Evet… Alper doğru söylemiş. Kardeşimin ezilmiş cesedini
görünce…” dedim. Kekelemiştim biraz.
“Ekrem götürdü anneni hastaneye. Doktorlar onu sakinleştirmeye
çalışıyorlarmış. Babanla beraber akşama doğru gelecekler. Seni bize
emanet etti baban,” dedi Sevim Teyze. Ekrem Amca, Alper’in babasıydı.
Sevim Teyze’nin söylediklerinden pek bir şey anlamamıştım.
Ekrem Amca’nın olayla ne ilgisi vardı? Ben buraya nasıl gelmiştim?
Neyse ki sonradan hikâyenin tamamını öğrendim.

***

Onur ve Ertuğ koşarak anneme durumu anlatmaya giderlerken


Sevim Teyze onları camdan görmüş ve neden koşturduklarını sormuştu.
Onlar da olanları kısaca anlatıp yollarına devam etmişlerdi. Sevim Teyze
olanları bu kez Ekrem Amca’ya anlatmıştı. O da Alper’in hâlâ okulda
olduğunu duyunca hem onu eve getirmek, hem de durumu görmek için
okul bahçesine doğru yola çıkmıştı. Bu sırada Onur’la Ertuğ, Cenk’in
kale direğinin altında kaldığını anneme anlatmışlardı. Annem çıldırmış

42
Gökcan Şahin

gibi dışarı fırlamış ve okula koşmuştu. Tabii ki ambulansı aramak aklına


bile gelmemişti. Ekrem Amca’yla annem okulun kapısında karşılaşmışlar
ve benim baygın vücudumu görmüşlerdi. Futbol sahasında ise Alper ve
Cenk yatıyorlardı. Alper baygın, Cenk ölüydü.
O sırada annem sinir krizi geçirmiş, kendini yerden yere vurmaya
başlamıştı. Ekrem Amca annemi sakinleştirmeye çalışmıştı ama bir türlü
başarılı olamıyordu. Bu arada Alper ayılmış, sarsak adımlarla babasına
doğru yürüyordu. Ekrem Amca, Alper’in yardımıyla annemi kendi
arabasına taşımayı başarmıştı.
Ekrem Amca daha sonra Cenk için telefonla ambulans çağırırken
Alper ve annesi beni kendi evlerine taşıyorlardı. Dediklerine göre ben
yarı uyanıktım ve onları fazla zorlamamıştım. Ekrem Amca ambulansı
takip ederek annemle hastaneye gitmişti. Bu arada babama da olayı haber
vermeyi unutmamıştı. Babamın o pazar günü çalışıyor olması ayrı bir
şanssızlıktı tabii.

***

Daha sonra Alper’le, kimseye bir şey söylemeyeceğimize dair


yemin ettik. Ve sözümüzü de tuttuk. Olanlar Alper’le aramızda sır olarak
kaldı. Herkes, Cenk’in üstüne kale direği düştüğü için öldüğüne inandı.
Bu, bir bakıma doğruydu. Ertesi günkü gazetelerde Cenk’in ölümü de yer
aldı. Bizimkiler kale direğiyle ilgili olarak okula dava açtılar ve
kazandılar. Bir miktar tazminat ödendi.
Cenk’in ölümünden sonraki gün kale direkleri kaldırıldı. Nereye
götürüldüklerini bilmiyorum.

43
Karanlık ve Aydınlık

Yine o günden iki yıl sonra, kaybolan Zehra ve Vural’ın cesetleri


bulundu. Hem de o kale direğinin olduğu yerin tam altında. Yaz tatili
sırasında okul bahçesi düzenlemesi yapılıyordu. O kale direklerinin
bulunduğu yeri biraz alçaltacaklardı. Dozerler kazı yaparlarken bazı
kemiklere ve elbiselere rastladılar. Đki çocuk cesedi yüzeyin hemen
altında yan yana duruyorlardı. Ve bulundukları yer kale direğinin hemen
önüydü. Yani Cenk’in öldüğü yer.
Cesetler elbette çoktan çürümüştü. Aileler çocuklarını
elbiselerinden tanıdı. Emin olmak için yapılan DNA testleri de onların
kayıp çocuklar olduklarını doğruladı. Bu olay gazetelerde ve basında
epey boy gösterdi ama sonunda yine unutuldu. Çocukların ölüm sebepleri
ve betona nasıl gömüldükleri asla öğrenilemedi.
Zehra ve Vural’ı da o kale direğindeki yaratık öldürmüştü
mutlaka. Hatta hiç iz bırakmadan yerin altına bile sokabilmişti. Eğer
zamanı olsaydı bize de aynı şeyi yapabilirdi.

***

Aslında bu yazıyı 13 Mayıs’ta yani geçen hafta bitirmiştim. Ama


öyle bir gelişme oldu ki bu yazıya eklemeden edemeyeceğim. O siyah
yaratık hakkında bir şeyler öğrendim.
Bu sabah erken saatlerde bir kargo görevlisi geldi. Đçinde kalınca
bir kitap olan bir paket getirdi. Kitap Đngilizceydi. Adını şu şekilde
çevirebilirim: ‘Dünya Mitolojilerindeki Efsanevi Yaratıklar’.
Đlk sayfasını çevirdiğimde içinde bir not buldum. Notu uzun
zamandır görmediğim arkadaşım Alper yazmıştı:

44
Gökcan Şahin

Sevgili dostum,
Uzun zamandır görüşemiyoruz. Telefonunu da bilmiyorum. Ama
hâlâ aynı adreste oturduğunu bildiğim için sana bu mektupla ulaşmayı
başardım. Ve bu kitabı göndermem gerektiğini düşündüm. Kendim
gelecektim ama şu anda ABD’deyim. Bana ulaşmak istersen telefonum
aşağıda yazılı. Emin ol, Türkiye’ye ayak basar basmaz yanındayım.
Gönderdiğim kitabın 178. sayfasına bakarsan o gün yaşadıklarımız
konusunda bir fikre sahip olabilirsin. Bu kitabı tesadüfen buldum ve o
bölümü okuduğumda şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Sanki bizim
yaşadığımız olayı biliyorlarmış da aynen yazmışlar gibi.
Görüşmek üzere.
Eski dostun Alper

Not kısa ve özdü. Kitabın 178. sayfasına bak ve cevabı bul diyordu
kısaca. Ben de buna uydum ve karton kapaklı kitabın o sayfasını açtım.
Goidler yazıyordu sayfanın başında. Başlık buydu. Altında iki
satırlık bir açıklama bölümü vardı: “Afrika kabilelerinin mitolojilerinde
önemli yer tutan yaratıklardır. Yerliler bu yaratıkları bir tür iblis olarak
görmüşlerdir. Her zaman simsiyah ve yarı şeffaf oldukları için ‘Kara
ruhlar’ olarak da anılırlar.”
Daha belirgin yazılmış bu açıklamanın ardından iki sayfalık bir
makale geliyordu. Tüm yazıyı büyük bir dikkatle okudum ve neyle
karşılaştığımı iyice öğrendim. Bu Goid denen yaratık Cenk’i öldüren
yaratığın ta kendisiydi.
Mitolojiye göre bu yaratıklar fiziksel bir nesneye bağlı olmadan
yaşayamıyorlar. Đnsan veya hayvanların kanındaki özel bir maddeyle

45
Karanlık ve Aydınlık

besleniyorlar. Bu nedenle genellikle insanları kolay avlayabilecekleri


nesneleri seçiyorlar. Cenk’i öldüren Goid de kale direğini seçmiş demek
ki.
Kitaba göre Goidler ölümsüzler ama üreme yetenekleri yok.
Önceden üreyebiliyorlarmış ama bir şekilde bu yetenekleri yok olmuş
olmalı. Ve o zamandan beri aynı sayıdalar. Tabii gerçekten ölümsüzlerse.
Ben hiç sanmıyorum. Yerliler bu yaratıkları bir türlü yok edemedikleri
için öyle düşünmüş olmalılar. Belki de dünyada kalan son Goid oydu.
Başkası olsaydı mutlaka bir şekilde duyulurdu. Ama bundan da emin
olamam tabii. Bizim yaşadığımız şeyi kimse bilmiyor mesela. O
yaratıkları görenler varsa bile kimseye anlatmamış olabilirler.
Kitap, Goidler’in bazen evleri işgal ettiklerini, bazen ağaçları ele
geçirdiklerini, bazen de koca bir kayaya girebildiklerini anlatıyor. Onların
işgal ettiği eve girenler bir daha çıkamaz, onların ele geçirdiği bir ağacın
yanına yaklaşanlar dallara takılıp ölür, onların mesken tuttuğu bir kayanın
yanında duranlar durup dururken kayanın altında kalırlarmış. Sonra bu
yaratıklar simsiyah bedenleriyle ortaya çıkar ve kurbanlarının kanlarını
çekerlermiş.
Bu kısım aklıma tekrar Cenk’in ölümünü getirdi. Tek farkı ben o
yaratığın kan çektiğini değil siyah bir toz bulutunu çektiğini görmüştüm.
Şimdi düşünüyorum da bu bulut belki de Cenk’in gaz haline gelmiş
kanıydı. Ama bunu tam olarak bilemeyeceğim. Kitapta kan çektiği
yazıyor ama buna da güvenemem. Binlerce yıllık bir efsane nesilden
nesle geçerken bozulmuş olabilir. Kardeşimin cesedini çıkarıp kan testi
de yapamayacağımıza göre bu bir gizem olarak kalacak.

46
Gökcan Şahin

Kitapta bu yaratıklarla ilgili birçok değişik hikâye ve söylenti


aktarılmış ama bunları yazmaya gerek görmüyorum.
Alper’in bana gönderdiği bu kitap ve okuduklarım içimi rahatlattı
diyemem. Ama en azından bunun sadece benim başıma gelmediğini ve
binlerce yıl önce de olsa başkalarının da bu olayı yaşadığını öğrenmem
iyi geldi. Belki de artık Cenk’in ölümünü daha normal
karşılayabileceğim.
Bu arada Alper’in mektubunun benim hesaplaşma yazımdan
sadece bir hafta sonra gelmesi bir tesadüf olabilir mi?
Olağanüstü şeylere daha fazla inanmaya başlıyorum galiba.

47
KIZIL GÖZLER
1. BÖLÜM: MEKTUP

Bir zamanlar ben de sizin gibi normal bir insandım. Kan içmemek
için kendini zor tutan bir yarı-vampir değildim. Siz, bilimsel bir sürü
saçmalıkla vampir diye bir şey olamayacağını iddia edebilirsiniz. Belki
bunun sadece bir uydurma olduğunu, benim de akıl sağlığını yitirmiş
sıradan bir insan olduğumu düşünebilirsiniz. Ama yanılırsınız. Ben deli
değilim. Yalancı da değilim. Vampirler gerçekten varlar ve örgütlenmiş
bir şekilde yaşıyorlar. Bir vampir tarafından ısırılan normal bir insan da
vampir oluyor. Her yıl ortadan kaybolan pek çok insanın aslında onlara
katıldığını biliyorum. Gizli bir örgüt şeklinde organize olmuş durumdalar.
Đnsan avlamayı planlı şekilde ve hiçbir iz bırakmadan gerçekleştiriyorlar.
Yine de bir gün kontrolden çıkma ihtimalleri olduğunu unutmayın.
Vampirler görünüş olarak insanlardan pek farklı değiller. Kızıl
gözleri var ama göz renklerini değiştirebiliyorlar. Beyaz tenliler ve güneş
ışığına duyarlılar ama ışığın onları öldürdüğü falan yok. Sadece
rahatsızlık duyuyorlar. Tıpkı çürümüş yumurta kokusunun insanı rahatsız
etmesi gibi. Köpek dişlerini istedikleri zaman sivriltebiliyorlar ve
imkânsız gibi görünse de yarasa benzeri yaratıklara dönüşebiliyorlar.
Bunların hiçbirini uydurmuyorum, hepsini gözlerimle gördüm ve
yaşadım.
Karanlık ve Aydınlık

Not: Şu anda bulunduğum evdeki insanların hiçbirini tanımıyorum.


Gördüklerinizin onlarla hiçbir ilgisi yok. Lütfen yazdıklarımın tamamını
okuyun ve gerekeni ondan sonra yapın.

***

Adım Kenan Ali Gündoğdu. Yirmi yaşındayım. Normal insan


olarak hayatım sona ereli tam bir yıl oldu. 10 Temmuz 2006 Cumartesi
günü saat 14.35’te artık normal bir insan olmadığımı fark ettim. O günü
dün gibi hatırlıyorum. Belki de beynimde o günü defalarca yaşadığım
için.
Bakırköy’e gitmiştim. Amacım hem biraz dolaşmak, hem de yeni
bir film DVD’si almaktı. O günlerde filmlere çok meraklıydım. Hemen
hemen her hafta bir DVD alıyordum. O öğle vakti Bakırköy’de otobüsten
indiğimde hava inanılmaz sıcaktı. Otobüs durağından, Bakırköy Yeraltı
Çarşısı’nın girişine gidene kadar saçlarım neredeyse tutuşacak kadar
ısınmıştı. Önümde iki seçenek vardı. Biraz daha yürüyüp D&R’a girmek
veya yeraltı çarşısından doğrudan Carousel’e gitmek. Đkincisini seçtim.
Çarşının girişindeki yürüyen merdivenden indim. Boynumun arka tarafı
sızlıyordu ama bunun üzerinde durmadım. Otobüste başımı cama
yasladığım için olduğunu düşündüm. Bindiğim otobüs, o eski kırmızı
otobüslerdendi ve düz yolda giderken bile sarsılıyorlardı.
Yürüyen merdivenin sonuna geldiğimde klimanın hoş esintisinde
acele etmeden yürümeye devam ettim.
Çarşının ortalarında bir tür oyuncakçı dükkânına rastladım.
Oyuncakların dışında video, Gameboy, Playstation ve bilgisayar oyunları

50
Gökcan Şahin

da satılıyordu. Dış vitrindeki minik televizyonda bir video oyunu kendi


kendine oynuyordu. Televizyonun yanındaki rafta Playstation oyunları
dizilmişti. Evde bir Playstation’ım olduğu için vitrinin önünde duraklayıp
oyunların üzerindeki resimleri incelemeye başladım. Vitrindeki ikinci
oyun dikkatimi çekti. Oyunun kapağında ağzından kanlar damlayan vahşi
bir yaratık vardı ve çok gerçekçi görünüyordu. Daha önce öyle kanlı
oyunlar oynamamama rağmen o oyunu almak için büyük bir arzu
duydum. Özellikle o yaratık çok hoşuma gitmişti. Önüne gelen her şeyi
yok eden yenilmez bir canavar…
Mağazaya girdim. Beklediğimden daha büyük bir yerdi. Tam
karşıda kasiyerin bulunduğu bir tezgâh vardı. Sağ tarafta kız ve erkek
çocuklar için oyuncaklar raflara özenle dizilmişti. On yaşlarında sarı saçlı
bir erkek çocuğu eline kırmızı bir Ferrari araba oyuncağı almış, annesini
bunu satın alması için ikna etmeye çalışıyordu. Kırmızı bir Ferrari…
Kırmızı… Nedense kırmızı rengi düşününce içim bir garip oluyordu.
Kasiyere doğru bir adım daha atarken sol tarafıma da göz atma
şansım oldu. Orada, dış vitrindekinde çok daha fazla Playstation,
bilgisayar ve Gameboy oyunları duruyordu. Vitrindeki canavarlı oyunun
bir kopyası da bu raflardaydı. Oyunu raftan kaptığım gibi kasaya gittim.
Sarı saçlı çocuk hâlâ annesini araba için ikna etmeye çalışırken kasiyer
elimdeki oyunu alıp tarayıcıya okuttu. Tam iyi günler dileyip
ayrılacakken yüzüme bakıp suratını astı.
“Solgun görünüyorsunuz. Hasta değilsiniz ya?”
“Solgun mu? Bilmem, hasta hissetmiyorum kendimi,” dedim.
Üstelemedi.

51
Karanlık ve Aydınlık

Oyunun parasını ödeyip dükkânın dışına çıktığımda hâlâ kasiyerin


sözlerini düşünüyordum. Carousel’e gittiğimde aynaya bakmaya karar
verdim.

***

Evet, haklıydı. Gerçekten solgun görünüyordum. Carousel’in


tuvaletinin aynasında görünen suratımın rengi normalden daha beyazdı.
Güneş çarpmasının belirtilerinden biri olup olmadığını düşündüm ama
karar veremedim. En iyisi bir an önce eve gitmekti. Annem bir ıhlamur
kaynatırsa geçerdi herhalde. En kısa Bakırköy gezim olacaktı ama hasta
olmayı göze almak istemezdim.
Otobüs durağında bir süre bekledikten sonra yeni yeşil
otobüslerden birine bindim. Şoför, yanından geçerken gözlerimin içine
tuhaf tuhaf bakmıştı. Herhalde o da şaşırmıştı solgunluğuma. Otobüsün
arkalarına doğru ilerledim. Kimsenin bana bakmamasını umuyordum.
Bakmadı da.
Arka kapının hemen önündeki ters koltuğa oturdum. Tam karşıma,
yani en arka koltuğa bir çocuk ve annesi oturdu. Bir an çocuğu nereden
tanıdığıma karar veremesem de bu durum elindeki kırmızı Ferrari
oyuncağını görene kadar sürdü. Demek annesi sonunda oyuncağı almayı
kabul etmişti. Çocuğa bakıp hafifçe gülümsedim. Ama cevap alamadım.
Hatta bana korku dolu gözlerle baktı. Uzaklara dalmış olan annesini
sertçe dürttü ve beni göstererek, “Anne bak!” dedi. Annesi bana bakınca
yüzü birden asıldı ama sonra, aklına süper bir fikir gelmiş gibi
gülümseyerek çocuğa döndü. Çok kısık sesle konuşsa da duyabiliyordum.

52
Gökcan Şahin

“Lenstir o, daha önce hiç görmedin mi? Hani değişik renklerde


oluyor ya. O da öylesini takmış. Hadi, sen oyuncağınla oynamaya devam
et.” O sırada bu konuşmaya hiçbir anlam veremedim. Yüzümü cama
doğru döndüm ve başımı cama yasladım.
Otobüs hareket etti. Son otobüs yolculuğum olacaktı bu.
Sonraki durakta yanıma iri yarı bir adam oturdu. Kalın sesiyle
“Selamın aleyküm,” dedi. Bana baktığını görünce “Aleyküm selam,” diye
karşılık verdim. Göz göze geldiğimde yüzünü astı. Elindeki tespihi
çevirirken sitem eder gibi bir sesle “Hayret bir şey,” dedi. “Şimdiki
gençler hiç iyi yolda değil vallahi. Saçlarınızı boyamanız yetmedi, şimdi
de gözlerinizi mi boyuyorsunuz? Tövbe, tövbe…”
Ne diyeceğimi şaşırdım. Çekingen bir sesle cevap verdim:
“Ben… Ben gözlerimi filan boyamadım ki.”
“Boyadın dediysek… Neydi o? Lans mıydı? Lens miydi? Ondan
takıyorsunuz. Göz renginizi değiştiriyorsunuz. Sonra ne oluyor?” Biraz
ara verdi. Sonra yine devam etti. Bana hitap ettiğinden pek emin değildim
artık. Sanki otobüsteki herkesle konuşuyordu.
“Şu hale bak. Bunu yapanlar da işi iyice abarttı. Kırmızı göz olur
mu hiç? Satanist gibi gösteriyor. Tövbe tövbe tü tü tü.” Ben iyice
şaşırmıştım.
“Ben lens filan takmadım ki. Ne kırmızı gözü?” dedim. O sırada
arkalarda oturan beş altı kişi bana bakıyordu. Sarışın çocuk ve annesi de
dahil. “Nasıl yani? Sen doğuştan mı böylesin?” diye sordu çaprazımda
oturan bir adam. Elinde siyah bir evrak çantası vardı. Merakla bana
bakıyordu.
“Nasılım?” diye karşılık verdim.

53
Karanlık ve Aydınlık

“Kırmızı gözlüsün işte,” dedi.


“Ben kırmızı gözlü filan değilim,” diyecektim ki bunun bir yararı
olmayacağını anladım. Hiçbir şey söylemeden başımı tekrar cama
yasladım, kimse de başka bir şey söylemedi.
Belki de gözlerim çok kötü kızarmıştı. Galiba kötü
hastalanıyordum.

***

Evin önüne vardığımda kolumdaki saat, 14.21’i gösteriyordu. Zile


bastım. Dış kapının açıldığını belirten o ‘çat’ sesinden sonra binaya
girdim. Merdivenler karanlık olduğu için elim refleks olarak ışık
düğmesine gitti. Düğmeye basacaktım ki, garip bir şeyi fark ettim.
Merdivenleri rahatlıkla görebiliyordum. Gündüz gibi net olduğunu
söyleyemem; ama takılıp düşmeden çıkabilecek kadar görüyordum. Ama
sanki kırmızı bir jelatinin ardından bakıyormuşum gibi renkler biraz
kırmızıya kayıyordu. Belki de bir yerden kırmızı bir ışık sızıyordur, diye
düşündüm. Işığı açmaya gerek görmedim. Merdivenlerden kolayca
çıktım. Bizim kapının önüne geldiğimde etraf hala kırmızıydı. Kapıyı
tıklattım. Annem kapıyı açıp bana bakınca önce şaşırdı, sonra da
gülümsedi.
“Anladım, anladım. Kandıramadın beni. Yine o şaka
dükkânlarından birine uğradın, değil mi? Beni korkutmak için. Bu
numarayı babana da yapmalısın.” Ardından yüzü yine asıldı. “Aaa,
yemeği ocakta unuttum.” Hemen arkasını dönüp mutfağa koştu. Ben de

54
Gökcan Şahin

içeri girip banyoya yürüdüm. Neler olduğunu bir an önce anlamak


istiyordum.
Đlk işim aynaya bakmak oldu.
Ama karşımdaki surat benim değildi sanki! Ne olmuştu bana?
Evet, suratım kasiyerin dediği gibi bembeyazdı. Ama en kötüsü o değildi.
Gözlerim… En kötüsü gözlerimdi. Ben, o ana dek gözlerimin aklarının
kızarmış olduğunu düşünmüştüm. Ama kırmızı olan, gözlerimin
kahverengi olması gereken yeriydi. Yani iris kısmı!
Kızıl gözler ve solgun bir surat yetmiyormuş gibi gözlerimin
altındaki halkalar da belirginleşmiş ve beni kana susamış bir vampire
benzetmişlerdi. Bir vampire! Đlk defa o an aynanın karşısında vampir olup
olmadığımı düşündüm. Ama vampirler aynada görünmezlerdi, öyle değil
mi? Ama ben kendimi görebiliyordum. Bu vampir olmadığımı kanıtlar
mıydı?
Neler düşünüyordum öyle? Ne vampiri?
Ama olanlar… Belirtiler aynıydı… Beyaz surat, kızıl gözler,
ışıktan duyduğum rahatsızlık!
Ağzım açık bir şekilde kızıl gözlerime bakarken öylece
kalakalmıştım. Küçük bir şok geçiriyordum herhalde. Beni kendime
getiren şey gözlerimin önünde iki köpek dişimin yavaş yavaş büyüyüp
sivrilmesi oldu. Artık şüphe yoktu. Ben bir vampirdim. Her ne kadar
kalbim küt küt atarak tepki verse de aklım bunu kabullenmeye başlamıştı.
Geride tek bir test kalmıştı: Boynumda ısırık izleri aramak.
Bu çok kolay oldu. Ensemin sağ tarafındaki izleri aynada boynumu
çevirir çevirmez gördüm. Ve nasıl vampirleştiğim hakkında da bir fikrim

55
Karanlık ve Aydınlık

oldu. Demek o gece, açık pencereden giren bir vampir tarafından


ısırılmıştım.

***

Banyodan bacaklarım titreyerek çıktım ve anneme görünmeden


kendi odama girdim. Kapıyı kilitledim. Ne yapacağımı düşünmeye
başladım. Bu halde dışarı çıkamazdım. Dracula’dan tek farkım
giysilerimdi. Annem bunları şaka sanıyordu. Sonunda gözlerimden
kırmızı lensleri çıkarmamı, yüzüme sürdüğüm pudrayı temizlememi,
takma dişlerimi çıkarmamı isteyecekti. Ama ben bunların hiçbirini
yapamayacaktım. Bahaneler uydurabilirdim. “Babama da görünmek
istiyorum. Bakalım o şaşıracak mı?” gibi. Peki babama gösterdikten sonra
ne olacaktı?
Kara kara düşünürken, birden annemin sesini duydum: “Kenan!
Hadi gel! Yemek hazır!”
Yemek mi? Bende iştahtan eser yoktu. “Ben tokum anne,” dedim.
“Bakırköy’de bir şeyler yemiştim.” Sesimi olabildiğince
normalleştirmeye çalıştım.
Annem bir şeyler söyledi ama ne dediğini anlayamadım. Cevap da
vermedim. Düşüncelerime geri döndüm. Olanları ve olabilecekleri en
ince ayrıntısına kadar düşünmeme rağmen bir çözüm yolu bulamıyordum.
O şekilde en az bir saat geçirdim. Ve ortada hiçbir sonuç yoktu. O
düşüncelerin arasında kapı zilinin çaldığını hayal meyal duydum.
Annem kapıya baktı. Kısa bir süre sonra bana seslendi: “Kenan,
gelir misin? Burada seninle konuşmak isteyen biri var.”

56
Gökcan Şahin

“Kimmiş anne?”
“Takım elbiseli bir adam,” dedi. Aklıma korkunç bir düşünce
geldi. Gelen Dracula mıydı yoksa?
“Çıkamam anne, çok işim var,” dedim. Ne dediğimi kendim de
bilmiyordum. Ne demekti ‘çok işim var’?
“Çok ısrar ediyor oğlum, bir bakıver. Anket mi ne yapıyorlarmış.
Fantastik edebiyat falan diyor. Vampirler, kurt adamlar falan
hakkındaymış.
Belli ki adam bana bir şeyler ima ediyordu. Annemin dikkatini
daha fazla çekmeye de niyetim yoktu. Çıkmaya karar verdim ama önce
çalışma masamdaki güneş gözlüğünü gözüme geçirdim. Bu yeterli olurdu
herhalde.
Adamın yanına vardığımda annem mutfağa dönmüştü bile. Siyah
takım elbiseli, şık ve yakışıklı bir adamdı.
“Kenan Bey, sizinle dışarıda konuşabilir miyiz?” dedi.
“Ne konuda?” dedim.
“Çok önemli bir konuda. Şimdi açıklayamam. Benimle
gelirseniz…”
“Şu anda dışarı çıkamam.”
“Eğer ömür boyu odanıza kapanmak istemiyorsanız, benimle
gelmenizi öneririm. Durumunuzu biliyorum.”
Adamdan gözlerimi ayırmadan sesimi yükselterek anneme
seslendim. “Anne! Ben biraz sonra geliyorum.”
“Tamam oğlum.”
Bu arada annemin tavırlarına da şaşırıyordum. Her gelene kapıyı
açmazdı annem. Hele fantastik edebiyat anketi laflarını hiç yemezdi.

57
Karanlık ve Aydınlık

Üstelik benim bu sözlerime tepki vermemesi ayrı bir gariplikti.


Vampirlerin garip bir hipnoz yetenekleri olduğunu sonra hatırlayacaktım.
Arkamdan kapıyı kapatarak merdivenden aşağı inmeye başladım.
Takım elbiseli adam önümde yürüyordu. Beni kapının önünde bekleyen
siyah bir Mercedes’e götürdü. Sisli camı nedeniyle içi zor görünse de,
içinde biri şoför koltuğunda, diğeri de onun yanında olmak üzere iki kişi
vardı.
Takım elbiseli adam kulağıma, “Lütfen arabaya binin,” dedi.
Umudumu tamamen yitirmiş bir halde arabanın arka kapısından içeri
girdim. O da peşimden arabaya binip kapıyı kapattıktan sonra şoför
koltuğundaki adam ciddi bir sesle konuştu: “Hoş geldiniz Kenan Bey.”

***

Araba asfalt üzerinde kayar gibi ilerlerken üçü de tek kelime


etmedi. Ben de etmedim. Sadece olanları zihnimde canlandırarak tekrar
yaşadım. Sabah uyanışım, Bakırköy’e gidişim, alt geçitte Playstation
oyunu alışım, kırmızı Ferrarili çocuk, otobüsteki insanların şaşkın
bakışları, evde aynaya baktığımda yaşadığım şok… Hepsini tekrar
yaşadım ama bunun bana bir yararı olmadı. Geri dönüşü olmayan bir
yoldaydım işte.
Araba büyük ve terk edilmiş bir binanın yanına yaklaştı, durdu ve
indik. Adamlardan biri beni büyük binanın girişine doğru sürükledi.
Ölümümün yaklaştığını düşünsem de onlara karşı koymadım. Đçeri
adımımı attığımda buranın hiç de dışarıdan göründüğü gibi terk edilmiş
olmadığını fark ettim. Karşımda çok büyük bir kapalı alan vardı. Devasa

58
Gökcan Şahin

bir konferans salonuna benziyordu. Karşıda büyük bir sahne ve bir


konuşma kürsüsü görünmekteydi. Salonun geri kalanı sandalyelerle
kaplıydı. Boş sandalyelerle. Salonda ben ve üç refakatçim dışında kimse
yoktu.
O müthiş bir sessizlikte ani bir çığlık kopuverdi. Buna tavandan
sandalyelere doğru inen yüzlerce karanlık siluet eşlik etti. Bir an tavan
çöküyormuş gibi göründü ama durumun böyle olmadığını, kara siluetlerin
yarasa olduğunu çığlıklar dinerken anladım.
Birkaç saniye önce boş olan sandalyeler yarasaların insana
dönüşmesiyle bir anda siyah takım elbiseler giymiş yüzlerce adamla
doluverdi. O sırada ben nefes almayı bile unutmuştum. Yanımdaki
adamlardan birinin beni kolumdan hafifçe çekmesiyle tuttuğum nefesi
vermeyi başardım. Beni sahneye davet ediyorlardı. Üç takipçinin ikisi
arka tarafa doğru giderken, biri benimle beraber ön tarafa, yani sahneye
doğru yürümeye başladı.
Fark edemediğim bir yerden bir yarasa daha geldi ve kürsünün
hemen arkasına kondu. Bir an sonra sahnenin arkasında yine siyah takım
elbiseli başka bir adam vardı. Başkanları olmalıydı bu. Kürsünün
arkasında belirdiğinde salonda kopan alkış tufanı bunu destekliyordu.
Alkışlar kesildiğinde kürsünün yanına kadar götürülmüştüm. Ne
yapacağımı bilmez halde kalabalığı izliyordum. Bu kadar takım elbiseli
arasında, spor kıyafetli biri olmam garibime gitmişti.
Başkan, kürsüde mikrofona hafifçe eğilerek konuşmaya başladı:
“Vampir arkadaşlarım! Hepinizi selamlıyor ve “Av sezonu açılışı”
konuşmama başlıyorum. Bildiğiniz gibi her yıl 10 Temmuz’da aramıza
yeni vampirler katmak için ava çıkıyoruz. Bugün 2007 yılının av

59
Karanlık ve Aydınlık

sezonunu açmak için burada toplandık. Đstanbul Büyük Vampir


Komünü’nün başkanı olarak yılın ilk avını takdim etmekten gurur
duyuyorum.”
Elleriyle beni gösterdi ve salonda yine bir alkış tufanı koptu.
Alkışlar dinince başkan konuşmasına devam etti: “Bildiğiniz gibi her
yılın ilk avı bizim için özeldir. Çünkü o tam bir vampir değildir. O,
insanlarla bağımızı simgeleyen bir yarı insan yarı vampirdir. Đlk avın
vampir-insan olmasını sağlayan da önceki yılın ilk avıdır. Bu gece ava
çıkan ve 2006’nın ilk avı olan Fuat adlı vampir-insan, yeni vampir-insan
olarak bu genci seçti. Ve biz de üzerimize düşeni yapıp onu aramıza
getirdik. Şimdiki görevimiz ise onu gelecek yılın ilk avını bulması için bir
yıl boyunca aramızda tutmaktır. Adı Kenan olan yeni vampir-insanımız
hepimizin bildiği gibi gelecek 10 Temmuz’a kadar kapalı tutulacak ve o
gün geldiğinde ilk avı seçmesi için serbest bırakılacak. Yüzyıllardır
sürdürdüğümüz bu geleneği halen sürdürebiliyor olmamızdan gurur
duyarak konuşmamı bitirmek istiyorum. Yaşasın vampirler!”
Salonda alkışlar bir çığlık gibi yükselerek yankılandı. Ben hâlâ
şoktaydım. Bunlar neden bahsediyorlardı?

***

O günden sonra olanları hatırlamak bile istemiyorum. Tam bir yıl


boyunca kapalı bir odada kaldım. Aslında çok da küçük bir oda değildi
bu. Ayrı tuvalet kabini bile bulunan lüks bir odaydı. Televizyon,
DVD’ler, kitaplar, insanın yaşarken ihtiyaç duyacağı her şey vardı. Ama
ben mutlu değildim. Kendimi hapiste gibi hissediyordum, ki zaten odadan

60
Gökcan Şahin

dışarı çıkmama izin yoktu. Her gün odama girip çıkanlar olurdu ama ben
çıkamazdım. Odama girenler; günde üç öğün yemeğini veren hizmetçiler,
kirli çamaşırlarımı alıp temizlerini getiren ve diğer hizmetleri yapan
uşaklar, arada bir sağlığımı kontrol eden bir doktor ve bunun gibi
kişilerdi.
Odamda bir ayna da vardı. Bembeyaz suratıma, hafifçe uzamış
dişlerime, altları morarmış ve korkunç bir şekilde bakan kızıl gözlerime
bakabilmem için konulmuş normal bir ayna. Evet, görünüşüm tıpkı bir
vampir gibiydi ama kan içme gibi bir isteğim yoktu. Takım elbiseliler
beni getirmeden hemen önce az da olsa kana arzu duyuyordum. O kanlı
oyunu da o içgüdünün etkisiyle almıştım. Ama burada öyle bir arzum
yoktu. Sanırım yiyeceklerime kan içme isteğini engelleyen bir şey
ekliyorlardı.
Bir gün bir deneme yapmaya karar verdim. Kan içmemi engelleyen
ilacı hangi yiyeceğe koyduklarını öğrenmek için, önce birkaç gün bana
verdikleri ana yemeği yemedim. Hiçbir şey fark etmedi. Sonra birkaç gün
salataları, birkaç gün tatlıları, çorbaları, içecekleri, her şeyi denedim; ama
yine de canım kan içmek istemiyordu.
Sonunda keşfettim. Cevap suydu. Birkaç gün su içmeme şansım
yoktu ama en azından bir gün su içmeyebilirdim. Đnanır mısınız, bırakın
bir günü dokuz-on saat sonra içimde vahşi bir şeyler harekete geçmeye
başladı. Đnsanlardan nefret eder halde buldum kendimi. Kan içmek
istiyordum. Delicesine. Neyse ki kendimi kaybetmeden önce su içmeyi
başarabildim. Hiç durmadan bir buçuk litre su içtim. Anında kendimi çok
daha iyi hissettim. Bir daha da bu denemeyi yapmaya kalkışmadım.
Cevabı bulmuştum.

61
Karanlık ve Aydınlık

***

Beni o odada neden tuttuklarını gayet iyi anlamıştım. Gelecek 10


Temmuz’da avı başlatacak kişiydim ben. 10 Temmuz’dan belki birkaç
gün önce suyuma bani sakinleştiren ilacı katmayı keseceklerdi ve o gün
içim nefretle dolu bir haldeyken, yani kana susamışken dışarı
bırakacaklardı. Herhalde üzerime kamera gibi bir şey de takacaklar, ilk
ısırdığım insanı alıp getireceklerdi. Kimi ısırdığımı o kameradan veya
cihazdan öğreneceklerdi. Amaçlarına ulaştıklarında da beni yok edecek
veya tekrar hapsedeceklerdi. Çünkü ben onlardan biri değildim. Ben yarı
insan, yarı vampirdim. Ve var oluş amacım yalnızca yıllık avı
başlatmaktı.
Bana bir yüzyıl gibi gelen o bir sene sona ermeye başladığında,
yani Temmuz’a girdiğimizde paniklemeye başlamıştım. Büyük gün
geliyordu. Ve ben sadece 10 Temmuz’u düşünüyordum. Kaçmam
gerekiyordu. Ama bu imkânsızdı. Bu odada ne bir pencere vardı, ne de
havalandırma deliği. Odanın nasıl havalandırıldığını hâlâ anlamış
değilim. Kaçabilecek tek yer kalıyordu: Kapı.
Odanın tek bir kapısı vardı. En az otuz santimetre kalınlığındaydı
ve metalden yapılmıştı. Belki de çelikten. Banka kasalarının bile bu kadar
güvenli olduğunu sanmıyorum. Kapıda cam veya anahtar deliği yoktu.
Đçeriden açılabilecek bir kolu bile bulunmuyordu. Kısaca, bu beyaz
duvarların arasındaki gri kapı aşılması imkânsız bir engeldi.
Đçeriye bir hizmetçi veya uşak girdiği sırada kaçabilir miydim?
Onu da düşündüm ama o da imkânsızdı. Kapı, içeri giren kişinin ardından

62
Gökcan Şahin

hemen kapatılıyordu. Kapıyı açık tutacak bir yöntem bulsam bile dışarıda
en az dört korumanın beklediğini görmüştüm. Đri yarı ve silahlıydılar. Bir
şekilde onları aşabilsem bile, sonra ne olacaktı? Nerede olduğumu bile
bilmediğim halde nasıl kaçacaktım? Özellikle kaçmayı düşüneceğimi
bildikleri şu son günlerde…
Peki, beni 10 Temmuz’da buradan çıkaracakları zaman kaçabilir
miydim? Bu da olanaksızdı. Birincisi, bütün vampirlerin gözü üzerimde
olacaktı. Özellikle, yarasaya da dönüşebildikleri düşünülürse,
kaçabilmem imkânsız görünüyordu. Ben vampir-insan olduğum için
yarasaya dönüşemiyordum sanırım. Daha önce üzerime kamera gibi bir
şey takabileceklerini düşünmüştüm, ama kameraya ihtiyaçları yoktu
aslında. Beni uçarak da çok kolay takip edebilirlerdi. Bunları düşünürken
aklıma bir şey daha takıldı. Geçen 10 Temmuz’da beni ısıran vampirin
bizim eve ulaşabilmesi için uçabilmesi, yani yarasaya dönüşebilmesi
gerekiyordu. Yani o, nasıl yarasaya dönüşüleceğini biliyordu. Ama ben
bilmiyordum. Çıkınca mı öğreteceklerdi acaba? Yoksa bunun başka bir
yolu mu vardı?
Günlerce bu şekilde düşünmeye devam ettim. Bir an
umutlanıyordum, başka bir an tüm umutlarım suya düşüyordu. 3 Temmuz
günü sabaha karşı tam olarak düşündüğüm şey şuydu: “Neden tüm
umutlarım suya düşüyor ki?” Đşte, kurtuluşumu sağlayan fikir buradan
aklıma geldi: “Su.”
Yapacağım şey, o günlerde verilen suyu saklamak ve son gün
içerek vampirleşmeyi önlemekti. Artık verilen suyun sadece bir kısmını
içiyordum. Günde bir-bir buçuk litre su veriliyordu ve ben küçük bir
kısmını daha önceden aşırdığım bir kâsede saklıyordum.

63
Karanlık ve Aydınlık

7 Temmuz’da suyuma o ilacı katmayı kestiler. Bundan eminim, o


hissi gayet iyi biliyorum. Ve azar azar o kâsedeki suyu içmeye başladım.
Bu, vahşileşmemi engelledi; ama arada bir bunu anlamasınlar diye kana
susamış gibi davranmak zorundaydım ve bunu yapıyordum. Istırap çeker
gibi davranıyordum. Aslında gerçekten ıstırap çekiyordum ama bu kan
isteme ıstırabı değildi. Bu ıstıraptan kurtulamayacak olmamın ıstırabıydı.
Hiçbir çözüm yoktu. Oradan kurtulmam imkânsızdı. Yüzlerce yarasa
peşimdeyken asla kaçamazdım. Suyu saklamak sadece vahşileşmemi
önleyecek, kan emme isteğimi azaltacaktı ve bunun bir işe yarayıp
yaramayacağını bilmiyordum.
Ayın dokuzunda her şeyi kabullenmiş bir şekilde yatağıma
uzandım. Suyu o gün bitirmiştim. Zaten o gece beni götüreceklerdi.
Uzanırken aklıma bir fikir geldi ve bu fikirden bir plan oluşturmayı
başardım. Đşe yaramasını ummaktan başka çarem yoktu.
Gece yarısında beni almaya geldiler. Onların beklediği gibi
davrandım. Dişlerimi göstererek saldırgan bir şekilde karşı koymaya
çalıştım. Beni önce odadan sonra binadan çıkardılar. Bir yıldır
görmediğim yıldızlar gökyüzünü kaplamıştı. Beni siyah bir Mercedes’e
bindirdiler ve şehir içinde bir yere götürdüler. Arabadan indim ve
Mercedes beni orada bırakarak yoluna devam etti.
Tek başıma kalmıştım ama beni gözetlediklerinden ve birini
ısırmamı beklediklerinden emindim. Bir sokak lambasının altında birkaç
yarasanın dolaştığını görünce düşüncelerim doğrulandı. Başka lambalarda
da yarasalar vardı.
Planımı uygulamaya koyma zamanı gelmişti. Sağımdaki
apartmanın ikici katını gözüme kestirdim. Camlarından biri açıktı. Üstelik

64
Gökcan Şahin

tırmanabileceğim bir yükseklikteydi. Ben oraya doğru yönelince sanki


beynimi okumuşlar gibi onlarca yarasa etrafımı sardı. Kanatlarının
yarattığı rüzgâr elbiselerimi havalandırıyordu. Yarasaların beni her
yönden çekiştirdiklerini fark ettim. Üzerimdeki giysilerin her yerinden
tutuyorlardı.
Pencereye doğru yavaş yavaş yükseldim. Çok ilginç bir deneyimdi
açıkçası. Demek ki beni ısıran vampir-insanı da böyle taşımışlardı bizim
pencereye.
Cama tutundum ve içeri girdim. Girer girmez arkamdan pencereyi
kapattım. Bu hareketimi beklemediklerinden eminim. Çünkü insan kanı
aramaktan başka bir şey yapamayacağımı düşünüyor olmalıydılar. Ayrıca
pencereyi kapatarak onların içeri girmelerini engellemiş oluyordum ve
dışarıdan gördüğüm kadarıyla başka açık pencere yoktu. Şimdilik
özgürdüm. Ama sadece o evde olduğum sürece. Beni er geç
yakalayacakları kesindi. Yani kaçmam yine imkânsız görünüyordu. Zaten
benim planım da kaçmak değildi.

***

Planım şuydu: Bir defter ve bir kalem bulup tüm yaşadıklarımı


yazmak, vampirlerin varlığını tüm dünyaya duyurmak ve ardından intihar
etmek. Böylece onlar beni yakalamadan cesedimi bulup otopsi yapabilir
ve en azından bir parçamın vampir olduğunu bilimsel olarak
kanıtlayabilirsiniz.
Ayrıca vampir-insanlarını kaybetmiş olacaklar. Yenisini
bulabilirler mi bilmiyorum ama en azından bu işte beni kullanamamış

65
Karanlık ve Aydınlık

olacaklar. Başka bir vampir-insan bulamazlarsa gelecek yılın avcısını


seçmeyerek onların geleneklerini bozmuş olacağım.
Yapabileceğim başka hiçbir şey yok. Zaten ne yaparsam yapayım
öleceğim ama yaşadıklarımı yazıp bu durumun öğrenilmesini sağlamak
en azından insanlık için faydalı olacak.

***

Penceresinden girdiğim oda evin salonuydu. Kızıl gözlerim


sayesinde etrafı hafif kırmızı da olsa net olarak görebiliyorum. Bir defter
ve kalem buldum ve her şeyi yazmaya başladım. Tam iki saattir
yaşadıklarımı yazıyorum.
Bu arada yatak odasının çekmecesinde bulduğum silahın bir
mermisini harcayacak olduğum için üzgünüm. Silahın sesinden evdekiler
uyanacak ve polise haber vereceklerdir. Sonunda polisler beni bulacak ve
bu notları okuyacaklar.
Son olarak… Anneme ulaşırsanız onu çok sevdiğimi söyleyin.

Kenan Ali Gündoğdu

66
2. BÖLÜM: CESET

Mavi üniformalı kır saçlı adam bunları okudu. Onun okumayı


bitirdiğini ve kâğıtları katlayarak cebine koyduğunu gören bir adam
yanına gelip sordu:
“Ne yazıyormuş komiser bey?” Soruyu soran, ev sahibiydi.
“Önemli bir şey değil. Basit bir intihar mektubu. Bahsetmeye
değmez. Neyse, buradaki işimiz tamamlandığına göre biz artık gidelim.
Sizin bu işle bir ilginizin olmadığı belli. Yine de bir süre şehir dışına
çıkmamanızda fayda var. Her an ifadenizi alabiliriz.”
Tek kurşunla kalbinden vurularak ölmüş olan genç adam bir ceset
torbasına konulmuş ve götürülmüştü.

***

Aslında o ana kadar her şey Kenan’ın istediği gibi gelişmişti.


Tek el silah sesi duyulmuş, evdekiler ve komşular uyanmışlardı.
Ev sahibi cesedi görünce hemen polisi aramıştı. Komşular da kapıya
toplanmışlardı. Polislerin on dakika bile geçmeden gelmeleri şaşılacak bir
şeydi; ama bunu fark eden de, umursayan da yoktu. Herkes panik
içindeydi ve içeride neler olduğunu merak ediyordu. Polis minibüsünden
inen dört polis içeri girmiş ve komşuların dışarıda beklemelerini istemişti.
Durumu inceledikten sonra bunun bir intihar olayı olduğunu
Karanlık ve Aydınlık

açıklamışlardı. Neden intihar etmek için o evi seçtiği belli değildi.


Polisler pek açıklama yapmadan kimsenin tanımadığı bu cesedi alıp
gitmişlerdi.

***

Polisler gittikten ve durum anlaşıldıktan sonra insanlar evlerine


dağılmaya başladı. Ev sahipleri de kanlı parkeleri temizliyor ve olayın
şokunu üstlerinden atmaya çalışıyorlardı. Bu sırada yeniden siren sesleri
duyuldu. Ev sahibi pencereden baktı. Bir polis aracının evin önünde
durduğunu ve iki polisin araçtan indiğini gördü. Ev sahibi, polisleri içeri
alırken polislerden biri, “Đhbarı yapan siz miydiniz?” diye sordu.
“Evet, bizdik. Az önce gelen arkadaşlar götürdüler cesedi.”
“Az önce gelen arkadaşlar mı? Bizden önce de mi polisler geldi?”
“Evet, on beş yirmi dakika önce cesedi alıp gittiler.”
Polisler şaşkın görünüyorlardı. Biri telsizle merkeze ulaştı ve
durumu sordu. Sonra tekrar ev sahibine döndü. “Bizim şubeden kimse
buraya gelmemiş ve bu olay sadece bize bildirilmiş. Yani daha önce
başka polislerin gelmesi imkânsız.”
“Ama… Peki siz niye bu kadar geç kaldınız? Polisi arayalı bir saat
oldu neredeyse.”
“Maalesef yoldayken aracımız arızalandı. Bir süre nedenini
anlayamadık. Meğerse motora bir yarasa kaçmış. Nasıl oldu bu,
bilmiyorum.”
“Şimdi ne olacak memur bey?”

68
Gökcan Şahin

“Bu işi soruşturacağız. Bir yanlış anlaşılma olabilir. Ya da birileri


size oyun oynamıştır. Şu anda bir şey söyleyemem.”

***

Yapacak bir şeyleri olmayan polisler birkaç komşunun daha


ifadesini alıp gittiler. Kenan’ın yazdığı mektup birkaç yüz metre ötedeki
bir çöp kutusunda paramparça bir halde duruyordu.

69
TUZAK
Gökcan Şahin

Son model cep telefonu çalmaya başladığında Engin dizüstü


bilgisayarında strateji oyunu oynuyordu. Oyunu duraklatıp telefonunu
aldı. Arayan Hikmet’ti, yani en iyi arkadaşlarından biri.
“Alo, Hikmet?”
“Engin, n’aber? Nasılsın?”
“Đyidir, senden?”
“Ne olsun, iyiyiz ama para içinde yüzmediğimiz için senin kadar
iyi değiliz tabii.”
“Öf, abartma. Đyi ki yeni bir telefon aldık ha.”
“Neyse, boş ver bunu da… Müsait misin bugün, işin var mı?” diye
sordu Hikmet.
“Yoo, boş boş oturuyorum evde, annemler de yok biliyorsun.”
“Hadi çık da gezelim biraz.”
“Olur. Ben de çıkıp kitap alacaktım zaten. Orkun Uçar’ın yeni
kitabı çıkmış.”
“Tamam tamam. Kitabını da alırız. Hem Şevo da geliyor.”
“Şevo da kim?”
“Şevket yahu. Sana okulda bahsetmiştim ya. Benim arkadaş.
Tanışmış olursun.”
“Bilmem ki. Tanımam etmem.”
“Ulan, naz etme kız gibi. Tanışırsın dedik ya. Geliyorsun işte.
Havuzun orada buluşalım. Haydi, hemen çık.”
“Peki tamam, geliyorum.”
“Đyi, hadi görüşürüz.”

***

71
Karanlık ve Aydınlık

Aralık ayıydı. Hava çok soğuk olmasa da serindi. Önceki günkü


yağmur sokakları yıkamış, asfaltın rengini koyulaştırmıştı. O gün yağış
yoktu. Engin ince lacivert montunu giyip evinden çıktı.
On dakika sonra ilçe merkezindeki büyük süs havuzunun yanına
varmıştı. Banklardan birine oturdu. Tam üşümeye başlamışken siyah
montlu iki genç yaklaştı. Biri Hikmet’ti, diğeri de Şevo olmalıydı. Siyah
bereli, koyu tenli, kirli sakallı, ağır doğu şivesiyle konuşan bir gençti. Bu
haliyle Engin’e pek tekin görünmüyordu.
Engin’in kitap alacağı kitapçıya doğru yürümeye başladılar.
Anlattığına göre Şevo on sekiz yaşında, yani kendisinden üç yaş büyüktü
ve Diyarbakırlıydı. Hikmet’le aynı apartmanda oturuyorlardı. Engin ilk
başta ona ısınamasa da kısa süre sonra sohbeti ve esprili konuşmaları
hoşuna gitmeye başladı.
Önce Engin’in istediği kitabı aldılar. Sonra da pek çok şeyden
konuşarak pek çok yer gezdiler. Gezdikleri yerler genellikle Engin’le
Hikmet’in her zaman gittikleri yerlerdi. Kitapçılar, film dükkânları,
bilgisayar oyunu satan dükkânlar ve benzeri. Şevo gittikleri yerlere hiç
karışmıyordu ve gezdikleri için oldukça hoşnut görünüyordu. Yerine göre
espri yapmayı da ihmal etmiyordu. Bazen üçü birden öyle bir kahkaha
atıyorlardı ki dükkândaki herkes onlara bakıyordu.

***

Havuzda buluşmalarından bir buçuk saat sonra yine bilgisayar


oyunları satan bir dükkândan çıktılar. Hikmet oradan yeni bir oyun

72
Gökcan Şahin

almayı düşünüyordu ama Şevo onu durdurup daha ucuz bir yer bildiğini
fısıldadı.
“Neredeymiş bu ucuz yer?” dedi Hikmet dükkândan çıkar çıkmaz.
“Gelin sizi götüreyim. Beş dakikalık yol,” dedi Şevo.
“Peki, götür bakalım. Bozuk oyun satmıyorlardır inşallah.”
“Yok lan, ben kaç kez aldım oradan, hiç çizik bozuk oyun çıkmadı.
Hem de buranın yarı fiyatına. Ben de bir-iki oyun alırım. Çok oyun
alırsak pazarlık yapıp indiririz fiyatı.”
“Đyi o zaman.”
Beş dakika sonra Engin’in daha önce hiç görmediği dar ve ıssız bir
sokaktaydılar. Onun oyun almaya niyeti yoktu ama mecburen
arkadaşlarına katılacaktı.
“Đşte bu sokağın sonunda,” dedi Şevo. “Aha tabelası…”
Ipıssız sokağın son dükkânının duvarında hafif rüzgârda
gıcırdayarak sallanan tabelada “DVD kiralama, bilgisayar ve PS
oyunları” yazıyordu. Sokağın ortasına kadar hangi oyunları alacaklarını
konuşarak yürüdüler. O sırada arkalarından ‘pıst’ diye bir ses geldi. Üçü
de başlarını çevirdiler. Az önce yanından geçtikleri kırmızı Şahin’e
yaslanmış bir adam onlara bakıyordu. Kırmızı kazaklı, kot pantolonlu
yirmili yaşlarda bir adamdı.
“Gençler,” dedi, “Bir bakar mısınız?” Elindeki minik beyaz bir
kâğıdı hafifçe salladı. “Bir adres soracaktım da.”
Yavaşça yaslandığı arabadan uzaklaşıp onlara doğru yürüdü. Hafif
kısık gözlerle gençleri süzüyor, elindeki tespihi umarsızca sallıyordu.
Gençler, adamın elindeki kâğıdı uzatmasını beklerken, o elini beline
götürdü ve adamın beline beline götürdü ve simsiyah bir silah çıkarttı. Bu

73
Karanlık ve Aydınlık

sırada nereden geldiklerini anlamadıkları iki kişi daha etraflarını çevirdi.


Ellerinde silah yoktu ama kelebek denilen bıçaklar vardı.
Arada kalan üç genç korku dolu gözlerle silahlı adama
bakıyorlardı. Vücutlarının aşırı derecede adrenalin salgılaması nedeniyle
kalp atışları hızlanmıştı. Engin soluk almakta zorlanıyordu. Görüş alanı
küçülmüş gibiydi. Gözlerin kararması böyle bir şeydi demek. Diğer
adamların gelişini göz ucuyla görmüştü. Kaçacak yer yoktu. Fazla
adrenalin düşünmesini engellediği için tehlikede olduğunu bilmek dışında
hiçbir şey düşünemiyordu. Hikmet ve Şevo’ya bakmak, onların ne
durumda görmek istedi ama gözünü silahlı adamdan ayıramadı.
Adam, silahı çektikten on saniye (Engin’e göre on yıl) sonra
konuşmaya başladı: “Beyler, eminim sizler en yeni cep telefonu
modellerini takip eden gençlerdensiniz.” Sustu. Kimse kıpırdamadı.
Adam sinirli bir sesle söylendi: “Öyle değil mi lan?”
Hikmet ve Şevo adamın ne demek istediğini anlamış ve cep
telefonlarını çıkarmışlardı. Bıçaklı adamlardan biri telefonlarını aldı ve
değeri ağırlığıyla ölçülüyormuş gibi elinde tarttı. Bu sırada Engin de
titreyen elleriyle cebini araştırıyordu. Tutup çıkarmayı başardığı anda
adam telefonu kaptı ve silahlı adama göstererek Şevo’dan bile daha ağır
bir doğu şivesiyle konuştu: “Ağabey, bu mal iyi para getirir.”
Telefonlardan anlıyorlardı doğrusu. Bin iki yüz liralık bir Sony
Ericsson’un iyi para edeceğini anlamışlardı.
Silahlı adam -artık patronları olduğu açıkça belliydi- gayet sakin
bir şekilde telefonu aldı ve inceledi. Sonra adamına geri verdi.

74
Gökcan Şahin

Birbirlerine iyice yaklaşmış üç arkadaşa döndü: “Para var mı


yanınızda? Saklamaya çalışmayın. Buluruz,” dedi ve gürültüyle balgam
çıkarıp Engin’in ayağının dibine tükürdü.
Engin korkudan, arkadaşlarından önce çıkarıp verdi parayı. Kitaba
harcadığı on beş liradan sonra cüzdanında kalan seksen beş lirayı da
gaspçılara kaptırmıştı. Hikmet kırk, Şevo ise elli lira verdi. Yanlarındaki
tüm para buydu.
Bu sırada bıçaklı adamlardan biri Engin’in elindeki küçük poşeti
gördü ve aniden elinden kaptı. Đçinde pahalı bir şey olacağını umuyordu
ama sadece kitap olduğunu görünce poşetten çıkarıp parçaladı. Kitabın
yaprakları sokağa dağıldı.
Kırmızı kazaklı adam silahı beline soktu ve gençlere döndü:
“Şimdi gidiyoruz. Sakın peşimizden gelmeye kalkmayın.”
Üç adam da hızlı adımlarla uzaklaştılar. Sokağın ortasında heykel
gibi duran üç arkadaş, gaspçılar görüş alanlarından çıkınca aynı anda
derin bir soluk verdiler.
Engin’in kalbi küt küt atıyordu. O anki duygularını asla
açıklayamayacağından emindi. Birden gözlerinden oluk oluk yaşlar aktı,
sessizce hıçkırmaya başladı. Arkadaşları yanında olduğu için kendini
tutmaya çalışsa da başaramıyordu. Vücut sanki yıllardır biriken bir şeyi
atmaya çalışıyordu.
Ona çok uzun gelen bir süre sonra hisleri değişmeye başladı.
Gözyaşları kesildi. Bacaklarının titremesi azaldı ve içinde büyük bir öfke
oluştu. Biri sağında biri solunda duran arkadaşlarına göz ucuyla baktı.
Onlar ağlamamıştı ama kendisiyle aynı hisleri paylaştıklarından emindi.

75
Karanlık ve Aydınlık

Sessizliği Hikmet bozdu. “Şimdi ne yapacağız?” Cevap


alamayınca devam etti: “Allah’tan telefon eskiydi.”
Şevo arkadaşına baktı. “Ulan, adamlar bizi öldüreceklerdi, sen
telefonunu mu düşünüyorsun?”
“Ne bileyim abi. Şaşkınlıktan ne dediğimi bilmiyorum ki.”
Şevo, elini Engin’in omzuna attı. “Hadi, gidelim. Böyle dikilmek
paramızı geri getirmeyecek nasıl olsa.”
“Polise falan gitmeyecek miyiz? Adamlar milyarlık telefonumu
götürdüler,” dedi Engin.
“Đstersen gidelim ama bence bu adamlara bulaşmak iyi olmaz.
Bunların tüm mahallede adamları vardır. Polise gittiğimizi kesin
öğrenirler.”
Engin, “Ama…” derken Şevo onu duymamış gibi devam etti:
“Polise gitsek de onları bulamazlar zaten kolay kolay. Bulsalar da emin ol
hemen serbest bırakırlar. O telefonu da unut artık; bunlar telefonları on
dakikada ellerinden çıkarırlar. Yani yapacak bir şey yok.”
Engin kaderine razı olmuştu. Şevo baştan sona haklıydı. Böyle
çetelere bulaşmak çok tehlikeliydi. Sokağa korkmadan çıkmak istiyorsa
bulaşmamalıydı. Ama o serserilerden intikam alamamak Engin’i
çıldırtacaktı neredeyse. Đçi içini yiyordu. Aslında telefonu ya da parası
için üzüldüğü yoktu. O telefon babası için çok da değerli sayılmazdı.
Ama ona silah çekmeleri, onu küçük düşürmeleri ve kitabını
parçalamaları Engin’i kahretmişti.
Tekrar havuzun yanına döndüler. Engin bu berbat gezintinin
ardından onlardan ayrılıp evine gitti.

76
Gökcan Şahin

***

On dakika sonra ıssız sokaktaki kırmızı Şahin’in yanında üç kişi


gülümseyerek konuşuyorlardı. Bunlardan biri Hikmet, biri Hikmet’in
Engin’e komşusu diye tanıttığı Şevo ve sonuncusu az önce elinde
kurusıkı bir silahla üç telefon gasp eden kırmızı kazaklı adamdı.
Hikmet gaspçıya dostça gülümseyerek sordu: “Artık bizim paraları
ve telefonları verirsin, değil mi?”
“Paraları unut. Onları elemanlara dağıttım. Hizmetimizin karşılığı
olarak say. Ama telefonlar burada. Buydu değil mi seninki?”
“Evet, bu benim. Gerçi biraz eskidi ama idare ediyor işte.”
“Şevo, bu da senin?”
“Ver abicim ver… Diğeri sende kalacak. Bir an önce elinden
çıkarsan iyi olur.”
“Şu zengin enayinin telefonu da iyiymiş ha!”
“Acıdım ama çocuğa lan. Siz tüyünce nasıl ağladı bir görsen,” dedi
Hikmet kırmızı kazaklı adama.
“Ne acıması lan? O en lüks telefonları taşıyıp gösterirken, en
pahalı giysilerle hava atarken sana acıyor muydu? Dersini alsın biraz,”
dedi Şevo. “Ama o ağlarken gülmemek için kendimi zor tuttum ha. Kız
çocuğu gibiydi valla.”
Boş sokak kahkahalarla çınladı; oysa o sırada Engin, odasındaki
yatağa gömülmüş hüngür hüngür ağlıyordu.

77
TAKİPÇİ
Gökcan Şahin

Yağmurdan nefret ediyordu. Nedenini bilmese de kendini


bildiğinden beri yağmuru hiç sevmezdi Meltem. Hele o sırada olduğu gibi
Yenibosna son durağında şoförün gelmesini beklerken şırıl şırıl yağan
yağmurun altında olmak onu deli ediyordu.
“Đşte geliyor,” dedi birisi bıkkın bir sesle. Meltem başını kaldırıp
baktı ve ıslanmamak için koşarak gelen mavi gömlekli adamı gördü.
Adam aceleyle otobüsün kapısını açtı ve içeri atladı. Yolcular yağmurdan
kurtulmanın rahatlığıyla otobüsteki yerlerini aldılar.
Meltem orta yaşlı bir adamın ardından bindi. Cüzdanından zorlukla
çıkardığı biletini atar atmaz otobüsün arka kısmına doğru yürümeye
başladı. Otobüs eski modeldi, kırmızı renkliydi ve tavanı bazı yerlerden
damlatıyordu. Genç kız, bu otobüsleri neden trafikten kaldırmazlar ki?
diye düşünürken kuru bir yer bulmaya çalıştı. Ve en arka kapının
önündeki ters oturulan kahverengi koltuğa oturdu. Okul çantasını
omzundan indirip kucağına bıraktı.
Meltem orta karar bir lisenin orta karar bir öğrencisiydi. Bu
yağmurlu cuma gününde okulundan çıkmış, metroyla Yenibosna’ya
gelmiş ve otobüs durağında onu evine götürecek Avcılar otobüsünü
beklemeye başlamıştı. Durağa ulaşmasından on dakika sonra sonunda
otobüse binebilmişti.
Bugün pek ağır değildi çantası. Hatta cuma günleri okulu yarım
gün olduğu için haftanın en hafif çantasıydı. Meltem o şirin, pembe
çantasının ön gözünden mavi renkli müzik çalarını çıkardı. Dolanmış
kulaklıklarını (nedense her zaman dolanmış olurdu) zar zor açtı ve
kulaklarına taktı. Müziği çok seven bir kızdı ve bu zevkini en iyi otobüste
tatmin edebiliyordu. Çünkü okulda teneffüslerde diğer kızlarla sohbet

79
Karanlık ve Aydınlık

etmekten; evde ise ders, televizyon ve bilgisayardan doya doya müzik


dinlemeye pek vakit kalmıyordu.
Otobüs pek bir boştu o gün. Beş kişilik arka koltukta yalnızca iki
kişi oturmaktaydı. Bu iki kişiden biri tam karşısına cam kenarına oturmuş
yirmili yaşlarında genç bir adamdı. Đlk anda tanıdık gibi geldi, ama hayır,
ömründe görmemişti öyle birini. Öteki ise diğer tarafın cam kenarına
oturmuş, spor gazetesi okuyan göbekli ve orta yaşlı biriydi. Otobüs
hareket ederken Meltem’in yanına kimse oturmamıştı. Çantasını
yanındaki boşluğa koydu. Anlaşılan bugün evine rahat gidecekti.
Yağmurun bir faydasını söylemesi gerekseydi, o da yağmurlu günlerde
insanların evden pek çıkmamaları ve bu sayede otobüste daha rahat
yolculuk etmesi olurdu.
Saatine baktı. Đkiye yirmi vardı. En geç yarım saat sonra evde
olacaktı. Bu saatte trafik falan olmazdı nasıl olsa. Eve ne kadar erken
varırsa o kadar iyiydi; çünkü pazartesi gününe çok önemli bir ödevi vardı
ve bugünden bitirip kurtulmayı düşünüyordu. Eve gidecek, yemeğini
yiyecek ve dersinin başına oturacaktı. Evde kimsenin olmayacak olması
daha da iyiydi onun için. Kardeşinin okulu saat dörtte bitiyordu; annesiyle
babası zaten işte olacaklardı. Neyse, dersi şimdiden düşünüp kafasında
büyütmese iyi olurdu. Sonra isteği kalmayabilirdi. Otobüs peronlardan
ayrılıp anayola çıkarken genç kız kulağında çınlayan müziğe dalıp gitti.
Sonunda E5’e çıktıklarında yağmur hafiflemişti. Durağa
yanaştıklarında ön kapıya doğru şöyle bir baktı ve kimsenin arkalara
gelmediğini görünce önüne dönerek müzik çalarında başka bir şarkı
aramaya başladı. Şarkıyı bulup kafasını kaldırdığında karşısında oturan
gencin ona dik dik baktığını fark etti. Gözlerini kaçırdı. Adamın bakışı

80
Gökcan Şahin

hiç hoşuna gitmemişti. Kötü bir aşinalık vardı bu bakışlarda. Adamı


önceden tanıyıp tanımadığını bir kez daha düşündü. Sonra vazgeçti ve
müziğine döndü.
Dakikalar ve duraklar birbirini kovaladı. Meltem’in, adamın bu
bakışını birkaç dakika sonra unutması gerekirdi; ama unutmadı.
Düşünmek istemiyordu; ama beyni takılıp kalmışçasına adamın bakışını
gözlerinin önüne getiriyordu.
O sırada kulağında çınlayan müziği de düşünmüyordu Meltem.
Tek istediği üniversiteye gidecek yaşlardaki bu adamın ona hâlâ bakıp
bakmadığını görmekti. Birkaç dakika adama bakmaya cesaret edemedi.
Müzik çalarının ekranına bakıp durdu. Sonra bir anda hiç düşünmeden
başını kaldırdı.
Allah kahretsin, bakıyordu. Hâlâ bakıyordu. Adam, kızın ona
baktığını görür görmez başını cama döndü ve umursamıyormuş gibi
yaptı. Meltem terleyip sıkılmaya başlamıştı. Bu adam niye ona bakıyordu
ki? Tamam, güzel bir kızdı. Ama bu, birinin ona yiyecekmiş gibi
bakmasını gerektirmezdi ki!
Birkaç dakika daha geçti. Adamı unutmaya, kendini müziğe
vermeye çalıştı. Henüz panik yapacak bir şey yoktu. Rahatlamalıydı.
Zaten yolun yarısına gelmişlerdi. On beş dakika sonra otobüsten inince
kurtulmuş olacaktı.
Yağmur dinmiş, hatta güneş kendisini bulutların arasından
göstermişti. Havadaki sıkıntılı grilik yerini sarı bir canlılığa bırakıyordu.
Meltem gökyüzünün bu değişimine kendini kaptırmışken karşısındaki
adamın hareket ettiğini fark etti. Bir an adamın ineceğini sandı ama
sadece kot pantolonundan cep telefonunu çıkarmaya çalışıyordu. Onunla

81
Karanlık ve Aydınlık

tekrar göz göze gelmek istemediğinden dışarıya baktı ama göz ucuyla
takip etmekten de geri kalmadı. Adam telefonunu biraz havada tutuyor ve
mesaj yazıyormuş gibi görünüyordu. Meltem, telefonun kamerası
olduğunu ve kameranın ona dönük olduğunu dehşet içinde fark etti. Bu
adam onun fotoğrafını mı çekiyordu yoksa? Ne istiyordu bu adam?
Kafayı ona mı takmıştı?
Meltem gözlerini telefondan kaçırdı ve yüzünü iyice önüne eğerek
müzik çalarında şarkı arıyormuş gibi yaptı. Paniğe kapılmak üzereydi. Ne
yapacağını bilmiyordu.
Dakikalar geçti. Otobüs sola doğru sert bir dönüş yaptı. Yan yola
giriyorlardı, yani inmesine sadece beş dakikalık yol kalmıştı. Bu
düşünceyle kendini avutmaya ve huzur bulmaya çalışırken aklına korkunç
bir düşünce takıldı: Ya bu adam beni takip etmeye kalkarsa?
Adam telefonunu tekrar cebine koymuştu; ama bu, genç kızı hiç
rahatlatmadı. Normalde pazartesi günkü sınavı veya hafta sonu
yapacaklarını düşünmesi gerekirdi ama o belki de ruh hastası bir sapığın
elinden nasıl kurtulacağını düşünüyordu. Önce kendi kendine sakin
olması gerektiğini telkin etti. Duygularını dışa yansıtmayan biri olduğu
için dışarıdan bakan biri onun içindeki paniği fark etmezdi zaten.
Şimdi mantıklı düşünmesi gerekiyordu. Öncelikle takip edilme
riskini almamalıydı. Allah kahretsin, sadece iki durak kalmıştı.
Normalden bir önceki durakta mı inseydi? Biraz düşününce bunun iyi bir
fikir olmadığını anladı. Bir önceki durakta inse ne fark ederdi ki? Adam
onu yine takip ederdi. Eğer adam daha sonraki günler için plan yapıyorsa
bu onu şaşırtabilirdi belki; ama şu anda takip etmeye kalkarsa (ki kıza
öyle geliyordu) hiçbir etkisi olmazdı.

82
Gökcan Şahin

Önceki durakta inecekse, sadece birkaç saniyesi kalmıştı. Çünkü


sıradaki durak oydu. Đşte asıl iyi fikir o sırada aklına geldi. Şöyle
düşündü: Şimdi orta kapıya gider ve ‘inecek’ düğmesine basarım. Adam
beni takip edecekse arka kapının düğmesine basar. Şoför durakta durup
kapıları açtığında ben inmem. Adam büyük ihtimalle o sırada inecektir.
Adam indikten sonra şoföre yanlış durakta bastığımı söylerim ve özür
dilerim. Böylece, adam inmiş olduğu için kurtulmuş olurum. Ve kendi
durağımda inerim. Adam, düğmeye basmazsa beni takip etmiyor
demektir. Yine de risk almam ve bir önceki durakta inerim.
Evet, bu fikir oldukça mantıklıydı.
Ve minik planını uygulamaya koydu. Durağa gelmelerine birkaç
saniye kala, yerinden fırladı. O sırada elinde müzik çaları olduğunu
unutmuştu ve az kalsın düşürüyordu. Neyse ki son anda kurtardı. Orta
kapıya doğru ilerledi. Kapının üzerindeki kırmızı düğmeye bastı. Işık
yanmadı. Panikle bir daha ve bir daha bastı. Neyse ki sonunda ışık
yanmıştı (Ah şu külüstür otobüsler!). Đki saniye sonra otobüs durdu. Kapı
açılırken Meltem göz ucuyla arka koltuktaki adama baktı. Adam doğruca
kıza bakıyordu ama herhangi bir hamle yaptığı yoktu. Meltem otobüsten
indiğinde inanılmaz rahatladı. Şimdi eve gitmek için üst geçitten karşıya
geçecek, normalden önceki durakta indiği için birkaç dakika yürüyecek,
evine ulaşacak ve bu olanları unutacaktı. Güvende olmak ne güzel şeydi.
Meltem durağın hemen yanındaki üst geçide adımını atacakken
otobüsün hareket ettiğini gösteren homurtuyu duyunca iyice rahatladı.
Kâbus bitiyordu işte. Güneş de kendini kara bulutların ardından
göstermişti. Her şey iyiye gidiyordu.

83
Karanlık ve Aydınlık

Arkasına şöyle bir bakarken hayatının şokunu yaşadı. Adam


otobüsten inmişti ve kendisine bakıyordu. Genç kız, üst geçide çıkan
merdivenlerin üçüncü basamağında donakaldı.
Adamın adım atmasıyla hiçbir şey düşünmeden üst geçidin
basamaklarını koşarak çıkmaya başladı. Sırtına aldığı çantanın ağırlığını
hissetmiyordu bile. Koşmalıydı, ölümüne koşmalıydı. Basamaklar bitti.
Arkasına bakmadan üst geçidin üzerinde koşmaya devam etti. Geçitteki
birkaç kişi ona garip garip bakmıştı ama bu onun umurunda bile değildi.
Koşmalıydı ve koşuyordu.
Ve aşağı inen basamaklar… Tedbir alacak durumda değildi,
basamakları ikişer üçer atlayarak inmeye başladı. Her an yuvarlanabilirdi
ama umursamıyordu. Merdivenin ortalarında bir an ayağı takılır gibi
olduysa da hemen dengesini buldu ve kaçışına devam etti. Sadece
koşuyor, hiçbir şey düşünmüyordu. Belki de fazla adrenalin düşünmesini
engelliyordu. Aklında sürekli aynı kelime tekrarlanıyordu: Koş, koş, daha
hızlı koş… Adamın arkasından gelip gelmediğine bakmıyordu bile.
Anayoldan içeriye giren bir ara sokağa daldı. Sokak bomboştu.
Sadece ilerideki bir çöp kutusunun kenarındaki kara bir kedi, patisini
yalıyordu. Kedi, genç kız yanından geçerken başını kaldırdı ve tereddütle
baktı. Meltem yanından uçarcasına geçip gidince onun için önemli bir şey
olmadığına karar verip temizlenmeye devam etti.
Đkinci sokaktan sağa döndü ve ilk kez burada durakladı. Nefes
nefeseydi. Az önce döndüğü ara sokağa bakmak istedi ama köşedeki bina
önünü kapatıyordu. Đki-üç adım geri dönerse tüm sokağı görebileceğini
biliyordu ama buna henüz cesareti yoktu.

84
Gökcan Şahin

Bekledi ve düşündü. Sık nefesler alıp verirken aynı zamanda


takipçisinin gelip gelmediğine bakıyordu. Yeniden yola koyulmaya ve
eve doğru koşmaya karar verdi ama bacakları tir tir titriyordu ve koşacak
gücü pek kalmamıştı. Hem belki de takip etmeyi kesmişti adam. Eğer
takip etmiyorsa neden koşayım ki?
Üç adım geri gidip sokağı tamamen görmeliydi. Cesaretini topladı
ve yavaş yavaş geldiği yöne doğru yürüdü. Birinci adım, kimse yoktu.
Đkinci adım, kedi hâlâ çöpün kenarında temizleniyordu. Üçüncü adım.
Yüreği ağzına geldi, çünkü bir adam görüş alanına girmişti. Ama o
değildi. Yaşlıca bir adamdı ve elindeki poşetlerle bir apartmana
girmekteydi.
Meltem üç adımda tüm sokağı görebileceğini sanmıştı ama sol
kaldırımı tamamen göremiyordu. Kalbi güm güm çarparken bir adım
daha attı. Ve bu adımı atmasıyla bütün gücüyle koşmaya başlaması bir
oldu. Adam, kızın sandığından da yakındı. Doğruca kıza bakıyordu. Ve
hiç de koşmuş gibi bir hali yoktu. Genç kız, dizlerine geri gelen gücüne
şaşarak koştu. Bulunduğu sokağı tamamen kat edecek, sokağın
bitimindeki ara caddeden karşıya geçecek, sola dönecek, iki bina daha
gidecek ve sağdaki kapıdan binasına girecekti. Yürüyerek gitmesi dört-
beş dakika sürerdi; ama bu hızla koşarken bir dakikayı bile bulmayacağı
kesindi.
Koştu. Durmadan koştu.
Apartmanının dış kapısına ulaştı. Şimdi anahtarını çıkarıp kapıyı
açması gerekiyordu. Evde kimsenin olmadığını biliyordu, bu yüzden zile
basmasının faydası olmazdı. Anahtarı bulamamaktan veya ucuz korku
filmlerindeki gibi son anda elinden düşürmekten korktu; ama öyle bir şey

85
Karanlık ve Aydınlık

olmadı. Hatta adrenalinin de gücüyle dış kapı engelini aşması rekor


derecede kısa sürdü. Dış kapıyı sıkıca kapatınca beyni düşünme görevini
tekrar yapmaya başladı. Bir yandan da merdivenleri tırmanması için
bacaklara emir veriyordu.
Sadece üç kat… Üç kat sonra evdeyim. Beni binaya kadar takip
etmiş olsa da evimi asla bulamaz. Dış kapıyı sıkıca kapadığıma göre
binaya da giremez zaten. Eve gidip kapıyı kilitleyeceğim ve rahat bir
nefes alacağım.
Hadi, sadece iki kat kaldı.
Bir kat.
Ve geldim.
Anahtarlar…
Oh be, evimdeyim.
Bu rahatlıkla az kalsın anahtarı dışarıda unutuyordu. Neyse ki
kapıyı kapatmadan aklına geldi ve anahtarı aldı. Son olarak kapıyı
içeriden kilitledi ve derin bir nefes aldı. Çantasını bir tarafa bırakarak
banyoya koştu. Gözlerinden oluk oluk yaşlar aktığını fark etti. Aynaya
baktı. Rengi solmuştu. Musluğu açtı ve üst üste birkaç kez yüzüne su
çırptı. Yüzüne beşinci kez su çırptığı sırada duyduğu bir tıkırtı onu şoke
etti. Ses evin kapısından geliyordu. Az önce iyice kilitlediği kapıdan…
Önce anahtar sesleri duydu, sonra açılan ve tekrar kapanan kapının
sesini…
Olamaz… Eve girdi. Ama nasıl olur?
Bir an kendini banyoya kilitlemeyi düşündü ama bunun güvenli
olmayacağı belliydi. Hemen mutfağa koşmalıydı. Orada kendini
savunabileceği pek çok şey vardı. Bıçaklar gibi.

86
Gökcan Şahin

Banyodan fırlar fırlamaz onu gördü. Aklını okumuş gibi mutfak


kapısının önünde bekliyor, otobüsteki gibi genç kıza dik dik bakıyordu.
Meltem kendini hemen salona attı. Kapıyı sertçe kapayıp derhal kilitledi.
Şimdi ne yapacağım? Evde bana saldırmak isteyen psikopat bir
sapık var ve ben ne yapacağımı bilmiyorum. Telefon da holde… Polisi
aramam imkânsız.
Salona şöyle bir göz atıp kendini koruyabileceği bir şeyler aradı.
Köşedeki vitrinde içki şişeleri vardı. Şişelerle kafasına vurabilir miydi?
Hayır, başarabileceğini sanmıyordu. Salondaki onca lüks eşya şimdi onun
hiçbir işine yaramayacaktı. Peki sapık buraya da girerse ne yapacaktı?
Kaçacak tek bir yer vardı: Balkon.
Buldum, balkona çıkıp bütün gücümle bağırarak yardım
isteyeceğim. Umarım zamanında yetişirler, diye düşündü ve salon
kapısından balkona doğru bir adım attı. Ama salon kapısından gelen
tıkırtı onu durdurdu. Kapıyı zorluyordu adam. Kapının bu yanındaki
anahtar tiz bir sesle yere düştü.
Şimdi işim bitti, başka bir anahtarla açacak.
Genç kız panikle balkona doğru koştu. Koşarken salon kapısının
açıldığını duydu. O gelmeden balkon kapısını açmalı ve yardım
istemeliydi.
Balkon kapısı kilitliydi. Neyse ki anahtar üstündeydi. Anahtara
uzandı ve zor da olsa çevirebildi. Kapı açıldı. Meltem kendini adeta
balkona attı ve kapıyı kapattı. Ama anahtarı kapıdan çıkarıp almamıştı.
Yani anahtar diğer taraftaydı ve Meltem kapıyı kilitleyemeyecekti.

***

87
Karanlık ve Aydınlık

Ertesi günkü ulusal bir gazeteden:


<< Đstanbul Avcılar’da bir apartmanın üçüncü katından atlayan
on yedi yaşındaki Meltem Ersöz kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.
Lise öğrencisi genç kızın intihar ettiği sanılıyor.
Meltem’in ailesi kızlarının intihar etmesi için hiçbir sebep
olmadığını söylediler. Meltem‘in okuldaki sırasını en sevdiği çiçeklerle
donatan arkadaşları da onun kendini öldürebileceğine inanmıyorlar.
Arkadaşlarının anlattıklarına göre o gün Meltem normal saatinde
okuldan çıktı ve durumunda anormal hiçbir şey yoktu. Apartmandaki alt
komşuları ise Meltem’in merdivenleri koşarak çıktığını ve kapıyı sertçe
kapattığını söyledi. Görgü tanıklarına göre balkona çıkan genç kız
çığlıklar atarak kendini aşağıya bıraktı. Çığlıklarını duyan komşuları
kızın sokakta hareketsiz yattığını görünce ambulans çağırdılar. Ambulans
olay yerine geldiğinde Meltem ağır yaralıydı. Tüm müdahalelere rağmen
kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.
Komşularına göre olayın cinayet olma olasılığı yok; çünkü evde
başka kimse olmadığından eminler. Meltem’den önce veya sonra kimse
apartmana girmemiş ve olaydan sonra da evden kimse çıkmamış. Polis
kayıtları da bunu doğruluyor; çünkü yapılan incelemelere göre evin
kapısı içeriden kilitlenmiş, ayrıca yabancı bir parmak izine rastlanmadı.
Sonuç olarak olayın bir intihar vakası olduğu kesin gibi görünüyor.
Meltem Ersöz’ün cenazesi bugün memleketine gönderilecek.>>

***

88
Gökcan Şahin

Yedi yıl önceki ulusal bir gazetenin KÜÇÜK KIZIN


TALĐHSĐZLĐĞĐ başlıklı haberinden:
<<Dün Đstanbul’da insanın kanını donduran bir olay yaşandı.
Henüz on yaşındaki M.E. isimli kız çocuğu, okuldan evine giderken
sağanak yağmur nedeniyle sığındığı bir otobüs durağından kaçırıldı.
M.E.’yi kaçıran Z.M. (21) kızı yakınlardaki bir çalılığa götürüp tecavüz
etmek istedi. Ancak M.E. zanlının bir anlık dikkatsizliğinden faydalanarak
elinden kaçmayı başardı. Eve döndüğünde her şeyi ailesine anlatan küçük
kız, azılı bir suçluyu da yakalatmış oldu.
Emniyetteki kayıtlardan suçluyu teşhis eden M.E. önceden sabıkası
bulunan ve yaklaşık iki aydır gasp suçundan aranan Z.M.’nin
yakalanmasını sağladı. M.E.’nin bu olaydan psikolojik açıdan oldukça
etkilendiği ve küçük kıza psikolojik tedavi uygulanacağı bildirildi. Böyle
durumların kişi üzerinde oldukça büyük ruhsal yaralar açtığı ve bazen
tehlikeli durumlar oluşturabildiği biliniyor. >>

89
CANLI BOMBA
Gökcan Şahin

Akın Gürtan küçük Evrim’i kucağına aldı, bebeğin altını kokladı


ve yüzünü buruşturdu. Birisi Evrim’in altını değiştirmeliydi ve bu kendisi
olmayacaktı.
“Yeşim,” diye seslendi mutfağa doğru. “Evrim’in altını değiştirir
misin?”
Yeşim mutfaktan değil yatak odasından çıktı. Üstüne siyah
elbisesini giymiş ve koluna irice siyah çantasını takmıştı.
“Akın, ben süpermarkete gidiyorum. Evrim’le sen ilgilenirsin.
Altını da değiştir bir zahmet.”
“Hayrola, niye bu kadar solgunsun sen? Sorun bebeğin altını
değiştirmekse, tamam ben yaparım.”
“Akın, zaten tek yapacağın bebeğin altındaki bezi çıkarıp yenisini
takmak. Bu bir sorun değil ki.” Yeşim bebeği kucağına aldı ve kokladı.
“Hani? Altını pisletmemiş ki bu.”
“Allah Allah. Demek gaz çıkartmış. Ee, sen neden gidiyorsun
süpermarkete?”
“Evin bir sürü eksiği var Akın, halledip gelirim şimdi ben.”
“Biz de gelelim, hem arabayla gider geliriz.”
“Ya, aslında ben minibüsle de giderim. Hiç gerek yok.”
“Israr etme Yeşim, hem benim de alacaklarım var belki. Evrim de
gezmiş olur.”
“…”
“Yeşim, sen iyice solgunlaştın ha. Hasta mısın yoksa?”
“Yoo… Tamam, beraber gidelim o zaman. Ama çıkmadan önce bir
tuvalete gireyim ben. Sen de üstünü değiştirirsin o sırada.”
“Tamam canım, sorun değil.”

91
Karanlık ve Aydınlık

***

“Evrim’i arabada bırakmamız için neden ısrar ettin ki?” diye sordu
Akın. Yeşim’le birlikte süpermarketin giriş kapısına doğru yürüyorlardı.
“Evrim’i içeri sokmaya ne gerek var? Rahat rahat alışverişimizi
yapıp çıkalım. Çıktıktan sonra parka falan götürürüz.”
“Peki, tamam,” diye konuyu kapattı Akın. Uzatmaya gerek yoktu.
Belli ki bugün Yeşim’in bir sıkıntısı vardı.
“Arabanın penceresini aralık bıraktın değil mi? Gerçi güneş yok
ama havasız kalmasın çocuk,” dedi Yeşim. Güvenlik görevlisine çantasını
uzatıyordu.
“Merak etme, tabii ki aralık bıraktım. Bebeğini arabada havasız
bırakacak bir babaya mı benziyorum ben?”
Yeşim güvenlik kapısından geçtikten sonra çirkin yüzlü güvenlik
görevlisinden çantasını geri aldı. Arkasından Akın girdi içeri. Adamın
Yeşim’in çantasıyla hiç ilgilenmemesi dikkatini çekmişti. O çantanın
içinde silah olamaz mıydı? Off, küçük bir süpermarketti işte, niye
takılmıştı ki bu kadar?

