Professional Documents
Culture Documents
GÜZ
27
2008
G. Ü. İ. F. Adına Sahibi
Prof. Dr. Rıza Ayhan
Edtör
Doç. Dr. M. Bilal Arık Gazi Üniversitesi
Yardımcı Editörler
Dr. Gülcan Seçkin Gazi Üniversitesi
Yrd Doç. Dr. Gökhan Atılgan Gazi Üniversitesi
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Levent Kılıç Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Ümit Atabek Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Konca Yumlu Ege Üniversitesi
Doç. Dr. Hamza Çakır Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Yüksel Akkaya Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Nazife Güngör Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hülya Yengin Kocaeli üniversitesi
Prof. Dr. Raşit Kaya ODTÜ
Doç. Dr. Ayhan Selçuk Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Bayram Kaya Manas Üniversitesi, Kırgızistan
Prof. Dr. Dan Schiller University of Illinois, USA
Prof. Dr. Vincent Mosco Queen’s University, Canada
Prof. Dr. Stuart Ewen CUNY, USA
Prof. Dr. Douglas Kellner UCLA, USA
ISSN: 1302-146x
Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır
Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir.
Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832
e-mail: iletisimdergisi@gazi.edu.tr
Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara.
Kapak fotoğrafı: Anadolu Ajansı
İçndekler
Zaven Biberyan’ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” Adlı Romanında Varlık Vergisi Kanunu ve
Devrimsiz Gündelik Hayatlar
Hülya Göğerçn Toker..................................................................................................................183
Journal’s Polıcy
The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and for-
merly published under the title Communication, is a social science journal focusing on
theory and research on communication. The journal is dedicated to present competing
theoretical approaches and study orientations; to develop a forum for the scholarly dis-
cussion of communication issues in Turkey and around the world in order to further
the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the literature on com-
munication; to perform its role in the development of theoretically and methodologi-
cally enriched multidisciplinary body of knowledge on communication.
Makale Sunumu
Makale göndermek isteyenler kesinlikle web sayfasındaki makale ve diğer yazıları
sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası PC word formatında hazırlanma-
lı ve “iletisimdergisi@gazi.edu.tr” adresine bir niyet mektubuna eklenerek gönderilme-
lidir. Editör makaleyi okuduktan sonra ya değerlendirmeleri için iki hakeme gönderir
ya da değişiklik önerileriyle yazara geri yollar. Yazar, isterse yaptığı değişikliklerle ma-
kaleyi göndererek süreci yeniden başlatabilir. Makalenin formatı kesinlikle Dergi’nin
belirlediği kurallara uymalıdır. Fazla bilgi için derginin web sayfasına ve son sayıların-
dan birine bakınız.
Submıssıons
Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in digital form.
Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature should be e-mailed
(iletisimdergisi@ gazi.edu.tr). Please insure that the digital version of the submission is
virus-free and created in PC Word format, not Macintosh. The digital copy should be
double-spaced, and titles, text, references and formatting should follow the style guide-
lines of the journal.
EDİTÖR NOTU
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi bu sayısını günde-
lik hayatın incelenmesine, gündelik hayat çalışmalarına ayırdı. Bu amaçla egemen olan yakla-
şımlarla, alternatif yaklaşımlarla gündelik hayatı çözümleyen, tartışmalar ortaya koyan günde-
lik yaşam çalışmalarının bugüne kadar oluşturduğu geniş bilgi birikimine katkı amaçlayan bir
sayı çıkarmayı hedefliyoruz. Gündelik yaşamın ifade biçimleri bireylerin tek başına kendilerini
kendilerine sunumlarından, arkadaşlık, kardeşlik, dostluk, düşmanlık, iş, çalışma, çalıştırma,
yeme, içme, giyinme, eğlenme gibi birçok günlük yaşamın birçok anlarında ve süreçlerinde
kendilerini ve diğerlerini yeniden üretmeye kadar zengin bir çeşitlilik gösterir. Bu çeşitlilikteki
yaşamın örgütlenmesini ve günlük ilişkilerden geçerek yürütülme biçimlerini anlamaya çalış-
mak, insanı ve toplumunu anlamada büyük önem taşır. Gündelik hayat içerisindeki alışılmış,
olağan görünen herşey temelde verili toplumsal sistemin dayandığı değerlerin paylaşılmasına,
görece haklılaştırılmasına, yeniden üretilmesine ilişkindir.
Gündelik hayatta çoğu zaman doğal ve kendiliğinden kabul ettiğimiz pek çok durum ve
olayın ardındaki ya da altındaki kabuğu sıyırdığımızda iktidar ilişkilerinin etkisini görmek hiç
de şaşırtıcı değildir. Bu yüzden gündelik hayatı anlamak, toplumu anlamaktır bir bakıma. Bu
doğalmış, pek de başka türlü olamazmış gibi akıp duran gündelik yüzeyin araştırılması ve sağ-
layacağı olanakların tartışılabilmesi için bugünkü çok parçalı toplumun gündelik hayat içinde
bütünlüklü bir çözümlemesinin yapılması, bunun geniş bir yaklaşımlar ve yöntemler yelpaze-
sinden sürdürülmesi gerekmektedir. Bugün, çok çeşitli farlılıklar ve karmaşa içinde, bütüncül
olmaktan uzak, çözülmüş bir toplumda gündelik hayatın işleyiş mekanizmalarını gözlemek,
çözümlemek güç ve bir o kadarda önemli hale gelmiştir.
Bu sayı gündelik hayatı, gündelikliği içinde çözümlemek çok parçalı, çok katmanlı toplu-
mu ve bireyi, ve yabancılaşmışlık olgusunu anlamak üzere geniş bir çalışma alanının önemine
yeniden bir vurgu niteliği taşıyor. Bu amaçla, dergimizde toplam 10 makaleye yer verildi. Ma-
kalelerin hemen hemen tümünde gündelik yaşamın içine nakşolan anlamların keşfinin çabası
ve gündelik yaşama dönük eleştirel bir bakış açısı temel alınmış durumda.
Hüseyin Köse, “Lefebvre ve Modern Dünyada Gündelik Hayat başlıklı makalesinde alanın
en önemli teorisyenlerinden Henri Lefebvre’nin gündelik yaşama ilişkin tespitlerini tartışıyor.
Köse bu makalesinde modern gündelik yaşamda, artık siyasal düşüncelerin yerini almış görü-
nen üslupların ve hayat tarzlarının savaşı bile, gündelik yaşamda hüküm süren sınıfsal çatış-
maların kıyasıya gün yüzüne çıkarılmasıyla geçerlilik kazanacak bir devrim fikri ve gerçeğini
asla değiştiremeyeceği gerçeğinin de altını çiziyor. Derya Öcal Tellan da, “Gündelik Yaşamın
Üretimi ve Reklamlar” makalesinde gündelik yaşamın yeniden üretiminde reklamların nasıl
sistemsel bir rol yüklendiklerinin altını çizerken, tarihsel bir süreç içerisinde kitlelerin ihtiyaç-
larının nasıl manipüle edildiğini bizlere göstermektedir. Tellan’ın makalesi, bilhassa kapita-
lizmin kurumsallaştığı mekanlar olan kentlerin, insanları tüketime yönlendirmedeki etkisini
tartışması açısından da oldukça önemli verilere sahip.
Hürriyet Konyar, “Popüler Kültürde Hegemonik Anlamların Üretilmesinde Gençlik Alt-
kültürlerinin Önemi” başlıklı makalesinde daha çok İngiliz Kültürel Çalışmalar eksininde
bir çözümlemeye girişmiş. Konyar, çalışmasında gündelik yaşam çalışmalarında önemli bir
ağırlığı olan gençlik altkültürlerinin çok kültürlü ve renkli bir toplumsal yaşamdaki rolünü
sorguluyor. Elif Şeşen de, “Büyüklere Masallar: Fantastik Filmler ve Gündelik Yaşamda Büyü-
nün Yeniden Keşfi” başlıklı çalışmasında Weberyan bir teorisyen olan George Ritzer’in teori-
leri izleğinde, fantastik filmlerin kapitalist sistem içerisindeki rolünü sorgularken, yaşamdan
büyüyü kovan modernist düşüncenin, belli bir rasyonalizasyon doğrultusunda büyüyü nasıl
kullanılabilir düzeye indirgediğini de net bir şekilde ortaya koyuyor.
“Sefaletin Psikolojisi ya da Psikolojinin Sefaleti: Psikolojik Yoksulluk Yaklaşımlarının Eleş-
tirisi” başlıklı makalesinde de Aysel Kadıoğlu, sosyal bilimlerde özellikle 90’lı yıllarla beraber
yoğun bir şekilde tartışılan yoksulluk kavramsallaştırmalarının sistemle aralarındaki “flört-
leşmeye” dikkat çekiyor. Yoksulluğu bir “sosyal problem” olarak ele alan ana akım literatürün,
yoksulları suçlayan bir eğilim üretmesini eleştiren Kadıoğlu’nun çalışması alana dönük yapılan
üretimin hangi amaçlara hizmet ettiğini göstermesi açısından da oldukça önemli verilere sa-
hip. Gülcan Seçkin de, “Yeni Piyasa Toplumu ve Değişen Gündelik Hayat” başlıklı makalesinde
Türkiye’nin 80’li, 90’lı yıllardan günümüze yaşadığı toplumsal değişimin, gündelik yaşam üze-
rindeki etkilerini sorguluyor. Seçkin makalesinde, yeni sağ politikaların yeni bir piyasa anlayışı
ve ona uygun bir piyasa toplumu yaratma sürecini özetlerken yeni toplumsal koşullarda tüke-
timci kapitalizmin gündelik yaşamı nasıl ticarileştirdiğini, metalaştırdığını, bunların gerisinde
üretilen iktidar ilişkilerine vurgu ile çeşitli örnekler üzerinden tartışıyor.
Derya Nacaroğlu, “Gündelik Yaşamda Çin Malları” makalesinde gündelik yaşam içinde
yer alan alışveriş ediminde Çin mallarının nasıl bir yere sahip olduğunu, ekonomik ve sosyolo-
jik hangi gereksinimlere yanıt verdiğini tartışarak, değişen dünya düzeninde pek çok gündelik
pratiğin değiştiği gibi alışveriş alışkanlıklarının da bundan payını aldığı öngörüsünü tartışıyor.
Süreyya Karacabey ise, “Gündelik Yaşamın Tiyatrosu” isimli çalışmasında “Sokağın tiyatrosu,
her türden beklenti bozmayı, süreklileştirmek yoluyla normalleştirir, fazla eğlenmekten, uya-
ranların aşırılığından canı sıkılmış insanı, canının neden sıkıldığı konusunda düşünmeden
eğlendirmeye ve oyalamaya geçen pop-sanat, neyi, nasıl değiştirebilir?” sorusunun cevabını
sorguluyor.
Hülya Göğerçin Toker “Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ Adlı Romanında
Varlık Vergisi Kanunu ve Devrimsiz Gündelik Hayatlar” başlıklı makalesinde ilgili roman bağ-
lamında Varlık Vergisi Kanunu’nun gündelik yaşama olan etkilerini incelemiş. Çalışma nitelik-
sel bir analizle, siyaset dışı sayılan gündelik yaşamın, alınan siyasi kararlardan nasıl doğrudan
etkilendiğini ortaya koymayı amaçlıyor. Sevgi Can Yağcı da, “Küreselleşme Serüveninde Yeni
Durak: MTV Türkiye” başlıklı makalesinde yerelleşme kavramının, günümüzde küreselleşme
stratejisi olarak nasıl kullanıldığını, MTV Türkiye örneğinde niteliksel bir analizle inceliyor.
Dergimizin “Forum” bölümünde ise, toplam 4 yazı bulunuyor. İlk olarak Mehmet Yüksel’in,
Robert Bierstedt’ın, “The Social Order” kitabından bir bölüm çevirisi yer alıyor. “Sosyal Grup-
lar, Örgütler ve Kurumlar” başlıklı bölüm, gündelik yaşamın temel belirleyicilerinden olan
sosyal gruplar üzerine kapsamlı bir değerlendirme niteliği taşıyor. Hülya Bulut da “Tanzimat
Kadınlarının “gündelik hayat” algısının Fatma Aliye’nin Romanlarındaki İzdüşümü” başlıklı
yazısında Fatma Aliye’nin romanları üzerinden Osmanlı’daki gündelik yaşamı inceliyor. “Konu
Başlıklarına Göre Hazırlanmış Gündelik Hayat Bibliyografyası” başlıklı kaynakça taramasında
Mehmet Kemal Sevgisunar gündelik yaşama ilişkin geniş bir literatür listesi sunuyor. Forum
bölümünün son yazısı Gafar Askerzadeh’in “Television is a Guide of an Auethetic Education”
başlıklı yazısı. Yazar bu yazısında televizyonun eğitimdeki rolünü sorguluyor.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 7
Anahtar Kavramlar: Gündelik hayat, modernizm, tüketim kültürü, evrimci praksis, toplumsal ilişkilerin yeniden
üretimi.
ABSTRACT
According to Lefebvre, the discovery of everyday life, in simple terms, is the result of the development of bure-
aucratic auditing in modern world. For this, the bureaucratic auditing may lead to examine the history of mo-
dern everyday life in three phases: styles, the end of styles, the beginning of culture (19. Century), and setting
and strengthening of everyday life. The main means of evidence that Lefebvre use to explain the growing impor-
tance and so the beginning of the substitution of it with all the revolution types is the raising of “revolutionist
praxis” in the directions of 20. Century thought. After this date, all the types of revolutionists will contribute to
the appearing of unsuccessfulness that attributed to the praxis as a new arena in everyday life. When considered
through this perspective, anymore, the war of styles and life styles in everyday life has taken the place of political
thought, this sort of war need to be reevaluated and reorganized by the bureaucracy of the established system.
So, this system is not purified from the whole class paradoxes. In contrast, formal legitimating, which is as if it
depends on “satisfaction” of desires and requirements, and also priming provocation this questioned satisfacti-
on to re-desire in consumption society, exists with a sharp deprivation in the “dissatisfied” communities which
could not find an equal material satisfaction. In this paper, briefly, the concept everyday life that is tried to
analyzed in the context reproducing and reformation of social relations, modernism and everyday life politics,
“revolutionist praxis”, and their different forms in the raising of today’s consumption culture.
Key Words: Everyday life, modernism, consumption culture, revolutionist praxis, reproducing social relations.
Giriş
Lefebvre, modernitenin ruhuna uygun yeni bir insan modelinin doğuşuyla bir-
likte ortaya çıkan politik ve etik bir vaadi dillendirmekle kalmamış, aynı zamanda
insanın yabancılaştırıcı bir gündelikliği, ancak kendi verili varoluş tarzından mut-
lak biçimde vazgeçişini dayanak noktası olarak almakla aşabileceğini iddia etmiştir.