***

Kitap reyonuna geldiklerinde alışveriş sepetinin dörtte birini


doldurmuşlardı. Akın’ın süpermarketlerde en sevdiği ve en çok
oyalandığı bölüm kitapların bulunduğu bölümdü. Burada saatler
geçirebilirdi Akın.

92
Gökcan Şahin

“Benim bir lavaboya uğramam lazım,” dedi Yeşim.


“Tamam, ben buradayım,” dedi Akın kalın bir romanı eline alıp
kapağını incelerken.
“Biliyorum, zaten bıraksalar sabaha kadar ayrılmazsın buradan.”
Akın gülümsedi. Yeşim iri çantasıyla beraber hızla tuvalete
yöneldi.

***

On beş dakika sonra Yeşim seri adımlarla süpermarketin kitap


reyonuna girdi. Kocasını bir kitabın arka kapağını incelerken buldu.
“Doyamadın mı kitaplara?” dedi.
“Bir dakika, bir dakika, bu kitabı alacağım galiba. Ne acelen var?”
dedi Akın. Gözlerini kitaptan ayırmamıştı.
“Tamam tamam, bir şey demedik. Ama ben lavaboya gittiğimden
beri aynı kitaba bakıyorsun.”
“Hayır canım, bu başka kitap, sadece kapak renkleri aynı,” dedi
Akın.
“Her neyse, hadi artık gidelim.”
“Dur bir dakika Yeşim, şu kitaba da bakayım. Sen istersen sepeti
alıp kasalara git, ben hemen geliyorum.”
Akın o sırada Yeşim’in endişeyle saatine baktığını gördü. O da
kendi saatine baktı. Şaşırdı, çünkü on beş dakikalığına girdikleri alışveriş
merkezinde bir saatten fazla oyalanmışlardı. Kitabı incelemeyi bırakıp
sepete attı ve Yeşim’le birlikte kasalara doğru yürüdüler.

93
Karanlık ve Aydınlık

Kasalar epey kalabalıktı. Diğerlerine göre daha az sıra olan beşinci


kasaya girdiler. Birkaç dakika sonra sıra onlara geldi.
“Sen sepeti boşalt, ben diğer taraftan malzemeleri poşetlere
doldurayım,” dedi Akın ve kasanın çıkış tarafına geçti. Poşetlerin birini
doldurup ikinciye geçtiği sırada marketin önündeki otoparktan alarm
sesleri geldi.
Akın, marketin camdan yapılmış ön cephesi sayesinde, bulunduğu
yerden otoparktaki arabaları görebiliyordu. Alarm sesinin hangi arabadan
geldiğine bakmak için otoparka göz gezdirdi. Kendi arabasını marketin
camındaki bir afişten dolayı göremiyordu. Birkaç adım sağa kaydı ve
arabasının alarm ışıklarının yanıp sönmekte olduğunu gördü. Üstelik bir
adam arabanın kapısını kurcalıyordu. Akın’ın aralık bıraktığı camdan
içeri baktı adam. Bir şey arıyor gibiydi. Akın’ın, “Allah kahretsin,”
demesiyle tüm gücüyle çıkışa doğru koşması bir oldu. Yeşim ne olduğunu
anlayamadan alışveriş sepeti ve siyah çantasıyla baş başa kaldı.
Akın bir müşterinin hemen ardından marketin fotoselli kapısından
dışarı fırladı. Saldırgan, Akın’ı görüp marketin yan tarafına doğru koştu.
Binanın köşesini döndü. Akın’ın pes etmeye niyeti yoktu. Tüm gücüyle
koşarak adamı takip etti. Binanın köşesini dönünce şaşırdı. Adam buhar
olmuştu sanki. Oysa köşeyi döneli iki saniye bile olmamıştı. Akın’ın tek
görebildiği dümdüz duvar ve kilitli olduğunu tahmin ettiği metal bir
kapıydı. Nefes nefese etrafına baktı. Adamın gizlenebileceği bir yer aradı.
Ama bulamadı.
Adam korkudan hız rekoru kırmış olmalıydı. Ya da marketin yan
kapısından girmişti. Açık maviye boyanmış metal kapıya doğru yürüdü.

94
Gökcan Şahin

Kapıyı ittirdi ama kapı kilitliydi. Akın’ın adamı bulma şansı kalmamıştı.
En iyisi arabaya dönüp Evrim’i kontrol etmekti.
Çirkin güvenlik görevlisi arabanın yanındaydı. Akın’ı bekliyor
gibiydi. Akın gri renkli Renault marka arabasının yanına varır varmaz
arka koltuğa baktı. Evrim, bebek koltuğunda kollarını sallayarak etrafına
bakıyordu. Alarm sesiyle uyanmış olmalıydı. Olan bitenden habersizdi.
“Adamı yakalayabildiniz mi?” diye sordu güvenlik görevlisi.
“Onu sizin yakalamanız gerekmiyor muydu?” dedi Akın arabasını
kontrol ederken.
“Doğrusunu söylemem gerekirse hazırlıksız yakalandım. Sizin
otoparka koşmanızla fark ettim olayı.”
“Nasıl bir güvenlik anlayışı bu? Bu yüzden çok kötü şeyler
olabilirdi. Ya adam kötü bir şey yapsaydı, ya bebeği kaçırsaydı, ne
olurdu? Attırırdım sizi buradan. Emin olun bu marketi bir daha
göremezdiniz.”
“Bir daha görmeyeceğim zaten,” diye fısıldadı adam.
“Ne dediniz?” Akın adamın dediğini duymuştu; ama ne demek
istediğini anlamamıştı.
“Hı? Bir şey demedim. Olaya üzüldüğümü söyledim sadece,” dedi
görevli.
Bu sırada arabadan Evrim’in ağlama sesi yükseldi. Akın cebinden
arabanın anahtarını çıkarıp kapıyı açtı ve bebeği kucağına aldı. Tekrar
görevliye döndüğünde acelesi varmış gibi uzaklaştığını fark etti. Ama
görev yerine değil de otoparkın dış tarafına doğru gidiyordu.
Akın adamın hareketlerine anlam vermeye çalışırken bir anda
sanki kıyamet koptu. Sağır edici bir gürültü kulaklarını, dehşet verici bir

95
Karanlık ve Aydınlık

görüntü gözlerini, alev gibi bir sıcaklık tenini esir aldı. Bir güç, onu ve
kucağındaki bebeğini metrelerce öteye fırlattı. Neyse ki Akın kendini
oturur vaziyette tutmayı ve bebeğini korumayı başardı. Đlk başta ne
olduğunu anlayamayan beyni şimdi ona gözlerinden ve kulaklarından
aldığı bilgiyle her şeyi açıklıyordu. Süpermarkette patlama olmuştu.
Oldukça şiddetli bir patlama…
Akın ömründe bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Dişleri
birbirine çarpıyor, bacakları titriyordu. Evrim ise kucağında boğazını
yırtarcasına ağlıyordu. Benzer şeyler hissettikleri kesindi. Akın zar zor
ayağa kalktı ve Evrim’i aracın arka tarafındaki bebek koltuğuna oturttu.

***

Birkaç dakika içinde siren ve insan sesleri duyulmaya başladı.


Ambulans, itfaiye ve polis sirenleri ile panik halindeki insanların
bağırışları birbirine karışıyordu.
Durum kötüydü. Marketten koyu renk, devasa bir duman sütunu
yükseliyordu. Camların çoğu kırılmış, duvarlarda siyah lekeler
oluşmuştu. Çıkış kapısından çıkmaya çalışan insanlar vardı ama çoğu
yaralıydı. Akın bu manzaranın yarattığı uyuşukluktan kurtulduğunda
aklına Yeşim geldi. O içeride kalmıştı.
Arabanın kapısını kapatıp markete doğru koştu. Kapıdan kapkara
dumanlar yayılıyordu ve öksürüklerle boğuşan birkaç insan can havliyle
kendilerini dışarı atmaya çalışıyorlardı. Gözleri Yeşim’i aradı ama
bulamadı. Cep telefonunu denemeye karar verdi. Akın, Evrim’i arabaya
bırakırken Yeşim marketten çıkmış olabilirdi. Telefonunu çıkardı. Neyse

96
Gökcan Şahin

ki patlama sırasında hasar almamıştı. Karısını aradı. Genç bir kadın sesi
Yeşim’e ulaşılamadığının haberini verdi. Bu da Akın’a içeri girmekten
başka şans bırakmadı. Karısının cep telefonunun parçalanmış, dolayısıyla
ölmüş olabileceğini aklına getirmek bile istemiyordu.
Ama Yeşim’in telefonunu asla kapatmadığını biliyordu.

***

Simsiyah dumanların yükselmeyi sürdürdüğü giriş kapısına doğru


hızlı adımlarla yürüdü. Derin bir nefes alıp içeri daldı. Karısını bulup
hemen çıkmayı tasarlıyordu. Yeşim o sırada kasalarda bekliyor olmalıydı.
Belki de çıkmak üzereydi.
Görüş alanı çok azdı ve Akın’ın gözleri fena halde yanıyordu.
Marketteki pek çok şey alev almıştı. Sıcaklık korkutucuydu. Yine de
karısının adını haykırarak onu aramaya devam etti.
Kasaların önünde pek çok ceset vardı ve çoğunun yüzleri
tanınmaz haldeydi. Akın beşinci kasanın olduğunu tahmin ettiği yere
yöneldi. Nefes almak işkence haline gelmişti. Acele etmeliydi ama görüş
alanının azlığından hızlı hareket edemiyordu. Üzerinde ‘2’ yazan kasayı
gördü ve sayarak sola doğru ilerledi. Beşinci kasanın olduğu yer dehşet
vericiydi. Burada cesetler bütün halinde bile değildi. Parçalanmış insan
uzuvlarını gördüğünde burada daha fazla kalamayacağını anlamıştı.
Yeşim’in öldüğü su götürmez bir gerçekti artık. Kendini bayılacakmış
gibi hissediyordu. Her nefes alışında ciğerlerine keskin bir acı
yayılıyordu. Olabildiğince hızlı bir şekilde kendini dışarı attı. Ne

97
Karanlık ve Aydınlık

yapacağını bilemez bir halde yere diz çöktü. Ambulans ve itfaiye


sirenlerinin gürültüsünü duymuyordu bile.
Đki beyaz üniformalı adam Akın’ı ambulansa taşıdılar ve ona
oksijen maskesi taktılar. Onu da marketten kurtulanlardan biri
zannetmişlerdi herhalde. Oksijen onu kendine getirdiğinde hemen kızının
yanına gitti. Evrim arabanın arka koltuğunda uslu uslu yatıyordu.
Ağlamaktan gözleri kızarmıştı ama artık sadece etrafına bakıyordu.
Ortamın karmaşası bile bebeği rahatsız etmiyor gibi görünüyordu. Akın
kendini birden çok güçsüz hissederek şoför koltuğuna oturdu ve başını
direksiyona dayadı. Yeşim’le geçirdiği güzel günleri düşünmeye başladı.
Đlk buluşmaları, ilk öpüşmeleri, ona evlenme teklif edişi, Yeşim’in ona
hamile olduğunu söylemesi ve Yeşim’le ilgili tüm güzel anılar kafasında
canlandı.
Kim yapmıştı bunu? Lanet olsun, kim öldürmüştü karısını? Kim?
Ani bir ilhamla başını kaldırdı. Etrafına baktı ve ileride o çirkin
güvenlik görevlisini gördü. Arabalardan birine yaslanmış hafifçe sırıtarak
süpermarkete bakıyordu.
“Vay it oğlu it,” diyerek hışımla arabadan çıktı. Tüm gücüyle
çirkin görevliye doğru koştu. Yanına varır varmaz suratına öyle bir
yumruk indirdi ki kendi elinin acısı tüm bedenini kapladı. Adamın suratı
ise kan içindeydi.
“Seni orospu çocuğu,” diye bağırdı Akın. Bir yumruk daha
savurdu ama bu kez hedefi bulamadı. Adam ilk şaşkınlığını üzerinden
atmış ve kendini savunmaya başlamıştı.
“Karımı öldürdün piç herif.”
“Ne karısı, ne öldürmesi, manyak mısın sen?”

98
Gökcan Şahin

“Siktir lan şerefsiz! Demin bu marketi bir daha görmeyeceğini


söyleyen ve tam patlama olacağı sırada marketten uzaklaşan kim? Bana
bombanın patlayacağını bilmediğini söyleme pislik herif.”
Adam yaptığının yüzüne vurulmasından dehşet duymuştu. Aniden
silahını çekti.
“Đndir o silahı adi herif. Bana ateş edip buradan kurtulacağını mı
sanıyorsun? Etraf polis kaynıyor. Görmüyor musun? Đşte biri gördü bile.”
Adam, Akın’ın baktığı yere bakmak için hafifçe arkaya döndü ve
Akın’a istediği fırsatı verdi. Akın sert bir tekmeyle adamın bileğine
vurdu. Güvenlik görevlisi silahı düşürdü. Şaşkınlığını henüz üzerinden
atamamışken Akın’ın diz kapağını bulan sert tekmesiyle sendeleyip yere
düştü. Akın vakit kaybetmeden yerdeki silahı aldı ve adamın sırtına
dayadı. Aynı anda yerde kıvranan adamın boynunu kollarıyla kavradı ve
sıkmaya başladı.
“Niye yaptın bunu şerefsiz? Niye patlattın bu bombayı?”
“Ben… Ben yapmadım.”
“Hadi oradan.”
“Yemin ederim ben yapmadım. Ben sadece yardım ettim. Đçeri
girmesini sağladım.”
“Kim o zaman? Kim yaptı? Kim öldürdü bunca insanı?”
“Şey…”
“Söyle lan. Silahın tetiğini çekemeyeceğimi sanma. Şu anda öyle
öfkeliyim ki polisten falan korkum yok. Anında bitiririm işini.”
“Yeşim… Yeşim Gürtan. Karın yani.”
“Saçmalama lan. Neden bahsediyorsun sen?”
“Gerçeği söylüyorum. Karın canlı bombaydı.”

99
Karanlık ve Aydınlık

“Nasıl olur? Ben hep onun yanındaydım. Bomba falan yoktu


üstünde. Üstelik Yeşim böyle bir şey yapacak insan değil. O terörist falan
değil.” Bunları adama değil, daha çok kendine söylüyordu. Gevşettiğini
fark ettiği kollarını tekrar adamın boynuna doladı.
“Şimdi bana her şeyi anlatacaksın. Yoksa yemin ederim öldürürüm
seni.”
“Yeşim aslında yıllardır üyemizdi, tamam mı? Seninle tanışmadan
önce de bizdendi yani. Ama birkaç yıldır ona aktif görev verilmemişti. Bu
nedenle fark etmemişsin. Bugün kendisiyle birlikte tüm marketi havaya
uçurması emredildi. Bomba küçük ebatlı ama patlayıcı etkisi çok yüksek
özel yapım bir bombaydı. Çantasına sığacak kadar küçük.”
“Olamaz. Uyduruyorsun bunları.”
“…”
“Devam et, hadi.”
“Evden çıkarken yanına bombalı çantayı alıp buraya gelecekti ve
kendini patlatacaktı. Aslında tek başına gelmek istedi. Ama sen de
gelmek için ısrar ettin. Hatta bebeği de getirmek istediğini söyledin.”
“Nereden biliyorsun bunları?”
“Yeşim’in üstünde dinleme cihazı vardı. Her yaptığını adım adım
takip ediyorduk. Yeşim seni bu işin dışında tutmak istiyordu. Sana ve
bebeğe zarar gelmesini istemiyordu. Ama senin tavrın üzerine yeni bir
plan yapmak zorunda kaldık. Örgüt üyelerinden birini daha devreye
soktuk ve seni patlama sırasında marketten dışarı çıkarmasını sağladık.”
“Yani arabaya saldıran adam da sizdendi.”
“Evet, hepsi senin marketten çıkman için yapılmış bir plandı.
Yeşim sen kitap reyonundayken tuvalete gitme bahanesiyle yanından

100
Gökcan Şahin

ayrılıp bizle iletişime geçti ve planın uygulanmasının zamanının geldiğini


söyledi. Birkaç dakika sonra örgütün elemanı harekete geçti ve dışarı
çıkmanı sağladı.”
“O adam marketin yanındaki kapıdan içeri girip saklandı değil mi?
Ve bunu da sen sağladın.”
“Evet, kapıyı açık bırakıp arabanın yanına gittim. Sonra geri dönüp
beni orada buldun. Ve Yeşim bombayı planlandığı şekilde patlattı. Đşte
durum bu.”
Akın bunların hiçbirine inanmak istemiyordu. Ama duyduklarını
düşününce hepsi olanaklı görünüyordu. Bu adamın girişte neden
Yeşim’in çantasını aramadığı da ortaya çıkmıştı. Đçten içe hepsinin yalan
olmasını diledi ama gerçek olduğunu biliyordu. Bu adamın karısının adını
bilmesi bile normalde imkânsızdı. Oysa gelmiş karısıyla ilgili organize
bir eylemden söz ediyordu. Şimdi yapabileceği en iyi şey bu adamı polise
teslim etmek ve başından geçenleri anlatarak bombayı patlatanın karısı
olduğunu bildirmekti.
Adamı tuttuğu gibi polis aracının yanına götürdü ve yaşadıklarının
hepsini komisere anlattı. Komiser, Akın’a merkeze gelmesini tavsiye etti.
Bu arada güvenlik görevlisi kelepçelenip polis otosuna konulmuştu.
Akın polis merkezine gitmek üzere arabasına yöneldi. Arabaya
binmeden önce arka koltuktaki kızına baktı. Hiçbir şeyden haberi
olmayan küçük Evrim altını pisletmiş ağlıyordu. Kokusu aralık
pencereden sızıyordu. Ama altını değiştirecek bir annesi yoktu artık.

101
KIZILHAN HIRSIZLARI
Gökcan Şahin

Kızılhan Mahallesi’nde son altı ayda tam on iki ev soyulmuştu ve


bu olayların sonu bir türlü alınamıyordu. Eve girip dağınıklığı gören
mağdurlar tarafından polis çağrılıyor, ifadeler alınıyor, ipuçları aranıyor
ama olaylar bir türlü çözülemiyordu. Polisler sadece bu olayların peşini
bırakmayacaklarına dair söz vererek mağdurları zararlarıyla baş başa
bırakıyorlardı.
Sonunda on binlerce lirası çalınan zengin bir aile (aslında yıllardır
çocuk sahibi olamamış bir karı-koca) özel bir dedektif tutmaya karar
verdi. Bu işi çözse çözse paralı bir dedektif çözerdi. Tamam, Türkiye’de
özel dedektifliğin pek yaygın olmadığı aşikârdı ama hiç yok da değillerdi.
Đnternetten araştırıldığında bile özel dedektiflik şirketlerinin var oldukları
görünüyordu. Her ne kadar astronomik ücretler isteseler de zengin
insanların imdadına koşmaya hazırlardı.
Tahtalıoğlu ailesinin iki üyesi Kısmet ile Şevki on ikinci hırsızlık
mağduru olarak evlerinin soyulmasından iki gün sonra randevu alarak
özel dedektifin bürosuna gittiler.
Şevki Tahtalıoğlu kısa boylu ve şişman bir adamdı, ellili yaşlarında
gösteriyordu; ama saçları oldukça gür ve koyu renkliydi. Peruk olduğu
fazla belliydi yani… Büronun rahat koltuğuna iyice yerleşmişti.
Şevki’den daha uzun boylu ve genç olan Kısmet ise kendisine gösterilen
yere gergin bir şekilde oturmuştu.
Otuz beş kırk yaşlarındaki yakışıklı dedektif, müşterilerini
süzmeye başladı. Sağ elini en az Şevki’nin saçı kadar gür bıyığında
gezdirdi ve koltuğuna iyice yaslanarak konuştu:
“Bir hırsızlık olayı nedeniyle geldiniz, öyle mi?”

103
Karanlık ve Aydınlık

“Evet efendim,” dedi Kısmet. “Evimiz soyuldu. Binlerce lira,


binlerce dolar, onlarca altın, bir sürü mücevherimiz gitti.” Sanki sabahtan
beri bu sorunun sorulmasını bekliyormuş gibi bir anda ağzından fırlamıştı
sözcükler.
“Anlıyorum. Siz de nasıl olsa paralar gitti, biraz daha harcayıp
dedektif tutalım dediniz,” dedi dedektif.
Kısmet istifini bozmadan konuşmaya devam etti: “Biz bu olayın
çözülmesini sadece kendimiz için istemiyoruz. Mahallemizde on bir
hırsızlık olayı daha yaşandı. Ve hırsızların aynı kişiler olduğu tahmin
ediliyor. Onca kişinin yıllarca emek verip kazandığı paralarını çalıp
götüren o adi insanları adalete teslim etmek istiyoruz. Düşünsenize, biz
onca yıl kocamla çalışıp didindik, ufak bir servet yaptık. Belki ileride
olacak çocuklarımızın geleceği olarak biriktirdik bu parayı, ama birkaç
adi şerefsiz tüm umutlarımızı söndürdü. Bunun aynısını on bir aileye
yaptılar. Artık kimse evinden çıkmak istemiyor. Sabah işe gidip akşam
eve gelen insanlar bile tedirgin oluyorlar. Bu olaylar yüzünden
mahallemizden taşınanlar bile oldu. Bu düzeye ulaştı yani.”
“Đlginç bir vaka. Peki polisler bir şey yapamadılar mı?”
“Polisler bir şey yapabilselerdi zaten buraya gelmezdik.”
“Yani herhangi bir ipucu buldular mı? Şüphelendikleri bir şey var
mı?”
“Hayır efendim, hiçbir ipucu bulamadıklarını söylediler. Hırsızlar,
değil parmak izi, saç teli bile bırakmamışlar evlerde.”
“Anlaşıldı. Somut bir ipucu bulamadılar ama polislerin yöntemleri
bazen suçluyu bulmaya yetmez. Özellikle hırsızlık gibi olaylarda başka
şeyleri sorgulamazlar. Sadece fiziksel kanıtlar ararlar. Oysa ben bu

104
Gökcan Şahin

yöntemin dışında çalışırım. Ben her yönden ipucu ararım. Olayın olduğu
gün gökyüzünde ay olup olmadığı bile önemlidir bazı olaylarda. Kimi
zaman insanlar burunlarının ucundaki ipuçlarını kaçırırlar ama ben
kaçırmam. Kendimi övmek istemiyorum ama çözemediğim olaylar çok
sınırlıdır, umuyorum bu işi de el birliğiyle çözeceğiz.”
“Çok teşekkürler Tekin Bey. Size güveniyoruz. Öyle değil mi,
Şevki?”
Kısmet kocasına baktığında hem şaşırdı hem sinirlendi. Kocası
rahat koltuğa iyice yayılmış, hatta uyuyakalmıştı. Neredeyse horlayacaktı.
“Şevkiii!” diye bağırdı Kısmet. Kocası irkilip doğruldu.
“Efendim karıcığım?”
“Nasıl oluyor da uyuyabiliyorsun burada? Ayıp değil mi?”
“Pardon, içim geçmiş ya. Zaten iki gecedir doğru dürüst
uyuyamamıştım.” Bu lafları bir yandan karısına, bir yandan dedektif
Tekin’e söylüyordu. Uyuduğuna kendisi bile inanamıyordu; utançtan
yüzü kızarmıştı.
“Dedektif beye durumu anlattım Şevki, bize yardım edecek,” dedi
Kısmet.
“Hımm, çok teşekkürler Tekin Bey. Ne zaman çalışmaya
başlayacaksınız?”
“Aslında zaman kaybetmemeyi yeğlerim. Bugün herhangi bir
meşguliyetim de yok. Đsterseniz hemen olay mahalline gidebiliriz.”
“Tabii ki, memnuniyetle.”

***

105
Karanlık ve Aydınlık

“Polisler etrafı inceleyip bir şey bulamayınca biz de evi topladık,”


dedi Kısmet, evin kapısını anahtarla açarken.
“Hımm, bu durum evde somut kanıt bulmamı engelleyecek. Ama
ziyanı yok; başka yollardan gideriz. Đlk önce olayı ayrıntılı olarak
anlatmanızı rica edeceğim. Hırsızlık sırasında siz neredeydiniz? Sizin
evde olmayacağınızı kimler biliyordu? Diğer mağdurlarla ortak noktanız
var mı? Öncelikle bunları ayrıntılı olarak öğrenmem gerekiyor,” dedi
Dedektif Tekin.
Eve girdiklerinde orta yaşlı bir kadın karşıladı onları. Kısmet’e,
“Bir isteğiniz var mı efendim?” diye sordu.
“Bize üç kahve getirirsen iyi olur Saray.”
“Peki hanımım, kahveler nasıl olsun?”
“Şevki’ninki şekersiz olacak, malum şeker ona iyi gelmiyor.
Benimki orta şekerli olsun. Siz nasıl istersiniz Tekin Bey?”
“Benimki sütlü olursa sevinirim.”
Saray adındaki hizmetçi, kahveleri hazırlamak üzere mutfağa
yöneldi. Bu sırada Tekin, Kısmet ve Şevki salondaki lüks koltuklara
oturmuşlardı.
“Evet Kısmet Hanım, önce sizi dinleyelim,” dedi Tekin.
“Nerden başlayayım bilemiyorum ki.”
“Tatil kararınızdan başlayabilirsiniz.”
“Malum havalar uzun süredir sıcak. Şevki ve ben işlerin
yoğunluğundan ve sıcaktan bunaldığımız için kısa bir tatil yapalım dedik.
Geçen hafta sonu Ayvalık’a gittik. Gayet güzel bir hafta sonu geçirdikten
sonra eve döndük. Bir de ne görelim. Evin hali berbat. Soyulmuşuz!
Hırsızlar iki günlük tatilimizden faydalanıp eve girmişler.”

106
Gökcan Şahin

Bu sırada Saray kahveleri getirdi.


“Siz tatildeyken evde kimse yok muydu?” dedi Tekin kahvesini
alırken.
“Yoktu. Saray’a da iki gün izin verdik.”
“Saray Hanım’da evinizin anahtarı var mı?”
“Evet, var. Saray bizim on yıllık yardımcımız. Ona sonuna kadar
güveniriz. Kesinlikle ondan şüphelenmiyoruz. Sizin de
şüphelenmemenizi tavsiye ediyorum. Zaten on iki evi de Saray soymuş
olamaz ya.”
“Şüphelendiğimden değil. Sadece bilgi topluyorum, merak
etmeyin. Peki sizin tatile gideceğinizden Saray dışında kimsenin haberi
var mıydı?”
“Hayır, yoktu. Gidişimiz çok ani oldu. Cuma akşamı karar verip
cumartesi sabahı gittik.”
“Đş yerlerinizde de mi kimse bilmiyordu?”
“Đkimiz de hafta sonları çalışmayız. Bu yüzden kimsenin bildiğini
sanmıyorum.”
“Hımm, peki. Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?”
Kısmet biraz düşündü ama söyleyecek önemli bir şey bulamadı.
“Yok, aklıma bir şey gelirse hemen söylerim.”
Tekin, Şevki Bey’e döndü. “Siz tatile gideceğinize dair kimseye
bir şey söylediniz mi Şevki Bey?”
“Hayır, kimse tatil işini bilmiyordu. Kısmet’in dediği gibi hafta
sonları işe gitmediğimiz için kimseye söylemeye de gerek görmedik.”

107
Karanlık ve Aydınlık

“Anlaşılan bu konuşmadan önemli bir ipucu elde edemeyeceğiz,”


dedi Tekin. Gür bıyığını kaşıdı ve Kısmet’e döndü. “Evi soyulan diğer
kişilerden tanıdıklarınız var mı? Onlarla da konuşmak istiyorum.”
“Tabii, karşı apartmanda Zehralar var. Onların evi de on beş gün
önce soyulmuştu. Đsterseniz hemen gidebiliriz.”
Kahveler bitmişti. Ayaklandılar.

***

Üçü birlikte evden çıktılar ve Kısmet’in yakın komşusu Zehralara


gittiler. Zehra otuz-otuz beş yaşlarında çekici bir kadındı. O sırada evde
yalnızdı çünkü kocası işteydi. Kısmet kapıda durumu anlatınca Zehra
üçünü de içeri davet etti. Eve girdiler. Tekin uzun boylu olduğundan
girişe asılmış nazar boncuğuna çarpmamak için eğilmek zorunda kaldı.
Tekin evi ne kadar dikkatle incelerse incelesin bir şey
bulamayacaktı, çünkü çoktan toparlanmıştı.
“Ben özel dedektif Tekin. Siz Zehra hanım olmalısınız,” dedi
dedektif, tokalaşırlarken.
“Evet, ben Zehra. Memnun oldum. Demek mahalledeki hırsızlık
olaylarını araştırıyorsunuz. Buyurun, oturun.”
“Sağ olun.” Bir an durakladıktan sonra devam etti: “Duyduğuma
göre son zamanlarda on iki eve hırsız girmiş. Sizin eviniz de bunlardan
biriymiş.”
“Evet, efendim. Kısmetlerden önce bizi soymuşlardı hırsızlar. Tüm
değerli eşyalarımı götürmüşler. Polisler de hiçbir iz bulamadı.”

108
Gökcan Şahin

“Evet, bunları Kısmet Hanım da anlattı. Şimdi size bazı sorular


sormak istiyorum. Olayı aydınlatmak için sizin söyleyecekleriniz önemli
olabilir.”
“Tabii, istediğinizi sorun. Hırsızların bulunması için her şeyi
yaparım. Mahallemizde huzur kalmadı. Kısmetçiğim, sence de öyle değil
mi?”
“Öyle tabii Zehra,” dedi Kısmet.
“Aa sormayı unuttum, bir şey içer misiniz? Ne ikram edeyim?”
“Yok, çok sağ olun. Az önce Kısmet Hanımlarda içip geldik,” dedi
dedektif.
“Ben bir sigara alacağım, siz de ister misiniz?” dedi Zehra.
Sehpanın üzerindeki yarım sigara paketine ve kül tablasına uzandı.
“Yok, ben sigara içmem, sağ olun,” dedi Tekin. Aslında sadece
içmekle kalmaz, sigaradan nefret ederdi. Ama kadının sigara içmesini
engellemek de doğru olmazdı. Antipatisini kazanması, kadının ona
anlatacaklarını kısıtlayabilirdi çünkü. Mecburen katlanacaktı.
“Siz bilirsiniz. Valla ben de bırakmak istiyorum ama bu illete
bulaştı mı insan, bir daha kurtulması zor.”
“Doğru dediniz Zehra Hanım. Ama artık şu hırsızlık olayına
dönelim. Hırsızlar evinize girdiğinde neredeydiniz?”
“Yakın bir akrabamın düğününe gitmiştik. Düğün geç saatte
olduğu için yatıya kaldık. Ertesi gün döndüğümüzde evi tamtakır bulduk.
Görüyorsunuz, ev beşinci katta. Nasıl girmişler, nasıl soymuşlar
anlamadık. Bunu yapanları bulursanız mahallemizi bir illetten kurtarmış
olursunuz valla.”
“Peki sizin düğüne gideceğinizden kimsenin haberi var mıydı?”

109
Karanlık ve Aydınlık

“Tüm akrabalar biliyordu ama onların çoğu karşıda oturuyorlar.


Kimsenin de benim eşyalarımda gözü olduğunu sanmıyorum.”
“Başka kimlerin haberi vardı?” dedi Tekin.
Zehra düşündü. Bu düşünme süresinde sigarasını daha hızlı tüketti.
Sonunda cevap verdi: “Yoktu galiba. Niye olsun ki? Kime ne benim
gideceğim düğünden?”
“Evinizde hizmetçi var mı?”
“Yok, biz hizmetçi tutmayız. Ben çalışmadığım için ev işlerini
yapıyorum. Hizmetçiye gerek olmuyor yani.”
“Anladım. Peki kocanız kahveye falan takılır mı?”
“Yok canım, onun kahvede ne işi olur? Eve genellikle geç gelir
zaten. Kahveye gidecek vakti yoktur onun. Neden sordunuz bunu?”
“Kahve arkadaşlarına anlatmış olabilir diye düşündüm de. Neyse,
önemi kalmadı. Peki tanıdığınız başka hırsızlık mağduru var mı?” Tekin
bunu hem Zehra’ya, hem de Kısmet’e sormuştu.
“Benim tanıdığım yok valla,” dedi Kısmet hemen.
“Bir dakika, ben tanıyorum birini. Kezban Abla’nın iki ay önce
soyulmuştu evi. Kısmet sen de tanıyorsundur; alt sokakta oturuyor.”
“Valla tanımıyorum ben,” dedi Kısmet.
“Hımm, ben karıştırdım o zaman. Ayten tanıyordu Kezban
Abla’yı. Oraya mı gidiyoruz, isterseniz sizi götüreyim,” dedi Zehra. Biten
sigarasını küllüğe attı ve ayağa kalktı. Tekin ve Kısmet de kalktılar ama
Şevki kalkmamıştı.
“Hayda, yine uyumuş bu,” dedi Kısmet. Sonra da, “Şevkiii!” diye
seslendi. Adam sıçradı ve herkesin ayakta olduğunu görünce o da ayağa
kalktı.

110
Gökcan Şahin

“Anlaşıldı Şevki, sen çok yorgunsun. Git eve uyu. Gerisini biz
hallederiz,” dedi Kısmet.
“Kısmet, valla içim geçmiş yine. Nasıl olduğunu ben de
anlamadım.”
“Neyini anlamıyorsun Şevki? Rahat koltuk buldun mu
uyuyuveriyorsun. Sen en iyisi eve git.”
“Tamam karıcığım, seni mi kıracağım? Zaten yorulmuşum.” Şevki
kendi evine gitti, diğerleri de sonraki mağdura doğru yola çıktılar.

***

Zehra kapıyı tıklattı. Đçeriden, “Kim o?” sesi geldi.


“Benim Kezban Abla, Zehra. Aç kapıyı, senle konuşacaklarımız
var,” dedi Zehra.
Kapıyı zayıf, çelimsiz, başörtülü bir kadın çekinerek açtı. Elli-
altmış yaşlarında görünüyordu.
“Yanındakiler kim Zehra? Biliyorsun artık öyle herkesi içeri
almıyorum.”
“Korkma Kezban Abla. bu Kısmet, benim en yakın komşum. Bu
bey ise dedektif, mahalledeki hırsızlık olaylarını araştırıyor. Zaten bunun
için geldik sana,” diye açıkladı Zehra.
“O kör olası hırsızları yakalamaya mı çalışıyorsun evladım? Girin
içeri girin, ne biliyorsam anlatırım size Yeter ki onlar yakalansın.”
Kezban Hanım bu hırsızların yakalanması konusunda pek bir hevesliydi.
Anlaşılan hırsızlar çok canını yakmışlardı kadıncağızın.
Đçeride anlattıkları da bunu destekliyordu.

111
Karanlık ve Aydınlık

“Zarife Abla’ya gitmiştim önceki gün. O da söylemişti başıma bir


felaket geleceğini. ‘Dikkatli ol,’ demişti ama dinlemedim. Evimi bırakıp
hasta ziyaretine gittim o gün. Tam da gidecek günü bulmuşum. Kör
olasıcalar girdi evime. Neyim var neyim yok götürdüler. Bir tek şu
masadaki nazar boncuğunu bırakmışlar Allah seni inandırsın… Gerçi pek
de değerli bir şeyim yoktu. Birkaç parça bilezik, bir iki çift küpe. O kadar.
Yine de üzüldüm be oğlum. Đnsan evine hırsız girince üzülmez mi zaten?
Bir kere, insan artık kendini evinde güvende hissetmez. O günden sonra
ne korkunç rüyalar gördüm bir bilsen. Ah, ben Zarife Abla’yı
dinleseydim de evimde otursaydım. Ah ah.”
Kezban hanım dizlerini dövmeye başlamıştı. Bir yandan da derdini
paylaşmanın rahatlığını yaşıyordu.
“Tamam abla, üzülme sen. Ben onları bulup cezalarını çekmelerini
sağlayacağım,” dedi Tekin. Sonra bıyığını kaşıyarak sordu: “Şu Zarife
Abla dediğin kişi kim? Falcı falan mı?”
“He evladım. Mahallenin falcısıdır. Ama iyi niyetli bir
kadıncağızdır Zarife Abla. Öyle zorla para falan istemez. Herkes
gönlünden ne koparsa verir, falına baktırır, bir kahvesini içer, gider.
Kimseye bir zararı yoktur.”
“Peki siz tanıyor musunuz bu falcıyı?” dedi Tekin, Kısmet’e
dönerek. Kısmet ‘hayır’ anlamında bir baş sallamayla yanıt verdi. Zehra
ise tanıyordu.
“Uzun zamandır fal baktırırım Zarife Abla’ya,” dedi.
“Peki, hırsızlıktan önce de baktırmış mıydınız?” diye sordu
dedektif. Zehra biraz düşündü.
“Evet, galiba baktırmıştım.”

112
Gökcan Şahin

“Hımm, peki bu falcıyla yakın mıydınız? Yani özel şeylerinizi


paylaşır mıydınız?”
“Valla ben çok severim Zarife Abla’yı,” diye atıldı Kezban Hanım.
“Ondan gizlim saklım yoktur. Zaten bir sorunum, bir tereddüdüm varsa
hemen ona koşarım.”
“O gün de ziyaretine gideceğiniz hastanın durumunu sordunuz,
öyle mi?”
“Doğru valla, nereden bildiniz?”
“Taşlar yerine oturmaya başlıyor. Siz bana cevap verin yeter. Olay
çözülünce size her şeyi anlatırım zaten,” dedi Tekin ve bıyığını kaşıyarak
düşünmeye başladı. Dalgınca Zehra’ya döndü. “Eminim siz de
akrabanızın düğününden bahsettiniz.”
“Tam olarak hatırlamıyorum ama bahsetmiş olabilirim, evet.”
Tekin ayağa kalktı. “Buradaki işimiz bitti, evi soyulan başka
tanıdığınız var mı?” diye sordu. Herkesten olumsuz yanıt aldı. Anlaşılan
diğerlerini kendisi bulacaktı.
“Siz rahatsız olmayın, ben kalkayım. Bazı işlerim var zaten.
Kısmet Hanım, siz de eşinize selam söyleyin; çok yakında bu işi
çözeceğimi bildirin. Hepinize iyi günler diliyorum,” dedi ve yapacaklarını
düşünerek evden çıktı. Üç kadın ise birkaç saat daha oturup bol bol
dedikodu yaptılar.

***

Bir hafta sonra, evleri soyulmuş on iki aileye, mahallenin falcısı


Zarife Hanım’a, yardımcısına ve gerekli bazı kişilere birer kargo paketi

113
Karanlık ve Aydınlık

geldi. Paketlerin içinden birer zarf çıktı. Bu zarflarda Kızılhan


Mahallesi’ndeki hırsızlık olaylarının çözüldüğü ve bunu başaran dedektif
Tekin’in mahallenin en büyük kahvehanesinde bu konuda önemli
açıklamalar yapacağı duyuruluyordu. Eline bu davetiye ulaşan herkesin
belirtilen gün ve saatte orada olması önemle rica ediliyordu.

***

Misafirler kahveye doluşmuşlardı. Evleri soyulanlar ve Tekin’in


çağırdıkları dışında da gelenler vardı. Öyle ki kahvehanenin sahibi
sandalye yetiştirmeye zorlanıyordu. Bazı kişiler ayakta kalmıştı. Dedektif
Tekin tam söylediği saatte bir polis minibüsüyle geldi.
Minibüsün sürgülü yan kapısından Tekin’in indiğini gören
kalabalık birden sus pus oldu. Herkes hırsızlık olaylarının sorumlusunu
merak ediyordu. Tekin, polis minibüsüyle geldiğine göre hırsız
aralarından birileriydi.
Dedektifin ardından dört polis indi minibüsten. Tekin
kahvehanenin kapısından içeri girerken polisler kapıda beklemeye
başladılar.
Tekin kahvehanenin tamamını gören bir yere yöneldi ve insanların
yükselmeye başlayan uğultusunu dindiren bir el hareketiyle konuşmasına
başladı.

***

Merhaba Kızılhan sakinleri,

114
Gökcan Şahin

Doğrusu bu kadar kalabalık olarak geleceğinizi tahmin


etmemiştim. Aslında ilk kez bir kitleye karşı konuşma yapacağım. Bu
yüzden biraz heyecanlı olduğumu itiraf etmeliyim. Burada neden
toplandığımızı elbette biliyorsunuz. Altı aydır Kızılhan Mahallesi’nin
başına bela olan, on iki evi soyan ve insanların mahallenize antipati
duymasına sebep olan hırsızların kim olduklarını öğrenmek için
buradasınız.
Eminim bir an önce onların kim olduklarını öğrenmek istiyorsunuz
ama önce hırsızları nasıl bulduğumu ve elimdeki kanıtları size sunmak
istiyorum.
Bakıyorum da hırsızlar kendilerinden o kadar emin ki buraya
gelmekte bir sakınca görmemişler. Şu andan itibaren buradan çıkmaları
zaten imkânsız. Polisler etrafı sardı ve benim konuşmamdan sonra polis
tarafından teslim alınacaklar. Doğrusu onların buraya geleceklerini hiç
tahmin etmiyordum; hatta mahalleden kaçabileceklerini düşünerek
evlerini dünden beri izlettiriyorum. Ama onlar beni yanılttılar ve geldiler.
Şimdi onların kim olduklarını öğreneceksiniz.

***

Tekin bunları söylerken kalabalık yine mırıldanmaya başlamıştı.


Herkes bu hırsızların kim olabileceğini konuşuyordu. Tekin bir el
hareketiyle kalabalığı yine sessizliğe davet etti ve konuşmasına birkaç
yudum su içtikten sonra devam etti.

***

115
Karanlık ve Aydınlık

Neyse, lafı fazla uzatmadan bu işi nasıl çözdüğümü anlatayım.


Bildiğiniz gibi beni bu işin içine sokan Kısmet ve Şevki
Tahtalıoğlu çiftidir. Soruşturmama onlardan başladım. Beni tuttuklarında
evleri soyulalı iki gün olmuştu ve önceden bunu planlamadıkları için
evlerini toparlamışlardı, yani bana ipucu arayacak ortam bırakmamışlardı.
Diğer mağdurlar da aynı durumdaydı. Bu durumda tek yapabileceğim
sosyal ipuçları bulmak ve tüm mağdurların ortak noktalarını keşfedip ona
göre hareket etmekti.
Hırsızlar nasıl oluyorsa soyacakları evdekilerin evden
ayrılacaklarını biliyor ve ona göre davranıyorlardı. Buradan yola çıkarak
soyulan evlerdekilerin hepsini tanıyan ve onların nereye gideceklerini
bilecek kadar onlara yakın birini bulmaya çalıştım.
Kısmet Han’ımın mahallede tanıdığı böyle biri yoktu. Zaten
buraya taşınalı pek uzun süre olmamıştı ve tek tanıdıkları Zehra
Hanımlardı. Zehra Hanımların da evi soyulmuştu ve o da bana böyle bir
ipucu veremedi; ama üçüncü durağımda, yani Kezban Hanımlarda ilk
ipucunu yakaladım.
Kezban Hanım bana Zarife Abla diye birinden bahsetti. Kendisinin
mahallenin falcısı olduğunu ve mahallede çok sevildiğini söyledi. Zehra
Hanım da Zarife Abla’yı tanıdığını söyleyince bu işin onunla ilgisi
olabileceğini düşünmeye başladım. Diğer mağdurların da çoğuyla
konuşma şansım oldu ve hepsi de Zarife Abla’nın daimi müşterisiydi.
Ama bir istisna vardı: Kısmet Hanım. Yani olayı çözmem için beni tutan
Kısmet Hanım, Zarife Abla’yı tanımıyor gibi görünüyordu.
Bu işi çözmemi nazar boncukları sağladı. Kısmet Hanım’ın
hizmetçisi Saray’ın odasında bir nazar boncuğu görünce beynimde bir

116
Gökcan Şahin

şimşek çaktı. Aynı boncuğu daha önce de defalarca görmüştüm, hatta


gittiğim hemen hemen her evde aynı nazar boncuğu vardı. Bu durumda
çözüm çok basitti. Kısmet Hanım buraya taşınırken on yıllık hizmetçisini
de getirmişti ama hizmetçinin bir zaafı vardı. Tam bir kahve falı
düşkünüydü ve buraya gelir gelmez bir falcı bulmuştu. O da tahmin
edeceğiniz üzere Zarife Abla’ydı. Ve Zarife Abla aynı zamanda o nazar
boncuklarından üretip müşterilerine sattığı için hepsinde aynı boncuktan
vardı.
Đşte falcıdan şüphelenmem için büyük bir sebep doğmuş oldu.
Konuştuğum herkesin Zarife Abla ile mutlaka bir bağı vardı. Eğer bu bir
çete işiyse Zarife Abla’nın kimin evde olup olmayacağı konusunda
istihbarat sağlıyor olabileceğini düşündüm. Aslında bu işi tek başına da
yapıyor olabilirdi; çünkü evlerden ağır şeyler alınmıyordu.
Doğru yolda olduğumdan emindim ama iki büyük sorun vardı.
Birincisi hırsız veya hırsızların eve kapı veya pencereleri zorlamadan
nasıl girdiklerini bulabilmiş değildim, ikincisi elimde Zarife Abla’yı
suçlayacak bir kanıt yoktu.

***

Şimdi kahvehanedeki insanların çoğunun gözü falcının


üzerindeydi. Bir köşede yardımcısı olan genç bir kız ve o kızın ailesiyle
birlikte oturuyorlardı. Zarife Hanım hiç de telaşlı görünmüyordu. Tekin’i
soğukkanlılıkla dinlemişti. Şimdi ona ayıplayarak bakan onca insan da
onu hiç ilgilendirmiyor gibiydi.

117
Karanlık ve Aydınlık

Tekin kısa bir duraklama ve içtiği yarım bardak sudan sonra


konuşmasına devam etti.

***

Yapılacak iş belliydi. Bayan asistanlarımdan birini müşteri


kılığında Zarife Abla’nın evine yolladım. Üzerine gizli kameralar ve ses
kayıt cihazları yerleştirdim. Đki kameradan biri çantasında, diğeri kendi
üzerindeydi.
Müşteri kılığındaki yardımcım kendini falcıya çabucak ısındıracak,
laf arasında mahallede oturduğu adresi ve ertesi gün tatile çıkacağını
söyleyecekti. Falcının ertesi gün ne yaptığı izlenecek ve olay çözülecekti.
Büyük ihtimalle falcı, ertesi gün adresi verilen yeri soymaya kalkacaktı.
Ama olay çok daha karmaşık çıktı ve bu olaylarda falcının
herhangi bir suçu olmadığı anlaşılmış oldu.

***

Kalabalık tekrar mırıldanmaya başladı. Đnsanlar şaşırmıştı. Önce


suçlu olarak gösterilen kadının şimdi suçsuz olduğu iddia ediliyordu.
Zarife Hanım hâlâ sakince dedektifi dinlemekteydi.

***

Bayan asistanım falcının kapısını çaldığında karşısına falcının


yardımcılığını yapan Seda adlı genç kız çıktı. Asistanımı kibarca içeri

118
Gökcan Şahin

davet etti. Çantasını ve hırkasını aldı. Asistanım her şeyi akışına


bırakmak için hiçbir şeye karşı çıkmadı ve denileni yaptı. Falcının yanına
geçti. Yavaş yavaş sohbete başladılar. Fallar bakıldı, sırlar açıklandı,
dedikodular edildi. Asistanım, mahalleye yeni taşındığını, çok zengin
olduğunu, ertesi günlerde evde olmayacağını ve adresini makul
zamanlarda söyledi. Bu sırada çantadaki kamera falcının yardımcısını
çekiyordu. Seda hem çantayı karıştırıp bir şeyler arıyor, hem de falcıyla
asistanımın konuşmalarını dinliyordu. Çantada asistanımın ev
anahtarlarını buldu ve odadaki konuşmalardan istediği bilgileri edindi.
Ben o sırada falcının kapısını gören bir yerde bekliyordum. Seda
hızla dışarı çıktı ve koşar adım yan apartmana geçti. Yan apartmanın
zemin katının tabelasını okuyunca durumu anladım: Altay Anahtar.
Seda bir süre sonra iki anahtarla çıktı oradan. Birini cebine attı,
diğerini tekrar asistanımın çantasına koydu.
Bu arada ben de anahtarcıyı araştırmaya gittim. Sıradan bir sesle
selam verdim. Anahtarcı pala bıyıklı, orta yaşlı bir adamdı. O da beni
selamladı. Anahtarlarımı çıkardım. “Abicim, şu anahtardan bir tane daha
yapar mısın?” diye sordum. Anahtarı aldı, “Sen biraz bekle, şimdi
hallederim,” dedi. Anahtarcıdan çıkana kadar Seda’nın onun kızı
olduğunu öğrendim. Ayrıca yirmi beş yaşında bir oğlu varmış. Adı Semir
Altay.
Asistanım dışarı çıktığında hiçbir şeyin farkında değildi. Ona, artık
işinin kalmadığını, olayı çözdüğümü anlattım ve işe tek başıma devam
ettim. Ertesi gün adresini verdiğimiz evde beklemeye başladım ve tahmin
ettiğim gibi Semir Altay anahtarla kapıyı açmaya kalktı; ama beyaz saçlı
ve beyaz bıyıklı, yaşlı bir adam kılığında kapıyı açtım ve ona kim

119
Karanlık ve Aydınlık

olduğunu sordum. Semir inanılmaz bir taklit yeteneği sergiledi ve sarhoş


rolü yaparak yanlış eve geldiğini söyledi. Sonra da özürler dileyerek gitti.
Đstesem Semir’i o sırada yakalardım ama ailesinin kuşkulanmaması için
bir şey demedim.
Sonuç olarak tüm hırsızlık olaylarını Altay ailesinin yaptığını
belirlemiş ve yeterince kanıt toplamış oldum. Seda Altay, falcının
güvenilirliğini kullanarak insanların anahtarlarını çalıyor, babasına
getiriyordu. Babası anahtarın kopyasını alıyordu ve Semir de büyük bir
ustalıkla hırsızlığı gerçekleştiriyordu. Đçeriye kendi eviymiş gibi anahtarla
giriyor, profesyonelliğini kullanarak hiç iz bırakmadan pahalı eşyaları,
paraları ve mücevherleri çalıyordu.
Bu arada falcının suçsuz olduğu da anlaşılmış oluyordu; çünkü o
da ortak olsaydı, Seda konuşmaları dinlemekle uğraşmaz, anahtarı aldığı
gibi anahtarcıya koşardı.

***

Tekin mırıldanmalar çoğalırken bir el hareketiyle polisleri içeri


çağırdı. Dört polis memuru; Seda, Semir ve anahtarcı Rasim Altay’ı
tutukladılar. Hayatlarındaki en büyük şaşkınlığı yaşıyorlardı. Belli ki on
iki evi başarıyla soyduktan sonra artık yakalanmayacaklarından emin
olmuşlardı.
Polis eşliğinde de olsa kahvehaneden çıkmaları zor oldu; çünkü
mahalleli büyük bir öfkeyle hırsız aileye nefretlerini dökmek, yüzlerine
tükürmek istiyordu. Tekin ise bu kalabalığın sevgi gösterilerine maruz
kalmamak için ortadan kaybolmuştu bile.

120
KARA KAPLI KİTAP
Karanlık ve Aydınlık

Kapağının rengi uzayın zifiri karanlığı kadar siyahtı. Etrafındaki


yüzlerce rengârenk kitabın arasında karanlığıyla ışıldıyordu. “Beni al,”
diyordu konuşmadan. “Tek yapmanı istediğim beni bu tozlu raflardan
kurtarman, beni bir sigaradan nefes çeker gibi içine çekerek okuman.”
Kuzey isimli genç, kitabın sözünü dinledi. Đstanbul’un ücra bir
kitapevindeki bu sıradan raftan aldı onu. Kolayca kaydı eline kitap. Sanki
etrafındaki kitaplarla arasında hiç sürtünme kuvveti yoktu. Hafifti,
Kuzey’in beklediğinden daha hafifti. Eline hiç baskı oluşturmuyordu.
Kutsal bir emanetmiş gibi yavaşça kavradı onu. Adını henüz bilmiyordu,
kapağı o sırada yalnızca bir karanlıktan ibaretti, Kuzey’i çeken o
karanlıktan.
Kitabın ismine bakmamayı düşündü bir an. Çünkü bakınca bu
büyü bozulacaktı, onun sıradan bir yazarın sıradan bir kitabı olduğunu
anlayacaktı. Fakat tabii ki ismine bakmadan satın alacak kadar tuhaf biri
değildi. Baktı. Önce hiçbir şey göremedi. Kısa bir an ön kapağın da
yalnızca o zifiri karanlıktan oluştuğunu ve bunu hiçbir harfin bozmadığını
sandı. Ancak bunun sadece bir ışık oyunu olduğunu anlaması uzun
sürmedi. Evet, aslında kitabın kapağındaki yazı da siyahtı; ama hafifçe
kabartılmıştı ve ışığa doğru belli bir açıyla tutulduğunda okunabiliyordu
ancak.
Kuzey yazıyı okudu ve şaşırdı. Öyle ki, o sırada çiğnediği sakız
ağzının içinde bir süre durakladı. Kitabın adı ‘Kara Kaplı Kitap’ idi.
Şaşılacak bir isim değildi elbette, ama bu kadar basit bir isim de
beklemiyordu. ‘Gecenin Karanlığında’ veya ‘Işıksız Günler’ gibi isimler
olsa şaşırmazdı. Fakat bu isim, kitabı gördüğü anda zihninde oluşan
kelimelerden oluşuyordu: “Kara Kaplı Kitap.”

122
Gökcan Şahin

Yazarının ismini okuyabilmek için biraz daha eğdi kitabı. Daha


ufak bir yazıyla ve yine kabartmayla ‘Işık Güner’ yazıyordu. Bir dakika!
Az önce kitabın ismi hakkında ne düşünmüştü? ‘Işıksız Günler’. Garip bir
tesadüftü. Belki de ismine bakarken ister istemez yazarının da adını görüp
o tahminde bulunmuştu. Olabilir miydi? Belki.
Kapakta yayınevi ismi aradı ve sonunda sol alt köşede minik
harflerle bir kabartma daha gördü: “Karanlık Yayınları” yazıyordu. Öyle
bir yayınevi duyduğunu hatırlamıyordu. Yine bir çağrışım gibi geliyordu
bu isim ona. Sakızının ağzının içinde çamaşır makinesinde yıkananlar
misali dönüp durduğunu fark etti. Bir an sakızı ne zaman ağzına attığını
hatırlayamadı. Doğru ya, bir saat kadar önce kahvaltıda sucuk yedikten
sonra atmıştı. Sakız naneliydi ve sucuk tadını götürecekti. Götürmüştü de.
“Affedersiniz, geçebilir miyim?” diyen yumuşak bir sesle irkildi
Kuzey. Bu dar alanda sıkışık olarak yerleştirilmiş raflar nedeniyle
arkasından geçmekte zorlanan genç bir bayandı bunu söyleyen.
Kuzey “Pardon, yolu kapatmışım,” diyerek biraz öne kaykıldı. Kız
arkasından hızla geçti. Kuzey elindeki kitaba tekrar yoğunlaşmak istedi;
fakat saatine bakınca bunu yapamayacağını anladı. Buraya girerken
zamanı çok sınırlıydı ve o gereğinden fazla zaman harcamıştı. Đki gün
sonra zorlu bir Đnkılâp Tarihi sınavı vardı ve biraz ‘ineklemesi’
gerekiyordu. Buraya ev arkadaşlarından birine bir kitap almak için
gelmişti ve her zaman yaptığı gibi kitapların arasında kaybolup gitmişti.
Arkadaşının kitabını almayı unutarak buradan çıkmamak için üç raf
yandaki görevliye arkadaşının istediği kitabı sordu. Görevli, hemen
yandaki raftan çıkarıp verdi. Kuzey, diğerine göre külçe kadar ağır olan
bu kitabı sağ eline, Kara Kaplı Kitap’ın yanına sıkıştırdı. Daha fazla vakit

123
Karanlık ve Aydınlık

kaybetmeden kasaya gitti. Kasada genç ama şişman bir kadın vardı. Sakız
çiğniyordu; ama Kuzey kadar kibarca değil. Elindekileri kadına teslim
etti. Kadın kitapları önündeki tezgâha koydu. Arkadaşı için aldığı kitabı
alıp barkodunu okuttu ve beyaz renkli ufak bir poşete yerleştirdi. O sırada
Kuzey tekrar saatine baktı. Akrep, 1’in tam üzerindeydi. Saat 5’te
arkadaşlarıyla sinemaya gideceğine söz verdiğine göre ders çalışmak için
dört saati vardı. O günlük dört saat yeterliydi, ertesi gün de bir o kadar
çalışabilirdi. Lisedeyken, üniversite kolay derlerdi; ama o anda ona hiç de
öyle gelmiyordu. Güya üniversitede özgürlük vardı, güya üniversiteyi
kazanınca tüm zorluklar bitmiş olacaktı. Đşte yine sınavlar vardı, yine
stres vardı, hiç de umduğu gibi değildi üniversite hayatı.
“Bir dakika bekleteceğim sizi,” dedi kadın. Beklediğinden daha
kalın bir sesi vardı. Ağzında büyükçe bir şey -örneğin erik- varmış gibi
konuşuyordu. Elinde Kara Kaplı Kitap’la kasadan ayrıldı. Kuzey neler
olduğunu anlamamıştı. Kadını rafların arasında gözden kaybolana kadar
gözüyle takip etti. Sonra yine önüne döndü. Kadının diğer kitabı koyduğu
poşet tezgâhın üzerindeydi. Ayrıca tezgâhta LCD ekranlı bir bilgisayar,
çeşitli kredi kartları için POS makineleri ve renk renk kitap ayraçları
bulunuyordu.
Sıkıntıyla tekrar saatine baktı. Zaman geçmemişti, saat hâlâ 1’di.
Hafifçe gerinerek etrafına baktı. Ondan başka sadece bir kişi
görünüyordu. O da az önce ondan izin isteyen kızdı. Kuzey kızın elindeki
kitapları görünce şaşırdı. Kucağında yedi sekiz tane vardı ve hâlâ kitap
bakıyordu. Bu kadar çok okuyanlar da vardı demek.
Kuzey gözünün ucuyla kasiyerin yaklaştığını gördü. Kilolarından
dolayı hantal hantal yürüyordu. Kadına karşı bir acıma hissetti. Acaba hiç

124
Gökcan Şahin

sevgilisi olmuş muydu veya olacak mıydı? Hayatından memnun muydu,


değil miydi? Nasıl bu kadar kilolu olmuştu? Hastalığı mı vardı, yoksa
aşırı yemek mi onu bu hale getirmişti?
“Affedersiniz,” dedi. “Biraz beklettim.”
“Önemli değil de, bir sorun mu çıktı acaba?”
“Baskı hatası olmalı, barkod basılmamış. Bilgisayar kayıtlarında
da bu isimde bir kitap bulamadık. Neyse ki kitabın arkasında on beş lira
olduğu yazıyor. Gerçi az önce baktığımda görememiştim ama. Neyse…
Şey… Toplam yirmi yedi lira ediyor. Kitap ayraçlarından da
alabilirsiniz.”
Kadın ‘Kara Kaplı Kitap’ı da poşete yerleştirdi. Kuzey otuz lira
uzattı, para üstünü ve fişi aldı. Tezgâhtan da iki kitap ayracı alıp poşetin
içine attı ve iyi günler dileyerek kitapçının beton basamaklarından indi.

***

Henüz yaz mevsimi gelmemişti ama hava yaz aylarında olduğu


kadar sıcaktı. Tepesindeki öğle güneşi onu eve gidene kadar fazlasıyla
rahatsız etti. Eve girer girmez buzdolabından aldığı bir şişe kolayı
memnuniyetle içti. Alt rafta iki şişe bira duruyordu; ama şimdi alkolün
sırası değildi. Bir şişe daha kola alarak odasına geçti ve turkuaz kapaklı
tarih kitabını çıkardı.
Evde o sırada kimsenin olmaması iyi olmuştu, sakince ders
çalışabilecekti. Đki ev arkadaşı da okuldaydılar. Kuzey’in ise o gün dersi
yoktu. Perşembeleri boştu ve o gün perşembeydi.

125
Karanlık ve Aydınlık

Tarih kitabını açarken aklına aldığı kitaplar geldi. Onları mutfakta


unutmuştu. Çalışma masasından kalktı ve mutfak masasındaki beyaz
poşeti odasına taşıdı. Belki bir saat kadar sonra bir ara verir, kara kitabına
göz atardı.
Tarih kitabını tekrar açtı ve gözlerini yapraklarındaki yazılarla
buluşturdu.

***

Ev arkadaşlarından birinin evde unuttuğu dijital kol saatinin saatin


üç olduğunu belirten çınlaması Kuzey’in dikkatini dağıttı. O sırada
okuduğu konunun bitmesine dört satır kaldığını fark etti. Hemen o dört
satırı okudu ve beyaz poşetin içindeki kitap ayraçlarından biriyle kaldığı
yeri belirledi. Kitabın kapağını kapatıp elini turkuaz kapağına tokat atar
gibi yapıştırdı.
“Ara verme vakti geldi,” diye söylendi. Sandalyesinden kalktı,
gerindi, yeniden oturdu. Beyaz poşetin içindeki kitapları masasına döktü.
Arkadaşı için aldığı kitabın yüzüne bile bakmadan Kara Kaplı Kitap’a
yöneldi.
“Bakalım kitabımızda ne varmış?” dedi. Kitabın arkasına baktı.
Kapkara bir kartondan başka hiçbir şey yoktu. Tekrar önünü çevirdi.
Kabartma yazılara hafifçe dokundu. Birkaç sayfa okuyacak zamanı
olduğunu düşündü. En azından kitap hakkında bir fikir sahibi olabilmek
için.
Kapağı çevirdi. Taze kitaplara özgü çıtırtıyı duydu. Ten rengi
sayfada iri puntoyla yazılmış ‘Kara Kaplı Kitap’ yazısını, altındaki daha

126
Gökcan Şahin

ufak ‘Işık Güner’ ve sayfanın en altındaki ‘Karanlık Yayınları’ yazılarını


okudu. Sayfayı çevirdi. Burada ne ‘Đçindekiler’, ne ‘Önsöz’, ne de kitabın
baskısıyla ilgili bilgiler vardı. Kitap, bölüm adı bile olmadan, sadece bir
satır başıyla başlıyordu. Bu kadar sade bir başlangıç ummamıştı Kuzey.

“1987 yılının ilk ayının on üçüncü gününde bir hayat başladı. Đpek
isimli güzel bir kadın, henüz evleneli bir yıl olmuşken bir erkek çocuk
doğurdu. O zor doğumdaki çığlıkları hastaneyi inletti. Doğar doğmaz
ağlaması gerekirken ağlamayan bebek poposuna vurularak zorla
ağlatıldı. Doğumhanenin hemen dışında heyecandan tir tir titreyen baba
da hemşirelerden birinin oğlunun doğduğunu söylemesiyle sevincinden
ağladı.”

Kitap bu paragrafla başlıyordu. Kuzey zar zor okuduğu bu paragraf


ile ömründeki en büyük şaşkınlığı yaşıyordu. Çünkü 13 Ocak 1987’de
doğmuştu, annesinin adı Đpek’ti ve doğarken ilk anda ağlamayıp sonra
ağlatıldığını annesinden defalarca duymuştu.

***

Bir paragraf insanı bu kadar alt üst edebilir miydi? Kuzey birkaç
dakika boyunca hiçbir şey düşünemeyecek kadar şaşırmıştı, demek ki
edebiliyordu. Belki de sadece bir tesadüftür, düşüncesi ve içini kemiren
başka bir duygu onu kitabın başka bir yerinden başka bir paragraf
okumaya yöneltti.

127
Karanlık ve Aydınlık

Kitabın ortalarından bir sayfayı açtı ve önüne gelen ilk paragrafı


okudu:

“‘Bunu istiyorum’ dedi babasına. Đkinci sıradaki bisikleti


gösteriyordu küçük çocuk. Alev kırmızısı renginde dört tekerlekli bisikleti.
Babası yanındaki adama sordu: ‘Kaç para çocuğun istediği?’
Adam çarpık dişleriyle gülümseyerek, ‘demin sorduğunuzla aynı
fiyat,’ dedi. ‘Dediğim gibi size epey indirim yaptım.’
Babasının kara kara düşündüğünü gören çocuk ‘Ne olur baba, ne
olur alalım bu bisikleti, vallahi başka bir şey istemeyeceğim. Ne olur?’
diye yalvarmaya başladı. Baba dayanamadı ve bisikleti almaya karar
verdi.”

Kuzey bu durumun tesadüf olmadığını anladı. Đlk bisikletini aldığı


günü dün gibi hatırlıyordu. Henüz on yaşındaydı ve dört tekerlekli o
bisikleti almışlardı. Hem de kitaptaki paragrafta anlatıldığı şekilde… Bir
sene sonra yan tekerlekleri çıkarıp iki teker üzerinde sürmeye başlamıştı.
Đki sene sonra da o bisiklet küçük geldiği için lacivert renkli yeni bir
bisiklet almışlardı.
“Bu kitap…” dedi fısıltıyla. “Bu kitap benim hayatımı anlatıyor.”
Kalbi güm güm atarken kitabın sonlarına doğru bir sayfayı açtı. Hızla göz
gezdirdi.

“‘Nasıl geçti oğlum?’ dedi babası.

128
Gökcan Şahin

Genç adam zoraki gülümsemeye çalışarak, ‘Nasıl olsun baba, iyi


işte, yapabildiğim kadar yaptım. Özellikle Türkçe çok iyiydi,’ diye cevap
verdi.
Baba bu cevaptan pek tatmin olmamıştı ama üstelemedi. ÖSS’den
yeni çıkan oğlunun üstüne daha fazla gitmek istemiyordu. Baba-oğul,
okul bahçesinden çıktılar. Đyi bir restoranda yemek yedikten sonra babası
oğlunu dershanesine bıraktı. Soruları kontrol eden genç, sınavın
beklediğinden daha iyi olduğunu gördü; ama diğer arkadaşlarının
sınavları da iyi geçmişti. Bu da soruların kolay olduğunu ve genel
puanların yüksek olacağını gösteriyordu. Genç bundan endişe duysa da
babasına belli etmedi.”

Evet, babasına sınavın gayet iyi geçtiğini söylemişti ama ancak


altıncı tercihini tutturabilmişti. Kitap Kuzey’in anılarını gün ışığına
çıkarmıştı ama bu kitabın var olması hâlâ Kuzey’de güçlü bir şaşkınlık
duygusu uyandırıyordu. Kitabın yazarı onu nereden tanıyordu? Tanıyor
olsa bile Kuzey’in hayatında roman olmasını sağlayacak ilginçlikte
olaylar olmamıştı ki. Evde internet olsaydı hemen kitabın yazarını
araştırırdı ama henüz internet bağlatmamışlardı.
Kuzey’in beyninde bir anda şimşekler çaktı. Madem bu kitap
benim hayatımı anlatıyor, diye düşündü. Kitabın sonunda acaba ne
oluyor?
Kuzey kitabın son sayfasını açıp ne yazdığını öğrenecekti ama son
dakikalarda yaşadığı şokun da etkisiyle idrar kesesinde yoğun bir baskı
hissetti. Kitabı bırakıp tuvalete koştu. Tuvalette işini hallettikten sonra
odasına dönerken ağzının kuruduğunu hissetti ve mutfağa yöneldi. Sürahi

129
Karanlık ve Aydınlık

her zamanki gibi boştu; mecburen bardağın birini damacananın ağzına


dayadı ve bardağa su pompalamaya başladı. O sırada aklında kitap vardı.
Altıncı pompalayışında elinin ıslandığını ve yere dökülen suyu fark
edince pompayı fazla kaçırdığını gördü ve elini damacanadan çekti.
Sonuna kadar dolmuş, hatta taşmış olan bardağı yavaşça kaldırarak dudak
hizasına getirdi. Bu dikkatine rağmen yere su dökülmesini engelleyemedi.
Suyu bir yudumda bitirdi ve yerdeki suyu umursamadan odasına
koştu. Evin koridorundan geçen televizyon kablosuna az kalsın
takılıyordu ama ucuz kurtuldu. Lanet olası kablo bir gün birinin başına iş
açacaktı.
Odasına ulaşıp sandalyesine oturdu ve Kara Kaplı Kitap’ı hışımla
eline aldı. Son sayfasını açtı. Sayfanın tamamı yazıyla doluydu ve yazı
bittikten sonra ortalanmış bir şekilde büyük harflerle SON yazıyordu.
Satır başı ile başlayan sayfayı başından itibaren okumaya koyuldu.

“Genç adam şaşkındı. Kendi hayatını anlatan bu kitabın sonunda


ne yazdığını merak ediyordu. Kendi kendine itiraf edemese de kitabın
sonunun onun ölümünü göstereceğini düşünüyordu. Hayatı anlatan bir
kitap ölümle biterdi, öyle değil mi? Genç adam merakla kitabın son
sayfasını açtı. Elleri titriyordu ama umursamadı. Az önce eline dökülen
suyun kitaba bulaşması da umurunda değildi. Kitabın sonunda yazan
‘son’ sözcüğü onu dehşete düşürmüştü. Bir an, sadece kısa bir an, kitabı
çöpe atıp kurtulmayı düşündü. Ama bunu yapmaya gücü yetmedi ve
kitabın son sayfasını okumaya başladı.”

130
Gökcan Şahin

Kuzey az önce su içmesine rağmen dudaklarının kuruduğunu


hissetti. Bu nasıl bir kitaptı? Binlerce yıllık bir lanet miydi? Az sonra ter
içinde uyandığında rahatlayacağı bir kâbus muydu? Birilerinin ona
yaptığı kötü bir şaka mıydı? Ama Kuzey’in o sırada ne yaptığını biri nasıl
bilebilirdi? Yeter artık! Kitabın sonunda ne olduğu öğrenmeli ve
kurtulmalıydı.

“Genç, paniklememeye çalışarak okumaya devam etti. Ama her


cümlenin onun ne yaptığını anlatması onu daha da dehşete düşürüyordu.
Bu dehşet o kadar büyüktü ki cep telefonunun çaldığını duymaz olmuştu.”

Cep telefonu mu? diye düşünmesine fırsat kalmadan pantolonunun


cebinden yükselen melodiyi duydu. Kitabı masaya bırakıp kot
pantolonunun dar cebinden telefonunu zar zor çıkardı. Arayan, ev
arkadaşlarından biriydi.
“Alo?”
“Alo Kuzey, ne yapıyorsun evde?”
“Şey… Tarih çalışıyorum. Ara verdim şimdi,” dedi.
Hayret! Sesi titrememişti.
“Hımm, tamam. Saat beşte sinemadayız, unutmadın değil mi? Biz
buradan gidiyoruz, sen evden çıkıyorsun, sinemada buluşuyoruz. Saat
dört civarında çıkarsın evden.”
“Tamam, çıkarım. Merak etme, görüşürüz,” dedi Kuzey. Bir an
önce kitabına dönmek istiyordu. Şu stresten hemen kurtulmalıydı.
Telefonu kapattı ve masanın üzerine koydu, bir daha o daracık
cebe sıkıştırmakla uğraşamayacaktı.

131
Karanlık ve Aydınlık

Kitabı tekrar aldı ve kaldığı yerden devam etti.

“Telefon eden arkadaşıydı ve genci saat beşteki sinema


randevusunu unutmaması için aramıştı. Genç adam konuşmayı kısa
keserek kitaba devam etti. Artık ne olursa olsun okumayı kesmemeye, ara
vermeden sayfayı bitirmeye karar vermişti ama düşündüğünü
yapamayacaktı. Çünkü kitap buna izin vermeyecekti. Çünkü elindeki kitap
sıradan bir kitap değildi. Elindeki kitap Tanrılar Katı’ndan gelmiş bir
kitaptı. O kitap insanların kaderlerini değiştirebilirdi. O kitap bir bakıma
lanetliydi, bir bakıma mucizevîydi. Sahibini kendisi bulurdu, öyküsünü
kendisi yazardı. Sayfa sayısını, kapağının biçimini, yazarının ismini
kendisi belirlerdi. O kitap canlıydı, ölümsüzdü, yok edilemezdi; ama yok
edebilirdi.
Đşte bu sebeple kitap ne zaman okunacağına da kendisi karar
verirdi. Genç şimdi kitabı bitiremeyecekti. Mide bulantısını hissettiğinde
anladı bunu. Bir anda yükselen bu bulantı kitabı masaya fırlatmasına ve
banyoya koşmasına sebep oldu.”

Allah kahretsin, nereden çıktı bu bulantı, diye düşünürken banyoya


koşmazsa ortalığı batıracağını anladı. Kuzey’in beyni suçu hemen sabahki
sucuklara attı. Bakkal bozuk sucuk vermişti herhalde. Kitapta yazanın
aynısının başına gelmesine bir kez daha şaşırarak, öğüre öğüre banyoya
koştu ve klozete kustu. Kendini daha iyi hissedince mutfağa gidip bir
bardak daha su içti. Biraz sonra içmek üzere yanına da bir bardak su aldı.
Kuzey’in önceki su içişinde taşan bardaktaki suyun mutfak
kapısının koridora bakan kısmının parkelerini kayganlaştırması Kuzey’in

132
Gökcan Şahin

fena halde kaymasına sebep oldu. Yüzüstü düşmekten zor kurtuldu; ama
elindeki bardak, içindeki suyla beraber koridora düştü ve parçalara
ayrıldı. Kuzey okkalı bir küfürle tepkisini gösterdi. Şimdi cam kırıklarını
toplaması gerekiyordu; ama önce şu kitabı bitirmeliydi.
Kuzey cam kırıklarına basmamaya özen göstererek odasına gitti.
Đçerinin boğucu bir sıcaklığa sahip olduğunu fark ederek pencereyi açtı.
Yerine oturup baş belası kitabı yine aldı eline.

“Ağzındaki acı tadın geçmesini istemişti sadece; ama odasına


götürmek için aldığı su yere dökülünce buna pişman oldu. Bardak
parçalanmış, ortalık batmıştı ama toparlama işini sonraya bırakmaya
karar verdi. Odasının penceresini açarak kitabının başına oturdu. Bir-iki
saniye içinde kaldığı yeri buldu ve okumaya başladı. Gözleri sözcüklerin
arasında dans ederken, kulakları sert bir kapı çarpması sesini beyne
ulaştırmakla meşguldü. Genç adam, beklemediği bu çarpma sesiyle…”

Kuzey cümleyi tamamlayamadan mutfak kapısının çarpmasıyla


kendini şaşırdı. Açık mutfak penceresi ile yeni açtığı odanın penceresi
arasında hava cereyanı oluşmuştu.
Yarın dudağımda uçuk çıkmazsa şanslıyım! Kitabı bırakıp
mutfağın penceresini kapatmak için ayağa kalktı. Kapı çarpmıştı ama
kapanmamıştı. Zaten mutfak kapısı sorunluydu, kapanmıyordu. Tekrar
çarpmaması için pencereyi kapatmalıydı.
Kitap doğru söylüyor galiba, diye düşündü Kuzey, sayfayı
bitirmeme izin verilmiyor sanki. Bir dakika! Kitabı yanıma alıp mutfağa
giderken okuyacağım.

133
Karanlık ve Aydınlık

Kara Kaplı Kitap’ı aldı ve yürüdü.

“ …irkildi. Bu çarpmanın cereyan sebebiyle olduğunu düşündü.


Mutfak penceresinin açık olduğunu hatırladı. Ve kitabın da etkisiyle
ölümüne yol açacak kararı verdi. Mutfağa giderken kitabı yanına aldı.
Kırık cam parçalarını unutup çıplak ayağıyla birinin üzerine bastı. Đlk
anda acıyı hissetmedi ama sonra ani bir sızı yayıldı ayağına. O acının
etkisiyle az kalsın kitabı düşürüyordu, ama düşürmedi. Hatta okumayı
bile kesmedi. Ayağından yere kan damlarken genç adam kitabı okumayı
sürdürdü. Yürümeyi de. Televizyon kablosuna bir kez daha takılırken bile
gözü kitaptaydı. Yüzüstü düşüp kafasını mutfak kapısının köşesine…”

Kuzey kitabı buraya kadar okuyabilmişti. Kafasını çarpar çarpmaz


bilincini kaybetti ve geri kalan iki satırı okuyamadı. Ve o satırlar şunu
söylüyordu:

“… çarpıp bilincini yitirene kadar okudu. Bu çarpma öyle sertti ki


genç adamın beyin kanamasından hayata veda etmesine sebep oldu.
SON”

***

Kara Kaplı Kitap, Kuzey’in diğer bütün eşyalarıyla birlikte


memleketine, ailesine yollandı. Babası onu Đstanbul’dan gelen diğer tüm
kitaplarla birlikte oğlunun eski kitaplığına yerleştirdi. Üç yıl boyunca
kitabın yüzüne bakan olmadı. Ölümünden sonraki üçüncü yaz Kuzey’in

134
Gökcan Şahin

ufak kuzenlerinden Sinan, Kuzey’in odasını gezerken kitabı gördü, ödünç


aldı ve ertesi gün okurken boğazına kaçan bir kayısı çekirdeği sebebiyle
boğularak öldü.
Sinan’ın ailesi kitabın Kuzey’e ait olduğunu bilmiyorlardı; bu
nedenle tüm kitaplarıyla birlikte onu da sahaflara sattılar. Kitapları alan
sahaf sahibi iki gün sonra kalp krizinden öldü. Doğrusu neden öldüğü tam
olarak anlaşılamadı ama en büyük ihtimal kalp kriziydi. Nitekim adam
yetmiş üç yaşındaydı.
Sonuçta sahafın tüm kitapları oğluna kaldı. Oğul da sahaf
işletmekten anlamadığı için ve kitapların paralarıyla yeni bir iş
kurabileceği umuduyla tüm kitapları elden çıkardı. Kara Kaplı Kitap’ı
satın alan, bu kez öyküleri pek çok dergide yayınlanmış genç bir yazardı.
Bir trafik kazasında hayatını kaybetmesi, hayranlarını çok üzdü. Aslında
tek istediği uzun bir kırmızı ışıkta yeni aldığı ikinci el kitaba göz
gezdirmekti.
Kitabın sonraki sahibi, genç yazarın üç aylık nişanlısıydı.
Müstakbel kocasından on gün sonra onun da hayatını kaybetmesi,
nişanlısını çok sevmesine bağlandı. Öldüğünde elinde olan kitap kimsenin
umurunda değildi. Kitap genç kızın annesi tarafından kaldırılıp bir
sandığa kilitlendi ve eski bir malikânenin çatı katına konuldu. Orada
yirmi üç sene kaldı. Dünya çapındaki bir nükleer savaşta malikânenin
çatısı uçunca kitap da parçalanan sandıktan uçtu. O sırada yüzlercesi
atılan atom bombalarından birinin yarattığı nükleer rüzgârla
kilometrelerce taşındı.
Đki yüz elli yıl sonra her şeye yeniden başlamış, kıtaları bile
değişmiş bir dünyadaki, ateşi yeni yeni öğrenen mağara adamlarının eline

135
Karanlık ve Aydınlık

geçti. Onlar okuma bilmiyorlardı ama kitaptaki şekillerin kendi


hayatlarını anlattığını gördüler ve bu çok hoşlarına gitti. Ta ki kitabın
sonuna bakmaya karar vermelerine kadar.
Ve her şey yeniden başladı. On binlerce yıldır olduğu gibi.

136
KARA KAPLI KİTAP 2

“RO”
GİRİŞ

Kara Kaplı Kitap uzun bir dinlenme döneminden sonra ilk kez
2008 yılında Kuzey isimli bir gencin eline geçti. Bu laneti bir kitapçıdan
satın alan Kuzey, kendi hayatını anlattığını gördüğü kitabın son satırlarını
okurken vahim bir kaza sonucu evinde hayatını kaybetti.
Elden ele dolaşan ve pek çok insanın canını alan ‘Kara Kaplı
Kitap’, iki yüz elli yıl sonra her şeye yeniden başlamış, kıtaları bile
değişmiş bir dünyadaki, ateşi yeni yeni öğrenen mağara adamlarının eline
geçti. Onlar okuma bilmiyorlardı ama kitaptaki şekillerin kendi
hayatlarını anlattığını gördüler ve bu çok hoşlarına gitti. Ta ki kitabın
sonuna bakmaya karar vermelerine kadar…
Mağara adamlarının kitabı bulmalarından yedi bin yıl sonra; bazen
ortaya çıkan, bazen kaybolan Kara Kaplı Kitap tekrar yeryüzüne çıkmaya
karar verdi.

Yeni Dünya’nın en güçlü otoritesi Ro Đmparatorluğuydu. Var olan


dört kıtanın üçüne yayılmıştı, dördüncüsüne de yayılmak için
donanmasını güçlendirmeye çalışmaktaydı. Orayı da ele geçirmesi zor
değildi, çünkü Ro’ya karşı koyabilecek hiçbir güç yoktu. Ro Đmparatoru
dünyanın da sahibi sayılabilirdi.
Gökcan Şahin

Halk genel olarak imparatorluğun baskıcı tavırları nedeniyle pek


mutlu değildi, ama yaşayıp gidiyorlardı. Daha kötüsünün de olabileceğini
biliyorlardı, çünkü Ro’dan önce dünya adeta paramparça olmuş, binlerce
derebeylik tarafından paylaşılmıştı ve halk şimdikinden çok daha kötü
durumdaydı.
Sonra bir gün Ro adlı bir derebeylik surları anında yok eden bir tür
top icat etmiş ve o an itibariyle dünyaya hâkim olmaları pek de zor
olmamıştı. Đmparatorluğun iki yüzüncü yılı henüz geçen sene kutlanmıştı
ve yedinci imparator Artek, her yana yayılmak konusunda hiçbir
tereddütlerinin olmadığını o kutlamalarda tekrar belirtmişti. En fazla
yirmi yıl, diye düşünüyordu halk aydınları, yirmi yıl içinde dünya
tamamen Ro’nun eline geçecek.
Đşte bu imparatorluğun sınırları içindeki Aazet eyaletinde iki
hazine avcısı heyecanla toprağı kazmaktaydı. Ellerindeki haritanın tam
orayı gösterdiğinden eminlerdi ve umutla kazıyorlardı.
Bekleyişleri uzun sürmedi. Đki saatlik bir çalışma sonunda toprakta
madeni bir şeye vurdular kazmalarını. Omuzlarına dökülen altın sarısı
saçlarıyla oldukça yakışıklı bir genç olan Soday, bu madeni şeyin üzerini
temizledi ve dikdörtgen prizma şeklinde bir tür sandık olduğunu anladı.
Sandık ufaktı. Đki karış boyunda, bir karış eninde ve bir karış
yüksekliğindeydi. Soday hemen çekip çıkardı onu toprağın kollarından.
“Bulduk galiba,” dedi yanındaki adam. Adı Poraar olan bu kirli
sakallı, esmer adam Soday’dan yaşlı da olsa daha az güçsüz
görünmüyordu. Geriye çekilip bir kazma darbesiyle kutuyu kırdı. Đçinden
küp küp altın çıkınca sevinçten neredeyse uçacaktı. Soday’la sıkı sıkı
sarıldılar. Gözlerine inanamıyormuş gibi altınlara tekrar tekrar baktılar.

139
Karanlık ve Aydınlık

Tüm kutunun altınla tıka basa dolu olmayıp bir de kalınca bir kitap
çıkması bile onları üzmüyordu. Bu kadar altının bile ikisini ömürleri
boyunca rahat yaşatacağını biliyorlardı.
Zar zor sakinleşip altınları paylaşırken Soday kitabın da kendisinin
olmasını istedi. O zamana kadar epey kitap okumuştu ve kitapları çok
severdi. Okuma-yazma bile bilmeyen Poraar hemen kabul etti. “Al senin
olsun,” dedi sadece. Şimdilik tek isteği çimlerin üzerine uzanıp
kucağındaki altınlarla yorgunluğunu atmaktı.
Soday kendine düşen altınları belindeki beze dolayarak kitaba göz
gezdirmeye karar verdi. Kitabın simsiyah kapağı göz alıcıydı. Önce
kapağın sadece bu kara kartondan oluştuğunu, hiçbir yazı içermediğini
sandı Soday. Ama öyle değildi. Ön kapağını güneşe yöneltince parıldayan
yazının farkına vardı. Ro dilinde ‘Kara Kaplı Kitap’ yazıyordu. Ama
üzerinde yazar adı falan yoktu. Zaten o devirde yazarlar kendilerini pek
açığa çıkarmak istemezlerdi. Kendi isimlerini kitapların içinde bir
yerlerde şifreli bir şekilde yazarlardı. Bu nedenle Soday kapaktaki tek
yazının bu olmasına şaşırmadı. Arka kapağın tamamen yazısız
olduğundan da emin olunca içine göz gezdirmeye karar verdi.
Ama Poraar’ın sesi onu engelledi. “Şşt, askerler geliyor! Bizi
burada görmesinler, çabuk tüyelim,” diyordu adam.
Etrafta devriye gezen güvenlik askerleriydi Poraar’ın gördüğü.
Altın bulduklarını fark ederlerse onları sağ koymazlardı. Para için her
şeyi yapacaklarını ikisi de biliyordu. Poraar kucağındaki altınları çabucak
toparladı; kazma küreği orada bırakarak ağaçların arasına doğru koştu.
Soday zaten altınları önceden toparlamış olduğundan Poraar’dan önce bir
ağacın tepesine çıkmıştı. Poraar iki dakika sonra yanına geldiğinde

140
Gökcan Şahin

istemsizce kahkaha attılar. Bu hem altınları bulmalarının sevinciydi, hem


de askerlere görünmeden kurtulmalarının.
Poraar babacan bir şekilde Soday’ın sırtına vururken az kalsın onu
aşağı düşürüyordu. Son anda giysisinden yakalayıp dengesini
kaybetmesini engelledi. Bunun üstüne tekrar gülmeye başladılar.
Bir süre sonra kahkahalar yerini hüzünlü düşüncelere bıraktı.
Poraar altınları tamamen unutmuş gibi görünüyordu. Ağacın dalında
sessiz sessiz otururken Soday onun ne düşündüğünü biliyordu.
Beş sene kadar önce Poraar’ın köyü vergileri zamanında
ödemedikleri için Ro askerleri tarafından baskına uğramıştı. Köyün
erkekleri baskına karşı direnişle cevap verince askerler acımasızca tüm
kadın ve çocukları kılıçtan geçirmiş, erkekleri ise ağır işlerde çalıştırmak
için krala esir olarak götürmüşlerdi. Kılıçtan geçirilenler arasında
Poraar’ın karısı ve üç çocuğu da vardı. Poraar da esir alınmış ama krala
götürülemeden askerlerin elinden kaçmayı başarmıştı.
Kaçmakla tamamen kurtulmuş sayılmazdı, çünkü hiç tanımadığı
bir yerde aç susuz kalmış ve yorgunluktan adım atamaz hale gelmişti.
Soday onu bu halde bir nehir kenarında baygın olarak bulmuştu.
Soday oralardaki bir köyün çobanıydı ve o sırada çok gençti. On
beş yaşında ya vardı ya yoktu. Ama büyük bir cesaretle hiç tanımadığı bu
adamı evine götürmüş, hasta annesiyle aynı odada ona da bakmıştı. Gel
zaman git zaman Poraar iyileşmiş ve Soday’a yardımcı olmaya
başlamıştı. Ama bu ‘beraber geçinip gitmeler’i çok uzun sürmemişti.
Yüzyılın yağmuru olarak görülen uzun süreli yağmurlar köyün ortasından
geçen nehrin taşmasına sebep olmuş, tüm köy sel suları altında harap
olmuştu. Gece aniden sele yakalanan birçok köylü ölüp gitmişti. Onların

141
Karanlık ve Aydınlık

arasında Soday’ın annesi de vardı. Evleri yıkılmış, her şeyleri yok


olmuştu. Poraar’la beraber beş parasız kalmışlardı.
Çaresiz birer gezgin olup çıkmışlardı bunun üzerine. Oradan
buradan para kazanıp ancak karınlarını doyurabiliyorlardı. Poraar’ın
karısına olan özlemi ve Ro kralına duyduğu öfke her şeyi daha da
kötüleştiriyordu. Poraar bir gün her tarafını silahlarla kuşatıp kendi
elleriyle o kralı öldüreceğine dair yeminler ediyor ama bir kılıç almaya
dahi para bulamıyordu.
Bir gün ilk defa gittikleri bir köyde define haritası satmaya çalışan
bir adamla karşılaştılar. Acil paraya ihtiyacı vardı ama dedesinden kalan
bu haritayı da bir türlü çözemiyordu. Dediğine göre biraz akılsızdı ve
azıcık zeki biri haritayı kesinlikle çözer, kim bilir kaç küp altına sahip
olabilirdi.
Poraar adamın söylediklerinden oldukça etkilenmiş, elindeki
parayı haritaya sahip olmak için harcamıştı. Soday bu işe pek razı değildi
ama Poraar’ın yüzündeki umut ışığı onu da yumuşatmıştı. Günlerce,
haftalarca haritayı çözmeye çalışmış ve sonunda çözmeyi başarmışlardı.
Soday haritanın doğruluğundan hiç emin değildi ama nasıl olduysa harita
doğru çıkmıştı. Onca altın ve kara kaplı bir kitaba sahip olmuşlardı.

“Zamanı geldi evlat,” dedi Poraar ansızın. “Ne yapıp edip kralın
kellesini kopartacağım. Çünkü o baş, ayaklarımın altında olmadıkça bana
huzur yok.” Soday’ın cevabını beklemeden ağaçtan indi. Soday da çevik

142
Gökcan Şahin

hareketlerle onu takip etti. Poraar’ın ne kadar silah kuşanırsa kuşansın


kralı öldüremeyeceğini biliyordu.
“Bana sorarsan yapma derim. Başaramazsın çünkü… Boş yere
kellen gider. Hazır elimiz para görmüşken mutlu mesut yaşayıp gidelim.
Zaten öbür tarafta Tanrı onun da katil askerlerinin de hesabını soracaktır.”
“Bak evlat,” dedi Poraar batmakta olan güneşe şöyle bir bakış
atarak. “Bunca zaman can yoldaşı olduk birbirimize. Ben sana ağabeylik
yaptım, sen bana kardeşlik yaptın. Ama burada yollarımız ayrılıyor. Ok,
yay, hançer, kılıç, mızrak… Alabildiğim tüm silahları kuşanıp krala
meydan okumaya gideceğim. Hayatımı vereceksem bu yolda vereyim.
Sen de artık para sahibisin. Benim yolumdan gelmen gerekmez. Hemen
şimdi ayrılalım arzu edersen. Bu işi daha da uzatmayalım.
“Hayır,” dedi Soday kesin bir sesle. “Madem kararını verdin, her
zaman senin yanındayım. Zaten hiçbir yaşam amacım kalmadı. Bari bir
amaca hizmet edeyim.”
Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Hiç dinlenmeden bir
kasabanın konakhanesine vardılar ve üç günlük parasını peşin ödeyip
odalarına çekildiler.
“Bu kasabadan tüm silahları temin eder, üç gün sonra yola çıkarız.
Tahminen yolculuğumuz bir hafta sürecek ve kralın o dillere destan
sarayına varacağız. Sonra ne olacağını Tanrı bilir; ama içimden bir ses bu
işi başaracağımızı söylüyor,” dedi Poraar.
Soday başını salladı ve kitabını çıkarttı. Yol boyunca aklı
kitaptaydı zaten. Acaba ne vardı bu kara kitabın içinde?

143
Karanlık ve Aydınlık

Soday kitabın kapağını çevirirken Poraar aşağı inip yıkanacağını,


altınların ona emanet olduğunu söyledi. Soday odada kitabı ve altınlarıyla
baş başa kaldı.

“882 yılının ilk dolunayında bir hayat başladı. Lorea isimli kadın
kocası askeri bir seferdeyken bir erkek çocuk doğurdu. Daha önce iki
çocuğunu düşürdüğü için oğlunun adını mucize anlamında Soday koydu.
Bu çocuk onun mucizesiydi çünkü...”

Kitabın ilk paragrafı buydu. Soday bu kadarını okuduktan sonra


gözlerini zar zor kitaptan kopardı ve derin bir nefes aldı. Kitap onun
doğumunu anlatıyordu. Ne aradığını bilmeden kitabı evirdi çevirdi.
Büyülü olmalıydı bu kitap. Kadim güçlü büyücülerin bir işi olmalıydı.
Peki, bu iyi bir büyü müydü, kötü bir büyü müydü? Okumaya devam
etmeli miydi, etmemeli miydi? Son soruya cevap veren gözleri oldu;
kitaba doğru istemsizce kaydılar.
Satırları hızla beynine aktardı Soday. Đlk sayfa bitti, ikinci sayfaya
geçti, ikinci bitti üçüncüye geçti.
Kitabın sonunu merak etmeye başlayana kadar elliden fazla sayfa
okumuştu. Kitap, onun bildiği veya bilmediği her şeyi anlatıyordu.
Onuncu sayfada emeklemeye, yirminci sayfada yürümeye başlamıştı.
Ellinci sayfaya geldiğinde yedi yaşında bir çocuktu. Bundan sonra
yazılanları gayet net hatırlıyordu. Bu nedenle devam etmektense sonunda
ne olduğunu öğrenmek istedi. Son sayfayı açmak üzereyken odaya
Poraar’ın girmesiyle irkildi. Temizlendiği için mutlu olan adam odaya

144
Gökcan Şahin

girince Soday’ın yüzünün bembeyaz olduğunu fark edince yüzünü


buruşturdu.
“Neyin var? Yüzünün rengi gitmiş.” dedi.
“Şey… Kitap… Biraz garip de.”
“Nasıl yani?”
“Benim hayatımı anlatıyor. Doğumumdan itibaren… Benim bile
bilmediğim şeyler yazıyor burada.” Kitabı Poraar’a da göstermek isterdi
ama adamın okuma-yazması yoktu.
“Büyülü bir şey olmasın?”
“Ben de öyle düşündüm ama… Bilmiyorum. Şimdi sonunu
okuyacağım. Nasıl bitiyormuş bakalım.”
Poraar söyleyecek bir şey bulamadı. Biraz bira getirmeyi teklif etti.
Soday başını kaldırmadan kafasını sallayınca odadan çıktı. Soday o
gelene kadar kitabın sonunu okuyup kurtulmak istiyordu. Hemen son
sayfayı açtı. Sayfada sadece bir paragraf vardı. Onun altında da ‘SON’
yazıyordu. Çoğu kitabın sonunda olduğu gibi…

“Hem arkadaşı, hem ağabeyi olarak gördüğü adam han


sahibinden bira almaya gitti. Genç adam hem büyülü olmasından
korktuğu, hem kendine ait olduğu için sevdiği kitabın sonunu okumak
istedi. Son sayfayı açtı. Bu sırada, bir şekilde odaya girmeyi başarmış çok
zehirli bir yılan onu gözüne kestirmişti. Genç, kitabın son paragrafını
okurken bacağından başlayan ani bir sızı ve sıcaklık vücuduna yayıldı. O
sıcaklık tüm bedenini kaplayıp beynine ulaştığında gözleri yerinden
fırlayacakmış gibi oldu, kulakları sağırlaştı, damağı kurudu, nefes
alamadı ve sonunda kalbi durdu.

145
Karanlık ve Aydınlık

SON”

Poraar tahta maşrapalarda iki birayı getirip gülümseyerek odaya


girdi. Ama gördüğü manzarayla gülümsemesi dondu. Biraları bir kenara
bırakıp arkadaşının yanına koştu. Tüm vücudunun kızardığını ve açık
kalmış gözlerinin kan çanağı gibi olduğunu gördü. Ölmesinin sebebini
anlayamadı ama aklına ilk gelen kara kitap oldu. Genç, kitabı yere
düşürmüştü. Poraar kitabı aldı ve bütün gücüyle odanın köşesine fırlattı.
Can yoldaşının yanında saatlerce ağladı.
Bir süre sonra meraklandı, kitabın sonunda ne yazdığını öğrenmek
istedi. Kitabı kaptığı gibi han sahibinin yanına koştu.
“Çabuk bana bunun sonunu oku,” dedi adama. Adam ne olduğunu
anlamamıştı; ama çok sinirli görünen bu adamın dediğini yapmaması için
bir sebep yoktu. Kitabı aldı. Şöyle bir kapağına göz gezdirdi.
“Hey, sana kapağına bak diye vermedim onu. Oku şunun sonunu.”
Adam homurdandı ve ağır hareketlerle son sayfayı açtı.

“Öfkeden mi, ağlamaktan mı bilmediği kızarmış gözleriyle hışımla


gelen bir adam, hancıya bir kitap gösterdi. Hancı okuma-yazma biliyordu
ve adamın isteğini kabul ederek kitabın son sayfasını ağır ağır açtı.
Doğrusu kalın parmakları nedeniyle son sayfayı açmakta zorlanmıştı.
Đçinden karşısındaki adama…”

“Niye durakladın Hancı? Devam et.”


Hancı bir homurdanmayla o cümlenin sonunu getirmeden devam
etti:“Hancı kalbinde ani bir sızı hissetti. Bir şey kalbini sıkıyormuş…”

146
Gökcan Şahin

Adam durup dururken elini kalbine koydu. Yüzünü garip bir ifade
kapladı. Hıçkırdı, kitabı yere düşürdü. Bağırmaya çalıştı ama
beceremeden bir daha kalkmamak üzere yere yığıldı.
Poraar o sırada şaşkınlıkla, “Vay anasını…” diyordu. “Bu bir ölüm
kitabı.”

“Majesteleri, bir adam sizi görmek için çok ısrar ediyor,” dedi
sarayın güvenliğinden sorumlu komutan.
Siyah-beyaz sakalları göğsünde biten ama saçtan eser kalmamış
yuvarlak kafalı Artek adlı yaşlı imparator yerinde şöyle bir kıpırdandı:
“Neymiş derdi? Sen hemen kovmadan bana ilettiğine göre önemli bir şey
olmalı.”
“Kararı siz verirsiniz efendim,” dedi komutan. “Adam,
imparatorluktaki en iyi yazar olduğunu söylüyor. Yıllar boyu uğraşmış ve
sizin o muhteşem hayatınızı yazmış.”
Konu imparatorun ilgisini çekti. Duraksayan komutana devam
etmesini işaret etti.
“Ama kendisi aynı zamanda iyi bir büyücüymüş. Kitap onun için o
kadar değerliymiş ki, ona bağlılık büyüsü yapmış. Yani kitap ondan on
adım öteye giderse okuyan kişi lanetleniyormuş. Đsteği de şu ki, kitabıyla
birlikte dünyadan göçmeden önce imparator için yazdığı kitabı
imparatorun okuduğunu görmek. Hiç olmazsa şöyle sonlarına bir göz

147
Karanlık ve Aydınlık

atarsanız mutlu öleceğini söylüyor. Ve zaten sizin de bu kitabı merak


edeceğinizden emin.”
Doğruydu, Artek gerçekten de meraklı bir insandı ve kendi için
yazılmış o kitabı da çok merak ediyordu.
“Derhal getirin yazarı,” dedi.
Đki askerin kolunda gayet dinç görünen bir adam geldi. Elinde bez
bir çanta tutuyordu.
“Sen misin benim kitabımı yazan?” dedi Artek
“Evet majesteleri. Kitabımı ben buradayken okursanız çok
memnun olacağım. Zaten siz de o muhteşem hayatınızı bir kulunuzun
gözünden okumak istersiniz eminim.”
“Ver bakalım şu kitabı,” dedi ve adamın uzattığı Kara Kaplı
Kitap’ı aldı. “Eğer içinde benim aleyhimde bir kelime varsa kellen gider,
haberin olsun.”
Yazar rolündeki Poraar memnundu. “Tabii ki efendim” dedi.
Đmparator Artek, Poraar’ın ve diğer saray hizmetkârlarının yanında
kitabı okumaya başladı. Bir saat geçti, iki saat geçti. Bazen gülümsüyor,
bazen öfkeleniyordu ama gözünü kitaptan ayırmadan okuyordu. Bir süre
sonra bazı sayfaları atlamaya başladı. Bir an önce sona gelmek istediği
belliydi. Üçüncü saatin sonunda son sayfaya ulaşmıştı.
Son sayfayı okurken yüzü dehşetle kızardı. Kitabı bırakıp ayağa
kalktı ve panik içinde yazarı göstererek, “Vurun ke…” diyebildi. O anda,
Poraar ayakkabısının içine gizlediği bıçağı tüm gücüyle Đmparator’a
fırlattı. Tam kalbine isabet etti. Artek önce sustu, sonra sonuna kadar
açılmış gözleriyle kalbine saplanan bıçağa baktı, ardından tahtın
basamaklarından aşağı yuvarlandı.

148
Gökcan Şahin

Olayın şaşkınlığından kurtulamayan muhafız askerler önce sadece


seyrettiler. Ardından, kahkahalarla gülmekte olan Poraar’ın kellesini bir
kılıç darbesiyle uçurdular.
Bundan sonra dünya tarihini baştan sona değiştiren olaylar
zincirleme bir şekilde başladı. Önce imparatorun bir asi tarafından
öldürüldüğünü duyan halk otorite boşluğundan faydalanarak
ayaklanmalar çıkardı. Sonra Ro’nun dışında kalan devletler ittifak
oluşturarak Ro’nun gücüne onarılamaz biçimde zarar verdiler. Sonra
bağımsızlığını ilan eden devletler ortaya çıktı ve tek kutuplu dünya tekrar
çok kutuplu hale geldi.
Tüm bunlar olurken, olayın ardından nereye kaybolduğu
anlaşılamayan Kara Kaplı Kitap yine bir süreliğine gizlenmeye karar
vermişti.

149
KÜÇÜK ŞEYTANLAR 1

“ŞEYTAN DİYOR Kİ”


Gökcan Şahin

Elimde kalem, bu sıcak yaz günü balkondaki masamda kendi tuhaf


öykümü yazıyorum. Sol kolum felçli, iki bacağım yok ve tekerlekli
sandalyeye mahkûmum; ama hayatımdaki asıl tuhaflık bunlar değil. Beni
bu eve, hatta bu balkona mahkûm eden, babamın ölümüne sebep olan
trafik kazası tek başına bir öykü oluşturabilir belki; ama benimki o kazada
biten değil, o kazayla başlayan bir öykü.
Sakatlığımdan beri zamanımın büyük bölümünü geçirdiğim
balkondan gördüğüm bazı şeylerden bahsedeceğim. ‘Küçük şeytanlar’
adını verdiğim ve benden başkasının görmediği yaratıklardan…
Ama önce biraz kendimden ve hayatımdan bahsetmek istiyorum.

***

Adım Serkan Koroğlu. Şu anda yirmi iki yaşındayım. Hayatımın


sağlam olduğum bölümü dört yıl önce sona erdi. Liseyi bitirdiğim yazdı.
Bir akrabamızın düğünü için babamla yola çıkmıştık. Yolculuk neşeli
başlamıştı. Birkaç kez kahkahalarla inletmiştik arabayı. Bu durum bizim
için normaldi, çünkü babamla çok yakın iki arkadaş gibiydik hep.
“Hadi baba, bas gaza, düğüne geç kalıyoruz,” demiştim sırıtarak.
“Tamam aslanım, Ferrari pilotu gelse geçemez beni,” demişti
babam. Ağzıyla Formula–1 araçlarının taklidini yapmıştı. Öyle komik bir
ses çıkarmıştı ki gülmekten gözümden yaş gelmişti. Elbette hızlanmamıştı
babam. Söylediğimin şaka olduğunu biliyordu. Zaten kaza babamın hatası
değildi. Her şey yolumuzun üstünden geçen bir araç köprüsüne
yaklaşmamızla başladı. Köprünün üstündeki bir minibüs bariyerleri aşıp
yolumuza uçtu. O sırada biz de hızla minibüsün menziline giriyorduk.

151
Karanlık ve Aydınlık

Babam frene tüm gücüyle bassa da kazayı engelleyemedi. Minibüs


arabamızın ön tarafına çakıldı. O metalik gıcırtı, ön camımız içeri
göçerkenki camın çatırtısı, babamın son anda benim adımı haykırması
hâlâ kulağımda çınlıyor. Minibüsün altında öyle ezilmiştik ki ne
kıpırdayabiliyor, ne de sesimi çıkarabiliyordum. O şokla çok sürmeden
bayılmışım. Babamın ne durumda olduğunu bile görme fırsatı
bulamadım. Gözlerimi hastanede açtım. Sonrası acılı bir tedavi süreciydi.
Ve tabii babasızlığın verdiği dayanılmaz psikolojik acı. Hayatta
tutunabileceğim tek dal annem olmuştu. Hâlâ öyle.

***

Đşte benim hayatımı balkonda geçirmemin, hemen hemen hiç dışarı


çıkmadan evde hapis gibi yaşamamın sebebi bu kaza. Belki küçük
şeytanları görmemin de…
Küçük şeytanlardan birini ilk kez bir çocuğun başının arkasında
süzülürken gördüm. Yirmi otuz santimetre büyüklüğünde kırmızı renkli
bir yaratıktı. Görünüşü masallardaki bir cüceye benziyordu. Kafası
vücuduna göre iriydi ve korkutucu bir suratı vardı. Arkasından çentikli bir
kuyruk uzanıyordu. Bu haliyle resimlerde veya karikatürlerde gördüğüm
şeytan figürlerine oldukça benziyordu. Bu nedenle yaratığı görür görmez
“küçük şeytan” ismi zihnimde oluşmuştu. Çocuk yolda yürürken, başının
arkasında havada asılı şekilde duruyor ve omuzlarının üzerinde
geziniyordu; ama çocuğun görüş alanına girmiyordu.

152
Gökcan Şahin

Etrafa bakındım. Çocuğun omzundaki şeyi başkalarının görüp


görmediğini anlamaya çalıştım. Kimsenin çocukla ilgilendiği yoktu.
Çocuğa bakanlar da hiçbir tepki vermeden yollarına devam ediyorlardı.
Görüş alanımdan çıkana kadar gözlerimle çocuğu takip ettim.
Caddeyi geçip kaybolduktan sonra şaşkınlığımı üzerimden biraz da olsa
atmayı başardım. O durumdan kurtulmam iyi bir şeydi ama bunun yan
etkisi de oldu: Az önce gerçek olduğundan emin olduğum şey bana
hayalmiş gibi gelmeye başladı. Beynim az önce gördüğü şeye inanmak
istemiyordu.

***

Küçük şeytanları ikinci görüşümde hem gerçekliklerine tam olarak


inandım, hem de kötülüklerine tanık oldum.
Đlk olaydan iki hafta sonrasıydı. Caddenin batı tarafından tespihli
bir adam ve omzundaki küçük şeytanı görüş alanıma girdiler. Adamı
dikkatle izlemeye başladım. Şeytan adamın kulağına sakince bir şeyler
fısıldıyor, bazen bir omzundan diğerine geçiyordu. Adam ise tespihini
sallıyor, sanki önemli bir sorun üzerinde kafa yoruyormuş gibi düşünceli
görünüyordu. O sırada yolun üzerindeki bakkaldan kolunun altında bir
gazeteyle başka bir adam çıktı. O da şeytanlıydı. Onunki de adama telaşla
bir şeyler fısıldadı. Adam ilerideki tespihli adama baktı ve kendi kendine
bir şeyi onaylamış gibi başını salladı. Sonra yere bakarak yürümeye
devam etti. Birkaç saniye sonra iki adam karşı karşıya geldiler ve
omuzlarını birbirlerine çarptılar. Tespihli adam tespihini düşürdü. Göz

153
Karanlık ve Aydınlık

göze gelir gelmez birbirlerine laf atmaya başladılar. Olay yakınımda


yaşandığı için hemen her şeyi duyabiliyordum.
“Ne oluyor kardeşim? Önüne baksana,” dedi tespihli adam.
“Hadi lan oradan,” dedi öteki.
“Bak, ağzını bozma, dağıtırım ağzını burnunu!”
“Çek elini kolunu!”
“Çekmezsem ne olur lan?”
“Đşte bu olur…” dedi gazeteli adam. Gazeteyi yere atıp adamın
suratına bir yumruk yapıştırdı. Diğer adam altta kalır mı? O da karşılık
verdi. Etraftakiler ayırana kadar birbirlerinin gözlerini morartmış,
dudaklarını patlatmışlardı bile.
Küçük şeytanlar kavga sırasında adamlardan biraz uzaklaşmış,
kavgayı seyrediyorlardı. Bu durumdan zevk aldıkları belliydi. Hatta
onlara tempo tutar gibiydiler.
Bu kavgaya şeytanların neden olduğundan şüphem yoktu. Ve
sonuçta bu kavgadan fayda sağlayan da onlardı. Kavga boyunca
renklerinin biraz daha koyulaştığını gördüm. Açıkça onların öfkelerinden,
kavgalarından besleniyorlardı. Şaşırmamıştım. Đyilik perileri olmadıkları
her hallerinden belliydi. Đşin ilginci şeytan tanımına da uymaya
başlamışlardı.

***

Sokak ortasındaki kavgadan sonraki bir ay içinde küçük şeytanları


dört kere daha gördüm. Onları o ay içinde ilk üç görüşümde herhangi bir

154
Gökcan Şahin

olay olmadı; ama dördüncüsü bir felaketti. Hatta gazetelere taşınacak


korkunç bir olaya şahit oldum.
Bir cuma günü öğleden sonrasıydı. Sıkı bir yağmurun ardından
balkona çıkmıştım. Gözlerimi caddeye çevirir çevirmez doğu tarafından
okul üniformalı ve çantalı bir genç kızın koşarak yaklaştığını gördüm.
Korkunç bir şeyden kaçar gibi görünüyordu. Eğer kaçtığı şey, omzunun
arkasındaki yaratık idiyse başaramıyordu; çünkü şeytanın kızdan
uzaklaşmaya pek niyeti yoktu. O şeytan o güne kadar gördüklerim
arasında en koyu renklisiydi ve kızın kulağına hiçbir şey söylemiyor,
sadece kuyruğunu sallayıp sırıtıyordu. Belki de kıza istediğini yaptırmıştı
ve kız, yaptığı bir kötülüğün sonucunda kaçmak zorunda kalmıştı. Evet,
mümkündü.
Genç kız hızla önümden geçti ve karşı apartmanın yanındaki Gül
Apartmanı’nın kapısına koştu. Dış kapıyı aceleyle açtı, içeri girdi ve
ardından sertçe kapattı. Kız kapıyı kapattığı sırada küçük şeytan
dışarıdaydı; ama hemen sonra kapalı kapıdan hiç zorlanmadan geçti.
On ya da on beş dakika sonra apartmanın üçüncü katının
balkonunda genç kızı ve şeytanını tekrar gördüm. Kızın yüzünde
inanılmaz bir korku okunuyordu. Arkasından kapattığı balkon kapısına
tekrar tekrar bakıyordu. Küçük şeytan ise kızın kulağına bir şeyler
fısıldamaya başlamıştı. Heyecanlı bir öykü anlatır gibiydi.
Genç kız son bir kez balkon kapısına baktı ve balkonun
korkuluğuna tırmandı. Ardından o korkunç şeyi yaptı: Aşağı atladı.
Genç kız betona doğru süzülürken gözlerimi kaçırmak istedim ama
başaramadım. Kızın düşüşünü anbean gördüm. Vücudunun öne doğru

155
Karanlık ve Aydınlık

eğilişini, kollarının ve bacaklarının arkaya doğru kaykılmasını ve yüzüstü


betona çakılmasını…
Küçük şeytan ise kızın arkasından sırıtarak yavaş yavaş yere
iniyordu. Rengi neredeyse siyah olmuştu. Sonra buharlaşır gibi ortadan
kaybolduğunu gördüm.
Yerde yüzüstü yatan genç kıza baktım. Okul üniformasını
çıkarmaya bile fırsatı olmamıştı. Başının altında küçük bir kan gölü
oluşuyordu. Bacağının biri garip bir biçimde bükülmüştü.
Kızın atlamasıyla insanların olayı fark edip hareketlenmeleri
arasındaki zaman bana çok uzunmuş gibi geldi. Oysa herhalde bir dakika
bile yoktu. O hareketlenme başladığında neler olduğunu hepimiz biliriz.
Önce konu komşu toplanır, sonra haberciler gelir ve etraftakilerden bilgi
almaya çalışırlar. Medya fotoğrafçıları art arda fotoğraf çekerler.
Ardından siren sesi eşliğinde bir ambulans gelir ve yaralıyı veya cesedi
hastaneye taşır. O sıralarda polisler de olay yerine ulaşır ve bilgi toplarlar.
Đşte her şey aynen böyle gerçekleşti.
Ertesi günkü gazetede genç kızın adının Meltem Ersöz olduğunu
öğrendim. Henüz on yedi yaşındaymış. Haberi okuyunca gözyaşlarımı
tutamadım. Kim bilir kaç kez buna benzer haberler okumuşumdur, ama
insan ancak o olaya şahit olunca durumun gerçekliğini kavrıyor.

***

Küçük şeytanları en son üç gün önce gördüm. Ve bu yazıyı


yazmama sebep olan şeyi yaşadım.

156
Gökcan Şahin

Akşam saatleriydi. Yine balkondaydım ama dışarı bakmıyor,


annemin önceki gün getirdiği kitabı okuyordum. Kitabı bitirip kapağını
kapattıktan birkaç dakika sonra içeriden kapı ve anahtar tıkırtıları geldi.
Anlaşılan annem işten dönmüştü. Havanın neredeyse tamamen
karardığını fark ettim. Kitaba öyle dalmıştım ki zamandan haberim
olmamıştı.
Kendimi koltuktan tekerlekli sandalyeme aktardım. Bu hiç de
kolay bir iş değildi aslında. Hatta şu anki hayatımın en zor işiydi ama
balkondaki koltuğumdan aldığım zevk bu çileye değerdi.
Salona geçtiğimde annem banyoya gitmiş, elini yüzünü yıkıyordu.
Eve gelir gelmez televizyonda haberleri izlemeyi severdi. Salondaki
büyük ekran televizyonu açtım ve haberlerin olduğu kanalı bularak
beklemeye başladım. Onu güler yüzle karşılamak ve kitabın ne kadar
güzel olduğunu anlatmak için sabırsızlanıyordum. Kısa bir süre sonra
salonun kapısında göründü. Dehşet içinde yalnız olmadığını fark ettim. O
görmekten korktuğum küçük şeytanlardan biri sol omzundaki yerini
almıştı.
Annem bana baktı ve hal hatır bile sormadan kanepeye oturdu.
“Anne?”
“Hııı.” Yüzüme bile bakmadan verdi bu cevabı.
“Bir selam yok mu?”
“Bugün pek iyi değilim, sen bana bakma.”
Küçük şeytanın gözlerini bana diktiğini fark ettim. Sırıtıyordu.
Onu görebildiğimi fark ettirmemeliydim. Bu yüzden ona doğrudan
bakmamaya çalıştım. Zaten annemin yüzüne bakarken de onu rahatça
görebiliyordum.

157
Karanlık ve Aydınlık

Annemin suratı bembeyazdı. Hasta gibiydi. Gözleri televizyona


bakıyordu ama aklının orada olmadığı belliydi. Şeytan ona bir şeyler
söylemeye başlamıştı. Üstelik söylediklerini duyabiliyordum. Sesinde
cinsiyet yoktu. Bir kadın ve bir erkeğin aynı anda söyledikleri sözün boş
bir odada yankılanmış hali gibiydi bu ses.
“Artık bıkmadın mı bu şekilde yaşamaktan?” diyordu şeytan,
anneme. “Kötürüm bir çocuğun kahrını çekerek mi geçireceksin tüm
yaşamını? Hem sen yaşlandığında sana da bakamaz bu çocuk. Ölene
kadar sen ona bakmak zorunda kalacaksın…”
Annem bu lafları duyunca yüzü daha da beyazladı. Gözlerini
televizyondan ayırıp benim yüzüme baktı ve hemen sonra tekrar
televizyona çevirdi. Sanki düşündüğü bir şeyden utanırmış gibi…
Bu sırada korkunç bir şey daha fark ettim. Đnsanlar bu şeytanların
sesini kendi düşünceleri sanıyorlardı. Đçlerinden bir ses söylüyormuş gibi
geliyordu onlara. Bu yüzden de kendilerini bu küçük şeytanlara
kaptırmaları çok kolay oluyordu.
Şeytanın söylediklerine kulak vermeye devam ettim. Amacının ne
olduğunu anlamak istiyordum.
“Oğlun yaşadığı süre boyunca seni asla rahat bırakmayacak. Sen
kendin için hiçbir şey yapamayacaksın. Ne eğlenebileceksin ne de
dinlenebileceksin. Bu çocuk hep sana ayak bağı olacak. Bir yere tatile
gitmek istesen rahat rahat gidemeyeceksin. Bak, dört senedir hiç tatil
yaptın mı? Kendin için bir şey yapabildin mi? Varsa yoksa oğlun.
Kocandan kalan üç kuruş parayı da onun hastane masrafları için harcadın.
Neden artık kendin için yaşamayasın?”

158
Gökcan Şahin

Şeytan konuşuyor, annem dinliyordu. Bu da beni çıldırtıyordu.


Ama müdahale etmemin imkânı yoktu. Ne yapabilirdim ki? Mecburen
dinlemeye devam ettim.
“Üstelik bu çocuğun evlenip gitme şansı da yok. Onun gibi birini
isteyen kız bulamazsın. Kim çekmek ister ki onun derdini? Söylüyorum
sana, bu oğlan ikinizden biri ölene kadar başına musallat olacak. Bak,
daha kırk beş yaşındasın. Yeniden bir yuva kurabilirsin. Ama bu çocuk
onu da engeller. Hem böyle bir çocuğun olduğu sürece kim seni ister ki?”
Annem artık televizyona da bakmaktan vazgeçmişti. Bir elini
alnına dayamış, yere bakıyordu. Artık bir şey yapmamın zamanı gelmişti.
“Anne? Đyi misin? Yüzün bembeyaz,” dedim. Şeytan konuşmayı
kesti. Annem bana baktı.
“Pek iyi değilim galiba. Şu televizyonu kapatır mısın? Başım
ağrıyor, bugün haber izlemeyeceğim. Aslında biraz şuraya uzansam iyi
olacak.”
Televizyonu kapattım. Annem kanepeye uzandı ve gözlerini
kapattı.
“Đstersen yatağına geç,” dedim.
“Biraz gözlerimi dinlendireceğim, gerek yok. Sen keyfine bak,”
dedi.
“Peki, sen bilirsin.”
Hiç keyfime bakacak halde değildim. Şeytan tekrar konuşmaya
başladı: “Kazada o da ölseydi daha iyi olmaz mıydı? Hem senin için daha
iyi olurdu, hem de onun için. Sence bu şekilde yaşamaktan memnun
mudur? Tabii ki değildir. Düşünsene, okuyamıyor, çalışamıyor, hatta

159
Karanlık ve Aydınlık

dışarı bile çıkamıyor. Tek yapabildiği balkondaki koltuğuna oturup ölümü


beklemek. Evet, tek yapabildiği bu. Haksız mıyım?”
Şeytan bunları fısıldarken annemin yüzünde garip bir ifade belirdi.
Ardından hiç beklemediğim bir şey oldu. Annemin de düşüncelerini
okumaya başladım. Bundan eminim çünkü bu düşünceler şeytana karşı
çıkıyordu. Ses bir kadın sesiydi. Annemin sesinin farklı bir hali gibiydi.
“Hayır, haklı değilsin,” dedi yeni ses. “O benim oğlum, benim
evladım. Onun ölmüş olmasını asla istemezdim ve istemem de.”
“Haklıyım,” diye karşı çıktı şeytan. “Çünkü senin bu şekilde
yaşamaktan bıktığını biliyorum. Sen artık özgür olmak istiyorsun. Ona
ihtiyacın yok. O sadece bir engel. Onun ölmüş olmasını isterdin.”
“Yanılıyorsun. Kimse evladının ölmesini istemez. Onu ben
dünyaya getirdim ve onun yaşamasını ben sağlayacağım. O benim
canımdan bir parça. Sakat olması umurumda değil.”
“Sapasağlam çocukların olmasını istemez misin? Yeniden
evlenebilirsin, hatta çocuk da doğurabilirsin. Çok yaşlı değilsin sen. Bunu
sen de biliyorsun.”
“O benim evladım.”
“Biliyorum ama o da böyle bir hayat istemiyor. Ondan
kurtulabilirsin. Bu çok kolay.”
“Ondan kurtulmak falan istemiyorum.”
“Evet, istiyorsun. Dediğim gibi, bu çok kolay. Bu akşamki
yemeğine atacağın bir doz… Canı yanmadan onu bu işkenceden
kurtaracak. Seni de. Hatırlamıyor musun bugün o zehri neden aldığını?
Evde fare olmadığını bile bile.”
“Onu sen aldırdın. Şimdi biliyorum bunu.”

160
Gökcan Şahin

“Hayır, onu sen almak istedin. Ben senim, sen bensin. Biz aynı
şeyiz.”
“Hayır değiliz. Sen ben değilsin. Sen kovulmuş olansın. Ve ben de
seni kovuyorum. Git hemen.”
“Sen kim oluyorsun da bana karşı gelebiliyorsun? Bana şimdiye
kadar kimse karşı gelemedi.”
“Ben anneyim. Sadece bir anne. Ve şimdi seni kovuyorum. Defol!”

***

Bazen annemin geceleri odasında ağladığını duyarım. Belki babam


için, belki benim için, belki de kendi için… Ama daha önce hiç o günkü
kadar şiddetli ağladığını duymamıştım.
Annem onu kovduğunda şeytan başka bir şey söylemeden bir anda
yok oldu. Aslında bu lafın ardından acı çekerek yanmaya başlamasını ve
yavaş yavaş çığlıklar atarak kül olmasını isterdim. Ama sanki ‘Defol’
sihirli bir sözcükmüş gibi yok olup gitmişti. Ve hemen ardından annemi o
bahsettiğim ağlama krizi tuttu. Kalkıp yatak odasına gitti ve ağlamaya
orada da devam etti. Hıçkırıklarının sesi duvarları aşıp kulağıma
doluyordu. Ben de ağlayacak gibi oldum ama ağlamadım.
Annem beni çok seviyordu.
Annem şeytanı bana olan sevgisiyle yenmişti.

***

161
Karanlık ve Aydınlık

Küçük şeytanları o günden sonra henüz görmedim. Şu anda yine


balkondayım. Yumuşak koltuğumda oturuyor, balkona getirdiğim
katlanabilir masanın üzerinde bunları yazıyorum.
Annem o gün ağladıktan sonra gidip yüzünü yıkadı ve mutfakta
yemek ısıttı. Beraber güzel bir yemek yedik ve o olay hakkında hiç
konuşmadık. Her şey eskisi gibi. Annem beni çok seviyor ve bana bu
yüzden katlanıyor.
Annem öyle mükemmel bir insan ki, en iyi şartlarda yaşamayı
fazlasıyla hak ediyor. O da mutlu olmayı, ailesiyle sıcacık bir yuvada
yaşlanmayı hak ediyor. Neden onun mutluluğunu engelleyeyim ki? Öyle
bir insan neden benim gibi gereksiz bir kötürüm yüzünden mutlu
olamasın? Annemin kendisine bakacak, ona bir şeyler verebilecek bir
çocuğa ihtiyacı var, benim gibi bir yüke değil.
Hani annemin o gün getirdiği fare zehri vardı ya, şu anda masanın
üzerinde duruyor. Şeytan diyor ki, at onu ağzına… Kendini de kurtar,
anneni de…

162
KÜÇÜK ŞEYTANLAR 2

“ŞEYTAN AVCISI”
Karanlık ve Aydınlık

O yaratıkları görmeye başlamamla değişti her şey. Materyalist,


gerçekçi, din dâhil hiçbir soyut şeye inanmayan ben Doktor Tuncay
Erdağlı ne hale geldim!
Kökenleri hakkında hiçbir fikrim yok. Ben onları fark edip tedbir
almaya, insanları bir şekilde uyarmak için çalışmaya başladığımda onlar
çoktan yayılmışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası yeryüzüne karış
karış dağılmış, insanları etkileri altına almışlardı. Đnsanların omuzlarında
yaşıyorlardı. Bir asalak gibi… Đnsanlara fısıltılarıyla hükmediyor, onları
kötülüğe sevk ediyorlardı. Đçlerindeki ufacık kötülük ateşini büyütüyor,
yok edici bir güce dönüştürüyorlardı. Küçük şeytanlardı onlar. Bir karış
büyüklüğünde alev kırmızısı iblisler…

***

Onları görmeme sebep olan şeyin, bir zamanlar beynimde var olan
tümör olduğunu düşünüyorum. Korkunç baş ağrıları ve arada bir kendimi
kaybetmem ele vermişti hastalığı. Çalıştığım hastanedeki diğer doktor
arkadaşlar iyi bir tetkik için beni ikna etmişlerdi. Ve olabilecek en
korkunç şey çıkmıştı: Beynin sağ tarafında fındık büyüklüğünde bir ur.
Doktorlar hiç hastalanmazmış gibi bir kanı vardır insanlarda; ama öyle
olmadığının en gerçek kanıtıydım işte. Ameliyat masalarına yukarıdan
bakmaya alışkın olan ben, bu kez o masanın üzerinde uzanmak
zorundaydım.
Hastalığımın fark edilmesiyle ameliyat masasına uzandığım gün
arasında iki kez gördüm küçük şeytanları. Đnsanların omuzlarında yaşayan
iğrenç birer parazit gibiydiler. Bundan kimseye söz etmediğim gibi

164
Gökcan Şahin

kendim de onların varlığına inanmadım. Sonuçta beynimde bir ur vardı ve


halüsinasyon görmem doğaldı.
Ameliyatı oldum ve tümörden kurtuldum. Riskli bir bölgede
olmadığından hayati tehlikem azdı ve nitekim sağ salim çıktım
ameliyattan. Birkaç haftalık nekahet döneminden sonra normal yaşamıma
döndüm. Hastaneye de tabii.
Küçük şeytanlar artık aklımın ucunda bile yoktu. Đşime başladıktan
birkaç hafta sonraya kadar da olmadı. Ta ki bir hafta sonu bir süpermarket
kasiyerinin omzunun arkasında görene kadar... Kendimi marketten dışarı
zor attım.
Benim düşündüğüm, tümörün beynimde kalıcı hasar bırakıp
bırakmadığıydı. Onun bir halüsinasyon olması gerektiğini düşünüyordum;
ama nasıl o kadar gerçekçi olabilirdi? Eve gidene kadar bunu düşündüm,
sonradan etkisi yavaş yavaş kayboldu.
Küçük şeytanları ikinci kez gördüğümde gerçekten var olduklarına
inandım. Bunun sebeplerinden biri, önceki olaydan sonra yaptırdığım
tetkiklerde beyinde kalıcı bir soruna rastlanmamasıydı, ikincisi ise bu
yeni deneyimimde onların gerçek hayata etkilerini görmemdi.
Bir adam geldi acile. Bacağından bıçaklanmıştı ve başının yanında
bir küçük şeytan taşıyordu. Sedyeyle acile kaldırılırken ağza alınmayacak
küfürler ediyordu. Birini gebertmek istediği aşikârdı ve o bunları
söylerken küçük şeytan kulağına sürekli bir şeyler fısıldıyordu. Onun
arkasından kolundan yaralanmış başka bir adam geldi, onda da şeytan
vardı. Sargılı kolunu tutarken bir yandan da koşa koşa adamın peşinden
gidiyordu. Onun da niyeti aynıydı. Yanında gelenler onu tutmasaydı,
hastane içinde bir rezalet çıkabilirdi.

165
Karanlık ve Aydınlık

Şeytanları gözledim. Her küfürde, her öfke nöbetinde kızıl renkleri


koyulaşıyordu. Ve bu durumda daha da güçlendikleri gözlerinden
okunuyordu. Neyle karşı karşıya olduğum aşikârdı: Kötülükle beslenen
yaratıklar.
Günler, haftalar, aylar geçti. Şeytanları gittikçe daha sık görmeye
başladım. Hemen hemen her yüz kişiden birinin omzunda onlardan vardı.
Umursamamaya çalışıyordum; ama olmuyordu. Kötülük de onlarla
beraber yayılmaktaydı.

***

Beyin ameliyatımdan yaklaşık bir sene sonra bir intihar vakasıyla


durum çok daha farklı bir noktaya geldi. Serkan Koroğlu adında sakat bir
gençti intihara kalkışan. Bacakları yoktu ve sol tarafı felçti. Henüz yirmi
iki yaşındaydı. Fare zehriyle intihara kalkışmış, annesi durumu
zamanında fark edince ambulansı aramıştı. Komşuların yardımıyla
ambulansa taşınan genç bizim hastaneye getirilmişti. Hastanede midesini
yıkayıp serum verdik. Hayati tehlikeyi atlattıktan sonra da bir süre misafir
ettik. Ve ona bakan doktor bendim.
Serkan’a başlarda soğuk davrandığımı kabul etmeliyim. Çünkü o
tiksindiğim küçük şeytan onda da vardı. Rengi epey koyulaşmıştı, belli ki
gencin intihara kalkışmasında büyük rolü olmuştu; ama yine de amacına
tam ulaşamamış gibi bir hali vardı. Belki de ona yaptırabileceği tek şey -
bu haliyle birilerine pek de kötülüğü dokunabileceğini sanmıyordum-
intihar etmesini sağlamaktı; ama başaramamıştı. Gördüğüm öteki

166
Gökcan Şahin

şeytanların aksine gence hiçbir şey fısıldamıyordu. Anlaşılan


bekleyecekti.
Bir gün durumunu öğrenmek için odasına girdim. Yine gözüm
omzunun gerisindeki şeytana kaydı. Sol tarafındaydı ve hemen hemen hiç
kıpırdamıyordu. Serkan’a döndüğümde gözümün içine dik dik baktığını
fark ettim.
“Orada, değil mi?” diye sordu. Gözbebeği şeytanın durduğu tarafa
kaydı. Bir şey demedim ama şaşkınlığımı fark etmiş olmalıydı ki bunu
“evet” olarak kabul etti. Çok hızlı bir hareketle sağ kolunu sol omzuna
doğru savurdu. Şeytan bile şaşırmış olmalıydı ki kıpırdayamadı bile.
Serkan’ın eli, şeytanın kuyruğunu yakalayıverdi. O anda şeytanın
beynimi inleten tiz çığlıkları yükseldi. Serkan yüzünü buruşturdu,
kulağını kapamak için büyük bir istek duyduğuna emindim; ama şeytanı
bırakmadı. Kaçmaya çalışan yaratığı görüş alanına çekti.
“Demek bana bunu yaptıran sendin,” dedi fısıltıyla. Şeytan
inlemesini kesmişti; ama hâlâ kaçmaya çalışıyordu.
“Sen,” dedim kekelememeye çalışarak. “Sen de görüyor musun
onu?” Anlamsız bir soruydu kabul ediyorum; ama o şaşkınlıkla aklıma
başka bir şey gelmedi. Cevap alakasız oldu:
“Kaçmak üzere! Sol kolumu kıpırdatamıyorum, yardım gerek.”
Bilinçsizce gittim yanına. “Ne yapabilirim ki?” diye sordum.
“Onu gördüğünüze göre siz de tutabilirsiniz. Ben tek elimle
tutamıyorum.”
Serkan benden on yaş gençti; ama kendimi çocuk gibi hissettim o
anda. Ne yapacağımı bilemedim. O iğrenç yaratığı görmek bile
istemiyorken ona dokunacaktım şimdi. Ama yaptım. Genç, kuyruğundan

167
Karanlık ve Aydınlık

tutup çekiştirirken yaratığı gövdesinden yakaladım. Đki elimle sardım.


Tuhaf bir duyguydu, tüysüz bir fareyi tutmak gibi. Canlıydı,
kıpırdanıyordu; ama bizden başkasına görünemiyordu. O sırada biri içeri
girip bizi görse ne düşünürdü acaba?
“Đple falan mı bağlasak?” dedim.
“Olmaz,” dedi. “Her şeyin içinden geçebiliyorlar. Onu görebilenler
dışında. Tutmanız gerekiyor. Bir şey deneyeceğim şimdi. Kuyruğunu
bırakacağım ve tamamen size vereceğim. Lütfen bırakmayın! Bu çok
önemli.”
Başımı salladım.
“Yüzünü bana çevirin,” dedi Serkan. Çevirdim. Şimdi yaratığın
sırtı bana dönüktü. O kapkara iğrenç gözleri görmediğim için memnun
olmuştum. Serkan yatağında biraz daha doğruldu – zaten oturur
vaziyetteydi. Gözlerini şeytanın gözlerine dikti.
“Bana bak şeytan!” dedi. Şeytan homurdandı. Elimde
kıpırdanmayı kesti.
“Gözlerime bak!” diye devam etti Serkan.
“Nasıl insanoğlu?” dedi şeytan. “Nasıl görüyorsun bizi?” Ondan
bu sözleri duyunca az kalsın bırakıverecektim. Çok tuhaf bir ses tonu
vardı. Cinsiyetsiz bir ses. Veya her iki cinsiyeti de barındıran. Ses yüksek
değildi; ama iç tırmalayıcıydı. Şeytan bunları söylerken bedeni bir cep
telefonu gibi titremişti. Benim de elimden başlayarak bir tür dalga gibi
tüm vücuduma yayıldı.
Serkan tereddüt etti. Nedenini nasılını o da bilmiyordu ama
görüyordu işte. Gözlerini bir an şeytandan kaçırması beni korkuttu, ama
Serkan hemen toparlandı.

168
Gökcan Şahin

“Söyle bana şeytan, kime itaat ediyorsun?”


“…”
“Bak gözlerime… Sana emrediyorum, bak gözlerime!” Serkan
bunları söylerken ses tonu beni bile korkuttu. Ama beni tek korkutan ses
tonu değildi. Şeytana öfkeyle bakan gözler mavi bir şimşek gibi çaktı o
anda. Karanlıktaki bir kedinin gözleri gibi… Ama daha şiddetli… Dışarı
taşarcasına. Üstelik gözlerinin rengi normalde mavi değil kahverengiydi.
Ama şimdi gözakını bile görünmez yapan gök mavisi ışık saçıyordu.
“Söyle, kime itaat ediyorsun?”
“Size efendim!” Artık elimden kurtulmaya çalışmıyordu. O mavi
gözlerin etkisiyle ben bile itaat ederdim Serkan’a.
“Artık senin efendin benim. Sadece benim dediğimi yapacaksın.”
“Tabii efendim.”
“Bırakabilirsiniz,” dedi Serkan. Bir an bana seslendiğinden emin
olamadım. Normale dönmeye başlayan gözlerinin bana baktığını
anlayınca şeytanı temkinlice ve yavaşça bıraktım.
Serkan’ın gözlerine o kadar odaklanmıştım ki kızıl şeytanın
maviye döndüğünü ancak fark edebildim. Şimdi soluk mavi bir renge
sahipti ve sinsi hali yok olmuştu.
“Bundan sonra,” dedi Serkan mavi şeytana, “insanların kötülük
yapmasına sebep olmayacaksın. Onlara iyilik yaptırmanı da
istemeyeceğim. Sadece bir süre hiçbir şeye karışmayacaksın. Hiçbir kızıl
şeytana da görünmeyeceksin. Şimdi git.”
Küçük şeytan kapalı kapıdan geçerek kayboldu ve Serkan’la beni
bu hastane odasında yalnız bıraktı.

169
Karanlık ve Aydınlık

Serkan birden yatağa çöktü ve gözlerini kapattı; ya uyuyakalmış ya


da bayılmıştı. Nabzını kontrol ettikten sonra onu yalnız bırakmaya karar
verdim. Benim de en azından yüzümü yıkamaya ihtiyacım vardı.
O gün öğleden sonra hastamın beni çağırdığını öğrendim ve
odasına gittim. Benim de ona söyleyeceğim bir şey vardı: O akşam
taburcu edilecekti.
“Doktor bey,” dedi. “Bana yardım etmenizi istiyorum.”
“Hangi konuda?”
“Şeytanlar konusunda.” Şaşırmadım. “Onları siz de görebildiğinize
göre neler yapabileceklerini biliyorsunuz,” diye devam etti. Başımı
salladım. “Son günlerde onları çok sık görüyorum, belli ki hızla
çoğalıyorlar. Belki de dünyayı istila etmeye çalışıyorlar. Biz hep
insanoğluna hiçbir şey olmayacağını düşünürüz; ama bu gidişle küçük
şeytanlar herkesi ele geçirecek ve yaşanabilir bir dünya kalmayacak. Son
zamanlarda ne kadar çok cinayet işlendiğine bakın. Đnsanlar kendi
çocuklarını öldürüyor, kendi kızlarına tecavüz ediyor, pek çok kişi kafayı
yiyor. Sadece televizyonda haberlere bakmak bile bunu görmek için
yeterli.”
Haklıydı. Çok kısa bir sürede aşırı artış gösterdiklerini ben de
biliyordum. Her yerde karşıma çıkıyorlardı. Serkan bu kadar hareketsiz
olduğu halde bunun farkındaydı, ben ise sürekli yeni insanlar
görüyordum. Ve tabii şeytanlar da.
“Onları durdurabilecek hiçbir şey yok,” diye devam etti. “Kimse
onları görmüyor. Kimse onların farkında değil. Đnsanlar zombileşiyor.
Buna çok yakından tanık oldum. Annemi bile ele geçirdiler. Annem
kurtulmayı başardı; ama çoğu kişi annemin yaptığını yapamıyor.

170
Gökcan Şahin

Şeytanlar insanlara her türlü kötülüğü yaptırabiliyor. Ben bile onları


tanıdığım halde intihara kalkıştım. Düşünün…”
“Ne yapabiliriz?” diye sordum.
“Size biraz fantastik gelecek ama… Bir ordu kurmalıyız.”
“Ordu mu?”
“Nasıl olduğunu bilmiyorum ama onları dönüştürebiliyorum. Bana
itaat etmelerini sağlayabiliyorum. Siz de gördünüz. Bunu sürekli
yapabilirim; ama yardıma ihtiyacım var. Onlardan yeterince
dönüştürdüğümüzde kızıl şeytanlara karşı bir ordu kurabiliriz.”
“Düşünceni anlıyorum ama… Kendin söyledin, milyonlarca var
belki de onlardan. Bizim o kadar mavi şeytan yaratmamızın imkânı yok.”
“O kadar çok olmalarına gerek yok. Kızıl şeytanların mavileri yok
edebileceklerini sanmıyorum. Onlar sadece insanları kötüleştirme emri
aldılar. Bizim şeytanlarımızla karşılaştıklarında ne yapacaklarını bilmiyor
olacaklar. Mavi şeytanlara, kırmızıları yok etme emri vereceğiz ve belki
de bir mavi şeytan binlerce kızıl şeytanı yok edecek. Anlıyor musunuz?”
“Đnsanları kötüleştirme emri aldılar dedin, peki kim veriyor bu
emri?”
Durakladı. Gözlerini yere çevirdi. “Bilmiyorum,” dedi. “Henüz…”

***

Av başladı. O gün annesine, henüz iyileşmediği için taburcu


olmasının gecikeceğini söyledik ve hastane içinde şeytan avına başladık.
Şeytan sahibi insanları Serkan’ın odasına götürüyorduk ve şeytanı
yakalıyorduk. Ardından Serkan o özel gücüyle şeytanı mavileştiriyor ve

171
Karanlık ve Aydınlık

serbest bırakıyordu. Serkan gerektiği anda tüm mavi şeytanları


toplayabileceğimizden emindi.
Birkaç gün sonra şeytanları dışarıda da yakalamaya başladım. Tek
elimle bile tutabiliyor, doğruca Serkan’ın odasına götürüyordum. Gerisi
ufak bir işlemdi.
Đlk bir haftalık av boyunca elliden fazla mavi şeytanımız olmuştu.
Ve şeytan avında gittikçe hızlanıyorduk. O haftanın sonunda Serkan’ın
neden hâlâ taburcu olmadığı konusunda yönetimden serzeniş geldi ve
Serkan’ı hastaneden çıkarmak zorunda kaldık. Bu durum planlarımızı
bozacak gibi görünüyordu. Benim sürekli hastaneden ayrılıp Serkanların
evine gitmem imkânsızdı elbette. Ama insanlığı kurtarmak için bir şeyler
yapmak zorundaydık.
Hemen ertesi gün soluğu Serkan’ın evinde aldım. Saat akşam
sekizdi, sağlık ocağında hemşirelik yapan annesi de evdeydi. Artık
annesine de durumu anlatmamız gerektiğini düşünüyordum. Ama onların
evindeyken Serkan jest ve mimikleriyle bunu yapmamamı söyledi. Yalnız
kaldığımız bir anda ona nedenini sordum.
“Şeytan,” dedi, gözlerime bakarak “Gerçek şeytan… Benimle
anlaşma yapmak istiyor.”
Gözlerimden şaşkınlığımı okumuş olmalıydı. “Tabii ki kabul
etmedim,” diye ekledi. “Ama öyle bir şey teklif etti ki, az kalsın kabul
edecektim.” Hâlâ hiçbir şey anlamamış halde bakıyordum. O da bunu
fark etti. “Tamam,” dedi “Her şeyi anlatacağım.”
O sırada annesi, elinde bir meyve tabağıyla içeri girdi.
“Anne, bizi biraz yalnız bırakabilir misin?” Annesi sorun
çıkarmadan meyve tabağını bırakarak odadan çıktı. Ve Serkan anlattı:

172
Gökcan Şahin

“Bu gece geldi... Yatakta bir anda sıçradım ve karşımda onu


buldum. Sıradan bir insan şeklindeydi. Otuzlu yaşlarında güçlü kuvvetli
ama nur yüzlü bir insan şeklinde… Etrafına pembe bir ışık yayıyordu.
Yatağımın kenarına oturdu ve zihniyle konuştu. Ağzını açmadan
istediğini duyurabiliyordu bana. Benim onun yaratıklarını yok ettiğimi
düşünüyor. Belli ki benden korkmuş ve onu engellememem konusunda
adeta yalvardı. Bana bacaklarımı ve sol kolumu geri vermeyi, beni sakat
bırakan kazaya sebep olan sürücüyü bana teslim etmeyi önerdi. Hatta tüm
küçük şeytanların efendisi olabileceğimi bile söyledi. Onlara istediğimi
yaptırtabilirmişim, görevlerini engellememek şartıyla. Bana küçük
şeytanları savunmaya da çalıştı. Sadece günahkâr insanlara bulaştıklarını
söyledi. Tanrı’yla bir hesabının olduğunu ve kıyametten önce bunu
başarması gerektiğini anlatmaya çalıştı. Tüm günahkâr insanları kendi
tarafına çekmesi gerekiyormuş. Ama bütün bu cümleler tuzaklıydı.
Birincisi iyi düşünecek olursak aslında tüm insanlar günahkârdır ve
şeytanın hedefi de tüm insanlar. Đkincisi zaten Tanrı ile Şeytan arasındaki
anlaşma tüm insanları kendi tarafına çekme ile ilgiliydi. Evet, belki bana
vaat ettiği şeyleri gerçekleştirebilirdi; ama ona ruhumu satacaktım. Kabul
etmeliyim ki neredeyse bunu yapıyordum. Neredeyse onun yalanlarına
kapılıyordum; ama yapmadım.”
Serkan son cümlelerini söylerken heyecanlanmıştı. Kazandığı
büyük bir savaşı anlatan bir komutan gibiydi.
“Artık,” diye devam etti, gözlerini tekrar bana dikerek. “Küçük
şeytanların başında Şeytan’ın olduğunu biliyoruz. Ve onun teklifini kabul
etmediğim için çok öfkeli. Gece onu tersleyerek gönderdiğimde öfkeden
her tarafından dumanlar çıkıyordu. Gittikten bir süre sonra dahi duman

173
Karanlık ve Aydınlık

kokusundan uyuyamadım. Bir saat kadar odamı havalandırmak zorunda


kaldım.”
“Peki, ne yapabilir, zarar verebilir mi sana?”
“Sanmıyorum, fiziksel bir zarar veremez ama…”
“Ama verdirebilir,” diye tamamladım sözünü. Aklımdan emrindeki
küçük şeytanlar geçiyordu.

***

Korktuğum şey hiç beklemediğim bir anda oldu. Konuşmamızdan


yalnızca birkaç dakika sonra… Bir anda onlarca kızıl küçük şeytan
duvarlardan geçerek bulunduğumuz odaya girdi. Ve hemen arkalarından
Serkan’ın otuz yaşlarında nur yüzlü olarak bahsettiği adam... O anda pek
de nur yüzlü değildi. Omuzlarına dökülen simsiyah saçlı, siyah kot
pantolonlu, kırmızı-siyah alev desenli tişörtlü serseri tipli bir adamdı.
Serkan’ın ilk tepkisi korku dolu bir sesle “Anne?” demesi oldu.
“Merak etme,” dedi adam. “Annene biraz yorgun olduğunu
hatırlattık. Mışıl mışıl uyuyor odasında.”
“Şerefsiz!” dedi Serkan hem rahatlamış, hem öfke dolu bir sesle.
“Ne istiyorsun?”
“Dün de söylemiştim. Sadece bir anlaşma.” Bana baktı. “Üstelik
arkadaşını da kapsayabilir.”
“Kabul etmezsem ne olacak?”
“Küçük yardımcılarım kabul etmen için biraz yardım edecekler.”
“Bunu yapamazsın.”
“Ben insanların zihnine girmek konusunda ustayım, unutma.”

174
Gökcan Şahin

“O zaman neden anlaşmak istiyorsun? Madem istediğini


yaptırabileceksin?”
Şeytan hiç beklemediğim bir anda öfkelendi. Elbiseleri tutuştu ve
odaya yanık kokusu doldu. Gözleri alevlendi. Ağzından, burnundan ve
kulaklarından alevler görünmeye başladı. Saçları da alev dalgalarına
dönüştü. Đnsan görünümündeki yaratık irileşti, kamburlaştı, tırnakları
pençe, kulakları boynuz oldu.
“Çünkü beni etkileyemezsin Şeytan! Çünkü ben de senin gibiyim!”
dedi Serkan bağırarak. Şeytana odaklanmışken Serkan’ı hemen arkamda
ayakta dururken gördüm. Sakat olması gereken bacakları gözleri gibi
masmavi parlıyordu. Normalde kıpırdatamadığı sol kolunu kaldırdı ve…
“Gelin maviler, şimdi çağırıyorum sizi! Kötülerin efendisini
kovmak için çağırıyorum!”
Geldiler. En az kızıl şeytanların sayısında mavi şeytan odaya girdi.
“Yok edin onları!” dedi Serkan. Yaratıklar tereddüt etmeden emre
uydular. Şeytan’ın dahi şaşırdığı bu durumdan yararlanıp kızılları tek tek
dumana çevirdiler. Pençe darbesini yiyen kızıllar yok oluyorlardı. Savaşçı
olmadıkları belliydi. Çünkü efendileri de bir savaşçı değildi. Zihin
karıştıran zavallı bir mahlûktu. Mavilerin efendisi ise gücünü yüreğinden
ve beyninden alan ölümlü bir savaşçıydı. Bu savaşın galibi baştan
belliydi. Anlaşılan, Şeytan da bunu fark etmiş, Serkan’ın aklını çelmeye
çalışmıştı; ama Serkan bir hastalığı kapıp ona karşı antikor üreten bir
insan gibi, bir küçük şeytanın saldırısından kurtulup daha dayanıklı hale
gelmişti. Yani Serkan eğer o küçük şeytanı kapıp intihara kalkışmasaydı
belki de o gün galip gelemeyecekti.

175
Karanlık ve Aydınlık

Şeytan’ın halini söylemeye gerek yok sanırım. Yardımcılarının


hepsi kısa sürede yok olunca o da çekip gitti. Geri döneceğim gibi şeyler
de söylemedi, hatta tek kelime etmedi. Belki de Serkan’da kendisini bile
yok edecek bir güç görmüştü. Ona karşı koyamayacağını anlamıştı.
Daha sonra ne mi oldu? Av devam etti. Mavi şeytanlar, kızıl
şeytanları yok etmeyi sürdürdüler. Tabii ki yeterli değillerdi ama biz
elimizden geleni yapıyorduk.
Kim bilir, belki başka yerlerde de bizim gibi savaşçılar vardır. Ya
da bizim mavi şeytanlarımızı görüp etkilenebilecek yetenekli insanlar…
Ben ayrıca tanıdığım tüm insanlara bir kötülük dalgasının
yayıldığını anlatmaya çalışıyordum. Bunu küçük şeytanlar aracılığıyla
değil, son zamanlardaki toplum psikolojisi üzerinden söylüyordum.
Gerçi insanlar bu konuda o kadar körler ki beni önemsemiyorlar.
Sıradan bir sohbet gibi bakıyorlar olaya. Kimse o kötülük dalgasına karşı
bir şey yapmıyor. Yine de pes etmiyorum. Hâlâ insanları uyarmaya
çalışıyorum. Bundan sonra da böyle devam edecek.

176
KÜÇÜK ŞEYTANLAR 3

“ŞEYTAN TABLOSU”
1

KUMSAL

O yaz günü güneşin en dik olduğu saatlerden birinde Silivri


Semizkumlar’daki yazlığımızdan deniz kıyısına inen asfalt yolda
kardeşim Sarp ve annemle yürüyorduk. Dalmıştım. Terliğime kaçan ufak
bir taşın rahatsız etmesini umursamadan derin düşüncelerle boğuşarak
yoluma devam ediyordum.
Düşüncelerimde önceki gün kumsalda gördüğüm bir kız vardı.
Lacivert bikinisiyle uzanmış güneşlenirken çekinerek ama hayranlıkla
izlediğim vücudu bir vampirinki kadar beyazdı. Beline kadar uzanan
simsiyah saçları teniyle mükemmel bir tezat oluşturuyordu. Göbek deliği
ve kaşındaki sıra dışı piercinglerden ve kulaklığından yayılan sert
müziğin cızırtısından metalci gothic kızlardan olduğu anlaşılıyordu.
Altındaki havlu da gördüğüm kadarıyla siyah renk bir metalci havlusuydu
– ki on dokuz yıllık hayatımda öyle bir havluyu ilk kez görmüştüm.
Sarışın arkadaşı denizden çıkıp yanına gitmeseydi öylece bakakalacaktım
herhalde. O da güzeldi aslında. Sarı kısa saçlıydı ve vücudu biraz daha
topluydu. Ama ilgimi çekmedi.
Annem güneş şemsiyesini kızların on-on beş metre ötesine
dikmişti. Saatler boyunca denize girip güneşlenmiş, ayrıca kitap okuyup
müzik dinlemiştim ama aklım hep ondaydı. Kendi aralarındaki
Gökcan Şahin

konuşmalardan adının Elçin olduğunu öğrendim. Güzel isimdi. Sarışın


kızın adı ise Mine’ydi.
Bir ara sahilde tur atmaya gittiklerini hatırladım. Yürürken ne
kadar güzel görünüyordu Elçin.
Upuzun saçları istemsizce dalgalanıyordu; bazen kaşındaki
piercingi kapatıyor, bazen belirginleştiriyordu. Gözleri koyu maviydi.
Denizin mavisiyle yarışacak kadar güzel bir mavi…
Ben bunları düşünüp ayağıma batan taşın iyice rahatsızlık
verdiğinin farkında bile değilken Sarp beni gerçek dünyaya döndürdü.
“Abi, köpek!”
“Of Sarp, bu kadar korkak olma. Buradan onca kişi geçiyor. Seni
mi ısıracak?”
“Ya ısırırsa?”
“Ne istiyorsun, seni sırtıma mı alayım?”
Sarı renkli iri bir köpek yolun orasında uzanmış bize bakıyor, hızlı
hızlı nefes alıyordu. Sıcaktan bunaldığı her halinden belliydi. Sarp’ı
ısırmayacağı da… Ama ne çare ki onu buna inandıramazdım.
Çocukluğundan beri köpeklerden çok korkardı (gerçi hâlâ çocuktu, daha
on dördündeydi, on beşine girmesine birkaç gün kalmıştı). Hatta bu korku
neredeyse fobiye dönüşmüştü. Biz köpeğe yaklaştıkça bana daha çok
sokuldu. Köpeği geride bırakana kadar adeta bana yapışık yürüdü. Köpeği
geçince birkaç adım öne geçip yoluna devam etti.
Ayağımdaki taşı çıkarmayı sonunda akıl ettim ve tekrar hayallere
daldım. Daha doğrusu önceki gün olanları düşünmeye… Yanımızda ufak
plastik bir top götürmüştük. Denizde veya kumda onunla oynamak
eğlenceli oluyordu. Bir ara Sarp’la oynarken top kızların yanına kaçtı ve

179
Karanlık ve Aydınlık

bu durumu fırsat bilerek hemen onların yanına koştum. Elçin’le ilk


diyalogumu o sırada kurdum. Hemen önlerindeki topu alıp özür diledim.
“Kardeşim bazen ayağını kontrol edemiyor da,” dedim gülerek. Doğruca
Elçin’in gözlerine bakıyordum.
Bir şey söyleme gereksinimi duymuş olacak ki, “Öyle mi?” diye
kaçamak bir yanıt verdi. Đlk defa sesini bu kadar yakından duymuştum.
Klasik bir genç kız sesi olmasına rağmen bana dünyanın en güzel
şarkısını söyleyen bir kanaryanın sesinden farksız geldi.
“Rahatsız ettiğim için tekrar özür dilerim,” deyip Sarp’ın yanına
döndüm.
Yine düşüncelerimden alıkonuldum. Bu kez bir şey soran annemdi.
“Saat kaç Doğan?”
“Đkiyi biraz geçiyor anne.”
“Güzel, tam zamanında gelmişiz. Biraz denizin tadını çıkarın.”
“Evet, akşam da geç gideriz,” dedim hevesle. Elçin’i -eğer yine
gelmişse- daha uzun süre görecek olmamın heyecanı sarmıştı beni.
Asfalt yol sona erip yumuşak kum kendini gösterir göstermez
önceki günkü yere yöneldim. Evet, oradaydılar. Đkisi de oradaydı. Renkli
bir güneş şemsiyesinin altında oturmuş kitap okuyorlardı. Demek ki bir
günlüğüne gelmemişlerdi. Belki de daha uzun süre kalacaklardı. Bu da
onu her gün görmem demekti.
Başımı çevirdiğimde annemlerin ters tarafa doğru yürüdüklerini
gördüm. Hemen yanlarına koştum.
“Anne, nereye gidiyorsunuz? Dünkü yerimize niye gitmiyoruz?”
“Ne farkı var ki?”
“Dünkü yer iyiydi işte. Oraya gidelim.”

180
Gökcan Şahin

Annemin yüzündeki o yarı alaycı ifadeden anladım ki benim


Elçin’e hayranlık duyduğumu fark etmişti. Kısa bir süre düşünüyormuş
gibi bekleyip önceki günkü yerimize gitmeye razı oldu. Sarp’la birlikte
arkasından yürüdük. Ellerimizdeki malzemeleri boşalttıktan sonra Sarp
üstündeki tişörtü çıkarır çıkarmaz denize koştu. Ben ise havlumun üstüne
oturup güneş gözlüğümü taktım ve etrafa göz gezdirmeye başladım.
Hafta içi olduğu için sahil pek kalabalık değildi. Elçin ve arkadaşı
sol tarafımızda hemen hemen on beş metre ötedeydiler.
Onların solunda orta yaşlı bir karı koca vardı. Kadın çok şişmandı.
Adam da hayli göbekliydi. Kumların üzerindeki beyaz bir teknenin
yanına yerleşmişlerdi. Oranın ötesini tekne nedeniyle pek seçemiyordum.
Sağ tarafıma baktım. Bize en yakın insanlar yirmi metre
ötedeydiler. On altı-on sekiz yaşlarında iki genç arada bir kahkahalar
atarak konuşuyorlardı. Biraz ilerilerinde orta yaşlı üç kadın belli ki
dedikodu yapıyorlardı. Daha ileride de insanlar vardı ama pek de
seçemiyordum. Gözlerimin 0.75 numara miyop olmasının da etkisi var
elbet.
Denize göz attım. Sakindi. Çok ufak dalgalar kumları gıdıklıyordu.
Suyun berraklığı oturduğumuz yerden bile anlaşılıyordu. Denizin çeşitli
yerlerine serpiştirilmiş şekilde ikişer üçer kişilik gruplar vardı. Denizin
tadını çıkarmakla meşgul her yaştan insanlar… Sağ tarafta yüz-yüz elli
metre ötede bir yüzer duba vardı. Kızlı erkekli birkaç kişi dubadan atlayıp
yeniden tırmanıyorlardı. Bir ara Sarp’la gidelim, diye düşündüm.
Dubanın tepesinden iki buçuk metre derinlikteki suya atlamak kadar
eğlenceli bir şey yoktu. Ayrıca yeni insanlarla tanışmak için iyi bir
mekândı.

181
Karanlık ve Aydınlık

Gözüm Elçin’e kaydı. Kitabını bırakmış, ayağa kalkmıştı. Şimdi de


denize doğru yürüyordu. Arkadaşı da onu takip etti. Güneş gözlüğümün
de verdiği güvenle denize girene kadar Elçin’i gözetledim. Bu ne
güzellikti Allah’ım! Bu güzelliğe her bakışımda kalbim sökülecek gibi
çarpıyordu.
Kızlar denize girdikten sonra biraz da annem ve Sarp’ın fark
etmesinden korkarak diğer yöne döndüm. Bir dakika! Sarp neredeydi?
Etrafıma aceleyle bir göz attım ama kardeşim hiçbir yerde
görünmüyordu. Denizdekileri tek tek inceledim. Dubanın üstündekilere
baktım. Hiçbiri Sarp’a benzemiyordu. Sahile baktım, yoktu. Eee?
Neredeydi bu çocuk?
“Anne?”
“Hı?”
“Sarp nerede? Görünmüyor.”
“Denizde değil mi?” dedi gözlerini açmadan.
“Hayır, yok,” dedim. “Görmedin mi sen de?”
Annem yerinde doğruldu ve etrafına baktı. “Allah Allah,” dedi.
“Nereye gitmiş bu çocuk?”
Etrafa biraz daha göz gezdirdikten sonra teoriler üretmeye
başladık.
“Belki sahilde yürüyüşe çıkmıştır,” dedi annem. Mümkündü ama
Sarp daha önce hiç tek başına ve haber vermeden yürümemişti. Genellikle
ikimiz birlikte giderdik. Yine de her şeyin bir ilki vardı.
“Olabilir,” dedim. Sonra aklıma daha mantıklı ve komik bir fikir
geldi. “Kesin köpek kovalamıştır. Sarp köpek gördüyse eve bile iki
saniyede gider.”

182
Gökcan Şahin

Annem bu fikri ciddiye almış gibi görünüyordu. “Sen hiç gördün


mü köpek?”
“Hayır anne, öyle olsa hemen yanıma gelir, ‘Beni koru, beni
kurtar,’ diye yalvarırdı zaten.”
“Neyse, sonra çıkar ortaya. Denize niye girmiyorsun?” Denizde
Elçin’i gördü. “Bak seninki de denizde,” dedi sırıtarak.
“Of anne ya,” dedim. “Ne benimkisi?”
“Güzel kız ama satanist gibi.”
“Ne satanisti anne ya, metal müzik dinleyenler öyle oluyor. Farklı
olmanın bir yolu.”
Ben bunları söylerken annem tekrar havlusuna uzanmıştı bile.
Cevap vermedi. Denize girip girmemek konusunda düşünmeye başladım.
Evet, en iyisi girmekti. Hem denizden bakarak sahili de tarayabilir, Sarp’ı
bulabilirdim.
Güneş gözlüğümü çıkardım ve denize doğru yavaş adımlarla
yürüdüm. Göz ucuyla Elçin’e baktım. Yüzü bana dönüktü. Bu fırsatı
kullanıp şov yapmaya karar verdim. Denize doğru koştum ve bütün
gücümle zıplayarak en iyi dalışımı gerçekleştirmeye çalıştım. Başarıp
başarmadığımı bilmiyordum, Elçin’in görüp görmediğini de. Çünkü
hemen çıkıp Elçin’e bakmam ona gösteriş yaptığımı anlamasına sebep
olabilirdi.
Onun denizde olduğunu bilmiyormuş gibi umarsızca açıldım. Su
yüksekliği omuzlarıma ulaşınca sahile doğru döndüm ve Sarp’ı bulmaya
çalıştım. Göremeyince aramaktan vazgeçip denizin keyfini çıkarmaya
başladım. Yüzmeyi çok iyi bildiğim için hiç tereddüt etmeden boyumu
geçen yerlere açıldım. Annem bunun tehlikeli olduğunu söyleyecekti ama

183
Karanlık ve Aydınlık

açıkta yüzmek bende bir tutkuydu. Açılmak, kendimi okyanusun


ortasında gibi hissetmemi sağlıyordu.
Boyumdan birkaç karış daha derin bir bölgede yüzerken denizin
tabanındaki bir şey ilgimi çekti. Göz ucuyla da olsa kumdan farklı bir şey
gördüğümden emindim. Nefesimi toplayıp suyun kulaklarıma yaptığı
baskıyı umursamadan tabana kadar daldım. Dikdörtgen şeklinde renkli bir
şeydi bu. Yüzümü iyice yaklaştırınca çerçeveli bir tablo olduğunu fark
ettim. Bir kısmı kumun altında kalmıştı. Açıktaki köşelerinden tutarak
yüzeye çıkardım. Hafif bir şeydi, denizde de kolayca yüzüyordu.
Resim sanatıyla hiç alakam yoktur ama bu, tablodaki resmi merak
etmemi engellemedi. Tablonun iki yanından tutarak kendime doğru
çevirdim ve resmi net olarak gördüm. Su altında kalması nasıl olmuşsa
resmi yok etmemişti.
Tapınağa benzer bir yerin iç cephesi görünüyordu. Antik bir mekân
olduğu belliydi. Duvarlarda heykelsi çıkıntılar, çeşitli figürlerin
resmedildiği kabartmalar vardı. Tam karşıda tiyatro sahnesine benzer
yüksek bir dekor yerleştirilmişti. Burada kafası kadar boynuzları olan
kırmızı bir yaratık hafifçe ağzını açmış, adeta konferans veriyordu.
Önünde kilise sıralarına benzeyen oturaklar vardı ve oturaklarda onlarca
kişi can kulağıyla yaratığı dinlemekteydi.
Resme anlam yüklemekten vazgeçip kıyıya doğru yüzdüm.
Tabloyla beraber yüzmek zor olduysa da onu götürmemi engellemedi.
Kıyıya yaklaştıkça artan insanlar tabloya şöyle bir bakıyorlar ama
ilgilenmiyormuş gibi görünmeye çalışıyorlardı. Ben de onlarla
ilgilenmedim. Doğruca annemin yanına gittim.
“Anne, sana denizden bir hediye getirdim,” dedim.

184
Gökcan Şahin

Annem yüzüstü uzanmış, sırtını güneşlendiriyordu. Sesimi


duyunca başını kaldırdı ve tabloya baktı. “Nerden buldun bunu?”
“Denizde. Kısmetimizmiş.”
Annem doğrulup tabloyu eline aldı. Resme şöyle bir göz attı.
“Allah Allah, niye denize atmışlar ki bunu?” dedi.
“Bilmiyorum, ama eve götürürüz herhalde.”
“Götürürüz götürmesine de kardeşin gelmedi hâlâ. Nereye gitti ki
bu çocuk?”
Ben Sarp’ı tamamen unutmuştum. Demek hâlâ ortalıkta yoktu.
Şöyle bir etrafıma baktım ama göremedim. Gözüme yine Elçin ve
arkadaşı takıldı. Denizden çıkmış yine kitap okuyorlardı. Keşke biraz
daha cesur olabilseydim de yanlarına gidip hangi kitabı okuduklarını
sorabilseydim. Hem de bulduğum tabloyu gösterirdim. Belki ilgilerini
çekerdi. Biraz sohbet eder, arkadaş olurduk. Tabii bunlar sadece hayaldi.
Ben kim, onların yanına gitmek kim, diye düşündüm ve diğer yöne dönüp
yine Sarp’ı bulmaya çalıştım. O sırada annem bana seslendi:
“Doğan, baksana şu çocuk Alican değil mi?”
“Kim?”
“Omzunda havlusuyla geliyor ya, şurada.”
“Aa, evet o valla.”
Alican önceki sene geldiğimizde bana arkadaşlık etmiş 1.75
boylarında, benden üç yaş küçük bir bir gençti. Zayıftı ama sağlıksız bir
görünümü yoktu. Kendine güvenen keskin bakışlarıyla ilk başta
somurtkan biri gibi görünse de yakınlaşınca oldukça renkli bir kişiliği
olduğunu görebilirdiniz. Babası Türk Telekom’da çalışıyordu ve ailece
tüm yıl burada oturuyorlardı.

185
Karanlık ve Aydınlık

Alican’la önceki yıl sahilde tanışmıştık. Aslında tanışmamız


annelerimiz aracılığıyla olmuştu. Önce annelerimiz tanışmışlar, sonra bizi
tanıştırmışlardı. Silivri’deki ilk arkadaşım olmuştu. Đtiraf etmeliyim ki ilk
başta bu tanışma işinden pek memnun olmadım. Zira yalnızlığı seven bir
insanım. Ama daha sonra Alican’a kanım ısındı ve o bir haftalık tatilin en
güzel üç gününü onunla geçirdim.
Özellikle onların binasındaki masa tenisi masasında oynadığımız
maçlar mükemmeldi. Alican masa tenisinde gayet iyiydi ama ben de fena
sayılmazdım. Lisede masa tenisi şampiyonluğum vardı. Onun da bir
madalyası olduğunu biliyordum. Yani ikimiz de kaliteli oyunculardık ve
maçlarımız da çok kaliteli geçiyordu. Dediğine göre karşısına çıkan en
ciddi rakiplerden biriymişim. Bir de kuzeni varmış, önceki yıllarda
Alican’a masa tenisini öğreten oymuş. Bir gün onunla da karşılaşmak
isterdim doğrusu.
Sonuçta bu eğlenceli günler sadece üç gün sürdü, çünkü annemin
izni bittiğinden eve gitmek zorunda kaldık.
Đşte bu yıl Alican’la ilk kez karşılaşıyordum ve daha en az bir hafta
buradaydık. Bu kez eğlence daha doyurucu olacaktı.
Alican yüz metre kadar ötemizde havlusunu yere attı. Hemen
ayağa kalkıp yanına gittim.
“Merhaba Alican.”
Hemen tanıdı beni. Sarılıp öpüştük. “Vay, Doğan, geldin demek.”
“Dün geldik daha. Ama dün göremedim seni.”
“Dün gelmedim. Denize yalnız gelmek pek zevkli olmuyor.”
Hal hatır sormalar ve ufak bir sohbetten sonra aklıma Sarp geldi.
“Ya, gelirken Sarp’ı gördün mü? Birden kayboldu.”

186
Gökcan Şahin

“Yok, görmedim. Yukarı doğru gelmedi.”


“Hımm, anladım. Nereye gitti bu çocuk ya?” Şöyle bir etrafıma
baktım yine. “Gelsene yanımıza, burada yalnız kalma.”
Alican’la annemin yanına doğru yürümeye başladık. Elçin ile Mine
hâlâ kitap okuyorlardı. Alican yanlarından geçerken onlara şöyle bir
baktı.
“Güzel kızlar gelmiş bugün,” dedi.
“Dün de buradaydılar,” dedim.
“Sarışın olan güzelmiş. Tam bana göre. Havalı.”
“Bence esmer daha güzel.”
“Nerede oturuyorlar acaba?” dedi gözü tekrar kızlara kayarken.
“Onu bilmiyorum ama adları Elçin ile Mine. Kendi aralarında
konuşurlarken duydum.”
“Mine seninki mi?”
“Hayır, seninki.”
Gülüştük. Kızları sahiplenmiştik bile.
“Ben bunların nerede oturduklarını öğrenirim,” diyerek konuyu
kapattı Alican. Annemin yanına varmıştık zaten. Annem Alican’a hal
hatır sordu. Sonra da güneşlenmesini sürdürdü. Alican tabloyu görünce
bir göz hareketiyle ne olduğunu sordu.
“Đnanmayacaksın ama denizde buldum,” dedim. “Şu ileride. Boyu
geçen yerlerde.”
Alican tabloyu biraz inceledi. Sonra denize girdik. Bir süre denizde
kaldıktan sonra Sarp hâlâ görünmeyince kumsal boyunca bir yürüyüş
önerdim. Belki bir yerde birileriyle takılıp kalmıştı. Alican seve seve
kabul etti. Önce batıya, sonra doğuya doğru bir saat kadar süren bir

187
Karanlık ve Aydınlık

yürüyüş yaptık; ama Sarp’la ilgili en ufak bir ipucuna rastlayamadık.


Sanki yer yarılmıştı da içine girmişti.
Annemin yanına döndük. Annem, “Şu kızlara sorsanıza, belki
onlar görmüştür,” dedi. Elçin’le Mine’yi kastediyordu. Alican’la bakıştık.
Kalbim birden küt küt atmaya başladı. Vücut sıcaklığımın arttığını
hissettim. Oysa Alican şaşılacak biçimde sakin görünüyordu.
Kızlara doğru yürümeye başladım. Đçimden, inşallah yanlış
anlamazlar, diye dualar ediyordum.
Biz karşılarına geçtiğimizde Elçin başını kitaptan kaldırıp doğruca
bana bakınca işim epey kolaylaştı. Yoksa orada dikilip kalacaktım.
“Pardon,” dedim, “Bir şey soracaktım. Kardeşim uzun zamandır
görünmüyor da ortalıkta, gördünüz mü diye soracaktım. On dört yaşında,
dün görmüşsünüzdür belki.”
Yemin ederim konuşurken ne dediğimi bilmiyordum. Sözcükler
kendiliğinden çıktı. Elçin’in kısık gözlerle gözlerimin içine bakması beni
benden almıştı zaten.
“En son denizdeydi,” dedi sakince. “Bayağı açılmıştı. Yüzme
biliyor değil mi?”
Ben sadece, “Bilmiyorum,” demesini bekliyordum. Oysa şimdi
tekrar konuşmam gerekiyordu.
“E…Evet, biliyor. Đki yıldır yaz okuluna gidiyor. Benden iyi yüzer
yani.” Yutkundum. Kendimi tahtaya kalkmış bir öğrenci gibi
hissediyordum. Hata yapmamalıydım.
“Senin açıldığın yere kadar falan açılmıştı. Sonra da dikkat
etmedim.”