Onun düşüncesi, ideal bir politika biçiminin hala var olabileceği koşulların araştırıl-
ması üzerine yürütülen düşüncelerdir. Böylesi bir ideal politikada sınıf egemenliği
ve işin toplumsal bölünmesiyle tetiklenmiş karşıtlıklar birbiri içinde erimiştir. Le-
febvreci düşüncenin açığa vurduğu gündelik yaşamın eleştirel modeli, tıpkı Kantçı
ideal yasa koyucu düşüncesinde olduğu gibi, geleceğin mutlu ve insancıl bir düşünün
gerçekleştirilebileceği idealinden esinlenir. Bu yönüyle modern bir düşünür olan Le-
febvre, Hegelyen-Marksist yabancılaşma kuramını da yanına alarak, temelde refor-
mist bir yönelimle, dünyanın etik açıdan iyileştirilmesine odaklanır (Enrique ve Pa-
sin, 2002). Gündelik yaşamın yabancılaşmamış ve yaratıcı etkinliklerin alanı olarak
yeniden-kavramsallaştırılması, bu hedefe giden yolun başlıca araçlarındandır. Çünkü
gündelik pratikler, toplumsal yaşamın yeniden üretiminde hayati bir öneme sahip-
tir. Söz konusu pratikleri medyatik baştan çıkarmanın etki alanından kurtarmak,
medyatik sisteme koşulsuzca tabi kılınmış olanların direnme gücünü yeniden ayak-
landırmaktan geçmektedir. Lefebvre’in deyimiyle, gündelikliği bu boyutuyla birlikte
kavramak, “dönüşmeyi, başkalaşmayı istemektir” (1958: 193). Şu halde, Lefebvre için
gündelikliğin koşullandırıcı gücünden sıyrılıp toplumsal yaşamı modernist idealler
düzleminde üreten praksis bilgisine ulaşmak, yarım kalmış bir aydınlanma projesi-
nin de tamamlanmasıdır. Çünkü gündelik hayat, bir yönüyle, “yaşanmışlığın ve dü-
şünmenin düşük bir derecesi”dir (Lefebvre, 1998: 20) ve dolayısıyla düşünsel açıdan
yeniden kurgulanması gerekir. Ne var ki, medyatik sistemin buyurgan ve yabancı-
laştırıcı etkisinin tüm toplumsal dokuyu soğuran genelleştirilmiş mekaniği, yaşama
hükmetmiş olan rutinlerin ve durağanlığın alanını inşa ederken, söz konusu düşünsel
ve üretici praksisin bilgisine nasıl ulaşılacaktır? Gereksinmesi duyulan bilgi, şu halde,
tek boyutluluğu kalımlı kılan, ilerlerken ardında düş ve fantazya evrenleri oluşturan
medyatik bilgi değildir; gereksinme duyulan bilgi, üretimi her şeyden önce bir “mal”
üretimi olarak sınırlamayan, insanlığın yaşayacağı ideal koşulları tasarlayabilme gü-
cüne sahip olan bilgidir. Lefebvre’in modernlik ile gündelikliği ilişkilendirme biçimi
de, özünde, bu tür bir düzlemi gerekli kılmaktadır. Lefebvre’in deyimiyle, “modernlik
kelimesinden, yeni olanı ve yeniliğin işaretini taşıyan şeyi anlamak gerekir. Parlaklık-
tır, paradokstur, teknik veya dünyevilik tarafından damgalanmış olandır. Gözüpektir,
geçicidir, kendini ilan eden ve kendini alkışlayan maceradır (...) Gündeliklik ve mo-
dernlik, karşılıklı olarak birbirini belirtir ve gizler, meşrulaştırır ve telafi eder” (1998:
31). Gündelikliğin durağanlığını ve açmazlarını damgalarken aynı zamanda telafi
eden modernlik, kendini macera tutkusundan yoksun bırakamaz. Oysa “bürokratik
olarak yönlendirilmiş tüketim toplumu”, bu tutkuyu yinelenen rutinler ve kalıplaşmış
değer ve pratikler içinde boğmuştur- kuşkusuz tüketimin göstergeleri arasında yaşa-
yan toplumları da...
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 9
Yöntem
Kuramsal çerçeve
mek açısından. Çalışmada aynı zamanda gündelik yaşamın gerek iktidar yapıları ve
ilişkileriyle olan bağlantısı, gerek gündelik yaşamda anlamın üretimi ve yeniden üre-
timi konusu ve gerekse gündelik yaşamın modern kapitalizmin öngördüğü mülkiyet
ve örgütsel yapı, ekonomik ve siyasal yapıyla olan ilişkisinin gündelik yaşamda ne-
den olduğu dönüşümlere ilişkin tarihsel arka plan analizlerinde, gündelik yaşamın
toplumsal dönüşümünü diyalektik bir süreç içerisinde kavramaya dönük ekonomi-
politikçi bir yapısal analiz yönteminin esas alındığı söylenebilir.
Lefebvre’in gündelik yaşam kuramının temel varsayımı şudur: Yaşamın her alanı-
nı bütünsel olarak manipüle eden ve içeren genelleştirilmiş bir ideoloji olarak günde-
liklik, bireylerin toplumsal dünyaya bağlılıklarını pekiştirmekle kalmaz, gündelik ya-
şam, aynı zamanda ideolojik bir kitle kültürü tarafından cesaretlendirilmiş bir kaçış
olanağına da zemin hazırlar. Gündelik yaşam, her iki işlevini yerine getirirken, büyük
ölçüde kitle iletişim araçlarının etkili gücüne başvurur. Özellikle reklâmcılık, birey-
lerin egemen toplumsal yaşamla bağlarını güçlendiren “kurallı” yaşam tarzları hak-
kında bilgi vererek onları görüntü ve imaj yoluyla sembolik bir tüketime yönlendirir
(Enrique ve Passin, 2002). Öte yandan, boş zamanın çalışmayla ele geçirilişi, sembo-
lik tüketim için gerekli maddi koşulların üretilmesi olarak düşünüldüğünde, aslında
Lefebvre’nin vurguladığı “kaçışın imkânsızlığı” düşüncesini de doğrular niteliktedir.
Şayet, boş zaman kazanmak için öncelikle ondan feragat etmek gerekliyse, ya da
başka bir deyişle, boş zamanın kendisi çalışma zamanı olmadan ele geçirilemiyorsa,
sembolik tüketim başta olmak üzere, her türlü tüketim için gerekli önkoşulu oluştu-
ran boş zaman, artık yoktur. Bu anlamda, nasıl ki, “gündelikliğin dışına çıkılamaz”sa,
çalışma zamanının dışına da asla çıkılamaz. Bu yönüyle, tüm zaman, çalışma zamanı
görünümünü aldığında, gündelik olan, kaçınılmaz biçimde iş yaşamının “cehennemi
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 13
Bununla birlikte, tüketici bireyin seçme eylemine eşlik eden toplumsal dünyanın
dayatılmış ve “koşullandırıcı” pratikleri, söz konusu özgürlüğün olası sınırlarına da
dikkat etmemizi gerektirmektedir. Başka bir deyişle, Lefebvre, gündelikliğin içinde
saklı olan bu küçük özgürlük marjına karşı iyimser duygular beslemeyi salık vermek-
le birlikte, ona fazlaca bir değer atfetmemek gerektiğinin de altını çizmekte gibidir.
Çünkü ilk olarak, gündelik olanın gücü, toplumsal ilişkilerin tarihsel açıdan sahip ol-
duğu güce asla eşit değildir. İkinci olarak ise, gündelik olanın üretici ve dönüştürücü
gücü, gündelik yaşamın pek çok ideolojik güdümleme ve manipülasyon tekniğinin
baskısı altında olmasından dolayı, eski yaratıcılığından yoksundur. Lefebvre’e göre,
gündelik olan, tek cümleyle, özgünlükten, yaratıcılıktan, keşfedicilikten, zevkleri dö-
nüştürme gücünden yoksundur. Yine bu anlamda, “gündelik dünya, tabi kılınmışların
bilinçlerinde kolayca pıhtılaştırılan ve ekonomik gücü ellerinde tutanlarca dayatılmış
dünyanın temsillerini engelsizce soğurmayı gerektirir. Lefebvre için, ancak diyalektik
bilim, toplumsal gerçekliğin analizini eleştirel bir yönteme dönüştürecek ve gündelik
olanın mantığını demistifiye edici bir bilgiye olanak tanıyacaktır” (Enrique ve Passin,
2002).
Gündelik olanın mantığı, öncelikle gündelik yaşamın manipüle edici yönünün
farkına varmayı gerektirir. Lefebvre’e göre, söz konusu mantığı, onu çevreleyen tüm
mistifikasyon biçimlerinden arınmış olarak kavramaya çalışmanın tek yolu, birey-
sel bilincin kendisi hakkında açıklamalarda bulunabileceği diyalektik bir düşünce
tarzını yeniden egemen kılmaktan geçmektedir. Aksi halde, toplumsal yaşamı ve bu
yaşam içindeki ilişkileri yeniden üreten bireyleri, ürettikleri şeylere karşı kayıtsız bir
toplumsal organizmanın insafına bırakmaktan başka çıkar yol yoktur. Lefebvre bu
konuda şöyle yazmaktadır:
“Toplumsal organizma ya da mekanizma, çalışmayla ihtiyaçlarını karşılayan-
lara ya da üretime katılanlara anlayışlı olmak zorundadır. [Ne var ki çoğunlukla
14 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse
buna gerek kalmaz]. İnsanlar yaptıkları şeylerden ibarettirler ve ne iseler ona göre
düşünürler. Bununla birlikte, yaptıkları ve oldukları şeyden de çoğunlukla haber-
sizdirler. Onların kendi yapıtları, kendi gerçeklikleri dikkatlerinden tamamıyla
kaçmıştır” (1958: 193).
olarak üretilmesi temasıdır. Bir başka deyişle, gündelik olanı üretmek, bireylerin bir
yapıt olarak kendi yaşamlarını üretmeleridir. Lefebvre’nin 68 Olayları’na kadar ka-
fasını kurcalayacak olan en önemli düşünce budur. Bu düşünce, gündelik yaşamın
yeniden üretilmesi olgusundaki radikal dönüşümün, artık bireylerin kendi yaşamla-
rını bir yapıt olarak üretememelerine neden olan koşulları sorunsallaştırmaya çalışır.
Lefebvre’ye göre, öncelikle, gündelik olanın ifade ettiği belirsizliği anlamadan, üretim
ilişkilerinin yeniden üretiminde –dolayısıyla devrimci düşüncede- yaşanan bunalı-
mı anlamak olanaksızdır. 1958 tarihli Gündelik Yaşamın Eleştirisi’nin birinci cildinde
şöyle yazar:
“Gündelik yaşam kavramının kendisinde belli bir belirsizlik göze çarpmakta-
dır. Her şeyden önce, gündelik yaşam nerededir? Çalışmada mı, yoksa serbest za-
manda mı? Aile ve özel yaşamda mı, yoksa kültürün dışındaki ‘yaşamsal deneyim’
anlarında mı? Bu sorulara verilebilecek ilk yanıt şu olabilir: Gündelik yaşam, bu üç
alanın ya da görüngünün tümünde birden gelişir ve tümü tarafından içerilmiştir.
Bu üç farklı alanın bütünlüğü içinde vardır ve somut bireyi belirleyen de budur”
(Lefebvre, 1958: 40).
Ne var ki, Lefebvre, kendi sorduğu bu sorulara verdiği yanıtı fazlaca tatmin edici
bulmaz ve sonunda gündelik yaşamın içerildiği her üç alanın birbiriyle olan karmaşık
ilişkisini dikkate alan bir analizin gerekli olduğunu belirtir:
“(…) Ancak bu yanıt tamamıyla tatmin edici değildir. Diğer canlı varlıklarla
birlikte somut bireysel insanın etkileşimi nerede kurulmaktadır? Bölünmüş iş’te
mi? Aile yaşamında mı? Serbest zamanda mı? Ya da bu alanların birbiriyle ilişki-
si nedir? Ya da gündelik yaşamın gelişiminde karar verici sektör hangisidir? (…)
Gündelikliğin unsurlarının dışsallığı (iş yaşamı, aile yaşamı, boş zaman) bir ya-
bancılaşma içerir. Ve aynı zamanda verimli karşıtlıklar ve farklılıklar da içerir. Her
biçim altında, bu unsurların birbiriyle olan ilişkisini birlikte incelemek gerekmek-
tedir” (1958: 40).
Lefebvre’in sözünü ettiği her üç alanın birlikte analiz edilmesi, belki gündelik ola-
nın yabancılaştırıcı etkisini kavramak açısından önemlidir, ancak böyle bir analizin
bundan daha yüce bir başka amacı da vardır: “Gündelik olanı değiştirerek, özgürlük-
leri genişletmek için zorunlu toplumsal değişimi kışkırtacak bir iktidarı ele geçirme
umudu” (Nicklas, 2008). Ne var ki, Lefebvre, gündelik yaşam deneyimindeki yaratıcı
tarzın tükenme olanaklarına karşı kuşkucudur. Çünkü gündelik toplumsal yaşamın
gelişiminde gözlenen değişimler, gündelik olanı değiştirebilmek için gereksinme du-
yulan iktidar umudunun da tükenmesi anlamına gelmektedir. Her şeyden önce de,
gündelik olan artık gitgide toplumsal sistemin karşıtlıklarını içermeye başlamıştır.
Nicklas’ın da belirttiği gibi (2008), Lefebvre’i gündelik yaşamın devrimci niteliğine
karşı belli bir kuşku duymaya götüren şey, “gündelik olanın kaynaklarının ve zengin-
liğinin, gündelik yaşamın manipülasyonu tarafından kemirilmeye başlanmasıdır.”
Söz konusu manipülasyon, politik manipülasyon kadar, yabancılaşma, tüketim ve
medyatik kitlesel baştan çıkarılmayı da içermektedir. Konuya daha makro düzlemde
bakılacak olursa, Lefebvre’in eleştiri ve kuşkusunun bir bütün olarak burjuva toplu-
mu ile kapitalist ekonomik sisteme yönelik bir kuşku ve eleştiri olduğu görülecektir.