188
Gökcan Şahin

‘Sen’ demişti bana. Kalbim artık patlamasına ramak kalmış bir


bomba gibiydi. Elçin benim açıldığımı görmüştü, belki de beni izlemişti.
Ne kadar açıldığımı biliyordu çünkü. Sarp için endişelenmem gerekirdi,
ama itiraf etmek gerekirse o sırada Sarp diye bir kardeşim olduğunu bile
hatırlamıyordum.
Birkaç saniye (veya dakika, emin değilim) Elçin’in gözlerine
bakmaya devam ettikten sonra sonunda dilimde bekleyen kelimeleri
söyledim: “Peki, teşekkürler.”
Ve oradan ayrıldım. Alican’ın yanımda olduğunu unutmuştum. O
da teşekkür etti ve annemin yanına gittik.
“Görmüşler mi?”
“En son denizdeymiş, epey açılmış.”
“Of Doğan. Neden göz kulak olmuyorsun kardeşine? Gözlerini
kızlardan ayıramadın ki!”
Haklıydı.
Eve dönmeye karar verdik. Yapacak bir şey yoktu. Alican,
Mocamp’ın güvenlik görevlilerine Sarp’tan bahsetti ve görürlerse haber
vermelerini söyledi. Bu arada Mocamp’ın bizim bulunduğumuz yerin
batısında özel bir kamp yeri olduğunu söyleyeyim. Alican’ın oralarda
tanımadığı kişi yoktu.
Eşyalarımızı toparlayıp asfalt yoldan yukarı doğru yürüdük.
Denizde bulduğum tabloyu ben taşıdım. Az ileride sarı köpek yine
karşımıza çıktı ama aramızda korkutabileceği kimse yoktu. Gölgelik bir
yerde oturmuş, hızlı hızlı nefes alırken yoldan geçenleri seyrediyordu.
Kafam karmakarışıktı. Sahildeki kızları mı, elimdeki tabloyu mu,
kaybolan kardeşimi mi düşünsem bilemiyordum. Alican yanımda

189
Karanlık ve Aydınlık

bakışlarını ileriye yöneltmiş, konuşmadan yürüyordu. Benim de pek


konuşacak halim olmadığından bu durumdan memnundum. Annem bir
adım önümüzde ilerliyordu ve arada bir çabuk olmamız konusunda
uyarıyordu. O sırada umudu Sarp’ın evde olmasıydı. Anahtarı yoktu ama
bahçede oturmuş olabilirdi. Belki de hamakta biraz sallanmak istemiş ve
uyuyakalmıştı.
Yürürken karşıdan gelip yanımızdan geçen bir adam dikkatimi
çekti. Saçı sakalı birbirine karışmış, belki de ayyaşın teki olan adam
elimdeki tabloya gözünü dikti ve birkaç saniye gözünü ayırmadan baktı.
Sonra benimle göz göze gelince gözünü kaçırdı ve yanımızdan geçip gitti.
Yüzünü gizleyen sakallarından dolayı yüz ifadesini doğru dürüst
seçememiştim. Dudak büküp yoluma devam ettim. Alican da adamı fark
etmişti ama aramızda geçen o bir anlık duruma şahit olmamıştı.
Eve gittiğimizde son umudumuz da boşa çıktı. Bahçede de evde de
kimse yoktu. Yan komşumuza sorduğumuzda Sarp’ı hiç görmediği
cevabını aldık.
Biz bahçede oturmuş beklerken annem ciddi ciddi polisi aramayı
düşünüyordu. Eğer bir saat içinde haber alamazsak polisi arayacağını
söyleyip noktayı koydu. Saate baktım, beş buçuktu. Güneş bu saatte bile
yakıcı ışınlarını esirgemiyordu.
Alican duş almak için eve gitti. Geri gelecekti. Ben de bir duş
aldım ve üzerimdeki deniz suyunu attım. Denizde bulduğum tabloyu alıp
bahçedeki sandalyelerden birine oturdum. Birkaç dakika sonra Alican
geldi. Hemen ardından da davetsiz bir misafir.

190
Gökcan Şahin

Bu misafir, asfalt yoldan çıkarken gördüğümüz yaşlı adamdı.


Bahçe kapısını açıp içeri girerken ayağa kalktım. Daha ağzımı açamadan
hırıltılı bir sesle konuştu.
“O tablo,” dedi Alican’a verdiğim tabloyu göstererek. “Onu nerede
buldunuz?” Adamı tersleyebilirdim ama gözlerinden ciddiyet akıyordu.
“Niye ki amca?”
“O tabloyu yok etmiştim ben…”
“Nasıl yani?”
“Tabloyu denize gömdüm. Nasıl buldunuz onu?”
“Denizdeydi zaten. Yüzerken buldum. Neden gömesiniz ki? Gayet
güzel bir tabloya benziyor. Gerçi resimden anlamam ama…”
“Ben ne diyorum sen ne diyorsun çocuk! O tablodan hemen
uzaklaşın. Canınıza mı susadınız siz?”
Adamın deli olduğuna dair bir şüphe oluştu bende. Bana bakıp
gülümseyen Alican da aynı kanıdaydı sanırım.
“Neden?” diye sordum adama. Bu kez ne diyeceğini gerçekten
merak ediyordum.
“Nedenini boş ver. Tabloyu yeniden yok etmem gerekecek. Đş yine
başa düştü. Ver bakalım şu laneti.”
“Amca, dalga mı geçiyorsun bizimle? Bunu biz bulduk. Niye
verelim?”
Bir insanın gözleri duyguları bu kadar iyi yansıtabilir miydi?
Adam resmen gözleriyle konuşuyordu. Öyle bir öfke dalgası geçti ki
adamın beni öldürmesinden korktum.
“Gençler. Şu tabloyu bana verin. Siz de kurtulun ben de.”
“Amca, sebebini söyle verelim,” dedi Alican.

191
Karanlık ve Aydınlık

“O tablonun kaç kişiyi yok ettiğini biliyor musunuz siz? Tehlikeli


diyorum, tehlikeli! Verin o tabloyu da yok etmek için başka bir yol
arayayım.”
“Amca, sen bize şu işi tam anlatsana.”
“Anlaşıldı. Sizden kurtuluş yok.” Adam davet beklemeden
yanımıza gelip bir sandalyeye oturdu. Konuşmaya başladı. Konuşurken
hiç de bir ayyaşa benzemiyordu. Gayet düzgün, akıcı ve rahat
konuşuyordu. Yarım saat kadar onun öyküsünü dinledik.

İHTİYARIN ÖYKÜSÜ

Beni iyi dinleyin çocuklar. Đnanıp inanmamak size kalmış, ama


dinleyin. Bunları anlattıktan sonra isteseniz de istemeseniz de tabloyu
sizden alacağım. Çünkü bu tablo kötülüğün tablosu, bu tablo şeytanın
tablosu…
Önce şunu söyleyeyim. Bu beğendiğiniz resmi ben çizdim. Otuz
küsur yıl önce, daha genç bir adamken şeytana uyup çizdim bunu. Mecaz
anlamda değil ha, gerçekten şeytana uydum. O çizdirdi bunu bana.
Ben burada doğmuş bir adamım. Buralar daha köyken burada
yaşıyorduk biz. Ailem çiftçilik ve balıkçılık yapardı. Yüzyıllardır
Silivri’de yaşamışız. Ben de burayı terk etmedim.
Gençken çok tembel olduğumu söylerlerdi köyde. Çünkü ne tarıma
ne de balıkçılığa ilgim vardı. Kendimde büyük bir yetenek keşfetmiştim

192
Gökcan Şahin

ve zamanımın çoğunu resim çizmeye ayırıyordum. Kimse eğitmedi beni,


kendi kendime öğrendim çizmeyi.
Önce suluboyayla başladım. Sonra yağlı boyayı keşfettim. Şehre
inip bana aylarca yetecek resim malzemesi aldım ve odamda onlarca tablo
yaptım. Bu benim için bir tutkuydu. Satmak veya birilerinden övgü almak
için çizmiyordum. Hatta çoğunlukla kimseye göstermezdim resimlerimi.
Zaten resim köyde kimsenin umurunda değildi. Beni keşfeden de
olmayacaktı haliyle.
Bir gece korkunç bir rüya gördüm. Rüyada bir tablo çizdiğimi
görüyordum. Biri sırtımdan kırbaçlayarak zorla çizdiriyordu resmi. Đşte o
resim bu tablodaki resimdi.
Ertesi gece yine aynı rüyayı gördüm. Resim önceki gece
kâbusumda çizdiğim kadarıyla karşımdaydı ve yaratık bana ona devam
etmemi söylüyordu. Bir süre daha devam ettim ve uyandım.
Sonraki gecelerde yine aynı şey oldu. Ve beşinci gece resmi
tamamladım.
“Güzel bir taslak oldu,” dedi biri arkamdan. O an ilk kez arkamı
dönüp onu gördüm. Resimdeki yaratığın ta kendisiydi. Koçboynuzuna
benzeyen boynuzlar, timsahınki gibi dişler, kırmızı bir vücut. O sırada
uyandım.
Resim bittiği için kâbuslarımın biteceğini ummuş ama yanılmıştım.
Ertesi gece yine o yaratık çıktı karşıma. “Bu gece bu resmi gerçekten
çizmeye başlayacaksın,” dedi. Cevap bile veremedim. Onun o alevden
gözlerini gören birinin de cevap verebileceğini sanmam. Karşıma boş bir
tablo çıktı. Yine rüyadaydım, yine o resmi çizecektim. Bunun böyle
sonsuza kadar sürmesinden korkuyordum.

193
Karanlık ve Aydınlık

Yaratık nasıl oluyorsa resmi zihnimde oluşturuyordu. Ben de hiç


zorlanmadan çiziyordum. Bir yerden bakamam falan gerek yoktu. Tüm
ayrıntılarıyla beynime kazınmıştı resim.
Resmi o gece tamamen bitirdim. Önceki gibi beş gece sürmedi.
Resim bittikten sonra etraf karardı ve normal uykuma döndüm.
Sabah kalktığımda bir de ne göreyim? Gece çizdiklerim resim
tahtamda duruyor. Rüya sanırken gerçekten çizmişim yani. Şaşkınlıktan
belki de bir saat öylece bakakalmışımdır. Neyse, sonra annem geldi de
beni kahvaltıya çağırdı. Bu vesileyle gidip yüzüme su çırpıp kendime
gelebildim.
Kahvaltıdan sonra odama gitmeye korktum. O resmin gerçekten
orada olup olmadığından emin değildim. Ve korktuğum onu yine orada
görmekti. Ne yalan söyleyeyim, o gün akşama kadar odama adım
atamadım. Akşama doğru içim içimi yemeye başladı, odaya nasıl
gireceğimi düşünüyordum.
Hava kararmaya yüz tutmuşken bizim evin önünden geçen bir
çocuğu çağırdım yanıma. Tanıyordum, iki ev yandaki komşunun
çocuğuydu. On yaşında falandı.
“Senden bir şey istesem yapar mısın?” dedim.
“Ne istediğine bağlı abi,” dedi. Uyanık çocuktu.
“Çok kolay bir şey. Odamda bir resim var; onu alıp bir poşete
koymanı ve götürüp çöpe atmanı istiyorum.”
Çocuk iyi bir hazırcevaplıkla “sen niye yapmıyorsun?” diye sordu.
Biraz mıy mıy edip şöyle dedim.
“Seni sevdim ben. Dedim bu çocuğa biraz harçlık vereyim. Ama
hiç iş yapmadan da para verilmez. Hazıra alışır çocuk. Ben de, ‘Burada

194
Gökcan Şahin

rahat rahat serin havada oturmuşken içeri girmeyeyim,’ dedim. ‘Gidip


atsın şu işe yaramaz tabloyu da birkaç kuruş vereyim şuna.’”
“Öyle desene abi, hemen gidiyorum,” dedi kerata. Koşa koşa açık
kapıdan girdi.
Arkasından seslendim. “Sağdaki kapı ha, yanlış yere girme.”
“Olur,” diye seslendi. Bu, çocuktan duyduğum son sesti. Đçeri girdi
ama bir daha çıkmadı. Buharlaşır gibi yok oldu.
Mecburen tüm cesaretimi toplayıp içeri girdim. Đçerisi bıraktığım
gibiydi. Tablo da resim tahtasının üzerindeydi hâlâ. Ama çocuktan eser
yoktu. Camdan çıkma olasılığı da yoktu, camlar demirliydi çünkü.
Bana görünmeden nasıl gidebildiğine şaşarken tabloya bakmaya
cesaret edebildim. Tablo hâlâ aynı tabloydu ama ufak bir değişiklik vardı.
Normalde boş olarak çizdiğim sıralardan birinde biri oturuyordu. Bunun,
tabloyu alması için içeri gönderdiğim çocuk olduğu kafama dank etti
birden. Üzerindeki kırmızı tişört, açık kahverengi düz saçlar… Đşte tıpatıp
aynısıydı. Her ne kadar yüzünü görme şansım olmasa da tablodakinin o
olduğuna emin olmuştum.
Paniğe kapıldım ve tabloyu saklamaya karar verdim. Kimse bu
tabloyu görmemeliydi. Kimse o çocuğu tabloyu alması için gönderdiğimi
bilmemeliydi.
O gece köyde kopan yaygara içimdeki son umut ışığını da
söndürmüştü. Ailesi çocuklarının kaybolduğunu söyleyerek köyü ayağa
kaldırıyordu. Kısa sürede herkes çocuğu bulmak için seferber olmuştu.
Ben hariç.
Köylüler benim tembelliğime alıştıklarından yokluğumu
umursamadılar. Ben de evde öylece oturup ağladım. Yirmi yaşında koca

195
Karanlık ve Aydınlık

adam olmuştum ama yine de gözyaşlarımı durduramadım. Çocuğun


benim yüzünden öldüğünü düşünüyor, hıçkırıklara boğuluyordum.
Gece boyunca uyumadım. Zaten köydeki o karmaşada uyumak çok
zordu. Tabloyu bir poşete koyup, odamdaki sandığa tıkarak sandığı
kilitledim. Gece boyunca yatağımda kıvranıp durdum.
Vicdan azabının içimi kemirdiği, korkunç kâbusların uykularımı
böldüğü günler başladı. Aylar geçti, çocuğu bulamadılar ve ailesi yavaş
yavaş çocuklarını kalplerine gömdü. Ben de kendimi biraz toparlamıştım.
Ama tablonun ikinci kurbanını almasıyla yine çöküntüye uğradım.
Annem bir gün eve temizliğe gelmesi için köyden bir kadın
tutmuş. Kadın daha ilk günden ortadan kayboldu. Eve gelip odamdaki
sandığı açık bulduğumda durumu anladım. Resme baktığımda sağ
sıralardan birinde başörtülü kadın yerini almıştı.
O olaydan sonra sinirim tepeme çıktı, tabloyu yok etmeye karar
verdim. Tabloyu parçalayıp yanan sobaya attım. Babama işe yaramaz bir
tablo olduğunu söylediğimde odanın ısınmasından memnun bile oldu.
Đşin tuhafı o tabloyu attığımız gün soba Cehennemvari bir sıcaklık
yaydı. Babam sobayı söndürmek zorunda kaldı. Zira evin içi kırk
dereceyi bulmuştu.
Tablodan kurtulduğumu düşünüyordum ve inanılmaz bir rahatlığa
kavuşmuştum. Ta ki o geceki rüyama kadar. Karşımda yine o iblis vardı.
Çok kızgındı. Tabloyu derhal tekrar yapmamı istiyordu. Ve benim ona
karşı koyacak iradem yoktu. Aklımda beliren tabloyu aynen çizdim o
gece. Üstelik tablodaki iki dinleyiciyi de çizdim: Kırmızı tişörtlü çocuk
ve başörtülü kadın. Ve ertesi gün uyandığımda resim tahtasında aynı
tabloyu gördüğümde hiç şaşırmadım.

196
Gökcan Şahin

Ağladım. Tabloya bakarak hıçkırıklarla ağladım. Kurtuluşu


olmayan bir esir gibi ağladım.
Bundan sonrası hep aynı aslında. Bu tablo öyle bir tablo ki atsan
atılmıyor, satsan satılmıyor. Ne kadar kurtulmaya çalışırsam çalışayım
beceremedim. O yaratık tabloyu belki yüz kere tekrar çizdirdi bana. Bu
tabloyu yaptığım günden beri yani tam otuz beş senedir en az yüz kişi
tablo tarafından yutuldu. Ne yapsam durduramadım. Şeytani bir şeyler
her istediğini alıyor gibiydi. Ve işte bu günlere geldik. Sırf tablo
yüzünden evlenemedim. Sırf onun yüzünden üzüntüden başka bir şey
yaşamadım. Zaten bu tablodan sonra resim bile çizemedim. Annem
babam öldükten sonra onlardan kalan parayla bir bitki gibi yaşadım
durdum. Sonunda dışarıdan görenlerin ayyaş dediği bir adam oldum
çıktım.
Şimdiye gelirsek… Madem o tablodan kurtulamıyorum, neden
gelip onu denize attığımı sorabilirsiniz. Cevap basit. Yeni bir yöntem
denemeye karar verdim: Đntihar yöntemi.
Planım tabloyu kimsenin ulaşamayacağı bir yere gömmek ve
ardından kendimi öldürmekti. Böylece hem vicdan azabından
kurtulacaktım; hem de resmi tekrar çizecek kimse olmayacağı için
tablonun yok edeceği yeni insanları kurtaracaktım.
Bu sabah buradaki bir arkadaşımın teknesiyle açıldık. Kimsenin
yüzmeye cesaret edemeyeceği yerlere gittik. Tabloyu koca bir poşetin
içine koymuş, sıkıca bağlamıştım. Ayrıca poşetin içine tablonun su
yüzeyine çıkmasını engellemek için kilolarca taş doldurdum. Ve denizin
dibine gönderdim. Sonra da gönül rahatlığıyla karaya çıktım. Đşte önümde
koca bir gün vardı. Bütün günü doya doya yaşayacak ve gece olunca

197
Karanlık ve Aydınlık

uyumadan önce kendimi öldürecektim. Ama bu planım suya düştü; çünkü


sizi gördüm. Elinizdeki o tabloyla. O an neler hissettiğimi tahayyül
edemezsiniz. Tablo yine kurtulmayı başarmıştı. Demek ki niyetim
biliniyordu ve tablo ilk kez benden uzaklaşıyordu. Belki de yeni
kurbanlar sizlerdiniz.
Önce umursamak istemedim. Belki de kurtulmuştum artık… Ama
sonra vicdanım sızladı. Sizi tabloya teslim edemezdim. Bunu
düşündüğümde epey uzaklaşmıştınız ama takip etmeyi başardım. Burayı
öğrendim ve geri döndüm. Ne yapacağımı düşündüm uzun uzun. Tabloyu
sizden çalma planları yaptım. Ama malum artık genç değilim. Böyle bir
şey beni haksız duruma düşürebilirdi. En iyisi sizin anlayışınıza güvenip
karşınıza çıkmak ve tabloyla ilgili gerçekleri anlatmaktı. Ve öyle yaptım.
Şimdi karar sizin. Đster bana inanır ve o tabloyu bana verirsiniz,
ister beni yalancı bir ayyaş olarak görür, kovarsınız.

DERİNLERE YOLCULUK

Đşte ihtiyarın öyküsü buydu. Kimi zaman düşüncelere dalarak, kimi


zaman ağlamaklı olarak, kimi zaman umutla, kimi zaman umutsuzca
anlatmıştı öyküsünü. Ben ve Alican tek kelime etmeden, sözünü
kesmeden, mümkün olduğunca ses bile çıkarmadan dinledik onu.
Đhtiyarın konuşması ondan beklenmeyecek kadar düzgündü.

198
Gökcan Şahin

Duraklamıyor, tereddüt etmiyor, en ufak bir zaaf göstermiyordu. Keşke,


diye düşünmüştüm, ben de bu kadar iyi konuşabilsem. Belki Elçin’e karşı
şansım daha yüksek olurdu…
Her neyse, adam yalan söylüyor olsa bile inanmamak mümkün
değildi. Çünkü bu adam söylediklerine inanıyordu ve bizi de
inandırıyordu.
Sonunda ihtiyar son cümlesini söyleyip başını önüne eğdiğinde
sinemada bir gerilim filmi izlemiş gibi tuhaf hissediyordum kendimi.
Boşluktaydım, hafiften başım dönüyordu. Alican’la göz göze geldik önce.
Đhtiyara baktım, hâlâ yere bakıyordu.
“Amca,” dedim. Sesim çatlak çıkınca gırtlağımı temizleyerek
devam ettim: “Aslına bakılırsa anlattıklarınız inanılacak şeyler değil; ama
siz bunları yaşadığınıza beni o kadar inandırdınız ki, inanmıyorum
diyemem.”
“Doğan, biz bu tabloyu geri verelim bence,” dedi Alican. “Hem
Sarp hâlâ ortada yok, birazdan annen polisi arar.”
O sırada Sarp’ın tamamen aklımdan çıktığını fark ettim. Ama bunu
fark edişim dehşet verici bir düşünceyi beraberinde getirdi. Elçin’in bana
söylediğini hatırladım: “Senin açıldığın yere kadar falan açılmıştı. Sonra
da dikkat etmedim doğrusu.”
“Alican!” dedim korku dolu bir sesle. “Şu tabloyu bir versene.”
Tabloyu aldım, kucağıma koydum ve aranmaya başladım. Alican da
durumu anlamıştı.
“Sarp orda mı sence?”
“Göreceğiz.”

199
Karanlık ve Aydınlık

Dünyadan kopuk bir şekilde dakikalarca aradım. Tabloda belki


yüze yakın insan vardı. Salondaki tüm sıralar neredeyse doluydu.
Aradığım şey, üzerinde giysi olmayan bir çocuktu. Siyah saçlı ve uzun
boyunlu.
Đki kez Sarp’a benzeyen insanlar gördüm ama onların Sarp
olmadığını anlamam uzun sürmedi. Đlk göz atışımda Sarp’ı göremeyince
baştan başlayarak aramaya karar verdim. Bu sırada ihtiyar, öyküsünü
anlattıktan sonra ilk kez konuştu:
“Birini mi arıyorsunuz?”
“Kardeşim,” dedim. “Denizde tabloyu bulduğumuz yerde
kaybolmuştu. Umarım onu burada bulamam. Ama emin olmam…”
Aniden sustum. Çünkü görmüştüm. Sağ kısımda önden beşinci sırada iki
kadının arasındaydı. Çıplak teni, arkasını biraz uzun bıraktığı siyah saçı,
hatta omzunda çocukluktan kalma yara iziyle, resimdeydi Sarp. Bayılacak
gibi oldum. Tablo kucağımdan kayıp yere düştü. Benim de sandalyeden
devrilmeme ramak kalmıştı ki annem geldi.
“Anne,” dedim kendi sesimi bile zor duyarak. “Sarp…”
Annem bana bir bardak su içirirken başını eğip “Biliyorum, her
şeyi dinledim,” demez mi! O sırada oluk oluk akan gözyaşlarını
görmemem için eğmişti başını; ama yere düştüğünde sesi duyulabilen bu
iri damlaları fark etmemek imkânsızdı. Annemle sıkı sıkı sarıldık.
“Aslında,” dedi ihtiyar biraz çekinerek, “çocuk ölmemiş olabilir.”
Birbirimizden ayrılıp yaşlı adama baktık.
Adam devam etti: “Şimdiye kadar pek kimseye söylemedim; ama
onların aslında yaşadığını ve aynen resimdeki gibi tapınak misali bir
yerde tutulduklarını tahmin ediyorum.”

200
Gökcan Şahin

“Nerdeler peki?” dedi annem hevesle.


“Geçtiğimiz yıllarda Silivri’de antik dönemden kalma tüneller
sistemi keşfedildi. Nereye gittikleri anlaşılamayan dar tüneller. Ama
tünellerde değerli veya tarihi niteliği olan hiçbir şey bulunamayınca
araştırmalar durdu. Bunu önce bir gazetede okudum, sonra ufak bir
araştırma yaptım. Tüneller bizim eski köyün yakınındaki bir noktaya
kadar ulaşıyor. Tünel oraya kadar keşfedilmiş ama sonra araştırmadan
vazgeçilmiş. Hiçbir yerde kaydına ulaşılmasa da orada bir göçük olduğu
ve iki kişinin öldüğü söyleniyor. Bu olayları kendi yaşadıklarımla
birleştirince bu tapınağın bizim köyün altında olabileceğini düşündüm.
Ama yıllardır oraya gitme cesaretini bulamadım. Aslında yanımda biri
veya birileri olsa oraya ulaşmaya çalışacaktım.”
“Eğer oraya gitmeyi bir daha düşünürseniz ben varım,” dedim.
Annem de geleceğini söyledi ama onu engelledim. Sonuçta orta yaşlı bir
kadındı ve tünellerde gezmek pek ona göre değildi. Ayrıca orada ne
göreceğimizi bilmiyorduk. Annemi tehlikeye atmak istemedim. Israr etse
de vazgeçirmeyi başardım.
“Ben de gelebilirim,” dedi Alican. Yüzüne baktığımda cesurca
gülümsediğini gördüm. Maceraya hazır gibiydi. Üstelik yaşlı bir adamla
bir tünelde yalnız kalmak istemiyordum. Bir baş hareketiyle
gelebileceğini bildirdim.
Đhtiyara yolculuk zamanını soracaktım ama adını bilmediğimi fark
ettim.
“Amca, adınız neydi?”
“Adım Poyraz. Ama bana amca demezsen sevinirim. Yaşlandığımı
kabul etmek istemiyorum. Poyraz abi daha iyi.”

201
Karanlık ve Aydınlık

“Ben de Doğan,” dedim ayağa kalkıp elimi uzatarak. O da kalktı.


“Ben Alican. Memnun oldum.”
“Ben Seda,” dedi annem. Yüzü asıktı, ama gözlerinde umut
okunuyordu. Aslında hepimizde dile getiremediğimiz bir umut, bir
coşkunluk vardı. Gidecek ve bir sürü insanı kurtaracaktık. Oysa bunu
nasıl yapacağımızı hiç bilmiyorduk. Tek çaremiz bu yabancı adama
güvenmekti.
“Ne zaman gidiyoruz?” dedim.
“Bu akşam olabilir. Tünellerde sabah-akşam fark etmez nasıl olsa.
Karanlıkta fark edilmemek işimize bile gelir. Hem gereken tüm
malzemeler var bende. Geçen yıl güvendiğim bir arkadaşıma her şeyi
anlatıp herkesi oradan kurtarmak için yardım isteyecektim ve beraber
gidecektik. O yüzden tüm malzemeleri hazırlamıştım. Ama umduğum
olmadı. O güvenilir arkadaşım beni delilikle suçladı, hatta benimle
ilişkisini kesti. Malzemeler hâlâ evde duruyor.”
“Gidelim öyleyse,” dedi Alican. Bu işe epey hevesliydi.
“Sizinkilerden izin almayacak mısın?” diye sordu annem. Alican
hemen telefonunu çıkardı ve babasını arayarak o akşam eve geç
gelebileceğini söyledi. Babasının ne dediğini duyamıyordum. Alican’ın
yüz ifadesi de hiç değişmiyordu. Sonunda telefonu kapatıp, “Geliyorum,”
dedi. Ne kadar rahatladığımı anlatamam.
Annem bizi arabayla Poyraz abinin evine bıraktı ve isteksizce geri
döndü. Ev, Silivri merkezde bir apartman dairesiydi. Köyden taşınalı çok
olmuştu. Söylediğine göre tünel girişi buraya yürüme mesafesindeydi;
ama yanımıza bazı malzemeler de alacağımızdan Poyraz abinin arabasıyla

202
Gökcan Şahin

gidecektik. Tünelin hâlâ kapatılmamış olması bizim için büyük şanstı.


Sadece bir iki inşaat bariyeri geçmemiz gerekecekti.
Eve girdik. Đlgi çeken bir şey görünmüyordu. Bizi depo odası
olarak kullandığını söylediği bir odaya aldı. Đşte burası ilginçti. Çeşit çeşit
araç gereç etrafa yayılmıştı. Poyraz abi duvar kenarına konulmuş branda
gibi bir örtüyü kaldırıp altındaki malzemeleri gösterdi.
“Bunlar madenlerde kullanılan fenerli baretlerdir. Güçlü bir ışık
yayar. Böylece tünelde rahatça ilerleyeceğiz. Aslında tüm malzemeleri iki
kişilik alacaktım; ama iyi ki her şeyden birer tane daha almışım. Üç
kişilik malzemem var yani.”
Poyraz abi pillerini koyduktan sonra hepimiz turuncu baretleri
taktık. Fenerlerini denedik. Çalışıyorlardı.
“Şimdi hepimizin birer sırt çantası olacak. Đçinde ilkyardım
malzemeleri, konserve yiyecekler, su, çakmak, çakı, çekiç gibi
malzemeler var.”
Çantalardan birinin içini açıp her şeyi gösterdi.
“Konservelere gerek var mı?” diye sordu Alican.
“Aslında bu gece hallederiz diye düşünüyorum, ama belli olmaz.
Olur da bir göçük altında falan kalırsak konserveler bizi bir iki hafta idare
eder.”
“Anladım,” dedi Alican ve çantasının içine göz atmaya devam etti.
Korkmuşa benzemiyordu.
“Bu da uydu telefonu,” diye devam etti Poyraz abi. “Her yerden
çekeceğini umuyorum. Acil durumda yardım isteyebiliriz. Elimde bir tane
var ama yeter herhalde.” Telefonu kendi çantasına yerleştirdi.

203
Karanlık ve Aydınlık

“Ve kazı malzemeleri…” Hepimize kısa saplı birer kazma verdi.


Ayrıca kendine isimlerini bilmediğim farklı malzemeler de aldı.
“Son olarak,” dedi sandık benzeri bir kutuyu açarken. “Silahlar.”
Kutunun içi cephanelik gibiydi. Gördüğüm kadarıyla yedi sekiz
silah ve sayısız mermi vardı.
“Hepimize birer Baretta. Ben de fazladan bir Magnum alacağım.
Bu pompalı tüfeği taşıyacak bir gönüllüye ihtiyacım var.”
“Ben taşırım,” dedi Alican ben daha şaşkınlığımı atamamışken.
“O zaman sana da bu Glock kalıyor,” dedi bana. “Suikast silahıdır,
hafif ve güvenli. X-ray cihazlarına bile yakalanmaz. Gerçi bu bizim için
pek önemli değil. Bir de kılıç veriyorum sana.”
“Kılıç mı?”
“Evet, orada neyle karşılaşacağımız belli olmaz. Bu kılıç çok
eskilerden kalmadır. Bizim aile için efsanevidir bile diyebilirim.”
Kılıcı siyah kınından çıkardım. Metalik gri renkli kabzasından
sıkıca tuttum ve tek elle savurmaya çalıştım. Az kalsın elimden uçacaktı.
“O çift elle tutulan ağır bir kılıç Doğan,” dedi. Başımı salladım ve
kılıcı kınına soktum.
“Sizce bu kadar önlem fazla değil mi?” diye soracak oldum.
Poyraz abi duymamış gibi yaptı ve kendi lafına başladı.
“Ayrıca boynumuza şu muskaları ve şu haçları takacağız. Đblisler
din min dinlemez. Hangisinin işe yarayacağı belli olmaz. Ben yanıma el
yazması bir Kuran-ı Kerim alıyorum. Bir de kutsal topraklardan getirilmiş
su alacağım.” Şöyle bir etrafına baktı. “Evet, hazırız. Yola çıkabiliriz.”
Ve çıktık…

204
Gökcan Şahin

Đnşaata ulaşmamız zor olmadı. Kazının başında bir bekçi vardı ama
kulübesindeki televizyonda dizi izliyordu. Adamın ruhu bile duymadan
rahatça bariyerleri aşıp kazı alanına girdik. Alan on metre çapında bir
daire şeklindeydi. Yaklaşık yirmi metrelik bir derinliğe kadar silindir
şeklinde iniyordu.
Paslanmış bir demir merdivenden ses çıkarmamaya çalışarak
silindirin tabanına indik. Birçok kazı malzemesinin bulunduğu tabanda
batı yönünde mağara girişine benzer bir tünel bulduk. Üç metre çapında
ve iki metre yüksekliğindeydi. Üçümüzün rahatça geçmesine olanak
sağlıyordu. Baretlerimizin fenerlerini yakarak içeri girdik.
“Kapalı alan fobiniz falan yok değil mi?” diye sordu Poyraz abi.
Đkimizin de yoktu. Pek bir korku hissetmeden onun arkasından
karanlığa adım attık. Sonrası dümdüz yolda dakikalarca yürüdüğümüz
oldukça sıkıcı bir yolculuktu. Yaklaşık bir saat hiçbir değişiklik, tuhaflık
görmeden ilerledik. Kendi aramızda da pek konuşmadık. Her ne kadar
monoton bir yolculuk olsa da sürekli tetikte olmamız gerekiyordu. En
ufak bir çıtırtı, bir göçüğün habercisi olabilirdi. En korkuncu, bir iblisin
evine gidiyorduk ve bize ne sürprizler yapabileceği hakkında hiçbir
fikrimiz yoktu.
“Bir saat daha bu tempoyla yürürsek ve engel çıkmazsa köyün
altında olacağız,” dedi Poyraz abi.
Yolun yarısını halletmiştik. Olumsuz hiçbir şey yoktu. Hatta
sıkıntıdan uykum gelmeye başlamıştı. Alican da ne düşündüğümü
anlamış gibi esnedi.

205
Karanlık ve Aydınlık

Đşte karşımıza ilk engel o sırada çıktı. Olabilecek en kesin engeldi


bu: Yol bitmişti. Karşımızda yığılı kayalardan başka bir şey yoktu. Ne bir
geçit, ne de bir yol ayrımı.
“Ee?” dedi Alican. “Yol bitti.”
Poyraz abi de şaşkın görünüyordu. “Demek o işçileri öldüren
göçük bu,” dedi elleriyle sakalını sıvazlayarak.
“Bizim de üstümüze çökmesin!” dedim ve içgüdüsel olarak geri
çekildim. Birkaç dakikamız üst üste yığılmış kayalara ve kuma bakmakla
geçti.
Sessizliği Alican, hepimizin düşündüğü soruyu dile getirerek
bozdu:“Şimdi ne yapacağız?”
“Galiba kazmaları kürekleri çıkarma vakti geldi,” dedi Poyraz abi.
“Burayı kazarak mı aşacağız?”
“Başka çaremiz yok. En azından biraz kazıp durumun nasıl
olduğuna bakarız. Belki çıkış düşündüğümüz kadar uzakta değildir.”
Poyraz abinin dediği gibi çantalarımızı yere indirip kısa saplı
kazmalarımızı çıkardık ve ben solda, Poyraz abi ortada, Alican sağda
olmak üzere kayadan engeli aşma çalışmalarına başladık.
Umutsuzca işe başlamama rağmen kayaların kolayca sökülüyor
olması durumu kolaylaştırdı.
“Đdareten yığılmış gibi duruyor,” dedi Poyraz abi. Gerçekten de
öyleydi. Birbirlerine sağlam tutunan taşlar pek yoktu. Bir dozer tarafından
yığılmış molozlara benziyorlardı. Yarım saat kadar sonra kayaların
ardında bir sürprizin bizi beklediğini gördük: Bir kapı. Üstelik demirden.
Yani insan eliyle yapılmış, içeri girilmesin diye kilitlenmiş sıradan bir
kapı. Önüne de göçük olmuş gibi kayalar yığılmıştı.

206
Gökcan Şahin

“Bu işte bir iş var,” dedi Poyraz abi. Düşünceliydi. “Birileri içeri
girilmesini engellemek için göçük süsü vermiş.”
“Ne yapacağız?” diye sordu Alican bir kez daha.
“Đçeri girelim,” dedim. Kapının koluna ulaşmamız ve önünü
temizlememiz pek uzun sürmedi. Kapının kilitli olması da sorun
yaratmadı, zira Poyraz abi bize geri çekilmemizi söyleyerek Baretta’sının
bir kurşunuyla kilidi tuzla buz etti. Silahın gürültüsü korkunçtu, ama
Poyraz abide hiçbir telaş belirtisi yoktu. Duyulmayacağımızdan emindi.
Metal kapı inat etmeden açıldı. Đçeri girdik. Fenerlerimiz kapının
ardında da farklı bir şey göstermiyordu. Buranın tek farkı daha sıcak
olmasıydı. Ve aşağı doğru hafif bir eğim vardı. Bu durum cehenneme
gidiyormuşuz gibi bir hisse kapılmama sebep oluyordu.
Bir süre ilerledikten sonra tünel daralmaya başladı. Önce iki
kişinin girebileceği bir aralığa düştü, sonra da bir metreden bile dar hale
geldi. Bu durum beni korkutmaya başlamışken, zayıf bir insanın bile zor
geçebileceği bir yarıktan geçtikten sonra koca bir alanda bulduk
kendimizi.
Şaşılacak kadar büyük bir yerdi; fenerlerimiz sağa ve sola doğru bu
alanın sonunu görmemize yetmiyordu. Üstelik bizi şaşırtan asıl şey bu
değildi. Bu koca alan aslında devasa bir yeraltı gölüydü. Tüm alanı
kaplayan sakin suyu net bir şekilde görebiliyorduk.
Karşı kıyının yaklaşık yüz metre ötede olduğunu ve orada da
deminkine benzer bir yarık olduğunu fark ettik. Etrafta yaptığımız
gözlem, bize karşıya geçmek için herhangi bir olanak sağlamadı. Su ılık
ve berraktı, ama dibi belli olmuyordu.

207
Karanlık ve Aydınlık

Poyraz abi suyun ne kadar derin olduğunu anlayabilmek için uzun


saplı kazmasını suya soktu. Kazmanın sapı dibe ulaşmıyordu. Yani
derinlik bir metreden fazlaydı. Bu sırada Alican’ın çantasını çıkardığını
gördüm.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Yüzeceğim,” diye cevap verdi ve üzerindeki giysileri çıkarmaya
başladı. Bizden bir hareket görmeyince sordu: “Eee? Yüzerek
geçmeyecek miyiz?”
Poyraz abi etrafına bir kez daha baktıktan sonra, “Başka şansımız
yok sanırım,” diye cevap verdi. “Umarım su sığdır da malzemeleri
rahatça geçiririz.”
“Şimdi göreceğiz,” dedi Alican ve uzun şortunu da çıkararak suya
daldı. Saniyeler sonra kafasını çıkardı: “Vay be, bu kadar sıcak bir suda
yüzmemiştim hiç, tuzlu da değil.”
“Ne kadar derin?” diye sordum sabırsızca. Aynı anda üstümdeki
çantayı ve kılıcı yere bırakmakla meşguldüm.
“Yere değemedim,” dedi. “Boyu epey geçiyor. Bir daha bakayım.”
Tekrar daldı ve çıktı. “Üç metreden derin olduğu kesin. Dibe inmeye
çalıştığım halde başaramadım.”
“Malzemelerin ıslanmaması için ne yapabiliriz?” diye sordum
Poyraz abiye.
O da bunun üzerinde düşünüyor gibiydi. “Aslında çantalar su
geçirmez ama elbiseleri ve silahları çantalara nasıl sığdıracağımızı
düşünüyorum.”
“Bazı malzemeleri burada bırakmamız gerekecek galiba,” dedim.

208
Gökcan Şahin

Poyraz abi başını salladı ve çantasının fermuarını açtı. Konserve


yiyeceklerinin çoğunu ve kazı malzemelerini çıkardı. Belindeki Magnum
ve Baretta’yı yerleştirdi. Sonra üzerindeki giysileri çıkarıp onları da zar
zor çantaya sıkıştırdı.
Alican da sudan çıkmış aynısını yapmaya başlamıştı, ben de onları
izledim ve üçümüz de sadece donlarımızla kalmış, konservelerin ve kazı
malzemelerinin çoğunu bırakmış, sırtlarımıza çantalarımızı geçirmiş,
yüzmeye hazır durumdaydık.
Suya ilk dalışımda çanta çok ağır geldi ve beni dibe çekti.
Boğulma korkusu yaşadım. Neyse ki tüm gücümle kendimi yukarıda
tutmayı başardım.
Diğerleri de benim gibiydiler. Alican çantayı sırtından çıkarmış,
yanında sürüklüyordu ve kıyıya doğru yüzmeye başlamıştı. Aynısını
yapmam gerektiğini anlamam uzun sürmedi. Poyraz abi de çantayı
çıkardı ve şaşılacak bir güçle yüzmeye koyuldu. Bu şekilde karşı kıyıya
bitkin bir şekilde çıkmayı başardık.
Sudan bir yaratığın falan çıkmasından korkmadım değil. Ama
korktuğum başıma gelmedi. Sonsuz bir sessizlikte güvenle karşı kıyıya
ulaşmıştık. Dinlenip giyindikten sonra bu yeraltı tünelindeki maceramıza
devam ettik. O dar yarıktan yine zorlanarak geçtik, ama tünel diğer
taraftaki gibi genişleyerek devam ediyordu.
Birkaç dakika boyunca daha da ısınan hava dışında bir zorlukla
karşılaşmadan ilerledik. Ve en korktuğum şey başıma geldi: Bir yol
ayrımı.
Aslında eşit bir yol ayrımı değildi bu. Sol tarafımızda daha da
genişleyen ferah bir yol vardı ve sağdaki ufak yarığı görmeseydik bu

209
Karanlık ve Aydınlık

yoldan devam etmemiz kaçınılmazdı. Ama sağımızda daha dar, karanlık


tarafından adeta yutulmuş, görülmesi bile çok zor bir geçidi fark etmiştik.
Bu durumda gidebileceğimiz iki yol vardı. Ben geniş yoldan devam
etmeyi tercih ederdim, ama Poyraz abi yine orada durmuş sakalını
sıvazlayarak düşünüyordu. Bu sırada geniş yolun olduğu yerde bir şey
gördüğümü sandım. Birkaç adım atıp yolun ağzına girdim ve gördüğüm
şeyle dehşetin en büyüğünü yaşadım.
Sahildeki esmer güzel kız, yani Elçin oradaydı. Duvarda
zincirlenmiş, başı öne eğilmiş şekilde lacivert bikinisiyle duruyordu.
Saçları dağılmıştı, üstü başı pislik içindeydi. Ona doğru bir adım daha
attığımda başını kaldırdı ve yüzüme baktı. “Yardım et bana,” sözlerini
gözlerinden okuyordum. Bacaklarım titriyor, kalbim gümbürdüyordu.
Onu kurtarmalıydım. Ansızın geçide doğru atıldım, ama arkadan
çekildiğimi fark ettim. Beni tutan Poyraz abiydi.
“Nereye gidiyorsun Doğan? Daha ne tarafa gideceğimize…”
O anda onun da geçide hayretle bakmakta olduğunu gördüm.
“Sen de gördün mü Poyraz abi?” dedim. “Vay şerefsiz, şimdi
geberttim seni,” dedi öfkeyle ve benden önce ileri atılmaya kalktı. Bu kez
onu ben tuttum.
“Poyraz abi, dur, kimi öldürüyorsun?”
“Görmüyor musun iblisi? Kendi kendine tuzağa düşmüş, şimdi
geberticem onu. Elimde her tür silah var, elimden kaçamaz.”
“Ne iblisi Poyraz abi? Orda iblis miblis yok. Elçin o. Sahildeki
kızlardan biri. Đblis onu kaçırıp buraya asmış olmalı.”

210
Gökcan Şahin

“Ne kızı Doğan? Kıpkırmızı iblisi görmüyor musun? Boynuzlarına


bak, öfkeyle zincirlerinden kurtulmaya çalışıyor. Gözlerine bak, ateş
saçıyor.”
Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilmiyordum. Orada iblis falan yoktu.
Poyraz abinin aklından bir kez daha şüphe etmeye başlamıştım. Alican da
yanımıza geldi ve onun da dehşetle açılan gözleriyle aynı duvara
baktığını gördüm.
“Yağmur? Ne işin var senin burada?” Biz Poyraz abiyle birbirimizi
tutarken bu kez Alican o yöne doğru atıldı. Onu tutmak bana düştü.
Anlaşılan o da küçük kız kardeşini görüyordu duvarda. Bu işte bir
tuhaflık olduğu belliydi. Poyraz abinin gözlerinden, onun da bu durumu
keşfettiğini fark ettim.
“Şeytanın adi bir oyunu bu!” dedi Poyraz abi birden. “Bizi oraya
çekmeye çalışıyor. Orada aslında gördüklerimiz yok. Đblis, nasıl oluyorsa
beynimizi okuyup bize olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermeyi
başarıyor. Bu da demek oluyor ki diğer yoldan gideceğiz.”
Alican da durumu anlamıştı. Bir daha o tarafa dönmeden dar
yarığa tek tek girdik ve yolumuza devam ettik. Đblisin karşımıza çıkardığı
ilk tuzağı başarıyla atlatmıştık. Umudum bunun ilk ve son olmasıydı.
Eğer bir korku filminde olsaydık seyircinin gerilmesini sağlamak için
kimbilir daha kaç tuzakla uğraşacaktık; ama neyse ki bu bir gösteri
değildi ve iblis başka tuzak kurmayı düşünmemişti. Nitekim on dakika
sonra hedefimize ulaştık.
Bulunduğumuz mağaraya ışık sızmaya başladıktan sonra
olabildiğince sessiz ve yavaş hareket etmeye çalıştık. Işık ısıyla orantılı
olarak adım adım şiddetini arttırdı. Cehennemin dibine gidiyor

211
Karanlık ve Aydınlık

olduğumuz düşüncesini beynimden kovamadığım için bu durum benim


açımdan korkutucuydu, diğer iki yol arkadaşımda ise böyle bir korkunun
izini göremedim.
Cehenneme, daha doğrusu ışığın merkezine yaklaştıkça oraya
kardeşim Sarp için gittiğimizin bilincine varmaya başladım. Tek endişem
Sarp’ı kurtarmak değildi, acaba biz buradan sağ salim çıkabilecek
miydik? Bunu öğrenmeme dakikalar kalmıştı. Işık, gün ışığıyla
yarışabilecek kadar parlaklaştığında sesler de duyulmaya başladı. Tuhaf
bir dilde vaaz veren birinin sesiydi sanki. Bu ses aklıma hemen tablodaki
iblisi getirdi.
Işığın kaynağı olan, tablodaki mekânı barındıran devasa yeraltı
odasına ulaştığımızda başımın dönmesine engel olamadım. Burası
gerçekten de tablonun eşiydi. Ama manzarayı tablodaki gibi değil, ters
açıdan izliyorduk. Yani yaklaşık olarak tablodaki sahne dekorunun
arkasındaydık. Odaya birkaç metre yüksekten ve biraz soldan bakıyorduk.
Đblis sağ tarafımızda karşımızdaki kalabalık insan ordusuna bir
şeyler söylüyordu ve insanlar gözlerini bile kırpmadan, hareketsiz ve
cansızca onu izliyorlardı.
Poyraz abi çantasından tabloyu çıkardı ve hepimize göstererek aynı
yer olduğunu sözcük kullanmadan anlatmış oldu. Đnsan dizilişleri dâhil
her şey tablonun aynısıydı -Sarp’ı da rahatlıkla görebiliyordum, o da
diğerleri gibi hipnotize olmuş bir halde sahnedeki iblisi izliyordu- ve
mekândaki tek hareket o kızıl koç boynuzlu iblisti.
Hayır, hayır! Bir hareket daha sezmiştim salonda. Dinleyicilerin
olduğu yerde bir hareket. Bir an sonra olağanüstü bir duruma şahit
olduğumuzu anladım.

212
Gökcan Şahin

Đblis kendini kaybetmişçesine kollarını kaldırırken dinleyicilerin


başlarının üzerinden kırmızı renkli ateş topları çıkıyordu. Bu toplar
insanların bir karış üstüne çıktıklarında şekil almaya başladılar. Bir metre
yukarı süzüldüklerinde minyatür yaratıklara dönüştüler ve iki metre
yukarıda her ayrıntısı belirginleşmiş kızıl minik iblisler haline geldiler.
Yaklaşık yirmi santimetre boyunda, çatal kuyruklu, ufak boynuzlu,
vücutlarına göre iri başlı, kapkara gözlerinin metrelerce uzaktan bile fark
edildiği küçük şeytanlardı bunlar.
Giderek yükseldiler ve salonun tavanına yaklaştıkça şeffaflaşmaya
başladılar. Tavana bir metre kala görünmez oldular.
Alican’a baktım. Aynı durumdaydık. Afallamış, şaşırmış, ama
neler olduğunu anlayamamış halde. Poyraz abiye baktığımda ise onun
daha büyük bir şok halinde olduğunu fark ettim. Daha önceden duyduğu
ama inanmadığı bir şeyi gözleriyle gören bir adamın bakışlarıydı bunlar.
Sakalını sıvazlaması ve gözlerindeki tuhaf bakış bu olayı kendince
açıklayabildiğini gösteriyordu bize.
Bir el hareketiyle bizi çıktığımız mağaraya geri çağırdı. Đtiraz
etmeden peşinden gittik. Đşaretlerle sessiz olmamızı ve onu takip
etmemizi istiyordu. Geldiğimiz yerden gerisingeri yürümeye başladık.
Ama kardeşimi ve diğer insanları kurtarmaya gelmemiş miydik? Şimdi
neden geri dönüyorduk? Yeterince uzaklaştıktan sonra bir plan yapıp geri
mi dönecektik?
Önce iblisin sesi duyulmaz oldu, birkaç dakika sonra ışık da
belirginliğini kaybetti. Poyraz abi yere oturup bize de oturmamızı
tembihledi. Oturduk ve merakla söyleyeceklerini dinlemeye başladık.

213
Karanlık ve Aydınlık

“Bakın çocuklar, geçen yıl bir doktor arkadaşım bana küçük


şeytanlardan bahsetmişti. Đnanmak bir yana, onu terslemiştim. Bana,
yalnızca bir hastasının ve kendisinin onları görebildiğini söyledi.
Dediğine göre bu küçük şeytanlar insanların omuzlarına yerleşiyor, onları
kötülük yapmaya itiyorlar. Hâkimiyetlerindeki insanlar kötülük yaptıkça
şeytanlar besleniyor, güçleniyorlar.
“Doktorun dediğine göre şeytanlar son zamanlarda sayıca sürekli
artıyorlar ve televizyonlarda gördüğümüz cinayetler, cinnet geçirmeler
falan çoğunlukla onların işi. Kendisi ve bir zamanlar hastası olan
arkadaşıyla bu şeytanları avladıklarını söylemişti, ama onu daha fazla
dinlememiştim. Kendi yaşadığım olağanüstü deneyimlere rağmen onun
dediklerine inanmamıştım. Meğer dediği doğruymuş ve o şeytanlar
burada üretiliyor.”
“Yani?” dedim.
“Onun yardımına ihtiyacımız var.”
“Bir şey yapmadan geri mi döneceğiz?” diye sordum.
“Mecburuz. Bu yaratıklar hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Ama
onları avladığını söyleyen birini tanıyoruz. Belki de onun aradığı fırsat
bu. Onların kökünü kazımak istiyordu. Üretildikleri yeri ona söylememiz
lazım.”
“Geri dönüyoruz yani…” dedi Alican.
“Evet, şimdilik.”
Sarp’ı orada bırakmak hoşuma gitmese de Poyraz abinin dediğini
yaptık ve sessizce geldiğimiz yoldan geri döndük.
Dönüş kolay oldu. Dev yeraltı gölünü yine yüzerek geçtik, demir
kapı zaten kırılmış olduğundan orada sıkıntı yaşamadık. Oradan ötede

214
Gökcan Şahin

herhangi bir tehlike olmadığından hızla ve güvenle ilerledik. Ve sonunda


girdiğimiz yerden çıktık. Hava zifiri karanlıktı, gece yarısına birkaç
dakika kalmıştı. Sessizliği bozan tek şey hafifçe öten cırcır böcekleriydi.
Bekçiye görünmeden kazı alanından çıktık ve Poyraz abinin
arabasına binip evinin yolunu tuttuk. Eve varır varmaz Alican’la
kendimizi koltukların üzerine attık ama Poyraz abi sabırsızdı: “Ben iki
dakika tıraş olacağım. Sonra Doktor Tuncay’ın evine gidiyoruz.
Dinlenmek için fazla zaman yok.”
Cevap beklemeden banyoya gitti. On beş dakika sonra bambaşka
biri olarak çıktı karşımıza. Uzun sakalları yok olmuş, saçları taranmış, şık
giysiler giymiş haliyle eski Poyraz abiden eser kalmamıştı. Daha genç ve
yakışıklı bir adama dönmüştü. O ayyaş tipli haline yakışmayan düzgün
konuşması bu haliyle oldukça uyumluydu.
“Hazırsanız gidiyoruz,” dedi. Hazırdık. Arabaya atladık ve
doktorun oturduğu Beylikdüzü’ne doğru yola çıktık.
“Ya evde yoksa?” dedi Alican.
“Şansımıza güvenmemiz lazım. Bende telefonu yok, ama evini
biliyorum. Orada olması için dua edin, yoksa operasyonu ertelemek
zorunda kalırız,” diye cevap verdi Poyraz abi.
Beylikdüzü’ne ulaşmamız yarım saat sürdü. Poyraz abi mükemmel
kullanmıştı arabayı. Gecenin bu saatinde trafik olmaması da işimize
gelmişti.
“Đşte bu bina. Işığı yanıyor, evde olmalı, şanslıyız.”
Az sonra binanın dördüncü katında Doktor Tuncay’ın
karşısındaydık.

215
Karanlık ve Aydınlık

Otuz beş yaşlarında uzun boylu, hafif göbekli, saçları şimdiden


beyazlamaya başlamış, güven verici bakışlara sahip biriydi doktor. Ama
gözlerinin altındaki hafif morluk ve şişlik epey yorgun olduğunu
gösteriyordu.
“Buyurun?” dedi üçümüzün yüzlerini tanımaya çalışarak.
“Tuncay? Tanımadın mı? Poyraz ben.”
Doktor hafifçe gözlerini kısıp suratını asarak Poyraz abiyi
hatırlamaya çalışıyordu. Birden gülümsedi ve hararetle Poyraz abinin
elini sıktı. “Tanımam mı ya? Hangi rüzgâr attı seni buraya?”
“Olağanüstü bir durum var Tuncay. Senin açından da çok önemli.”
“Hayırdır? Geç içeride anlat istersen. Siz de gelin çocuklar.”
Đçeri girdik. Lüks bir daireydi. Yok yoktu. Đçki dolapları tıka basa
doluydu. Şık mobilyalar gözlerimizi almıştı. Doktor Tuncay bizi oturma
odasına davet etti. Đçecek ikram etmek istedi, ama Poyraz abi acelemiz
olduğunu söyledi.
“Gece yarısında geldiğine göre durum gerçekten acil görünüyor,”
dedi doktor.
“Senin geçen yıl bahsettiğin küçük şeytanlar var ya,” diye konuya
girdi Poyraz abi. Bu sözler Doktor’un dikkatini fazlasıyla çekmişti.
Gözlerinin merakla irileştiği dikkatimden kaçmadı. “Onlarla ilgili önemli
bir durum var.”
“Küçük şeytanlara inandığını bilmiyordum.”
“Onları gördük Tuncay.”
“Ne? Gördünüz mü?”

216
Gökcan Şahin

“Yüzlercesini. Üstelik üretilirken gördük.” Ve Poyraz abi


yaşadıklarımızı özet olarak doktora anlattı. Doktor Tuncay sözünü
kesmeden dinledikten sonra şöyle bir düşündü.
“Tamam, gidiyoruz,” dedi. “Ama birini daha yanımıza alacağız.”
“Kimi?”
“Serkan Koroğlu! Şeytan avcısı!”

AV

Poyraz abinin arabasına atladığımız gibi Avcılar yolunu tuttuk.


Doktorun dediğine göre Serkan, Avcılar’da oturuyordu. On beş dakikalık
yolculuğumuz sırasında bize Serkan’la ilgili bilmemiz gerekenleri anlattı.
Yıllar önce bir trafik kazasında bacaklarını kaybetmiş, tek kolu da
felç olmuş bir gençti. Yirmi üç yaşındaydı ve beş yıldır tekerlikli
sandalyeye mahkûm halde annesiyle yaşıyordu, çünkü babasını aynı
kazada yitirmişti. Zamanının çoğunu evlerinin balkonunda geçiriyordu ve
geçen yıl balkondan küçük şeytanları görmeye başlamıştı. Đnsanların
omuzlarında gezen ve onları kötülüğe sevk eden minik kızıl yaratıkları…
Önceleri bu duruma sadece seyirciyken bir gün annesinin bir
küçük şeytan tarafından ele geçirildiğini fark ettiğinde durumun
vahametini anlamıştı. Annesinin iblisle yaptığı irade savaşını gözleriyle
görmüş ve annesinin savaşı kazandığına tanık olmuştu. Küçük şeytan
böylece annesini terk etmişti. Ama bu kez kendisi farkında olmadığı

217
Karanlık ve Aydınlık

halde bir küçük şeytanın hedefi olmuştu. Şeytan onun aklına intihar
fikrini sokmayı başarmış, hatta amacına ulaşmasına ramak kalmıştı.
Doktor Tuncay’ın Serkan’ı tanıma sebebi o intihar olayıydı. Son
anda kurtarılan Serkan Tuncay’ın hastanesine getirilmişti ve onun
gözetimindeydi. Doktor da bir süredir küçük şeytanları görebiliyordu ve
bunun sebebini bir zamanlar beyninde oluşan tümöre bağlıyordu.
Muhtemelen bu tümör, doktorun beynindeki gizli bir bölgeyi aktif hale
getirmiş, kimsenin göremediği iblisleri görebilmesini sağlamıştı. Doktor
yaşadığı tecrübeler sayesinde şeytanların halüsinasyon değil, tamamen
gerçek olduklarını biliyordu.
Doktor, Serkan’ı görür görmez omzundaki şeytanı da fark etmişti.
Serkan da intihar olayından sonra bu durumun farkındaydı ve şeytanı
yakalayabilmek için fırsat kolluyordu. Doktorun da onu görebildiğini fark
edince ondan yardım istemişti ve şeytanı yakalamayı başarmışlardı. O
sırada Serkan tuhaf bir yeteneği olduğunu fark etmişti. Doktor şeytanları
tutabiliyor, Serkan da hipnoza benzer bir şekilde kızıl şeytanları itaatkâr
mavi yaratıklara dönüştürebiliyordu.
Doktor ve Serkan bir anlaşma yapmış, şeytan avına başlamışlardı.
Hatta bir gün Serkan’ın evinde büyük bir mavi şeytan – kızıl şeytan
savaşına tanık olmuştu Doktor Tuncay. Ve bu savaşı özel gücü sayesinde
Serkan kazanmıştı. O günden sonra şeytan avı işini mavi şeytanlara
devretmişler ve kabuklarına çekilmişlerdi. Şimdi şeytanlarla tekrar
savaşmak gerekecekti. Ve Serkan’a ihtiyacımız vardı.
Doktor Tuncay, Serkan’ın evine yaklaştığımızı söyledi ve ara
sokaklardan dönmeye başladık.

218
Gökcan Şahin

“Benim kuzenler de buralarda oturuyor,” dedi arka koltukta


yanımda oturan Alican. “Hani şu yazar dediğim kuzenim. Aslında bu
yaşadıklarımızı ona anlatsam hemen öykü çıkarır.”
Gülümsedim. Olanları öykü olarak görmek güzel olurdu aslında.
Şu tehlikeli işlerin içinde olmaktansa öykü olarak okumayı tercih
ederdim. Ama Sarp’ı kurtarmak gerekiyordu ve abisi olarak bu görev
bana düşüyordu. Gerçi epey donanımlı gidecektik, bana hiç ihtiyaç
olmayabilirdi.
Bir an düşüncelere dalar gibi olmuşken Doktor’un sesiyle gerçek
hayata döndüm.
“Şu bina. Işıklar yanmıyor, uyumuşlardır.”
Doktor ve Poyraz abi arabadan indiler. Poyraz abi “isterseniz siz
arabada kalın, Serkan’ı alıp geleceğiz,” dedi. Alican’la birbirimize bakıp
durumu kabullendik. Durup dururken kalabalık yapmaya gerek yoktu
doğrusu. Dönmeleri yarım saat kadar sürdü. Durumu anlatmaları ve
tekerlekli sandalyeli bir genci onca kattan aşağı indirmeleri bu süreyi
haklı çıkarıyordu.
Serkan dört yaş büyük olmasına rağmen benden pek de büyük
göstermeyen biriydi. Yüzündeki o büyük kazadan kalma yara izleri o
karanlıkta bile seçiliyordu. Poyraz abi ve Doktor Tuncay, Serkan’ı ön
koltuğa yavaşça oturttular ve katlanabilir sandalyesini arka bagaja
yerleştirdiler. Biraz ileride gözlerinden yaşlar süzülen annesini
görebiliyorduk. Oğlunu askere gönderen bir anneye benzettim onun o
halini. Oğlunu ona sağ salim teslim etmemiz gerekiyordu.
“Selam gençler,” dedi Serkan arkasına kısmen dönerek. Sağ elini
uzattı. Alican ve ben sırayla bu eli güçlüce sıktık. Bu gençte güven verici

219
Karanlık ve Aydınlık

bir şeyler vardı. Ve ikimiz de elini sıkarak bu güven duygusundan


payımızı almıştık.
Yola çıkışımızı, Poyraz abinin evine gidişimizi, erzaklarımızı
tekrar toplayışımızı ve şeytanın ininin girişine varışımızı ayrıntılı olarak
anlatmaya lüzum olmadığını düşünüyorum.
Mağaranın girişinde, kardeşini bir iblise kaptırmış olan ben,
oradaki tek tanıdığım olan soğukkanlı ve cesur Alican, tablonun ressamı
Poyraz abi, şeytan avcıları Doktor Tuncay ve Serkan olmak üzere beş
kişiydik. Bu kez, önceki deneyimimize dayanarak bazı gereksiz
malzemeleri almamıştık. Üçümüzde fenerli baret vardı ve bu yeterli
olacaktı. Yine silahlıydık. Alican’ın pompalı tüfeğini bu kez Serkan
almıştı. Alican’a bir Baretta yetecekti. Benim Glock’umu ise Doktor
sahiplendi. Diğer savunma araçlarımız da yanımızdaydı. Hafiflemiş sırt
çantalarımızı rahatça taşıyabiliyorduk. Serkan tekerlekli sandalyesiyle
gelecekti. Gideceğimiz yolda pek fazla engel olmadığı için bu sorun
olmayacaktı. Sualtı nehrinden geçmek için de ufak bir şişme bot almıştık.
Bu bot, Serkan’ı, sandalyesini ve eşyalarımızı geçirmek içindi. Biz
yüzerek de geçebilirdik.
Zaman kaybetmeden içeri girdik ve aynı gece ikinci kez zorlu
yolculuğumuza başladık. Saat gecenin ikisiydi ve dönüşümüz
muhtemelen dördü, belki de beşi bulacaktı, tabii hiçbir aksilik çıkmaması
durumunda.
Bu sonu gelmez monoton tünelin ilk değişikliği olan demir kapıya
ulaşmamız bir saatten biraz daha fazla sürdü. Hepimizi etkisine alan
yorgunluk nedeniyle burada bir süre dinlendik. Fazla bir şey konuşmadık.

220
Gökcan Şahin

Demir kapıyı aşıp, tünelin gitgide darlaştığı bölüme geldik. Tek


sıra halinde yürümeye başladık. Ama birkaç dakika sonra yan yan
yürümemizi gerektiren bölüme geldik. Burada Serkan’ın sandalyesi zar
zor geçiyordu. Sonunda yeraltı gölüne çıkan ufak yarığa geldiğimizde
Serkan’ın sandalyeden inmesi gerekti. Doktor ve Poyraz abi Serkan’ı zar
zor da olsa yarıktan geçirdiler. Ardından katlanabilen sandalye geçirildi.
Biraz sonra gölden karşıya başarıyla geçtik ve karşıdaki yarıktan içeri
girdik.
Tuzaklı yol ayrımına vardığımızda hazırlıklı olduğumuzdan o
geniş geçide bir an bile bakmadan diğer geçitten yolumuza devam ettik.
Zamanla ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya ve iblisin sesi duyulmaya
başladı. Kısa süre sonra canlı tablo yeniden karşımızdaydı. Manzara
aynıydı. Đblis nutuk çekiyor, insanlar gözlerini bile kırpmadan
dinliyorlardı. Sarp aynı yerindeydi. Diğerlerinden daha taze olduğu belli
oluyordu. Henüz yüzündeki kan çekilmemiş, diğerleri gibi bembeyaz
olmamıştı. Dudaklarının kırmızılığı sönmemiş, gözlerindeki ışık yok
olmamıştı. Ama fazla zamanı olmadığından emindim. Sarp’a bakarken
yanındaki bir kadının başını yavaş yavaş çevirerek doğrudan bana
baktığını gördüm ve birden buz kesildim. Gözlerimi ondan ayırmadan en
yakınımdaki kişiyi dürtmek amacıyla kolumu uzattım. Poyraz abi denk
gelmişti. Ona gözlerini bana dikmiş kadını gösterdim. Poyraz abi bunun
farkına henüz varmıştı ki alışılmadık bir sessizlik oldu. Koç boynuzlu
iblis ilk kez susmuştu. Ve ona baktığımda gördüğüm ilk şey alev saçan
gözlerinin bize dikilmiş olduğuydu. Bir şekilde kadının zihnini okumuş
ve bizim orada olduğumuzu anlamış olmalıydı.

221
Karanlık ve Aydınlık

O ana kadar sessiz olmaya çalışıyorduk, ama artık bunun bir yararı
olmayacaktı. Kalbim kaburgalarımı zorlarken hemen arkamdan gelen bir
patlama sesiyle irkildim. Poyraz abi Magnum’unu ateşlemişti. Çınlamaya
başlayan kulağımı ovalarken iblise baktım. Göğsünde açılan delikten lava
benzer kırmızı yoğun bir sıvı akıyordu. Đblis böğürdü, göğsüne baktı, ama
sarsılmadı bile. Kendi kendini iyileştirebildiğini dehşetle fark ettim.
Oradan bir an önce uzaklaşmak istiyordum. Kardeşimi orada bırakıp
bırakmamak umurumda değildi. Ama yanımdakiler hiç de benim gibi
düşünmüyorlardı, çünkü hepsi silahlarını çıkarmışlardı. Alican yarığın
girişinden yere atladı ve Poyraz abi onu izledi. Ardından ben de atladım.
Doktor Tuncay ile Serkan yukarıda kaldılar. Şimdi Đblis’in karşısında üç
silahlı adamdık. Doktor da yukarıda Glock’unu çıkarmıştı; ama iblisi
vurabilecek pozisyonda olup olmadığından emin değildim. Poyraz abi
arkamıza geçip çantasından kutsal su, Kur’an-ı Kerim, Đncil, haç ve diğer
manevi silahları çıkarmakla meşgul oldu kısa bir süre. Alican’la
silahlarımızı Đblis’e doğrultmuş halde bekliyorduk. Ateş etmedik, çünkü
mermi işlemeyen bir iblis için kurşun harcamak aptallık olurdu. Bu
bekleme muhtemelen birkaç saniye sürdü, ama nefesi bile ağır çekimde
alıyor gibi hissettiğimden bana çok daha uzun geldi.
Đblis aniden kulakları sağır eden bir çığlık attı. Bir savaş
borusundan çıkabilecek sesi gırtlağından çıkarmayı başarmıştı. Yan
tarafımdaki hareketlilik dikkatimi çekti. Zombi haline gelmiş insanlar
yerlerinden kalkıyorlardı. Đblisin onları da savaşa çağırdığı belliydi.
Herkes kalktı. Sarp ise kalkıp kalkmamak konusunda tereddüt ediyordu.
Buradan da anlaşılacağı üzere herkes insanlıktan çıkmış, şeytanın uşağı

222
Gökcan Şahin

haline gelmişti; ama Sarp hâlâ sınırdaydı, hâlâ kurtarılabilirdi. Sonunda


kalkmamaya karar verdiğini görünce umudum daha da arttı.
“Bunlar zombi,” diye bağırdı Poyraz abi. “Bizi öldürmeden onları
tek tek avlamak zorundayız.”
“Ama,” dedim. “Đnsan değil mi onlar da?”
“Hayır Doğan, onlar artık ölü. Sakın tereddüt etme. Yok et
şunları!”
Đlk kurşun Alican’dan geldi. Baretta’sını bize en yakın olan
zombiye nişan aldı ve ateşledi. Zombinin başının üstündeki saç havalandı,
kurşun üst taraftan sıyırıp geçmişti. Silah aniden yukarı doğru kalkmış,
adeta Alican’ın elinden kurtulmaya çalışmıştı.
“Silahı biraz daha aşağı nişan al!” dedi Poyraz abi elindeki
Magnum’u Alican’ın öldüremediği zombiyi yere sermekte kullanırken.
“Kapalı alanda o silahlar yukarı kalkar ve nişan aldığın noktadan biraz
daha yukarıyı vurur.” Alican Poyraz abiyi çok iyi anladığını sonraki
hedefinin kafasını uçurarak gösterdi. Ben silahımı henüz iblisten
ayırmamıştım. Hareket ettiği anda vuracaktım. Ama o hareket etmekten
ziyade askerlerine emir veren bir komutan gibiydi. Zombilerinin
vurulduğunu görünce daha da yüksek sesle bağırmaya başladı. Bu
seslenme zombilerin hareketlenmesini sağladı. Etrafımızı sarmaya
başlıyorlardı, gerilemek zorundaydık. Alican ve Poyraz abinin atışları
yeterli değildi. Ben de sonunda üzerimdeki tutukluğu atıp iki zombiyi
halletmeyi başardım. Ama onlarcası etrafımızı sarmayı sürdürürken
çıktığımız mağaraya doğru geri geri gidiyorduk. Doktor da Glock’uyla
savaşa katılmıştı. Serkan ise pompalı tüfeğini eline almıştı; ama henüz
atış pozisyonda değildi.

223
Karanlık ve Aydınlık

“Keşke taramalı tüfeğimiz olsaydı,” dedi Alican elindeki silahın


çok yavaş olduğunu ima ederek. Birkaç atıştan sonra mermisi bitince bir
küfür savurup çantasından yeni şarjör aramaya koyuldu. Aynı şey bir
dakika sonra benim de başıma geldi. Yeni şarjör çıkarmak ve silaha
yerleştirmek birkaç dakika kaybetmemiz anlamına geliyordu. Poyraz abi
ve Doktor tek başlarına halledemezlerdi.
Zombilerle aramızda sadece iki metre mesafe kalmışken iblisin
yeni bir harekete giriştiğini fark ettim. Şeytana yaraşır bir dilde
konuşuyor, kime hitap ettiği anlaşılmıyordu. Bunu bir dakika sonra
anladık. Tavandan aniden beliriveren yüzlerce, hatta belki binlerce küçük
şeytan, koç boynuzlu iblisin himayesinde bize saldırmaya geliyorlardı.
Đşimiz bitmişti.
Bir anlık şaşkınlığımızı Serkan’ın tüfeğinin sesiyle yenmeyi
başardık. Serkan mağaranın girişinde ayağa kalkmış mavi mavi
parlıyordu. Aslında olmayan bacakları mavi bir ışın demeti halinde
karşımızdaydı. Normalde felç olan kolu diğeriyle birlikte pompalı tüfeğe
sarılmıştı. Saçlarının tellerinden bile mavi ışık süzülüyor, gözleri
olabilecek en derin ve sihirli maviliği ortalığa saçıyordu. Bu büyülü an,
Serkan’ın art arda vurduğu zombiler ve anlamadığım sözcüklerle
çağırdığı yüzlerce mavi şeytanın etrafında belirmesiyle daha da fantastik
hale geldi. Serkan’ın verdiği savaş emriyle hep birlikte kızıl şeytanlara
doğru atıldılar. Bir metre üstümüzde parıldayan kırmızı ve mavi şeytan
karışımı gözlerimi almıştı. Bütün bunların yaşandığı o saniyelerde
zombiler ve iblis kadar biz de şaşırmış ve doğrusu etkili olabilecek bir
hamle yapmayı başaramamıştık. Zombilerle aynı anda kendimize
geldiğimizde aniden üzerimize çullanmaya başladılar. Çiftçi kılıklı iri yarı

224
Gökcan Şahin

bir zombinin Alican’ı kaldırıp diğer tarafa fırlattığını gördüm. Neyse ki


ters bir şekilde düşmedi ve tekrar ayağa kalkmayı başardı. Alican’a
bakarken etrafımda biriken üç zombiyi fark etmemiştim. Şişman bir
kadın, suratıma öyle bir yumruk attı ki bir an hem kör, hem sağır oldum.
Ardından karnıma yediğim bir darbeyle iki büklüm olup elimdeki silahı
düşürdüm. Birkaç el silah sesiyle etrafımdaki zombiler yere yıkıldılar.
Poyraz abinin Magnum’uydu ateş eden. Bu fırsatı değerlendirip silahımı
tekrar aldım.
Hazır elimde fırsat varken Poyraz denen ihtiyarı öldürmeliyim.
Kardeşimi onun yüzünden kaybettim, onun çizdiği bir resim yüzünden. O
an aklımdan bunlar geçiyordu. Silahımı kaldırdım ve genç bir zombiyle
güreşmekte olan Poyraz abiye doğrulttum. Đçimden gelen o büyük
dürtüye karşı koyamadım ve tetiğe bastım.
Olmadı, silah ateşlenmedi, az önce mermi bitmişti ve o şaşkınlıkta
bunu unutmuştum. Yedek mermi çıkarmayı düşünmeden o şerefsizin
üstüne atıldım ve göğsüne sert bir yumruk indirdim. Ağza alınmayacak
küfürlerin ağzımdan çıktığını işitiyordum. Ama Doktor ikinci darbeyi
vurmama engel oldu.
“Dur!” dedi. “Onları dinleme, omzunda bir düzine küçük şeytan
var!”
Ne dediğini idrak edemiyordum. O da düşmandı. O da ölmeliydi.
Bizim buraya gelmemize sebep olmuştu. Ama benden önce o hamle
yaptı. Yüzüme yumruk atmaya çalıştığını sandım, ama hamleyi omzuma
yaptığını fark ettim. Havada bir şeyi yakaladı.
Görebiliyordum. Kırmızı renkli küçük şeytandı bu. Doktor şeytanı
kuyruğundan tuttu ve hızla Serkan’a doğru fırlattı. Serkan’ın gözlerinden

225
Karanlık ve Aydınlık

çıkan lazere benzer mavi bir ışık, şeytanı buldu ve yok etti. Gözlerime
inanamıyordum. Ama bu olağanüstü olay yine tekrarlandı. Doktor,
omzumdan bir şey kapıyor, Serkan’a fırlatıyordu, sonra bunun da bir
şeytan olduğunu anlıyordum. Şeytan daha kendine gelemeden Serkan’ın
gözlerinden çıkan ışınla yok oluyordu. Bu, en az on kere tekrar etti.
Bu sırada Alican ve Poyraz abinin zombilerle kıyasıya
dövüştüklerini hissedebiliyordum. Patlayan silahlar, boğuşma sesleri
apaçıktı. Ben ise hipnotize olmuş gibi yerimde duruyor, doktorun
şeytanları temizlemesini izliyordum. Sonunda bitti. Üzerimden bir yükün
kalktığını hissettim. Arkamı döndüğümde küçük şeytanların savaşının
tüm hızıyla devam ettiğini gördüm; ama kızıl olanlar mavilere göre en az
üç dört kat fazla görünüyordu. Bu durum üzerimde başka bir ağırlığa
sebep oldu: umutsuzluk.
Artık hiçbir kötü his beslemediğim Poyraz abinin, etrafını saran
birkaç zombi tarafından yere düşürüldüğünü ve fena halde ezilmekte
olduğunu görmem bende yeni bir şok etkisi yarattı. Ama bu şok beni
olduğum yere sabitlemek yerine, çantamdan yeni bir şarjörü silahıma
hızla takmama ve zombileri delik deşik etmeme sebep oldu. Zombiler tek
tek Poyraz abinin yanına düştüler.
Hemen yanına koştum, kalkması için elimi uzattım, ama onun eli
kalkmadı. Gözleri açıktı ve bana bakıyordu, ama vücudu kıpırdamıyordu.
Hemen eğilip nabzına baktım. Yoktu. Kalbini dinledim. Ömrümde ilk kez
birinin ölümüne tanık olduğumu anladım. Tablonun çizeri, bizi buraya
getiren ve kardeşimi kurtarmama yardım etmeye çalışan insan birkaç
‘yaşayan ölü’ tarafından öldürülmüştü.

226
Gökcan Şahin

Cesedin yanında çömelmiş olduğum halde başım dönmeye başladı.


Görüş alanım kararıyor, midem bulanıyordu. Öğürdüm, bir şey çıkmadı,
bir daha öğürdüm; başıma kan hücum ediyormuş gibi hissettim. Kusmak
ve bayılmak istiyordum; ama ikisi de olmuyordu. Birisinin “iyi misin?”
dediğini duydum hayal meyal. Doktordu soran. Đyiyim diyemedim.
Değildim.
“Ölmüş,” dedim fısıltıyla. Doktor bu sırada arkadan gelen bir
zombinin çenesini dağıttı ve Poyraz abinin üzerine eğildi. Sonra elleriyle
gözlerini kapattı.
“Yapacak bir şey yok,” dedi. “Kendini bırakma, buradan
kurtulmamız gerekiyor. Unut şimdi onu. Hayatta kalmamız lazım.”
Sözlerin etkisinden mi bilmiyorum ama bilinçsiz olarak daha iyi
hissettim kendimi. Ayağa kalkmayı başardım. Kendimi hâlâ tuhaf
hissetsem de deminkinden iyiydim.
Doktora iyi olduğumu söylemek için döndüğümde arkasından
Alican’ın saldırdığını gördüm. Silahının arkasıyla doktora vurmaya
hazırlanıyordu. Omzunun üstünde üç tane küçük şeytan vardı. Son anda
Alican’ı fark eden doktor geri çekildi ve tehlikeli bir darbeden kurtuldu.
Alican’ı silahı tutan kolundan yakaladım. O sırada Doktor, Alican’ın
şeytanlarını yakalıyordu. Yakalayıp Serkan’a fırlattı. Serkan yine lazere
benzer mavi ışığı kullanarak şeytanı yok etti. Etrafıma baktığımda
kızılların epey azaldığını fark ettim. Belli ki Serkan da yukarıda boş
durmuyor, mavi askerlerine yardım ediyordu.
Alican kendine gelince etrafıma baktım ve durumu gördüm. Tüm
zombiler yok olmuştu. Yerde kıvranan birkaç tanesi Serkan’ın pompalı
tüfeğinin kurşunlarını yiyordu. Küçük Şeytanlar da Serkan’ın

227
Karanlık ve Aydınlık

hedefindeydiler. Sonuncusu da yok olduğunda derin bir sessizlik oldu.


Şimdi yerlerdeki onlarca ölünün dışında hâlâ sırasında oturan kardeşim
Sarp, çukurun girişinde avcılık yapan Serkan, etrafı kolaçan eden Alican
ve Doktor dışında kimse yoktu. Đblis gitmişti.
“Đblis nerde?” diye sordum Sarp’a doğru yürürken.
“Poyraz yok etti onu,” dedi Doktor.
“Yok mu etti?” Bunu ne ara yaptığını bilmiyordum.
“Kur’an’ın gücü… Poyraz Kur’an’dan sureler okurken acıyla
kıvrandı ve eriyip gitti. O sırada onu korumaya çalışıyordum ama
beceremedim. Etrafını sardılar ve…” Elini gözlerine götürdü doktor.
Ağlayacağını sandım ama iki saniye sonra yine ciddi bir şekilde gerilmiş
yüzünü gördüm. Bu sırada Sarp’ın yanına ulaşmış, sıraya oturmuştum.
Boş gözlerle karşıya bakıyordu.
“Sarp,” diye seslendim elini tutarak. Eli soğuktu. Cevap gelmedi.
“Sarp, benim Doğan, abin. Seni kurtarmaya geldim. Uyan hadi. Kendine
gel. O iblis yok oldu.”
Başını yavaşça bana doğru çevirdi. Gözleri kokutucu derecede
farklıydı. Göz bebeği olması gerekenden çok daha büyüktü, neredeyse
tüm irisi kaplıyordu.
“Benim,” diye tekrarladım. “Abin, seni kurtarmaya geldik.
Duyuyor musun beni? Bir tepki ver!”
“Abi!” dedi dudaklarını hemen hemen hiç oynatmadan.
O an için dünyanın en güzel sözcüğüydü bu. Tüm yapılanlara
değen tek bir sözcük. O kurtulmuştu. Amaca ulaşılmıştı. Görev
tamamlanmıştı.

228
Gökcan Şahin

DOĞUM GÜNÜ

Đlk kez Sarp’ın doğum gününü yazlıkta kutlayacaktık. O


olağanüstü maceranın üzerinden beş gün geçmişti. Sarp tamamen kendine
gelmiş, eski neşesine kavuşmuştu. Zaten o olayla ilgili hatırladığı tek şey
denizde yüzerken birden kendini tuhaf bir mekânda benim yanımda
bulmasıydı. Bu iki şeyin arasında hiçbir şey yoktu. Tüm yaşadıklarımızı
ona anlatmıştık, ama birebir yaşamadığı için fazla etkilenmedi. Biz de o
olay hiç olmamış gibi davranmaya başladık ve o dehşet verici anları
hayatımızdan silip attık. Silivri’ye yüzmeye ve eğlenmeye gelmiştik, öyle
yapacaktık. Sarp yine sahile inerken köpeklerden korkup yanıma
sığınacaktı, kumsalda yine top oynayıp birilerini rahatsız edecektik,
dubaya çıkıp en derinlere dalmaya çalışacaktık… Her şey normale
dönecekti. Döndü de.
O akşam doğum günü partisi hazırlıklarını yaparken kimsede en
ufak bir sıkıntı yoktu. Annem de, Sarp da, ben de olabildiğince
neşeliydik. Saat yedide yazlığın bahçesinde koca bir masa kurmuş, etrafı
süslerle donatmıştık. Partiye tahminen on kişi gelecekti. Büyük olmasa da
güzel bir doğum günü olacaktı.

229
Karanlık ve Aydınlık

“Misafirler gelmeye başlamadı mı daha?” dedi Alican bahçe


kapısından girerken. Siyah bir tişört ve siyah bir kapri giymişti. Giysileri
ve siyah bileklikleri ile tam bir metalci görünümündeydi.
“Sen ilksin,” dedim gülümseyerek.
“Beni misafirden mi sayıyorsun?”
“Hoş geldin Alican,” dedi annem biz Alican’la tokalaşırken,
masaya tabak taşıyordu.
“Hoş bulduk Seda abla. Kolay gelsin.”
“Sağ ol canım… Annenler gelmiyor mu?”
“Annem Yağmur’la gelecekti, birazdan burada olurlar. Doğum
günü çocuğu nerde bu arada?”
“Đçeridedir,” dedim. “Televizyon izliyordu az önce.”
“O zaman içeri girip hediyesini vereyim.”
Gülümseyerek “sen bilirsin” der gibi bir bakış attım. Đçeri girip
gözden kayboldu. Bir sandalyeye oturup diğer misafirleri beklemeye
başladım.
Birkaç dakika sonra lacivert renkli lüks bir araba kapının önünde
durdu. Şoför kapısından takım elbiseli, güneş gözlüklü bir adam indi.
Kapıyı kapattı ve arabanın bagajına yöneldi. Bagajdan katlanabilir bir
tekerlekli sandalye çıkardı. O anda onun Doktor Tuncay olduğunu
anladım. Nasıl tanıyamadığıma şaşırarak hemen yerimden kalktım ve
yanına koştum.
“Hoş geldin Tuncay abi, bu ne şıklık, tanıyamadım vallahi.”
“Hoş bulduk Doğancım,” dedi gülümseyerek. Sanırım ilk defa
gülümsediğini görmüştüm. Daha da yakışıklı oluyordu. Ağarmaya
başlamış saçları hem olgun hem yakışıklı bir adam yapıyordu onu.

230
Gökcan Şahin

“Yardım edeyim,” dedim ve sandalyeyi aldım. Arabanın arka yan


kapısını açtı. Serkan’ı tekerlekli sandalyeye bindirdik.
“Nasıl gidiyor Doğan?” dedi Serkan elini uzatarak. Elini sıktım.
Yine güven duygusuyla donatıldığımı hissettim. Bu adam gerçekten
sihirliydi.
“Süper. Seni tekrar gördüm daha süper oldum. Sen nasılsın?”
“Đyi sayılırım. Annemden yine zor izin kopardım.”
“Olsun, almışsın ya.”
“Doktorum sağ olsun.”
Neşeyle bahçe kapısından girdik. Alican hediyesini vermiş, Sarp’la
birlikte bahçeye çıkmıştı. Sarp’ın kolundaki yeni bilekliği görünce
hediyenin ne olduğunu anladım. Güzel bir bileklikti. Siyah ve kalın.
Herkes birbiriyle selamlaştı ve yerlerine oturdular. On dakika
sonra Alican’ın kız kardeşi Yağmur ve annesi Oya abla da geldiler.
Onların dışında iki yazlık komşusu ve ufak çocukları bizi yalnız
bırakmadılar. Son olarak da Alican’la dört gözle beklediğimiz iki misafir
geldi. Onları bahçeye doğru gelirken görür görmez ayağa fırladım.
“Hoş geldiniz,” dedim. “Gelmeyeceksiniz diye çok korktum.”
“Eee, en iyi yaz arkadaşlarımızın davetini kabul etmeyeceğiz de
kiminkini kabul edeceğiz?” dedi siyah saçlı, lacivert elbiseli kız. Çok şık
görünüyordu, çok da güzel.
Đçeri girdiler. “Elçin ve Mine,” diye tanıştırdım diğer misafirlere.
Mine, Alican’la sohbete başlamıştı bile.
Misafirler tamamlandığından pastanın kesilme vakti gelmişti. “Đyi
ki doğdun Sarp,” tezahüratları eşliğinde mumlarını söndürdü kardeşim.
Hediyeler verildi, güzel tatlılar, börekler vs. yenildi, sohbetler edildi.

231
Karanlık ve Aydınlık

Parti boyunca yaşadığım tek garip şey, yabancı birinin bahçe


kapısından bize bakmasıydı. Alev desenli siyah bir tişört giymiş, yapılı,
yakışıklı bir adamdı. Onu gördüğümde gözlerini Serkan’a diktiğini fark
ettim. Serkan da onu fark etmiş, dimdik gözlerine bakıyordu. Aniden
gözlerinde çakan mavi bir ışık gördüm. Sonra tekrar yabancıya
döndüğümde orada yoktu. Serkan da sohbete geri dönmüştü.
O adam kimdi, küçük şeytanlarla veya yaşadıklarımızla bir ilgisi
var mıydı bilmiyorum. Şu an için pek de önemli olmadığını
hissediyorum.
Poyraz abinin ölmüş olması bile moralimizi bozamadı o gece.
Çizdiği tabloda artık kimsenin olmaması bizi teselli etmeye yetiyordu.
Onun istediği de buydu zaten. Eğer bize rastlamasaydı intihar edecekti ve
tablo da etkisiz hale gelmiş olmayacaktı. Yine de onu düşününce bir
burukluk hissetmedim değil. Tuncay abinin ve Serkan’ın da
düşüncelerinin arka planında Poyraz abinin olduğunu biliyordum. Onlar
da içten içe üzülüyor ama belli etmiyorlardı.
Yine de bizim için hayat sürüyor. Yaşamalı, mutlu olmalı ve o
şeytanlara taviz vermemeliyiz. Aslında hepimizin içinde bir melek ve bir
şeytan var. Yeter ki meleğin tarafında olalım.

232
KÜÇÜK ŞEYTANLAR 4

“ŞEYTAN TUZAĞI”
Karanlık ve Aydınlık

Şeytana ruhunu teslim etmişlerdendim ben. Karanlıklar lorduyla


ruhunu paylaşan binlerce ölümlüden biriydim. Damarlarında
isyankârlığın kanı dolaşan bir genç kızdım. Đnsanlara eziyet etmekten
hoşlanan egoist bir Tanrı’ya kulluk etmektense, onun otoritesine baş
kaldıran asi bir gücün emrine girmeyi tercih etmiştim.
Bize şeytana tapanlar derlerdi, bize satanist derlerdi, bize kedi
kesenler derlerdi. Ne derlerse desinler bizim tek derdimiz isyan etmekti;
şeytanın gösterdiği yoldan giderek onun Tanrı’yla olan
hesaplaşmasındaki engelleri aşmasına yardım etmek, verdiği görevleri
yerine getirmek ve bu yolla isyankârlığımızı göstermekti. Đnsanoğlu
günahkârdı. Tüm insanlar en az şeytan kadar günahkârdı. Şeytanın
istediği de bunu Tanrı’ya göstermekti. Kıyamet gününe kadar tüm
insanların günahkâr taraflarını ortaya çıkarmak ve kendi tarafında
toplamak istiyor. Đnsanoğlunun Tanrı’nın bir hatası olduğunu göstermek
istiyor. Ve biz de bu işte ona yardım ediyorduk.
Nasıl bu yola girdiğimi mi merak ediyorsunuz? Dinleyin o
zaman…

***

Adım Melis. Bal ya ada bal arısı anlamlarına geliyor. Đyiliği,


güzelliği, doğayı çağrıştırıyor değil mi? Ama ben bal kadar saf ve temiz,
bir bal arısı kadar özgür olamadım hiç.
Đnsanoğlunun dehşet verici tarafıyla daha çok küçükken
karşılaştım. Beş yaşındayken evde geçirdiğim bir kaza sonucu aşırı kan
kaybından hastaneye kaldırıldım. Sağ olsunlar Kızılay’dan kan getirip

234
Gökcan Şahin

beni kurtardılar! Ama HIV virüslü kanla! Evet, bana verilen kanda AIDS
virüsü vardı ve bunu kan benim vücuduma girene kadar kimse fark
etmemişti. Sonuçta hayatım karardı; hayat benim için bir azap yerine
dönüştü. Erken teşhisle birlikte hemen ilaç tedavisine başlanması
belirtilerin ortaya çıkmasını önlese de bu durum AIDS’li olarak anılmamı
engellemedi.
Mahkeme mahkeme dolaştı ailem. Birilerinden hesap sormaya
çalıştı. Tamam, bir miktar tazminat da aldık. Peki benim sağlığım yerine
geldi mi? Hayır! Ölümüme kadar sürecekti bu eziyet. Đlkokulda bir
şekilde AIDS’li olduğum duyulmuştu. Sekiz sene boyunca neredeyse
kimseyle tek kelime konuşamadan, bir sıra arkadaşı bile edinemeden
geçirdim. Çocuklar bana bakmak bile istemiyorlardı. Hastalıklı bir kızdım
onlar için. Uzak durulması gereken kuduz bir köpektim.
Lisede bu durumumu gizlemeyi başardım, ama insanlardan
soğumuştum bir kere. Bu kez ben kimseye yaklaşmak istemiyordum. Bu
yüzden diğer kızlar beni ezik biri olarak gördüler. Bir gün öyle bir şaka
yaptılar ki tüm kızlardan da insanlardan da tiksinir oldum. Benim tuvalete
gitmemi fırsat bilen muzip kızlar çantama, dışarıda buldukları köpek
dışkısını koymuşlardı. Ders başladığında, defterimi çıkartmak için elimi
çantaya koyunca o malum şeye dokunmuş oldum. O anda yaptıklarımı
“kıyameti koparmak” olarak kısaltabiliriz. Kızlar disipline gittiler, ceza
da aldılar, ama bendeki nefret ve kin duygusunu bir gıdım azaltmadı bu.
Aklımdan onları ve tüm insanları öldürmekle ilgili karanlık düşünceler
geçiyor, beynim bulanıyordu. Ama henüz bunları yapabilecek cesaret ve
güvene sahip değildim. Henüz canilik aşamasına gelmemiştim.

235
Karanlık ve Aydınlık

Lisenin son yılında ilk kez bir insandan nefret etmedim, hatta
hoşlandım. Şimdi bunu söylemekten utansam da âşık oldum. Adı
Şevket’ti. Hafif doğu şivesiyle konuşan, esmer tenli, güçlü kuvvetli, her
şeyi alaya alan, tipik bir serseri çocuktu. O sene sınıfta kalmış, bizim
sınıfa düşmüştü. Ve ben nasıl olduysa ona âşık olmuştum. Sanırım o sert
ve kimi zaman başkalarına zarar veren sadist tavırları, hiçbir şeyden
korkmaması beni ona çekmişti. Aslında onla yakınlaşmak için hiçbir çaba
göstermesem de, sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi o bana
yakınlaşmaya başladı. Diğer insanlara karşı takındığım soğuk duruşu ona
karşı takınmadım ve sonunda arkadaş olduk.
Konuyu fazla uzatmayacağım. Şevket veya kısaca Şevo,
sokaklarda ve okulda iş yapan bir uyuşturucu satıcısı çıktı. Beni öyle
güzel kandırdı ki uyuşturucuya bulaştığımı anlamadan o zehrin müptelası
olmuştum bile. Doğrusu Şevo’yla hiçbir zaman sevgili olmadık. Sadece
arkadaştık, ama benim ona olan aşkım gözümü kör etmişti. Uyuşturucuya
karşılık istediği her parayı kuruşu kuruşuna ödüyordum. Başlarda ikram
ediyordu, ama yavaş yavaş fiyatı arttırmaya başladı. Đçimdeki aşk ateşi
sönüp neye bulaştığımı anlamaya başladığımda artık çok geçti. Aylardır
kullandığım haplar beni bitirmişti, onlarsız edemiyordum. Üstelik AIDS
ilaçlarımla birleşince daha fena bir etki yapıyorlardı.
Sonunda benle pek de ilgilenmeyen annemle babam aşırı para
harcadığımı söyleyerek harçlığımı kıstılar. Paraları nereye harcadığımı
bile sormadan, sadece aylık belli bir paranın üstünü vermeyeceklerini
söylediler.
Babamın annemi aldattığını fark ettiğim için bir süre bunu şantaj
aracı olarak kullanıp babamdan para koparmayı başardım; ama annem de

236
Gökcan Şahin

bunu öğrenince o musluğun suyu kesildi. Sonunda uyuşturucu parası


bulmak imkânsız hale geldi.
Şevo’ya biraz hap vermesi için yalvardığım bir gün bana bir teklifi
olduğunu söyledi. Bu, her ne kadar iğrenç ötesi bir teklifse de ertesi gün
mahvolmuş bir halde kabul etmek zorunda kaldım. Teklifi, onunla bir kez
yatmam karşılığı bir haftalık hapı bedava vermekti. Bunu ilk
duyduğumda suratına tokadı yapıştırıp oradan uzaklaştım; ama ertesi gün
kan ter içinde, ayakta bile durmakta zorlanırken yanına gittim ve
bedenimin onun olduğunu söyledim.
Hemen beni kendime getirecek kadar hapı verdi. Okulun tuvaletine
kendimi zor attım. Hapları alır almaz üzerimdeki o korkunç hal yok
olmaya başladı. Rahatlamıştım. Ama elimdeki hapların tamamını
harcamıştım ve Şevo’nun iğrenç teklifini kabul etmiştim. Bir ders
boyunca tuvalette ağlayıp durdum.
O gün Şevo bana bulaşmadı, ama ertesi gün okul çıkışında
kolumdan tutup sözümü en acı verici şekilde hatırlattı. Ağzından salyalar
akıyordu adeta. Đstemeden onunla birlikte evinin yolunu tuttum.
O gün bekâretim bir haftalık uyuşturucu karşılığında acı verici ve
kanlı bir şekilde bozuldu. O anları aklıma getirmek dahi istemiyorum.
Sonsuza kadar kirlenmiştim ve o kiri çıkarıp atmam artık imkânsızdı.
O gece hayatımda ağlamadığım kadar ağladım. Annem evi zaten
terk etmişti, babam da o gece sevgilisinin yanındaydı. Ev gürültülü bir
şekilde ağlayıp kaderime isyan etmem için çok uygundu.

***

237
Karanlık ve Aydınlık

Ertesi hafta yine hapım bitti ve yine Şevo’ya muhtaç oldum.


Bedenimi birkaç hap karşılığı yine sattım o adi herife. Sonraki hafta yine,
sonraki hafta yine… Đki ay geçti böyle.
Bir pazartesi günü hap alabilme umuduyla ruhsuz bir biçimde
karşısındaydım. Hapları vermesini ve okul çıkışı beni alacağını
söylemesini bekliyordum. Ama bu kez öyle olmadı. “Seni başka birisi
istiyor,” dedi. “Bu kez senin de kârın olacak, benim de.” Đtiraz etmeye
kalktım. Dinlemedi. Ya sözünü dinleyip bedenimi onun istediği herife
sunacaktım, ya da azap içinde geberip gidecektim. Đlkini seçtim.
O öğleden sonra yine Şevo’nun evinde, o nefret ettim gıcırdayan
yataktaydım. Karşımda soyunmaya başlayan adam, uzun saçlı, yakışıklı
bir gençti. En az yirmi beş yaşında olmalıydı. Siyah gömleğini
çıkardığında vücudunda çeşit çeşit dövmeler gördüm. Kollarında,
sırtında, dikkatli bakmadan ne olduğu anlaşılamayacak şekiller vardı.
Pantolonunun kemerini çözerken şöyle bir yüzüme baktı.
Pantolonunu indirmekten vazgeçip yatağın kenarına oturdu.
“Adın ne senin?” diye sordu. Az önce çıkardığı gömleğin cebinden
bir sigara paketi aldı.
“Sana ne?” dedim. Ona da her insana karşı olduğum kadar
öfkeliydim.
“Benimki Samet. Memnun oldum.” Sigarasını ağzına yerleştirip
pantolonundan çıkardığı çakmakla yaktı. “Şevo yeni mi düşürdü seni?”
Cevap vermedim.
“Çok gençsin sen daha. Ne işin var burada?”
“Hap,” dedim. “Hap için.”

238
Gökcan Şahin

“Anlaşıldı. Đt oğlu it hapa bulaştırdı seni, şimdi de üzerinden para


kazanıyor.” Bir an cevap vermemi bekledi, sigarasından uzun bir soluk
aldı, devam etti:
“Pisliğin tekidir zaten Şevo. Gerçi ben de az pislik değilim…
Şimdi istemesem de seni becermem gerekiyor, çünkü parasını verdim ve
ben kazıklanmaktan hiç hoşlanmam.”
“AIDS’im ben,” dedim. Şevo’ya bunu söylememiştim, ama bu
adam uyarılmayı hak ediyordu.
Ağzından yoğun bir duman bulutu gönderdi ve bana dik dik baktı.
“Ciddi misin?”
Başımı salladım.
“Vay şerefsiz,” dedi ayağa fırlayarak. “Şimdi bitirdim işini, bana
hasta kızı kakalayacaktın ha!”
Siyah gömleğini üstüne geçirdi. Kapıdan çıkacakken, “O
bilmiyor,” diye seslendim. “Ve öğrenirse beni yaşatmaz. Çünkü onunla
da birlikte oldum.”
Durakladı, düşündü ve gülmeye başladı. “Aferin kız,” dedi. “Đyi
yapmışsın, gebersin pezevenk. Sağ ol bu arada, beni uyardığın için.”
Tekrar geldi, yatağın kenarına oturdu. Gözlerini kısarak kısa bir
süre düşündü.
“Giyin,” dedi. “Benimle gel.”
“Gelemem, hapa ihtiyacım var.”
“Hap buluruz, kolay iş. Senin de bize katılmanı istiyorum.”
“Bize derken?”
“Biz karanlığın efendileriyiz. Günahkâr insanların düşmanı, bize
çile çektiren Tanrı’nın düşmanı.”

239
Karanlık ve Aydınlık

Bu sözü beni kalbimden vurmuştu. Tanrı… Bize çile çektiren


Tanrı… Evet, ben de nefret ediyordum ondan. Beni yarattığı için, bana bu
lanet kaderi layık gördüğü için. Beni kendimi satmaya mecbur kıldığı
için. Her şey için.
Giyindim ve Samet’le çıktım. Şevo etrafta yoktu. Anlaşmaya göre
bir saat sonra gelip haplarımı verecekti. Rahatça kapıyı çektik ve çıktık.

***

Evin kapısındaki gri renk Renault onundu. Yanına oturdum,


arabayı hareket ettirdi. Nereye götüreceğini bilmiyordum,
düşünmüyordum da. Batacağım kadar boka batmıştım zaten, daha kötüsü
ne olabilirdi ki? Ormana götürüp tecavüz mü edecekti? Haha!
Beyoğlu civarlarında bir yere gittik, yolda tek kelime konuşmadan.
Ara sokaklardan birindeki kıyıda köşede kalmış bir apartmana ulaştık.
Durdu, el frenini çekti ve indi. Ben de peşindeydim. Üçüncü kattaki evine
çıktık.
“Benim evim,” dedi kapıyı ardımızdan kapatırken. “Ve bizim
grubun toplanma yeri.”
Đçeride olağandışı şeyler görmeyi bekliyordum. Ama sıradan,
dağınık bir öğrenci evinden farkı yoktu.
“Bu akşam yine toplanıyoruz, seni diğerleriyle de tanıştırırım,”
dedi. Buzdolabından ağzı açık bir kutu süt çıkarıp kafasına dikti. “Bir
şeyler yemek istersen buzdolabı emrinde.” Aç değildim, ama hap
ihtiyacım az da olsa kendini göstermeye başlamıştı.
“Bu akşam hap lazım bana.”

240
Gökcan Şahin

“Sorun değil, şimdi hallediyorum,” dedi ve birine telefon etti.


Haplar akşama elimde olacaktı.

***

O akşam dehşet verici bir şeytana tapınma ayinine tanık oldum.


Benim haricimde beş kişiydiler. Ben bir kenarda onları izler, yeni aldığım
hapların beni sakinleştirmesini beklerken, onlar çeşitli ritüellerle şeytana
tapınıyorlardı. Büyük odanın ortasına tebeşirle çizilen bir şeytan
yıldızının beş ucuna oturmuşlardı. Etrafta çeşit çeşit mumlar yanıyor,
tütsülerden yayılan kokular havayı boğucu hale getiriyordu. Üçü erkek,
ikisi kız olan bu satanist grubuyla eve geldiklerinde tek tek tanışmıştım.
Hepsi de tuhaf tuhaf piercingler taktırmış, çeşit çeşit dövmeler yaptırmış,
görüldükleri ilk anda satanist olarak nitelendirilebilecek tiplerdi. Hepsi de
insanlardan ve yaşamaktan nefret ediyordu. Hepsinin aklının bir
köşesinde intihar düşüncesi vardı, ama intihar ederek kolaya kaçmak
yerine şeytana hizmet etmeye karar vermişlerdi. Đkisi uyuşturucu
kullanıyordu. Dördü alkolikti. Hepsi de sigara tiryakisiydi.
Ayinler bitip herkes dağıldıktan sonra Samet’e bunları neden
yaptıklarını sordum.
“Şeytanla iletişime geçmek için,” dedi.
“Geçebildiniz mi?”
“Şimdilik hayır.”
O gece Samet’te kaldım. Samet’in yatağında, onun yanında
uyudum. Onunla birlikte olmadım, ama başımı onun göğsüne yasladım.

241
Karanlık ve Aydınlık

***

Ertesi gün okulda Şevo’ya rastladım. Beni bir kenara çekti.


“Dün hapını almadan nereye kayboldun sen?”
“Artık senin haplarına ihtiyacım yok.”
“Ne demek o?”
“Anladın işte. Çekil başımdan.” Ellerini üzerimden itip hızla
uzaklaştım. Bir daha yüzünü bile görmek istemiyordum.
O gece yine Samet’te kaldım. Ertesi gece de öyle. Babam da
sevgilisinde kalıyordu ve bizim eve uğrayan yoktu artık. O günden sonra
Samet’le yaşamaya başladık. Her hafta gerçekleştirdikleri ayinlere
katıldım. Birbirimizin bileklerini kesip kanlarını içtiğimiz oldu; sokaktan
kedi, köpek, kuş getirip şeytana kurban ettiğimiz oldu. Yüksek dozda
uyuşturucularla kendimizden geçtiğimiz, alkolün sınırlarını zorladığımız
oldu.
Ve sonunda o gün geldi. Karanlıklar efendisiyle iletişime
geçtiğimiz gün…

***

Şeytan yıldızımızı çizmiş, içkilerimizi alıp yıldızın etrafına bağdaş


kurmuştuk. Birer şarap bardağına bileklerimizi hafifçe keserek kanımızı
akıttık ve yanımızdakine verdik. Birbirimizin kanını içerken büyük bir
zevk alıyorduk. Hepsi AIDS virüsü taşıdığımı biliyordu, ama kimsenin
ihtiyatlı olmak gibi bir niyeti yoktu. Şeytan eğer bize ihtiyaç duyarsa

242
Gökcan Şahin

hastalıktan da ölümden de koruyacaktı. Đhtiyaç duymazsa zaten


yaşamamızın anlamı yoktu.
Kan içme töreninin ardından Samet elindeki Latince olduğunu
söylediği bir kitaptan anlaşılmaz şeyler okudu. Yerine göre sesini
yükseltti, yerine göre fısıltı seviyesine düşürdü. Bu coşkulu ayin sırasında
kendimizden geçiyorduk. Đçki ve uyuşturucu bizi uçuşa hazırlıyor, bu
ritüeller ise uçuşumuzu tamamlıyordu. Mumlar Samet’in nefesiyle
oynaşıyor, duvarlarda tekinsiz gölge oyunları yapıyordu.
Tüm mumların aniden sönmesiyle zifiri karanlığın ortasında
kaldık. Pencereden sızan hafif ışığın da yardımıyla karanlığa alışmak zor
olmadı. Samet mumlar söndüğü anda susmuştu. Şimdi ise onun delicesine
titrediğini görüyorduk. Elindeki kitabı düşürdü. Düşen kitabın sessizliği
yaran sesi hepimizi korkuttu. Samet’in tekinsiz titreyişi ve kesik kesik
nefes alması zaten yeterince ürkütücüydü. Eskiden olsa gözümü
kırpmadan kaçar giderdim. Ama o anda değil. Durumu anlamıştım,
hedefimize ulaşıyorduk.
Samet’in yüz ifadesini karanlıkta seçemedim ama gözlerinin
kırmızılığı belirgindi. Yarım dakika kadar süren nöbetten sonra titremesi
durdu. Nefesi koşmaktan bitkin düşmüş bir sporcununki gibi uzun ve
güçlüydü. Mumlar mucize eseri tekrar yanıp odayı aydınlattılar. Samet’in
yüzündeki ter damlacıkları mum ışığında net bir şekilde görülüyordu.
“Kan istiyor,” dedi. “Kurban istiyor. Bizle iletişim kuracak ama
bunun için bir kurbanın aracılığına ihtiyacı var.”
“Adam mı öldüreceğiz?” dedi yanımdaki kız.
Samet başını salladı: “Efendimiz öyle istiyor.”
“Aramızdan biri mi?” dedi yutkunarak.

243
Karanlık ve Aydınlık

“Hayır, buna gerek yok.”


“Şevo,” dedim öfke dolu ama kısık bir sesle. Samet beni
duymuştu, gözümün içine baktı ve hafifçe başını salladı.
Şevo denen şerefsizden o kadar nefret ediyordum ki…
Bağırsaklarını dökmek, beynini dağıtmak, parmaklarını tek tek kırmak,
gözlerini oymak hayallerimi süsleyen şeylerdi. Ve artık bunu yapmak için
yandaşlarım da vardı.

***

Ertesi gün okul çıkışında Şevo’nun yanındaydım. “Bir şey


söyleyeceğim,” diyerek onu diğer serseri arkadaşlarından ayırdım.
“Ne oldu? Aklın başına mı geldi? Hapın mı bitti?” diye iğnelemeye
başladı yalnız kaldığımızda.
“Zor durumdayım Şevo. Acil hap lazım, ölüyorum.”
Pis pis sırıttı. “Gördün mü? Bana muhtaç mıymışsın?”
“Şevo, bunu tartışmayalım. Bu akşam seninim, söz. Ver şu hapı
gideyim. Akşam istediğini alacaksın benden.”
“Ulan var ya, başkası olsa şimdi siktir edip gönderirdim. Ama son
bir şans vereceğim sana. Al şu hapları, kaybol şimdi. Çıkışta arabamın
yanında bekle beni.”
Başımı salladım ve hapları alıp tuvalete koştum. Yolda arkama bir
anlığına baktığımda benim acı çekmemin ne kadar hoşuna gittiğini fark
ettim. Zevkle bakıyordu arkamdan. Hem beni yola getirmenin gururunu
yaşıyor hem de akşam alacağı zevki düşünüyor olmalıydı.

244
Gökcan Şahin

Çıkış zili çaldığında çantamı omzuma atıp sakin sakin çıktım


sınıftan ve okulun elli metre ötesindeki arabasının yanına vardım. Beş
dakika sonra geldi ve yüzüme bile bakmadan arabaya atladı. Yanına
oturdum. Küfürlü bir rap şarkıyı son sesle açtı ve yola koyuldu.
Birkaç dakika sonra evinin önündeydik. Bir süredir görmediğim ve
görmediğim için oldukça memnun olduğum apartmana şöyle bir bakıp
Şevo’nun arkasından içeri girdim.
Oda aynı odaydı, yatak aynı yataktı. Değişen hiçbir şey yoktu.
“Özledin mi burayı?” diye sordu beyaz okul gömleğinin
düğmelerini çözerken. Tuvalete gitmem gerektiğini söyleyip odadan
çıktım.
Aynaya baktım umursamazca. Dikkatli baksam geçen seneye göre
ne kadar değiştiğimi fark etmem hiç de zor olmazdı. Çökmüş bir yüz, mor
gözaltları, solmuş bir yüzle vampirden bir farkım kalmamıştı. AIDS
ilaçlarını aksatmaya başlamıştım ve bunun ilk belirtileri dudağımdaki
ufak bir uçukla görünüyordu. Bu uçuğun haftalarca geçmeyeceğini
biliyordum. Tıpkı ağzımın içindeki iri aft gibi. O da Samet’in yanına
taşındığım sıralarda çıkmış ama bir türlü geçmemişti. Acı veriyordu ama
neyse ki o acıyı seviyordum. Yakında daha da kötüleri olacaktı; hele bir
grip olursam hayatım bile tehlikeye girerdi ama yine de ilaçları
kullanmayı düşünmüyordum. Ölmek ile yaşamak arasında çok da önemli
bir fark yoktu ki benim için.
Musluğu açtım ve elimi hafifçe ıslattım. Sonra musluk açıkken
çantamın fermuarını açtım ve içinden Şevo’ya güzel bir sürpriz çıkardım
ve eteğimin arkasına sıkıştırdım. Bakalım beğenecek miydi?
Musluğu kapattım ve çıktım.

245
Karanlık ve Aydınlık

Odaya girdiğimde Şevo çırılçıplak soyunmuştu. Yatağa oturmuş


beni bekliyordu. Ben içeri girince ayağa kalktı. Kanla şişmiş damarlı
penisini görünce benim de beynime kan sıçradı adeta. Öfkeden dişlerimi
sıkıyordum ama gülümsemeyi başardım.
“Baksana benimki seni çok özlemiş,” dedi pişmiş kelle gibi
sırıtarak.
“Görüyorum,” dedim ve tek kolumla taşıdığım sırt çantamı yere
attım. Şevo’ya doğru yaklaştıkça gömleğimin düğmelerini çözüyordum.
Sutyenime dikkat kesilmiş olan Şevo diğer elimin nerede olduğunun
farkında bile değildim.
“Biliyor musun? Hep yapmak istediğim şey buydu,” dedim. Şevo
bir şey anlamadı ama anlamasına da gerek yoktu. Eteğimin arkasından
çıkardığım keskin bıçak birazdan ona her şeyi anlatacaktı.
Penisi eteğime değecek kadar yakınlaştığımızda o çok istediğim
hamleyi yaptım ve bıçağı indirdim. Đlk anda gözünü sutyenimden
ayırmadı. Sonra gözleri yavaşça aşağı doğru indi. O çok sevdiği aletinin
büyük bir parçasının yerinde olmadığını gördüğü anda yüzündeki tüm kan
çekildi. Belki de orasından fışkırdığı içindi, bilemiyorum. Penisini
salatalık keser gibi kesmiştim ve kökünden sadece iki santim kadar
kalmıştı. Ve şehveti azalmış olacak ki fışkıran kan bir an sonra yavaş
yavaş aktı ve bacaklarından süzüldü. Çıplak ayaklarının arasındaki on beş
santim olması gereken şey de sihir yapılmış gibi birkaç santime düşmüş
ve kanını parkeye bırakmıştı.
Bir anlık şaşkınlıktan sonra bir adım geriye attı. Sendeledi. Eğer
yerdeki kan biraz daha arkada olsaydı kayıp düşmesi işten bile değildi.

246
Gökcan Şahin

“Ne? Ne? Ne?” diye birkaç kez tekrarladı. Ne demek istiyordu


acaba? BU şokun onun için yeterli olduğuna kanaat getirip tam kalbine
sapladım bıçağı. Geriye bir adım daha attı ve gıcırdayan yatağına sırt üstü
düştü.
Ölmüştü.
Bir süre sonra cesedi Samet’le beraber arabanın arka koltuğuna
koymakla meşguldük. Gece olana kadar bir çuvalın içinde beklettik.
Şeytan için öldürdüğümüz bu adamı gece ona sunacak ve isteğini yerine
getirmiş olacaktık. Ve dediğine göre artık bizimle açıkça iletişime
geçecekti. Bunun nasıl olacağını hepimiz merakla bekliyorduk.

***

Güneş battı, sokaklar sessizleşti, insanlar evlerine girdiler ve biz


Samet’in evinin salonunda şeytan yıldızının etrafında toplandık. Yıldızın
merkezine koyduğumuz çıplak ceset kötü bir koku yaymaya başlamıştı
bile.
Samet önceki günkü gibi Latince kitabı alıp okumaya başladı.
Kalbim bu ayinde her zamankinden hızlı çarpıyordu. Samet birkaç dakika
sonra ayin okumayı bıraktı. Bir çakıyla Şevo’nun cesedinin bileğini kesti
ve akan kandan birer yudumu şampanya bardağına damlattı. Bize
içmemiz için sundu. Tereddüt etmedik.
Samet tekrar ayinlere başladığı an cesedin eli kıpırdadı ve bize
odanın kapısını işaret etti. Hepimiz aynı anda kapıya baktık.
Ve gördük.

247
Karanlık ve Aydınlık

Karşımızdaydı… Kapının eşiğinden bize bakan delici kızıl


gözleriyle, heybetli ve kaslı bedeniyle, omuzlarına dökülen uzun
saçlarıyla, inanılmaz yakışıklı görünüşüyle, tüm ölümlü kızların kalbini
kazanabilecek karizmasıyla Şeytan karşımızdaydı.
Đçeri doğru bir adım attı. Ayağını kaldırdığı yerden dumanlar çıktı.
Bize yaklaştıkça alev desenli siyah tişörtü daha belirgin oldu. Alevler
gerçek gibiydi, elimle dokunsam yanacağıma yemin edebilirdim.
“Demek hazırsınız,” dedi sıradan bir insan tonuyla. “Neden bu
kadar şaşkınsınız? Beni beklemiyor muydunuz?”
“Hoş geldiniz efendimiz,” dedi Samet önce ayağa kalkıp, hemen
ardından yerlere kadar eğilerek.
“Böyle merasimlere gerek yok Samet. Bu saygı gösterileri tanrılar
içindir, benim için değil.”
“Peki efendim,” dedi Samet ve yerine oturdu.
“Şimdi bana gerçekten sadık olanları bir ayıralım,” dedi Şeytan.
Alevden gözlerini hepimizin üzerinde dolaştırdı. “Ufak bir sınav
yapacağım. Benim tarafımdaysanız sınavı geçersiniz.”
Kendimi okulda sözlüye kalkmak üzere olan bir öğrenci gibi
hissettim. En nefret ettiğim şeydi bu. Bu durumlarda hep istemsizce
terlemeye başlardım ve bacaklarım titrerdi. Yine öyle olmaya başlamıştı.
“Emrinizdeyiz efendim,” dedi Samet alevden gözler ona bakınca.
“Samet, gözlerimin içine bak. Bir dakika boyunca gözünü
çekmemeyi başarırsan benim askerim olacaksın.”
Alevden gözler daha da alev aldı. Şeytan Samet’e yaklaştı ve
gözlerini ona dikti. Samet oturur durumda olduğundan başını yukarı
kaldırmış, şeytanın gözlerini izliyordu. Oturduğum pozisyondan

248
Gökcan Şahin

Şeytan’ınkini değilse de Samet’in gözlerini görebiliyordum. Şeytan’ın


gözlerinin kırmızısı Samet’in gözünden yansıyordu. Bir dakika boyunca o
alevden gözlere bakmayı başaran Samet efendisinin izniyle gözünü çekti.
“Artık benim askerimsin,” dedi Şeytan kısaca. Ne olduğunu
anlayamamıştım ama Samet sınavı geçmişti. Sırada Seçil adlı bir kız
vardı. Ayinleri aksatmayan gothic tarzı giyinen çirkin bir kızdı. Bu sınava
pek de hevesli görünmemekle beraber tek kelime etmeden Şeytan’ın
gözlerine odaklandı. Daha ilk andan ıstırapla kıvrandığını gördüm.
Gözleri o ateşe dayanamıyor gibiydi. Bir an sonra aniden çığlık attı ve
gözlerinden dumanlar çıkararak sırt üstü düştü. O mum ışığında bile göz
yuvarlarının boş olduğu fark edilebiliyordu. Bir süre bağırıp çağırarak
gözlerini tuttu, sonra dumanlar kulaklarından, burun deliklerinden ve
ağzından da çıkmaya başladı. Bir dakika boyunca kıvrandıktan sonra
sustu ve edebi uykusuna yattı.
“Bu kızın gözlerinde sadakat yoktu. Farklı görünmek için bana
tapar gibi davranmış. Yazık.”
Bu kısa açıklamadan sonra Emirhan adlı sıska gence yöneldi. Tir
tir titrediğini ve Seçil’in ölümünden ne kadar korktuğunu görmek zor
değildi.
“Be… be… ben istemiyorum,” dedi kekeleyerek. Aniden ayağa
fırladı ve kaçmaya çalıştı. Ama bu yaptığı sadece Şeytan’ın bize ufak bir
gösteri sunmasına sebep oldu. Sağ elini kapıdan çıkmak üzere olan
Emirhan’a doğrulttu. Genç, aniden durdu. Kafasını deli gibi kapının
kenarına çarpmaya başladı. Burnu, çenesi, yüzü dağılana kadar onlarca
kez çarptı ve yere yığıldı.
“Sadık olmadığı belli.”

249
Karanlık ve Aydınlık

Yerimde kalakalmıştım. Sıra bendeydi. Kaçmak imkânsızdı. Bunu


düşünmüyordum bile. Peki sadık mıydım ona? Emin değildim. Şeytan
tam karşıma geçip gözlerini bana diktiği sırada dahi içimde şüphe vardı.
Ben de Seçil gibi yanacaktım, ben de…
Gözleri alev aldı. Beni içine çekti. Bedenimden sıyrıldım ve
gözlerinin içinde bir yolculuğa başladım.
Kapkaranlık bir yerdeydim. Önce öldüğümü sandım ama sonra
etraftaki beyaz benekleri fark ettim. Parlayan beyaz noktalar ve simsiyah
bir fon… Burası uzaydı. Arkamı döndüğümde Dünya’yı gördüm. Koca
mavi bir küre. Beyaz bulutların sardığı masum bir gezegen. Sonra
yaklaştım o küreye. Süzülerek, yavaş yavaş. Atmosfere girdim, bulutları
aştım. Koca Afrika kıtası belirgin bir şekilde karşımdaydı. Kontrolüm
dışında yaklaştım kıtaya. Yaklaştım, yaklaştım. Tıpkı internetteki uydu
görüntülerine yaklaşır gibi…
Derme çatma evler, kulübeler çarptı gözüme. Onlardan birine
doğru süzüldüm. Ve hemen yanına indim. Çadıra benzeyen dallar ve
çalılardan yapılmış kulübeden simsiyah bir kadın çıktı. Çok zayıftı.
Ellerinde bir çocuk olduğunu çok sonra fark edebildim. O kadar zayıftı ki
dikkatli bakmadan görmek zordu. O sırada sesleri de duyabildiğimi fark
ettim. Çocuk evrensel bebek lisanıyla, bütün gücüyle ağlıyordu. Kolları,
bedeni çalı gibiydi. Annesi de bir şeyler söyleyerek bağırıyordu, feryatlar
ediyordu adeta. Sonra çocuk sustu, ama anne daha da feryatla bağırmaya
başladı. Çocuğunu sallıyor, tekrar ağlamasını, hareket etmesini istiyordu.
Ama ölmüştü çocuk. Açlıktan. Tanrı’nın rızkına sahip olmadığı için.
Tanrı tarafından terk edildiği için ölmüştü. En şerefsiz, dinsiz, namussuz

250
Gökcan Şahin

insanları lüks, zevk ve asalet içinde yaşatan Tanrı, günahsız bir çocuğa
sırf annesi fakir bir zenci olduğu için kıyabiliyordu.
O anda havalanmaya başladım. Kendimi Irak üzerinde süzülürken
buldum. Đndiğim yer beton bir duvarın yanıydı. Önce etrafta kimsenin
olmadığını sandım. Ama sonra iki kolunda iki bebekle duvar dibine
sinmiş bir babayı gördüm. Hiç ses çıkarmadan bekliyorlardı. Baba
kendini güvende hissetmiş olmalı ki başını kaldırıp duvarın diğer tarafına
bakma cesareti gösterdi. Ama bu büyük bir hataydı. Kafasına yediği
kurşun onu çocuklarıyla beraber bir metre geri savurdu. O öyle bir
Tanrı’ydı ki iki çocuğu en adi istilacı şerefsizlerin bir kurşunuyla yetim
bırakabiliyordu. Belki de birazdan çocuklar da ölecekti ve o Tanrı bunda
hiçbir sorun görmüyordu. Bazılarına bunu yapabilecek gücü vermeyi
sürdürüyordu.
Sonraki durak Đsrail’di. Kalabalık bir caddedeydim. Đki sevgili el
ele tutuşmuş yürüyor, bir çocuk annesinin elini tutmuş dondurma yalıyor,
bir genç kız yaşlı bir teyzeyi karşıya geçirmeye çalışıyordu. Birden
caddenin köşesinden beyaz bir minibüs döndü. Aşırı bir hızla caddenin en
kalabalık yerine geldi. Ve fren yaptı. Araç fren yapar yapmaz kulakları
sağır eden bir patlama oldu. Aslında orada olmamama rağmen ben bile
öldüğümü düşündüm. Kendimi o kaosun üzerinde birkaç metre yukarıda
süzülürken buldum. Araba alarmları çalıyor, çığlıklar yükseliyordu.
Dondurma yiyen çocuk da, sevgililer de, yaşlıya yardım eden kız da
paramparça olmuştu. O öyle bir Tanrı’ydı ki din denen şey için insanları
öldürmeyi emredebiliyordu. Mutlaka bu minibüsü patlatan, bu caniliği
yapmadan önce besmele çekmişti.

251
Karanlık ve Aydınlık

On değil, yüz değil, binlerce mekân gezdim böyle. Normalde


saatler sürerdi, yorgunluktan bitkin düşerdim, ama bunlar sadece bir
dakika aldı. Kendimi tekrar gerçek hayatta bulduğumda öyle bir öfke
biriktirmiştim ki Tanrı’ya karşı, Şeytan’a karşı durmak aklımın ucundan
bile geçmedi.
“Artık benim askerimsin,” dedi gözlerini benden ayırırken. Evet,
onun askeriydim ve bundan daha doğal bir şey yoktu.
Diğer iki arkadaş da sınavı geçemeyip acı içinde öldükleri sırada
en ufak bir azap çekmiyordum. Şimdi odada sağ kalmış iki kişi vardı: Ben
ve Samet.
“Yarın gece,” dedi Şeytan, “görev için hazır olun.” Ve yok olup
gitti. Sanki hiç orada olmamıştı. Geriye kalan, Şevo’nunkiyle beraber beş
ceset, parkedeki yanık izleri ve aklımıza kazınmış Tanrı düşmanlığı oldu.
Evet, hazırdık. Yarın bir görev alacaktık ve yapacaktık. Bu kadar basitti.

***

Ertesi gün Samet fena halde hastalanmıştı. Sabah erkenden


uyandığımda yanımda yatan Samet’in yüzünde boncuk boncuk ter
damlacıkları gördüm. Yüzü kıpkırmızıydı ve dudağı titriyordu.
“Samet? Đyi misin?” dedim hafifçe dürterek. Gözlerini araladı.
Fena halde kızarmışlardı.
“Kötüyüm,” dedi. “Üşüyorum.”
Alnına dokundum. Tahmin ettiğim gibi ateşi çok yüksekti.
“Antibiyotik var mı evde?”
“Aspirin’den başka bir şey yok.”

252
Gökcan Şahin

Đki aspirin verdim ama aspirinle iyileşecek gibi görünmüyordu.


“Tanrı cezalandırıyor beni,” dedi fısıltıyla. “Ona hiç dünkü kadar
karşı gelmemiştim.”
Bu sözler üzerine donup kaldım. Samet dünkü olaylardan dolayı
pişman mı olmuştu? Bunu Şeytan fark ederse ne yapardı?
“Sus…” dedim. “Şeytan’ın gazabını mı istiyorsun? Ateş başına
vurmuş senin!”
“Bırak Allah aşkına. Şeytan öldürür ama Tanrı süründürür.
Görmüyor musun? Tanrı şeytandan daha şeytan.”
“Ne demek istiyorsun Samet?”
“Dediğim şu ki, büyük bir hata yaptık. Tanrı’nın yolundan
çıkmakla…”
“DEMEK ÖYLE,” diye gümbürdedi arkamdan bir ses. Bakmama
gerek yoktu. Yatak odasının girişinde Şeytan’ı göreceğimi biliyordum.
“Bu gazabın da benden olmadığını nerden biliyorsun sözde asker?”
Samet yatakta doğrulmaya çalıştı. Dudaklarının titremesini hâlâ
durduramıyordu. Fal taşı gibi açılmış gözleri iblise dikilmişti. Bense
yatağın köşesinde ona dönüktüm. Arkamda kalan Şeytan’a bakmaya
cesaret edemiyordum.
“Evet, benim gazabımdı bu. Dün senin hakkında ufak bir şüpheye
düşmüştüm ve son bir sınav yapmaya karar verdim, ama sen bu sınavı
geçemedin SAMET!”
Samet aniden epilepsi hastası gibi titremeye başladı. Sonra
gözlerinden çıkan dumanlar akıbetini belli etti. Birkaç saniye sonra içten
kül olmuştu bile.

253
Karanlık ve Aydınlık

Sabah sabah görmeyi hiç ummadığım karanlıklar efendisi yaklaştı


ve yatağa oturdu. Ona bakmak zorunda hissettim kendimi. Önceki günkü
gibiydi. Aynı tişört, aynı beden.
Gülümsedi. “Görüyor musun? Tek sen kaldın.”
Başımı salladım. Dudağım fena kurumuştu.
“Göreve hazır mısın?”
Bundan emin olmasam da başımı salladım.
“Güzel! Gözlerimin içine bak,” dedi.
Gözleri önceki günkü derin kızıllığa büründü ve ruhumu içine
çekti. Kendimi evin dışındaki sokağın biraz yukarısında süzülür halde
buldum. Bedenim yoktu; yine onun rehberliğinde bir astral seyahate
çıkıyordum. Sokakta ilerledim. Caddeye çıktım. Caddeden hızla
süzülerek Taksim Meydanı’na kadar geldim. Aşağıdaki insanlar karınca
gibi görünüyorlardı. Sonra otobüslerin güzergâhından Şişhane’ye doğru
uçtum. Karaköy’e indim ardından. Sonra köprüyü geçerek Unkapanı’nda
buldum kendimi. Sırasıyla Aksaray, Çapa, Topkapı üzerinden E5’e
çıktım. Aşağıdaki araç trafiğine nispet yaparcasına jet hızıyla uçtum
yolun üzerinden. O bomboş yollarda giden gri metrobüsler bile geride
kalıyorlardı.
Bir an sonra Şirinevler’deydik. Ardından Küçükçekmece ve
Avcılar. Buraları tanıyordum; eskiden birkaç kez gelmişliğim vardı.
E5’ten çıktım ve deniz tarafına doğru daha yavaş bir şekilde yöneldim.
Sanki bana bir yol tarif ediliyordu. Yerden birkaç metre yükseğe kadar
indim ve daha yavaş bir şekilde etrafı gözetleyerek ilerledim. Đki kere
sokak köşesinden döndüm ve bir apartmanın yanına ulaştığımızda aniden
yükselmeye başladım.

254
Gökcan Şahin

Mavi taşlarla dış badanasına desen verilmiş hoş bir apartmandı.


Beşinci katına ulaştığımda aniden durdum. PVC kaplı balkonun camı
açıktı ve kolunu mermere dayamış bir genç dışarıya bakıyordu. Yavaşça
yaklaştım ve bir metre uzaklığında sabit kaldım. Gözleri bazen benim
üzerimden geçse de beni göremiyordu. Ben ise onu rahat rahat
süzebiliyordum. Burada olma amacımın da o olduğunun farkındaydım.
Sakat bir gençti. Balkon kapısında tekerlekli sandalyesi duruyordu.
Kendini balkondaki rahat koltuğa atmış olmalıydı. Yüzündeki ve
başındaki yara izleri korkunç bir kaza geçirdiğini gösteriyordu. Başının
bazı yerlerinde dikişlerden dolayı saç çıkmamıştı ve bu durum
görünüşünü korkunçlaştırıyordu. Birden beynimde bir ses duydum.
Şeytan’ın fısıltısı olabilirdi. “Serkan,” dedi bu ses yalnızca. Bir an başka
bilgiler de gelecek sandım ama gelmedi. O an için adıyla yetinmek
zorundaydım.

***

Ve birden uyandım. Şeytan’ın gözlerinden zor da olsa çektim


gözlerimi.
“Serkan,” dedi Şeytan tekrar. “Küçük şeytanları avlayan ve bizim
hedefimize ulaşmamızı engelleyen birkaç seçilmişten biri.”
Küçük şeytan derken ne kastettiğini anlamamıştım. Bir şey
sormadan cevabı aldım. Üstelik görsel olarak.
Şeytan sağ kolunu kaldırdı ve o anda yatak odasının duvarından
içeri bir düzine kadar minik yaratık süzüldü. Đri bir fare boyutlarında,
kıpkırmızı, iğrendirici kaygan bir bedene sahip, çatal kuyruklu, boynuzlu,

255
Karanlık ve Aydınlık

tuhaf yaratıklardı. Yer çekimi diye bir şey yokmuş gibi rahatça havada
süzülüyorlardı.
“Bunlar benim küçük askerlerim. Günahkâr insanların kötü
taraflarını cesurca sergilemelerini sağlıyorlar. Onların eline düşen bir
insanın kurtulması çok zor. Ne yazık ki herkese tutunamıyorlar ama
şimdilik yeterince işime yarıyorlar. Onlar güçlendikçe daha çok kişiyi ele
geçirecekler ve Tanrı’ya karşı zaferimin mimarı olacaklar. Đşte Serkan
hem benim için, hem kendi için talihsiz bir kaza geçirdi ve artık onları
görebiliyor. Sadece görebilmekle kalsa iyi. Benim bile çözemediğim
tuhaf bir gücü var. Yarattığım bu yaratıkları kendi emrine geçirebiliyor.
Bizim için çok büyük bir tehlike o. Yok edilmeli.”
Aklıma neden kendisinin yok etmediği sorusu takılmıştı. Ama
Şeytan yine aklımı okuyormuş gibi sözüne şöyle devam etti.
“Onu ben yok edemiyorum. Tanrı’nın ışığı var onda. Kendisi
bilmese de beni yok etme gücüne bile sahip. Küçük şeytanlarım da ona
karşı çaresiz, emrimdeki diğer yaratıklar da.”
“Ve onu benim öldürmemi istiyorsunuz,” dedim çok kısık bir
sesle.
“Herhangi bir insanı küçük şeytanlardan birinin etkisine alıp
göndermeyi denesem, hemen o şeytanı fark eder ve tuzağı anlar. Ama sen
benim sadık askerimsin ve üzerinde küçük şeytan olmayacak. O da senin
düşman olduğunu anlamayacak.”
“Peki bunu nasıl yapacağım?”
“Çok kolay. Git ve öldür. Öldürene kadar kuşkulandırma yeter.”
“Anladım efendim.”

256
Gökcan Şahin

“Öyleyse seni görevinle baş başa bırakıyorum. Bu işi bitirdiğinde


ödülünü alacaksın. Ama baştan uyarayım; başarısızlık arkadaşınla aynı
kaderi paylaşman demek.”

***

Ben herhangi bir şey için uzun uzun planlar yapan bir karaktere
sahip değilimdir. Her zaman plansız olmuş, duruma göre hareket
etmişimdir. Bu kez de öyle olacaktı. Yanıma Samet’in çekmecesindeki
siyah tabancayı ve her zaman arka cebinde taşıdığı çakıyı alıp Serkan’ı
öldürmeye gidecektim. Đçimde hiçbir tereddüt yoktu. Kapıyı çalacak,
açtığında silahı doğrultup Serkan’ı gebertecek ve tüm gücümle
kaçacaktım. Bu kadar basitti. Yakalanmak gibi bir korkum yoktu. Şeytan
benim yanımdaydı.
Dışarıda hafifçe yağmur çiseliyordu. Yağmurluğumu giyip dışarı
attım kendimi. Bir taksi tutup Avcılar’a gittim ve sabah Şeytan’ın
gösterdiği güzergâhta yürümeye koyuldum. Yarım saatlik bir arayış
sonunda o mavi apartmanın önündeydim.
Apartman kapısına dokunduğumda kendime olan güvenimin eskisi
kadar olmadığını fark ettim. Đçimde bir boşluk vardı. Ne yaptığını
bilmeyen bir sarhoş gibi hissettim kendimi. Ardından gözüm kararmaya
ve midem bulanmaya başladı. Başım fena halde dönüyor, beni
yerçekiminin kollarına teslim etmeye çalışıyordu. Kapının demirlerine
tutunarak ayakta kalmayı başardım. Sonra gözümün önüne Şeytan’ı ve
önceki gün diğerlerine yaptıklarını getirdim. Bu işi şimdi halletmeliydim,
yoksa gücüm tamamen tükenecekti.

257
Karanlık ve Aydınlık

Apartman kapısı kapalıydı ve bu benim için büyük bir engeldi.


Birilerinin ziline basmam ve bir şeyler uydurmam gerekecekti. Tam
kafamdan bir zil seçmiş basmak üzereyken çat sesiyle kapı açıldı ve bir
adam aceleyle dışarı çıktı. Beni elimi zile uzatmış olarak görmesi işime
geldi. Hemen adama gülümseyerek içeri girdim. O ise tepki vermeden
hızla yoluna devam etti.
Đşim çok kolaylaşmıştı. Şimdi beş kat çıkacak ve amacıma
ulaşacaktım. Bunun Şeytan’ın işi olup olmadığı hakkında yorum
yapamıyorum; ama dışarıda bayılacak duruma gelmemin Şeytan’ın işine
hiç gelmediğine emindim. O beni seçmiş ve bu büyük görevi bana
vermişti. Şimdi onun güvenini boşa çıkarmayacaktım.
Basamakları kalbim küt küt atarken tek tek tırmandım. Aslında
üçer üçer tırmanmak, hatta bir anda yukarı ışınlanmak istiyordum, ama
yürümeye bile zor güç buluyordum.
Daire 8. Đşte burası olmalıydı. Dışarıdan gördüğüm kadarıyla evin
yönü bu taraftaydı. Kat da doğruydu. Elim kapının tokmağına gitti. Kendi
elime bakarken şok oldum. Bembeyazdı, adeta kanı çekilmişti.
Birden günlerdir ilaçlarımı almadığım kafama dank etti. AIDS
gerileyen belirtilerini tekrar gösteriyor olabilirdi. Vücuduma giren ufacık
bir virüs bile beni mahvetmeye yetecek güce sahipti. Şimdi sırası mıydı
bunun? Ya bir an önce bitirecektim bu işi, ya da ihmalkârlığım yüzünden
Şeytan’ın gazabına tutulacaktım. Tokmağı tıklattım ve beklemeye
başladım. Tekerlekli sandalyedeki biri için sabırlı olmam gerekiyordu.
Elimle silahımı kontrol ettim. Buz gibi metal, kanı çekilmiş elime pek
fazla etki yapamadı, ama oradaydı.

258
Gökcan Şahin

Kapıyı vurduktan sonra kendimi daha da kötü hissetmeye


başladım. Mide bulantım hat safhadaydı. Gözlerimle pek bir şey
seçemiyordum. Kapının kenarlarına tutunmasam yere düşmem işten bile
değildi.
Kapıdan açıldığına dair tıkırtı gelirken silahı çıkaramadan yere
yığıldım.

***

Uyandığımda yumuşacık bir yataktaydım. Yatağın yanında


tekerlekli sandalyesinde beni izleyen Serkan vardı. Üzerimdeki giysilere
dokunulmamış, sadece ayakkabım çıkarılmıştı. Silahın hâlâ belimde olup
olmadığını kontrol etmek için o tarafa döndüm; evet, sertlik
hissediliyordu. Doğrulmaya çalıştım ama hâlâ kötü durumdaydım. Başım
dönmeyi sürdürüyordu.
“Kendini yorma. Bizim kapının önünde bayılmışsın. Seni içeri
aldım. Annem hemşire. Çağırdım, birazdan gelir,” dedi Serkan.
Beni nasıl buraya taşıdığını merak ediyordum ama sormadım.
Şeytan onun çok güçlü olduğunu söylemişti. Onu hiçbir şekilde
şüphelendirmemeli ve kendim de şüpheli görünmemeliydim.
“Kapı çalındı sandım, ama galiba düşerken tutunmaya çalıştın. Bu
apartmanda mı oturuyorsun?”
“Yok… Şey… Ben bir arkadaşımı arıyordum, galiba yanlış
apartmana geldim.”
“Hmm, anladım. Ama kalkmaya çalışma, annem gelecek şimdi.”

259
Karanlık ve Aydınlık

Durum kötüydü. Ben bu genci öldürmeye gelmiştim ama


doğrulamıyordum bile. Birazdan annesi gelecekti ve işler daha da sarpa
saracaktı. Belki üzerimdeki silahı bulacak, belki durumumun kötü
olduğunu söyleyip hastaneye götürmek isteyecekti. Bir an önce bir şey
yapmalıydım. Şeytan neden şimdi yardım etmiyordu ki?
Annesi gelmeden öldürüp kurtulmalıydım, başka çarem yoktu.
Silahımı çıkarıp ona doğrultmam yeterliydi. Üzerimdeki ince yorganı
üzerimden atar, beynini dağıtırdım. Evet, mantıklı görünüyordu.
Doğrulmam bile gerekmeyecekti. Hedef sadece yarım metre
uzağımdaydı.
Önce sağ elimle silahı belimden çıkarmaya çalıştım. Bir yandan
sanki ağrıyan bir yerimi yokluyormuşum gibi hafifçe inliyordum. Silahı
kavradım ve milim milim çıkardım. Silah tamamen serbest kalınca, tüm
gücümle üzerimdeki yorganı tekmeledim ve silahı doğrulttum. Đşte bu
kadardı. Sadece ateşlemek kalmıştı. Yatak odasının penceresine gözünü
dikmiş bekleyen Serkan hareketimi fark edince bana döndü ve silahın
namlusuyla karşı karşıya kaldı.
“Đşin bitti şeytan düşmanı,” dedim ve tetiği çektim. Silahın patlama
sesi kulakları sağır edecek kadar güçlüydü.

***

Şeytan orada olsa gözlerimden duman çıkmaya başlamıştı sanırım.


Ama nedense bu gençten çok korkuyordu ve belli ki beni orada yalnız
bırakmıştı. Bana güvenmiş, ondan benim sayemde kurtulmayı

260
Gökcan Şahin

düşünmüştü. Sonra küçük şeytanlarıyla dünyayı ele geçirmeye devam


edecekti.
Ama nereden bilebilirdi ki bu kadar beceriksiz olacağımı?
Serkan’ın beynini duvara yapıştırmak yerine mermiyi duvara
göndereceğimi ve vereceğim tek zararın duvarın alçısının dökülmesi
olacağını?
Ateş ettiğim ilk anda gözlerimi sıkıca kapadığım için kurşunun
nereye gittiğini göremedim, ama gözümü yavaş yavaş açarken Serkan’ın
masmavi parıldayan gözlerle öfkeyle bana baktığını ve hemen
arkasındaki duvardaki deliği gördüm. Serkan’ın sağ kulağının hemen
üzerindeki saçlar, merminin güzergâhını gösterircesine çizgi şeklinde yok
olmuştu.
Silahı tekrar ateşlemek için ne halim kalmıştı ne de cesaretim.
Serkan silahı tuttu ve çekip aldı. Ben de gözyaşlarıyla yastığa gömüldüm.
“Kimsin sen?” diye kükredi şaşılacak şekilde ayağa kalkarak. Hem
pişmanlık, hem korku, hem dehşetle çarpan kalbim kontrolden çıkmıştı.
Gözyaşlarım sel gibi akıyordu yatağa. “Şeytan,” dedim
hıçkırıklarımın arasında, “Şeytan zorladı beni, seni öldürmemi emretti,
yoksa kül edecek beni, sonsuza kadar cehennemde yanacağım.”
O sırada kapıya sertçe vuruldu. Silah sesini duyan komşular
olmalıydı. Serkan tekerlekli sandalyesine oturarak kapıya bakmaya gitti.
Komşuları nasıl ikna ettiğini duyamadım ama bir şekilde onları
göndermeyi başardı ve geri döndü. Cebimdeki çakıyı bu fırsatta
hazırlayıp kullanabilirdim ama yapmadım.
“Sen istemezsen Şeytan seni zorlayamaz,” dedi gözleri tekrar mavi
ışıkla çakarken.

261
Karanlık ve Aydınlık

“Tanrı’ya olan öfkemle kendine çekti beni. Neler yaşadığımı


bilmiyorsun… Neler çektiğimi… Tanrı’nın bana neler yaptığını… Şeytan
bana bazı görüntüler gösterdi… Tanrı’nın ne kadar acımasız olduğuna
dair. Đkna etti beni. Tanrı’ya öfkeliyim, evet. Ama Şeytan’a kendim
gitmedim. O beni buldu.”
Kesik kesik konuşuyordum, bazen saniyelerce bekleyerek. Ama
Serkan sözümü hiç kesmedi. Mavi gözleriyle dimdik bakmayı sürdürdü.
“Peki,” dedi. “Bir gezinti de biz yapalım bakalım.”
Gözlerinin maviliği odayı doldurdu, derinleşti ve beni içine çekti.
Bu, Şeytan’ın yaptığının bir benzeriydi, ama daha huzur vericiydi.
Kendimi bu ışığa teslim ettim ve vücudumdan bağımsızlığımı kazandım.

***

Kendimi bir hastane koridorunda buldum. Bedensiz bilincim


yerden bir insan boyu yukarıdan izliyordu dışarıyı. Üzerinde doğumhane
yazan kapıya doğru sürüklendim. Kapının içinden geçtim ve bir kadın
çığlığının doldurduğu odaya girdim. Đçeride bir doktor ve iki hemşire
koşuşturuyordu. Doğum yapan kadının çığlıkları arasında kendi
aralarında hızlı hızlı konuşuyorlardı. Doğum konusunda hiçbir şey
bilmediğim için bu koşuşturmanın normal olup olmadığından emin
değildim. Ameliyat masasının etrafındaki doktorlara doğru süzüldüm.
Sanırım Serkan bu anı görmemi istiyordu. Doktorların biraz üzerinden
doğumu gerçekleştiren kadına baktım.
Sanırım o sırada nefes alıyor olsaydım nefesim kesilirdi. Kalbim
olsaydı, atışıyla kaburgalarımı sızlatırdı. Çünkü karşımdaki kadın

262
Gökcan Şahin

annemdi. Yıllar öncesinden genç, güzel bir kadındı. Yüzündeki teri silen
hemşireye bakıyor, elini sıkı sıkı tutuyor, yüzünü buruşturarak çığlıklar
atıyordu. Ve uzun bir inlemenin sonucunda bir bebek geldi dünyaya.
Doktorlardan biri bebeği ters tutuyor, ağlamasını sağlamaya çalışıyordu.
Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı bebek, ama sonra birden kulakları
tırmalayan bir sesle ağlamaya koyuldu. Bu ses herkesi öyle rahatlattı ki
pozitif enerjiyi hissedebiliyordum. Annem ise gülüyordu. Tüm acısını
unutmuş, çocuğuna bakıyordu.
“Kızım, Melis’im,” diye mırıldandığını duydum. Doktorlar
bebeğin göbek bağını keserken kendimi izliyordum. On sekiz yıl öncesini
canlı olarak görüyordum. O sevimli şey bendim. Ben!
Şimdi kendini Şeytan’a satmış, her türlü pisliğe bulaşmış,
bedeninde ve ruhunda temiz bir zerre bile kalmamış bir genç kıza
dönüşen yaratık, on sekiz yıl önce işte bu saf bebekti.
Doktorlar bebeği alıp götürdüler. Annem derin derin nefes alarak
gülümsemeyi sürdürdü. Beni kucağına alacağı anı hayal ediyordu
muhtemelen.
Ne büyük mucizeydi bu! Kol kadar bir bebekken koskoca bir
insana dönüşmek. Hatta küçücük bir hücreyken!
Şimdi neden bu haldeydim? Uyuşturucuya alışmış, AIDS hastası,
Şeytan’a tapan, katil bir yaratığa nasıl dönüşmüştüm? Geri dönebilir
miydim? O bebeğin saflığına ulaşabilir miydim? Keşke o halde
kalsaydım. Hiçbir pislik bulaşamasaydı bana. Ya da o pislikleri bir anda
üzerimden atabilseydim.

263
Karanlık ve Aydınlık

Đşte götürüyorlardı annemi. Odasına alacak ve dinlendireceklerdi.


Sonra da bebeğini kucağına vereceklerdi. Hayatın mucizesini, Tanrı’nın
mucizesini sunacaklardı ona.
Aklımdan o kadar çok düşünce geçiyordu ki afallıyordum. Her
düşüncem pişmanlıkla yoğruluyor, vicdan azabının süzgecine takılıyor,
olumsuzluğun tortusuyla ağırlaşıp çöküyordu. Keşke imkânım olsaydı.
“Đmkânın var,” dedi ses. Serkan’ın sesi. Beni doğumhaneden çekip
tekrar evindeki yatağına getirdi.
“Aslen kötü değilsin. Seni şartlar bu hale getirmiş. Ve şartlar
düzeldiği takdirde sen de düzelirsin. Şeytan’dan mı korkuyorsun? Sen
izin vermezsen o sana bir şey yapamaz. Diğerlerine yaptıysa onlar teslim
olmuş demektir.”
“Ben seni öldürmeye çalıştım, neden yardım ediyorsun?”
“Tanrı affedicidir ve ben Tanrı’nın tarafındayım.”
Kapıdan anahtar sesleri gelmeye başladı. Annesi gelmişti. Serkan
elindeki silahı hemen yatağın altına attı. Duvardaki deliği ise inanılması
çok zor bir şekilde tamir etti. Gözlerindeki mavi ışığın gücüyle. Sadece
bakarak.
“Serkan, nerdesin oğlum?”
“Buradayız anne, senin odandayız.”
Beyaz önlüklü cana yakın bir kadın içeri girdi.
“Daha iyi misin kızım? Serkan öyle telaşla arayınca...”
“Đyiyim efendim,” dedim. “Sadece biraz halsizim. Galiba
tansiyonum düştü.”
“Bir ölçelim tansiyonunu,” deyip çantasından tansiyon aleti
çıkardı. Evet, tansiyonum epey düşüktü. Hastalığımdan söz etmedim.

264
Gökcan Şahin

Kadının daha fazla tetkik yapmaması için tansiyonumun düşük olduğunda


ısrar ettim. O da mutfağa gidip yiyecek bir şeyler getirdi. Sonra Serkan’a
bana iyi bakmasını tembihleyerek işine gitti.
Gözyaşları içinde Serkan’a her şeyi anlattım ve adeta kendimi ona
teslim ettim. Beni Şeytan’a karşı koruması için ona yalvardım.
“Şimdi sana bir taksi çağıralım, evine bıraksın. Merak etme,
Şeytan sana yüzünü bile gösteremeyecek. Yeter ki kendine çeki düzen
vermeyi başar. Đyiliğin tarafında oldukça kötülüğün gazabından korkmana
gerek yok.”
Eve gitmek, istediğim en son şeydi; ama yapacak bir şey yoktu.
Uzun zamandır uğramadığım babamın evine dönmek zorundaydım. Tüm
kötü günlerin üzerine bir set çekip iyiliğe dönecektim ve Şeytan’dan
sonsuza kadar kurtulacaktım.
“Đstediğin zaman tekrar gel,” dedi Serkan. Telefon numarasını da
verdi. “Đstersen MSN üzerinden de konuşuruz. Bilgisayarın başında biraz
fazla duruyorum,” dedi. Gülümseyerek doğrulmaya çalıştım.
Zorlanmadım. Kendimi çok daha iyi hissediyordum. Otobüsle bile
gidebilirdim ama taksi elbette en risksizi olacaktı.

***

Babam evdeydi. Beni görünce önce şaşırdı, sonra sevindi ve


boynuma sarıldı.
“Nerelerdeydin kızım?”
“Çok kötü yerlerdeydim baba. Çok kötü.”

265
Karanlık ve Aydınlık

Babam da sevgilisinden ayrılmıştı, hatta büyük bir kavgayla.


Birkaç gündür tekrar evine dönmüştü ve hep burada kalacaktı. Bu bile bir
şeylerin iyiye gitmekte olduğunun işaretiydi.
Babamla o akşam çok şey konuştuk, çok şey paylaştık.
Uyuşturucuya bulaştığımı bile gözyaşları içinde anlattım. Ve tedavi
olmak istediğimi söyledim. Seve seve kabul etti. Hiçbir masraftan
kaçınmadan beni tedavi ettirecekti. Đşte bu ikinci iyi şeydi. Annemden
haberi olup olmadığını sordum. Olmadığını söyledi, ama ertesi gün
aramaya karar verdik. Belki de buluşup hep beraber bir yemek yiyecektik.
Đşte üç etmişti.
Dinlenmek üzere odama çekildim ve saatlerce düşünme fırsatım
oldu. AIDS ilaçlarımı düzenli kullanmaktan, okula gitme konusuna kadar
birçok olumlu karar aldım. Ve anımsayamadığım bir anda uykuya
dalıverdim.
O gece rüyamda Şeytan’ın bana saldırdığını ama küçük mavi
yaratıklar tarafından korunduğumu gördüm. Öyle yaratıklar olmadığını
biliyorum, ama bir şekilde bilinçaltıma yerleşmiş olmalılar.
Bu arada son bir şey: Belki tuhaf gelecek ama sanırım Serkan’a
âşık oldum. Şimdi bilgisayarda bunları yazarken bile onu düşününce
kalbim güm güm çarpıyor. Şevo’ya karşı bile böyle hissetmemiştim. Öyle
tuhaf bir haldeyim ki… Bazen mutluluktan uçar gibiyim, bazen hüzün
denizinde boğulur gibi.
Bugün onu ziyarete gideceğim. Artık açılmam lazım. Zayıf kalbim
bu sızıyı daha fazla kaldıramayabilir.

266
ÖLÜM KALIM MESELESİ
Karanlık ve Aydınlık

Bir üniversitenin forumunda sorulan bir soru:


Başlık: En garantili intihar yöntemi hangisi?
Buraya kadar… Hayatın bana vereceği bir şeyin olmadığından
emin oldum. Artık yaşamama gerek yok. Birazdan intihar edeceğim. Ama
sizden bir yöntem istiyorum. En garantili yöntem nedir? Đlaçlar mı? Zehir
mi? Boğaz Köprüsü’nden veya onuncu kattan atlamak mı? Bilekleri
kesmek mi? Oturma odasında kendini asmak mı? Ya da başka bir şey mi?
Söyleyin bir şeyler... Yarın güneşin doğduğunu görmek
istemiyorum.
Gönderen: mavikertenkele 06.08.2008 00.13

Cevap: Avcı
Git, bütün paranı hamburgerlere, fast foodlara harca. 20-30 sene
sonra kalp krizinden ölürsün. Hem de mis gibi yaşamış olursun. ☺

Cevap: mavikertenkele
Ben ciddiyim.

Cevap: lui kang


Ciddi olsan böyle bir başlık açmazdın bence, çoktan öldürürdün
kendini.

Cevap: Avcı
Çin oyuncakları zehirliymiş diyorlar. Her yerde satılıyor. :D :D

268
Gökcan Şahin

Cevap: mavikertenkele
Kesin bir yöntem istiyorum dedim. Alaylı cümleler değil. Bir saat
içinde alamazsam mecburen kendi yöntemimi deniycem. Dedim ya,
güneşi görmek istemiyorum diye.

Cevap: sahtekâr
En güzeli uyku ilacı. Hiçbir şey hissetmezsin.

Cevap: wizard
Uyku ilacını içmenin de adabı var ama. Tüm kutuyu birden içersen
kusarsın. Yavaş yavaş içicen.

Cevap: kızılgül
Ya saçmalamayın…
Sen de git, ılık bir duş al, bir bardak kola iç, sıcacık yatağına gir.
Đntihar mintihar ne yahu?

Cevap: lui kang


Kardeş, senin derdin ne? Nedir bu intihar sevdası.

Cevap: mavikertenkele
Uzun hikâye. Aşk işleri, okul sorunları… Her şey birleşti, hayat
canıma tak etti.

Cevap: lui kang

269
Karanlık ve Aydınlık

Madem ciddisin. Sen buraya sebebini söyle, sana en iyi intihar


yöntemlerini söyleyeyim. Đçini dök istediğin gibi. Bir saat önce veya
sonra ölmüşsün, ne fark eder?

Cevap: kızılgül
Lui kang, gaza getirme yahu, adam ciddi.

Cevap: wizard
Ben de merak ettim, neymiş seni hayattan bezdiren?

Cevap: Avcı
Kesin kuyruğunu kaybetmiştir. Kertenkele ya. ☺

Cevap: kızılgül
Yahu, atın şu Avcıyı. Sarhoş mudur nedir? Manyak manyak
konuşuyor.

Cevap: mavikertenkele
Yazdım ya yukarıda. Aşk + Okul.

Cevap: Edgar
Bak kardeşim. Sen daha yirmi, bilemedim yirmi beş yaşındasın.
Hayatın başındasın yani. Daha hiçbir şey görmedin, hiçbir şey yaşamadın.
Daha çocuğunu koklamadın. Onun baba deyişini duyup ölesiye
sevinmedin. Yürümesini görüp sevinçten zıplamadın. Sadece çocuk da

270
Gökcan Şahin

değil. Sen daha kendi paranı kazanmanın zevkini almadın. Alın teri
dökerek eve ekmek götürmedin. Evde eşine sarılıp “bugün çok
yorgunum” demedin. O da bütün yorgunluğunu bir öpücükle almadı daha.
Ne yaşadın ki sen? Belki bir iki kız girdi hayatına. Eğlencelik ilişkiler
yaşadın. Oyun zamanını daha yeni geride bıraktın sen. Şimdiye kadar
hayat eğlenceydi. Boş bir eğlence. Asıl hayat bundan sonra başlıyor ve
sen çok erken pes ediyorsun. Đntihar, zayıfların yaptığı bir şeydir. Bir
kaçıştır, ama kurtuluş olup olmadığını bilemezsin. Öteki dünyada seni
neyin beklediğini bilemezsin. Sakın! Sakın öyle bir aptallık yapma. Eğer
bu bir şakaysa gerçekten berbat! Ölümün şakası olmaz.

Cevap: mavikertenkele
Şaka değil Edgar. Hayat öyle boş ki, o dediklerin bile beni
yolumdan çeviremeyecek. Şimdiye kadar hiç sevgilim olmadı. Pek
arkadaşım da olmadı. Tek bir kez âşık oldum ve bittim. Bundan sonra
evlilikmiş, aşkmış, zaten kaldıramam.

Cevap: lui kang


Anlat da bilelim şu işi. Neden yardımımız dokunmasın?

Cevap: Avcı
Ne anlatıcak ya? Ölsün gitsin, biz de işimize bakalım. Boş yere
oyalıyor bunca milleti. Hem intihar edecek kadar korkak birinde nerde o
yürek? Anlatsa ne çıkar? Ne bekliyorsunuz ki? En fazla sevgilisinden
ayrılmıştır. Atsın gitsin kendini köprüden. Bir sap daha eksilmiş olur
dünyadan. Kızlar da bize kalır. Haha.

271
Karanlık ve Aydınlık

Cevap: wizard
Adam bizle oyun oynuyor. Đntihar mintihar edeceği yok.
Arkadaşlarıyla toplanmış, gülüşüyorlardır şimdi.

Cevap: lui kang


Sen bakma şu şerefsizlere. Anlat bize derdini. Yardım ederiz.

Cevap: mavikertenkele
Đşe yaraması imkânsız ama anlatayım peki. Nasıl olsa ölücem,
cesurca, her şeyiyle anlatayım… Hem o avcı denen şerefsiz de görsün
anlatamayacak kadar yüreksiz miymişim?
Bir kız vardı. Tuhaf bir şekilde tanıştık, o tanışmayı anlatmaya
gerek yok. Kızın adı Özlem’di. O güne kadar bir kız eli tutamamış benim
için mükemmel biriydi. Güzeldi, hem de çok. Zekiydi, aptal bir kız
değildi. Neşeliydi, gözleri gülüyordu gülünce. Pek çok ortak noktamız
vardı. Dinsel olarak bir çatışmamız olmayacaktı. Çünkü ikimiz de
aleviydik. Solcuydu, ben de solcuydum ve siyasi olarak da birbirimizle
zıtlaşmayacaktık. Köy kökenliydi, ben de öyleydim. Filmlerdeki
sosyetelerden olmadığı için yanındayken rahat olacaktım. Takımımız bile
aynıydı. Aynı yaştaydık, her şey mükemmeldi.
Bir süre öylesine konuştuktan sonra çıkma teklif etmeye karar
verdim. Erkendi aslında. Onu çok iyi tanımadığım gibi paylaştığımız
şeyler çok sınırlıydı. Ama onunla tanışmamdan itibaren kalbime saplanan
acıdan kurtulmanın tek yolu ona bu teklifi yapmaktı. Ve yaptım. Bir gün
Msn’de, buluşup gezmeyi teklif ettim. Kabul etti. Buluştuk. Çiçek falan
almıştım ona. Verdim. Bir bankta otururken çıkma teklif ettim ve ne dedi

272
Gökcan Şahin

biliyor musunuz? Beni arkadaş olarak biliyormuş. “Siktir git lan, ne


arkadaşı?” diyecektim ama yutkunmakla yetindim. Ve onu o bankta
çiçeğiyle bırakıp gittim. Bu dün oldu, dünden beri görmüyorum kızı.
Telefonumu da sürekli kapalı tuttuğum için arayıp aramadığını
bilmiyorum. Umurumda da değil.
“Đntihar etmek istemenin sebebi sadece bu mu?” diyeceksiniz
şimdi. Hayır, tek sebep bu değil. Üniversiteden atıldım. Bu sene yedinci
senemdi. Tek bir proje yüzünden kalıyordum hep sınıfta. Ve biliyorsunuz,
bizim okulda yedi sene mezun olamadın mı ilişiğin kesilir. Yani bu son
şansımdı. Canla başla çalıştım, gecemi gündüzüme kattım ve projemi
bitirdim. Arkadaşlara gösterdim, en az 70 alırsın dediler. Ama ne oldu?
45 aldım ve kaldım. O orospu çocuğu Galip hoca 5 puan daha veremedi.
Ben şimdi aileme nasıl okuldan atıldım derim? Bir ay önce olmuştu bu;
ama Özlem sayesinde biraz da olsa tutunmuştum hayata. O da gidince
bittim ben. Üniversiteye tekrar girmem için yine ÖSS’ye girmem lazım.
Yine dershaneye gitmem lazım. Peki babam verir mi o kadar parayı? Üç
senedir oyalıyorum annemleri, ama artık bir okulum da yok. Oysa onlar
benden çok şey bekliyorlardı. Đyi bir mühendis olacaktım, hem kendi
hayatımı hem onların hayatını kurtaracaktım. Ama ben geri zekâlı gibi,
bir proje yüzünden okuldan atıldım.
Şimdi anlıyor musunuz neden intihar etmek istediğimi? Tekrar
söylüyorum, bana hemen en garantili yöntemi söyleyin, bu iş burada
bitsin. Son on dakika. On dakika içinde bir şey söylemezseniz bileklerimi
kesip kurtulucam bu hayattan. Bana yardım etmek istiyorsanız acısız ve
kesin bir yöntem söylersiniz. Başka bir şey istemiyorum.

273
Karanlık ve Aydınlık

Cevap: lui kang


Canım kardeşim, kusura bakma ama bu dediklerin intihar etmek
için yeterli sebepler değil. Tamam bunalıma girmiş olabilirsin ama intihar
etmene hiç gerek yok. Tamam belki ailen sana biraz kızacak, azarlayacak
ama sen onların evlatlarısın. Mutlaka bir yol bulunur, gel vazgeç şu işten.

Cevap: Avcı
Ne vazgeçecek ya? Ben onun yerinde olsam çoktan öldürmüştüm
kendimi. Git mutfağa, aç gazı sonuna kadar. Ne olduğunu bile
anlamazsın.

Cevap: kızılgül
Manyak mısın sen Avcı? Kafan mı güzel senin? Adamı teşvik
ediyorsun resmen.

Cevap: Avcı
Adam kararını vermiş, ne teşvik etmesi. En temiz yöntemleri
söylüyorum. Adamdaki cesaret bende olsa çoktan öbür taraftaydım. Bir
kere denedim, ama kurtardılar şerefsizler. Bir daha da cesaret edemedim.

Cevap: wizard
Daha önce de söyledim. Bence blöf yapıyor, intihar edeceği falan
yok, siz de hâlâ yiyorsunuz. Adam şimdi bilgisayar başında ne kadar
eğleniyordur bu tartışmaları görünce.

274
Gökcan Şahin

Cevap: lui kang


Evet blöf olabilir, ama garantisi yok wizard.

Cevap: wizard
Ya gidin allahaşkına. Ben yatıyorum. Bu boş tartışmayla geçirecek
vaktim yok.

Cevap: Avcı
Bak aklıma yeni bir fikir geldi mavikertenkele kardeş. Gir küvete,
al saç kurutma makinesini, tak fişe, sok suya, elektrikli tren misali uç
cennete. ☺

Cevap: kızılgül
On dakika oldu, adamdan ses yok. Öldürmüş olmasın kendini? 

Cevap: sahtekâr
Yarınki gazetelerde çıkacak: 20 küsur yaşındaki üniversite
öğrencisi evinde ölü bulundu. Daha önce bir okul forumunda intihar
edeceğini söyleyen genç adam, dediğini yaptı…

Cevap: kızılgül
Ağzını hayra aç Sahtekâr. Allah korusun.

Cevap: wizard

275
Karanlık ve Aydınlık

Ulan gidip yatacaktım, ama merak ettim baktım yine. Adamdan ses
soluk yok, değil mi? Bence çoktan gitti yattı. Sıkılmıştır bir saat bunun
başında beklemekten. Hiç korkmayın. Kendini öldürecek adam başlık
açmazdı.

Cevap: lui kang


Ben de başta öyle düşünüyordum ama içime bir kurt da düşmedi
değil. Başlığı açalı iki saate yakın oldu ve artık cevap gelmiyor.
Korkmaya başladım.

Cevap: Avcı
Allah rahmet eylesin diyelim bence şimdiden. ☺

Cevap: lui kang


Bravo Avcı. Öldürdün adamı. Bunun günahı çok büyüktür,
söyleyeyim. Cehennemin en derin katında yanarsın.

Cevap: kızılgül
Avcı!!! Adamla ne derdin vardı lan senin? Ölmüşse bu veballe
nasıl yaşayacaksın?

Cevap: Edgar
Arkadaşlar, hayatın nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu görüyor
musunuz? Daha gençliğinin başındaki bir adam belki de şu anda can
çekişiyor; ama siz elinizde laptopunuzla boş boş yorumlar yapıyor, intihar

276
Gökcan Şahin

etmek konusunda gözünü karartmış birine ders vermeye çalışıyor,


adamdan ses çıkmayınca da birilerini boş yere suçluyorsunuz. Bu başlığı
gerçekten ciddiye alan kimse oldu mu diye merak ediyorum. Gerçekten
birinin intihar etmiş olabileceğini düşündünüz mü? Elbette hayır. Ama o
teşvik ediyor diye kızdığınız Avcı düşündü. Adı Serkan. Babasını bir
trafik kazasında kaybetmiş, aynı kazada felç olmuş ve gerçekten intihara
kalkışmış biri. Daha bu başlığı görür görmez bana telefon etti ve bu işin
ciddi olduğundan emin olduğunu, bir şeyler yapmamız gerektiğini
söyledi. Tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğu için sadece fikir verebilir
ve bu başlıkta mavikertenkele’yi oyalayabilirdi. Ve yaptı. Sizin de
verdiğiniz cevaplar sayesinde tartışmayı uzatmayı ve onu daha uzun süre
sağ bırakmayı başardı. Bu nedenle bilinçsizce de olsa yaptıklarınız için
size teşekkür ediyorum.
Bir şekilde mavikertenkele’yi kendine bir şey yapmadan
durdurmamız gerekiyordu. Ben polis olan abim sayesinde durumu hemen
polise intikal ettirmeyi başardım ve IP adresi sayesinde
mavikertenkele’nin yerini bulmayı başardık. Hemen polis ve ambulansla
evine gittik ve bileğini jiletle kesmiş, ayrıca bir kutu uyku ilacı içmiş
şekilde bulduk. Neyse ki hâlâ yaşıyordu. Hastaneye kaldırıldı ve gerekli
müdahaleler yapıldı. Yaşayıp yaşamayacağı ya da sakat kalıp
kalmayacağı henüz belli değil; ama biz en azından bir şeyler yaptık.
Serkan sakat haliyle şu anda onun başında. Ben de laptopumla hastane
koridorundan yazıyorum.
Hadi şimdi gönül rahatlığıyla gidin yatın. Malum saat geç oldu.

277
KARANLIK VE

AYDINLIK
BİRİNCİ KISIM

APARTMAN
BÖLÜM - 1

KARANLIK

10 Ekim 2008 Cuma – 20.45

AKASYA CADDESİ

Yıllardır Đstanbul’un parlayan yıldızı olarak gösterilen Avcılar’da


çok da işlek olmayan bir cadde olan Akasya Caddesi, o akşam şiddetli bir
yağmurla yıkanıyor, sık sık çakan şimşekler gökyüzünü ve caddeyi
aydınlatıyordu. Caddedeki bakkal, kuruyemişçi ve nöbetçi eczane açıktı,
ama yağmur nedeniyle etrafta pek müşteri yoktu. Kirli sakallı, kalın
kahverengi paltolu, yaşlı bir adam siyah şemsiyesiyle hızlı adımlarla
sokağı kat etmekteydi. Sokak lambalarının altında uçuşan birkaç
yarasanın dışında üç yarasa kovalaşıyordu. Sokağın başında bir köpek
hafif hafif havlıyor, arabaların altına gizlenmiş iki-üç kedi parlak
gözleriyle yağmurun dinmesini bekliyordu.
Kirli sakallı yaşlı adam eczaneye girdi. Kovalaşan üç yarasa da
aynı apartmanın dördüncü katındaki ışıkları yanmayan bir dairenin aralık
penceresinden sızdı.
O anda cadde güneşten daha şiddetli bir ışık patlamasına maruz
kaldı, insan beyninin fark edemeyeceği kadar kısa bir süre sonra
inanılmaz bir gürültü koptu.
Gökcan Şahin

ECZANE

Beş dakika önce başlayan sağanak yağış eczanenin camlarını


dövüyordu. Yağmurun içinden çıkan bir adam hızla kapıyı açtı,
şemsiyesini dışarıya silkeledi ve içeri daldı.
“Hayırlı akşamlar,” dedi eczacı kıza.
“Đyi akşamlar, buyurun.”
“Đki kutu aspirin alacaktım kızım. Karımın baş ağrısı tuttu da.”
Adam; siyah, beyaz ve grinin tüm tonlarını barındıran kirli sakalını
kaşıdı. Yaşlıydı. Muhtemelen altmışını devirmişti, ama sesinin gür tonu
genç kıza o yaşı hissettirmemişti.
“Tabii,” dedi, kolayca alabileceği bir yerde duran yeşil-beyaz
kutulardan iki tane alıp küçük bir poşete koydu ve müşterisine uzattı.
Adam buruşmaya başlamış parmaklarıyla pembe şeffaf poşeti kavrar ve
birkaç bozukluğu kıza uzatırken, eczacı kasada fiş yazdırmakla meşguldü.
Aspirinleri uzatırken de, parayı alıp fiş verirken de güler yüzlü
görünse de eczacının bu gülümsemeleri pek içten değildi. O sırada
birilerine ilaç satmaktan çok evinde olmak isterdi çünkü. Hiçbir zaman
nöbetçi olmayı sevmemişti ve bundan sonra da sevmeyeceğinden emindi.
Gece yarılarına kadar ilaçlarla dolu o dükkânda oturmak onun gibi birine
göre değildi. O şimdi bu can sıkıcı yerde otururken mesai saatlerinde
beraber çalıştığı arkadaşı sıcak koltuğuna kurulmuş televizyon keyfi
yapıyordu herhalde.
Eczacının adı Gizem’di. Đşin ilginç tarafı şu anda eczacılık yaptığı
apartmanın adı da Gizem Apartmanı’ydı. Önceki yıl burada çalışmaya

281
Karanlık ve Aydınlık

başladığında bunu küçük bir tesadüf olarak görmüş ve pek üzerinde


durmamıştı. Halen de durmuyordu.
Gizem yirmi beş yaşında sarışın bir genç kızdı. Erkeklerin ilgisini
çeken duru bir güzelliğe sahipti. O güne dek pek çok erkek onunla
çıkmak istemişti; ama Gizem ciddi olmayan ilişkilere karşı olduğu için
şimdilik sevgilisi yoktu. Aşka da pek inanmıyordu zaten. Belki de aşkı
henüz tatmadığı için…
Gizem’in verdiği para üstünü, fişi ve küçük poşetteki aspirinleri
paltosunun cebine atan adam ifadesiz bir yüzle tekrar hayırlı akşamlar
diledi ve eczanenin kapısına yöneldi. Ama kapıya ulaşmadan hemen önce
dışarıda ani bir parlama oldu. Bembeyaz bir ışık dükkândaki ışıkların
parlaklığını gölgede bırakarak ortama hâkim oldu. Işık patlamasıyla
birlikte eczane büyük bir gürültüyle sarsıldı ve her yer karardı. Dışarıdan
da artık ışık gelmiyordu; belli ki sokak lambaları da sönmüştü. Gizem
ömründe böyle şiddetli bir gök gürültüsü duyduğunu hatırlamıyordu. Kim
bilir nereye düşmüştü.
Gizem her korktuğunda yaptığı gibi başparmağıyla üst çenesini
kaldırdı ve elektrik kesilince kendi kendine devreye giren ışıldağa uzandı.
Işıldağı tezgâhın üzerine çıkarırken, “Yıldırım çok yakına düştü galiba,”
dedi adama.
“Allah’ın işi işte,” diye cevap verdi adam.
Gizem’in ışıldağı tutmasıyla birlikte tekrar hareketlenmiş, üzerinde
“Çekiniz” yazan kapıyı içeri doğru açmıştı. Dışarı çıkmadan önce
şemsiyesini açtı ve kendinden önce şemsiyesini geçirmek istedi kapıdan.
Ama şemsiye geçmedi. Bir yere de takılmamıştı. Adam bir kez daha

282
Gökcan Şahin

denedi, ama sanki karşısında bir duvar vardı. Şemsiyeyi indirip elleriyle
yokladı kapıyı. Evet, sert bir şey dışarı çıkmasını engelliyordu.
Eczacı, müşterisinin hâlâ çıkmadığını fark edince az önce oturduğu
sandalyesinden kalktı.
“Bir sorun mu var beyefendi?” dedi.
“Allah Allah! Dışarı çıkamıyorum. Bunun dışında bir kapı daha mı
var yoksa?”
“Hayır?” Gizem tezgâhın arkasından çıktı ve elinde ışıldakla
müşterisinin yanına geldi. Işıldağı kapıya doğru tuttu. Siyah bir şey ışığı
engelledi. Gizem de eliyle yoklayınca adamın doğru söylediğini anladı.
Sanki birileri birkaç dakika içinde eczanenin çıkışına bir duvar örmüştü.
Müşteri ve eczacı kapının önünde öylece kalakaldılar.