Gerçekten de, Lefebvre’in 1940’lı ve 50’li yıllarda dile getirdiği görüşler, kâhince bir
16 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse
den olabileceği krizlere yönelik olarak, gerek ücretli emek-sermaye arasındaki çatış-
maları az da olsa yumuşatmak, gerekse ortaya çıkan üretim fazlasının tıpkı 1929–1933
yılları arasındakine benzer küresel bir krize yol açmaması için öncelikle işçilere yapı-
lan ücret artışı, çalışma dışı zamanın genişletilmesi ve Pazar günleri ile diğer bazı
bayram günlerinin tatil ilan edilmesi gibi kimi önlemler alınmıştır. Buna karşılık, bu
dönemde şirkete ya da fabrikaya koşulsuz bağlılık ve aidiyet ya da işçilerin çalışmala-
rı karşılığında işverene verdikleri küçük ödünler gibi postfordist dönemin üretim
tarzının esnek ve uzlaşmacı görünümleri henüz üretim hayatının dışında kalan şey-
lerdir. 1970’li yılların başlarında ekonomik yaşamda beliren yeni bazı değerlerin bas-
kısı altında kalmaya başlayan Fordizm, tüketici tercihlerinin değişen yapısı başta ol-
mak üzere, küçük ve istikrarlı olmayan pazarların çekim alanına girecektir. Daha
önce Fordizmin hiyerarşik işletme yapısı içinde çözülen sorunların, sonraki dönem-
de, doğrudan doğruya işçinin kendisine tanınan bir özyönetim ve sorumluluğa hava-
le edilmesi, Lefebvre’in, yine isabetli bir öngörüyle, “üretim ilişkilerinin yeniden üre-
timinin bir krizi” biçiminde tanımlayacağı ve özünde işçi sınıfının dönüştürücü gü-
cünün önünün alınmasına karşılık gelen manipülasyonlara işaret etmektedir. Çünkü
fordist dönemde geçerli olan canlı emek-sermaye çatışması bu dönemde ortadan
kalkmıştır. Böylelikle kendi yaşamının ve yoksulluğunun sorumluluğunu üstlenmiş
olan işçi sınıfı, karşısında mücadele edebilecek bir taraf bulamamaktadır. Bu, tam da
“oğlunu yiyen satürn” örneğini akla getirmektedir. Bu bağlamda, diyalektikçi Lefebv-
re, şöyle bir tahminde bulunmayı da ihmal etmez: “Sistem, kendi ödevinin koşulları-
nı yeniden üretmede sürekli daha da kötüye gidecektir. Nitekim ekonomik bir krizin
yol açtığı gezegensel felaketin ve yıkımların yönettiği bir dünyanın geride bıraktığı-
mız otuz yılı da bunu açıkça doğrulamaktadır-ne var ki, bundan daha da kötüsü,
herhangi bir devrim kuramının, artık proleter programın sağlamlığına referansta bu-
lunamayacağı gerçeğidir” (Akt. Guigou, 2008). Kısaca söylenirse, Lefebvre’e göre,
1960’lı yılların genel toplumsal panoraması içinde, devrimin tarihsel bir öznesi konu-
munda olan proletarya, herhangi bir krizin devrimci biçimde açıklığa kavuşturulma
zorunluluğunu yerine getirebilme gücünden yoksundur. Lefebvre’in, bir yandan, sos-
yolojik analiziyle, işçi sınıfının birlikten ve eyleme gücünden yoksunluğunu, parça-
lanmışlığını ve tüketim toplumuna entegrasyonunu tartışmaya açmaya çalışırken; öte
yandan, aynı işçi sınıfının “direnen”, “önlenemez biçimde yükselen”, “sağlam ve ho-
mojen bir blok” olarak kalacağını belirten yaklaşımı da oldukça ilginçtir. Lefebvre’in
bu ikili düşünme tarzına kaynaklık eden şey, sadece onun ekonomik ve toplumsal
koşullara yönelik gerçekçi ve bütüncül bir çözümleme yöntemi ve bakış açısına sahip
olması değil, aynı zamanda genel olarak kapitalist yeniden üretimin yol açtığı top-
lumsal ilişkilerin çözümsüzlüğü karşısında aldığı inançlı konumun bir göstergesidir.
Guigo’nun da belirttiği gibi (2008), Lefebvre adeta böyle bir manzara karşısında
“‘günden güne atomize olmuş bireylerden kurulu dev bir kitle olarak büyüyen prole-
taryalaşma karşısında, işçi sınıfı, burjuva sınıfını kabul edemez, ancak devrimci dö-
nüşümün minimalist bir versiyonuna katılabilir’ demektedir.” Söz konusu minimalist
devrimci versiyon, gündelik yaşamın rutin kültürel ve siyasal tercihlerinde cereyan
eden konum değiştirmelerden başka bir şey değildir. Lefebvre’in işçi sınıfının melez
18 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse
rak mayalandığı bir toplumsal yanılsama retoriği için de en uygun zemini oluşturur
(Lefebvre, 1998: 88–90). Dahası, Lefebvre’ye göre, modern gündelik yaşamı sözde
“akılcılık” temelinde programlamak için üretilen bu “mesajlar”, her bireyi kendi prag-
matik ve düşsel varoluş koşulları içinde, gerçekleşmesi muhtemel bir mutluluk vaadi
içine sokarak, onlara somut bir tek gündelik hayatı değil, olası bütün gündelik hayat-
ları yaşama güvencesi sunar. Bu güvence altında, her birey “gördüğü şeyi düşler, düş-
lediği şeyi görür” (Lefebvre, 1998: 90). Gerçekte ise, “bürokratik yönlendirilmiş tüke-
tim toplumu” sunduğu bu yanılsamalı mesajlar aracılığıyla, güçlülerin zorlamalarına
zayıfların kendilerini uyarlamak suretiyle boyun sundukları bir belirlenim ilişkisini
gizlemeyi amaçlar. Reklamlardan, edebiyat ve sanat ürünlerine kadar tüm bilinç yön-
lendirme araçları, böyle bir belirlenimin etkili araçları olarak işlev görür. Bu araçlar
aynı zamanda bireyleri “toplumsal imgelem”e bağlamanın araçlarıdır. Nitekim sis-
temle uyumlulaştırılmış bireyler, her türlü zorlamaya karşı direnme stratejisinden de
vazgeçmiş demektir. Çünkü “kim uyum sağlamışsa, zorlamanın baskısından kurtul-
muş demektir” (Lefebvre, 1998: 92). Sonuç olarak, Lefebvre’e göre, zorlamaların bas-
kısına karşı praksisçi eylemi yeniden diriltmek ve bunun için de öncelikle bireyi gün-
delik hayatın tüketimci yönlendirmesinden kurtarmak gerekir. Bu ise, tüketimin ve
genel olarak gündelik hayatın siyasal içerimlerini sınıfsal bir mücadele temelinde ye-
niden düşünmeyi ve kurgulamayı gerektirir.
Sonuç
Lefebvre’e göre, hayatın göstergelerde arandığı modern tarihsel bir dönemin ürü-
nü olan gündeliklik, kültürel sistemin manipülatif içerikli niteliğini açığa vurmakla
kalmaz, aynı zamanda sınıfsal stratejiye dayalı politik bir “dünya görüşü” üretiminin
de maddi zeminini oluşturur. Güçlüler ve zayıflar arasında hüküm süren gerilim yük-
lü ilişkinin zorlama ve uyum sağlama biçiminde kendini ele veren başlıca iki karşıt
kutbu ve birbirini tamamlayan stratejisinin sergilendiği bir sahne olarak gündelik ha-
yat, klasik anlamda “devrim”in de yeridir. Modern dönemden başlayarak, artık dev-
rim de gündelik hale gelmiş, dahası gündelik olarak tasarlanır ve yaşanır olmuştur.
Lefebvre’in “gündelik yaşamdaki devrim”le kastettiği şey, “bireyin kendi yaşamını bir
yapıt olarak kurgulayıp yaşaması”, başka bir deyişle, gündelik yaşamsal deneyimin
sürekli bir eleştirel tutumla zenginleştirilmesi ve praksisçi davranış biçiminin gün-
delik pratiklere egemen kılınması durumudur. Bu tanımlamaya göre, gündelik ya-
şamda gerçekleştirilecek devrimin kaçınılmaz aktörü de “praksisçi özne”den başkası
değildir. Ne var ki, modern gündelik hayatta söz konusu praksisçi tutumu hükümsüz
kılan gelişmeler mevcuttur ve bu yüzden gündelik yaşamı eleştirel bir bakış açısıy-
la yeniden değerlendirmek gerekmektedir. En başta da, maddi ve simgesel nesneler
evreninin –medyanın ve özellikle de reklamcılığın da etkisiyle- gitgide genişleyen
uzamında etkili olmaya başlayan tüketim olgusu ve bu olgunun bürokratik olarak
yönlendirilmesi sonucu uç veren tüketim toplumu içindeki birey, her gün, yaban-
cılaşmış bilincini gündelik yaşamda yaptığı tercihlerle -bir tür “gündelik devrim”le-
24 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse
KAYNAKÇA
Bourdieu, P (1979). La Distinction: Critique social du jugement. Paris: Éditions de Minuit.
Bourdıeu, P Ve Wacquant, D.J. L. (2003). Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, Çev: Nazlı Ökten,
İstanbul: İletişim Yayınları.
Canbaz, Ş (1999). “Bir Tüketim Olgusu Olarak Moda ve Giysi”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi,
Kış, 99/1: 25–39.
Enrique, A.& Passın, C (2002). “La quotidienneté comme objet: Henri Lefebvre et Maffesoli: Deux Lectures
opposées”, Société, No: 78, 4.
Fiske, J (1999). Popüler Kültürü Anlamak, Çev: Süleyman İrvan, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Lefebvre, H (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat, Çev: Işın Gürbüz, İstanbul: Metis Yayınları.
Nicklas, H (2008). “Du quotidien, des préjuges et de l’apprentissage interculturel”, http://www. ofaj. org/paed/
texte/duquotidien/duquotidien4.html. (erişim: 22.10.2008).
ÖZET
Bireyler zaman, mekan ve süreç sınırlılıkları altında gündelik yaşamlarını üretmeyi çalışmaktadırlar. Günümüz
sosyal yaşamında bireyler kendilerini ifade ederken tüketim pratiklerini ön plana çıkarmakta ve tüketim dene-
yimlerini sosyal çevrelerine aktarmaya çalışmaktadırlar. Bu çalışmada, mekansal planlamanın son yüzyıldaki
değişimi kentleşme literatürü çerçevesinde analiz edilmiş; küreselleşme söyleminin gündelik yaşam üzerindeki
etkileri tartışılmış ve reklamcılık sektöründeki değişimin, mekan ile olan ilişkisi ve gündelik yaşam üzerindeki
sonuçları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Tartışmalar göstermektedir ki, kapitalist toplumsal ilişkilerin egemen
olduğu kentsel mekanlarda bireylerin gündelik yaşamı, içtenlik, tolerans, paylaşım ve insani değerler yerine
ticari kültür temelli reklamcılık endüstrisi tarafından doldurulmakta ve ortak gösterge tüketim eylemi olarak
açığa çıkmaktadır.
Giriş
Yöntem
olacaklarını tahmin etmek artık işten değildir; arzuların ise izi sürülür. Rekabetçi
dönemdeki kendiliğinden ve körü körüne öz-düzenleme süreçlerinin yerini bu
olgu alır. Böylece gündeliklik kısa sürede, sistematikleştiren düşüncenin ve yapı-
landırıcı eylemin hedeflediği diğer sistemlerin altında gizlenen biricik sistem, ku-
sursuz sistem haline gelecektir. Bu sıfatla gündeliklik, örgütlenmiş ya da tüketimi
yönlendirilmiş diye tanımlanan toplumun ve onun dekorunun, yani modernliğin
temel ürünü olacaktır” (Lefebvre, 1998:77).
netim merkezi olarak örgütlenen kentler, insanı, doğal yaşamından ve engin doğa
görünümünden koparmış ve ortamı, mesafeyi ve ilişkileri yönlendirme sanatı olan
mimari aracılığıyla da kontrolüne almaya çalışmıştır. Yunan medeniyeti ile birlikte
ise kent, bütüncüllüğüyle insanı çevreleyen; kırsal alanla olan dış, sosyal ağlarla olan
iç ilişkilerinde denge arayan ve kontrol ile ölçülülük etrafında toplumsal ortaklıkları
yeniden keşfeden bir yapıya kavuşmuştur (Benevolo, 1995).
Kapitalizm öncesi toplumsal yaşam formlarının hemen hepsinde kentleri kırsal
alandan ve kent içi yaşamı kırsal yaşamdan farklılaştıran unsurlar arasında ortaklık-
lar görülmektedir. XVIII. yüzyıla değin hemen her kentin etrafının surlarla çevrilmiş
ve kent merkezinin küçük bir iç kale şeklinde tasarlanmış olması, kentlerde, yönetsel
bakımdan hiyerarşik, askeri bakımdan savunmacı, sosyo-kültürel bakımdan da içe
dönük bir ilişkiler ağına işaret etmektedir. Kent merkezlerinin saray, tören alanı, tapı-
nak ve pazardan oluşması ise mülkiyet ile güç arasındaki bağın açık bir göstergesidir.
Mumford, İlkçağ Yunan uygarlığında, kentin merkezinde eski kalenin bütün karak-
teristik kurumlarıyla (tapınak ve onu çevreleyen rahip ve rahibelerin yerleşim yerleri,
saray, belediye ve kent konseyi binaları, su kuyuları ya da kaynakları ile bütünleşmiş
agora veya pazaryeri) varlığını sergilediğini ifade ederken (2007:186-190); Pirene,
Ortaçağ Avrupa uygarlıklarında kent içerisinde yaşayan insanların geçimlerinin hala
toprağa bağlı olmasına rağmen, askeri amaçlı surlardan, yönetici lordların konakla-
rından, tüccarların atölyelerinden, kiliselerden, pazar ve panayır alanlarından, hatta
toprağın kiracısı olan çiftçilerin getirdikleri ürünlerin depolandığı ambar ve mah-
zenlerden oluşan bir kale-kent uygarlığından söz edilebileceğini (1994:49-63); Bra-
udel ise Yeniçağ döneminde hangi kıtada bulunursa bulunsun Akdeniz çevresinde
yer alan tüm kentlerin zenaat atölyeleri, her türden eşyanın satıldığı dükkanlar, kilise,
okul, belediye, han ile doktor, noter, tüccar, yönetici ve kolluk kuvvetleri sayesinde
günümüze kıyasla yarı şehirli bir konumda olduklarını (2004:438-442) belirtmekte-
dir.
Mekan algısının dönüşümünde sanayileşmeye ve toplumun kentler temelinde
gündelik yaşamı yeniden örgütlemesine dikkat çeken çalışmalar ise esas olarak üç
yaklaşım tarzı içerisinden gelişim göstermiştir. Niceliksel ve mimarlık-mühendislik
tarihi ile bütünleştirilmiş ilk yaklaşımda, kapitalizmin kırsal alanlardan kentlere doğ-
ru büyük bir nüfus hareketine yol açtığı; kentsel alanlara yerleşen yeni nüfusun farklı
mimarlık ve mühendislik teknikleri kullanılarak, mekan kullanımı bakımından ve-
rimli ve çalışma ilişkileri bakımından da etkili olacak biçimde konumlandırıldıkları
ve şehir planlamacılığının öznesi olan, göç etmiş hemen her bireyin kentsel yaşam
tarzı ve modernizmin kültürel yapısıyla bütünleşmede uzunca bir sürece yayılmış ge-
çiş aşamasını deneyimledikleri ifade edilmiştir. Bir ‘çatı teori’ olarak görülebilecek
bu yaklaşım tarzı, Le Corbusier’in 1923 yılında “Bir tarafta halk doğru dürüst konut
beklemektedir ve bu sorun çağın en güncel sorunlarından biridir. Diğer tarafta karar
verme yetisine sahip, uygulamacı, düşünce adamı yani yöneten, düşünce eylemini
dingin ve sağlam bir mekanda yapmak istemektedir” (2001:50-51) değerlendirmesin-
den hareketle mimarlığı uyumlu ilişkiler bütünü şeklinde tanımladığı yorumundan
32 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan
kurulan iletişimin geçici, bölük pörçük ve çok katı bir amaçlılık taşımasına2; geçmiş
yaşam biçimlerinin varlığını sürdürmesinin kapitalist mekansal örgütlenme için an-
lamlı olduğu ölçüde mümkün olmasına ve kentsel hinterlandın düşünülenden bü-
yük olmasına3 dayanmaktadır. Kapitalist üretim biçimi ile birlikte gün geçtikçe artan
sayıda insan daha küçük (bölünmüş ve özelleşmiş) bir alanda bir arada yaşamaya
başlamıştır.
“İnsanlık tarihinde bir dönüm noktası olan ulaşım ve iletişimdeki teknolojik
gelişmeler, uygarlığımızın en önemli öğelerinden olan kentlerin rolünü artırarak
kentsel yaşam biçimini kentin kendi sınırlarının dışına taşırdı. Kentin, özellikle de
büyük kentin baskınlığının, sanayi, ticaret, yönetimle ilgili olanakların ve etkinlik-
lerin, ulaşım ve iletişim ağları, gazeteler, radyo istasyonları, tiyatrolar, kütüphane-
ler, müzeler, konser salonları, operalar, hastaneler, yüksek öğretim kurumları, araş-
tırma ve yayın özekleri, iş kurumları, din ve hayır işlerine yönelik kurumlar gibi
kültürel ya da dinlenme ve eğlenceye ilişkin donanımların kentlerde yoğunlaşma-
sından kaynaklandığı kabul edilebilir. Bu araçlar aracılığıyla kent, bir çekim özeği
niteliğine bürünüp kırsal bölgeler üzerine etkide bulunduğunda, kentsel ve kırsal
yaşam biçimleri arasındaki farklar daha da artacaktır. Kentleşme, artık, yalnızca
insanları kent olarak adlandırılan yere çekme sürecini belirtmekle kalmamakta, in-
sanların kentin yaşam biçimini benimsemesi anlamına da gelmektedir. Kentleşme,
ayrıca, kentlerin büyümesinin beraberinde getirdiği yaşam biçiminin belirgin ni-
teliklerinin ve kentin kurumlarıyla kentlilerin, iletişim, ulaşım araçları aracılığıyla
oluşturduğu büyünün etkisi altında kalan bireylerde, kentli olarak kabul edilen ya-
şam biçiminin niteliğindeki değişiklikleri vurgular” (Wirth, 2002:81-82).
2 ABD’li antropolog E.T. Hall tarafından ‘The Hidden Dimension’ başlıklı çalışmada kapsamlı bir biçimde
analiz edilen ilişkilerde sosyal mesafe olgusu, kentsel iletişimin temel modellerinden birisi olarak anlam-
landırılabilecektir. Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi için (Hall, 1969:7-22, 91-112, 165-180).
3 Modern dünyada kentsel hinterland sadece kentin coğrafi, klimatolojik ve üretim kaynakları sağlayan
çevresi değil; bir bütün olarak yaşam biçimi güçlerinin toplamıdır. Örneğin İstanbul’un hinterlandı Ana-
dolu, Balkanlar, Trans-Kafkasya ve hatta Ortadoğu, New York’un hinterlandı ise yaşam tarzları, gelenek-
görenekleri, yeme-içme adetleri, eğlence-dinlenme alışkanlıkları, spor ve sanat etkinlikleriyle tüm dünya-
dır.
34 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan
derin sorunları, muazzam sosyal güçler olan tarihsel bir miras, dış kültür ve yaşam
tekniği karşısında bireyin kendi özerkliğini ve bireyselliğini koruma çabasından doğ-
maktadır. Bu sorunu anlamak isteyen sosyolog için, bireyselliğin metropoliten biçim-
lerinin psikolojik temelini kavramak önemlidir” (Martindale ve Neuwirth, 2003:39).
XIX. yüzyılın son çeyreğinde belirgin bir biçimde açığa çıkan metropollerde (hızla
büyüyen kentlerde) bireylerin, dışsal etkenlere karşı bir mentalite geliştiremedikleri,
bilinçliliklerini öne çıkarıp duygularını gizleyemedikleri sürece kentliliğin karakte-
ristiklerine sahip çıkamayacaklarını ve bunu gerçekleştirdikleri zaman da kentin bir
dişlisine dönüşeceklerini ifade eden Simmel, kentsel ekonomik ilişkilerin akıl yoluyla
özgürleşme tasavvurunun sonucu olduğunu belirtmektedir:
“Metropolü özgürlüğün mekanı yapan, çevrenin genişlemesiyle kişisel içsel ve
dışsal özgürlük arasındaki evrensel tarihsel ilintiden ötürü alanın ve kişilerin anlık
hacmi değildir. Bunun gerekçesi daha ziyade, herhangi bir kentin kozmopolitliğin
mekanı haline gelmesi yönündeki görünür genişlemenin aşılmasındadır. Kentin
ufku zenginliğin gelişme yoluyla kıyaslanabilir bir biçimde genişlerken; miktarı
belli olan gayrimenkul, olabilecek en hızlı biçimde, atomsu genişlemeye benzer
olarak artış gösterir. Belli bir limit aşılır aşılmaz, kentliliğin ekonomik, kişisel ve
entelektüel ilişkileri, kentin hinterlandı üstündeki entelektüel üstünlük küresi, ge-
ometrik artışla büyür” (Simmel, 1996:87).
Simmel için kentteki sosyal yaşam, anındalık, kestirebilirlik ve kesinlik gibi para
ekonomisi ve entellektüel düşünce ile sıkı sıkıya bağlı karmaşık bir ilişkiler ağını çağ-
rıştırmaktadır. Gündelik yaşam içerisinde eşyanın özünün (kişiselliği, kişi için değeri
ve mukayese kabul etmezliği) yok olmasına koşut, parasal mübadele gücü ve sermaye
ile ilişkiler ön plana çıkmaktadır. Simmel’in yorumuna göre, kentsel yaşamın kırsal
hayattan sosyolojik olarak farkı, yaşam mücadelesinden kazanma mücadelesine dö-
nüşen günlük pratiklerde aranmalıdır. Kişisel farklılıkları ortadan kaldıran kapitalist
modernleşmenin, bireyi kendi varlığını anlamlı kılmak için elinden gelen azami gay-
reti sergilemeye zorladığını ifade eden Simmel’e göre metropolde birey, “belki uygu-
lamalarında ve uygulamasından türetilen çapraşık duygusal durumların toplam bi-
linçliliğinde olduğundan daha da küçük, ihmal edilebilir bir niceliğe indirgenmiştir”
(1996:88). Simmel’in kenti, bireye ve onun yaşamına mücadele ve uzlaşma arenası
olarak hizmet veren bir mekan olarak anlam kazanır.
Kıta Avrupası sosyolojisinin diğer önemli temsilcisi Max Weber ise kentsel yaşamı
sürdüren bireyler arasında psiko-sosyal homojenite eksikliğini kabul etmekle birlik-
te, bu sorunun, her biri birer mesleğe dönüşen uzmanlaşmış ‘iş’ dünyası ile aşıldığını
ifade etmiştir. Weber, tüm sosyolojik analizlerinde –ki bu analizlerin konusu Yunan,
Çin ya da Hint medeniyeti olabilir– kentin doğasına hakim olan ekonomik kurallar-
la ilgilenmiş; her fırsatta kentleşmenin ve kentliliğin Batı demokrasisinin gelişimiyle
ilintili yönlerine vurgu yapmıştır:
“Tüketici ilişkileri ve sermayesi olmayan uzmanlaşmış küçük kuruluşlar teme-
linde, tarımsal ve tarım dışı üreticilerle yerleşik tüccarlar arasında cereyan müba-
delesi ile yerel kentsel pazar, takasın bir tür ekonomik muadilini temsil etmektedir.
Buna karşılık, temeli olağan şekilde iş birikimi ve bütünleşmesinde bulunan ve içe-
ride mübadelenin gerçekleşmediği oikos’ta (hanehalkı), uzmanlaşmış bir bağımlı
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 35
4 Kapitalizmin ulaştığı tüketim toplumu aşamasında, işlevselliğe dayalı aktiflik-pasiflik ayrımı da anlamını
yitirmeye başlamıştır. Kapitalizmin fordist üretim/taylorist yönetim süreci içerisinde işlediği zaman kesi-
tinde mutlak bir geçerliliğe sahip olan mekanın zamana bağlı işlevselliği, küreselleşme ve esnek yönetim
sürecinin hakim olduğu son çeyrek yüzyıllık dönemde geri plana itilen bir özellik haline gelmiş ve mekan
yaşamın her anında etkin bir içerik kazanmaya başlamıştır. Modernizm ideolojisinin önemli bir parçası
olan mekanın işlevselliğine örnek olarak barınma amaçlı konutlar gösterilebilecektir. Tek başına yaşayan
ve çalışan bireyin sabah evden çıkıp işe gitmesiyle sermaye açısından işlevselliğini yitiren evin, akşam iş
dönüşü yeniden bireyin kullanımına sunularak, tekrar emtia haline gelmesi bunun en açık göstergesidir.
Batı dünyasında mortgage tarzı krediler ile uzun vadeli borçlanma yoluyla satın alınan konutlar, bireyin
kapitalist çalışma ilişkileri içerisinde koşulsuz ve itirazsız biçimde yer almasına, iş dünyasının dayattığı etik
dışı ve kuralsız rekabet sistemiyle kısa sürede uyumlanmasına destek sağlayan bir unsur olmuştur. Moder-
nizmin çalışanlara barınma mekanı olarak sunduğu ev, postmodernizmle birlikte statü sembolü, yaşam
tarzının göstergesi ya da sosyal iletişimin kaynağı olarak hizmet etmeye başlamış; böylece bir “ev”e sahip
olmak “okunabilir bir deneyimler zincirinin parçası olmak” şeklinde anlamlandırılmaya başlamıştır. Özet
olarak postmodernizm, geçmiştekinden farklı olarak mekana, zamandan bağımsız işlevsellikler atfeden bir
içeriği egemen kılmaktadır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 37
araçların mülkiyetinin kime ait olduğu, açığa çıkan üretimin nasıl bölüşüleceği ve
dağıtılacağı, kimler tarafından hangi koşullarda tüketileceği ve yeniden üretim için
hangi ürünlerden ne miktarda ayrılacağı sorularına verilen yanıtlar ve uygulamalar
çerçevesinde somutlaşmaktadır. Toplumsal yaşamın üretimi ile mekan-zaman anla-
yışına egemen olan tarz arasındaki bağlar, bireyin gündelik yaşamını nerede, nasıl,
kimlerle ve hangi zaman kesiti içerisinde geçireceğine ilişkin olguların açığa çıkma-
sını sağlamaktadır. Kapitalizmde gündelik yaşam, bir kalıp ya da stereotip olarak de-
ğil, toplumsal yaşamın üretiminde egemen ve karşıt güçler arasındaki mücadelenin
niteliğine, yoğunluğuna ve tarzına bağlı olarak sürekli olarak yeniden düzenlenen bir
mekan-zaman birlikteliği şeklinde anlam bulmaktadır.
Kapitalist toplumsal örgütlenmenin kendine özgü mekan-zaman anlayışı XVIII.
yüzyıldan itibaren açığa çıkmaya başlamış ve XX. yüzyılın başlarında da olgunluğa
ulaşmıştır. Avrupa genelinde para-meta ekonomisinin sömürgelerle ticaret aracılı-
ğıyla sağladığı sermaye birikimi, kentlerde manüfaktür atölyelerin kurulmasını, artan
talebin kırsal alanlardan kentlere göç eden yeni işgücü ile karşılanmasını ve bu iş gü-
cünün çalışma yaşamını örgütlemek üzere de fabrikalar kurulmasını sağlamıştır. Fe-
odalizm karşısında burjuvazi, kendini ifade edeceği mekanın mülkiyetini elde etmiş,
sahip olduklarını örgütlemiş (kentsel arazi ve binaların sermayenin çıkarları doğrul-
tusunda nasıl kullanılacağına ilişkin düzenlemeler gerçekleştirmiş) ve mekan üzerin-
deki sosyal ilişkileri bütünüyle dönüştürmüştür.5 Toplumsal ilişkilerdeki değişim, bir
yandan toplumu oluşturan sınıfların tanımlanmasını, kapalı ve yerel ekonomilerden
sanayinin üretim ve ticaretin tüketim gücünü biçimlendirdiği bir dünya ekonomisine
geçilmesini ve teknolojik gelişmelerin sıradan insanın yaşamında kültürel sonuçlar
doğurmasını sağlarken, öte yandan da mekanı bütünüyle insan gerçekliğinden soyut-
laştırmıştır (sermaye lehine amaçlandırmıştır). Feodalizm ve öncesi dönemlerde yer
ile özdeşleşen mekan, kapitalizmle birlikte zaman ile birlikte tasarlanmış bir gerçek-
lik haline gelmiştir. Örneğin Urry, kapitalizmin zaman-mekan birlikteliğini inceleyen
çalışmaların ayrıntılı bir özetini sunduktan sonra, mekanın zaman temelli örgütlülü-
ğünün kapitalist üretim biçimini geçmiştekilerden ayırt etmede temel rol oynadığına
dikkat çekmektedir:
“Onaltıncı yüzyıla kadarki dönemde günlük yaşam, görev yönelimliydi; haf-
ta, çok önemli bir zaman birimi değildi ve mevsimler, ilgili panayır, pazarlar ve
kilise takvimi zamansal örgütlenmenin temellerini oluşturuyordu. Onaltıncı ile
onsekizinci yüzyıllar arasında bu durum, şu gelişimlerle birlikte değişmeye başla-
dı: Evinde saate sahip olanların sayısında artış; kamusal alanlarda saat ve çanların
kullanımında artış; üst ve orta sınıfların, etkinliklerin zamana göre planlandığı
okullara katılmalarındaki artış; püritenlerin çalışmayı haftalık temelde örgütleme
çabaları; işgünlerini ve ücret oranlarını hesaplama ihtiyacı gösteren bir para eko-
nomisinin artan gelişimi ve halkın sözcük dağarcığına ‘dakiklik’ teriminin girişi.