DAİRE 1

Gizem apartmanının zemin katında mahallenin en büyük eczanesi


ve eczanenin deposu olduğu için 1 numaralı daire girişin üstündeydi.
Apartmanda giriş hariç her katta iki daire vardı ve her ev üç oda, bir
salondan oluşuyordu. Çift tuvalet, büyükçe bir mutfak ve iki orta boy
balkon tüm dairelerde ortaktı.
Daire 1’de orta gelirli dört kişilik bir aile yaşıyordu. Evin erkeği ve
aynı zamanda apartmanın beş yıldır yöneticisi olan Halil Akşeker özel bir
inşaat şirketinde personel şefiydi. Karısı Rana Akşeker ise birkaç sokak
ötedeki bir anaokulunda öğretmenlik yapıyordu. Ailedeki iki çocuktan
biri on üç yaşındaki Tuğrul’du. Yaşına göre oldukça iri yapılı, uzun boylu
ve asi bir çocuktu. On yedi yaşına yeni girmiş ablası Tuğçe ise Tuğrul’un

283
Karanlık ve Aydınlık

hemen hemen zıddıydı. Sessiz, sakin, kendi halinde, fiziken ufak tefek bir
kızdı. Biraz fazla para harcasa da ailesiyle ilişkisi gayet iyiydi. Tuğrul’a
sorarsanız ablasının hayatından şikâyet etmemesi gayet normaldi.
Ailedeki en pahalı cep telefonu ondaydı, durmadan yeni elbiseler,
ayakkabılar, çantalar, parfümler alırdı ve nedense anne ile baba ona hiç
karışmazlardı. Dolayısıyla Tuğrul ile Tuğçe’nin iyi geçinmesi
olanaksızdı.
Tuğçe lise üçüncü sınıftaydı ve (lanet olası) ÖSS’ye
hazırlanıyordu. Henüz Ekim ayında oldukları için kendini derslere tam
vermemişti. Bundan sonra verecek miydi? Belki. Çok parlak bir öğrenci
sayılmazdı. Öncelikle okuduğu koleji sağ salim bitirmeyi ve özel bir
üniversiteye gitmeyi düşünüyordu.
Saat dokuza çeyrek kalayı gösterirken evde Tuğrul yüzünden
yaşanan tartışma büyümüştü. Bu tartışmalar pek de seyrek görülen bir
durum değildi aslında. Çıkardığı olaylar evde sürekli bağırış çağırış
yaşanmasına neden oluyordu. Hemen her hafta birini dövüyor, bazen
büyük kavgalar çıkarıyordu. Okulun en güçlü serserilerinden biriydi
aslında. Kendisine sigara almak için diğer çocuklardan haraç aldığı bile
olmuştu. Evet, daha on üç yaşında olmasına rağmen sigara içiyordu.
Üstelik ailesi onun üstünde iki kez sigara paketi bulmuşlardı. Her ne
kadar ailesi ağır cezalar verse de Tuğrul bırakmıyordu o illeti.
Tuğrul o gün yine yapacağını yapmış, ufak tefek bir çocuğu iyice
pataklamıştı. Bu dayağın sebebi ise incir çekirdeğini doldurmazdı.
Okuldan eve gelirken sokakta top oynayan çocukları görmüş, her zaman
yaptığı gibi çocukların oyunlarına karışmış ve topu ele geçirmiş ve
sektirmeye başlamıştı. Oyunlarının kesilmesine sinirlenen çocuklar topu

284
Gökcan Şahin

geri istemişlerdi. Ama Tuğrul topa tüm gücüyle vurmuş ve yakınlardaki


bir binanın üçüncü katının balkonuna kaçırmıştı topu. Üstelik
penceresinde ‘satılık’ yazan boş bir evin balkonuna… Tuğrul bunun
üstüne kahkahayı basmış ve, “Şimdi gidin, alın,” demişti. Sonra da hiçbir
şey olmamış gibi yoluna devam etmeye kalkmıştı. Topun sahibi olan
çocuk, onun önünü kesip topun hesabını sorma cahilliğini yapmış ve bir
temiz dayak yemişti. Dudağı patladığı için ağzından kan sızan ve ertesi
gün epey bir morlukla uyanacak olan çocuk Tuğrul’un elinden kurtulunca
bütün gücüyle babasına bağırmıştı. Yandaki apartmanın giriş katının
camından oğlunun halini gören babası hemen dışarı fırlamış ve Tuğrul’un
kulağından tuttuğu gibi babasına şikâyet etmeye götürmüştü.
Vukuat kısaca böyleydi ve birkaç saattir Tuğrul’un yaptığı
aşırılıklar tartışılıyordu. Konu tam kapandı derken, biri bir şey söylüyor
ve tekrar açılıyordu.
Tuğrul sonunda bu tartışmalardan bıktı ve kendini odasına kapattı.
Utandığından falan değil; sadece canı sıkılmıştı. Bilgisayarı açtı ve
Counter Strike yazılı simgeye çift tıkladı. Biraz adam öldürmek ve
rahatlamak istiyordu.
Tuğrul bilgisayarının başında sanal silahıyla ölüm saçarken, ablası
kendi odasında cep telefonuyla bir haftalık sevgilisiyle konuşurken, anne
ve babaları ise televizyona dalıp gitmişken inanılmaz büyük bir gürültü
koptu ve aynı anda elektrikler kesildi. Tuğrul küfür etti. Tuğçe cep
telefonuna şaşkın şaşkın baktı; çünkü odasının ışığı söndüğü anda
telefonun hattı da kesilmişti. Sinyal göstergesinde bir çubuk bile yoktu.
Tuğçe elektrik kesintisiyle telefon kesintisi arasında bağlantı kurmaya

285
Karanlık ve Aydınlık

çalışırken üst kattan tak diye bir düşme sesi geldi. O sesi çocuk
ağlamaları ve koşuşturmalar izledi.

DAĐRE 2

Son bir yıl içinde yaşanabilecek en kötü şeyleri yaşamış olan Akın
Gürtan o sırada bu dairede ikamet ediyordu. Akın’ın kendi evi değildi
burası. Annesinin ve iki buçuk ay önce rahmetli olan babasının son on
yıllarını geçirdikleri evdi. Akın önce karısı Yeşim’i, ardından küçük kızı
Evrim’i kaybedince annesinin yanına taşınmıştı. Ve üç aydır hasta
annesinin yanında kalıyordu.
Kemik erimesi teşhisi konulan annesi özellikle son iki haftadır çok
kötü durumdaydı. Yataktan kalkmakta bile zorlanıyordu. Bütün gün tek
yapabildiği televizyon izlemek, yemek yemek ve zar zor da olsa tuvalete
gitmekti. Akın işten döndükten sonra annesinin yanından ayrılmıyordu.
Zaten o evde yokken bir hemşire ilgileniyordu yaşlı kadınla.
Akın annesinin ölümünün de yakın olduğunu biliyordu. Birkaç ay
aralıklarla karısını, kızını ve babasını kaybetmişti. Buna rağmen hâlâ
ayakta kalabilmesi çok güçlü bir insan olduğunu gösteriyordu; ama annesi
de ölürse yaşamasının bir anlamı kalmayacağından emindi. Đki ihtimal
vardı: Ya delirip tımarhaneye düşecek, ya da intihar edecekti. Başka bir
yol göremiyordu Akın.
Durumu daha da kötü yapan şey, bu ölümlerden ikisinin kendi
suçu olduğunu düşünmesiydi. Karısı canlı bomba olup bir süpermarketle
birlikte kendisini havaya uçurmuştu ve kendisi -nasıl bir kocaysa-
karısının terörist olduğunu o güne kadar anlayamamıştı. Hatta o görev

286
Gökcan Şahin

karısına verilmemiş olsaydı ömrü boyunca da anlamayacaktı. Evet,


Yeşim’in ölümünün sorumlusu kendisiydi, çünkü anlasaydı belki ona
yardım edebilir, bu eylemi gerçekleştirmesini engelleyebilirdi. Küçük kızı
da annesiz kalmazdı! Đşte bu düşünceye karşı koyamaması ve kendini
kontrol edememesi kızının henüz üç yaşını görmeden ölümüne yol
açmıştı. Đçinde gitgide büyüyen bir intikam isteği neden olmuştu buna.
Karısının ölümünden iki ay sonra dövüş sanatları kurslarına gitmiş, beş ay
sonra her türlü silahı kullanabilecek kadar atış eğitimi almış, on sekiz ay
sonra yakın dövüşten, terörle mücadele taktiklerine kadar işine
yarayabilecek her konuda bilgi sahibi olan bir savaş makinesine
dönüşmüştü.
Ondan sonra sıkı bir militanmış gibi terör örgütüne sızmış, birkaç
işlerini gördükten sonra örgütün baş kadrolarına ulaşmıştı. Kimseye fark
ettirmeden beyin kadrodan üç kişiyi yok etmiş, örgütün ikinci adamını
öldürmek üzereyken karşısındaki adam gülerek kızının ellerinde
olduğunu söylemişti. Oysa bir kızı olduğunu bile bilmemeleri
gerekiyordu. Deşifre olduğunu anlamıştı. Kızının ölümünü göze
alamayacağı için anlaşma yoluna gitmişti. Ama bunun sadece bir oyalama
taktiği olduğunu görememişti. Đkinci adamın gizli bir işaretiyle etrafını
sarmışlar, küçük kızın canlı bedeni yerine kafası koparılmış cesedini
getirmişlerdi.
Akın o anda zihninde bir şeylerin koptuğunu hissetmiş, tüm
kontrolünü kaybetmişti. Yarım saat sonra kızıyla binadan çıktığında
arkasında yirmiden fazla leş vardı. Kendisi de üç dört tane kurşun yemişti
ama kucağında iki parça halindeki kızıyla yarı baygın karısının mezarına
kadar yürümeyi başarmıştı. Mezarlığa varır varmaz bayılmış, onu gören

287
Karanlık ve Aydınlık

mezarlık görevlisinin ambulans çağırmasıyla kendini hastanede bulmuştu.


Evet, dört kurşun yemişti, ama hiçbiri sıyırıktan öte değildi. Tek sorun
kan kaybıydı ama çok bulunan bir kan grubuna sahip olduğu için
şanslıydı. Bir hafta sonra, kimsenin hastaneye bile girdiğinden haberi
olmadan taburcu olmuştu. O günden sonra da hayat bir anlamda bitmişti
onun için. Kızının acısını daha atlatmaya vakit bulamadan babası kalp
krizinden ölmüş, yaşlı annesi yalnız kalmıştı. Şimdi tek amacı annesini
öbür tarafa mutlu göndermekti. Ondan sonra da intihar edecekti herhalde.
Akın annesinin yanı başında tüm bunları düşünürken, annesi
yatağında bir komedi dizisini izliyor ve arada bir güçsüzce gülmeye
çalışıyordu. O gülerken Akın ağlamaya başladı. Annesine görünmeden
sessizce gözyaşlarını döktü ve içinden bir an önce öbür dünyaya gitmek
için dua etti.
“Akın, bana bir bardak su getirebilir misin?”
“Hı hı,” dedi sadece ağladığını ele vermemek için. Mutfağa gitti,
tezgâhın üstündeki sürahiden bir bardak su doldurdu ve annesine götürdü.
Annesi yerinde hafifçe doğrulup yavaşça içmeye başladı. Akın daha fazla
dayanamayacaktı, annesine fark ettirmeden göz pınarlarında biriken
yaşları rahatça atmalıydı. Odanın açık penceresine yöneldi. Pencereden
dışarıya bakıyormuş gibi yaparken hıçkırıklarla ağladı. Gözyaşları
yağmur damlalarına karıştı.
Dışarısı pek sakindi. Sokakta yalnızca bir kişi vardı, o da
apartmanın altına girip gözden kayboldu. Eczaneye gelmiş olmalıydı.
Gökyüzü puslu karanlıktı, ay bulutların arasından az da olsa görünüyordu.
Akın hayatının son anını yüzüne yağmur damlaları düşerken ay ışığına
bakarak geçirdi.

288
Gökcan Şahin

Her şey bir anda oldu. Yaşlı kadın boş bardağı yatağın yanındaki
sehpaya koyarken bomba sesine benzer bir ses, bardağı düşürmesine
sebep oldu. Tavandaki flüoresan lamba söndü ve televizyon kapandı.
Aynı anda pencerenin önünde bir patırtı duyuldu. Ağır bir çuvalın yere
düşmesine benzer bir ses.
Yaşlı kadın Akın’a seslendi. Cevap gelmeyince tekrar seslendi.
Yatağında dikleşmeye ve oturur duruma gelmeye çalıştı. Bu arada gözleri
karanlığa alışıyordu. Arka tarafında kalan pencereye doğru zorlanarak
döndü; ama pencerenin önünde oğlunu göremedi. Gözü yere kaydı ve
başsız bedeni gördü. Akın’ın boynundan damlayan kanın şapırtısını yeni
duyuyordu. Đki kez hıçkırdı ve sağ eliyle kalbinin üzerini tutarak yatağına
yığıldı. Oğlunun başı gövdesinden ayrıldıktan üç dakika sonra annesi de
bu dünyadan göçmüştü. Birkaç saat sonra onları bulacak olan insanlar
Akın’ın elektrik kesildiği sırada pencereden baktığını ve gizemli karanlık
duvarın onun başını ve omuzlarının bir kısmını moleküllerine ayırdığını
anlayacaklardı. Yaşlı kadının ise oğlunu böyle görünce kalp krizinden
öldüğünü düşüneceklerdi. Doğrusu da buydu.

DAİRE 3

Gizem Apartmanı’nın en güvenli dairesi burasıydı. Çünkü bu evde


karı koca iki polis, gelecekte polis olmayı çok isteyen bir çocuk ve
Yıldırım adlı eğitimli bir polis köpeği yaşıyordu. Cinayet masasından
Komiser Selim Okay ve narkotik şubeden Yeliz Okay, altı sene önce
birbirlerine âşık olup evlenmişlerdi. Aileye katılan üçüncü kişi şu anda
dört buçuk yaşında olan oğulları Görkem’di. Çocuk daha şimdiden polis

289
Karanlık ve Aydınlık

olmayı kafasına koymuştu. Bazen oyuncak tabancalarıyla kendi kendine


operasyonlar yapıyor, yastık şeklini almış suçluları yakalıyordu.
Gündüzleri annesi ve babası çalıştığı için kreşe gidiyordu ama içine
kapanık bir çocuk olduğundan kreş ortamından pek hoşlanmıyordu. Yine
de gitmek zorunda olduğunu bilecek kadar zekiydi ve ailesini üzmemek
için ses çıkarmıyordu.
Bomba ve narkotik uzmanı Yıldırım da aileye katılınca kadro
tamamlanmıştı. Sekiz yaşındaki bu alman kurdu öğrenmeye yatkın, zeki
bir köpekti ve herkes tarafından seviliyordu. Yıldırım özellikle
Görkem’in en iyi arkadaşıydı. Beraber oynadıkları oyunların haddi hesabı
yoktu.
O akşam annesiyle babası koltuklarına oturmuş sevdikleri
televizyon programını seyrederlerken Görkem yere uzanmış boyama
kitabını boyuyordu. Yıldırım da çocuğun el hareketlerini izliyor, sanki bu
boyama işinden Görkem kadar zevk alıyordu. Televizyonda reklâm
başladığında Selim, Yeliz’den nazikçe meyve getirmesini istedi. Yeliz
mutfağa gidip meyveleri aldı. Elinde portakal ve elmalarla dolu bir
tabakla kapıdan içeri girerken oğluna seslendi:
“Görkem, oğlum, mutfağın kapısının önünde oyuncak arabanı
unutmuşsun. Az kalsın üstüne basıp kıracaktım.”
“Tamam anne, şimdi gidip alırım. Evin çatısını da boyayayım.”
“Tamam, unutma ama.”
Görkem, yemyeşil bir ormanın derinliklerindeki yalnız kulübenin
çatısını kırmızıya boyadıktan sonra kalkıp mutfağa doğru yürüdü.
Görkem oyuncağını alıp kendi odasındaki oyuncak sepetine atarken

290
Gökcan Şahin

televizyonda reklâmlar bitmiş, program tekrar başlamıştı. O anda şimşek


çaktı, gök gürledi ve elektrikler kesildi.
Yıldırım, yerinden kalktı ve kısık bir inlemeyle tepkisini gösterdi.
“Bu kez çok yakına düştü yıldırım,” dedi Yeliz.
“Kesin trafoya vurdu, baksana aynı anda gitti elektrikler…” diye
fikrini belirtti Selim. O sırada Görkem’in odasından bir tıkırtı geldi. “O
da neydi?”
“Bir şey mi düştü?” dedi Selim. Ardından Görkem’in boğazını
yırtarcasına ağladığını duydular. Koltuklarından kalkıp yönlerini bulmaya
çalıştıklarında Yıldırım çoktan Görkem’in yanına gitmişti. Selim
karanlığa yavaş yavaş alışan gözleriyle oğlunun yanına varmaya
çalışırken Yeliz de yatak odasından bir el feneri kapmış hemen
arkasından geliyordu. Oğlunu fenerin ışığında gören Yeliz hafif bir çığlık
attı. Görkem’in alnının sağ tarafından kan sızıyordu. Yıldırım kesik kesik
havlarken Görkem “Anne, kanıyor! Kafam kanıyor!” diye çığlıklar
atıyordu. Selim uzanıp çocuğu kucağına aldı.
“Eczaneye götürelim. Bugün bizim eczane nöbetçi,” dedi.
Yeliz hemen dış kapıya atıldı ve onlara yer açtı. Selim kucağında
Görkem’le dışarı çıkınca kendisi de arkalarından çıkıp kapıyı kapattı ve el
feneriyle merdivenleri aydınlattı. Aşağıya hızla indiler. Evde yalnızca
Yıldırım kalmıştı.

DAİRE 4

“Top şimdi Alex’te. Alex orta yuvarlağı topla birlikte geçiyor. Pas
verecek arkadaşını aradı. Sağda Deivid’i gördü. Şimdi Deivid… Deivid

291
Karanlık ve Aydınlık

sağdan ceza sahasına girmeye çalışıyor. Đlk rakibini geçti. Đkincisini de


geçmek üzere. Topu sola çekti. Şimdi kaleye baktı… Şuuuuuut, az farkla
aut. Direğin bir metre sağından dışarı çıkıyor top. Ortada Güiza topu
neden bana vermedin dercesine sitemde bulunuyor…” dedi radyodaki
spiker.
“Hadi ordan, sanki top kendisine gelse gol atacak,” dedi Özgür ve
kum torbasına sert bir yumruk daha attı. Eline eski boks eldivenlerini
geçirmiş, kum torbasını döverken, aynı zamanda radyodan
Fenerbahçe’nin maçını dinliyordu. Spiker maçı anlatmaya devam ederken
Özgür tam karşısındaki duvarda asılı duran Fenerbahçe bayrağına baktı.
Ve düşüncelere daldı…
Babasının ona bayrağı getirdiği günü hatırladı. Yalova’daki
evlerinde Fenerbahçe’nin bir Avrupa maçını izlemek için televizyonun
karşısına geçmişti. Bu arada babasının işten gelmesini bekliyordu. Çünkü
babası maç için cips, çekirdek ve kola getireceğine söz vermişti. Maç
başlamak üzereydi ama babası hâlâ ortalıkta yoktu. Maçın onuncu
dakikasında eve gelmeyi başardığında büyük de bir sürpriz yapmıştı
Özgür için. Dev bir Fenerbahçe bayrağı getirmişti. Tabii cipsleri, kolaları
ve kendisi için de biraları unutmamıştı. Ne kadar sevinmişti Özgür. Kaç
yaşındaydı? On dört mü? On beş mi? Hatırlamıyordu. Olsun, önemli olan
o günkü mutluluğunu hatırlayabilmekti. Maçı alıp almadıklarını da
hatırlamıyordu. E tabii. Onca sene geçmişti aradan.
Özgür daldığı düşüncelerden kurtulduğunda terinin soğumakta
olduğunu fark etti. Bu kadar antrenman yeterliydi. Bir duş almanın iyi
olacağını düşündü ve radyosunu da yanına alarak banyoya gitti. Radyoyu

292
Gökcan Şahin

lavabonun yanına bıraktı. Duş alırken duyabilmesi için sesini biraz daha
açtı ve soyunmaya başladı.
Duş alırken yine babasını düşündü. Ve annesini. Ablasını.
Amcasını. Dedesini. Yani sekiz yıl önce yok olan tüm ailesini. 17
Ağustos 1999’da kaybettiklerini.
Sonra yalnızlığı geldi aklına. Kimsesi olmadığı. Ailesinden tek
kişinin bile hayatta olmadığı. Hatta güvenebileceği kimsenin olmadığı.
Lise dönemlerindeki o çok sevdiği boks hocasının bile hayatta olmadığı.
Şu dünyada evrendeki en yalnız insan olduğunu düşündü.
Gündüzleri hiç dışarı çıkmayan, bazı geceler kaçak dövüşlere katılarak
para kazanan, gereksiz, faydasız bir adamdı işte.
Duşu biterken maçın bitmesine de dakikalar kalmıştı.
“Hakem üç dakikalık uzatmayı gösteriyor,” dedi spiker. “Durum
sıfır sıfır. Eğer Fenerbahçe şu üç dakika içerisinde bir gol atamazsa çok
önemli iki puanı kaybetmiş olacak. Evet, şimdi maça dönelim. Volkan
kale atışını kullandı. Kafalardan seken top Semih’in önünde kalıyor.
Đleride Güiza boş. Onu gördü. Uzun bir pas attı. Güiza topu iyi kontrol
ediyor. Şimdi hızla ceza sahasına doğru yöneldi. Denizlispor defansı
hazırlıksız yakalandı. Güiza şimdi girdi ceza sahasına. Ve yerde kaldı!
Evet, Güiza’yı ceza sahasına girerken düşürüyorlar. Gözler hakemde…
Hakem o noktaya yöneldi. Veee, evet, penaltıyı verdi! Hakem beyaz
noktayı gösteriyor. Đtirazlar var; ama bu hakemin kararını
değiştirmeyecek.”
“Đşte bu be, hadi be atın şu penaltıyı,” dedi Özgür kurulanırken.
“Alex topun başında. Kaleye doğru şöyle bir baktı. Şimdi Alex
geliyor…”

293
Karanlık ve Aydınlık

Büyük bir gürültüyle gelen şimşekle birlikte elektrikler ve radyo


yayını aynı anda kesildi.
“Hayda… Ne oldu şimdi? Tamam elektrikler kesildi de radyoya ne
oluyor?” dedi Özgür ve küfürler ederek radyoyu tekrar ayarlamaya çalıştı.
Ama hiçbir istasyon çekmiyordu. Cızırtılar ve tuhaf sinyal sesleri dışında
bir şey yoktu.

DAİRE 5

Plan basitti. Aile evde yokken mücevherleri ve paraları alıp


çıkacaklardı. Yaklaşık bir aydır kimsenin oturmadığı karşı daireden
görülme korkusu da yoktu. Çünkü karşıda sakat bir genç ve annesinden
başka kimse oturmuyordu ve o sırada misafirleri vardı. Kimse bir şeyden
şüphelenmezdi. Sessizce işlerini görüp çıkmaları halinde hiçbir sorun
çıkmayacağından eminlerdi. Evin ahşap dış kapısını özel becerileri
sayesinde kolayca açtılar. Karanlık eve girdiler ve kapıyı arkalarından
usulca kapattılar. Đki kişiydiler. Yirmi sekiz yaşındaki Semir Altay daha
önce iki kez hırsızlıktan hapis yatmış olmasına rağmen hâlâ hırsızlık
yapıyordu. Daha birkaç ay önce Kızılhan Mahallesi’nde yaptığı
soygunların cezasını bitirmiş ve çıkmıştı. Yardımcısı Kadri ondan daha
genç olsa da o da onlarca eve girmiş bir profesyoneldi.
Çalışma şekilleri klasikti. Önce ev sahibi, komşular ve apartman
hakkında bilgi toplar, en çok parayı götürebilecekleri evi seçerlerdi.
Gerisi ev sahiplerinin (birkaç saatliğine bile olsa) evden ayrılmalarına
bağlıydı. O anda işe koyulurlar, kimseye çaktırmadan değerli eşyaları ve
nakitleri alıp ellerini kollarını sallaya sallaya giderlerdi. Özellikle

294
Gökcan Şahin

komşuların birbirini pek tanımadığı apartmanlarda iyi iş yapıyorlardı. Bu


apartman gibi.
Đki fener ışığı evin koridorunu aydınlattı. Semir yatak odasına
yönelirken Kadri mutfağa gitti. Semir araştırmaya çekmecelerden başladı.
Acelesi yoktu. Etrafı pek dağıtmadan istediğini bulmaya çalışıyordu.
Çekmecelerde bir şey bulamayınca elbise dolaplarını araştırmaya başladı.
Diğer tarafta Kadri ahşap mutfak dolaplarını karıştırıyordu. Kadınların
mücevherlerini bu dolaplarda saklayabildiklerini biliyordu. Buzdolabında
saklayanlarla bile karşılaşmıştı. Adam el çabukluğuyla tüm dolaplara
baktı. Bazı iri kapların içlerine bakmayı da ihmal etmedi. Son olarak
buzdolabını da kontrol etti; ama bir şey bulamadı. Arkadaşının –aslında
ona ‘Semir abi’ derdi- durumunu öğrenmek için yatak odasına yöneldi.
Homurdanmalarına bakılırsa o da bir şey bulamamıştı.
“Sen de bulamadın değil mi?” dedi Semir onun geldiğini fark
edince.
“Yok abi, tüm mutfağı aradım, hiçbir bok yok.”
“Nereye saklamış lan bunlar malları?”
“Abi ben bir de oturma odasına bakayım, belki çekyatların altına
koymuşlardır.”
“Tamam Kadri, sen işine bak.”
Kadri vakit kaybetmeden oturma odasına gitti. Đçeri girince el
fenerinin ışığına ihtiyacı olmadığını anladı. Çünkü dışarıdaki sokak
lambasının ışığı odayı yeterince aydınlatıyordu. Şöyle bir etrafına
bakındı. Değerli bir vazo ya da tablo arıyordu gözleri. Odanın
köşesindeki uzun ve incecik vazoyu gördü. Değerli olup olmadığını
bilmiyordu; ama bir bakmakta fayda vardı. Elini vazoya uzattığı sırada

295
Karanlık ve Aydınlık

göz ucuyla yandaki koltukta birinin oturduğunu fark etti. Birden


sıçrayınca az kalsın vazoyu düşürecekti. Parmaklarının ucuna çarpmıştı
vazo. Neyse ki sadece hafiften sallanıp tekrar hareketsiz kaldı. Kadri
irkilen bedenini sessiz bir küfürle rahatlatmaya çalıştı. O sırada kapıda
Semir belirdi, fısıltıyla “Buldun mu lan bir şeyler?” dedi.
“Buldu!” dedi oturan adam ayağa kalkarken. Sokağın soluk
ışığında gölge gibi görünüyordu. “Ama belasını buldu!”
“Hasiktir,” dedi Semir farkında bile olmadan. El fenerini adama
tuttu. Alev desenli tişört giyinmiş kaslı, iri bir adamdı ve sinsice
gülümsüyordu. Tişörtündeki alev desenleri o kadar gerçekçiydi ki, Semir
el fenerini tutarken bir an adamı yanıyor sandı.
Semir adamın kendisine doğru bir adım attığını görünce belinden
silahını çıkardı.
“Kal lan orda. Bir adım atarsan mıhlarım!” dedi. Ses tonu
yükselmişti. Zaten yakalandıklarına göre artık yakalanma korkusu yoktu.
“Kadri! Topla değerli eşyaları. Bir bok yapamaz bu herif.”
Kadri ilk kez böyle bir duruma düştüğünden bir an şok geçirmişti
ama yavaş yavaş normale döndü. Vazoyu kaptığı gibi çantaya attı. Bir an
adamla göz göze geldiğinde hâlâ gülümseyerek Semir’e baktığını gördü.
“Aslında seni bulduğumuz iyi oldu. Malın yerini bulamıyorduk,”
dedi Semir, adama bir adım yaklaşarak. “Söyle bakalım, nerde paralar?”
“Kendine epey güveniyorsun Semir, sevdim seni. Zaten severdim
ama daha çok sevdim.”
“Ne diyorsun lan sen? Korkudan tozuttun galiba.”
“Yoo. Korkum birazdan sizin korkudan tozutmanız. O zaman pek
işime yaramazsınız.”

296
Gökcan Şahin

Semir gülmeye başladı. Kadri de ona katıldı. Semir birkaç saniye


sonra ciddileşince Kadri de onu taklit etti.
“Söylesene lan paranın yerini,” dedi. Adam ise beklenmedik bir
şekilde sağ kolunu kaldırdı ve Semir’e doğrulttu. Semir bir anda silahı
kendine çevirdi. Yüzündeki ifade Kadri’yi de şok etmişti.
“Kendini vurmak ister misin?” diye sordu adam. Tişörtündeki
alevler artık gerçekti. Đkisi de ısıyı hissediyordu. Hatta odayı hafif bir
yanık kokusu kaplamıştı.
Semir dili tutulmuş gibi bir şeyler homurdandı. Adam kolunu
indirince, silahını yere düşürdü. Bacaklarından sızan idrar odadaki yanık
kokusuna amonyak kokusu da eklemişti.
“Bu kadarı yeter mi Semir?” diye kükredi alev tişörtlü. Gözlerinin
rengi kırmızıya dönmüştü ve odayı hafif kızıla boyamıştı.
Bu sırada dışarıdan gelen büyük bir gürültü ve evi aydınlatan ışık
bu tuhaf adamı bile korkuttu.
O anda zaman dondu ve sessizlik hüküm sürdü.

DAİRE 6

O gün, bu güzel mavi apartmanın dördüncü katındaki altı numaralı


dairede bir doğum günü kutlaması vardı. Altı yıl önce geçirdiği bir trafik
kazasında bacaklarını kaybeden ve sol tarafı felç olan Serkan
Koroğlu’nun yirmi dördüncü doğum günü kutlanıyordu. Üstelik
Serkan’ın gördüğü en kalabalık kutlamaydı bu. Bir saat önce tüm
davetliler gelmiş, kadro tamamlanmıştı. Serkan ve annesi Şule ile birlikte
Melis Kardelen, Doktor Tuncay Erdağlı, Doğan Kılıçdar, Elçin Merdanlı,

297
Karanlık ve Aydınlık

Mine Destan ve Edgar Güven Türkay vardı. Sekiz kişilik bir kutlama
çoğu kişi için zavallı bir kutlama olabilirdi; ama yıllardır yalnızlığa
alışmış, doğum günlerini annesi dışında kimseyle kutlamamış olan Serkan
için bu sayı çok değerliydi.
Misafirlerin hepsinin ortak özelliği Serkan’ın başına gelen kazadan
sonra tanışmış olmalarıydı. Serkan’ın hepsiyle ayrı ayrı maceraları vardı
ve olağanüstü güçleri olan bir genç olduğundan bu pek de garipsenecek
bir şey değildi. Serkan’ın maceraları şu şekilde özetlenebilir:
Serkan babasını kaybettiği kazadan sonra annesiyle yaşamaya
başladı. Okula veya işe gidemediği için tüm gününü evinin balkonunda
geçiren yalnız biri olup çıktı. Eski arkadaşlarından ilk zamanlar dışında
pek bir vefa görmediyse de yaşam umudunu hiç kaybetmedi.
Bir gün balkondan dışarıyı seyrederken bazı insanların omuzlarının
üstünde süzülen bir karış büyüklüğünde kırmızı yaratıklar görmeye
başladı. Bunlar karikatürlerdeki şeytanlara çok benzediği için adını küçük
şeytanlar koydu. Çok geçmeden adlarını hak edercesine insanların
kulaklarına bir şeyler fısıldayıp onları günaha davet ettiklerini fark etti.
Onların yönlendirmesiyle olaylar çıkaran, kavga eden insanlar gördü.
Hatta liseli bir kız, gözünün önünde balkondan atlayarak intihar etti.
Serkan olanları izlemekle yetiniyordu. Küçük şeytanları
engelleyecek bir gücü yoktu. Yine de dehşete düşüyor ve küçük şeytanları
insanlara haber verme isteğini zor tutuyordu.
Bir gün annesi eve geldiğinde omzunda bir küçük şeytan
getirmişti. Ve amacı Serkan’ı annesine fare zehriyle öldürtmekti. Annesi
şeytanla giriştiği zihinsel bir savaşta zor da olsa galip gelmeyi başardı.
Ama bu olayın hemen ardından başka bir küçük şeytan Serkan’ın

298
Gökcan Şahin

kendisine musallat oldu. Onun etkisiyle annesinin getirmiş olduğu fare


zehriyle intihar etmeye kalktı; ama tam zamanında yetişen annesi
komşulardan Halil Akşeker’in de yardımıyla oğlunu hastaneye
yetiştirmeyi başardı.
Serkan hastanedeki doktoru olan Tuncay Erdağlı’nın da küçük
şeytanları görebildiğini keşfetti ve ona durumu açtı. Serkan ve Tuncay o
andan itibaren küçük şeytan avcılığına giriştiler. Tuncay şeytanları
yakalıyor, Serkan da yeni keşfettiği yeteneğiyle onları zararsız mavi
şeytanlara dönüştürüyordu. Üstelik mavi şeytanlara hükmedebildiğini de
keşfetmişti. Bu özelliğine anlam veremese de sonuna kadar kullanmaya
kararlıydı.
Fakat gün geldi, Serkan’ın taburcu edilmesi gerekti. Ve şeytan
avcılığı dönemi sona erdi. Tuncay’ın her daim Serkan’a ulaşması
imkânsızdı. Üstelik kızıl şeytanlar gittikçe yayılıyorlardı. Tuncay
insanları kötülüğe karşı uyarmaya çalışsa da nereye kadar gidebilirdi.
Bir gün Serkanların evinde küçük şeytanların efendisinin yani
Şeytan’ın saldırısına uğradılar, ama Serkan gücünün büyüklüğüne şaşarak
Şeytan’ı alt etmeyi başardı.
Çaresiz geçen bir yıl sonunda bir gün Doktor Tuncay ve Poyraz
adlı yaşlıca bir adam Serkan’ın evine geldiler ve çok önemli bir şey
keşfettiklerini söylediler. Dediklerine göre Silivri’de küçük şeytanların
üretildiği bir yeraltı tapınağı vardı. Ve burada zombiye dönüşmüş onlarca
insanın yanı sıra hâlâ kurtarılabilecek bir çocuk bulunuyordu. Bu çocuk,
doğum gününe davetli olanlardan Doğan Kılıçdar’ın kardeşiydi. Doğan
ve Alican adlı arkadaşıyla birlikte beş kişi bu tapınağa gidip kötülüğün
emrine girmiş zombiler, küçük şeytanlar ve tuhaf yaratıklarla savaştıktan

299
Karanlık ve Aydınlık

sonra galibiyetle çıktılar. Doğan, Alican, Tuncay ve Serkan bu savaştan


zarar görmeden kurtulmuş ama Poyraz’ı kaybetmişlerdi. Bunun
üzüntüsüne rağmen bir hafta sonraki Doğan’ın kardeşinin doğum
gününde buluştular. Doğan’ın yeni arkadaşları Elçin ve Mine de
onlarlaydı.
Henüz uzun bir süre geçmemişti ki Melis Kardelen adlı genç kız
Şeytan’ın tuzağına düşerek satanist olmuş ve iletişime girdiği Şeytan’dan
Serkan’ı öldürmesi için emir almıştı. Melis Serkan’ı öldürmeye gitti, ama
bir süredir ilaçlarını aksattığı AIDS hastalığı nedeniyle kapılarının
önünde bayılıverdi. Serkan kızı içeri aldı ve o olağanüstü yeteneğini
kullanarak iyi tarafa çekmeyi başardı.
Sevgi açlığı içindeki Melis, bu sakat gence âşık oldu. Bir süre
telefon ve internet sayesinde konuştular, Melis zaman zaman Serkan’ı
ziyarete de gitti ama bir türlü ona açılamadı. Yakında Serkan’ın doğum
günü olduğunu öğrenince bunun için en uygun günün doğum günü
olduğu sonucuna vardı ve o günü heyecanla beklemeye başladı.
Đşte o gün bu gündü.

***

“Đyiii ki doğduuuun Serkaaan… Đyiii ki doğduuuun Serkaaaan…”


Serkan onu dünyanın en mutlu insanı yapan bu seslerin arasında
önündeki büyük pastanın üzerindeki mumları üflemeye hazırlanıyordu.
Önünde sekiz tane mum vardı, her biri üç yaş içindi. Yirmi dördüne
giriyordu sonuçta.

300
Gökcan Şahin

Serkan etrafına duygulu duygulu bakmaktan mumlara üflemeyi


geciktirince annesi uyardı: “Hadi oğlum, mumlar bitti!”
Kısa bir gülüşme sonunda Serkan mumlara üfleyince alkışlar
koptu. Doğan da ıslık çalmıştı, ama ses biraz fazla kaçınca kendi kulağı
çınladı.
“Evet, iyilik perimiz artık yirmi dördünde,” dedi Edgar. Sırtına
kadar uzanan saçlarını arkadan bağlamıştı. Doğum gününe gıcır gıcır bir
takım elbiseyle geldiğinden en çok dikkat çeken oydu. Edgar aslında
odadakilerin hepsini henüz bir saat önce tanımıştı. Ama o kadar cana
yakın ve o kadar iyi bir konuşmacıydı ki şimdi herkes onu yıllardır
tanıyor gibiydi.
Herkes pastalarını almış, salondaki koltukları doldurmuşken Edgar
yine söz aldı:
“Siz Serkan’ın intihara kalkan birini kurtardığını biliyor
muydunuz?”
Herkes birden sustu. Serkan’ın kahramanlıklarını bilmeyen yoktu,
ama bilmedikleri bir kahramanlığını daha mı öğreneceklerdi?
“Aa? Ne zaman oldu bu?” diye sordu annesi. O da bir süredir
oğlunun Süpermenliğini biliyordu.
“Birkaç ay oldu sanırım,” dedi Edgar. “Serkan olmasa ölmüş
olacaktı çocuk.”
“Off, abartma Edgar ya. Sadece…”
“Buna da abartmak diyorsan Serkan… Olay şu arkadaşlar. Bizim
üniversitenin forumundan biri gecenin bir vakti bir konu açtı. Đntihar
edeceğim, en iyi yöntem hangisi, diye. Serkan bu başlığı görür görmez
beni aradı ve durumun ciddi olduğunu hissettiğini söyledi. Ben de başlığı

301
Karanlık ve Aydınlık

okuyunca Serkan’ın hissine güvenerek polis olan abime haber verdim.


Serkan alaycı cevaplarla onu sitede oyalarken biz polisle IP adresinden
ikamet ettiği yeri öğrendik ve son anda ölmesini engelledik.”
“Ciddi miymiş çocuk?” dedi Melis.
“Hem de nasıl? Tüm intihar aletlerini elinin altına almış, bilgisayar
başında mesaj atıyormuş.”
“Nasıl intihar etmiş peki?” diye söze karıştı Elçin. Doğan’ın
yanında oturuyordu ve el ele tutuşmuşlardı. Bu ikisinin birbirlerine çok
yakıştıklarını düşündü Edgar ve cevap verdi:
“Jiletle bileğini kesmiş ve bir kutu uyku ilacı almıştı. Garantilemek
istemiş ölümünü. Neyse ki daha bilincini bile kaybetmeden yetiştik.
Birkaç dakika daha geç kalsaydık… Düşünmek bile istemiyorum.
Ömrümde ceset görmedim ve görmeye de hiç niyetim yok.”
“Vay be! Serkan, sen bir forum mesajının ciddi olduğunu nasıl
anladın ki?” diye sordu Melis. Gözü hep Serkan’daydı ve Edgar bu kızın
gözlerinden fışkıran aşkı adeta çıplak gözle görüyordu. Serkan’ın verdiği
cevap kısa ve tatmin ediciydi:
“Mavi hizmetkârlarım sayesinde…”
Bu cevapla konu kapandı ve yeni muhabbetler açıldı. Pastalar
bitmiş, meyveler tüketilmekte ve sohbet ortamı iyice oluşmuşken Melis
Serkan’a bir dakika onunla yalnız konuşmak istediğini fısıldadı. Olumlu
yanıt alınca tekerlekli sandalyesini Serkan’ın yatak odasına sürdü. Kapıyı
kapattı ve karşısına geçip yatağına oturdu.
“Ya sana bir şey söylemem lazım,” dedi. Gözlerinin
Serkan’ınkilerle karşılaşmasından korkuyor gibiydi.
“Söyle Melisçiğim.”

302
Gökcan Şahin

Bu ‘çiğim’ eki bile Melis’in tüylerini diken diken etmeye yetiyor,


onu mutluluktan uçuruyordu.
“Aslında ömrüm boyunca böyle bir sahne yaşayacağımı
düşünmemiştim ama… Şey… Serkan… Ben galiba… Galiba da değil,
kesinlikle… Senden hoşlanıyorum!”
Bunu söyledikten sonra derin bir nefes verdi. Bu nefesi verirken
odaya bembeyaz bir ışık ve bomba patlamış gibi bir gürültü doldu. Ve o
ışık, geri kalan tüm ışıkları; o gürültü de dünyadaki tüm sesleri yutup
gitmiş gibi, ortalık karardı ve sessizleşti. Melis öldüğünü sandı.

DAİRE 7

Bir ay öncesine kadar üç üniversite öğrencisinin kiracı olarak


kaldığı bu daire öğrenciler mezun olunca boşalmıştı ve dairenin sahibi
şimdi yeni kiracı arıyordu. Evin caddeye bakan pencerelerine
“SAHĐBĐNDEN KĐRALIK DAĐRE” yazıları yapıştırılmıştı. Ev sahibi
henüz evini emlakçiye vermemişti; ama bir süre daha kiracı bulamazsa bu
yola da başvurmak zorunda kalacaktı. Şimdilik evin anahtarını yöneticiye
vermekle yetinmişti. Eğer birileri gelip eve bakmak isterlerse onlardan
anahtarı alabileceklerdi.
KĐRALIK DAĐRE yazısının olduğu pencere ev sahibi tarafından
belki bilerek, belki yanlışlıkla aralık bırakılmıştı. O sırada yağan yağmur
pencerenin önünde ufak bir göl oluşturuyordu. Pencerenin aralığından
gelen bir yarasa bu gölün üzerine kondu ve konar konmaz 1.80 boyunda
genç bir adama; daha doğrusu kızıl gözleri, sivri dişleri, beyaz teniyle bir
kan emiciye dönüştü. Ama bu kan emici, hiç de kendine güvenen kötülük

303
Karanlık ve Aydınlık

abidesi birine benzemiyordu. Tam tersi her yanından kanlar sızıyor,


büyük bir yenilginin ardından sığınacak bir yer arayan aciz bir hayvan
gibi kesik kesik nefes alarak zar zor ayakta durmaya çalışıyordu.
Tam bir vampir olmamanın ve onların yorulmama, yaralarını
çabucak iyileştirebilme gibi bazı özelliklerinden yoksun olmanın da
acısını çekiyordu bu yaratık. Asıl adı Kenan Ali Gündoğdu’ydu ve bir
yarı-vampirdi.
Bulduğu aralık pencereden yarasa şeklinde içeri girmişti ve şimdi
pencereyi arkasından kapatacak gücü kendinde bulamıyordu. Bir anda
cama çarpan iki yarasa onu biraz kendine getirdi ama pencereyi kapatana
kadar ikisi de içeri girmişlerdi. Şimdi hemen arkasında onun ölüm
fermanına sahip olan iki yaratık vardı: Gerçek iki vampir.
Yoğun yağmura eşlik eden o devasa ışık patlaması ve ardından
gelen gürültü üçünün de pek umurunda olmadı. Sokak lambasının
kararması da bir şey fark ettirmedi. Kızıl gözlerinden çıkan ışınlar içeriyi
yeterince aydınlatıyordu.
Kenan Ali dizlerinin bağı çözülür, başı dönerken karşısındaki iki
vampirin üzerine saldırdıklarını hayal meyal gördü.

DAİRE 8

Önder Karabulut geçen yıl Đstanbul Üniversitesi’ni kazanan ve


Avcılar kampusunda okuyan bir üniversite öğrencisiydi. Yozgat’tan
geliyordu ve yurtta kalmak yerine iki arkadaş bulup ev tutmayı
yeğlemişti. Okul başladığından bu yana bu dairede kalıyordu. Ev sahipleri
karşı dairenin ev sahibiyle aynıydı ve bu daireyi de öğrencilere

304
Gökcan Şahin

kiralamıştı. Ama bu dairenin en az iki sene daha dolu kalacağı kesindi.


Çünkü onlar henüz ikinci sınıftaydılar.
Önder yarım saattir boş boş baktığı televizyonu sıkıntıyla kapattı
ve telefonuna uzandı. Ev arkadaşlarını aradı.
“Alo, oğlum nerdesiniz ya? Saat dokuz oldu, evde sıkıntıdan
patlıyorum.”
“Önder, biz bir saatten önce evde olamayız. Sen kafana göre takıl.”
“Ulan ne yapıyorsunuz da evde olamazsınız?”
“Kapatmam lazım Önder. Burası çok kalabalık. Pek
anlayamıyorum dediklerini.”
“Tamam, öyle olsun,” dedi Önder telefonu sertçe kapatırken.
Ardından da “şerefsiz!” diye eklemeyi ihmal etmedi.
Arkadaşları güya bir tanıdıklarının düğününe gitmişlerdi saatler
önce. Elbette onu da davet etmişlerdi ama Önder düğünlere gidecek bir
tip değildi. Ne kalabalığa dayanabilirdi, ne gürültüye. “Siktir et, biraz
evde otururum, onlar da erken gelirler, bir şey olmaz,” diye düşünmüştü.
Ama şimdi sıkıntıdan patlıyordu. Televizyonda hiçbir şey yoktu. Eve
internet de bağlatmamışlardı.
Evde ne okunacak dergi, ne de kitap… Bir saniye… Ertaç geçen
gün bir kitap getirmemiş miydi? Siyah ciltli, eski püskü, kalınca bir
kitap… Evet, getirdiğini hatırlıyordu ve Önder şimdi onu bulup biraz
oyalanacaktı.
Aramasına lüzum olmadı, çünkü kitap adeta okunmak istiyormuş
gibi televizyonun yanında beliriverdi. Önder, saatlerdir televizyona
bakmasına rağmen onu nasıl göremediğine şaşarak kitabı alıp koltuğuna

305
Karanlık ve Aydınlık

döndü. Epey ağır bir kitaptı. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Sadece
kapkara bir kapağı vardı ve bu zaten insanı yeterince çekiyordu.
“Bakalım bizim Ertaç niye almış bu kitabı?” dedi ve kapağı açtı.
Kalın kapağın altından iri bir örümcek fırladı ve daha önceden
nişan almış gibi doğruca Önder’in boğazına atladı. Daha ne olduğunu
anlamadan ısırığın sesini duydu Önder: Hırt… Küfürler eşliğinde kitabı
atarak ayağa kalktı ve örümcekten kurtulmaya çalıştı. Elini değdirdiğinde
onun o iğrenç tüylü bedenini hissediyor ve tokat atar gibi yanına vurarak
kurtulmaya çalışıyordu ama hayvanın ısırdığı yeri bırakmaya pek niyeti
yoktu.
Önder, koşa koşa banyoya gitti, aynada boğazının sağ tarafına
yapışmış kırmızı-siyah örümceğe baktı. Önder’in tüm kanını emmeden
bırakmayacak gibi görünüyordu. Kitabın arasından fırladığı andakinin iki
katıydı şimdi. Önder panikle tekrar örümceğe hamle yaptı. Ama kene
gibiydi iğrenç yaratık, çıkmıyordu. Gözünü kapadı, sakin olmaya çalıştı,
sonra eliyle örümceğin iğrenç, tüylü ve yumuşak bedenini kavradı. Sertçe
çekti. Önce boynundaki derinin gerilmesi ve örümceğin, oyuncağını
bırakmak istemeyen bir bebek gibi tutunmaya çalışmasıyla acısı ikiye
katlandı, ama bir an sonra derisi yaratığın kıskacından kurtulmuştu.
Önder elinde kıvranan şeyi klozete attı ve şifonu sonuna kadar çekti.
Derin bir nefes alarak tekrar aynaya baktı. Boynundaki kırmızılığı
inceledi. Bir pamuğa kolonya dökerek pansuman yaptı. Sonra bitmek
tükenmek bilmeyen küfürlerine devam ederek oturma odasındaki
koltuğuna oturdu.
“Ulan Ertaç, nerden buluyorsun böyle kitapları? Geldiğinde o
kitabı sana yedirmezsem…”

306
Gökcan Şahin

Kitap koltuğun önündeydi. Arka kapağı açılmıştı, son sayfası


görünüyordu. Sayfada sadece üç satır yazı vardı. Önder kitabı eline alacak
değildi. Tekmeleye tekmeleye odanın balkonuna çıkaracaktı, sonra da
gidip uyuyacaktı.
Balkonun kapısını açtı ve kitabı ayağıyla ittirmeye başladı. O
sırada tuhaf bir şey oldu. Sanki son sayfadaki yazının boyutu büyümüştü.
Az önce üç satır olan yazı şimdi dört satırdı. Önder, az önce yanlış
gördüğünü düşünerek kitabı sürüklemeye devam etti, ama şimdi de altı
satırdı yazı! Üstelik gözle görülür biçimde irileşmişti. Önder biraz eğildi
ve yazıyı okudu:
“Az önceki korkuyla dili damağına yapışan genç, örümceği
doğuran kara kaplı kitabı dışarı atmak için çabalıyordu. Dayanamadı,
açık olan son sayfanın yazılarını okumaya başladı. Ne yazık ki sona
geldiğinde önce cennetin aydınlığı gelecek, sonra cehennemin gürültüsü
kulaklarını sağır edecek, sonunda her şey susacak tüm ışıklar sönecekti…
Hayatıyla birlikte.”
Kara kaplı kitabın dediği oldu. Önder bu yazıyı okur okumaz
hayatında gördüğü en güçlü şimşek çaktı, gök gürüldedi, ışıklar söndü,
etraf sessizleşti. Ve boğazına bıçak saplanıyormuş gibi bir acı hissetti.
Elini boğazına götürdü. Örümceğin ısırdığı yer yumru gibi şişmişti
ve dokunduğunda fena halde acı veriyordu. Önder, o şişkinliğin bu kadar
kısa sürede nasıl oluştuğuna şaşarken, yumru birkaç saniye içinde nefes
almasını da engelledi.
Genç adam istemesine rağmen çığlık bile atamadan diğer tarafa
göçtü.

307
Karanlık ve Aydınlık

TAVAN ARASI

Apartmanın en bakımsız yeri tavan arasıydı. Apartmanın eski veya


yeni sakinlerinden kalma bazı eski püskü eşyalar tavan arasının çeşitli
yerlerine atılmıştı. Tuğrul’un iki senedir yüzünü görmediği patlak lastikli
bisikleti, o sırada hırsızların elinde olan Daire 5’te oturan ailenin bıraktığı
eski bir sandık, bir iki sulama hortumu, gazete yığınları, eskimiş ama
atılmaya kıyılamamış bir çift ayakkabı ve benzeri şeyler ilk bakışta
görülebiliyordu.
Peki canlı bir şeyler yok muydu burada? Elbette vardı. Örümcekler
burayı kendilerine göre bir şehre dönüştürmüş, mutlu mutlu yaşıyorlardı.
Doğada bile az bulunan böceklerin mesken edindiği bir yer olmuştu
burası. Ama görünmesi pek mümkün olmayan bir canlı daha vardı
burada. Aylardır eski bir sandığın içinde varlığını sürdüren tekinsiz bir
varlık. Son yüzyıllarda pek rastlanmasa da kadim zamanlarda
insanoğlunun başına çok dertler açmış bir yaratık.
Binlerce yıl önce Mu ve Atlantis rahiplerinin tek tek bulup yok
etmeye çalıştığı karanlık bir varlıktı bu. Çoğu yok edilmişti de. Ama
birkaç tanesi kıtaları yıkan tufandan kaçan göçmenlerin gemileriyle
kurtulmayı başarmıştı. Fakat üreme yeteneklerini kaybettiklerinden
çoğalma imkânları yoktu. Neyse ki ömürleri milyon yıllarla ölçülebilecek
kadar uzun olan bu gizemli yaratıklar o çok iyi bildikleri yöntemle
insanları avlamayı sürdürdüler. Yine de bir kısmı Orta Asya Şamanları
tarafından, bir kısmı Orta Çağ büyücüleri tarafından, bir kısmı da Voodoo
büyüleri ile yok edilebilmişti. Sonuçta yalnızca bir tane kalmıştı
yeryüzünde.

308
Gökcan Şahin

Adına Goid demişti Afrika büyücüleri. Kimileri kötü ruh, kimileri


kara ruh diye adlandırdılar. Duman adamlar diye seslenenler oldu, onu
kendi gölgelerinin cana gelmiş hali sananlar oldu, oldu da oldu… Peki
aslı neydi bu yaratığın? Maalesef yeryüzünde bunu açıklayacak kimse
kalmadı. Ama bildiğimiz şeyler var elbet.
Bu duman adamların belirli bir biçimi yoktu. Maddelerin molekül
boşluklarına sızabilmeleri sayesinde her zaman cansız bir varlığa bağımlı
olarak yaşarlardı. Evleri olarak gördükleri maddenin içinden sadece
avlanmak amacıyla çıkarlardı, ama gaz ortamında uzun süre varlıklarını
koruyamazlardı. Onların ihtiyaç duydukları şey katı maddelerdi. O
maddenin içerisinde şekerin suda çözünmesi gibi çözünürler, fark
edilmelerini imkânsız hale getirebilirlerdi.
Onlarda bir metabolizmadan, organdan, sistemden söz edilemezdi.
Daha çok, tek hücreli canlıların oluşturduğu koloniler gibi bir yaşamları
vardı. Kendilerine gereken maddeleri insan ve hayvanların kanındaki özel
bir maddeden sağladıkları için tarih boyunca insanlara çok zarar
vermişlerdi. Genellikle kurbanlarını kanlarını tükettikleri için
öldürürlerdi. Bu yönüyle vampirlere benzemekle beraber tamamen
alakasızlardı.
Tesadüflere ve sıradan hayvanlara göre çok daha gelişmiş olan
içgüdülerine göre hareket eden bu yaratıklar beyin denen organdan
yoksun olmaları nedeniyle zeki bir canlı türü sayılmazdı. En basit tek
hücrelilerin yaptığı gibi yiyecek bularak hayatta kalmaya ve kendini
tehlikelerden korumaya çalışırlardı.
Đşte bunlardan sonuncusu bir yüzyıl kadar önce bir Avustralya
çıkarma gemisiyle Avustralya’dan Çanakkale’ye ulaştı, oradan da

309
Karanlık ve Aydınlık

Đstanbul’a geçti. Đstanbul’da yılda birkaç başarılı av sayesinde hayatta


kalmayı başardı. Ve son olarak sekiz ay önce bir sandığa sığınarak
apartmanın çatısına yerleşti.
Şimdi tavan arasındaki sandıkta avını bekliyordu. Bulunduğu yerde
her zaman av kokuları alabiliyordu, ama o ana kadar pek acıkmamıştı. Şu
günlerde olmayan midesi guruldamaya başlamıştı gerçi. Đlk fırsatı
değerlendirecekti.

310
BÖLÜM - 2

DUVAR

ECZANE (Saat: 20.55)

Müşterinin adı Ahmet Akçagül’dü. Elli sekiz yaşında bir devlet


memuruydu. Karısı ve tek çocuğuyla birlikte eczanenin arka sokağındaki
bir apartmanda yaşıyordu. O akşam eve gelir gelmez karısı baş ağrısından
şikâyet etmeye başlamıştı. Üstelik evde ağrı kesici namına hiçbir şey
yoktu. Kadın kocası gelene kadar kendine ıhlamur kaynatmış, limonla
birlikte içmiş, başına bezler sarmış, elinden ne geliyorsa yapmıştı; ama
hiçbiri baş ağrısını geçirmeye yetmemişti. Biraz yatıp dinlenirse
geçeceğini umup yatağına uzanmıştı; bu da işe yaramamıştı.
Ahmet karısının inlemelerine dayanamayıp sonunda eczaneye
gidip aspirin almayı akıl etmişti. Đşten gelirken önünden geçtiği eczanenin
açık olduğunu da görmüştü. Üşengeç bir insan olmasına rağmen
mecburen bu yağmurda evden çıkıp bir sokak öteye gidip gelecekti.
Şimdi eczanedeydi, aspirini de almıştı; ama ne olduğunu
anlamadığı bir durumla karşı karşıyaydı. Kapının ardındaki karanlık,
nedense Ahmet’in evine gitmesine engel oluyordu. Müşteri ve eczacı
şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Sanki birbirlerinden açıklama
bekliyorlardı.
Karanlık ve Aydınlık

Sokak gürültülerinin bile gelmediği ölüm sessizliğini apartmanın


merdivenlerinden inen birileri bozdu. Hemen ardından eczanenin binanın
içine açılan kapısı sertçe çalınmaya başladı. Gizem uyuşukluktan kurtulup
kapıya koştu. Karşısında çocuğunu kucağına almış bir adam gördü.
Selim’le oğlu Görkem’di bunlar. Arkalarından da Yeliz yetişmişti.
“Selim abi?”
“Gizem, bizim çocuk elektrik kesilince kafasını vurdu. Epey
kanıyor, bir bakar mısın ya?”
“Tabii, gelin içeri,” dedi Gizem. Gizem’in apartmanda tanıdığı tek
aileydi onlar. Bir gece iki serseri eczaneyi soymaya kalktıklarında Selim
abisi kurtarmıştı onu.
Üç ay önce olmuştu olay. Yine Gizem nöbetçiydi o gece. Saat on
bir civarı, kapüşonlu iki adam içeri girmiş, biri kapıyı kapatıp etrafı
kolaçan ederken, diğeri silahını çıkarıp kasayı boşaltmasını söylemişti.
Kapı kapandığı an leş gibi tiner kokusunu almıştı Gizem. Her
taraflarından pislik akıyordu zaten. Yüzlerini göremese de yirmilerinden
yaşlı olmadıklarına emindi. Sokaklarda her türlü serseriliği yaptıklarını
biliyordu ama gece gece eczane soymaya kalkmaları tuhaf geliyordu
Gizem’e. Hem o silahı nereden bulmuşlardı? Belki de oyuncaktır, diye
düşünmeden edememişti ama riski alamazdı. Eczanenin zaten içinde öyle
ahım şahım para olmayan kasasını açmıştı hemen. Eline bir deste para
alıp uzatmıştı, ama tinerci öfkeyle silahı kafasına doğrultmuş “hepsini ver
lan, kaltak,” demişti. Gizem tüm parayı vermediğini nerden anladığı
anlamamıştı, ama bu kez gerçekten korkmuş ve tüm parayı vermişti.
Tinerci parayla birlikte az kalsın elini de koparacaktı. Silahı çekmeden
kapıya yönelmiş, ama nöbet tutan genç onu durdurmuştu. “Dur, dur, bir

312
Gökcan Şahin

adam geliyor,” demişti. “Kızı al, kızı al,” diye tekrarlamıştı sonra. Silahlı
olan tezgâhın üstüne zıplamış, Gizem’in çenesine silahı dayamıştı. Diğeri
de pantolonundan bir bıçak çıkarmış, kapının yanında pusu kurmuştu.
Sonra kapı açılmış, polis üniformasıyla Selim girmişti içeri.
Gizem, pusuyu bildiği için içinden “lütfen gelme, lütfen gelme,”
diye yalvarıyordu. Ama o gelmişti. Đçeri girer girmez Gizem’i görmüş,
bakışlarından nasıl olmuşsa tuzağı anlamıştı. Yan tarafından bıçakla
saldıran adamı bir karate hareketiyle yere yapıştırmış, kelepçeyi
bağlamıştı. “Bırak onu, ben polisim, buradan çıkamazsın,” demişti
Gizem’i esir alan tinerciye. Tinerci kapüşonunu açmadan kısık bir sesle
yanıtlamıştı. “Def ol git buradan.”
Gizem adamın titremeye başladığını fark etmişti, boştaki elini
sürekli ağzına götürüyordu. Tinere ihtiyacı vardı belli ki. Selim de bunu
fark etmiş, onun dikkatinin iyice dağılmasını beklemiş, konuşarak
oyalamıştı. Sonunda büyük bir titreme sırasında panter gibi tezgâhın
üzerine atılmış, elleriyle tezgâha tutunurken iki bacağıyla tinerciyi duvara
yapıştırmıştı. Tinercinin silahı hemen yere düşmüştü, Gizem ayağının
dibine düşen silahı tüm gücüyle uzağa tekmelemişti. Selim adamı
kelepçeleyip destek ekibi çağırırken Gizem tinerciden beter titrediğini
fark ediyordu.
Polisler gelince karısı Yeliz de eczaneye inmiş ve olayı öğrenince
Gizem’i teselli etmeye çalışmıştı. Đkisinin de çok iyi insanlar olduğu
görmüştü Gizem.
O gece merkezde ifade verdikten sonra evlerine bile davet
etmişlerdi. Gizem de seve seve kabul etmişti. Hâlâ o şokun altındayken

313
Karanlık ve Aydınlık

iki polisin yanında olması daha güvende hissettirmişti onu. Bir süre
yüzsüzlük yaptığını düşünmüştü ama o korkuyla eve gidemeyecekti.
Selim, kafasından kan sızan Görkem’i koltuğun birine oturttu,
Gizem ışıldağın ışığında yarayı temizledi.
“Dikişe falan gerek var mı?” diye sordu Yeliz.
“Yok abla, önemli bir şey değil. Biraz fazla kanamış o kadar.
Görkem ağlamayı kesmiş, burnunu çekerek etrafa bakıyordu.
“Bu amca kim baba?” diye sordu Selim’e sessizce. Selim onları
ilgiyle izleyen adama baktı ve oğluna döndü:
“Bilmiyorum Görkem, kendisine sorsana.”
“Bana ne, ben tanımadığım insanlarla konuşmam.” Görkem yaşlı
adama hem korkarak, hem nefretle bakıyordu. Açıkçası bu adamı
sevmemişti. Gerçi bu durum Ahmet’in umurunda bile değildi. Bir an önce
çıkıp gitmek istiyordu.
“Kızım, şu kapı işi ne olacak?” diye sordu adam Gizem’e.
“Đsterseniz şu arka kapıdan dolanıp, apartman kapısından çıkın,”
dedi az önce Selimlerin geldiği kapıyı göstererek. Bir yandan da gazlı
bezi topluyordu.
Adam hızla kapıya giderken Selim neler olduğunu öğrenmek ister
gibi bir bakış attı Gizem’e.
“Ya, kapıyı açtık ama dışarı çıkılmıyor, nedenini anlayamadım,”
dedi genç kız.
Selim tezgâhın üstündeki ışıldağı alarak kapıya yöneldi. Cam
kapının ardının siyah bir şeyle kapatılmış olduğunu o da gördü. O siyah
maddeyi ittirdi, tekmeledi, ama karşısındaki sağlam bir duvar gibiydi,
titremedi bile.

314
Gökcan Şahin

“Yahu, apartman kapısı da aynı!” dedi arka taraftan gelen kalın


ses. Ahmet’in sesiydi.

DAİRE 1

Tuğrul’un elektrik kesilince ettiği küfür o sessizlikte evdeki herkes


tarafından duyuldu. Rana artık refleks haline gelmiş bir tepkiyle oğluna
kızdı:
“Şşt, ağzını bozma! Nerden öğreniyorsun bu küfürleri?”
“Ya anne bir sus! Tam son adamı gebertirken gitti elektrik zaten!”
dedi Tuğrul odasından.
“Halil, bu çocuk çığırından çıkıyor ha. Söylemedi deme.”
“Ne yapayım Rana? Dövsek daha fena. Mecbur idare edeceğiz. Bu
arada, kuruyemiş getirmiştim, git getir de yiyelim. Zaten yapacak bir şey
yok. Elektrikler gelene kadar oyalanırız.”
Rana kalktı ve karanlık odada ağır ağır yürüdü. Holde el fenerini
buldu, mutfaktan kuruyemişleri aldı ve fenerin pili gitmesin diye bir mum
yakıp getirdi. Tuğrul ve Tuğçe de salona intikal etmişlerdi.
“Ya baba, elektrikler kesilince hat da gitti. Niye ki?” diye sordu
Tuğçe. Cep telefonuyla uğraşıyordu.
“Ne bileyim kızım? Baz istasyonunda falan elektik var mı,
etkileniyor mu kesintiden bilmiyorum ki.”
Tuğrul kuruyemişleri görünce hareketlendi.
“Kola falan yok mu anne ya?”
“Oğlum, her gün kola mı içilir? Daha dün bitti.”

315
Karanlık ve Aydınlık

“Off ya,” dedi Tuğrul sıkıntısını belli ederek. “Bunlar da sade


gitmez ki.”
“Doğru söylüyor,” dedi Halil. “Ben bir çay koyayım.”
“Ne çayı baba ya, bira mira yok mu, biraz kafamızı bulalım,” dedi
Tuğrul.
“Haliiil, bu çocuk iyice azıttı ha. Sakın yüz falan verme, alkolik
olup çıkar başımıza,” dedi Rana.
Halil sesini çıkarmadan eskimiş kanepeleri gıcırdatarak kalktı, el
feneriyle mutfağa yöneldi. Kapıdan gelen kuş sesini duyunca mutfak
yerine koridordaki kapıya yöneldi. Karşısında Selim’i buldu. Kendisinden
yirmi santim daha uzun ve epey iri olan polis komşusu karanlıkta bir an
korkutucu geldi Halil’e. Ama Selim’in konuşmasıyla durum düzeldi.
“Halil abi, iyi akşamlar.”
“Đyi akşamlar Selim, hayırdır?”
“Kapılarla ilgili bir problem var.”
“Nasıl bir problem?”
“Bir dakika aşağı gelir misin? Anlatılacak gibi değil.”
“Allah Allah, tamam bir saniye,” dedi Halil. “Rana ben birazdan
geliyorum, kapılarla ilgili bir sorun varmış, çayı sen koyarsın.”
“Tamam,” dedi Rana pek meraklı olmayan bir ses tonuyla. Halil
apartmanın yöneticisi olduğu için böyle problemlerde ilk aranan kişi
oluyordu ve pek de seyrek çıkmıyordu bu problemler. Bazen dış kapı
bozuluyor, bazen ara ışıklarla ilgili sorun çıkıyor, bazen televizyon
antenleri sorun yaratıyordu. Anlaşılan şimdi yine dış kapı bozulmuştu.
Halil kapıyı çekerek Selim’le aşağı indi.

316
Gökcan Şahin

DAİRE 2

Dairede kalan son canlılar olan iki karasinek Akın’ın başı kopmuş
bedeninin üzerinde vızıldıyor, salonda sıralanmış boy boy çiçekler
sahiplerinin öldüklerini hissetmiş gibi boyunları bükük hareketsizce
duruyorlardı. Birisinin yaprağının ucundan bir damla su yere düştü. Bir
diğerinin sararmış yaprağı biraz daha eğildi. Artık sulanmayacaklardı,
sahiplerinin sevgisini ve sıcaklığını hissetmeyeceklerdi. Artık onlar da ölü
sayılırlardı.

DAİRE 3

Yıldırım, Görkem’in durumuna endişeleniyor gibiydi. Evde


yalnızdı ve salonun ortasında dönüp duruyordu. Normalde pek de
hareketli olmayan bu uslu köpek, hiperaktif bir yaratığa dönüşmüş
gibiydi. Zifiri karanlıkta yürürken bir sehpanın üzerindeki vazoyu devirdi
ve onun korkusuyla salondan çıkıp dış kapının önüne nefes nefese oturdu.
Sahiplerinin gelmesini bekleyecekti.

DAİRE 4

Özgür öfkeyle çabucak duşunu tamamladı ve banyodan çıktı. Saate


baktı. Dokuz olmuştu. Bir buçuk saat sonra onu dövüşe götürmek için

317
Karanlık ve Aydınlık

siyah bir cip gelecekti. Şu sıralar dövüştüğü yasa dışı turnuvada yarı
finale yükselmişti ve o maç bu geceydi.
Bu dövüşler çok tehlikeli olmasına rağmen içinde en ufak bir
korku yoktu. Turnuvanın en iyisi olduğundan adı gibi emindi. Önceki
turnuvada finale çıkmış, ama yarı finalde burktuğu ayak bileği nedeniyle
büyük ödülü kazanamamıştı. Bir buçuk yıl önceki o maçta böyle bir
talihsizlik nedeniyle favori olduğu dövüşü kazanamamasına çok
içerlemişti. Bu turnuvada ise o günlerin öcünü alıyordu. Otuz iki kişinin
katıldığı turnuva tek maç üzerinden kuralsız maçlar halinde yapılıyordu.
Tekme, yumruk, kafa, diz, bel üstü vurma, bel altı vurma, yaralama hatta
öldürme serbestti. Özgür kendini iyi bir insan olarak görmesine rağmen,
onun da dört tane leşi vardı şimdiye kadar. Kendisi de iki kez öldüresiye
dövülmüş ama hayatta kalmayı başarmıştı.
Kurulandıktan sonra alt eşofmanını giydi ve televizyonun
karşısındaki koltuğa oturarak zifiri karanlıkta düşüncelere daldı. Dövüş
işine bulaştığı günleri, o günlerdeki korkularını, dövüşlerini tek tek
aklından geçirdi. Kendini şimdiki seviyeye getiren tüm aşamaları
düşündü. Tuhaftı ama şimdiye kadar bunları enine boyuna düşünecek bir
fırsat bulamamıştı.
On beş yaşından beri dövüşüyordu aslında Özgür. Kendisi de bir
zamanlar boksa meraklı olan babası Özgür’de bir yetenek görmüş, onu
boks kursuna yazdırmıştı. Özgür babasının yüzünü kara çıkarmamış, bu
sporda ne kadar iyi olduğunu herkese göstermişti. Nitekim bu macera
sadece iki yıl sürmüş, on yedi yaşındayken olan depremde tüm ailesiyle
birlikte boks hocası da göçük altında kalarak hayatını kaybetmişti. Özgür,
amcasının yanında kaldığı birkaç sene pek dövüş düşünmemişti -ki

318
Gökcan Şahin

aslında hemen hemen hiçbir şey düşünmemişti. Dersleri berbattı,


üniversiteye gitmek gibi bir umudu yoktu, arkadaşlarıyla hiç
geçinemediği gibi, amcasına da hayatı dar ediyordu. On dokuz yaşında
kaçak dövüş dünyasına girmiş ve bir daha çıkamamıştı. Biraz para
kazanınca amcasının yanından ayrılıp kendine bir ev tutmuş, onu da
kendini de zulümden kurtarmıştı. Ardından kendini tümüyle kaçak
dövüşlere vermişti. Boğaç adında bir adam ona sahip çıkmış, ona bu
renkli, bol paralı, bol zevkli dünyayı tanıtmıştı. Birkaç sene onun
dövüşçülerinden biri olmuş, daha sonra daha çok para ve zevk vaat eden
Abdullah adlı bir adamın yanına geçmişti. Kimilerinin canını alan,
kimilerini kumar, kadın ve alkol batağına saplayan bu dünya Özgür’e çok
iyi gelmişti. Hiçbir şeye bağımlı olmak gibi bir huyunun olmaması
yıllarca ayakta kalmasını sağlamış, bu işteki yedinci yılında hâlâ zirveye
yarışıyor olmasını sağlamıştı. Hayatına çok kadın girmişti, ama hepsi ya
tek gecelik ve sevgiden yoksun şeylerdi. Aslında yalnızdı. Ne Abdullah
vardı yanında ne de başka biri. Tek dostu kendisi de değildi, çünkü
kendine de dost olduğunu düşünmüyordu. Duygusuz adamın teki olup
çıkmıştı işte. Böyle yaşayacak, böyle ölecekti.
Bu melankolik düşüncelerine son verebilmek için koltuktan kalktı
ve pencereye yöneldi. Diğer apartmanların da elektriklerinin kesik olup
olmadığına bakacak ve biraz hava alacaktı. Beyaz PVC pencereyi açtı ve
kafasını dışarıya uzattı. Daha doğrusu uzatamadı. Kafası sert bir şey
tarafından engellendi. Özgür ne olduğunu anlayamadan bir adım geri attı.
Alnını ovuşturdu ve eliyle dışarıyı yokladı. Pencerenin hemen dışında bir
engel vardı. Hiçbir pürüz, girinti, çıkıntı veya açıklık yoktu. Đçeriden bir
el feneri getirdi ve bunun ne olduğunu öğrenmeye çalıştı. Sonuç hiç de

319
Karanlık ve Aydınlık

tatmin edici değildi. Bu madde ışığı adeta yutuyordu. Eğer bu renk


siyahsa bildiğimiz siyahlar bunun sadece soluk bir taklidinden ibaretti.

DAİRE 5

“Bu kadar yeter mi dedim, Semir?” dedi tekrar alev tişörtlü kızıl
gözlü adam. Semir korkudan ve altına işemenin verdiği utançtan
kıpırdayamıyordu bile. “Sanırım yeter demek istiyorsun,” dedi adam ve
kızıl gözleri yavaşça söndü. Dışarıdaki ışıkların sönmesi evi zifiri
karanlık içinde bırakmıştı. Semir sakinliğini koruyabilse belki bu
karanlıktan faydalanıp kaçmaya çalışabilirdi, ama yapmadı. Olağanüstü
biriyle karşı karşıya olduğunu biliyordu artık.
“Madem yakalandınız ışıkları açalım o zaman,” dedi gizemli adam.
Sakin adımlarla ışık düğmesinin olduğu yere yürüdü ve düğmeye
dokundu. Işık yanmadı. Elektrikler evde de kesilmişti.
“Peki, el fenerinin ışığında konuşuruz o zaman.” Kadri’nin elinde
duran ama yakmaya lüzum görmediği feneri aldı. Feneri yakarken kötü
bir koku almış gibi iki kere burnuyla hızlıca nefes aldı.
“Semir, git altını değiştir istersen. Galiba biraz kaçırmışsın,” dedi.
Kadri çabuk şok olup çabuk normale dönen kişiliğini belli edercesine
ufak bir kahkaha attı, ama gizemli adamın sert bakışlarına maruz kalınca
normale döndü.
“Otur bakalım Kadri. Semir abini beklerken ayakta kalma.”
Kadri en yakın koltuğa oturdu. Önce epey gergince ve diken
üstündeymiş gibiydi. Sonra adam da oturup el feneriyle oynayarak

320
Gökcan Şahin

beklemeye başlayınca kendini rahatlattı ve arkasına yaslandı. Yine de bu


rahatlığı adamın dikkatini çekecek düzeye çıkarmamaya çalıştı.
Birkaç dakika sonra Semir altını evde bulduğu bir kot pantolonla
değiştirmiş halde içeri geldi.
“Sen de otur Semir,” dedi adam, Semir biraz da abartıyla yaptı bu
eylemi. Tuhaf adam tekrar konuştu:
“Öncelikle beyler şunu söyleyeyim, ben bu evin sahibi falan
değilim. Size bir işim düştü, sizin buraya geleceğinizi biliyordum ve
burada sizi beklemeye karar verdim. Bu kadar korkacağınızı tahmin
etmemiştim doğrusu. Baştan anlaşalım. Benim dediğimi yapmazsanız
ikinizi de kendinize öldürtürüm. Hatta silahla da öldürtmem. Kendi
kendinize işkence yaparsınız. Belki birbirinizin gözünü çıkarır, dilini
koparırsınız ha? Ya da mesela bağırsaklarınızla ip atlarsınız. Ben de sizi
zevkle izlerim. Tamam tamam, bu kadar korkutmayayım, ev zaten
yeterince sidik koktu.”
“Ne istiyorsun bizden?” dedi Semir, gırtlak kanseri olmuş birinin
sesine benzer bir şekilde. Kendi bile zor duymuştu dediğini. Ama adam
hiç tereddüt etmeden cevapladı.
“Đşte oraya geliyorum Semir. Ne acelen var? Ev sahibine
yakalanmaktan mı korkuyorsun yoksa?”
Kadri yine gülmemek için kendini zor tuttu. Bu ironik durum
sinirlerini bozmuştu galiba. Semir abisinin bu durumu da çok komiğine
gidiyordu.
“Sizden biraz adam öldürmenizi istiyorum sadece,” dedi adam.
“Biz katil değiliz, sadece…”

321
Karanlık ve Aydınlık

“Biliyorum biliyorum hırsızsınız. Ama silah kullanabiliyorsunuz


ve kendi hayatınız için ateşleyecek güce sahipsiniz. Üstelik hedef hemen
karşı daire. Yapacağınız iş çok kolay. Karşı dairenin kapısını
çalacaksınız. Biri kapıyı açacak ve siz içeri girip herkesi tek tek
öldüreceksiniz. Đçeride silahlı kimse yok. Size direnemeyecekler.
Tereddüt etmeden tek tek vurursanız hiçbir sorun çıkmayacak. Özellikle
tekerlekli sandalyeye bağımlı sakat bir genç var, onu delik deşik edin. En
büyük hedefiniz o, unutmayın. Gördüğünüz anda indirin onu. En ufak bir
acıma, tereddüt istemiyorum. Kendi hayatınız için… Unutmayın. Ha,
şunu da söyleyeyim. Bu işi başarırsanız size ömür boyu yetecek paraya
kavuşacaksınız. Aslında bunu yapmak zorunda değilim, ama yapacağım.
Var mı bir itirazı olan?”
“Buradan nasıl çıkacağız peki? Silah sesi duyulunca polisler
peşimize takılacak. Alt katta bir polis oturuyor üstelik,” dedi Semir. Đlk
anki korkusunu yenmişti, rahat konuşuyordu.
“Biliyor musunuz, çok şanslısınız,” dedi adam sırıtarak. “Şu anda
eski bir mafya elemanının evindesiniz ve yatak odasındaki tablonun
arkasındaki kasada susturuculu iki tane silah var. Üstelik sizinkinden çok
daha kaliteli ve güçlü.”
Semir, Kadri’ye bir baş hareketi yaptı. Kadri gizemli adama da
bakarak kalktı ve yatak odasına yöneldi.
“Şifresi 133,” diye arkasından seslendi gizemli adam.
Kadri iki dakika sonra ellerinde iki silahla geri döndü. Gelirken
gözleri tabancalardaydı.

322
Gökcan Şahin

“Vay anasını, abi bunlar FN five-seven. Dünyanın en güçlü


silahlarından biri bu! Đnanamıyorum. Böyle bir silah Türkiye’de! Üstelik
elimde!”
“Abartma lan Kadri,” dedi Semir. “Getir işte şunları.”
“Aferin Semir,” dedi gizemli adam. “Küçük işlerle
uğraşmayacaksın.”
Semir de, Kadri de az önce olan olağanüstülükleri unutmuş gibi bu
gizemli adama yakınlık duymaya başlamışlardı. Hatta Kadri şunu
söylemeye cesaret edebildi:
“Abi, sana nasıl hitap edelim?”
“Adımı biliyorsunuz aslında…”
Evet, adını biliyorlardı. Herkes gibi…
O alev desenli tişört giymiş kaslı insan görünümünün altında
ateşten yapılma bir beden vardı. O karanlığın, kötülüklerin efendisiydi. O
Lucifer’di, Demon’du, Satan’dı. O bildiğimiz adıyla Şeytan’ın ta
kendisiydi.

DAİRE 6

Melis Serkan’a hoşlandığını söylediği sırada elektrikler kesildi.


Sessizlikle geçen kısa bir andan sonra Melis bir şeyler söyleme ihtiyacı
hissetti:
“Bunu sen yapmadın değil mi? Yani bana kızıp sihirle falan
elektrikleri…” Güldü Serkan. Đçten ve mutlulukla.
“Hayır ben yapmadım. Sana da kızmadım. Aksine az önce beni
çok büyük bir sıkıntıdan kurtardın canım.”

323
Karanlık ve Aydınlık

“Sıkıntıdan mı?”
“Evet, ben de seni evin kapısında baygın bulup içeri aldığımdan
beri, senden hoşlanıyordum aslında. Ama bu sakat halim sana açılmama
engel oluyordu.”
Melis, Serkan’ın ellerini buldu ve avucunun içine aldı. “Sen sakat
değilsin, sen olağanüstüsün. Sıradan insanların anlayamayacakları kadar
olağanüstü.”
“Utandırma beni. Yüzüm kızaracak.”
“Sanki bu karanlıkta birileri yüzünü görecek,” dedi Melis gülerek.
Serkan onu kendine doğru çekti. Melis tereddüt etmeden yaklaştı.
Dudaklarını ve kalplerini birleştirmek için arada sadece bir karış mesafe
kaldı. Fakat biri odanın kapısına tıklayarak bu anın sihrini yok etti.
Uzaklaştılar. Kapı açıldı. Bir el feneri odayı beyaz ışığa boğdu.
“Çocuklar içeri gelin diye fener getirdim,” dedi Şule. “Elektrikler
de gidecek zamanı buldu,” diye homurdandı ardından.
Melis az önceki o büyülü anı bozduğu için müstakbel kaynanasına
ilk öfkesini duydu. Ama zararsız bir öfkeydi bu. Ve birazdan sönüp
gidecekti.
Üçü, herkesin toplandığı ve az önce Serkan’ın doğum günü
pastasının dağıtıldığı salona gittiler. Evdeki flüoresanlı ışıldak burayı
aydınlatmak için odanın ortasındaki sehpanın üzerine yerleştirilmişti.
“Beyler, bayanlar!” dedi Serkan neşeli bir ses tonuyla. “Size bir
haberim var.” Herkes dikkat kesildi. “Biz şu an itibariyle Melis’le
çıkmaya başladık.”
Çıkma kelimesini uzun süredir ilk kez kendi için kullanıyordu
Serkan ve bunu söylerken bir tuhaf olmuştu. Ama asıl tuhaf olan

324
Gökcan Şahin

misafirlerdi. Şaşırmış ve sevinmişlerdi. Edgar’ın tebrikler dileyerek


alkışlamasıyla herkes bu akıma kapıldı. Doğan yine ıslık çaldı. Bu kez
ayarını tutturmuştu.
Melis ilk anda utanıp sıkılsa da içten tebrikleri duyunca tüm
sıkıntısını attı. Şimdi Serkan bunu açıklamakla en doğal şeyi yapmış gibi
geliyordu.
Serkan da, Melis de uzun zamandır bu kadar mutlu olmamışlardı.
Hatta Melis ömrünün en mutlu günü olduğunu düşünüyordu. Kesilmiş
elektrikler bile bu ana en ufak bir olumsuz etki yapamadı.

DAİRE 7

Yarı-vampir Kenan Ali başının döndüğünü hissediyor ve yere


yığılmamak için kendini zor tutuyordu. Karşısındaki vampirler ise üstüne
çullanmak üzereydiler. Kenan son anda insanüstü bir güçle kendini
yarasaya çevirmeyi ve ellerinden bir kez daha kurtulmayı başardı.
Diğerlerinin bir anlık duraksamalarından faydalanarak mutfağa yöneldi
ve kapağı açık unutulmuş bir mutfak dolabına saklandı. Vampirlerin onu
kısa sürede bulacaklarına emindi ama ne kadar hayatta kalabilirse kalmak
istiyordu. Belki bir mucize olurdu.