Onsekizinci yüzyıla gelindiğinde, zamanın, toplumsal etkinliklerden ayrıştırılmış
olması daha da belirginleşti. Bu kısmen, o dönemde, ortaya çıkan endüstriyel iş-
gücüne yeni bir zaman disiplini aşılamaya yönelik yenilikler nedeniyle gerçekleşti”
(Urry, 1999:35).
XIX. yüzyıldan itibaren kapitalist üretim biçiminin örgütlendiği temel mekan fab-
rikalar olmuştur. Fabrikalar (düz bir zeminin hızla yayılmaya uygun olduğu ortamlar
dışında) genellikle nehir, göl, deniz kenarlarına ya da nehirlere paralel giden demir-
yollarının kenarlarına kurulmakta; fabrikaları özel bir bölgede toplanmaya, atıkla-
rıyla insan sağlığına zararlı ya da yüksek gürültü nedeniyle ruhsal tahribata yol açan
sanayileri yerleşim merkezlerinden uzak tutmaya zorlamak gibi bir gereksinim henüz
ifade edilmemekteydi (Mumford, 2007). Kapitalizmin fabrika-kent modelindeki ör-
gütlülüğü, demiryolları, limanlar, yükleme istasyonları ve çöp yığınlarından arta ka-
lan bölgelerde cadde ve bulvarlarla bölümlenmiş arazilerden ve bu arazilerde kurulu
mahallelerden meydana gelen bir yerleşim tarzını egemen kılmış; planlamadan çok
uygulamaya dayalı bir çevre düzenlemesi esas alınmıştır. Üretim ilişkilerindeki çözül-
me ve yeniden örgütlenme, koşulların elverişsizliğine rağmen büyüğünden küçüğüne
(kentten eve değin) tüm mekanların zamanla ilişkilendirilerek kurgulanmasına yol
açmıştır.
Fordist üretim süreci ile XX. yüzyılda ulaşılan yeni evrede ise, mekan metalaştı-
rılmakta, iş, barınma, eğlenme ya da tüketme amaçlı olarak küçük parçalara bölün-
mekte ve toplumun doğa ile olan ilişkisi ortadan kalkmaktadır. Mekanın sermayenin
gereksinimleri doğrultusunda metalaşmasını Giddens şu değerlendirmeyle özetle-
mektedir: “Kapitalist kentler, mimari işlevselciliğin kentsel yaşamın büyükçe bölü-
münün sürdürüldüğü yer olan sıkıcı fiziksel ortamları üreten, hemen hemen tümüyle
manüfaktürüze olmuş bulunan ortamlardır… Kapitalist-sınai kentleşmede her günkü
yaşamın yaygın olması, toplumsal yaşamın evrensel düzeyde sürdürüldüğü ‘verili’ ya
da varoluşsal koşul olarak değil, aksine tarihsel bir ürün olarak anlaşılmalıdır” (Gid-
dens, 2000:167-168). Fordist üretim sürecinin, ekonomik, politik, sosyal, ideolojik,
teknik ve hukuki çelişkileri denetim altında tutmaya yarayan işlevi, üretim sürecinin
mekan-zaman bağlamında kendini konumlandırdığı kentin de yeni bir anlam ka-
zanmasını sağlamıştır. Mekansal örgütlenme, mülkiyet ve güç ilişkilerinin doğurdu-
ğu sınıflar ile siyasetin ve ideolojinin işlettiği toplumsal süreçlerin, mekanın tarihsel
dinamiklerinin ve belirli bir zamanda o mekanda bulunan insanların psikolojisinin
etkisi altında yapılanmaktadır. ‘Üretim bandı’ formunda örgütlenmeyi üretim süre-
cinde hakim kılan fordizm, sanayileşmenin kendisinden önceki evrelerini veri alan,
onun üzerine şekillenen kentsel örgütlenmeyi geri plana itmiş; mekanı sermaye için
sil baştan şekillendirerek, kenti üretim güçlerinin bir parçası olmanın ötesinde, üre-
tim ilişkilerinin bir ürünü olarak da ortaya çıkarmıştır. Alışveriş amaçlı süpermarket,
shopping center ve mall (AVM)’lar, eğlence amaçlı sinema, tiyatro, opera, hayvanat
bahçesi ve botanik sahaları (arboretum), iş dışı zamanın geçirildiği kahvehane, cafe,
lokanta, bar, gece kulübü türünden yeme-içme mekanları ile stadyum, spor merkezi,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 39
6 Fordist üretim sürecinin en açık hali büyük bir alışveriş merkezine (mall) giden bireyin yaşadıklarıdır.
Otoparka arabasını park eden (ya da geldiği ulaşım aracı ile alışveriş merkezinin kapısına gelen) kişi, gü-
venlik noktasını geçtikten sonra, giriş katında çokuluslu perakende şirketlerinin mağazalarında satın alma
eylemini gerçekleştirmekte; temel (!) ihtiyaçlarını gidermesini takiben üst katlardaki butik mağazalarda
uluslararası marka ürünlerle kılık-kıyafetine çeki düzen vermekte; medyanın mutlaka alınacaklar listesine
eklediği ayın kitabını ve haftalık dergilerini bookstore’dan satın almasını takiben de bütün bu sürecin yor-
gunluğunu fast-food zincirlerinde atıştırarak ya da moviepol’larda sinema izleyerek atmaya çalışmaktadır.
Tüketim bir zincire bağlıymışçasına adım adım gerçekleştirilirken, ‘tüketim bandı’nın üzerinde yer alan
tüketim nesnesi bireyin kendisi olmaktadır! Kentsel mekanlarda taylorist yönetim süreci (ve bürokratik ör-
gütlenme modeli) ise perakende şirketlerinin mağazalarındaki taşıyıcı personel, kasiyer, reyon sorumlusu,
kat-kısım şefi, satış-iade-stok-muhasebe-lojistik-güvenlik bölümlerinden sorumlu müdür yardımcıları ve
mağaza müdürü ya da cafelerdeki hizmetli-garson-şef garson-kasa sorumlusu-işletme yetkilisi türünden
hiyerarşi içerisinde daha kolay (?) bir biçimde algılanmaktadır.
40 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan
lara egemen olan ve sosyal refah devleti yaklaşımı olarak adlandırılan mekanizmalar,
piyasayı dünyanın geneli olarak gören çokuluslu şirket ideolojisinin oluşması için ge-
rekli zemini hazırlamış ve özellikle Batı dünyasında sınıf çelişkilerinin zayıflamaya
başladığı/geri plana düştüğü koşullarda da terk edilmiştir. Savaş sonrası çeyrek yüz-
yıllık dönemde kapitalist dünya ekonomisi çevre ülkelerinden hammadde ve doğal
kaynak ithali ile bu ülkelere sermaye, nihai teknoloji ve ideoloji (özellikle kalkınma ve
modernleşme) ihracına dayalı bir uluslararası ticaret sistemi çerçevesinde işlemiştir.
Ağustos 1944’de kurulan Bretton Woods sisteminin, mali piyasaların, üretim kanal-
larının ve ticaret hacminin kontrolüne dayalı yapısı, 1960’ların sonunda tıkanmaya
başlamış ve 1971’de ABD Doları’nın altına konvertibilitesinin kaldırılması, 1973 ve
1979 yıllarında yaşanan petrol fiyatlarındaki ani artışlar (şoklar) ve 1980 yılından iti-
baren açıkça gözlemlenmeye başlayan uluslararası borç krizi nedeniyle de çökmüştür.
Dünya ekonomisinin yeni bir çehreye büründüğü 1970’lerden itibaren başta ABD
olmak üzere pek çok kapitalist ülkede finans sektörü üzerindeki kısıtlayıcı koşullar
kaldırılmaya başlamış, iletişim teknolojilerindeki gelişime paralel ortaya çıkan yeni
finansal araçların (türev işlemleri, eurodolar piyasaları vb.) uluslararası düzeyde kul-
lanımı mümkün hale gelmiş ve ulus-devlet merkezli piyasa anlayışından çokuluslu
şirket odaklı piyasa anlayışına geçilmeye başlamıştır. Harvey bu değişimi, “burada
olan şey, hiyerarşik olarak düzenlenen ve ABD’nin kontrolü altında olan bir küre-
sel sistemden, piyasalarca koordine edilen ve kapitalizmin finansal koşullarını iyice
riskli kılan ademi-merkezi bir küresel sisteme geçiştir” (2008:83) değerlendirmesiyle
özetlemektedir.
Soğuk Savaş sürecinin başlangıcında uluslararası ilişkilere egemen olan ‘keskinlik’
yerini 1970’lerden itibaren ‘birlikte yaşamaya’ (detant) bırakmış, nihai mal ve hizme-
te dönüşen teknolojik yeniliklerin pazarlanabileceği piyasalar çeşitlenmeye başlamış
ve Doğu Blok’unun dağılmasını (1989-1991) takip eden süreçte de hemen her ülkede
teknoloji yoğun ürünler tüketimin temel parçası haline gelmişlerdir. Küreselleşme
dinamiklerinin üretim süreci ile tüketim biçimini önemli ölçüde yeniden yapılan-
dırması, arzu, ihtiyaç ve istek tanımlarına ilişkin kalıplaşmış yargıların terk edile-
rek; bireyin sosyal ilişkilerinin yeniden düzenlendiği bir anlamlar bütününün ortaya
çıkmasını sağlamıştır. Teknoloji yoğun ve enformasyon içerikli mal ve hizmetlerin,
gündelik yaşamın işleyişini, üretimin ve tüketimin örgütlenmesini, siyaset yapma
biçimini ve insanlar arası sosyal ilişkileri materyaller arası ilişkilere dönüştürme gü-
cünü bütünüyle değiştirdiğini savunan küreselleşme savunucularının (Ohmae, 1995;
Thurow, 1997; Brzezinski, 2005) özellikle vurguladığı unsur, bu yeni anlamlandırma-
lar zinciri olmuştur. Yeni anlamlandırmalar zincirinde, arzu “kimlik inşasına aktif
biçimde katılmayı sağlayan kendini ifade ve teşhir fırsatlarına” (Watson, 2006:48),
ihtiyaç “metaforlar yoluyla bilinçaltından su yüzüne çıkan gizli düşünce ve duygula-
rın ifade edilmiş haline” (Zaltman, 2004:71), istek ise “yalnızca kendimizi ifade etmek
için kullanmadığımız, kim olduğumuzu hatırlatması ve benlik bilincimizi koruma-
sı için sarıldıklarımıza” (Solomon, 2003:61) dönüştürülmüştür. Gündelik yaşamın
topyekün dönüştürülmesine dayalı küreselleşme politikaları, dünya nüfusundaki ve
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 41
7 Son yüzyıl içerisinde dünya nüfusundaki artış etkileyici bir hızda gerçekleşmiştir. Kapitalist ekonomik iliş-
kilerin açığa çıkmasından önceki bir tarih olarak 1750 yılında dünya üzerinde 725 milyon insanın yaşadığı
tahmin edilirken, 1850 yılında bu rakam 1 milyar 175 milyona ulaşmıştır. Gerçek büyüme bu dönemden
sonra başlamış, 1900 yılında 1 milyar 600 milyon olan dünya nüfusu 1950’de 2 milyar 564 milyon, 1980’de 4
milyar 478 milyon seviyesine çıkmış ve 2000 yılında da 6 milyarı aşmıştır. Kapitalizmin sağlık ve sosyal gü-
venlik hizmetleri tüketimini kitleselleştirmesi ile anne-çocuk-koruyucu sağlık hizmetlerindeki gelişmeler,
yaşam süresinin artmasına ve ölüm hızının düşmesine yol açmıştır. Kentleşme hızındaki artış ise etkileyici
olmanın ötesinde şaşırtıcıdır. 1950 yılında dünya genelinde nüfusu 1 milyonu aşan 86 kent bulunmakta
iken, 2000 yılında bu sayı 440’a ulaşmıştır. Yine 1950’den bu yana kentler dünya genelindeki nüfus artı-
şından yaklaşık üçte ikilik pay almış, kentli iş gücü nüfusu 1980 yılına kıyasla iki katından fazla artmış ve
2006 yılında kentlerde yaşayan toplam nüfus (3 milyar 200 milyon) 1960 yılındaki toplam dünya nüfusunu
geçmiştir. 2000 yılı itibariyle dünya ölçeğinde kentli nüfusa yenidoğanlar ve göçmenler sayesinde her hafta
bir milyona yakın insan katılmaya devam etmektedir. Afrika, Latin Amerika, Ortadoğu ve Güneydoğu
Asya’da ekonomik büyüme ile orantısız kentleşme, açık bir biçimde küresel siyasal konjonktürün (1980
sonrasında Üçüncü Dünya ülkelerinde ekonomilerin IMF ve Dünya Bankası kontrolünde yeniden yapı-
landırılmasının ve tarımsal üretimin geri plana itilmesiyle birlikte yerleşik kırsal nüfusun çözülmesinin)
sonucudur (Davis, 2007:15-34; Keyder, 2000: 171-174; WAB, 1995)
42 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan
saşırı ağların ve iletişimin ağırlık kazandığı global pazarlar, sermaye açısından sınır-
ların ortadan kalktığı, üretim güçleri arasındaki eşitsizliğin ve tahakkümün ise her
geçen gün arttığı bir ilişkiler bütününü oluşturmaktadır. “Küreselleşmeyle beraber
anılan gündelik yaşamın bir parçası olan tüketim kültürünün, bu metaforlar ışığında
evrensel hale gelen ortak değerlerin reklamlar aracılığıyla yayılımı –örnek alınacak
bir yaşam tarzı, belli davranış kalıpları ve tercihlerimiz için medya ve reklamlardan
yararlanmamız gibi, dünyanın hemen hemen her köşesinde Coca Cola içiliyor olma-
sı gibi– dikkat çekicidir” (İçin-Akçalı, 2006:98-99). Tüketim davranışları içerisinde
‘yeni tüketim kültürü’nün egemenin ötesinde ‘tek, biricik’ tarz olma isteği, üreticilerin
reklamcılık endüstrisine olan gereksinimini artıran ve reklamcılık endüstrisinin de
hemen her mekan ve zamanı kendi kârlılık ilkesi doğrultusunda kullanmasını sağla-
yan bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. Tüketici bireylerin bağımsız ve köklü biçimde ayrış-
mış/farklılaşmış satın alma davranışı sergilemelerinin, üretim biçiminin metalaştırıcı
ve fetişleştirici etkisini sekteye uğratacağı görüşü, gündelik yaşam içerisindeki karar
alma süreçlerinde ‘yol gösteren’ ve ‘mevcut ilişkilerin devamlılığını sağlayan’ reklam-
cılık endüstrisine duyulan gereksinimin göstergesidir. Reklamcılık endüstrisi basit
anlamıyla bir mal ya da hizmetin satışının sağlanması ya da artırılmasının ötesinde
bir yaşam tarzının yerleştirilmesi amacına hizmet etmektedir.
Gündelik yaşam içerisinde mekanın medyatizasyonu ile anlamlandırılmak iste-
nenin ne olduğuna ilişkin bir parantez bu noktada açılabilecektir. Mekanın medyati-
zasyonu, belirli bir yer, konum ya da coğrafi alanın, kapitalist üretim biçimi ile mül-
kiyet ilişkilerinin çıkarlarına hizmet edecek biçimde kitlesel iletişim ortamı olarak
örgütlenmesidir. Yaşam tarzı olarak tüketim, bireyin kendi talep ve gereksinimleri
doğrultusunda estetize edilmiş ‘yer’den koparılarak, içinde olunulan grup, alt kültür,
cemiyet gibi segmentlerin ifade edildiği ‘mekan’larda gerçekleştirilmektedir. Bu ger-
çekleştirmeler, tüketim eyleminin sadece belirli bir mekanda yürütülmesini değil;
o mekanla birlikte yeniden anlam bulmasını, mekandan geçerek kitleselleşmesini,
mekanın kitlesel iletişim ortamı olarak kullanılmasını ve mekanın mesajın kendisi-
ne dönüşmesini beraberinde getirmektedir. Küreselleşen gündelik yaşamın değeri,
medyatize edilmiş mekanlardaki kişilere erişmek, olayları gözlemlemek ve ortamdaki
havaya dahil olmakla özdeşleştirilmiştir8.
Reklamların ulusal ve uluslararası ölçekte tüketimi harekete geçirmesi ve destek-
lemesi bağlamında üretim, dağıtım ve medya ile olan ilişkisinin yeniden anlamlandı-
rılması gerekmektedir. “Medya alanında ortaya çıkan yeni açılımlarla, baskıcı, yön-
lendirici yöntemler terk edilerek, ürün özelliklerini, işlevlerini vurgulayan reklamlar
yerini yeni tür duygulara, sembollere ve tüketicinin kimliğini yansıtmasına olanak
8 Gündelik yaşamda mekanın medyatizasyonunu betimlemekte güçlük çekenlere, ‘Laila’ ve ‘Reina’ örnekleri
verilebilecektir. Bu mekanlara gitmenin –hatta kapısının önünde olmanın–, spor, sanat, eğlence dünya-
sının ünlü simalarıyla aynı iletişim ortamını paylaşmanın, jet-set’den (sosyeteden) kişilerle aynı fotoğraf
karesinde yer almanın ya da ulusal televizyonların magazin programlarına ait kameralara görünmenin
‘varoluşsal amaç’ olarak nitelendiği koşullarda, yeni günlük yaşam pratiklerinin sosyo-psikolojisi ile mekan
medyatizasyonu arasındaki bağların incelenmesinin gerekliliği açıktır. Örneğin televizyon kanallarından
yapılan mekana yönelik örtülü reklamların sıklığı ile mekana ilişkin arzuların yoğunluğu arasındaki olası
(!) korelasyonlar araştırılmayı beklemektedir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 49
olursanız olun, çok önemli bir göreviniz varmış gibisinizdir. Bunun nedeni kentli
insanların herhangi bir yerde kendilerine ihtiyaç duyulmadığını kabul etmeyi iste-
memeleridir; aylakça yürüyor görünmenin bile böyle bir izlenim uyandırmasından
korkarlar” (Underhill, 2005:46). Yeniden örgütlenmiş mekanlara uyum sağlayama-
dıklarında yaşamlarını sürdürmelerinin imkansızlaşacağının bilincinde olan bireyler,
kentin kendilerini yönlendirmesine açık bir psikolojiyi kısa sürede benimsemekte ve
mekansal yeniliklere uyum göstermektedirler. Kompozisyonun değişimi sonrasında
sermaye açısından yeniden işlevselleşen mekanlarda, birer kentsel ikona dönüşen
yeni yapılar ise mimari tasarım, çevresel etki, markaların sergileniş tarzı, aydınlatma
ve renk seçimleri ile oluşturulmaya çalışılan kentsel imajın reklamı rolünü üstlemekte
ve çekici tasarımlarıyla kitleleri planlanmış tüketim eylemlerine hazırlamaktadırlar.
Özet olarak, kentsel mekanlarda her reklam, beklenen kârlılığın izlerini taşımakta-
dır.
Sonuç
Benevolo, L. (1995). Avrupa Tarihinde Kentler. (çev: Nur Nirven). İstanbul: Afa.
Braudel, F. (2004). Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıları. (çev. Mehmet Ali Kılıçbay). Ankara: İmge.
Brzezinski, Z. (2005). Büyük Satranç Tahtası. (çev: Yelda Türedi). İstanbul: İnkılap.
Childe, G. (2002). Tarihte Neler Oldu. (çev: Mete Tunçay ve Alaeddin Şenel). İstanbul: Alan.
Duru, B. ve Alkan, A. (2002). Giriş: 20. Yüzyılda Kent ve Kentsel Düşünce. s. 7-25. içinde Bülent Duru ve
Ayten Alkan (der.). 20. Yüzyıl Kenti. Ankara: İmge.
Foster, J. B. (2008). Kapitalizmin Malileşmesi ve Kriz. (çev: Çiğdem Çıdamlı). İstanbul: Kalkedon.
Giddens, A. (2000). Tarihsel Materyalizmin Çağdaş Eleştirisi. (çev: Ümit Tatlıcan). İstanbul: Paradigma.
Giddens, A. (2005). Sosyoloji: Kısa Fakat Eleştirel Bir Giriş. (çev: Ülgen Yıldız Battal). Ankara: Phoenix.
Gropius, W. (1991). Bauhaus Üretiminin İlkeleri. s. 80-81. içinde Ulrich Conrads (der.). 20. Yüzyıl
Mimarisinde Program ve Manifestolar. (çev: Sevinç Yavuz). İstanbul: Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları.
İçin-Akçalı, S. (2006). Günlük Yaşamda Reklam ve Büyülenmiş Tüketiciler. s. 97-114. içinde Selda İçin-
Akçalı (ed.). Gündelik Hayat ve Medya. Ankara: eBabil.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 53
Keyder, Ç. (2000). Enformel Konut Piyasasından Küresel Konut Piyasasına. s. 171-191. içinde Çağlar Keyder
(der.). İstanbul Küresel ile Yerel Arasında. (çev: Sungur Savran). İstanbul: Metis.
Le Corbusier, C. (2001). Bir Mimarlığa Doğru. (çev: Serpil Merzi). İstanbul: YKY.
Lefebvre, H. (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat. (çev: Işın Gürbüz). İstanbul: Metis.
Martindale, D. ve Neuwirth, G. (2003). Önsöz. s. 7-80. içinde Max Weber. Şehir. Modern Kentin Oluşumu.
(çev: Musa Ceylan). İstanbul: Bakış.
Mullins, P., Natalier, K., Smith, P. ve Smeaton, B. (1999). Cities and Consumption Spaces. Urban Affairs
Review. 35 (1): 44-71.
Mumford, L. (2007). Tarih Boyunca Kent. (çev: Gürol Koca ve Tamer Tosun). İstanbul: Ayrıntı.
Ohmae, K. (1995). The End of the Nation State: The Rise of Regional Economies. London
Park, R. E. (1967). On Social Control and Collective Behavior. Chicago: The University of Chicago Press.
Pirene, H. (1994). Ortaçağ Kentleri: Kökenleri ve Ticaretin Canlanması. (çev: Şadan Karadeniz). İstanbul:
İletişim.
Ritzer, G. (2000). Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek. (çev: Şen Süer Kaya). İstanbul: Ayrıntı.
Simmel, G. (1996). Metropol ve Zihinsel Yaşam. (çev: Bahar Öcal Düzgören). Cogito. Sayı: 8. 81-89.
Solomon, M. R. (2003). Tüketici Krallığının Fethi. (çev: Selin Çetinkaya). İstanbul: MediaCat.
Thurow, L. (1997). Kapitalizmin Geleceği. (çev: Serpil Demirtaş ve Nebil İlseven). İstanbul: Sabah.
WAB. (1995). The World Almanac and Book of Facts. New Jersey: Funk & Wangnalls.
Watson, N. (2006). Postmodernizm ve Yaşam Tarzları. s. 45-57. içinde Stuart Sim (ed.). Postmodern
Düşüncenin Eleştirel Sözlüğü. (çev: Mukadder Erkan ve Ali Utku). Ankara: eBabil.
Weber, M. (2003). Şehir. Modern Kentin Oluşumu. (çev: Musa Ceylan). İstanbul: Bakış.
Wirth, L. (2002). Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme. s. 77-106. içinde Bülent Duru ve Ayten Alkan (der.
ve çev.). 20. Yüzyıl Kenti. Ankara: İmge.
Yırtıcı, H. (2005). Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları.
Zaltman, G. (2004). Tüketici Nasıl Düşünür? (çev: Semih Koç). İstanbul: MediaCat.
Zukin, S. (2003). Urban Lifestyles. s. 127-131. içinde David B. Clarke, Marcus Doel, Kate Housiaux (eds.).
The Consumption Reader. London: Routledge.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 55
Hürryet Konyar1
ÖZ
Kültürel Çalışmaların bakış açısıyla ele alınan bu makale, Hegemonik “çokkültürlü” kültürel yapının yeniden
üretilmesi sürecinde, farklı bir renk oluşturan alt kültürlerin birer muhalif kültür iken medya aracılığı ile po-
püler kültür haline dönüştürülmeleri ve orta sınıfın kültürel kimliğini kurmada oynadıkları rolün irdelenmesi
amacıyla yazılmıştır. Bu amaçla önce Hegemonik “çok kültürlü” yapının oluşmasında etken olan, orta sınıfın
belirleyici rolü ile medyanın küreselleşen ilişkiler içindeki yeni yapılanmasının etkisi ele alındı. Daha sonra he-
gemonik “çok kültürlü” yapının medya tarafından nasıl kurulduğu ve alt kültürlerin hegemonyayı yeniden üret-
meleri durumu irdelendi. Çalışmanın temel argümanında ise, Hegemonik kültürel yapıların yeniden üretilme-
lerinin, küreselleşme ile ortaya çıkan orta sınıfın kültürel kimliğinin yeniden kurulması süreci ile belirlendiği
durumu tartışılmaktadır. Bu süreçte, gençlik alt kültürlerinin “çok kültürlü” kimliğe farklılık taşıyan bir kültür
olarak katıldıkları ancak bu farklılıklarının medya tarafından ortadan kaldırılarak birer popüler kültür haline
dönüştürüldükleri ve Hegemonik kültürel yapının kimliğindeki gençlik imgesini yeniden oluşturduklarıdır.
Anahtar kelimeler: Orta sınıf , gençlik alt kültürleri, kültürel hegemonya, yeni medya.
ABSTRACT
This essay is written from the point of view of Cultural Studies in order to examine the transformation of
subcultures into popular culture status by means of media in the process of reproduction of hegemonic “multi-
cultural” structure and to verify the role middle classes played in the formation of their cultural identity. Subcul-
tures forming different colors were previously opponent cultures. For this object determinant role of the middle
class and the effect of restructuring of media in the globalized relations that have an impact on the formation
of hegemonic “multicultural” structure. Then the way of establishment of hegemonic “multicultural” structure
by media and the case of reproduction of hegemony by subcultures were verified. In the basic argument of the
study the case in which the reproduction of hegemonic cultural structures was determined by the process of
reestablishment of the cultural identity of the middle class emerged as result of globalization. The process in
which youth subcultures participated to “multicultural” identity as a different culture was studied. But these
differences are eliminated by media and transformed into a popular culture status. So the youth image in the
identity of hegemonic cultural structure was reestablished.
Giriş
Yöntem
ile ilgili olarak belirlenen ana kaynaklar içinde özellikle medyanın kültürel yapıdaki
Hegemonik ilişkilerin kurulması sürecini irdeleyen S. Hall’un Kültür, Medya ve İdeo-
lojik Etki, ile İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın
Geri Dönüşü yine J. Fiske’in Popüler Kültürü Anlamak ile İletişim Çalışmalarına Giriş
adlı çalışmaları temel kaynak durumundadır. Gençlik altkültürleri ile ilgili olarak
kültürel çalışmaların bakışı altında yapılan çalışmalar arasında, Hebdige’in Altkül-
türler, S. Hall,&T. Jefferson’un Subcultures, Cultures and Class, Resistence Through
Rituals, A. McRobbie’nin Postmodernizm ve Popüler Kültür, S.Thorntone, Club Cul-
tures, Music, Media and Subcultural Capital, S.Redhead, Subculture to Clubcultures
gösterilebilir.
Çalışmanın sonuç bölümünde ise, gençlik altkültürlerinin hegemonik kültürel ya-
pıya eklenmesi ile meydana getirdiği etkileşimlere bakılmaktadır.
Kuramsal tartışma
2 Orta sınıfın kültürel kimliğini anlamak için Bourdieu’nün sınıfsal ayrım kavramından hareket ederek an-
lamak daha açıklayıcıdır. Bourdieu, toplumsal ayrışmanın, bireylerin nesnel olarak içinde bulundukları
alan ile bireylerin öznel olarak ortaya koydukları pratikler arasında kurulan diyalektik bir ilişki ile be-
lirlendiğini söylerken bireylerin içinde bulundukları toplumsal alanın bireylerin pratiklerini sınırladığını
belirlemiştir (Tatlıcan-Çeğin, 2007:312). Toplumsal ayrımı oluşturanın bireyin kültürel pratikleri, statüsü,
hayat tarzı, giyim, kuşam, konuşma, görünüş ve bedensel eğilimleri olduğunu söyleyerek, yaşam dünyasını
(life world) habitus olarak tanımlamaktadır. Habitusun bireyin sosyal mekân algısını düzenleyen tüm pra-
tik, eğilim ve beğenilerin zırhı tarafından sistemleştirilip kurulduğunu söylemektedir. (Bourdieu,1986, akt.
Turner, 2000:85).
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 61
3 Yöndeşme olgusu, “Türkçeye ‘yakınsama’ ya da ‘ yöndeşme’ sözcükleri ile de çevirisi yapılan ‘convergence’
terimi bilgisayar, görsel-işitsel medya, telekomünikasyon gibi sektörlerin teknolojik ve ekonomik olarak
birleşmesi, yeni ürünler ve hizmetler yaratmaları anlamına gelir. Bu süreç 1970’lerden beri devam etse de
kablo TV, dijitalleşme ve internetteki son teknolojik gelişmeler, süreci hızlandırdı. Yöndeşme daha önce
ayrı olan sektörlerin birleşmeleri, artan yatay ve dikey yoğunlaşmalarla da hız kazandı” (Losifidis, 2002 akt.
Gencel Bek, 2003:40).