DAİRE 8

Kara kaplı kitabın içinden çıkan örümceğin zehriyle hayatını


kaybeden Önder’in cesedinin gözleri, ayağının dibindeki kitaba dikilmiş,
öfkeyle bakıyordu. Kara kaplı kitap binlerce kurbanına bir yenisini daha

325
Karanlık ve Aydınlık

eklemiş olmanın gururuyla rahatça yayılmış bir canavarı andırıyordu.


Ama o anda etrafta bunu görebilecek kimse yoktu.

TAVAN ARASI

Goid’in av içgüdüleri hat safhadaydı. Çok yakında birilerini


avlayacağını hissediyor, hatta biliyordu.
Ama daha farklı, tuhaf bir his daha duyuyordu. Daha önce
hissetmediği tarzda bir tehlike uyarısıydı bu. Đnsanlardan gelebilecek bir
tehlike değildi bu. Daha farklıydı. Sanki o tehlike onu içine almış ve
hapsetmişti. Goid daha önce böyle bir his yaşamadığı için şaşırıyor, bu
tehlikeyi ciddi olarak algılayıp algılamaması gerektiğini anlayamıyordu.
Şunu biliyordu ki, aslında bu his bu apartmana geldiğinden beri
çok çok küçük bir miktarda da olsa vardı. Ama o zaman bunu bir tehlike
olarak değil, onu çeken bir cazibe enerjisi olarak düşünmüştü. Belki de bu
apartmana gelme sebebiydi o. Yoksa avlanmak isterken tuhaf bir şekilde
av haline mi gelmişti?
Elbette Goid bunları düşünecek bir zekâ düzeyine sahip değildi,
ama hisleri ona bu çelişkileri yaşatmaktan geri kalmıyordu. Sonunda
sadece beklemeye karar verdi. Ve karşısına çıkacak av fırsatını kesinlikle
kaçırmamaya…

326
BÖLÜM - 3

ÇAĞRI

ECZANE

Halil, Selim’in peşinden binanın dış kapısına geldiğinde elinde


ışıldakla Gizem’in ve tanımadığı yaşlı bir adamın orada beklediğini
gördü.
“Ne oldu? Kapı mı bozulmuş?” diye sordu.
“Yok, tuhaf bir problem var,” dedi Selim. “Kapının dışında bir
engel var. Dışarı çıkamıyoruz.” Selim kapıyı açtı. Halil kapının dışını
eliyle yoklayınca kaşlarını çattı: “Allah Allah.”
“Yönetici misin kardeş sen?” dedi Ahmet, tanımadığı adama.
“Evet.”
“Yahu bu nasıl bir şey? Nasıl dışarı çıkılmaz? Ne biçim bir bina
burası?”
“Beyefendi ne alakası var? Sanki biz mahsur bıraktık sizi!”
“Ya kim bıraktı?” dedi taş kafalı adam.
“Ne bileyim ben!”
“Halil abi, camları mı kontrol etsek?” dedi Selim konuyu
değiştirerek.
Karanlık ve Aydınlık

“Doğru diyorsun. Bir bakmak lazım. Ben bir çıkıp söyleyeyim


Rana’ya.”
Selim’den el fenerini aldı ve yukarı çıktı. Geri döndüğünde Tuğrul
da yanındaydı.
“Maalesef, camlardan da çıkış yok.”
Tuğrul babasının yanından ayrılıp çıkış vermeyen karanlığı
inceledi ve anlamaz bakışlarla geri döndü. “Vay anasını, şimdi boku
yedik iyi mi?” diyordu kendi kendine.
“Anlaşılan acil bir toplantı yapmamız lazım,” dedi Halil. Selim
onayladı. Eczanenin binaya açılan kapısından Yeliz ve Görkem göründü.
“Ne olmuş? Niye çıkılmıyor?” dedi Yeliz. Durum ona da anlatıldı
ve toplantı kararı alındığı söylendi.
“En iyisi eczanede toplanmak,” dedi Gizem. “Eczanede jeneratör
var, hem geniş de. Birkaç sandalye getirilirse…”
“Tamam,” dedi Halil. “Tuğrul, her daireyi dolaşıp herkesi
toplantıya çağırır mısın?”
“Off baba ya, zillere bassak ya.”
“Oğlum ziller nerde? Dışarıda. Çıkabiliyor muyuz? Hayır. Yani
biri gidip herkesi çağıracak. Bu iş de sana düşüyor. Ben de gidip evden
birkaç sandalye getireceğim.”
“Of baba ya!”
“Hadi Tuğrul, sallanma. Ha herkese durumu söyle de camlarını bir
kontrol etsinler. Çıkış vardır belki bir yerlerde.”
“Tamam baba tamam,” dedi Tuğrul ve babasıyla beraber sıkıntıyla
merdivenleri çıkmaya başladı.

328
Gökcan Şahin

DAĐRE 1

Kapı sertçe çalınınca zaten diken üstünde olan Rana sıçradı.


Hemen kapıya koştu. Gelen yine kocasıydı. Az önce camlardan çıkış olup
olmadığını kontrol etmeye gelmiş, Tuğrul’la geri gitmişti. Acaba şimdi ne
için gelmişti?
“Toplantı yapıyoruz Rana. Evdeki katlanan sandalyelerden
götürmem lazım. Altısını da getir bir zahmet.”
“Tamam Halil,” dedi Rana ve Tuğçe’nin yardımıyla mutfaktan
sandalyeleri getirmeye başladı. Halil altısını birden eline almaya çalıştı
ama beklediğinden ağır çıktılar.
“Ben de iki tane alayım,” dedi Tuğçe iki koluyla iki sandalyeyi
kavrarken. Halil ve Tuğçe aşağı inerken, Rana üstüne bir şeyler giyip
geleceğini söyledi ve kapıyı kapattı.

DAİRE 2

Tuğrul kapıyı defalarca çaldı ama açan olmadı. Zili de denedi, ama
elektrikler olmadığından zil çalışmıyordu. Aklına az önce babasına
söylediği “zile basalım” önerisi geldi. Kendi kendine güldü. Elektrikler
yokken ziller çalışacak mıydı?
Birkaç kez daha kapıya tıklattıktan sonra, herhalde evde kimse yok,
diye düşünerek üst kata çıktı.
Bu arada canı fena halde sigara çekmişti. Keşke yanında sigara
olsaydı.

329
Karanlık ve Aydınlık

DAİRE 3

Dalgınca kapıya tıklattı ve içeriden hafif bir köpek havlaması


geldi.
“Geri zekâlısın işte oğlum,” dedi kendine fısıltıyla. “Burası Selim
abilerin evi. Tabii evde de köpekten başka kimse yok.”

DAİRE 4

Özgür elinde fenerle tüm pencereleri kontrol eder ve bu karanlık


engellerin ne olduğunu çözmeye çalışırken kapı çaldı. Kafasını iki yana
sallayarak az önceki sersemlikten kurtulmaya çalıştı.
Kapıyı açınca karşısında Tuğrul’u gördü. Gerçi apartmanda
kimseyi şahsen tanımadığı gibi onu da tanımıyordu. Sadece birkaç kez
görmüşlüğü vardı.
“Abi,” dedi Tuğrul, adını bilmediği Özgür’e. “Aşağıda… Eczanede
acil bir toplantı var.”
“Ne toplantısı?”
“Abi, binada mahsur kaldık galiba. Kapıdan çıkış yok. Tüm
apartmanı çağırıyorum aşağıda.”
“Hmm, anladım,” dedi Özgür çenesini sıvazlayarak. Tuğrul bu
kadar doğal bir tepki beklemiyordu.
“Bir de camlara bakacakmışsınız, çıkış var mı diye.”
“Baktım baktım… Çıkış yok. Hiçbir camdan çıkış yok. Neyse, ben
geliyorum birazdan, tamam.” Sakin cevap vermişti, ama kalbi güm güm
atıyordu. O eski fobisinin tekrarlamasından korkuyordu aslında.

330
Gökcan Şahin

DAİRE 5

“Bana Şeytan deyin… Severim o ismi,” dedi gizemli adam, sanki


takma adıymış gibi.
Semir gülümsedi. Adam kendine güzel bir isim vermişti doğrusu.
“Peki,” dedi. “Şeytan…”
“Şimdi sallanmayın… Gidin yok edin onları!”
Semir başını hafifçe salladı ve Kadri’deki FN five-seven’lardan
birini aldı. Hafifliği, zarifliği ve görünüşüyle mükemmel bir silahtı
gerçekten. Susturucusu takılmıştı. Mermileri konulmuştu. Ateşe hazırdı.
“Öyleyse oyalanmayalım,” dedi Semir.
Kadri’yle beraber dairenin kapısına gittiler. Tam çıkacaklarken
kapı çalındı. Kadri üzerinden kaynar su boşaltılmış gibi hissetti. Semir’in
de ondan aşağı kalır yanı yoktu.
Nefes bile almadan birkaç saniye beklediler. Kapı bir kez daha
çalındı.
Semir sessiz bir adımla kapıya yanaştı ve gözetleme dürbününden
baktı. Çok hafif bir ışıkta genç bir adam görünüyordu. Semir binayı takip
ederken bu çocuğu görmüştü. Daire 1’in haylaz delikanlısıydı.
Đçi rahatladı. Yine de hiçbir şey belli etmemek için yerinde sabit
kaldı. Kadri’ye de bir el işaretiyle öyle yapmasını söyledi.
Tuğrul kapıya birkaç kez daha tıklatıp karşı daireye döndü.

331
Karanlık ve Aydınlık

DAİRE 6

Serkan ve Melis’in ilişkisi evdeki herkes tarafından mutlulukla


karşılanmıştı. Hatta Serkan annesinin mutluluktan ağladığını görmüştü.
Bunun sebebini gayet iyi biliyordu Serkan.
Đki yıl önce annesini ele geçiren küçük şeytan ona Serkan’ın bir
daha bir ilişki yaşamasının imkânsız olduğunu, asla evlenemeyeceğini ve
her zaman annesinin başına kalan bir yük olarak hayatını sürdüreceğini
söylemişti. Annesi o yaratıktan kendi gücüyle kurtulmuştu ama belli ki
bazı fikirler kafasından silinmemişti. Şimdi bu fikrin yok oluşunu,
oğlunun mutluluğunu gözleriyle görüyor ve sevinç gözyaşlarını
tutamıyordu.
Doğan da duygulananlar arasındaydı. Elçin’in elini tuttu ve
kulağına fısıldadı:
“Nasıl tanıştığımızı hatırlıyor musun canım?”
“Bu nasıl soru Doğan? Tuhaf bir tanışmaydı ama gayet mutluyum
seninle tanıştığıma.”
“Ona şüphe yok,” dedi Doğan sırıtarak. Elçin’le tanıştığı ve ona
açıldığı günler geldi aklına.
Geçen yaz Silivri tatilinde görmüştü Elçin’i ilk kez. Sahilde
gözünü ondan ayıramamıştı. Ertesi gün Elçin yine sahildeydi. Ama
Doğan utangaç biri olduğundan onun yanına gitmeyi bile düşünmüyordu.
Ama olağanüstü bir şey olmuş ve kardeşi bir tablo tarafından yutulup
kaybolmuştu. Doğan, kardeşinin nereye gittiğini bir türlü bulamayınca
annesinin de gazıyla Elçin’e sormuştu. Elçin de onu en son denizde
yüzerken gördüğünü söylemişti sıcak bir tavırla. Doğan ondan sonra ne

332
Gökcan Şahin

maceralar yaşamıştı… Kardeşini kurtarmak için iblisin inine kadar


gitmişti Alican, Poyraz abi ve Doktor Tuncay’la birlikte. Ve mutlu sonla
ayrılmışlardı.
Ertesi gün Elçin’i tekrar sahilde görmüştü. Bu kez hiç beklemediği
halde Elçin konuşmuştu onunla.
“Kardeşini bulmuşsun,” demişti. Doğan o an buz kesmişti ama
kendine gelmesi uzun sürmemişti.
“Đnan bana, senin sayende,” demişti.
“Benim sayemde mi?”
“Sen bana kardeşimi en son denizde açılırken gördüğünü
söylemeseydin belki de onu bulamayacaktım.”
Bu cevap tabii ki Elçin’i meraklandırmıştı. “Gel dubada oturalım,
sen de her şeyi baştan anlat,” demişti.
Doğan elbette bu teklifin üstüne atlamıştı. Dubaya kadar
yüzmüşler, orada oturmuşlardı. Etraflarında pek fazla insan yoktu. Doğan
olağanüstü yolculuğunu hiçbir ayrıntıyı atlamaksızın anlatmıştı âşık
olduğu kıza.
Elçin elbette bu imkânsız olaylara inanmamıştı.
“Sana neden yalan söyleyeyim ki?”
“Ne bileyim, esrarengiz görünmek için belki.”
“Ya valla yok öyle bir şey,” demişti Doğan en masum haliyle.
Elçin’i daha kazanmadan kaybetmekten korkuyordu. Bunları anlattığına o
anda çok pişman olmuştu doğrusu.
“Sana kanıtlayabilirim. Bir sürü görgü tanığım var. Anneme sor
istersen.”
Elçin uzun uzun Doğan’ın ürkek gözlerine bakmıştı.

333
Karanlık ve Aydınlık

“Sen doğru söylüyorsun,” demişti. Sonra da dubadan atlayıp


yüzmeye koyulmuştu. Doğan da hayatının en büyük gülümsemesiyle
peşinden gitmişti.
O günden sonra her gün görüşmüş, telefonlaşmışlardı. Ve Doğan,
kardeşinin doğum gününe Elçin’i ve arkadaşı Mine’yi de çağırmıştı.
O doğum gününden birkaç gün sonra da Doğan Elçin’e açılmayı
başarınca çıkmaya başlamışlardı. Hâlâ birbirlerini ilk günkü gibi
seviyorlardı ve Doğan’ın en büyük korkusu hâlâ Elçin’i kaybetmekti.
Doğan Elçin’in elini sıkı sıkı tutar, Serkan annesinin gözyaşlarını
silmesini şefkatle izler, Melis kalbine sığmayan bir sevinçle herkesin
tebriklerini tek tek alırken kapı çaldı.
Ben bakarım dedi Doktor Tuncay. Tuvalete gitmek için ayağa
kalkmıştı ve kapıya en yakın oydu.
Tuğrul apartmanda oturanların kim olduğunu pek bilmediğinden
kapıyı Tuncay’ın açmasına şaşırmadı. Aşağıda acil bir toplantı olduğunu,
binada mahsur kaldıklarını anlattı. Tuncay durumu içeridekilere anlatınca,
camlar kontrol edildi. Kalp atışlarının hava akımını bile etkilediği bir
panik havası yaşandı ve toplantıya inilmesine karar verildi. Aşağıda fazla
kalabalık yaratmamak için Serkan’ın annesi Şule ve Edgar temsilci olarak
seçildiler. Durumu öğrenip evdekilere anlatacaklardı. En mantıklısı
buydu.

DAĐRE 7

Kenan Ali hayatının en uzun dakikalarını geçiriyordu. Yarasa


şeklinde, bir mutfak dolabındaydı ve her an o iki vampir tarafından

334
Gökcan Şahin

bulunabilirdi. Bulunursa neler olacağını biliyordu. Yine vampir


komününün hapishanesine tıkılacaktı. Oraya iki kez girmişti ve bir daha
girmemeye kararlıydı.
Sıradan bir gençken bir yarı-vampir haline gelişini hatırladı. Đki yıl
önce sıcak, hatta aşırı sıcak bir 10 Temmuz günüydü. Gece sıcakta
uyuyamadığı için odasının penceresini açık bırakmıştı. O pencereden bir
yarı-vampirin girip onu ısıracağını bilemezdi elbette.
Ertesi gün uyandığında hiçbir şeyin farkında olmadan alışveriş için
Bakırköy’e gitmiş, tuhaf bir şekilde güneş ışığından rahatsız olmuştu.
Üstelik yüzündeki kan çekilmiş, solgunlaşmıştı. Otobüsle eve dönerken
gözlerinin kızıl renge dönmesi bazı yolcular tarafından dile getirilse de o
hâlâ neler olduğunun farkında değildi. Eve gelmiş, aynaya bakmış ve
kendini sivri dişleri ve kızıl gözleriyle vampir olarak görünce şok
olmuştu. Odasına kapanmış ne yapacağını düşünürken kapı çalınmıştı.
Gelenler takım elbise giymiş vampirlerdi; ama Kenan bunu anlayamamış,
onların tuzağına kolayca düşmüştü. Onu götürüp bir odaya kapatmış, bir
yıl boyunca dışarı salmamışlardı. Tuhaf bir gelenekleri vardı ve Kenan da
o geleneğin kurbanıydı. Gelenek şuydu: Yüzyıllardır “yarı-vampir” veya
“vampir-insan” dedikleri o tek özel kişi vampirlerin av mevsimini
açmaktaydı. Bir vampir komününde tek bir yarı-vampir vardı ve her yılın
10 Temmuz’unda bir kişiyi ısırması sağlanıyordu. Onun ısırdığı kurban
ele geçirildiğinde önceki yılki yarı-vampir yok ediliyordu ve sıradan
vampirler yıllık avlarına başlıyorlardı.
Kenan onların bu geleneğini öğrenmişti, ama karşı koymak için
yapabileceği hiçbir şey yoktu. Odası olağanüstü şekilde korunuyordu ve
kaçmak için fırsat olmuyordu.

335
Karanlık ve Aydınlık

Bir yılının dolmasına az bir süre kala kendisine verilen suda bir tür
ilaç olduğunu ve o ilaç sayesinde kan içme isteğini dindirdiklerini
keşfetmişti. Av gününe doğru o suyu kesecekler ve avlanması için sadece
kendi içgüdülerinden yararlanacaklardı. Ama Kenan onların planlarını
bozacak bir plan yapmıştı. Son günler yaklaşırken bir yoğurt kovasında
azar azar su biriktirmiş ve son günlerde kendine ilaçsız su verilmeye
başlanınca o biriktirdiği sudan da içmeye başlamıştı. 10 Temmuz’da
tahmin ettiği gibi onu dışarı salmışlar, kendine av bulmasını
sağlamışlardı. Ama o vahşi içgüdülerine ilaç sayesinde hâkim olmuş ve
bu fırsattan yararlanarak kendini bir eve kapatmıştı. Vampirler onun ne
yapmak istediğini anlamamış olsalar da durumun kontrolden çıktığını
biliyorlardı. Kenan yaptığı plan doğrultusunda insanların okuması için
uzun bir mektup yazmış ve bu mektupta başına gelenleri anlatmıştı. Sonra
da evde bulduğu silahı kalbine sıkmıştı. Ölecek ve vampirlerin
yüzyıllardır var olan geleneklerini sona erdirecekti. Tek yapabileceği
buydu.
Planı o ana kadar başarılı gitse de vampirler çok zeki çıkmıştı.
Kenan’ı kanlar içinde evlerinde bulan ev sahipleri polise telefon
etmişlerdi, ama gelenler polis kılığında vampirler olmuştu. Cesedi ve
bıraktığı mektubu alıp gitmişlerdi. Araçlarının motoruna kaçan bir yarasa
yüzünden geç kalan gerçek polisler geldiklerinde ise hiçbir ipucu
kalmamıştı.
Bu arada aslında Kenan kendini öldürmeyi başaramamıştı. Göğüs
kafesi parçalanmış, kurşun kalbin hemen yanından ciğerlere girmişti. Bu
yarayla bile ölebilirdi; ama vampirler onu canlı tutmayı başarmıştı.
Uyandığında kendini öldürmeye çalışalı dokuz ay geçmişti. O aylar

336
Gökcan Şahin

boyunca vampirlerin bakımında komadaydı. Kenan hiç uyanmamayı


isterdi ama uyanmıştı işte.
Kendine geldiğinde odanın kapısının önünde iki vampir bekliyordu
ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Onun kendine geldiğini görmediler.
Kimse onun uyanmasını beklemiyordu ve o bu durumu kullanabilirdi.
Ama nasıl?
Kenan’ın bunun cevabını çok fazla düşünmesine gerek kalmadı.
Çünkü koruma vampirlerinin o sırada konuştukları konu onun kaçışının
anahtarıydı.
“Bu lağım işi çok fena oldu ya,” dedi biri.
“Evet ya, bu kadar lüks bir karargâhta nasıl lağım taşar yahu?
Ortalık mahvoldu resmen.”
“Bugün gene iyi, dün kokudan duramıyorduk.”
“Đyi ki camları, kapıları hep açtılar. Yoksa bitmiştik. Neyse ki şu
çocuk hâlâ uyuyor.”
“Uyanacağı da yok bence. Av günü de yaklaşıyor, bakalım ne
yapacak patronlar.”
Kenan bu konuşmalardan sonra gülmemek için kendini zor tuttu.
Kaçmak için bundan daha iyi fırsat olamazdı. Adamların bundan sonraki
cümleleri işini daha da kolaylaştırdı:
“Ben bir çay içmeye gidiyorum.”
“Bekle, ben de geliyorum, birinin gelip komadaki adamı kaçıracak
hali yok ya.” Gülüştüler. Kenan ise kahkaha atma isteğini zor tutuyordu.
Ama adamlar gidince bu işin beklediği gibi kolay olmadığını anladı.
Vücudu çalışmaya çalışmaya hamlamıştı, ayağa kalkacak gücü bile
yoktu. Kendini yatakta zar zor doğrultmayı başardı. Kolundaki serumu ve

337
Karanlık ve Aydınlık

vücudundaki diyotları söktü. Bu arada vücudundaki kasları sıkıp


gevşeterek güçlendirmeye çalışıyordu. Ama bu, birkaç dakikada olacak iş
değildi. Ne kadar uğraşsa da ayağa kalkamadı, hatta az kalsın yataktan
düşecekti.
Beklemesi gerekiyordu. Belki birkaç saat, belki birkaç gün.
Komadan uyandığını fark ettirmeden ayağa kalkacak duruma gelmeli ve
hazır olduğunda kaçmalıydı. Acaba kapıları bir süre daha açık tutacaklar
mıydı? Lağım kokusu ne kadar sürede geçerdi? Kendisi bu kokuyu
alamıyordu, sürekli o ortamda olduğundan burnu kokuya alışmış
olmalıydı. Ama bir şekilde bunu öğrenmeliydi.
Yarım saat sonra nöbetçiler geri geldiler. Çok geveze olmalıydılar,
çünkü yürürken bile konuşuyorlardı. Belki de kendi deyimleriyle
“patronlar” da bu yüzden onları dışarıda değil de içeride
görevlendirmişlerdi. Durmadan çalışan çeneleriyle başlarını belaya
sokmasınlar diye… Ve bu durum şimdi Kenan’ın çok işine yarayacaktı.
Nöbetçiler Kenan’ın orada hareketsizce uyumasına o kadar
alışmışlardı ki, içeriye bakmadılar bile. Odanın dışında bir yerde
oturdular. Ellerinde sıcak sıcak tüten kahveler vardı. Kenan ne kadar
süredir komada olduğunu düşündü ama bu konuda en ufak bir ipucu
yoktu. Ta ki nöbetçilerin konuşmalarını dinleyene kadar. O
konuşmalardan şu cümleyi çekip aldı ve tarihi öğrendi.
“Öyle diyorsun da ava üç ay var. Mecbur kahvelerle yetineceğiz.”
Demek ki önceki avdan bu yana dokuz ay geçmişti. Kenan da
zaten av günü yani 10 Temmuz’da komaya girmişti. Dokuz ay, diye
düşündü tekrar şaşkınca. O komaya girerken hamile kalan biri şimdi
doğum yapıyor olmalıydı.

338
Gökcan Şahin

“Yahu bugün dışarıdaki askerleri göremedim…”


“Haberin yok mu oğlum, lağım taştıktan sonra hasta oldular. Dün
de yoklardı.”
“Hadi ya. Binanın güvenliği bize kaldı yani.” Yine gülüştüler. Bu
kez Kenan’ın gülesi gelmedi. Müthiş bir fırsat vardı elinde, ama
kullanamıyordu. Sürekli kollarını ve bacaklarını hareket ettirmeye
çalışıyordu. Ve ilk yarım saatte az da olsa ilerleme kaydetmişti. Sonraki
yarım saat boyunca dinlendi. Sonra bir saat egzersiz yaptı. Ardından
yarım saat daha dinlendi. O sırada nöbetçiler yemeğe gittiler. Öğle
yemeğine. Bu durum günün hangi saatinde olduğunu da anlamasını
sağladı. Bu fırsatta tekrar ayağa kalkmayı denedi ama daha ayağını yere
koyarken güçsüzlüğünü anladı. Nöbetçiler kırk dakika sonra yemekten
gelene kadar rahat rahat alıştırmalarına devam etti. Onlar geldiğinde
dinlenmeye koyuldu.
Bir ara acıktığını hissetti. Serum ona yiyeceğini sağlıyordu ama
serumu çıkarmıştı. Tekrar takıp takmamayı düşündü, önce takmadı ama
açlık iyice belirginleşince iğneyi damarına sokmak zorunda kaldı. Az da
olsa kan içme isteği de hissetmeye başlamıştı ve onu asıl korkutan buydu.
Serum’u taktıktan bir saat sonra açlık ve kana susamışlık hissi yok
oldu. Kenan düşüncelerini tekrar kaçışa yönlendirdi.
Akşam yemeği sırasında kaçışa hazırdı. Bacakları çok zayıftı ama
ayakta durabiliyordu. Serumunu tekrar söktükten sonra yavaşça açık
kapıya doğru yürüdü. Bir iki kez sendeledi ama düşmemeyi başardı.
Kapının eşiğinden yavaşça kafasını uzatarak koridoru kontrol etti. Etrafta
kimse yoktu. Yarasa olasılığına karşı tavana bakmayı da ihmal etmedi.
Sıradan flüoresan lambaların dışında bir şey göremedi.

339
Karanlık ve Aydınlık

Şimdi hangi tarafa gideceğini düşünmeliydi. Nöbetçilerin yemeğe


sağ tarafa doğru gittiklerini hatırladı ve diğer tarafa gitmenin daha uygun
olacağına karar verdi. Sola döndü ve sessiz adımlarla yürüdü. Herhangi
bir düşme olasılığına karşı duvara yakın yürüyordu. Yüz metrelik uzun
koridoru aşınca sol tarafında üst kata çıkan merdivenleri, sağ tarafında
dışarı açılan kapıyı gördü. Gülümsedi ve kapıya yöneldi. Her ihtimale
karşı sürekli merdivenleri kontrol ediyordu. Ama tehlike beklemediği
yerden geldi. Bir adım sonra ulaşacağı kapı aniden açıldı ve karşısında
takım elbiseli, güneş gözlüklü bir adam göründü. Adam ondan bile şaşkın
görünüyordu. Kenan bir hamleyle adamın yanından geçip kaçmaya
çalıştı, ama kolundan yakalandı.
“Hey, dur bakalım,” dedi adam. “Nereye böyle? Đkinci kez mi
kaçacaktın?”
Kolunu adamdan kurtaramıyordu. Zaten hareket kabiliyeti çok
kısıtlıydı, ama kısıtlı olmasa bile kurtulabileceğini sanmıyordu.
Karşısındaki vampir, cılız olmasına rağmen çok güçlü olmalıydı. Boştaki
koluyla güneş gözlüğünü çıkardı ve kızıl gözleriyle Kenan’ı süzdü.
“Kendine geldin demek… Güzel… Av sorunu olmayacak bu
sene.”
“Bırak lan beni,” demeye çalıştı Kenan. Ama ağzından tuhaf bir
böğürtü çıktı. Konuşmaya konuşmaya sözcüklerin telaffuzunu da mı
unutmuştu? Hayır, sadece yeterince nemli olmayan ağzı istediği sesleri
çıkaramamıştı. Su içmeliydi.
“Gel bakalım,” dedi onu tekrar koridora doğru çekiştirerek.
“Nöbetçilere de sorulacak bir hesabım var.”

340
Gökcan Şahin

Keşke, diye düşündü Kenan, ben de onlar gibi yarasa olabilseydim.


Uçup şu kapıdan çıkar giderdim. Bir daha da zor bulurlardı.
Ve o imkânsız şey oldu. Yarı-vampir olarak şartlandırıldığı için
yarasa biçimine giremeyeceğini düşünmesine rağmen kendini bir anda
ufak bir yarasa halinde buldu. Kanadının biri hâlâ o adam tarafından
tutuluyordu, ama kurtulmakta zorlanmadı.
Etrafı çok tuhaf görüyordu. Aslında görmüyordu, algılıyordu.
Yarasaların nasıl gördükleri geldi aklına. Çok yüksek frekanslı bir ses
çıkarıyor, bu sesin maddelerden geri dönüşleriyle neyin nerede olduğunu
rahatlıkla algılayabiliyorlardı.
Kenan şimdi istemsizce düzenli aralıklarla o sesi gönderiyor ve
etraftaki her şeyi renksiz bir şekilde algılıyordu. Tüm şekiller beyninin
içinde bütünleşiyor, görmekten bile daha iyi bir hale geliyordu. Çünkü
aynı anda maddenin cinsini, sertliğini, yumuşaklığını, her şeyini
algılıyordu.
Yarasa özelliklerini öğrenmesi çok sürmedi. Hemen kanatlarını
çırpıp kapıdan çıktı ve gökyüzüne doğru yükseldi. Kurtulduğunu
düşünmeye başlamışken arkasına gönderdiği dalgalar fena halde
yanıldığını ortaya koydu. Takım elbiseli adam da yarasa biçimini almıştı
ve peşindeydi.
Yarasa olsa dahi beyninin çalıştığını fark etti Kenan. Đnsan gibi
düşünüp durumu muhakeme edebiliyordu. Ve düşünme konusunda dokuz
ayda hiçbir şey kaybetmemişti. Karanlık havada yarım saatlik bir
kovalamacadan sonra otoyolda hızla giden bir otomobilin aralık arka
camından içeri girmeyi başardı. Peşinden gelen yarasa çok geç kalmıştı.
Arabayı bir süre kovalamaya devam etse de sonunda pes etti.

341
Karanlık ve Aydınlık

Arabanın şoförü içeri giren yarasayı fark etmemişti bile. Yüksek


sesle müzik dinleyen ve şarkıya ıslıkla eşlik eden otuzlu yaşlarında bir
adamdı. Kenan pencereden tekrar çıkarken de hiçbir şeyden
şüphelenmeden yoluna devam etti.
Kenan yolun kenarına süzüldü. Sadece düşünerek insan haline geri
döndü. Etrafına şöyle bir bakıp yere çömeldi. Ayakta durmakta hâlâ
zorlanıyordu. Bir süre sonra bir taksi çevirdi ve neredeyse iki yıldır
görmediği evine gitmek için yola koyuldu.
Kendi sokağını gördüğünde neredeyse ağlayacaktı. Ne kadar da
özlemişti buraları. Hele de annesini ve babasını. Kaybolduğunda yirmi
yaşındaydı ve yirmi bir ay sonra evine geri dönüyordu. Annesi onu
görünce ne yapacaktı acaba?
Taksiden indi, taksiciye birkaç dakika beklemesini, yanında para
olmadığını, evden alıp geleceğini söyledi. Apartman hiç değişmemişti.
Sadece girişteki sarmaşıklar uzamıştı biraz. Kendi evlerinin ışığı
yanıyordu. Ama dış kapının yanındaki zillerde kendi evininkini ararken
bir an içine büyük bir korku düştü: Ya taşındılarsa? Bu korku sadece bir
saniye sürse de kalp atışlarını yerinden çıkacak kadar hızlandırmıştı.
Ardından dört numaralı zilin üstünde Mehmet Gündoğdu adını gördü ve
başparmağıyla zile sonuna kadar bastı. Yüzündeki sırıtma ifadesini
engelleyemiyor, heyecandan dizleri titriyordu. Kapı çat diye bir sesle
açılınca içeri girdi ve üst kata çıktı. Işığı yakması gerekmemişti, etrafı
kızıl bir ışıkla aydınlatan gözleri vardı. Bunu fark edince duraksadı.
Gözleri o sırada kızıl olmalıydı. Onlara bunu nasıl açıklayacaktı? Sonra
boş verip tırmanmaya devam etti merdivenleri. Kapıyı tıklattı. O anda bir
damla yaş süzüldü gözlerinden.

342
Gökcan Şahin

Kapı açıldı. Oydu açan… Annesi. Oğlunu görünce bir adım


gerilemiş, elini kalbine götürmüştü. Sonra gözleri gülmeye başladı.
“Kenan? Mehmet koş. Mehmet!”
Arkadan, atletiyle babası görünürken ana oğul sıkı sıkı
sarılıyorlardı.
Đşte burada bitmeliydi macera. Mutlu bir son olmalıydı. Aile
vampirlerin bilmediği bir yere taşınacak ve izini kaybettirecekti, hikâye
de burada bitecekti.
Ama olmadı. Bu mutlu an on saniye bile sürmedi. Babasının
arkasından üç takım elbiseli adam geliyordu. Çoktan eve ulaşmış, onu
tuzağa düşürmekte zorlanmamışlardı.
Şimdi “Götürmeyin onu! Ne olur…” diye yalvarıyordu annesi.
Ama boşuna. Çekip aldılar onu annesinin kucağından. O anda boynunda
bir sızı hissetti ve bayıldı. Gözlerini eski odasında, ta iki yıl önce bir sene
boyunca tutulduğu odada açtı. Tüm çabaları boşa gitmişti. Onlardan
kurtuluş yoktu.
Sonunda istedikleri oldu, ona o 10 Temmuz’da orta yaşlı bir adamı
ısırttılar. Adamı ele geçirince, onu öldürmesi için cellâda verdiler. Kenan
hayatından umudunu kesmiş, kendini cellâda bırakmıştı. Adamın elinde
iri bir silah vardı ve belli ki kalbinden vurarak yok edecekti onu. Ama
yine beklediği olmadı Kenan’ın. Adam silahı ona doğrultacağı yerde
kabzasıyla odadaki ufak camı kırdı. “Gidebilirsin,” dedi. Kenan durumu
kavrayamamıştı, ona bunu neden yaptığını sordu.
“Çünkü onlardan nefret ediyorum,” dedi cellât. “Yani
vampirlerden… Tamam, ben de vampirim, ama öldürme dürtüsüyle yanıp
tutuşmuyorum. Neyse uzun mesele bu. Bir an önce kaybol. Bu işten nasıl

343
Karanlık ve Aydınlık

sıyrılırım bilmiyorum, ama sen kurtulmalısın. En azından bu kez bir işe


yarayayım.”
“Bu kez mi? Daha önce de mi…”
“Sana bir kez daha yardım etmeye çalışmıştım. Đlk kez tutsak
edildiğin zaman yemek işini ben almıştım. Her gün üç öğün yemeğini ben
getiriyordum. Belki hatırlamıyorsundur ama öyle… Suyunu sakladığını
anlamıştım. Bir planın olduğuna emindim ama bunu kimseye belli
etmedim. Sonra seninle iletişim kurmaya da çalıştım ama az kalsın
yakalanıyordum. Hatta şüpheli hareketlerim yüzünden beni yemek
işinden de aldılar. Sonra senin kaçmaya çalıştığını ama başaramadığını ve
komaya girdiğini öğrendim. Ve o günden itibaren cellât olmak için
uğraştım. Sırf bugün karşında olmak ve seni serbest bırakabilmek için.
Her neyse, çabuk ol, birazdan cesedini almaya gelirler.”
Kenan cevap vermedi. Tek bir düşünceyle yarasaya dönüştü ve
uçarak uzaklaştı.
Evine gitmedi. Sokaklarda, hanlarda, para bulunca otellerde kaldı.
Hırsızlık yaparak hayatta kalıyordu. Ambulanslardan, sağlık
merkezlerinden gizlice kan alarak vampirlik ihtiyacını karşılıyordu. Üç ay
geçti böyle. Ta ki o gece vampirlerle tekrar karşılaşana dek.
Đki takım elbiseli adam onu sokakta görmüş, tanımış ve peşine
düşmüşlerdi. Saatler süren kovalamacalar ve kavgalardan sonra şimdi bu
apartmana kadar sürüklemişlerdi onu. Kenan bir mutfak dolabında
gizlenirken, düşmanları onu arıyorlardı. Bulmaları uzun sürmeyecekti.
Ve kapı çaldı. Tuğrul daire 7’nin kapısına vuruyordu. Kenan kapı
sesini ve mutfağa giren iki adamın ayak seslerini aynı anda işitti. Oradan
hemen çıkmalıydı. Uçtu, tavana yükseldi, adamların üzerinden geçip dış

344
Gökcan Şahin

kapının önünde insan haline geldi ve kapının kolunu kavradı. Şimdi dışarı
çıkacak, kapıyı üzerlerine kapatacak ve kurtulacaktı. En azından kaçış
şansı olacaktı.
Ama kapı açılmadı. Kilitliydi. Bunu nasıl düşünememişti. Evde
kimse yoksa kapı elbette kilitli olacaktı. Panikle kapıyı yumrukladı.
“Kurtarın beni buradan. Đmdaaat!” diye bağırıp çağırdı. Ama çok geçti.
Omzunu kavrayan eller yakalandığını gösteriyordu.

DAİRE 8

Tuğrul daire 7’den umudu kesince daire 8’in kapısına vurdu.


Birkaç vuruştan sonra hâlâ ses gelmeyince aşağı inmek üzere merdivene
yöneldi. Bugün de nedense kimse evde yoktu. O anda daire 7’nin
kapısından darbe sesleri ve bir adamın yardım çağrıları geldi.

345
İKİNCİ KISIM

SAVAŞ ALANI
BÖLÜM - 1

KARGAŞA

Tuğrul koşa koşa merdivenleri indi ve eczaneye var hızıyla girdi.


“Baba, yukarıda biri yardım istiyor,” dedi daha babasını görmeden.
Selim’le bir şeyler konuşmakta olan Halil oğlunu nefes nefese görünce
yanına gitti: “Biri yardım mı istiyor?”
“Evet, 7 numarada. Adamın biri…” Derin bir nefes aldı. “Deli gibi
kapıyı yumrukladı.”
“Haydaaa,” dedi Halil ve eczaneden çıktı. Önce eve uğrayıp 7.
dairenin anahtarını aldı. Ev sahibi, kiracı adayları gelirse evi göstermesi
için anahtarı yöneticiye bırakmıştı. Şu anda dairenin boş olması
gerekiyordu.
Selim, Tuğrul ve Halil hızla merdivenleri tırmandılar. Halil zaman
kaybetmeden anahtarı kilide soktu ve çevirdi. Kapıyı açar açmaz üç
yarasa üstlerinden uçup tavan arasına doğru yöneldi. Ama o karanlıkta
onları fark eden olmadı. Selim silahını her ihtimale karşı çıkarmıştı, Halil
el fenerini tutuyordu. Tuğrul’u dışarıda bırakıp eve girdiler. Evin her
yerini aramalarına karşın hiçbir şey bulamayınca Tuğrul sıkı bir azar
Karanlık ve Aydınlık

işitti. Gerçi çocuk doğru söylediğine dair yeminler ediyordu, ama bu


kargaşada kimsenin umurunda değildi.
Tekrar eczaneye indiler. Herkes gelmiş, sandalyelere oturmuştu.
Jeneratör sayesinde eczanenin tavanındaki ışık yanıyor, binadaki tek
gerçek aydınlığı sağlıyordu. Tezgâhın önündeki iki koltukta Serkan’ın
annesi Şule ve Selim’in eşi Yeliz oturuyordu. O koltukların sağ tarafına
konulan iki sandalyede uzun saçlarını toplamakla uğraşan Edgar ve
gözlerini yere dikmiş, ellerini ovuşturan Özgür oturmuştu. Somurtarak
sakallarını sıvazlayan ve diğer eliyle tespih çeken Ahmet, koltukların sol
tarafındaki bekleme sandalyesindeydi. Halil, Tuğrul ve Selim eczanenin
dışarıya bakan cam tarafına sıralanmış sandalyelere geçtiler. Gizem,
tezgâhın arkasındaki sandalyesini getirip Halil’in sol tarafına, eczane
kapısının önüne oturdu.
Halil boğazını temizledi.
“Biz yukarıdayken neden toplandığımızı öğrenmişsinizdir
herhalde.” Onaylama mırıltıları ve baş sallamalar geldi. “Öyleyse bu
durum hakkında fikri olan var mı?”
Sessizlik.
“Kimse bu durum hakkında bir şey bilmiyor mu?” diye tekrarladı
Halil herkesin yüzüne tek tek bakarak. Herkes merakla bakarken Özgür
bakışlarını yerden kaldırmamıştı. Sandalyesinde yere eğilerek oturuyor ve
hızlı hızlı nefes alıyordu. Edgar yanında oturduğu Özgür’deki tuhaflığı
fark etti. “Đyi misin arkadaşım?” diye sordu sırtına dokunarak.
“Dokunma,” dedi hafif bir sesle Özgür. Doğrulmadan başını
çevirerek Edgar’a baktı. Edgar Özgür’ün bembeyaz olmuş yüzünü
görünce dehşete düştü.

348
Gökcan Şahin

“Neyin var? Suratın bembeyaz.”


“Yok bir şey.” Derin bir nefes çekti içine.
Durum herkesin dikkatini çekmişti. Edgar Gizem’le göz göze
gelince Gizem yerinden kalktı ve Edgar’la yer değiştirdi.
“Ne oldu? Bir hastalığın falan mı var?” diye sordu, Özgür’ün
yüzünü görmek için hafifçe eğilerek.
“Yok… Hastalık değil… Klostrofobi var bende. Kapalı alanda
kalamam. Dışarı… Dışarı çıkmam lazım.” Gizem gencin elinin titrediğini
gördü. Ayrıca sudan çıkmış balık misali çok derin nefesler alıyordu.
Gizem bir an ne yapabileceğini düşündü, ama bu sırada Özgür yerinden
fırladı. Eczanenin kapısına koştu. Cam kapıyı delicesine açtı. Dışarı
çıkmaya çalıştı. Karşısındaki engele yumruklar savurdu. Ama beton kadar
sert yumrukları bile hiçbir işe yaramadı. Karanlığı boşu boşuna dövmeye
çalışırken yere yığıldı. Bayılmıştı.

Semir kapıya kulağını dayayıp Tuğrul’un apartmandakileri


toplantıya çağırdığını duymuştu. Çocuk üst kata çıktıktan bir süre sonra
koşa koşa merdivenlerden indi ve babasıyla, daire 3’teki polisi alıp tekrar
çıktı. Semir neler döndüğünü çözemiyordu, ama zaten ilgilendiği tek şey
karşı daireye yapacağı saldırıydı. Tuğrullar tekrar aşağı inmeden karşı
daireden uzun saçlı bir adam ve Serkan’ın annesi çıktı. Merdivenlerden
indiler.

349
Karanlık ve Aydınlık

“Misafirlerinden biriyle bizimkinin annesi indiler aşağı,” diye


fısıldadı Kadri’ye. “Neyse, şu yukarı koşturanlar tekrar aşağı insinler,
çıkıp halledelim şu işi.”
“Kadri başını salladı ve silahını daha sıkı kavradı. Sonunda iki
adam ve Tuğrul kapı dürbününden göründüler. Babası Tuğrul’un ensesine
bir tokat atıp azarladı. Bu Semir’in komiğine gitmişti ama yüz hatlarında
en ufak bir kıpırdanma olmadı.
Apartman sessizliğe bürününce kapıyı yavaşça açtı, dışarı çıkıp
kapıyı çekti ve el fenerini açmadan karşı dairenin kapısına tıklattı. Kadri
hemen arkasındaydı. Birkaç saniye sonra kapı açıldı.
Hırsızlar tanımasa da açan Mine’ydi. Semir’in silahının
susturucusundan önce bir ışık çaktı, ardından hafif bir duman kokusu
geldi. Mine alnının ortasına yemişti kurşunu. Kadri son anda kızın
gürültüyle yere yığılmasını engelleyip yavaşça yere bıraktı. Sonra içeri
girip kapıyı kapattılar. Semir Kadri’ye salondan sızan ışığı gösterdi.
“Kadri, diğer odalara bir bak, kimse var mı? Ben içeridekileri
halledeceğim.” Kadri’nin başıyla verdiği onayı aldıktan sonra salona
yöneldi. Kapıdan içeriye baktı. Üç kişi vardı. Bir genç kızla, bir oğlan el
ele tutuşmuşlar, otuzlu yaşlarında bir adama bir şeyler anlatıyorlardı.
Kimse salonun kapısına bakmıyordu. Ta ki Semir içeri dalana kadar.
Silahı üç kez hızla ateşledi. Bir kurşun genç adamın yanağından girdi.
Dişlerin kırılma sesleri geldi. Genç, şaşkın şaşkın elini yanağına götürdü.
Işıldağın zayıf ışığında akan kana baktı. Doğan’dı bu.
Elçin sevgilisinin durumuna şaşırıp çığlık atmasına zaman
kalmadan şakağından bir kurşun yedi ve delinmiş başı, Doğan’ın
kucağına düştü. Doğan hâlâ dik şekilde oturuyordu ama açık gözlerinde

350
Gökcan Şahin

hayat yoktu. Semir üçüncü kişiyi vurmak üzere tetiği çekti. Bu kez
istediğini başaramadı. Mermi Doktor Tuncay’ın omzunu sıyırdı ve duvara
çarptı. Tuncay bağırarak kendini yere attı ve yuvarlanarak birkaç adım
ötesindeki masanın altına sığınmaya çalıştı. Semir’in art arda sıraladığı
kurşunlar vücudunu delse de masanın arkasına geçmeyi başardı. Ama
artık kıpırdamıyordu. Semir silahlı ateşlerken aldığı büyük zevke
şaşırarak salondan çıktı. Öldürmek ne güzel bir şeydi. Buradan
kurtulduktan sonra ilk işi onu hapse gönderen o dedektifi öldürmek
olacaktı. Müthiş bir hırsızlık planı kurmuş ve aksaksız uygulamaktayken
Tekin denen dedektif onun foyasını ortaya çıkarmış, aylarca hapis
yatmasına sebep olmuştu. Ama bunu hayatıyla ödeyecekti. Sıra ona da
gelecekti. Ama önce şu Serkan denen özürlüyü gebertecekti. Kadri’nin
ondan önce davranmış olmamasını umuyordu.
Kadri’yi mutfak kapısını zorlarken buldu.
“Abi içerden kapıyı kitlediler. Sakat adamla bir kız var içerde.”
“Manitasıdır kesin,” diye güldü Semir.
“Ee? Ne yapıyoruz abi?”
“Bunu da mı bana soruyorsun? Kilidi kırıyor, içeri giriyor, ikisini
de gebertiyoruz.”
Semir bunları söylerken silahının mermilerini kontrol etti. On
mermilik şarjörde iki mermi kalmıştı. Yenisini doldurdu. Kadri bu sırada
Semir’in baş işaretiyle kapının kilidine ateş etti. Kilit kırıldı, tahta
kapıdan talaşlar saçıldı. Kadri beklemeksizin içeri girdi. Ama kendini
savunmayı akıl edemediğinden kötü bir sürprizle karşılaştı. Kapının
hemen sağ tarafından gelen bir bıçak darbesi boğazını buldu. Melis elinde
mutfaktaki en iri bıçakla pusu kurmuştu. Hayatında görmediği kadar kan

351
Karanlık ve Aydınlık

fışkırdı Kadri’nin boynundan. Genç hırsız silahı bırakıp boynunu tutmaya


çalıştı, ama bu onu hayatta tutamayacaktı. Dizüstü çöktü ve duvara
yaslanıp tuhaf sesler çıkararak nefes almaya çalıştı. Ama nefesi Semir
odaya girdiği an tükenmişti.
Semir küfrederek daldı mutfağa. Melis, Serkan’ın yanına gitmiş,
korkuyla elini tutmuştu.
“Đkinizi de geberticem. Orospu çocukları!” Silahını kaldırdı.
Đki el silah sesi, apartmanı titretti.

Kenan Ali kaçıyor, iki vampir kovalıyordu. Kenan son anda Halil
tarafından açılan kapının üst tarafından kaçmış, tavan arasına yönelmişti.
Peşindekilerden bir türlü kurtulamamanın verdiği bezginlik onu iyice
güçten düşürmeye başlamıştı. Nereye kaçacaktı? Nasıl kurtulacaktı?
Şimdilik kısa vadeli planı tavan arasına kaçmak ve saklanacak bir
yer bulmaktı. Tavan arasının karmakarışık olmasını umuyordu. Böylece
saklambaç oynar gibi saklanabilecek, uygun zamanda bir ihtimal
kaçabilecekti.
Tavan arasına eskimiş tahta bir kapıdan giriliyordu ve kapı o sırada
kapalıydı. Kenan’ın yarasa haliyle içeri girmesi imkânsızdı. Vampirler ise
onu iki metre arkadan izliyorlardı. Kapının önüne ulaşır ulaşmaz insana
dönüştü. Kapıyı açtı ve içeri daldı. Yarasaları dışarıda bırakmak için
kapıyı hızla kapattı. Ama bu kısmen işe yaradı. Birisi dışarıda kalsa da

352
Gökcan Şahin

öteki içeriye son anda sızmayı başardı, insana dönüştü ve kapıyı diğer
vampire de açtı.
Kenan tavan arasını şöyle bir gözden geçirince istediği kadar
karışık olmadığını hemen anladı. Birkaç parça eşya olsa da saklanacak
yeterince yer yoktu. Yine de vampirlerden biri elini omzuna atmaya
kalkınca yarasaya dönüştü ve köşedeki büyük bir sandığın arkasına geçti.
Vampirlerden biri son anda onun nereye kaçtığını gördü. Diğerine
de gösterdi. Şimdi iki vampir de gülümsüyorlardı. Kenan’ın onlardan
kaçışı yoktu artık. Đki yandan sıkışmıştı. Kapıyı arkalarından kapatıp
oradan çıkışı da engellediler. Kızıl gözlerinden saçılan ışığın verdiği
rahatlıkla sandığa yaklaştılar.

***

Đşte av vakti gelmişti. Đki yaratığın kokusunu alıyordu Goid.


Aslında küçük bir yarasa da vardı; ama koca insanların yanında o yarasa
hiçbir şeydi. Oysa bu ikisi ona aylarca yeterdi. Goid onların insan
biçiminde gezdiklerini ama insan olmadıklarını hissediyordu. Tuhaf bir
kokuları vardı. Çürümüş insan cesedi gibiydiler. Goid bu menüyü ilk kez
deneyecekti.
Sandığın ahşap moleküllerinden milyonlarca siyah zerre ayrıldı ve
o pek sevmediği havaya karıştı. Biçimsiz bir buluta dönüştü.
Vampirler bulutu hemen fark ettiler. Görüş alanlarının kızıllığı
sandığın etrafında karanlığa dönüşmüştü. Ardından toz gibi zerrecikler
havada biçim almaya başlamıştı. Her ne kadar Kenan’a odaklanmışlarsa
da bu tuhaf bulut onların duraksamalarına sebep oldu.

353
Karanlık ve Aydınlık

Goid ikisinin işini birden bitirmek yerine tek tek avlamayı yeğledi.
Kendisine bir adım daha yakın olan vampire saldırdı. Burnundan,
gözlerinden, kulaklarından, derisinden, her yerinden vücuduna nüfuz etti.
Vampir sendeledi. Kızıl gözleri büyüdü. Derisi karardı, büzüldü,
çatırdadı, soyuldu. Ardından her yerinden kan gelmeye başladı. Derisinin
gözeneklerinden bile…
Gözlerini artık görmüyor, kulakları duymuyordu. Akciğerleri içi
suyla dolmuş balonlar gibiydiler. Bağırsakları bedeninden fırlamak
istiyordu.
Vampir yere yığıldı. Hiçbir vampirin yaşamadığı bir şekilde tattı
ölümü.
Kenan bu sırada sandığın arkasından vampire olanları izliyordu.
Diğerinin de şaşkınlığından faydalanarak sandığın arkasından fırladı ve
tahta kapıya uçtu. Ama diğer vampir onu fark etti. O da hızla kapıya
koştu. Aslında amacı Kenan’ı yakalamak değil, oradan bir an önce
kaçmaktı.
Vampir kapıya ulaştığı gibi dışarı fırladı. Goid ensesindeydi ama
yakalayamamıştı onu.
Kenan vampirin açtığı kapıdan çıktı. Vampir kapıyı hızla çekti,
yarasaya dönüştü ve alt katlara süzüldü. Kenan’ı görmüyor gibiydi. Tek
istediği buradan çıkmaktı.
Kenan ise insan şekline girdi ve sadece bir kat aşağı inerek
yorgunluktan yere yığılıverdi. Uyku ile baygınlık arası bir şey yaşıyordu.
Ve vampir tehlikesini atlattığından olsa gerek, vücudu diğer ihtiyaçlarına
yönelmişti: canı kan istiyordu.

354
Gökcan Şahin

Melis silah seslerini duyar duymaz hayatının en güçlü çığlığını attı.


Gözleri kapalıydı. Şimdi elleriyle kulağını kapatmaya çalışıyordu.
Öldüğünden veya birazdan öleceğinden emindi.
Serkan’ın öfkeli bakışları Semir’in üzerindeydi. Adam silahı
ateşleyecek gibi görünüyordu ve Serkan’ın bunu engellemeye zamanı
yoktu. Her şey o kadar ani olmuştu ki, düşüncelerinin hızı yetişemiyordu.
O kurşunu durdurabilir miydi? Adamı engelleyebilir miydi? Hayır.
Zaman yoktu. O kadar büyük gücü toplayamazdı.
Silah sesini duymadan bir salise önce “Melis’i korumalıyım,” diye
düşünüyordu, ama buna da vakti olmadı. Art arda iki el ateş edildi.
Gürültülü bir şekilde! Susturuculu bir silah! Ama gürültü?
Serkan belki de ölmek üzereyken bunu düşünmesini garip buldu.
Ama hayır, ölmüyordu. Peki Melis? Hayır, o da ölmüyordu. Kulağını
sağır edecekmiş gibi gelen çığlığına devam ediyordu.
Onlar ölmüyordu, ama silahı tutan Semir tuhaf bir hırıltı
çıkarıyordu. Adam silahını yavaşça indirdi ve elini ağzına götürdü. Bir
ağız dolusu kanı avucuna kustu. Sonra öne doğru iki adım sendeledi.
Arkadan gözlüklü, kirli sakallı, genç ve yakışıklı bir adam göründü.
Semir’in yanından geçip Serkan ve Melis’in yanına geldi. Elindeki silahın
dumanı hâlâ tütüyordu.
“Đyi misiniz?” diye sordu çok sakin bir sesle. Gözleri çok canlıydı.
“Son anda yetiştiniz,” dedi Melis titreyen sesiyle. “Gelmeseydiniz
ölmüştük. Size ne kadar teşekkür etsek az…”

355
Karanlık ve Aydınlık

“Sorun değil, silah seslerini duyunca tuhaf bir şeylerin olduğunu


anladım. Kapıyı kırıp içeri girdim. Salondaki cesetleri görünce silahımı
çektim. Senin çığlıklarını duyunca da buraya yöneldim.”
Adamın sırıtması Serkan’ın pek hoşuna gitmemişti. Belki de
kurtarılmak zoruma gittiği için, diye düşündü. Şimdiye kadar kahraman
hep oydu.
“Peki siz kimsiniz?” diye sordu Serkan, sesinin yumuşak çıkmasını
sağlayamamıştı.
“Ben üst komşunuzum. Adım Savaş.” Elini Serkan’a uzattı.
“Şimdi tanışmanın sırası mı? Melis çabuk sür, içeriye bakmamız
lazım. Siz de bir zahmet ambulans çağırın, Savaş Bey!”
“Maalesef çağıramam. Telefonlar çalışmıyor çünkü,” dedi Savaş;
Melis ve Serkan’ın ardından mutfaktan çıkarken.
Melis salondaki manzarayı görünce hafif bir çığlık attı ve kusmak
için lavaboya koştu. Üç kişilik kanepede Doğan ve Elçin’in cesetleri
görünüyordu. Masanın üzerindeki ışıldağın biraz daha zayıflamış ışığında
kanları simsiyah gibiydi. Elçin, Doğan’a yaslanmıştı. Doğan’ın yüzü
parçalanmıştı, ama gözleri hâlâ açıktı ve sanki Elçin’i son bir kez görmek
istermiş gibi aşağıya ve sağa dönüktü.
Serkan yutkundu. Neler olduğunu sordu kendi kendine? Bunlar
yine Şeytan’ın bir oyunu muydu? Ona zarar veremediği için sevdiklerini
mi yok etmek istemişti? Sırf Serkan’ı pes ettirmek için…
Gözlerinden sızan birer damla yaşın akmasına izin verdi. Dişlerini
sıktı. Gözleri tüm odayı mavi bir aydınlığa boğan ışığını yaydı. Mavi bir
auradan oluşan bacakları kıpırdandı. Tekerlekli sandalyeden ayağa kalktı.
Arkasında bekleyen Savaş’ı umursamadan Doğan’ın yanına gitti,

356
Gökcan Şahin

gözlerini kapadı. Elçin’in saçını bir kez okşadı. Masanın hemen yanında
uzanan Doktor Tuncay’a yöneldi. Delik deşik olmuş gibiydi. Elbiseleri
kan içindeydi. Özellikle sağ bacağı tamamen kan içindeydi.
Serkan Tuncay’ın elini tuttu. Beklemediği halde nabzının hafif
hafif attığını fark etti.
“Savaş! Çabuk… Çabuk aşağı in. Eczacıyı çağır. Yaralı var de!
Hadi koş!”
Savaş başını salladı ve kapıdan dışarı çıktı. Onun bu kadar sakin
davranması Serkan’ın sinirini bozuyordu. Đşte yine kahraman olacaktı
şimdi!
Melis geldi. Yüzü un gibiydi. Bu karanlıkta bile belli oluyordu.
“Doktor ölmemiş Melis. Nabzı atıyor!” dedi Serkan hemen.
Kalktı. Sandalyesine oturdu ve mavi gözleri normale döndü.
Şimdiden çok fazla enerji kaybettiğini düşünüyordu.
Bu tuhaf gücü hiç de bedelsiz bir güç değildi aslında. Kullandıktan
sonra kendini çok bitkin hissediyordu. Uyumak istese uyuyamıyor,
hareket etmek istese edemiyordu. Uyuyabilse bile berbat kâbuslar
görüyordu.
Daha onlarca yan etkisi vardı bu gücün. Bu yüzden hemen hemen
hiç kullanmamaya çalışıyordu. Ama şimdi kendini tutamamış, içindeki
yoğun duygular onu ayağa kalkmaya zorlamıştı.
Bir daha bu gücü kullanmak zorunda kalmamayı umuyordu, en
azından yakın zamanda.
Ama kalacaktı. Bunu kendi de hissediyordu.
En yoğun şekilde…

357
Karanlık ve Aydınlık

Özgür’ün bayılması, toplantının daha başlamadan yarıda kalmasına


sebep olmuştu. Erkekler Özgür’ü kaldırıp eczanenin arka odasındaki
yatağa götürdüler. Bu yatak, ya eczacıların kestirmesi için, ya da acil iğne
yapılması gereken hastaların yatırılması için kullanılıyordu. Gizem
kolonya koklatarak genç adamı ayıltmaya çalıştı. Bu, beklediğinden de
kısa sürdü. Özgür yavaşça gözlerini açtı ve ilk kez annesini gören bir
civciv gibi Gizem’e baktı. Sonra etrafa göz gezdirdi. Nerede olduğundan
emin olmak istiyordu.
“Đyi misin biraz daha?” dedi Gizem. Özgür başını salladı. Gizem
içeri gidip bir ilaç ve bir bardak su getirdi.
“Bunu iç. Sakinleştirici. Senin durumunda olanlara iyi gelir.”
Özgür başını kaldırdı ve ilacı Gizem’in elinden içti. Bu ilgi onu
eski günlere götürdü. Annesinin hastayken ona baktığı günlere. Yıllar
öncesine… Depremden öncesine. Ağlamak isterdi, ama yıllardır olduğu
gibi yine gözlerinden yaş gelmedi.
“Sağ ol,” dedi suyunu da içtikten sonra. “Çok iyisin.”
“Görevim,” dedi Gizem gülümseyerek. Gözlerinin önüne düşen
sarı saçlarını arkaya attı. Özgür o an Gizem’in ne kadar güzel olduğunu
fark etti. Ömründe hiç tatmadığı bir duygu kalbini doldurdu. Sevgi miydi
bu? Hoşlanma mı? Aşk mı?
Đçki içmek istedi sonra. Köküne kadar sarhoş olmak. Sonra bir
dövüşe gitmek ve öldüresiye dövülmek. Sonra bu istek başka yere kaydı.

358
Gökcan Şahin

Ve Gizem’in eline düşmek. Gizem yaralarını sarsaydı… Ona baksaydı.


Sonsuza kadar hasta olmaya razı olur muydu? Olurdu herhalde.
“Ne oldu? Daldın?” diyen ses onu gerçeğe döndürdü. Doğrudan
Gizem’in gözlerine bakmakta olduğunu fark etti. Paniğe kapıldı.
Gözlerini çekti.
“Şey… Yok bir şey… Dalmışım,” dedi aceleyle.
Gizem gülümsedi.
“Daha iyisin değil mi?”
“Evet, turp gibiyim.” Başını kaldırdı, doğruldu. Başı döndü. Tekrar
başını yastığa attı.
“Tansiyonun düşmüş olmalı. Birazdan geçer, merak etme.”
Tekrar denedi kalkmayı. Evet, daha iyiydi. Yatakta doğruldu.
Ayaklarını yere koydu. Ayakkabılarını aradı, hemen yatağın yanındaydı.
Giydi ve kalktı. Boynunu kütürdetti. Çok iyiydi. Uzun zamandır olmadığı
kadar iyi. Ne klostrofobi kalmıştı, ne baş dönmesi.
“Đyileştim, hadi içeri gidelim,” dedi Gizem’e.

***

“Evet herkes burada olduğuna göre toplantıya başlayabiliriz,” dedi


Halil. “Apartmanda çok tuhaf bir şey olduğu kesin. Dışarıdan bir şey bizi
mahsur bıraktı. Ama ne olduğunu bilmiyoruz. Beton kadar sert, ama
beton olmayan bir şey bu. Kazılmıyor, çizilmiyor, zedelenmiyor. Az önce
ateşle yakmayı denedik, hiçbir işe yaramıyor, asitle de erimiyor. Başka
çözüm fikri olan var mı? Bu şeyi nasıl yok edebiliriz?”

359
Karanlık ve Aydınlık

Bir süre bekledi, ama kimseden ses çıkmadı. Sessizliği iki el silah
sesi bozdu. Yukarıdan gelmişti. Selim hemen silahını çıkardı ve ayağa
fırladı. Yeliz’in kucağında uykuya dalmış olan Görkem uyandı.
Yıldırım’ın havlamaları eczaneye kadar geldi.
“Ben gidip bakıyorum, herkes burada kalsın,” dedi Selim.
“Ben de geleyim,” dedi Özgür. “Dövüşçüyüm, işe yararım.”
“Peki, gel. Siz burada kalın, kapıyı kilitleyin. Bizden başka
kimseye kapıyı açmayın.”
Halil’deki el fenerini alan Özgür, Selim’in arkasından kapıdan
çıktı. Gizem arkalarından kapıyı kapattı. Özgür el fenerini tutarken yavaş
yavaş yukarı doğru çıktılar. Selim, kendi dairelerinin önünden geçerken
Yıldırım’ın deli gibi havladığını ve kapıya vurduğunu duydu. Hayvan
bedeniyle kapıya çarpıyor olmalıydı. En iyisi onu oradan çıkartmak
olacaktı. Selim silahını bırakmadan cebinden anahtarı çıkardı ve kapıyı
açtı. Köpek hemen dışarı fırladı ve havlamayı kesti. Selim’in bacaklarının
arasında bir kez dolanıp oturdu. Sessiz olmasını işaret etti Selim ve kapıyı
tekrar kapattı. Köpek söz dinledi. Selim ve Özgür tekrar yukarı
tırmanmaya başladılar. Üst kattan bir genç kızın hafif çığlığı geldi.
Hızlandılar. Köpek artlarından geliyordu.
Üst kata çıktıkları anda daire 6’nın kapısı açıldı ve ikisinin de
tanımadığı bir adam dışarı çıktı. Selim silahını doğrulttu.
“Olduğun yerde kal.”
Gözlüklü, kirli sakallı olsa da temiz yüzlü bir adamdı, ama
silahlıydı. Ellerini kaldırdı.
“Silahını ver.”
Selim silahı aldı ve kemerine tutturdu.

360
Gökcan Şahin

“Ben üst katta oturuyorum. Öğrenci evinde…”


“Ne arıyorsun burada? Bu silah ne?”
“Bu katta silah ve çığlık sesleri duydum. Silahımı kapıp geldim. Đki
adam evde katliam yapmışlar. Son anda birini öldürdüm.”
“Biz niye duymadık silah sesi?”
“Silahları susturuculuydu. O iki el silah sesi benden geldi.”
“Özgür kapıyı çal.” Genç dövüşçü dediğini yaptı. Biraz sonra
Melis kapıyı açtı.
“Burada mı oturuyorsunuz?” diye sordu Selim.
“Yok, misafirim. Serkan’ın doğum günü için…”
“Bu adamı tanıyor musunuz?”
“Evet, hayatımızı kurtardı bizim. Đçeride yaralı var, eczacıyı
çağırsın diye göndermiştik.”
“Yaralı mı var?”
“Evet, acil.”
Selim silahını indirdi.
“Özgür, sen çağır Gizem’i.” Gizem onlardan başkasına kapıyı
açmayacaktı. Özgür hızla merdivenleri indi. Selim ve Savaş eve girdiler.
Serkan tekerlekli sandalyede Tuncay’ın başında bekliyordu. Daha
doğrusu eğilmiş, bacağını sarmaya çalışıyordu. Selim ölüleri gördü.
Serkan’dan her şeyi öğrendi.
Bu sırada açık kapıdan Yıldırım havlayarak girdi. Selim’in
paçasını tutup sürüklemeye başladı.
“Ne oluyor oğlum?”
Köpek hırlıyor, gelmesi için ısrar ediyordu. Selim her zaman çok
güvendiği köpeğine bir kez daha güvendi ve peşinden gitti. Köpek üst

361
Karanlık ve Aydınlık

kata çıkan merdivenlere tırmandı. Selim de öyle. Üst katta baygın yatan
bir genç gördü. Başının ağrıdığını hissetti. Şakaklarını ovaladı.
“Neler oluyor Allah’ım burada?”

362
BÖLÜM - 2

TOPLANMA

Savaş’ın Serkanlardan getirdiği kolonyayla Kenan’ı ayılttılar.


Kenan kızıl gözleriyle etrafına baktı. Savaş ve Selim’i gördü.
Doğrulmaya çalıştı. Hâlâ yorgundu ama oturur vaziyete gelmeyi başardı.
Uzamış köpek dişleri dudağına batınca akan kanı emdi. Susamıştı. Hem
de çok. Kan içmeliydi.
Peki şimdi ne olacaktı? Bu insanlara ne anlatacaktı? Ben vampirim
mi diyecekti? Kuşkusuz kızıl gözlerini fark edeceklerdi birazdan.
Şaşıracaklardı. Ve soracaklardı. Nitekim öyle de oldu. Ciddi ifadeli, iri
yarı adam konuştu:
“Anlat bakalım delikanlı.” Kenan başını kaldırmadan konuştu:
“Anlatacak bir şeyim yok.”
“Bana bak,” dedi adam eliyle Kenan’ın çenesini kaldırarak. “Bu
gece zaten tuhaf şeyler oluyor. Sinirim çok bozuk. Bir an önce anlat,
neden buradasın? Ha, bir yetki istiyorsan yetkim var. Polisim. Bu da
kimliğim.”
Boştaki eliyle arka cebinden kimliğini çıkardı ve gösterdi.
Karanlık ve Aydınlık

“Yüzüme bak, yere değil. Kimsin bilmiyorum ama çok ters bir
zamanda geldin. Seninle uğraşacak zamanım yok. Aşağıda üç ceset, bir
yaralı var.”
Kenan bunları duyduğuna gerçekten şaşırmıştı. Aklına onu
kovalayan vampir geldi. Demek ki o uyurken insanlara saldırmıştı.
“Bunu yapanla hiçbir alakam yok benim.”
“Yüzüme baksana! Zorla mı baktırtayım?”
Kenan gözlerini polise dikti. Polis bu gözleri görür görmez donup
kaldı.
“Satanist falan mısın sen?”
Bu sırada arkalarından Melis’in sesi duyuldu.
“Abi, eczacı geldi. Sizi çağırıyor. Tuncay abiyi aşağı
taşıyacakmışsınız.”
Selim öfkeyle soluk verdi.
“Görüyorsun değil mi? Đşim başımdan aşkın. Neyse, seni şimdi
buraya kelepçeleyelim. Sonra tekrar konuşacağız.”
Belindeki kelepçeleri çıkardı ve Kenan’ın kollarını merdiven
demirlerine bağladı.
“Savaş sen de gel. Yardım etmen gerekecek.”
Selim ve Kenan’ın diyaloglarını sessizce izleyen Savaş, başını
sallayıp polisin peşinden merdivenleri indi. Kenan Savaş’ın ardından
bakarken gözlerinin bir an alev kızıllığında parladığını görür gibi oldu.
Nasıl bir apartmana düşmüştü? Neler oluyordu?
Đstese hemen yarasaya dönüşüp kelepçelerden kurtulabilirdi, ama
çok yorgundu. Biraz daha kestirmeliydi. Kızıl gözleri kapandı, başı
omzuna düştü.

364
Gökcan Şahin

Selim hızla salona girdi. Gizem Tuncay’ın yanındaydı. Bacağına


tampon yapmıştı. Üzerindeki gömleği çıkarmış, sol omzuna sargı
yapıyordu.
“Nasıl durumu?”
“Gayet iyi Selim abi. Bacağına saplanan kurşun yüzünden kan
kaybetmiş. Đki kurşun da sıyırarak geçmiş. Biri sol omzundan, diğeri
göğsünün hemen yanından, sağ taraftan. Bunlar önemli değil. Bacağına
saplananı çıkarmak gerekecek sadece.”
“Sen yapabilir misin?”
“Bu konuda çok iyi değilim, ama kendisi ayıldığında bana yardım
edebilir. Doktormuş kendisi.”
“Hımm. Aşağı mı taşımamız lazım şimdi?”
“Şu sargıları tamamlayayım, aşağı götürmeye çalışalım. Eczane
malum çok daha aydınlık. Bir de aletler, ilaçlar falan orda.”
“Anladım.”
“Tamam, sargılar bitti. Đndirelim eczaneye.”
Selim bir an Savaş’ı göremedi. Ama hemen arkasında olduğunu
fark edince irkildi.
“Burada mıydın? Gel bakalım.”
Savaş’la beraber Tuncay’ın yanına vardılar.
“E nasıl taşıyacağız peki?” diye sordu Selim.

365
Karanlık ve Aydınlık

“Aslında güçlü biri sırtına alsa iyi olurdu,” dedi Gizem. “Diğer
türlü çok zor.”
“Ben alırım,” diye atıldı Savaş.
“Oğlum, kara kuru birisin sen. Nasıl taşıyacaksın?”
Savaş gülümsedi, gözlüğünü düzeltti. Pek alışkın gibi
görünmüyordu bu gözlüğe.
“Düşündüğünüzden güçlüyüm.”
Serkan olanları geriden izliyordu. Ve Savaş’ın bu sözü onu
irkiltmişti. Bu adamda bir tuhaflık vardı. Ama nedense anlayamıyordu.
Omzunda küçük şeytan da yoktu. Neden böyle hissettiğini
anlayamıyordu. Yine kahraman olmaya çalışıyor, diye düşündü. Bu işin
içinde bir iş var.
“Ya doğru söylüyorum, niye böyle bakıyorsunuz. Çok rahat
taşırım.”
“Peki, deneyelim o zaman.” Selim kendisi taşımak isterdi ama
önceki sene fıtık ameliyatı olmuştu. Ağır şeyler kaldıramıyordu. Özgür de
yeterince güçlü görünmüyordu, daha yeni ayılmıştı hem. Tek çare
oldukça iddialı olan bu yabancıydı.
Denediler… Savaş beklediklerinden çok daha güçlü çıktı.
Tuncay’ı, pamuk dolu bir çuval gibi kolayca taşıyordu. Merdivenlerden,
yardım almadan indi ve saniyeler içinde eczaneye vardı.
“Bir dakika, bunları ne yapacağız?” dedi Melis cesetleri
göstererek. Mine’nin cesedi Doğan ve Elçin’in yanına taşınmıştı. Üç ceset
aynı kanepedeydi.
“Şimdilik yapacak bir şey yok,” dedi Selim. “Serkan, seni de aşağı
taşıyalım. Burayı kapatalım.”

366
Gökcan Şahin

Serkan başını salladı. Özgür ve Selim, Serkan’ı sandalyesiyle


birlikte aşağı taşıdılar. Özgür Selim’in yükünü epey hafifletiyordu. Yoksa
bunun için de Savaş’a ihtiyaç duyacaklardı.

Tuncay eczanenin aydınlığına gelince gözlerini araladı. Az önce


Özgür’ün yattığı yatağa yatırılmıştı. Gizem herkesi dışarı çıkarmış, acil
durum ihtimaline karşı sadece Özgür’ü yanına çağırmıştı. Özgür’ün
bundan ne kadar memnun olduğunu söylemeye bile gerek yok.
“Nerdeyim?” dedi doktor ilk olarak.
“Eczanedesiniz. Yaralıydınız, sizi aşağı taşıdık. Bacağınızda bir
kurşun var, sinirlere çok yakın yerde. Hemen çıkarmamız gerekiyor.”
“Delik deşik olduğumu hatırlıyorum.” Kesik nefesler alıyor ve
arada bir kuruyan boğazını ıslatmak için yutkunuyordu. “Su alabilir
miyim?” dedi boğazının bu kadar kurumasına şaşarak.
“Hemen getiriyorum,” dedi Özgür, sandalyesinden fırlayarak.
“Tezgâhın hemen yanında damacana var,” diye açıkladı Gizem.
Kırk saniye sonra doktor suyunu yavaşça yudumluyordu.
“Bana yardımcı olabilecek misiniz?” diye sordu Gizem, doktorun
bardağını alırken. “Kurşunu çıkarma konusunda… Çok bilgili değilim
de…”
“Olmak zorundayım galiba,” dedi Tuncay. “Önce dik oturup
görmem lazım.”

367
Karanlık ve Aydınlık

Özgür’ün yardımıyla doktor doğrultuldu. Arkasına yastıklar


konuldu, doktorun istediği araçlar getirildi. Her şey hazır olduğunda
Gizem hayatının en önemli işlerinden birini gerçekleştirmeye başladı.
Yarım saatten biraz daha fazla süren operasyondan sonra kurşun başarıyla
çıktı ve Tuncay’ın isteğiyle hemen çöp kutusunu boyladı.

***

Arka tarafta ciddi bir operasyon gerçekleşirken, eczanenin ön


bölümünde de ciddi konuşmalar ve tartışmalar oluyordu.
Herkes bir yerlere oturmuştu ve Halil’in başkanlığındaki toplantı
üçüncü kez başlıyordu.
Toplantıdaki insanlar tezgâhın hemen önünde oturan Ahmet’ten
başlayarak saat yönünde şu şekilde sıralanmışlardı: Yeliz, Yeliz’in
kucağında Görkem, Görkem’in yanında köpeği Yıldırım, Selim, Halil,
Rana, Tuğçe, Tuğrul, Savaş, Edgar, Serkan, Melis ve Ahmet’in sağında
Şule.
“Herkes burada mı?” diye sorarak başladı Halil. “Đçeridekiler
dışında,” diye ekleme gereği hissetti ardından.
“Hepimiz buradayız,” dedi Selim. “Diğer evlerde birileri olsaydı
bunca gürültüde çoktan çıkmışlardı.”
“Ben çağırdım zaten herkesi, evde yoklardı,” dedi Tuğrul.
Tırnağını yiyordu. Sigara içmek isteyip de içemediğinde tırnaklarını
yerdi.
“Tamam o zaman. Başlayalım. Yeni gelenler de durumu biliyorlar
sanırım,” dedi Savaş’a bakarak. Savaş başını salladı. Halil öyle birinin

368
Gökcan Şahin

apartmanda oturduğunu biliyor değildi. Dediğine göre öğrencilerden


biriydi ve genelde geceleri gelip, sabah erkenden gidiyordu. Normalde
şüpheci bir insan olan Halil, adamın söylediklerine kolayca ikna olmuştu.
“Öncelikle kimsenin olmadığı evlere girip oraları da kontrol
etmeyi öneriyorum,” dedi Halil. “O evlerin de tüm pencerelerini tek tek
kontrol edelim. Durum o kadar tuhaf ki o evlerde neler olduğunu merak
ediyorum. Bir diğer grup da tavan arasını ve bodrumu kontrol etsin.
Kontrollerden sonra tekrar burada toplanalım. Kabul mü?”
Kimseden ses çıkmadı bir süre. Ne kabul eden vardı, ne de
reddeden.
“Peki daha iyi fikri olan var mı?”
Buna da cevap yoktu.
“Öyleyse görev paylaşımına başla…”
“Boşuna uğraşıyorsunuz,” diyen hırıltılı bir ses Halil’in sözünü
kesti. Halil sesin önce kimden geldiğini anlamamıştı. Çünkü hiç de
tanıdığı bir ses değildi. Ama sonra gelen cümleyle konuşanın şimdiye
kadar sesi soluğu çıkmayan Ahmet olduğunu anladı. Yaşlı adam elinde
tespihi çeviriyor, gözünü tespihinden ayırmadan konuşuyordu.
“Allah’ın bize cezası bu. Günahlarımızın cezası. Sonunda
felaketini gönderdi Rabbimiz.”
“Ne…”
“Sözümü kesme! Ne olduğunu hâlâ anlamadınız mı? 1999 depremi
neden oldu sanıyorsunuz? Bunların hepsi Rabbimizin yoldan çıkmış
kâfirlere cezasıdır. Şimdi de biz ödeyeceğiz bu cezayı. Burada kapanıp
kaldık. Allah’tan başka kimin gücü böyle bir şeye yeter? Kimsenin.

369
Karanlık ve Aydınlık

Sonunda burada ya açlıktan, ya susuzluktan, ya da birbirimizi yiyerek


ölüp gideceğiz.”
Aniden gözünü tespihinden kaldırıp Halil’e dikti.
“Sizin gibi Avrupa düşkünü modern pezevenkler yüzünden iman
falan kalmadı insanlarda…”
“Hop hop, ağzını bozma, çocuk var burada,” dedi Selim.
“Hadi oradan, çocuk varmış! Sizin gibilerin yaptığı ahlaksızlıkları
görmüyor da, kötü lafı hemen kapıyor zaten çocuklar!”
“Bak, yaşlısın, büyüğümüzsün, durum da belli, seni mazur
görmüyor değiliz; ama yanlış yapıyorsun.”
Konuşan Halil’di. Aralarında Ahmet’ten sonra en yaşlısı oydu.
“Biz burada çözüm bulalım diyoruz, hiçbir şey yapmayacaksan bile otur
oturduğun yerde!”
“Bana bak, yönetici misin nesin! Karının kızının başını örtmediğin
için, günde beş vakit namazını kılmadığın için bu haldeyiz. Senin gibiler
yüzünden.”
“Sen kıldın da ne oldu?”
Söze karışan Selim’di.
Ahmet kıpkırmızı bir yüzle bağıra çağıra ayağa fırladı ve Selim’in
üstüne yürümeye kalktı. O anda Savaş yerinden kalktı ve yaşlı adamı
tuttu.
“Bir dakika… Bir dakika… Amca gel seninle dışarıda yalnız
konuşalım. Öfkeyle bir şey halledemezsin. Siz de sakin olun arkadaşlar,”
dedi ve Ahmet’in koluna girip eczanenin apartman girişine götürdü.
“Deli midir nedir?” diye söylendi Yeliz, oğlunun incecik saçlarını
okşarken.

370
Gökcan Şahin

“Gel amca gel, sen de benim kafadansın,” dedi Savaş, eczane


kapısını çektikten sonra.
“Bunların hepsi kâfir. Kuran’a el basarım ki aralarında bir tane
mümin yoktur.”
“Doğrudur amca, ama bunlara böyle bağıra çağıra bir şey
yaptıramazsın. Đmana getirmeye çalışsan daha da kaçarlar. Allah’ın
emirlerini anlatmaya çalışsan bir kulaklarından girer, diğerinden çıkar.
Aslında yanlış yaptın be amca. Hemen bu kadar üstlerine gitmeyecektin.
Suratlarına vurmayacaktın. Beraber yola getirecektik onları. Ama olsun,
yine de geç sayılmaz.”
“Nasıl yola getirelim evladım, iki kişiyle… Hepsi kâfir bunların.
Bizi gebertip bir köşeye atarlar, Allah korkusu yok bunlarda nasıl olsa.”
Ahmet sesini yumuşatmıştı. Savaş’ın kendi tarafında olduğunu görmek
ister istemez rahatlatmıştı onu.”
“Onların tanımadığı biri daha var aramızda,” dedi. Savaş bunu der
demez üst kattan takım elbiseli bir adam inmeye başladı.
“Bu, arkadaşım Cihat. O da bizden.”
Ahmet, genç adamı şöyle bir süzdü. Genç bir işadamına
benziyordu. Ciddiyetle yavaş yavaş iniyordu basamakları. Yanlarına
ulaştığında elini Ahmet’e uzattı. “Memnun oldum,” dedi. Ahmet’in elini
yakaladığı gibi şiddetle kendine çekti. Ağzını araladı, uzun köpek

371
Karanlık ve Aydınlık

dişlerini yaşlı adamın boynuna değdirdi. Damarlarına geçirdi ve sızan


kanı aceleyle içti. Adam bir dakika sonra bayılmıştı.
“Aferin,” dedi Savaş gözlerinden kızıl alevler saçarak. “Onu yukarı
götür, yakında istediğimiz hale gelecek. Bu arada o kelepçeli vampir
bozuntusunu da bir an önce hallet. Başımıza iş açmasın.”
“Emredersiniz Şeytan efendimiz.”
Kendini apartmandakilere Savaş olarak tanıtmış olan Şeytan,
gözlerini normal haline döndürdü, görünüşünü kontrol etti ve eczaneye
girdi.
Neşeli ve sakin görünmeye çalışıyordu, ama aslında ömründe
olmadığı kadar öfkeliydi. Çünkü henüz anlayamadığı bir lanet yüzünden
tüm planları suya düşmüştü.
Semir ve Kadri’yi Serkan’ı öldürmeleri için içeriye gönderdikten
sonra dışarı çıkmayı denemiş ama başaramamıştı. Tüm enerjisini toplayıp
denemesine rağmen apartmanın dışına ışınlanamıyordu. Sonra sıradan bir
insan gibi pencereyi denemiş, ama tuhaf bir maddeyle kapalı olduğunu
görmüştü. Sonra paniğe kapılmış, buradan çıkabilmek için Serkan’ın
gücüne ihtiyacı olabileceğini düşünmüştü. O ölmemeliydi.
O sırada fısıltı şeklinde silah sesleri duymaya başlamıştı. Semir ve
Kadri işe girişmişlerdi bile. Hemen Savaş adında bir insan kılığına girip
tüm enerjisini kendini kamufle etmeye harcayarak eve girmiş, Semir’i son
anda iki mermiyle sırtından vurup, Serkan’ı öldürmesini engellemişti.
Serkan’ın kendisini tanıyıp tanımayacağından emin değildi.
Tanırsa hemen işbirliği yapmaya çalışacaktı, tanımazsa durumu kontrol
edecek ve ona göre bir plana girişecekti. Komplolar, planlar, entrikalar
konusunda gezegen üzerinde ondan iyisi yoktu.

372
Gökcan Şahin

Serkan onu tanımamıştı. Ya gücünü başka bir şeye harcamış, ya da


harcamaktan çekiniyor olmalıydı. Şeytan onun kendisinden biraz
şüphelendiğini biliyordu, ama Şeytan olabileceğini aklına henüz
getirmemişti.
Şeytan üstün zekâsı ve sezileriyle apartmandakilerin durumlarını
hemen çözmüştü. Tuncay’ın yaralı bulunması, Gizem’in çağrılması ve
Kenan Ali’nin baygın bulunuşu sırasındaki yoğunlukta, etrafta
yeryüzündeki en sadık hizmetkârlarından olan vampir ırkından birinin
olduğunu sezmişti. Hemen ona telepatik yolla ulaşmış, kendini tanıtmış, o
emredene kadar kimseye görünmemesini söylemişti. Onu, apartmandaki
insanları kendi tarafına çekmek için kullanacaktı. Küçük şeytanlarını ve
diğer yaratıklarını çağıramıyordu ve şimdilik elinde sadece o vardı. Ve
aslında oldukça kullanışlıydı, çünkü ısıracağı herkes vampire
dönüşecekti. Tek yapması gereken bunu gizlice ve olabildiğince kimsenin
dikkatini çekmeden yapmaktı. Çünkü sanılanın aksine vampirler ölümsüz
falan değildi. Đnsanlardan kat kat dayanıklı olmalarına karşın üç-beş
mermiyle yok edilebilirlerdi.
Đlk av Ahmet olmuştu. Devamı gelecekti.

“Amcayı yukarı, bizim eve götürdüm. Sinirleri bozulmuş,


dinlenecek biraz,” dedi içeri girer girmez. Bir türlü alışamadığı gözlüğünü
düzeltti. Semir ve Kadri’nin karşısına çıktığı daire 5’te bulmuştu onu. Ve
tabii giysileri de.