4 Medyanın yöndeşme ilişkisine örnek olarak özellikle müzik endüstrisi ile radyo arasında kopmaz bir bağ-
lantıyı gösterebiliriz. İkisi arasındaki ortaklık dönemin popüler müziğini belirlemede etken olmaktadır.
“Plak şirketleri, müzikleri yerleşik radyo istasyonu formatlarından birine uymayan sanatçılarla ve grup-
larla sözleşme imzalamaktan kaçınır. Tipik olarak şarkılar popülerliğe giden yolda ilk adımı, bol kazançlı
Contemporary Hits veya yeni Crossover radyo formatlarında sıkça çalınma şansına sahip olmadan önce
belli bir formatta başarı kazanarak atmak durumundadır.” Bu tip format içinde bulunan müzikler radyoda
devamlı çalınarak popüler hale getirilirler. “Popüler şarkıların bu kolayca ayırt edilir unsurları “çengel”
olarak adlandırılır. Ki bu kavram şarkıların dinleyicilerin ilgisini çekme ve bu ilgiyi sürdürme yeteneğine
işaret eder. Çengel genellikle şarkının içinde birkaç kez tekrarlanır. “dans” müzikleri çalan radyo istasyon-
ları ve dans kulübü diskjokeyleri sık sık bir şarkının çengelini diğer şarkıların enstrümental bölümlerine
yedirirler. Ve böylece etkisini daha da artırırlar. Diğer kitle iletişim araçlarının sunduğu biçimlerden farklı
olarak müzikteki “top hit”ler radyo istasyonlarında tekrar tekrar çalınır. Böylece şarkıların içerdiği temel
formasyon geniş bir dinleyici kitlesine ulaştırılır.” (Lull, 2000: 14,5 ,6). Bu örnekle ilgili olarak yazılı basının
nasıl bir işlevi olduğu konusunda ise, bu radyo istasyonlarının neler çaldığına yer veren müzik dergilerin-
den gelen bilgilerin çoğu program müzik direktörünün istasyonları için şarkı seçerken kullanılan bir ölçüt
64 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar
devamlı değişen teknolojik yapısı içinde dijital teknolojilerin söz konusu olması ne-
deniyle artık görüntü ve yazının beraberliği ve izleyicinin bu beraberliğe yön verme-
si/katılması da söz konusudur. Sonuç olarak medyanın giderek ticarileşen yapısına
karşılık, izleyici ile birlikte hareket eden medya yapıları söz konusudur.
Medyanın kurulan yapısı ile birlikte kültürel alanda üstlendiği işlevin de değiş-
tiğini toplumun ulusal değerlere göre eğitilmesi, aydınlatılması işlevinden ayrılarak,
sınıfsal ayrımları oluşturacak yeni kültürel değerlerin tüketilmesi, oluşturulması işle-
vini üstlendiğini söyleyebiliriz. Medya kurulan yeni yapısıyla bir yandan yeni Hege-
monik, hakim kültürel yapının kuruluşunu sağlarken, diğer yandan da sadece hakim
kültürün kurulması alanında değil aynı zamanda yukarıda belirlediğimiz orta sınıfın
stilistik tarzlarının toplumun daha geniş kesimine iletilmesi, pazarlanması sürecinde
ve yine hakim kültürel yapının değer anlayışlarının yaygınlaştırılması açısından da
önemli bir işleve sahip durumdadır.
Öncelikle medyanın kültürel yapıdaki Hegemonik ilişkilerin kurulması sürecine
yakından baktığımızda, Hegemonik kültürel yapı, güçlü sınıfın menfaat ve durum-
larını ortaya koyan anlamlar olup sistemin içindeki diğer farklı kültürleri tanımla-
mayı dener. Ancak farklı olan diğer kültürler açısından da sadece boyun eğme değil
aynı zamanda mücadele söz konusudur. Hegemon olanı uyarlamaya çalışıp ortadan
kaldırmak için direnirler. Kültür daha açık bir tanımıyla, hâkim ve boyun eğenin da-
ima birbirleriyle mücadele halindeki ilişki halidir. Hâkim ve boyun eğen sınıfların
her biri farklı kültüre sahip olmakla birlikte boyun eğen kültür hâkim kültür tara-
fından tanımlamaya başlayınca hâkim kültür, hâkim ideoloji olmaya başlamaktadır
(Hall&Jefferson, 1998: 13). Ancak bu mücadelede ideolojinin özneleri tamamen ege-
menliği altına almadığı da vurgulanmalıdır. Egemen ve muhalif ideolojiler arasında-
ki Hegemonik bir mücadele süreci devam etmektedir (Hall, 1983 Akt. Sholle, 1999:
279).
Hegemonik yapının işleyiş sürecinde önemli bir diğer nokta da farklı olan kültürel
yapıların hegemon ile mücadelesi sırasında dirençlerini kaybederek hegemonik ya-
pıya dâhil olmaları ile bu yapıyı çoğulcu yapılar haline dönüştürmeleri, kendilerinin
de farklılık taşıyan olmaktan çıkarak güvenilirlik ve meşruiyet kazanmalarının söz
konusu olmasıdır (Hall, 1999a: 238).
Medyanın bu ilişkiler içindeki işlevi ise, bu hegemonik çerçeve içinde kalmayı
sağlamasıdır. Medya karmaşık bir süreç olan bu oydaşmayı/ortak kabulü şekillen-
dirme ve örgütlendirme işlevini yerine getirmektedir. Medya başat yapıyı oluşturur-
ken hangi olayları ele alıp yani hangilerini düzenli ve meşru bir tanım içine sokup,
hangilerini dışarıda bırakacağı, bunları sistemin gerçekliğinin dışında kalan aşırı-
lıkçı, irrasyonel, anlamsız, ütopyacı, pratik olmadıkları gerekçeleriyle dışlanmasına
karar vermektedir” (Hall, 1999a: 236,7,8,9-40). Medya bu işlevini gerçekleştirirken
“gerçek”liği yeniden tanımlamaktadır. Medya, “gerçeği” dilsel pratikler aracılığı ile
olmasıdır. Radyo, tüketim endüstrisi ve yazılı basın arasındaki ortaklığı gösterirken, medyanın pop kültürü
oluştururken kolaylık sağlayıcı yeni yapısını anlamak da kolaylaşmaktadır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 65
kurmakta ve seçilmiş tanımlarla temsil etmektedir. Bu temsil etme işinde aktif bir
seçme ve sunma, yapılandırma ve biçimlendirme vardır. Burada söz konusu olan bir
anlamlandırma pratiği olmaktadır. Bu anlamlandırmanın çoğulculuğu sağlaması
açısından güvenilir, meşru olması, sorgulanmadan kabullenilir olması gerekmekte-
dir. Bu durumda çoğulcu anlam yapılanmasının dışında kalan alternatif anlamların
marjinalleştirilmeleri, önemsizleştirilmeleri veya meşruluklarından arındırılmaları
gerekmektedir (Hall, 1999b:88-93). Böylece medya hâkim kültür tarafından ortaya
konulan temel tanımları yeniden üretir. Bu tanımları medyanın kendisinin bağımsız
olarak meydana getirdiği kamusal dillere çevirerek dönüşüm yaparken, hâkim kül-
tür de medyaya dayanarak tanımlamalarını yeniden yapar. Daha açık bir ifadeyle,
sapkın olarak tanımlanan davranışların yeniden tanımlanması sürecinde egemen
grup olarak tanımlanan polis, iletişim araçları, yargı organları gibi kurumlar aykırı
davranışları belirler ve yeniden tanımlarlar. Böylece bu bir döngü halini alır (Hall
& Jefferson, 1998:76). İletişim araçları, direnişi iletirken aynı zamanda egemen an-
lamlar çerçevesine yerleştirmektedirler. Sonuç olarak medya görünen ticari işlevinin
yanında toplumun merkezi değer sistemi çizgisinde işlev görerek bu değer sistemini
güçlendirmekte ve toplumda çoğulculuğu sağlama bağlamaktadır (Hall, 1999b:85).
Hâkim kültürel yapıların medya aracılığı ile pop kültür halinde kurulması süreci-
ni özellikle alt kültürlerin popüler kültür haline dönüştürülmesinde gözlemleyebili-
riz. Bu süreçte öncelikle medya tarafından alt kültürlerin tanımlanması sapkın olma
şeklindedir. “Alt kültürel sapkınlık, merkezi değer sistemi içinde kurumsallaşmış ‘du-
rum tanımı’ndan sapmış olmak ya da farklı bir ‘durum tanımı’na ait olmak onunla
yakın ilişki kurmak ya da onu öğrenmek olarak anlaşılabilirdi” (Hall,1999b:86). Fiske
(1999:102) , tabii konumda olanın ya da alt kültürlerin oluşturduğu karşıt kültürle-
rin boş vakit ve hazlarını, hakim durumda olanın yada orta sınıfların “denetim dışı”
olarak saptadıklarını ve bunları toplumun istikrarına ve ahlaki ( ya da fiziksel) sağlı-
ğına yöneltilmiş tehditler olarak gördüklerini , “toplum karşıtı” olarak ilan ettiklerini
belirtmektedir. Egemen olanın bu yeniden tanımlama sürecinde özellikle orta sınıf-
ların varlığını tehdit edici bir varlık olarak ortaya çıkan alt kültürler “öteki” olarak
görülmektedirler.
Bundan sonra ise orta sınıf dönüştürme işlemini başlatıp, tabii olanın ürettiği her
türlü muhalif anlamı evcilleştirerek hakim söyleme dahil etmektedir. Ancak bunu
gerçekleştirirken bir yandan baskıcı yasama stratejileri ve diğer yandan da gelişigüzel
denetimsiz boş vakit etkinliklerini saygıdeğer hale getiren ve bir disipline bağlayan
sahiplenme stratejileri ile yapmaya çalışır. Bu denetimi sağlamak için geliştirilen söy-
lemler, ahlak, yasa ve düzen yanında Protestan çalışma etiği söylemleridir. Medyanın
hâkim kültürün dışında kalan kültürleri ana akıma dahil ederken kullandığı yöntem-
lerden en belirgin olanı, ahlak bekçiliği yapmasıdır.5 Alt kültür gruplarının sapkın
5 İngiltere’de Daily Mail bu tür kamuoyu yaratmada verilebilecek örneklerden biridir. Ancak bunun yanında
bu tip gazetecilik tekniklerini kullanan başka gazeteler de vardır. İngiltere’de nitelikli basının bile gittikçe
magazin tarzına doğru yöneldiği görünmektedir. Nitelikli basının magazin havasına girmesi ahlakçı san-
sasyonel abartılı başlıklarla birlikte verdikleri eklerin dedikodu gazetelerine benzemesiyle ortaya çıkmak-
tadır (McRobbie,1999: 294-5).
66 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar
veya anti sosyal eylemlerini (küfür, kavga, “hayvansı davranış”, vahşilik ) dikkate alıp
bu “sapkın”lıkları 6 topluma gösterirken medya yönlendirici bir otorite olarak ortaya
çıkar. Diğer taraftan orta sınıfların alt kültürleri “öteki” olarak görmeleri ve bunu bir
tehlike olarak görmeleri karşısında “öteki”yi ya aşağılama yada doğallaştırma, evcil-
leştirme 7 biçimine dönüştürme uğraşısına da girerler. 8 Bu yeniden tanımlama süre-
cinde farklılıklar ortadan kaldırılır. Medya burada “öteki”ni bir yandan ideolojik bir
anlama dönüştürürken, yani bir yandan uyumsuz tipleri ve gürültülü çocukları diğer
yandan vahşi hayvanları ve inatçı evcilleri birlikte vererek ikisini özdeşleştirirken ya
da “öteki”ni anlamsız bir egzotikliğe, yalın bir nesneye, bir görüntüye, bir palyaçoya
dönüştürürken “ötekileştirme” politikasından vazgeçer. Punk örneğinde, punkların
her şeyden önce insan oldukları söylemi yer alır. Burada doğallaştırma, evcilleştirme
uygulamaları yer alır. Medyada bu üsluplar hem görsel ve hem de sözsel olarak yay-
gınlaştırılır. Böylece alt kültürler daha fazla pazarlanırlar. Buna karşılık alt kültürler
de pazarlanabilir tavırlarını devamlı olarak ortaya koydukları sürece medyanın bu alt
kültüre yaptığı vurgulamalar artar. Karşılıklı bir ilişki söz konusudur. Müzik dergile-
rinde punkların paçavralardan zenginliğe uzanan hikâyelerine yer verilir. Amerika’ya
giden punk müzisyenleri ve yayıncı veya plak yapımcısı olan banka memurları ,
kadın terzilerinin bir gecede başarılı iş kadınları olmaları gibi.. Punkların piyasaya
dâhil olmaları ile birlikte punk kültüründeki işsizlik, şehir hayatı ve sınırlı imkânları
vurgulayan açık topluma muhalif olma unsurlarının giderek kaybolduğu bunun ye-
rine açık toplum imgesinin kuvvetlendiği görülmektedir. Böylece egemen olanın alt
kültürleri yeniden tanımlaması ile alt kültürler eğlenceli bir gösteriye dönüşerek ana
akıma dâhil edilmiş olurlar. Ancak medya aynı zamanda bu alt kültürleri metalaştır-
maya tabii tutarak bu kültürleri bir tüketim nesnesi haline dönüştürür. Bunların ana
akım gençlik kültürü içine dâhil edilmesiyle birer boş zaman pratiği olarak sunulur.
Böylece boş zamanın doldurulmasında eğlenceli bir tüketim nesnesi olarak karşımı-
6 İletişim araçlarının ahlakçı yargılarına örnek olarak, Punkların özellikle kökenlerini gizledikleri, aile ku-
rumunu reddettikleri ve kendilerini yalın nesneler, kötü palyaçolar olarak göstermeyi seçerek öcü rolünü
üstlendikleri için basında sürekli olarak aileyi tehdit eden bir unsur olarak gösterilmelerini verebiliriz.
Basında Punk rezaletini suçlayan sayısız makalenin yanı sıra punk aile yaşamının ayrıntılarını ele alan ya-
zılar aynı sıklıkla yayınlanıyordu. “Örneğin Women’s Own’da Punkların sınıfı belli olmayan fantezi elbiseli
görüntülerini vurgulayan “punklar ve anneler” başlıklı bir makale yayınlanmıştı. “Daily Mirror altkültüre
ilişkin ilk yaygaracı yazı dizisinde Sex Pistols’un Thames Today programında ilk kez halkın önüne çıkarak
o hafta boyunca sergiledikleri garip elbise ve takılardan söz etti” (Hebdige,2004: 87).