373
Karanlık ve Aydınlık

Serkan’ın dik bakışları arasında yerine geçti. O sırada eczanenin


arka kapısından Özgür çıktı.
“Operasyon başarıyla bitti. Kurşun çıkarıldı.”
“Tuncay abi ne durumda?” dedi Melis.
“Uyuyor şimdi, turp gibi. Gizem de aletleri topluyor.”
“Tamam, o da gelsin, iş bölümü yapacağız,” dedi Halil. Đçerideki
lavabodan su sesi geldi. Gizem ellerini yıkıyor olmalıydı. Özgür hava çok
sıcakmış gibi penyesinin önünü havalandırdı.
“Ben şu ilaçtan bir doz daha alsam iyi olacak,” dedi. “Yine
başlıyor.”
Gizem’in verdiği ilacı cebinden çıkardı, damacanadan bir bardak
su doldurup hapla beraber içti. Gizem uzun süren temizlikten sonra içeri
geldi. Özgür’ün yanındaki sandalyeye geçti. Tuncay hakkında kısa bir
açıklama da o yaptı.
Ve iş bölümü başladı.
Gönüllü olma esasıyla yapılan iş bölümüne göre; Savaş ve Edgar
tavan arasını kontrol etmeye, Halil, Özgür ve Tuğrul tüm daireleri
denetlemeye gideceklerdi. Selim, merdivenlerde kelepçelenmiş genci
sorgulayacak, Gizem Tuncay’ın durumunu kontrol edecek, Yeliz, Şule,
Tuğçe, Melis ve küçük Görkem eczanede bekleyeceklerdi. Serkan da
onlarla beraber eczanede kalacaktı. Sonra hepsi tekrar eczanede
toplanacaklar ve durum değerlendirmesi yapacaklardı. Çıkış
bulunamaması durumunda uzun süre hayatta kalabilmek için önlem
almaları gerekecekti; ama şimdilik bu durumu düşünmüyorlardı.

374
Gökcan Şahin

Savaş görevini öğrenir öğrenmez ayağa kalktı, Edgar’la tavan


arasını kontrole çıktılar. Halil, Özgür ve Tuğrul daire 2’yi kontrole
gittiler.
Tuğçe canı sıkılan Görkem’e boya kitabı getirmek için Yeliz
ablasından anahtarı alıp daire 3’e gitti. Serkan, birden ağlamaya başlayan
Melis’i teselli etmeye çalışırken Gizem Tuncay’ı kontrol etmek için içeri
gitti. Şule ve Yeliz melankolik bir sohbete daldılar.

Şeytan yeni avını kolay bulmuştu. Uzun boylu, uzun saçlı,


yakışıklı, genç ve güçlü Edgar birazdan onun yeni askeri olacaktı. Tavan
arasına girer girmez vampiri çağırmayı planlıyordu.
“Adın nerden geliyor Edgar?” diye sordu ortamı ısıtmak için.
“Yabancı kökenli misin?”
“Yoo, babam çok sıkı bir Edgar Allan Poe hayranıymış. O yüzden
adım Edgar Güven Türkay.”
“Hımm, bir de Güven var yani.”
“Aynen öyle.”
Serkanların üst katına çıktığında Kenan’ın bağlı olması gereken
kelepçenin boş olduğunu gördü Şeytan. Vampir onun işini bitirmiş miydi
acaba? Neyse, şimdilik bunu düşünmeyecekti.
Tavan arasının tahta kapısına vardılar. Kilitli değildi. Edgar kapıyı
kolayca açtı.

375
Karanlık ve Aydınlık

“Buyurun Savaş Bey,” diyerek yanındakine yol gösterdi. Savaş


içeri girdi. El feneri ondaydı. Etrafı şöyle bir kolaçan etti. Tipik,
bakımsız, dağınık tavan arasıydı. Çok fazla eşya yoktu, ama örümcek
ağları her yanı sarmıştı.
(Yeni avın burada, tavan arasına gel!)
Edgar peşinden geldi. Köşedeki koca sandık, duvara dayanmış
paslı bisiklet ve diğer eşyalara göz gezdirdi.
“Buradan çıkış bulabileceğimizi hiç sanmıyorum,” dedi.
“Bir dakika, bir dakika. Duvarlarda ufak bir pencere olabilir, daha
dikkatli bakalım,” dedi Savaş.
(Tavan arası mı? Orada tuhaf bir şeyler var efendim. Yanımdaki
vampir orada öldü! Eminim sizin korkacak bir şeyiniz yoktur, ama o şey
beni de öldürürse…)
Edgar bir anda sandığın önündeki cesedi fark etti. Bağırmamak
için kendini zor tuttu.
“Savaş, şunu görüyor musun? Biri cinayet işlemiş burada.”
Savaş fenerini Edgar’ın gösterdiği yere tuttu. Vampirin anlattığı
şeyi bizzat görmüş oldu.
(Cesedi gördüm. Tamam, gelme buraya. Ben hallederim.)
(O şey sandıktan çıktı efendim. Bulut şeklinde…)
Bunu söylemesine lüzum yoktu, çünkü sandıktan havaya karışan
toz bulutunu fark etmişti.
Edgar tozu eliyle dağıtmaya çalıştı. Dikkatini cesede vermişti.
Şeytan ise bunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Duman yakınındaki Edgar’ın etrafından geçip doğrudan Şeytan’a
yöneldi. Goid, şimdi de Edgar’ın yerine çok daha üstün olduğunu

376
Gökcan Şahin

düşündüğü Şeytan’ı avlamaya karar vermişti. Aslında az önceki av onu


hayli doyurmuştu, ama böyle bir av bir daha bulamayabilirdi.
Şeytan’ın çok güçlü, çok lezzetli ve çok besleyici olduğunu
hissediyordu. Gerçi onun negatif enerjisinden dolayı bir korku da
duyuyordu. Şeytan hem avcı hem av gibiydi. Saklanmayı da seçebilirdi
Goid. Ama bulunduğu apartmanın Şeytan’dan çok daha güçlü ve kötü bir
şey tarafından kaplandığını hissediyor, hayatının son bulmasının yakın
olabileceğini düşünüyordu. En azından karnını iyice doyurmalıydı.
Ölümü kabullenme hissi zeki olmayan bir yaratık için zor görünse de
Goid bunu başarmış, kendini korku düzeyinin üzerine çekebilmişti.
Şeytan onlarca çeşit yaratığa emreden dünyanın en büyük kötücül
güçlerinden biri olmasına rağmen Goid’in ne kadar tehlikeli olduğunu
bilmediğinden korkuyordu. Bu duman bulutu ondan güçlü olabilir miydi?
Normal şartlarda ölümsüz olan Şeytan’ı yok edebilir miydi?
Şeytan, Edgar’ın yanında olmasına aldırmadan insan
görünümünden çıktı ve en tehditkâr haline dönüştü. Bir alev adam
haline… Üzerindeki elbiseler yandı, gözlüğü yere düştü. Dişleri uzadı,
dört ayak üzerine durdu, irileşti, devasa bir yaratığa dönüştü, kuyruğunu
kırbaç gibi dumana çarptı. Alevden kuyruğun değdiği yerdeki kara
zerreler yok oldu. Şeytan zevkle böğürdü. Goid, tüm zerrelerini topladı,
insan şekline girdi. Ayağa kalkmış kapkara bir gölgeye dönüştü. Edgar bu
sırada örümcekleri umursamadan tavan arasının en köşesine kaçmış,
olabildiğince duvara yaslanmış, olanları dehşetle seyrediyordu. Yanık
kokusundan boğulacak gibiydi. Özgür’ün eczanede yaşadıklarının bir
benzerini yaşıyordu. Bir an önce buradan çıkmalıydı.

377
Karanlık ve Aydınlık

Şeytan ejderha benzeri vücudunu Goid’e yaklaştırdı. Goid bu


yaratıkla nasıl savaşacağını düşünüyor gibiydi. Zerrelerine ayrıldı,
düşmanının arkasına süzüldü ve tekrar insana dönüştü. Şeytan kuyruğunu
sallarken tekrar zerrelerine ayrılıp havalandı ve darbeden kurtuldu. Ağır
cüssesini döndürüp Goid’i karşısına alır almaz ağzından devasa bir alev
sütunu fışkırttı Şeytan. Goid bu ani saldırıdan tam olarak kaçamadı.
Zerrelerinin üçte birini kaybetti. Bir daha insan haline döndüğünde epey
şeffaflaşmıştı.
Edgar kimin galip gelmesinin daha iyi olacağını anlayamıyor,
panik halinde sadece olanları izliyordu. Alevden yaratığın dev cüssesi
tavan arasının beşte birini kapladığından, kapıya koşmanın çok riskli
olacağının farkındaydı. Yaratık tek bir hamleyle onu küle çevirebilirdi.
Ama bir şeyler yapmalıydı. Kapıya doğru duvar dibinden sürünmeye
başladı.
Goid karşısındaki yaratığa fiziksel olarak bir zarar veremeyeceğini
görmüştü. Kaçmak da onun doğasında yoktu. Sonunda ne yapacağına
karar verdi. Aniden zerrelerine ayrılıp Şeytan’ın açık ağzından içeri girdi.
Zerrelerinin bir kısmı bu sırada alevlere temas ederken yok olmuştu; ama
yine de yaratığın vücuduna sızmayı başardı. Şeytan ağzından rasgele alev
saçmaya başladı. Deli gibi kıpırdanıyor, Goid’i dışarı çıkarmaya
çalışıyordu. Đri başındaki ufak gözlerinin bir an karardığını gördü Edgar.
Kızıl yaratık yeniliyor muydu? Bu iyi bir şey miydi? Hiçbir şey
bilmiyordu Edgar. Tek düşündüğü kapıya ulaşmaktı.
Şeytan kuyruğunu sağa sola sallamaya, alevlerle sarılı vücudunu
duvarlara çarpmaya başlamıştı. Bu sırada bir gürültü ve sarsıntı
olmamasını yaratığın pek ağır olmamasına yordu Edgar. Görünüşte iriydi,

378
Gökcan Şahin

ama ağır değildi. Belki de kendisinden bile hafifti. Hatta madde olarak
hiçbir ağırlığı olmayan saf enerji bile olabilirdi. Yaratık sonunda yere
düştü ve hareketsiz kaldı. Dalgalanan alevler soluklaştı.
Bu sırada yaratığın derisinden, ağzından, burnundan, her yerinden
kızıl tozlar yükseldi. Az önceki kara yaratığın kırmızı haliydi ve çok daha
yoğundu. Tozlar dev yaratığın hemen yanında birleşmeye başladılar.
Kıpkızıl bir insan şeklini aldılar. Gözlüğü ve elbiselerinin biçimiyle
bunun Savaş olduğunu fark edip şaşırdı Edgar. Kızıl beden yavaş yavaş
açılmaya başladı. Sıradan elbiselere ve sıradan insana dönüştü.
Gözlüğünü düzeltti, üstünü silkeledi. Edgar’a döndü.
“Evet, nerede kalmıştık? Ha, önce şu ateşi söndürelim.” Savaş
elini, hâlâ yanmakta olan ejderhaya döndürdü. Yaratık bir anda yok oldu.
Savaş eline üfürdü, gülümsedi. Hemen ayağının dibindeki el fenerini
yaktı.
(Şimdi gelebilirsin, yaratık yok oldu.)
Aralık kapıdan bir yarasa girdi. Đçeri girer girmez takım elbiseli bir
adama dönüştü. Edgar halüsinasyon gördüğünü düşündü. Bunların
hepsinin bir hayal olduğunu ve yakında biteceğini…
“Onu yok edeceğinizden şüphem yoktu efendim,” dedi yarasa
adam.
“Aslında çok zorlandım. Az kalsın yok oluyordum. Bir bakıma
oldum da. Binyıllardır kullandığım vücudu kaybettim, ama yeni ve daha
kullanışlı bir bedenim var artık.” Bunu göstermek istercesine kızıl renkli
toz bulutuna dönüştü ve vampirin hemen yanında eski halini aldı.
“Đşte yeni avın,” dedi Edgar’ı göstererek.

379
Karanlık ve Aydınlık

Savaş, Edgar ve Ahmet eczaneden içeri girdiler. Herkes


toplanmıştı, en sona onlar kalmıştı. Ahmet içeridekilerin soğuk
bakışlarına maruz kalsa da sakince yürüdü ve Savaş’la Edgar’ın yanında
bir sandalyeye oturdu.
“Çok mu geç kaldık?” diye sordu Savaş. Göz ucuyla Serkan’a
döndüğünde ondaki şüphenin iyice artmış olduğunu fark etti. Gözlerini
öfkeyle üzerine çevirmişti.
En ufak bir hata yapmamalıydı. En azından şimdilik… Sayı olarak
henüz çok azlardı.
“Tam Tuğrul’u sizi çağırmaya gönderecektim, geldiniz,” dedi
Halil. “Tavan arasında bir şeyler buldunuz mu?”
“Aslında bulduk. Ama çıkış değil. Bir ceset bulduk.”
Savaş bunu söyledikten sonra panik olmalarını bekliyordu, ama
insanlar pek de şaşırmış görünmüyorlardı.
“Bir tane daha demek,” diye sakalını sıvazladı Halil.
“Başkaları da mı var?”
“Daire 2’de yaşlı bir Melahat Hanım vardı, oğluyla kalıyordu bir
süredir… Đkisini de ölü bulduk. Adamın başı… Neyse, çocuklar var,
söylemeyelim.”
“Hadi ya…”
“Şule hanımların evinde olanları hepimiz biliyoruz zaten. Siz de
birini bulmuşsunuz. Yani toplam sekiz kişi öldü bu akşam.”
“Peki şu yukarıda yakaladığımız genç ne oldu?”

380
Gökcan Şahin

“Yukarıda… Selim sorguluyor adamı. Bakalım o neyin nesi


çıkacak…”
Savaş, Selim’in içeride olmadığını o ana kadar fark etmemişti.
Demin yukarı çıkarken kelepçenin boş olduğunu fark etmişti. Demek ki
onlar geçtikten sonra tekrar yerine geçmiş ve Selim’in onu sorgulamasına
izin vermişti. Beklediğinden zeki çıkmıştı yarı-vampir.

Selim, Kenan’ı kendi evine götürmüş, salondaki masaya


oturtmuştu. Masanın üstüne koyduğu ışıldağın aydınlığında sorular
soruyor ve yanıt almaya çalışıyordu.
“Anlatsam inanmazsınız,” diyordu Kenan.
“Sen anlat, ona ben karar veririm,” dedi Selim. Polis
psikolojisindeydi ve bu gencin kim olduğunu öğrenmeden
rahatlayamayacaktı.
“Adın ne genç?”
“Kenan Ali Gündoğdu.”
“Nerede oturuyorsun?”
“Hiçbir yerde.”
“Ne demek hiçbir yerde… Ailen falan yok mu? Yurtta mı
kalıyorsun?”
“Bakın, ben aylardır esirdim. Onlardan kaçtım ve bu apartmana
sığındım.”

381
Karanlık ve Aydınlık

“Kimin esiriydin? Kimlerden kaçtın? Şu işi baştan sona doğru


dürüst anlatsana sen.”
Anlattı. Dakikalar boyunca. Bazen gözyaşı dökerek, bazen
yeminler ederek. Selim’in yüzüne pek bakamadan… Çünkü bir alay
ifadesi görmekten korkuyordu. Kendisine inanmadığına dair küçücük bir
işaret onu umutsuzluğa düşürecekti ve öyküsünü bitiremeyecekti.
“Sonra birinin kapıyı çaldığını duyunca, kapıya koştum ve mahsur
kaldığımı söyleyip yardım istedim,” diye sürdürüyordu lafını. “Birkaç
dakika sonra siz geldiniz. Yarasaya dönüşüp kapının üst tarafından
kaçtım. Beni fark etmediniz.”
Sonra tavan arasına kaçışını anlattı. Orada vampirlerden birinin
öldüğünü ama diğerinin hâlâ apartmanda olduğunu…
Selim kendini başka bir evrendeymiş gibi hissediyordu.
Vampirlerin, kurt adamların kol gezdiği, olağanüstü olayların olağan gibi
yaşandığı, farklı bir dünyada gibi… Đşte bu yüzden Kenan’ın anlattıkları
onu çok şaşırtmadı. Normalde olsa “ayyaşın teki bu, belki de uyuşturucu
almış,” diye nezarete atacağı bu gence şimdi gerçekten inanıyordu. Çünkü
ona inanmamak demek, o sırada onları mahsur bırakan tuhaf duvarı da
yadsımak demekti. O ne kadar imkânsızsa bu da o kadar imkânsızdı.
Kenan sözlerini bitirince Selim’in yüzüne bakmayı başardı. Ama
bu kez Selim onun yüzüne bakmıyordu. Masanın üzerindeki hayali bir
noktaya gözünü dikmiş dudağını kemirerek düşüncelere dalmıştı.
“Sana inanıyorum,” dedi aniden. Peki şu vampir bizden biri mi?
Yani insan kılığında aramızda olabilir mi?”
“Olabilir.”
“Savaş’ı gördün yukarıda… O olabilir mi?”

382
Gökcan Şahin

“Hayır, o değil. Onda da bir tuhaflık var ama vampir o değil.”


Selim ayağa kalktı. Kenan’ın kelepçeli ellerini çözdü.
“Şimdi aşağı gidiyoruz, eğer vampir oradaysa söyleyeceksin. En
ufak bir yanlış hareketinde seni hapsederim haberin olsun. Yarasa değil,
böcek bile olsan kaçamazsın.”
Kenan başını salladı. Kelepçeden kurtulan kollarını sıvazladı.
Selim’in peşinden yürüdü. Ama kapıdan çıkarken duraksadı.
“Bir şey daha var,” diye seslendi.
Selim dönüp baktı.
“Kan… Kana ihtiyacım var.”

Selim ve Kenan, Savaş’ın öfkeli bakışları arasında eczaneye


girdiler. Selim, Gizem’i bir kenara çekti ve bir şeyler söyledi. Gizem
vitrinden bir kutu hap çıkarıp Selim’e verdi. Selim de kutuyu Kenan’a
uzattı.
“Bunlar kan hapları,” diye fısıldadı. “Bir dene bakalım, işe
yarayacak mı? Bu arada o vampir içeridekilerden biri mi?”
Olumsuz anlamda başını salladı Kenan kutuyu alırken. Kimsenin
onu görmeyeceği bir yere gidip hapları tek tek ağzına attı. Daha ilk hapı
yuttuğunda kendini iyi hissetmeye başlamıştı. Bir hapı çiğnedi ve o leziz
kan tadına doydu. Diğer hapları da çiğneyerek yuttu. Sonra içeri geçip
diğer konukların bakışları arasında Selim’in yanına oturdu. Herkes ona
bakıyordu, çünkü kızıl gözlerine bir anlam veremiyorlardı.

383
Karanlık ve Aydınlık

Selim o sırada apartmanda cesetlerin bulunduğunu Halil’den


öğrenmiş, polislik içgüdüleriyle olayı çözme arzusu duymuştu. Kenan
içeri girip herkesin bakışları altında yanına oturunca durumu anlatmak
zorunda olduğunu anladı. Kenan’ın ona anlattıklarını basitleştirip
özetleyerek anlattı. Apartmandakilerin güvenirliğini kazandığından
apartman sakinleri ona inanmakta zorlanmadı.
“Apartmandan bir çıkış bulamadığımıza göre ne yapacağız?” diye
sordu Özgür.
“Serkan, sen bizi buradan çıkaramaz mısın?” diye sordu Melis,
elini bir an bile bırakmak istemediği sevgilisine. Bunu sessizce
söylemişti.
“Bilmiyorum,” dedi Serkan. “Daha karşımdakinin ne olduğunu
bilmiyorum.”
“Tamam da hiçbir şey yapmayacak mısın?”
“Bunun Şeytan’ın işi olduğundan şüpheleniyorum. Ve o da
aramızda olabilir.” Savaş’a bakıyordu. Melis de onun Savaş’a dik dik
baktığını fark etmişti.
“Eğer oysa neden emin olamıyorsun?”
“Onu da bilmiyorum. Ama o adamda bir tuhaflık var. Edgar da çok
sessizleşti nedense. Yaşlı adama baksana. Demin bağırıp çağıran adam
süt dökmüş kedi gibi oturuyor.”
Melis cevap vermedi. Eczanedeki konuşmalara döndü. Özgür’ün
sorusu konuşuluyordu.
“Tamam,” dedi Halil. “Selim’in dediğini yapacağız. Ama kazı
aletlerini nerden bulacağız?”

384
Gökcan Şahin

“Bende iyi bir alet kutusu var,” dedi Selim. “Matkap da var ama
malum elektrik yok.”
“Jeneratöre bağlayabiliriz aslında,” dedi Gizem.
“Đyi fikir.”
“Ne yapacakmışız?” diye sordu Melis, yanında oturan Tuğçe’ye.
Konuşmanın başını kaçırmıştı.
“Duvarı kazacaklarmış. Belki çıkabiliriz diye…”
“Hımm, anladım.”

***

Kulakları sağır eden bir sesle çalışan matkap, eczanenin kapısını


tıkayan karanlığı delmeye çalışıyordu. Duvardan önce bu karanlığı
delmeye çalışmanın daha uygun olacağı düşünülmüştü. Matkap inledi,
bağırdı, çağırdı, kıvılcımlar çıkardı; ama delemedi. Selim çok zorlayınca,
çok kaliteli olmasına rağmen uç kısmı kırıldı.
“I-ıh… Delinmiyor. Çok sert. Duvarı denememiz gerekecek,” dedi.
Matkabın ucunu değiştirdi ve duvarı delmeye başladı. On dakika sonra
duvar delik deşikti. Birkaç çekiç darbesiyle diğer yana ulaşıldı. Ama
sonuç hüsran oldu. Karanlık madde camları olduğu gibi, duvarları da
kaplamıştı. Duvarın bittiği yerde o sert ve ne olduğu anlaşılamayan
madde başlıyordu.
“Ve son umut da tükendi,” dedi Özgür, herkesin duygularını
özetleyerek. Sonra bir sandalyeye çöktü. Gizem de yanına oturunca artık
bazı şeyleri ertelemenin gereksiz olduğunu düşündü.
“Gizem, senle biraz özel konuşabilir miyiz?”

385
Karanlık ve Aydınlık

“Elbette.”
Aralarındaki sonraki diyalog apartman boşluğunda geçiyordu.
“Gizem, biliyorsun burada mahsur kaldık ve artık kurtulmak çok
zor görünüyor.”
Sarışın güzel kız, başını üzgünce salladı. Ama mavi gözlerini
Özgür’den ayırmadı. Özgür bundan cesaret alarak elini tuttu.
“Belki normalde olsa asla söyleyemeyeceğim veya söylemeden
önce defalarca kez düşüneceğim bir şey ama…” Durakladı. Derin bir
nefes aldı.
“Senden hoşlanıyorum Gizem. Ve belki de şu son saatlerimizi
bunu senden gizlemeden geçirmek istedim. Şu anda çıkma teklifi yapmak
çok anlamsız olur, zaten bunu yapmayacağım. Bir cevap falan da
beklemiyorum. Sadece bana şu en umutsuz olduğum anlarda bu güzel
duyguyu yaşattığın için teşekkür ediyorum.” Sonra güldü.
“Biliyor musun…” diye devam etti. “Şu yirmi altı yıllık ömrümde
hiç böyle cümleler kurmadım. Tüm ailem Gölcük depreminde öldüler ve
o günden beri bu kadar kelimeyi de üst üste sıralamış değilim. Tamamen
yalnız, aciz, hayatını kaçak dövüşlerle kazanan, sevgiyi unutmuş bir
insandım. Kimseye de âşık olmuş değildim. Aşk nedir bilmiyordum yani.
Ama şimdi tattım bu duyguyu. Ve tatmadan ölmemiş olacağım. Bunun
için çok mutluyum.”
“Tamam,” dedi Gizem. “Ben de birkaç cümle söyleyeyim öyleyse.
Ben daha on yaşındayken babam öldü. Annem daha babam öleli bir yıl
olmadan başka bir adamla evlendi. Adam görünüşte çok iyiydi. Bize de
çok iyi davranıyordu. Kendi halinde, sakin, işine gidip gelen bir adamdı.
Ama bir gün onun gerçek yüzünü gördüm. Annemin evde olmadığı bir

386
Gökcan Şahin

gün beni yanına çağırdı ve…” Gizem birden ağlamaya ve hıçkırmaya


başladı. “O pis elleriyle beni… sevmeye… okşamaya başladı. Sonra
zorla…”
Özgür Gizem’in gözyaşlarına ortak olarak onu kendine çekti.
Gizem karşı koymadan başını bu güçlü erkeğin göğsüne yasladı.
“Şşş,” dedi Özgür. “Tamam, geçti artık. Her erkek öyle değil. Evet,
ben de çok gördüm o şerefsizlerden… Ama herkes öyle değil.”
“Hiçbir erkeği sevmedim. Bugün seninle tanışana kadar…”
Özgür gülümseyerek Gizem’in gözyaşlarını sildi. “Seni
seviyorum,” dedi.
“Seni seviyorum,” diye karşılık verdi Gizem. Dudakları aralandı,
yaklaştı ve birleşti. Eczane kapısı açılmasaydı, sonsuza kadar öyle
kalmaya razıydılar.

387
BÖLÜM - 3

SAVAŞ

“Vay vay vay… Genç âşıklar ne yapıyorlarmış burada…” dedi


Savaş. Sinsice gülüyordu. Ama içi öfkeyle dolup taşıyordu. Çünkü
sevginin, aşkın en büyük düşmanıydı o.
(Đki kişiyi birden avlayabilir misin?)
(Evet, efendim. Benim için çocuk oyuncağı.)
“Şey biz...”
“Onu bunu boş verin de, bir yukarı gelin benle. Biraz işimiz var.
Bakmayın öyle boş boş. Hadi hareket biraz. Yukarıdan bir sandık
indireceğiz.”
“Sandık mı?” dedi Gizem.
“Bizim evde kazma kürek dolu bir sandık var. Ev sahibi bırakmıştı.
Evde kalmasının sorun olmadığını söylemiştik. Şimdi işe yarayacak.
Tünel kazacağız dışarı çıkmak için. Hadi hadi gelin. Biz Özgür’le sandığı
taşırken sen el fenerini tutarsın Gizem.”
Kalpleri hâlâ gümbür gümbür atan gençler el ele Savaş’ın arkasına
takıldılar. Akıllarında en ufak bir kötülük yoktu. Mutluluktan uçuyorlardı
ve bunu hiçbir olumsuz düşüncenin bozmasına izin vermeyeceklerdi.
Gökcan Şahin

Kapana kısıldıkları apartmanı bile unutmuş gibiydiler. Özgür Gizem’le


pembe panjurlu bir evde yaşamanın hayalini kuruyor, o sıcacık yuvada
yetiştireceği çocuklarını düşünüyordu.
(8. daireye gidiyoruz, hazır ol.)
(Emredersiniz efendim.)
Şeytan özel bir telekinezi gücüyle üzerinde ‘8’ yazan çelik kapıyı
açtı. Đki sevgili içeri girerken üzerlerinden bir yarasanın da girdiğinin
farkında değillerdi. Şeytan onları yatak odasına götürdü. Salonda Önder
adlı bir gencin cesedi olduğunu biliyordu. Neden öldüğünü sezemese de
ölüme karşı duyarlıydı. Özgür odaya girip Gizem’in tuttuğu fenerin
ışığında şöyle bir baktı, “Nerede sandık?” diye sordu. Savaş’ın cevabını
beklerken yukarıdan bir siluet indi ve Özgür’ün hemen arkasında
biçimlenip insana dönüştü.
Vampir dişlerini Özgür’ün boynuna geçirmek üzereyken, Gizem
bunu görüp çığlık attı. Gizem’in çığlığıyla arkasını dönen Özgür kızıl
gözlü, sivri dişli, takım elbiseli vampirle karşı karşıya geldi. Paniğe
kapılmak yerine dövüşçü içgüdüsüyle suratına sert bir yumruk indirdi.
Sivri dişlerinden biri kırılan vampir sendeledi. Ağzından kanlar fışkırdı.
Özgür duraksamadı, karnına tekmesini yapıştırdı. Bayıltıcı vuruşunu
gerçekleştirecekken arkasından çok güçlü bir şey tarafından çekildi.
Boynundan yakalanmıştı. Sol kolu arkaya doğru büküldü. “Rahat dur,”
diye fısıldadı biri kulağına. “Sana zarar vermek istemiyorum.” Bu
Savaş’tı.
“Şerefsiz!”
Gizem cesaretini toplayıp Savaş’ın üzerine atıldı ama bir kol
darbesiyle yere yıkıldı. Yüzü kan içindeki vampirin doğrulup kendine

389
Karanlık ve Aydınlık

yaklaştığını gördü. Vampir, şimdilik Gizem’i halletmeyi düşünüyordu.


Hazır Özgür Şeytan’ın kollarında tutsakken…
“Bırak onu orospu çocuğu!” diye çığlık attı Özgür. “Dokunma ona!
Ona bir zarar verirsen gebertirim lan seni, piç!”
Vampirin onu dinlediği yoktu. Gizem’in üzerine eğilmiş, boynunu
kokluyordu. Gizem gözlerini kapatıp, tiksinti dolu bir ifadeyle bekledi.
Tinercilerden birinin onu tutsak aldığı günü hatırladı. O an da benzer
şeyler hissetmişti, ama hiçbir şey yapamamıştı. Şimdi yapacaktı.
Yapmalıydı! Vampirin dişlerini tenine değdirdiğini hissettiği an bağırarak
ayağa fırladı. Tahmin ettiği gibi bu hareket şaşırttı vampiri.
“Bırak lan beni!” dedi Özgür Savaş’ın kollarında çırpınırken.
Gizem daha fazla dayanamazdı. Onu kurtarmalıydı. Dişlerini sıktı. Sağ
ayağının topuğuyla Savaş’ın dizini hedef aldı ve tüm gücüyle vurdu.
Savaş kolunu az da olsa gevşetti. Özgür’ün beklediği fırsat buydu.
Bükülmüş kolunu kurtardı ve dirseğini adamın suratına gömdü. Kendi
etrafında aniden döndü ve havaya zıplayarak tekmesini boynuna
yapıştırdı. Savaş geriledi. Gözleri kızıllaştı. Özgür Savaş’ın da vampir
olduğunu düşündü. Pek şaşırmadı.
Özgür hemen Gizem’i ısırmaya çalışan vampire koştu. Takım
elbisesinin arkasından yakalayıp, dizlerine arkadan tekme atarak yere
yıktı. Gizem’i kolundan tuttuğu gibi kapıya koştu.
“Dur insan!” dedi tuhaf bir şekilde yankılanan kalın bir ses. Özgür
elbette durmadı. Bu evden kurtulacak, aşağı inip diğerlerini bu iblislere
karşı uyaracaktı. Kenan’ın söz ettiği vampiri bulmuştu ve herkes
tehlikedeydi.

390
Gökcan Şahin

Ama gözünün önünde beliren kırmızı zerrecikler onu engelledi.


Kapının eşiğinde birleşip Savaş’ın bedenine dönüştüler.
“Nesin sen? Ne istiyorsun?” dedi Gizem, gözleri dolmuştu.
Buradan kurtulursa saatlerce ağlayabileceğini düşündü.
“Đnsanların bunu sormasını seviyorum. Binlerce kez söyledim, bir
kez de size söyleyeyim. Ben Allah’ın kovduğu meleğim. Ben ateşten
yaratılmış olanım. Sizin deyimimizle Şeytan’ım.”
Özgür ve Gizem onu dinlerken arkalarından yaklaşan vampiri fark
edememişlerdi. Gizem’in aniden inlemesi ve kollarından çekilmesiyle
vampirin sevgilisini ısırdığını anladı Özgür. Vampirin kanlı ağzına
hayatının en güçlü yumruğunu attı. Tüm dişlerini döktü. Sonra boynunu
tuttu ve iki kolunun arasına alıp çevirdi. Kemiklerin kıtırdamasıyla
vampir kendini yere bıraktı. Artık kimseyi ısıramayacaktı.
Gizem ise yere uzanmış, gözleri açık, hızlı hızlı nefes alıyordu.
“Gizem, canım, aşkım, iyi misin, kendine gel. Đyileşeceksin, seni
aşağı götüreceğim şimdi. Doktor Tuncay seni iyileştirecek bir şeyler
bulur. Hadi kendine gel.”
Gizem’in yutkunarak verdiği cevap Özgür için kıyametten beter
oldu: “Seni sevdim Özgür, ama o pembe panjurlu evi hiç göremeyeceğiz
galiba.”
Özgür bunun kendi hayali olduğunu sanıyordu. Gizem bunu
nereden bilebilirdi? Peki Özgür bu kıyamet noktasında bunun cevabını mı
düşünecekti yoksa birazdan kendisine de saldırabilecek Şeytan’ı mı alt
etmeye çalışacaktı? Belki de en iyisi ölüp gitmekti. Şu an ölmek her şeyi
bitirir, daha fazla üzülmesini engellerdi.

391
Karanlık ve Aydınlık

Gizem’in nefesi önce ağırlaştı, sonra tamamen durdu. Özgür


sevgilisinin gözlerini elleriyle kapadı.
“Vedalaşmanız bittiyse sıra sende,” dedi Şeytan yukarısından.
“Sen bittin piç!” dedi Özgür. Ayağa kalktı ve Şeytan’a tam boyun
hizasından ölümcül bir tekme attı. Şeytan daha tekme ona ulaşamadan
kırmızı toza dönüştü. Havada dolaştı, dolaştı ve birkaç metre ileride
tekrar vücuda geldi.
“Ben ölümsüzüm, bilmiyor musun? Hiç din kültürü kitabı
okumadın mı?”
“Ne istiyorsun? Beni öldürmek mi? Öldür o zaman. Öldür de bitsin
bu iş. Ama kaçma. Seninle savaşmadan ölmeyeceğim! Đster Şeytan ol,
ister tanrı.”
(Edgar, sekiz numaraya gel.)
(Peki efendim hemen.)
“Demek dövüşmek istiyorsun… Tamam. Başla bakalım.”
Şeytan tekrar kırmızı toza dönüştü, Özgür’ün hemen önünde
cisimleşti. Ama bu kez Savaş olarak değil. Alev desenli siyah bir tişört ve
siyah kot pantolonuyla, omzuna dökülen kapkara saçlarıyla, kaslı bedeni,
uzun boyuyla son zamanlarda en çok kullandığı bedeniyle…
Hemen saldırdı Özgür. Sımsıkı sağ yumruğu Şeytan’ın suratını
bulmak için harekete geçti, ama Şeytan tarafından kolayca ekarte edildi.
Şeytan Özgür’ün öfkeyle tüm dikkatini yumruğuna vermesi ve kendini
korumayı unutmasından yararlanarak sol yanına tekme savurdu.
Böbreklerine gelen tekme her ne kadar canını yaksa da pes etmeyecekti
Özgür. Bundan çok daha güçlü tekmeler yemişti.

392
Gökcan Şahin

Đki kez hafifçe yerinde zıpladı ve gardını aldı. Şeytan’a bir adım
yaklaştı ve üstten yumruk atarmış gibi yaparak eğilip tüm gücüyle çelme
takmaya çalıştı. Şeytan bunu önceden sezmiş gibi zıpladı ve deri
ayakkabısını Özgür’ün yüzüne geçirdi. Özgür burnunun kırıldığını
hissetti. Oluk oluk kan boşaldı. Öfkeyle dudaklarından içeri süzülmeye
çalışan kanı tükürdü. Bir darbe daha almamak için geriye kaykılıp ayağa
kalktı. Sol eliyle burnunun önündeki kanları sildi. Şeytan pis pis
gülüyordu. Çok sakindi. Bu Özgür’ü daha da öfkelendirdi. Şimdiye
kadarki dövüşlerinin hepsinin bu günün provası olduğunu düşündü. Şimdi
mücadele etmeliydi. Çünkü ‘başka zaman’ olmayacaktı.
“Hadi gel,” dedi Şeytan yatak odasının kapısından çıkarak. Özgür
Şeytan’a uydu, peşinden gitti. Hole çıkana kadar attıkları yumruklar ve
tekmeler ikisine de etki etmedi. Şeytan onu dış kapının önüne çekti.
Özgür iki adımı hızla atıp havaya fırladı. Öne uzattığı sağ bacağıyla
Şeytan’ın suratına uçan tekmesini geçirmeye çalıştı. Şeytan yana kaydı,
darbeden kurtuldu; ama Özgür’ün yere iner inmez çelme takacağını
düşünemediği için gafil avlandı. Ayakları yerden kesildi. Özgür içinde
doğan zafer kıvılcımını, Şeytan havada parende atarak tekrar doğrulunca
kaybetti.
Hayır, umudunu yitirmemeliydi. Bu dövüşün zor olacağı belli değil
miydi? Tek gereken sabırdı. Şeytan’ın da bir zayıf noktası olmalıydı.
Madem klasik dövüş yöntemleri işlemiyordu, o zayıf noktayı bulmaya
çalışmalıydı.
(Nerede kaldın?)
(Şimdi çıktım eczaneden. Geliyorum.)

393
Karanlık ve Aydınlık

Özgür yine saldırdı. Bu kez hayalarını hedef aldı. Yüzüne


yönelttiği sağ yumruğuyla onu oyalamaya çalışırken sol yumruğu
hayalarını buldu. Darbeyi yiyen Şeytan öne eğildi. Ama bu sadece
Özgür’ü yanıltmaya yönelik bir hareketti. Özgür bir saniyeliğine
gevşeyince Şeytan’ın aniden gelen tekmesini dizine yedi ve dayanılmaz
bir acı içinde yere çöktü. Şeytan o anda onun işini bitirebilirdi, ama geri
çekilmeyi yeğledi.
“Demek ki bazen savaşmak işe yaramıyor, değil mi Özgür?” dedi.
Özgür tekrar ayağa kalktı ama dizine tekme gelen sol bacağının
üzerinde yürümekte zorlanıyordu. Bu halde deminki gibi uçan tekmeler
atması hayaldi. Ne yapacağını düşünürken, kapı çaldı. Şeytan, iki adım
ötesindeki kapıyı açtı. Đçeri Şeytan’dan daha uzun saçlı bir adam girdi.
Elinde bir ışıldak vardı. Edgar’dı bu. Onu görünce bir anda müthiş
rahatladı Özgür.
“Hemen aşağı koş,” diye bağırdı Özgür. “Savaş’ın Şeytan
olduğunu söyle herkese. Şeytan’ın ta kendisi.”
Edgar onu duymamış gibi kapıyı çekti.
“Gelme buraya, aşağı in, duymuyor musun?
“Gel Edgar, ilk avın Özgür olacak. Böylece ilk kanını içmiş gerçek
bir vampir olacaksın,” dedi Şeytan.
“Hey, ne oluyor burada? Edgar?”
Özgür Edgar’ın üstüne geldiğini görüyordu, ama onun da bir
vampir olduğuna inanamıyordu. Yoksa başkaları da mı vampirdi? Olabilir
miydi? Bir vampir tarafından ısırılan insanın da vampir olacağını
hatırladı. Lanet etti içinden. Gizem’i düşündü önce. Sonra ısırılırsa
kendisinin de vampire dönüşeceğini… Edgar’a uzak durmasını söyledi.

394
Gökcan Şahin

Sözü dinlenmeyince onunla kavga etmeye hazırlandı. Ama etrafında kızıl


zerreler dolaşıyordu. Şeytan onun görüşünü kapatmak için kızıl zerreler
haline getirmişti kendisini. Edgar’ı hiç göremiyordu. Kendini korumak
zorundaydı ama nasıl?

“Tüm dairelerdeki yiyecek ve suyu dikkate alırsak hepimize birkaç


ay yetecek yiyeceğimiz, üç hafta yetecek kadar da suyumuz var,” dedi
Halil eczanede toplananlara. “Ama havanın şimdiden ağırlaşmaya
başladığını fark etmişsinizdir. Yaklaşık altı saattir mahsur kaldık ve hava
ağırlaştı. Yani içeri hava girmediği için yakın bir zamanda havasız
kalabiliriz. Bu zamanın bir veya iki günden fazla olduğunu
düşünmüyorum maalesef. Gerçi ölenlerin artık nefes almayacağını
varsayar ve karanlıkta oksijeni tüketen tüm bitkileri buraya getirip ışıkta
oksijen üretmelerini sağlarsak bu süreyi biraz daha uzatabiliriz, ama her
halükarda buradan bir an önce kurtulmalıyız.”
Bunu herkes kabul ediyordu, ama ne yapılabilirdi?
“Baba, bence bodruma bakalım. Hatta bodrumun tabanını kazalım,
belki bir tünel açarız,” dedi Tuğrul.
“Aslında denemekte fayda var,” dedi Selim. “Bodrumda kazma
kürek vardı. Benim matkabı da işe yaradığı ölçüde kullanırız.”
“Ulan kedi olalı bir fare tuttun,” dedi Halil oğluna. Az önce aynı
fikrin Şeytan’ın da aklına geldiğini ve bu fikirle Özgür ve Gizem’i tuzağa
düşürdüğünü bilmiyordu. “Sırayla kazmaya başlarız, kazarken çıkış var

395
Karanlık ve Aydınlık

mı yok mu belli olur zaten. Tuğçe, kızım, evden bodrumun anahtarlarını


getir bir zahmet.”
“Tamam, baba,” dedi Tuğçe. Babasından anahtarı aldı ve o gün
defalarca kullanılan eczane kapısına gitti.

Özgür ve Gizem eczaneye döndüklerinde kimse onlara nerede


olduklarını sormadı. Kimse onlardaki tuhaflığı fark etmedi. Selim, Halil
ve Ahmet’ten oluşan kazı ekibi bodrumda çalışıyorlardı ve eczanede
kadınlar çoğunluktaydı.
Özgür donuk bir sesle sordu:
“Herkes nerede?”
Serkan kazı planını kısaca aktardı. O sırada Savaş ve Edgar
geldiler.
“Neredeydiniz beyler?” diye sordu Serkan.
“Tavan arasını kontrol ettik. Bir çıkış bulur gibi olduk ama
değilmiş. Hiçbir sonuç alamadığımız gibi pislik içinde kaldık. Diğerleri
nerde?”
“Bodrumdalar, tünel kazıyorlar sanırım. Siz de yardıma gidin
isterseniz.”
“Doğru, gidelim,” dedi Savaş ama o anda kapı açıldı ve Halil içeri
girdi. Başını iki yana salladı.
“Maalesef… Aşağıdan da çıkış yok. Daha on beş santim kazmadan
o kara duvar çıktı karşımıza.”

396
Gökcan Şahin

Derin ve umutsuz bir sessizlik oldu. Yeliz Görkem’i öptü. Yıldırım


denileni anlamış gibi umutsuzca bir kez havladı. Tuğçe annesine yaslanıp
ağlamaya başladı. Apartmandaki son ümit kırıntıları da tükendi. Çıkış
yoktu.
Serkan kendi gücünün bir işe yarayıp yaramayacağını düşünüyordu
ki Savaş yanına sokuldu.
“Serkan, senle biraz konuşalım mı? Dışarıda… Özel…”
“Ne hakkında?”
“Buradan kurtulma konusunda…”
“Ne konuşuyorsunuz beyler?” diye araya girdi Melis.
“Serkan’la özel konuşmak istiyorum da… Bir konu hakkında…”
Melis Serkan’a sandalyeyi süreyim mi, der gibi baktı. Savaş ayağa
kalkıp sandalyenin kollarını kavramıştı bile.
“Peki, neymiş bakalım özel olan…” dedi Serkan ve Savaş’ın onu
eczanenin dışına çıkarmasına izin verdi.

“Söyle bakalım Şeytan, yine ne istiyorsun?”


“Demek anladın…”
“Zor oldu doğrusu.”
“Kılık değiştirmede ustayım.”
“Neden hapsettin bizi buraya? Tamam, düşmanın benim, ama
bunca kişinin ne suçu var?”
“Ben değilim Serkan!”

397
Karanlık ve Aydınlık

“Ne demek ben değilim?”


“Bizi buraya ben hapsetmedim. Hatta gördüğün gibi ben de burada
hapis kaldım ve nedenini hâlâ çözemedim.”
“Sana neden inanayım?”
“Neden yalan söyleyeyim.”
“Adın yeter.”
“Bırakalım bu laf oyunlarını Serkan. Ben değilim diyorum.”
“Peki, diyelim sen değilsin. Ne işin var burada?”
“Av peşindeydim.”
“Bula bula benim olduğum apartmanı mı buldun?”
“Tamam, açık konuşayım. Seni öldürtmeye geldim. O adamları
ben saldım üstünüze. Sırf seni öldürsünler diye.”
“Tahmin etmiştim. Senden başka düşmanım yok zaten. Peki neden
beni öldürmelerini engelledin?”
“Çünkü burada hapis kaldığımı fark ettim.”
“Ne alaka?”
“Kendi gücümle çıkamadım. Daha fazla güce ihtiyacım vardı. Yani
senin yardımına.”
“Peki niye bunları şimdi söylüyorsun?”
“Sana karşı daha güçlü duruma geçmeyi bekledim.”
“Nasıl yani?”
“Đçeride kaçak bir vampir olduğunu biliyorsun. Onun sayesinde
apartmandakileri vampire çevirmeye başladım. Yani kendi tarafıma
çektim.”
“Neden?”
“Sana karşı daha güçlü olmak için.”

398
Gökcan Şahin

“Tek sebep bu mu?”


“Ben her yerde kötüyüm. Sadece kötülük olsun diye de
yapabilirdim bunu.”
“Şerefsizin tekisin!”
“Öyleyim.”
“Başarabildin mi bari?”
“Hem de nasıl! Şu anda içeride av partisi var.”
“Ne?”
“Belki adamlarım son bir iki avı gerçekleştiriyorlardır.”
Bu sakin diyalog sona erdi. Serkan büyük bir sabırla Şeytan’ı
dinlemişti, ama artık sabırlı olmayacaktı. Gözlerinden, beyninden,
kalbinden, ruhundan, düşüncelerinden, her zerresinden gelen mavi gücü
açığa çıkardı. Masmavi parıldayan gözler ve mavi bir haleyle çevrilmiş
vücuduyla ayağa kalktı. Eczane kapısını açmaya kalktı. Kapı kor haline
gelmiş gibi kızardı ve açılmayı reddetti. Serkan arkasına döndü ve lav
kırmızısı gözleri, alevlerle çevrili tişörtüyle Şeytan’a baktı. Şeytan elini
kapıya doğru uzatmıştı ve kapıyı bırakmaya niyeti yoktu. Serkan öfkeyle
kapıya döndü. Mavi gücünü kullandı. Kapı tuzla buz oldu. Şeytan
direnememişti. Đçeriye girdi ve korkunç manzaraya şahit oldu mavi-adam.
Görkem kapının hemen yanında köpeğine sarılmış ağlıyordu.
Vampirlerin saldırısına uğramamış gibi görünüyordu. Ama diğerleri için
aynı şey söylenemezdi. Koltuklarda, sandalyelerde bembeyaz tenleriyle
baygın yatan insanlar vardı. Selim ve Yeliz yan yana ölmüşlerdi. Halil
yanında Rana’yla yerde boylu boyunca uzanmıştı. Özgür ağzında
Tuğçe’nin kanlarıyla doğruldu ve boynunu kıtlattı. Gizem Tuğrul’un

399
Karanlık ve Aydınlık

sivilceli boynundan hiç iğrenmemişti. Sağ tarafında ise Ahmet, Melis’in


üzerine eğilmişti. Melis son çığlığını atıyordu.
Serkan bunu görmemeliydi. Şeytan bunu yapmamalıydı. Ahmet
denen şerefsiz Melis’in kanına saldırmamalıydı. Ama olmuştu. Ve Serkan
kendi gözlerinin saçtığı mavilik nedeniyle etrafı bir an göremez oldu.
Sonra bir boğa gibi nefes aldı. Ahmet’in yanında bitti. Adamı tek koluyla
kaldırdı. Kıpkırmızı gözlere ve kanlı sivri dişlere baktı. Đğrendi, tiksindi,
nefret etti. Tek bir mavi darbeyle Ahmet’i atomlarına ayırdı. Atomlar
uçucu gazlar gibi havaya karışıp yok oldular.
Sonra Melis’e baktı. Boynundaki deliklerden incecik kan
sızıyordu. Nabzı yoktu. Gözleri sönmüş, vücut ısısı gitmişti. Serkan da
Melis’le birlikte öldüğünü hissetti. Gözlerinin maviliğinden, elmas
berraklığında bir gözyaşı dökülüp Melis’in yanağını buldu. Serkan’ın son
öpücüğü oldu bu.
Doğruldu, sol tarafında annesini gördü. Ona koştu. O da ölmüştü.
Diğerlerine baktı. Hepsi gitmişti. Hepsi… Küçücük bir dikkatsizliği
sebep olmuştu bunlara… Şeytan’la yapmaya kalktığı küçücük bir sohbet.
Şeytan’ın tuzağına bu kez fena halde düşmüştü. Belli ki kapıya bir tür
büyü yapmış, içerideki kargaşayı duymasını engellemişti şerefsiz.
Beynindeki kaos az da olsa yatışınca düşmanlarını fark etti.
Şeytan’ın etrafında toplanmış Özgür, Edgar ve Gizem kızıl gözleriyle
Serkan’ı süzüyorlardı.
“Şimdi!” diye kükredi Şeytan. “Dediğimi yapacaksın Serkan. Çok
güçsüzsün. Her şeyini tükettin. Ama buradan kurtulacağız. Đkimiz
güçlerimizi birleştirip…”

400
Gökcan Şahin

“Biliyordun değil mi? Seni buraya hapsetmeyi başarmışken,


buradaki insanları öldürmek pahasına bile olsa seni buradan
çıkarmayacağımı biliyordun. O yüzden yaptın bunları. Beni güçsüz
düşürüp dediğini kabul etmem için. Ama yapmayacağım. Dünyayı senden
kurtarmışken bir daha seni başlarına bela etmeyeceğim. Böylece iddiayı
da kaybettin ha! Kıyamete kadar herkesi kendi etrafında
toplayamayacaksın. Şimdi, ya ben seni yok edeceğim, ya sen beni yok
edeceksin. Đki halde de ikimiz de çıkamayacağız buradan.”
“Bu inadın nedir Serkan? Nerden çıktın karşıma? Neden engel
oluyorsun bana? Hiçbir şeye bulaşmadan, her insan gibi yaşayıp bir süre
sonra ölüp gitmek varken, neden yapıyorsun bunu?”
“Belki benim de iddiam budur iblis! Senin Azazil’ken Şeytan’a
dönüşmen gibi ben de Serkan’ken Şeytan Avcısı’na dönüşmüşümdür.
Belki bu da benim kaderimdir.”
Bu sırada sandalyelerde kıpırdanmalar başladı. Isırılan apartman
halkı vampirleşmeye başlamıştı.
“Peki ne yapacaksın bay avcı? Şu yarım kalmış gücünle onca
düşmana karşı mı savaşacaksın? Üstelik hepsini çok seviyordun ve
duygusal olarak da onları öldürmek istemeyeceksin. Ufacık bir
tereddüdün bile işini bitirir. Ve senin gücünü rahat rahat emer, buradan
çıkarım.”
Sandalyelerde uyuyan vampirler ayaklandı. Hepsi birden kızıl
gözleri ve sivrilmiş dişleriyle Serkan’ın etrafını çevirdiler. Serkan belki
de yıllardır ilk kez gerçekten korkuyordu. Çünkü Şeytan her ne kadar
yalancıların piri de olsa bu kez haklıydı. On tane vampiri yok etse bile on
birincide gücü tükenecekti.

401
Karanlık ve Aydınlık

Mavi şeytanlarını çağırmak isterdi, ama bunu önceden de


denemişti ve gelemiyorlardı. Şeytan’ın da kendi şeytanlarını
çağıramadığını biliyordu Serkan.
Ne yapacaktı? Şu küçük çocuk ve korkmuş bir köpekten başka
yandaşı yokken… Kapının yanındaki Görkem hıçkırıklarla ağlıyordu.
Anne babasını kaybettiği için miydi bu hıçkırıklar, yoksa korku
filmlerinin vazgeçilmezi olan vampirleri canlı görmenin korkusundan
mıydı, bilmiyordu Serkan. Yıldırım, Görkem’i teselli etmek istercesine
yalıyordu yüzünü. Ama o da korku doluydu aslında. Hafif hafif
inlemelerinden belliydi bu.
Bir dakika, gerçekten öyle miydi? Başka kimse yok muydu?
Bunun cevabını düşünmesine gerek kalmadan aldı Serkan.
Eczanenin açık kalmış kapısında iki kızıl göz belirdi. Şeytan’ın ve
yanındaki vampirlerin sırtı kapıya dönük olduğundan onu fark etmediler
bile.
Kızıl gözler, eczanenin aydınlığına girdiğinde, Serkan o gözlerin
sahibini tanıdı. Kenan Ali’ydi bu. Bu kargaşada onu tamamen unutmuştu.
Belli ki onu unutan sadece kendisi değildi.
Kenan Şeytan’ın iki yanındaki iki vampiri, yani Özgür ile Edgar’ı
omuzlarından tutup arkaya çekti. Onlar ne olduğunu bile anlamadan
ellerinden gelen tuhaf bir ışıkla ikisinin de omuzlarını asit değmiş gibi
eritti. Tuhaf çığlıklar atarak çırpınmaya başladılar. Yarasaya dönüşmeye
çalışıyor ama başaramıyorlardı. Kenan ellerini, boyunlarına kaydırdı ve
ikisinin de boynunu yakıcı elleriyle eritti. Sonunda başları yere düştü.
Kenan ellerini çekince, bedenleri de yere yığıldı.

402
Gökcan Şahin

Şeytan durumu fark edip arkasını henüz dönmüştü ki, Yıldırım


tarafından paçasından ısırıldı. Diğer vampirler bir anda Serkan’a
saldırmaya başladılar. Görkem babasının yanına koşup silahını aldı ve
şaşılacak bir beceriyle vampirleşmiş babasını kafasından vurdu. Silahın
geri tepmesi kolunu acıtsa da bırakmadı. Silahı annesine çevirdi, hiçbir
acıma belirtisi göstermeden onun da boynunu hedef aldı. O anda
eczanenin arka kapısından sendeleyerek Doktor Tuncay çıktı. Elinde koca
bir bıçak vardı. En yakınındaki vampirin boğazını hırsla kesti. Serkan son
mavi gücünü harcayarak iki vampiri yok etti.
Şeytan Yıldırım’ı olağanüstü bir güçle tekmelemeye çalıştı, ama
kurtulmayı başaramayınca kendini kırmızı dumana dönüştürüp köpeğin
içine girdi. Köpek hırıldadı, gözleri kızardı, kulaklarından ve vücudunun
her yerinden kanlar sızdı ve içinde bomba varmış gibi patladı.
Görkem köpeğinin patladığını görür görmez camları patlatmaya
yetecek kadar tiz bir çığlıkla tepkisini gösterdi.
Kızıl tozlar tekrar Serkan’ın yanında vücuda geldi. Serkan’ın mavi
gözleriyle, Şeytan’ın kırmızı gözleri birbirine dikildi.
“Pes et,” dedi iblis.
“Görüyorsun, o kadar güçsüz değilim.”
“Güçsüzsün. Şimdi pes et ve diğerlerinin canını bağışlayayım.”
“Dediğim gibi buradan kurtuluşun yok!”
“Göreceğiz.”
“Göreceksin tabii!” dedi arkadan bir ses ve Şeytan’ın boynundan
tutup kendine çekti. Kenan’dı bu. Serkan’ın anlayamadığı bir şekilde
tuhaf bir güce sahip olmuştu ve bu güç Şeytan’ı bile zorlayacak gibiydi.

403
Karanlık ve Aydınlık

Kenan’ın elleri boynuna değer değmez Şeytan’ın acı duyduğunu


gözlerinde gördü Serkan.
“Tutuyorum Serkan, işini bitir şunun!”
Şaşılacak şeydi, ama cidden tutuyordu. Şeytan kurtulmaya
çalışıyordu ama başaramıyordu. O meşhur toza dönüşme numarasını bile
yapamıyordu.
“Çabuk ol Serkan!”
Serkan dalgınlığından uyandı. Arkasından saldıran Tuğçe’nin
bedenindeki vampirden kurtuldu ve tüm mavi gücünü toplamaya çalıştı.
Kenan vampirlerden birinin daha Serkan’a saldırmaya kalktığını
gördü.
“Doktor! Serkan’ı koru!”
Tuncay bir saniye bile zamanının olmadığını görünce elindeki
bıçağı hiç düşünmeden vampire fırlattı. Bıçak vampire saplansaydı buna
kendi bile şaşıracaktı, ama saplanmadı. Ama işe yaradı. Vampirin dikkati
dağıldı. Tuncay, Görkem’in elinden Selim’in silahını kapıp vampiri delik
deşik etti. Bu vampir, bir zamanlar apartmanın yöneticisi olan Halil’di.
Serkan tüm dikkatini gücünü toplamaya vermişti. Kenan ise çok
güçlü olan Şeytan’ı tutmakta zorlanıyordu. Elleri yanmaya başlamıştı.
Hatta bakınca ellerinin kıpkırmızı olduğunu fark etmişti. Kaynar su
dökülmüş gibiydi elleri. Bir saniye sonra şişmeye ve su toplamaya
başladılar. Dayanılmaz bir acı Kenan’ın gözlerini yaşarttı. Yanıyordu.
Serkan daha fazla enerjisi olmadığından emin olana kadar tüm
gücünü gözlerine verdi. Şeytan’ın gözlerine odaklandı ve gücünü serbest
bıraktı.

404
Gökcan Şahin

O an dünya maviliğe esir oldu, saatler durdu, ışıklar söndü,


Serkan’ın tüm gücü Şeytan’ın gözlerinden girdi, binlerce yıldır yanan
ateşini söndürdü. Ateş dumana döndü. Duman dağıldı ve sonsuza kadar
yok oldu. Şeytan iddiayı kaybetti, Serkan kazandı.

405
ÜÇÜNCÜ KISIM

ÖLÜM
BÖLÜM - 1

KİTAP

Kollarını bir daha kullanamayacaktı Kenan. Etine kadar, kemiğine


kadar yanmıştı. Dirseğine kadar iskeletten farkı yoktu. Dirseğiyle omzu
arasında yanıklar gittikçe azalıyordu, ama Kenan oraları da
hissetmiyordu.
Tuncay, bu dehşet verici görüntü karşısında yapacak hiçbir şey
olmadığını biliyordu. Kolların omuzlardan kesilmesi kaçınılmazdı. Yoksa
kısa sürede Kenan’ın ölümüne sebep olabilirlerdi. Şu an böyle bir
operasyon imkânsız olduğuna göre Kenan’ı bu şartlar altında kurtarabilir
miydi bilmiyordu.
Tuncay’ın durumu da aslında pek iyi sayılmazdı. Vampirlere karşı
savaşırken bacağındaki yarayı tekrar kanatmıştı. Zaten çok kan
kaybetmişti ve şimdi kansızlıktan başı dönüyor, kendini her an
bayılacakmış gibi hissediyordu.
Serkan ise tüm mavi gücünü harcamış, hatta kendini tekerlekli
sandalyesine zor atmıştı. Hayatında bu kadar az enerjisi olduğu bir an
hatırlamıyordu. Nefes almak bile zor geliyordu.
Karanlık ve Aydınlık

Tuncay, eczanenin arka odasındaki yatakta ateşler içinde yatan ve


gözlerini bile açmakta zorlanan Kenan’a acıyarak baktı. “Beni öldürün,”
diyordu. “Zaten tüm isteğim buydu. Huzur içinde ölmek… Benim
görevim bitti. Şeytan da yok oldu. Öldürün beni artık!”
Bu cümleleri orada yattığı şu on dakikada defalarca tekrarlamıştı.
Ama ne Tuncay ne de Serkan onu bile bile ölüme gönderebilirdi.
“Ama durun!” dedi aniden. O kitabın sonunu görmeliyim.”
“Hangi kitabın?” dedi Serkan zor çıkan sesiyle.
“Kara Kaplı Kitap.”
“Ne?”
“Ondan öğrendim… Aslında yarı-vampir falan olmadığımı…
Aslında en güçlü vampir olduğumu… Orada yazıyordu, kara kaplı
kitapta.” Duraksadı, inledi, devam etti. “Merdivenlerden inerken ayağıma
takıldı. Bir anda belirdi sanki… Kapağı açıktı, beni oku dercesine. Aldım
elime. Hayatımı yazıyordu kitap. Doğumumdan başlayarak… Bilinmesi
imkânsız olan şeyleri bile anlatıyordu. Meraklandım, göz gezdirdim ve
aslında süper güçlü bir tür vampir olduğumu öğrendim. Saklamışlardı
benden. Hepsinden sakladıkları gibi. Tüm yarı-vampir dediklerinden.
Uyanmasınlar diye… Kullanmasını bilmediğim güçlerim varmış. Onları
bile yazıyordu. Öfkelendim. O vampiri bulup yok etmek için aşağı indim
ve sizi gördüm. Gücümü kullandım. Erittim vampirleri. Şeytan’ı bile
eritecektim az kalsın… Ama o güçlüydü. Olsun… Sonunu okuyamadım
kitabın. Merak ediyorum. Son isteğim olsun bu.”
“Öyle deme, ne son isteği?” dedi Tuncay. “Tamam, getireceğim
ben.”

408
Gökcan Şahin

Tuncay topallayarak odadan çıktı, eczanenin manzarasına şöyle bir


baktı. Görkem’i gördü. Onlar Şeytan’la uğraşırken Halil’in karısı Rana
tarafından ısırılmıştı, ama henüz çocuk olduğu için vampire dönüşmemiş,
doğrudan ölmüştü. En çok ona üzülüyordu Tuncay. Daha beş yaşında bile
olmayan küçücük bir çocuğun pisipisine ölümüne. Onu görünce ağlamak
istedi ama gözyaşlarını içine akıtıp üst katlara çıktı. Ölüm sessizliğindeki
merdivenleri tırmanıp yerde kara kaplı bir kitap aradı. Zorlanmadı, hemen
ikinci katta karşısına çıktı kitap. Sanki bulunmak istiyormuşçasına…
Kitaba şöyle bir bakacaktı ama el fenerinin pilinin bitmek üzere olduğunu
fark edip aceleyle eczaneye indi.
Tuhaf bir his vardı üzerinde. Bir ağırlık. Her şeyin bitmek üzere
olduğunu bilmek gibi bir his… Sonunda ne olacağı anlaşılan bir öykünün
veya romanın o pek de merak edilmeyen bitişine yaklaşmak gibi bir
şey… Kendi öyküsünün de nasıl biteceğini biliyor gibiydi. Önce Kenan
ölecekti. Sonra bir şekilde kendisi ve Serkan. Belki havasızlıktan, belki
açlıktan, belki intihar ederek. Bunların hepsi bilinen sondu. Hangisi
olursa olsun sürpriz olmayacaktı. Buradan kurtulmaları olasılığını ise hiç
düşünmüyordu artık. Ölüm gelmişti, ama onları almak için acele
etmiyordu. Ha, olur da kurtulurlarsa bu da sürpriz bir son sayılmazdı. Bir
sürü film, bir sürü roman vardı en umutsuz anda kurtuluş yolunun ortaya
çıktığı…
Kenan, Tuncay odaya girer girmez doğruldu, ellerini uzatmak
istedi, ama başaramadı. Artık kullanabileceği bir eli yoktu.
“Şey… Benim için…”
“Tamam, ben okurum,” dedi Tuncay bezgin bir sesle. Kitabın
kapağını açtı. “Nerde kalmıştın?” diye sordu Kenan’a.

409
Karanlık ve Aydınlık

“Sonunu oku. Zamanım kalmadı, sadece sonunu öğrenmek


istiyorum. Sadece son sayfa…”
Tuncay, kalın ve ciltli kitabın son sayfasını açtı. Tüm sayfa
doluydu.
O sırada Serkan’ın uyuduğunu fark etti. Sandalyesinde başını
önüne eğmiş hafif nefesler alarak uykuya dalmıştı. Başını kitaba çevirip
okumaya başladı.

“Kendi adını kitapta görünce şaşırdı Tuncay. O ana kadar kitabı


pek de merak etmemiş, sadece Kenan için alıp getirmişti. Aslında
Kenan’ın ateşler içinde saçmaladığını düşünmüştü. Ama kitabın son
sayfasının ilk paragrafını okurken artık böyle düşünmüyordu. Şimdi
kendisinin de delirmiş olabileceğini düşünüyordu. Aslında sesli
okuyacaktı son sayfayı ama buna cesaret edemedi. Đçinden takip etmeye
başladı. Kenan’ın sabırsız bakışları altında gözleri sonuna kadar açık bir
şekilde okudu satırları.”

Gözlerini kitaptan ayırmayı başardı Doktor. Gerçekten de gözleri


sonuna kadar açılmıştı. Kalbi güm güm atıyordu. Şu birkaç saat içinde
hayatının en olanaksız saatlerini geçirmiş olsa da buna şaşırmayı
başarabiliyordu. Hemen Serkan’ı dürttü.
“Neden okumuyorsun doktor?” diyordu Kenan. Gözlerinin kızıllığı
sönmekteydi. Gerçekten de ölüyordu.
Serkan sıçrayarak uyandı. “Melis!” sözcüğü çıktı ağzından. Sonra
kendine geldi.
“Serkan! Yine tuhaf bir şey var. Kenan’ın dediği kitap…”

410
Gökcan Şahin

“Ne olmuş kitaba?” Sesi uyumadan önceki haline göre daha iyiydi.
En azından yaşaması için gerekli enerjiyi toplamaya başlamıştı.
“Kenan kendi hayatını anlattığını söyledi, şimdi baktım sonuna,
benimle ilgili şeyler yazıyor. Bu kitapta bir şeytanlık var.”
Serkan kitabı eline aldı ve son sayfayı okumaya başladı.

“Serkan Melis’le birlikte bir uçurumdan aşağı atlarken uyandı


rüyasından. Karşısında Tuncay’ı görünce hem sevindi, hem de yüreğinde
dayanılmaz bir sızı hissetti. Bir an doktordan nefret etti, çünkü Melis’le
birlikte ölmesini engellemişti. Ama bu sanal öfke saniyeler sonra son
buldu. Tuncay’ın uzattığı kara kaplı kitabın son sayfasını…”

Kitabı yere fırlattı.


“Bunu yok edelim hemen,” dedi.
“Burada kapalı kalmamızın sebebi bu olabilir mi?” dedi Tuncay.
“Bilmiyorum, olabilir. Bir şekilde yok etmemiz lazım bunu.
Đçindeki kötülüğü hissedebiliyorum. Çok eski ve çok kötü bir şey bu.
Nedenini bilmiyorum ama öyle.”
“Okusanıza ya!” diye sayıkladı Kenan. Tekrar yatağa düşmüştü.
Artık mantıklı konuşması beklenemezdi. Ter içindeydi, yanıyordu. “Ne
yazıyormuş? Cennete mi gidecekmişim, cehenneme mi? Gerçi
cehennemde değil miyim? Evet evet, öyleyim. Ama bu son. Az kaldı.
Aydınlık!”

411
Karanlık ve Aydınlık

“Đyice kendini kaybetti,” dedi Tuncay.


“Sence ölümü yakın mı?”
Başını salladı doktor. “Kollarını kesseydik bir umut olabilirdi.
Ama o kanı durdurabilecek, o operasyonu yapabilecek hiçbir şeyimiz
yok.”
“Bence güçlü bir uyku ilacı verelim. Acısını hissetmesin.”
“Haklısın,” dedi doktor. Đçeri gidip bir şırınga ve kahverengi küçük
bir tüple geldi. Đlacı şırıngaya çekti ve Kenan’ın omzuna batırdı. Beş
dakika sonra uyumuştu Kenan. Nefesi çok zayıftı. Rüyasında mutlu bir
şeyler gördüğü, yüzünde oluşan gülümsemeden anlaşılıyordu.
Tuncay içeriden bir makas getirip kitabın sayfalarını paramparça
etti, metal çöp kocasına attı ve çakmakla yakarak yok oluşunu seyretti.
Kitap küle dönünce kutunun kapağını kapattı ve götürüp bodrum katın
merdivenlerinden aşağı yuvarladı. Topallayarak geri döndü.
“Đşte bu kadar,” dedi. “Şimdi, bakalım işe yaramış mı…”
Çıktı ve eczanenin sokağa açılan kapısını açtı. Eğer bu işe yararsa
deve keseceğim, diye düşündü. En pahalısından, diye ekledi arkasına.
Sonra kapıyı açtı. Bir serinlik bekliyordu, yüzüne çarpması için. Ama
olmadı. Karanlık engelde en ufak bir değişiklik yoktu. Küfür ederek
kapıyı çarptı. Zaten o sırada güneş doğmuş, hava aydınlık olmalıydı. Ne
diye umutlanmıştı ki…
Kötü haberi vermek üzere Serkan’ın yanına gitti. Girer girmez,
Serkan’ın Kenan’ın nabzına baktığını fark etti.
“Öldü,” dedi Serkan. “O da öldü. Sadece ikimiz kaldık.”
“Bu kez başaramadık be Serkan. Kitabı yok etmek de işe yaramadı.
Burada kısılıp kaldık. Bu kez olmadı.”

412
Gökcan Şahin

“Biliyor musun, şimdiye kadar hiç umutsuzluğa düşmemiştim.


Ama şu an umudun ‘u’su kalmadı. Ve umudu olmayan biri yaşayamaz.”
“Haklısın Serkan. Ben Selim’in silahını almaya gidiyorum. Đçinde
iki mermi olsa yeter.”
Başını salladı ve yere bakarak “Đki mermi yeter,” diye fısıldadı.

413
BÖLÜM - 2

İKİ ADAM İKİ KURŞUN

Az önce vampirleri avlamak için kullandığı Selim’in silahını


eczanenin tezgâhında bırakmıştı Tuncay. Onu tekrar aldı ve buz gibi
kabzasını sıkı sıkı kavradı. Şarjörünü çıkardı.
Tam iki kurşun kalmıştı. Đkisi için iki kurşun. Buna kader mi
demeliydi, şans mı, yoksa lanet mi?
Şarjörü yerine takıp klik sesini duydu. Yutkundu, Kenan’ın yatakta
ölü olarak yattığı, Serkan’ın umutsuzca onu beklediği arka odaya geçti.
Ölüm artık birkaç dakika önlerindeydi.
Böyle olacağını biliyordum, diye düşündü Doktor. Umutlar
tükenecek ve bizi intihara sürükleyecekti. Birileri böyle olmasını istiyor.
Bir şeyler bizi buna sürüklüyor. Ve kurtuluş şansı vermiyor.
Şimdi ikisi de ölecekti ve her şey bitecekti. Nerede olduklarının,
hangi lanetin onları bu duruma düşürdüğünün, saatlerdir yaşadıklarının
hiçbir anlamı kalmayacaktı.
Evet, iki adama iki kurşun düşmüştü. Tek gerçek buydu.
Gökcan Şahin

“Önce ben,” dedi Tuncay. Cevap beklemedi. Silahı çenesinin altına


dayadı. Tetiği çekti. Tok ve güçlü bir ses çıktı silahtan. Duvarlarda
yankılandı.
Yanları beyazlamış saçları havalandı. Silah yere düştü. Çenesinin
altından kanlar fışkırdı. Yere yığıldı ve ruhunu teslim etti. Tabii ruhunu
teslim alacak kişi bu kapana girebiliyorsa…
Serkan gözlerini kapadı, son bir damla gözyaşı döktü. Tuncay’ın
yanına gitti. Sandalyesinde eğilerek kendi için çok zor bir iş yaptı ve
silahı yerden aldı. Bunu yaparken bile nefes nefese kalmıştı.
Tek başına olduğunu düşündü bir an. Onlarca kişiden sadece ben
kaldım. Şimdi ben de gidiyorum. Ve hikâye sona eriyor. Bilinmeyen bir
yerde, bilinmeyen birinin anlattığı bir öykü bitiyor.
En azından Şeytan’ı yok ettim. O kazaya kadar olduğuna bile
inanmadığım Şeytan’ı… Oysa nelere inanıyordum. Şeytan diye bir şey
yoktu aslında. Şeytan dedikleri insanların içindeki kötülüklerdi. Şeytan
sadece o kötülüklerin soyut bir simgesiydi. Ama doğru çıktı işte… Bir
kaza geçirdim ve o karikatüristlerin çizmeyi çok sevdikleri omuzlardaki
küçük şeytanları görmeye başladım. Sonra hayatım değişti. Onları
avlamaya koyuldum, kahraman oldum. Doğan’ın kardeşini kurtarmaya
gittim ve bugün Şeytan’ı öldürdüm. Ölümsüz olan Şeytan’ı…
Sonra bütün bunlara yabancılaştı bir an. Çok saçma değil miydi
bunlar? Fantastik öyküler yazan acemi bir yazarın kaleminden çıkmış gibi
görünmüyor muydu?

415
Karanlık ve Aydınlık

Kafası allak bullaktı ve bu düşünce kaosundan kurtulmak için tek


çözüm vardı. Elindeki silahın tetiğini çekmek. Silahı çenesine dayamıştı,
bunu yeni fark ediyordu. Belki de onun işini kolaylaştırmak isteyen başka
bir güç yapmıştı bunu.
Đşte bitiyor, diye düşündü tetiğe basınç uygulamaya hazırlanırken.
Đçindeki son gücü tetiği çekmek için kullandı ve çekti.
Tak.
Karanlık ve aydınlık…

416
BÖLÜM - 3

AYDINLIK

Kendini yoğun bir karanlıktan kurtardı ve gözlerini aydınlığa açtı.


Önce zorlandı açarken. Etraf fazla aydınlık gelmişti. Uzun zamandır
uyuyor olmalıydı. Gözleri aydınlığa alışınca bembeyaz duvarlarla çevrili
bir odada beyaz bir çarşafın altında uzandığını gördü. Kolunda serum
vardı. Sol kolunu ve bacaklarını hissetmiyordu. Bir anda binlerce anı
beynine hücum etti. Kafası karmakarışık oldu.
Apartman. Apartmanda kısılı kalmamış mıydım? Orada silahı
çekip intihar etmemiş miydim?
Hayır bir dakika! Kaza! Babamla düğüne giderken tepemize düşen
bir minibüsün altında kaldık. O yüzden hastanedeyim.
Hayır hayır, bir şey bizi apartmana hapsetti. Melis, annem, Tuncay
abi ve diğerleri, hepsi öldü. Ben de en son intihar ettim.
Hangisi doğruydu? Veya herhangi biri doğru muydu? Kendisi,
sandığı kişi miydi? Neredeydi? Hangi zamandaydı? Aklı karmakarışıktı.
Başını biraz eğip sağ tarafında gazete okuyan annesini görünce aklı
daha da karıştı. Kendisinin de anlayamadığı bir ses çıkardı. Annesi hemen
Karanlık ve Aydınlık

başını kaldırdı. Gazete okurken kullandığı yakın gözlüğü fırlatırcasına


atıp ayağa fırladı.
“Gözünü açtı! Yavrum, evladım gözünü açtı!” Oğluna sarılmak
istiyordu, doyasıya sarılmak. Ama bunun yerine mantıklı olanı yaptı ve
dışarı koşup doktoru çağırdı.
Kısa boylu, kel bir doktor elleri cebinde, annesiyle içeri girdi.
Serkan bu doktoru daha önceden de gördüğüne emindi. Doktor bağlı
olduğu cihazları kontrol etti, gözlerine bir kalemin arkasının ışığını tuttu
ve baktı.
“Beni duyuyor musun evlat?” dedi sakin bir sesle.
Serkan’ın cevabı çok kısık sesliydi: “Evet.”
Ama duydular. Annesi hem gülüyor, hem ağlıyordu. Doktor,
hemşireyi çağırdı ve annesine bir şeyler söyleyerek odadan ayrıldı.
Annesi onu ne kadar sevdiğini anlatan bir nutuğa başlamıştı bile, neyse ki
bir boşluk bularak şunu sorabildi Serkan:
“Anne, burası neresi?”
“Canım, hatırlamıyor musun? Kaza yaptınız babanla… Hastaneye
getirdiler sizi.”
“Babam nasıl anne?”
Annesinin gülümsemesi yerini hüzne bıraktı.
“Đyi yavrum, o da yatıyor…”
“Anne, babamın öldüğünü biliyorum,” dedi Serkan aniden. Annesi
ağlamaya başladı. Serkan ise en ufak bir üzüntü duymuyordu, çünkü
babasının ölümüne çoktan alışmıştı.
Ama bu nasıl olabilirdi?

418
Gökcan Şahin

Bu kazanın yıllar önce olduğunu hatırlıyordu. Aradan o kadar


zaman geçmiş, o kadar şey yaşamıştı ki. Onca macera, küçük şeytanlar,
apartmanda mahsur kalması…
Peki az önceki doktoru daha önce gördüğüne emin olmasına ne
demeliydi?
“Anne tamam ağlama. Babamın öldüğünü biliyorum dedim sadece.
Gerçekten biliyorum. Daha önce de yaşadım aynı şeyleri.”
Annesi gözyaşlarını sildi ve Serkan’ı ne kadar sevdiğini söylemeye
devam etti. Bunları daha önce de yaşadığına dair cümlesine aldırmamıştı.
Acaba önceki sefer de aynı şeyleri mi söyledim? Yine mi o doktor
tanıdık geldi? Yoksa sonradan unuttum mu? Ve sonra normal yaşamıma
devam mı ettim? Yine mi unutacağım? Yine mi yaşayacağım aynı
şeyleri? Daha önce yaşadığımı bilmeden?
Düşünceleri içini kemiriyordu. Ama annesinin bir türlü susmaması
rahat rahat düşünmesini engelliyordu.
“Anne, dışarı çıkar mısın biraz, lütfen. Dinlenmek istiyorum.”
“Canım benim, sen yeter ki iste. Đyi dinlen ha. Seni buradan
koşarak çıkaralım.”
“Anne, bacaklarımı kaybettiğimi ve bir daha yürüyemeyeceğimi de
biliyorum. Ama sakın ağlamaya kalkma şimdi.”
Annesi yine de yüzünü buruşturdu ve dışarı çıktı. Koridorda
ağlamaya başladığını adı gibi biliyordu Serkan.
Aklı bin bir türlü çelişkiyle dolup taşarken odanın kapısı tekrar
açıldı. Annesiyse bu kez azarlayacaktı.
Ama değildi.

419
Karanlık ve Aydınlık

O güne kadar hiç görmediği (bundan emindi) çok yaşlı bir kadın
girdi içeri zarif bir şekilde. Dünyanın en yaşlı kadını olmalıydı.
Peki kimdi bu kadın? Neden gelmişti? Beynindeki milyonlarca
soruya eklenen iki soru daha…
“Selam genç avcı!”
Kadın az önce annesinin oturduğu koltuğa oturdu. Yüzündeki
buruşuklukları daha iyi gördü Serkan. Vadiler kadar derin, akarsular
kadar uzun buruşukluklar… Kadının kendine nasıl seslendiğini fark etti
ve şaşırdı. Ne kastetmişti avcı derken? Rüyasında (rüya mıydı?) şeytan
avcılığı yaptığını biliyor olamazdı herhalde.
“Elbette biliyorum evlat,” dedi kadın gülümseyerek. “Tüm
kahramanlıklarını hem de. Kendi cehennemini bu kadar renklendiren
başka biri görmedim ben doğrusu.”
“Cehennem mi?”
“Evet, evlat.”
“Bütün yaşadıklarım…”
“Evet, öldün ve herkes gibi arınmak için cehenneme gittin. Orada
kendini buldun, çileler çektin ve olması gerektiği gibi en baştan başladın.
Sonra aynı şeyleri bir kez daha yaşadın. Ve şimdi tekrar başladı. Ama bu
sondu. Tamamen arındın ve aydınlığa, yani cennete gitmeye hak
kazandın.”
“Yani şu an gerçek hayatta değil miyim?”

420
Gökcan Şahin

“Hayır. Kazada babanla beraber öldün. O kendi cehennemini


yaşamaya gitti, sen kendi cehennemini yaşamaya gittin.”
“Bütün o insanlar, bütün tanıdıklarım sadece hayal miydi? Melis,
Tuncay, Edgar… Sonradan tanıdıklarımın hiçbiri gerçek değil miydi?”
“Zor bir soru bu, Serkan. Ama senin anlayacağın şekilde
yanıtlamaya çalışayım. Bazı cehennemler ortaktır. Cehennem kurgucuları
herkes için ayrı cehennemler yazmak yerine bazılarınınkini birleştirirler.
Sonuçta herkes hak ettiği kadar kalır, ama birbirlerini etkilerler. Senin
cehennemin de bazı kişilerin cehennemiyle ortak yanlara sahipti. Yani
bazıları gerçek, bazıları sanaldı.”
Serkan binlerce soru sormak istiyordu. Onca tuhaf şeyi yaşadıktan
sonra o an pek şaşırmıyordu. Zaten hipnoz edilmiş gibi tuhaf bir sakinlik
hissediyordu. Kimlerin gerçek, kimlerin sanal olduğunu öğrenmek isterdi.
“Melis gerçekti,” dedi kadın, bu düşüncenin üzerine. “Uyuşturucu
yüzünden okul tuvaletinde öldü. Aldığı ilaçlarla ters etki yapmıştı çünkü.
“Akın Gürtan gerçekti, gerçi senin onunla pek alakan olmadı. Ama
karısı kendini canlı bomba yapıp bir alışveriş merkezinde patlattıktan
sonra intikam hırsına kapıldı. Terör örgütünden birkaç kişiyi öldürmeyi
başardı ama sonunda işkenceyle öldürüldü.
“Küçük Görkem gerçekti, yüksek ateşe bağlı havale geçirip öldü,
ama onun cehennemi sadece sizin apartman maceranızdı. Bir kez daha da
tekrarlanmayacak.
“Özgür gerçekti. Kaçak dövüş sırasında boynu kırılarak öldürüldü.
“Sizi öldürmeye kalkan hırsız yani Semir gerçekti. Hapisteyken
şişlendi.

421
Karanlık ve Aydınlık

“Doktor Tuncay gerçekti. Beynindeki ur nedeniyle girdiği


ameliyatta kurtarılamadı.
“Doğan gerçekti. Gaspçılar tarafından bıçaklanarak öldürüldü.
“Kenan Ali gerçekti. Yarı-vampirdi ve gerçekten kaçırılmıştı.
Vampirlerin elinden kaçıp bir eve girdi ve insanlara okumaları için
mektup yazdı. Sonra da intihar etti. O sırada öldü.
“Apartmanda örümcek tarafından ısırılıp öldürülen genç, yani
Önder gerçekti. Üniversitedeki siyasi bir çatışmada öldü.
“Diğer tüm karakterler cehennem kurgusu için yaratılmış sanal
karakterlerdi. Hepsi gerçek hayatta varlar ama henüz ölmediler, sadece
kurgu için kullanıldılar.”
Serkan en çok Kenan’ın gerçekliğine şaşırmıştı. Vampirlerin
gerçek olmasına ihtimal vermemişti çünkü hiçbir zaman.
“Peki Şeytan?”
“Söylediklerim dışında hiçbiri gerçek değildi.”
Serkan’ın içini bir burukluk kapladı. Şeytan’ı yok ettiğini
düşünmüştü.
“Son soru. Kara Kaplı Kitap? O neydi öyle?”
“Cehennem kurgucularının uydurduğu bir şey… Aslında dünya
üzerinde öyle bir şey var, ama daha farklı. Kendi kendine hareket etmek
gibi bir lüksü yok, ama yok edilemiyor. Çok eski ve uzun bir hikâye o.
Dünya üzerindeki insanlara tuhaf gelecek binlerce şeyden biri sadece.”
“Şimdi ne olacak?”
“Aydınlığa gideceksin. Benim görevim burada bitiyor.”
Yaşlı kadın yok oldu. Sanki hiç orada olmamıştı. Odanın duvarları
şeffaflaşmaya başladı. Her şey solan bir hayal gibi gözden kayboldu.

422
Gökcan Şahin

Bembeyaz bir ışık tüm görüş alanını kapladı. Tek bir yerden gelmiyordu
bu aydınlık. Her yerden geliyordu.
Kendisi de yoktu artık. Bedensiz bir varlıktı. Gittikçe yükselen,
huzura kavuşan, iyiliğin ışığıyla çevrelenen bir benlikti. O her şeydi, her
şey Tanrı’ydı, o Tanrı’ydı, Tanrı O’ydu.

423
YAZAR HAKKINDA

Gökcan Şahin, 3 Eylül 1988’de Sivas’ta

doğdu. İlköğretim ve liseyi İstanbul’da

tamamladı. 2006 yılında Yıldız Teknik

Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme

bölümünü kazandı ve halen o okula

devam ediyor.

Her ne kadar ömrü boyunca sayısal bölümlerde okusa da;

edebiyat, tarih, coğrafya, felsefe gibi alanlara da ilgi duydu.

Kendini bildi bileli aldığı Bilim ve Teknik dergilerinden pozitif

bilimi öğrenirken, okuduğu parapsikoloji ve ezoterizm kitapları ile

bilimin açıklamakta yetersiz kaldığı durumlarla ilgili bilgiler

edindi.

Yazarlığa 2007’de öykü yazarak başlayıp kısa zamanda büyük bir

gelişim gösterdi ve elliye yakın öykü yazdı. Xasiork Dergi’de de

inceleme yazıları kaleme almakta olup, pek çok alanda üretmeye

devam etmektedir. Kendisiyle şu e-posta adresinden iletişime

geçebilirsiniz: engord@hotmail.com

You might also like