7 Alt kültürlerin evcilleştirilmesinde örneğin, “Modlar, Punklar, Glitter Rockerler bütünleştirilip hizaya geti-
rilerek dudakları boyalı oğlanların ‘süslenip püslenen çocuklar’ kauçuk elbiseli kızların ‘sizin çocuklarınız
gibi kızlar’ olarak düşünüldükleri toplumsal gerçeklik sorunsalı içerisine yerleştirilebilirler.” Alt kültürle-
rin yasaklanan anlamlarının yumuşatılmasına bir örnek olarak , “sınıf farkının yok olması” kavramının
karşısına paradoksal olarak Coronation Street gibi haftada iki kez gösterilen TV programlarının canlandır-
dığı işçi sınıfının tüm geleneksel yaşama biçimini içine alan romantik “sınıflılık” kavramının çıkartılmasını
verebiliriz (Geertz, 1964. akt. Hebdige, 2004: 82,88).
8 Barthes, “Ötekinin” küçük burjuvanın varlığını tehdit eden bir skandal olduğunu söylemektedir. “Bu teh-
like (öteki) ile uğraşmak üzere iki temel strateji geliştirilmiştir. Öteki aşağılanabilir. , doğallaştırılabilir,
evcilleştirilebilir. Bu durumda farklılık yadsınır. Başkalık aynılığa indirgenmiştir. Ya da öteki anlamsız bir
egzotikliğe, yalın bir nesneye, bir görüntüye, bir palyaçoya dönüştürülebilir. Bu durumda farklılık analiz
edilemeyecek bir yere yerleştirilir. Görsel alt kültürler sürekli olarak bu terimlerle tanımlanırlar. Örne-
ğin futbol serserileri, edebin sınırları dışına konarak hayvanlar olarak sınıflandırılırlar” (Barthes,1972 akt.
Hebdige, 2004: 91).
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 67
za çıkarlar. Alt kültürlerin muhalif tavrı/ yıkıcı gücü tüketiciye sunulan reklâm ve
paketleme içinde kaybolur. Tüketim mantığı çerçevesinden hareketle öncelikle bu
akımlardaki stilistik yenilikler imgeler alt kültürlerde öne çıkarılan malzemelerdir.
Alt kültür üsluplarının ana akım gençlik kültürünü oluşturan bir moda haline dönü-
şümü basit bir kültürel süreç olmaktan çıkıp plakçıları, kayıt şirketlerini, butikleri v.b.
ticari şirketleri kapsayan ticari ve ekonomik kurumsal bir yapıya dönüşen bir süreç
haline gelmiştir. Bu süreç gençlik alt kültür geleneğinin devam etmesi ile sürer. An-
cak aynı zamanda geçmişteki deneyimleri de kapsayabilir. Örneğin Hippi döneminin
sağlıklı besin lokantaları, el sanatları dükkânları ve “antik pazarları” kolayca Punk
butik ve plakçılarına dönüştürülür9 (Fiske,1999:28,90,102;1996:231,2,); (McRobbie,
1999:294-5); (Hebdige;2004:71); (Hall&Jefferson,1998).
Medyanın orta sınıfın tükettiği hegemonik hakim kültürel yapının ya da diğer bir
ifadeyle “ötekiyi” sürekli dönüştürmesi sürecinde özellikle gençlik alt kültürlerinin
gerek muhalif karakterleri ve gerekse de getirdiği yeni farklı biçim ve üsluplar nede-
niyle orta sınıf gençliği açısından daha fazla farklılık oluşturucu tarzlar geliştirmesi
nedeniyle önem taşıdıkları görülmektedir.
Alt kültürler, toplumun farklı kültürel kesimlerinin toplumun bütününden ayrı
olarak kendilerine özgü oluşturdukları kültürel biçimleridir. Medyanın kendine özgü
olan bu alt kültürleri ana akım kültüre / pop kültüre dönüştürürken üstlenmiş oldu-
ğu ,“..a-grup ve sınıfların öteki grup ve sınıfların hayatları, anlamları, uygulamaları
ve değerlerine imgeler oluşturabileceği bir temel sağlama;b- bütün bu ayrı ve parça-
lanmış bölümlerden oluşan toplumsal totalitenin bir bütün halinde kavranabileceği
imgeler, örnekler ve fikirler sağlama sorumluluğu günden güne artmaktadır” (Hall,
1977. akt. Hebdige, 2004:81).
Medya alt kültürleri evcilleştirerek birer popüler/tüketim kültürü haline getirip,
hakim kültüre dönüştürürken aynı zamanda bu yeni tarz tüketimi toplumun diğer
kesimlerine aktarıp, kitleselleştirir. Bununla birlikte de bu poplaşmış formlar içine
giren hakim kültürün değerlerini de kitleselleştirmiş olur. Öte yandan pop kültür ol-
gusunun oluşumunda farklılık yaratan bir kültür olarak alt kültürlerin önemli olması,
medyanın gelişen teknolojik yapısına bağlı olarak alt kültür ortamlarının kendiliğin-
den oluşumunu beklemek yerine yapay alt kültür ortamlarının oluşumunu sağlamaya
da götürmüştür. Alt kültürün yerini club ve rave kültürü almaktadır. Club ve rave kül-
türü kitlesel tüketime ve üretime karşı yer altı/underground seslerle, stillerle “otantik”
olarak ortaya çıkarken alt kültürel alanla benzerlik taşımaktadır. Alt kültürler gibi
karanlık bir durumdadır. Bir yer, tarz, mit olmakta ve kendi kalabalığı ile belirgin
bir sosyal kategori olmaktan sakınmaktadır. Genellikle yeraltı kalabalığı soundlarla
birbirine bağlanmıştır. Yayıncılığın erişilebilirliğinin artması nedeniyle club ve rave
9 Punk alt kültürünün pop kültüre dönüşümünde şu örnek çok açıklayıcıdır. “1977 yazında Punk giysi ve
süslemelerini artık posta siparişleriyle alınabiliyordu. Aynı yılın Eylül ayında Cosmopolitan’da Zandra
Rhodes’un tamamen Punk temasının çeşitlemelerinden oluşan en son çılgın koleksiyonundaki giysiler
yayınlandı. Binlerce çengelli iğne ve plastik yüklü modellerin (iğneler, taşlarla süslenmişti ve plastik ıslak
görünüşlü satendi) yanı sıra punk alt kültürünün yakında yok olacağını haber veren “ ‘şok etmek şıklıktır.’
deyişiyle biten bir makale” (Hebdige,2004:71-95).
68 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar
B- Gençlik alt kültürlerinin pop kültürün hegemonik yapısını bir üst kültür
olarak yeniden üretmesi
Yukarıda belirlediğimiz orta sınıfın farklı olanı tüketme talebi içinde medyanın
ortak duyu ve çoğulculuğu sağlayarak Hegemonik yapıyı kurduğunu belirlerken
farklı olanın çoğul yapılanma içine katılarak dönüştürüldüğü ortamda pop kültür
kimliğinin biçimlendiği görülmektedir.
Medyanın farklı olanı ana akım içine katarken ortaya çıkardığı pop kültür kim-
liğinde Hegemonik olan, anglo- amerikan kültürü olarak kurulmaktadır. Bu kültür,
“birey özgürlüğü”, “bireysel ilerlemeye duyulan inanç”, “fırsat eşitliği”, “kadın için eşit-
lik” ya da “gençlerin arkaik hiyerarşiye karşı isyan etmeleri”, “kendi sosyal grubuna
daha az bağlı olma”, “çok az bir çabayla hedeflerine ulaşma gibi” (Bertrand, 1987);
(Tomlinson,1999); (Hannerz,1998). idealleştirilmiş beyaz protestan ortasınıfın değer-
10 Bu konuda gençlerin bakış açıları, kimliklerini yansıtan Ekşi Sözlük ve bu site benzeri kurulan diğer siteler
örnek verilebilir. (Bkz. www.eksisozluk.com)
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 69
leri, temelde rekabete dayalı insan ilişkilerine, eril toplumsal yapılanmayı esas alan ve
toplumsal eşitsizliklerin olduğu Hegemonik yapılanma şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Bu Hegemonik yapı içinde egemen ve tabi olan kesimler arasındaki iktidar ilişkisin-
den şiddetin ortaya çıktığı ve ırksal değerlere dayalı ataerkil kapitalist değerler olarak
biçimlenen kültürel yapının belirlenmesi söz konusudur. “Bu üst kültür, isteyenin
istediği kadar ve istediği şekilde içinden kültürel öğe alabileceği bir depo inşa eder.
Ancak bu şekilde alınan öğelerin çoğu aynı zamanda Amerikanist ya da daha yaygın
bir deyişle amerikanlık halesine sahiptir. Bu da özgürlük, rahatlık, liberallik, canlılık,
modernlik ve gençliğin temel ifadelerini içerir” (Elteren, 1999: 308).
Bu değer yapıları pop kültür aracılığıyla estetik biçimlerle temsilinden giderek
vulgar biçimlerde temsil edilip eğitimsiz kitlelerin düşünceleri ile ortaklaşırlar. Ör-
neğin Hegemonik değerlerin kitleselleşmesi ile pop kültürün temel kimlik göstergesi
olan ve egemen olanın sapkın olanı egemenlik altına alması ile ortaya çıkan ilişkiyi
somut olarak temsil eden şiddetin (Fiske, 1999: 167) şeklinin değiştiği görülür.11 Pop
kültür sayesinde ırkçılık politikası da vulgarlaşır.12 Pop kültürünün giderek vulgar-
laşmasıyla, kabalaşmasıyla birlikte ataerkil kapitalizmin de kaba yüzünü göstermeye
başladığını görebiliriz. Örneğin Kadın ve erkek kimliğinde , “..kadınları duyarlı ro-
mantik ve evcil, erkekleriyse, çevreye salyalar saçan, bencil spor düşkünleri olarak
gösteren kalıplar” ortaya çıkarlar (Fiske, 1999: 147). Öte yandan hegemonik olan kül-
türel yapının farklı olanı, öteki olan kültürü kendi anlamları ile belirleyerek evcilleş-
tirmesi, poplaştırması ile birlikte farklı olanın, ötekinin, özgün olanın sahip olduğu
özgün bakış açısının da kaybolduğu ve kendini Hegemonik olanın bakış açısı içinde
konumlandırması söz konusu olmaktadır. Yerelde kalan, marjinde olan anlamlar ,-
etnisite, toplumsal cinsiyet, cinsellik v.b.- giderek merkezde Hegemonik olanın içinde
temsil edilmeye başlarlar (Chambers, 2005: 114). Hegemonik olan kültür ile öteki
olan kültür arasında kurulan bu yeni ilişkide, Hegemonik olan bir üst kültür halinde
ulusal yerel kültürlerin üzerinde yer alarak piyasa ile bütünleşmiş bir şekilde durmak-
tadır. Bu tür anlamların inşası özellikle pop müzik alanında çok daha netlikle ortaya
çıkmaktadır. 13
Bu kültürün hızlı bir biçimde tüketimi, kitleselleşmesi özellikle metropollerde
pop müzik ve gençlik kültürü çerçevesinde söz konusu olmaktadır (Gurinder,1988.
11 Britanya ve Avusturya gibi ülkelerdeki televizyonlarda çok daha az şiddet eylemi gösterilirken Sovyetler
Birliği Televizyonu bütün televizyonlar içinde en az şiddet içereniyken, zenginler ile yoksullar arasındaki
farklılığın en uç noktasına vardığı Birleşik Devletlerin en fazla şiddet içeren popüler televizyona sahip
olduğu görülür (Fiske,1999:166).
12 Pop kültürün hem pop müzik kanalından Rock müzikle ve hem de spor ile oluşturulan beden kültüründe
özellikle “siyah olma” nın ritm duygusuna sahip olmayla ilintili olarak doğa/ilksellikle ve “beyaz olma” nın
da kültür/ medeniyetle bir tutulduğu ırksal bir boyut söz konusudur (Rowe,1996:132). Bu boyutlar spor ile
daha fazla yaygınlık kazanırlar.
13 “ ..Batılı popüler müziğin tözsel ögeleri “siyah Afrika’nın tabi kılınmış izlerine” dek uzanır. Beyaz pop yıl-
dızlarının açıkça yada zımnen ırkçı olan izler kitlenin hoşuna gidebilecek şekilde siyah katkının hakkının
büyük ölçüde verilmediği gösterilir. Gereğince sterilize edilen bu beyaz egemen popüler müzik daha sonra
onun yaratılmasına yardımcı olan başka ülkelerdeki insanların yanı sıra güçlü yerli müzikal gelenekleri
olan insanlara “gerisin geri satılır” ve böylelikle bu insanlar kendilerine ait olan dönüştürülmüş kültür
ürünlerinin tüketicileri haline getirilir.”(Rowe,1996:91).
70 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar
14 Kitlesel medyanın yarattığı hip hop gibi sözlü kültürler dünyanın farklı bölgelerindeki gençlik gruplarına
ulaşır. Küresel bir hip hop kültürü içinde ortak kültürel kimlikler oluştuğu gibi içinde bulundukları yerel
ortam sayesinde de kendi tikel kimliklerini ifade etmektedirler. MTV’nin hızla yaygınlaşmasıyla beraber,
gençliğin ulusal sınırlar ve yerel bölgelerin ötesinde ortak müzik zevki ve kültürel kimlik gelişimini hız-
landırmıştır. Bu küreselleşme, içinde dünyadaki her yerden gencin katıldığı hayali cemaatler ve yaşam
biçimleriyle yani rap müzik, heavy metal , yeni dalga, ana akım pop gibi çeşitli müzik dünyalarıyla aynı
anda ilgilenmeyi olanaklı kılmaktadır (Elteren,1999: 318).
15 Bu bağlamda bazı gençlik alt kültürlerinin nasıl ana kültüre katıldığı konusunu irdelerken, örneğin punk
kültüründe engellenmişlik ve endişenin dışa vurumu söz konusudur. Bu özellikler ana kültüre katılım için
önem taşırlar. Çünkü bu metafor hem alt kültürün üyeleri, hem de düşmanları için uygun olmakta, punk
alt kültürünün bir gösteri olarak başarısını ve tüm çağdaş sorunları belirtebilme kabiliyetini açıklamakta-
dır (Hebdige,2004:83).
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 71
ratılan imajlarla, tüketim kültürü içindeki modernleşme dünyası ile genç insanlara
kendini geleneksel toplumun kural ve insanlarından ayrı ve farklılaşmış olma duygu-
ları vererek “marjinal” olma ayrıcalığını duyurmaktadır (Liechty;1995:188).16
Pop kültür, Anglo-Amerikan orta sınıfın Hegemonik anlayışını, gençliğin sürekli
değişken doğasında saklayarak, dinamik, hızlı yaratıcı, renkli kimliği ile sürekli tü-
ketilebilir hale getiren bir kültür olma özelliği taşımaktadır. Kurulan bu kültürel yapı
küreselleşmiş halde toplumların kültürel yapılarının üzerine çıkarak özellikle genç-
lerin tüketimine sunulurken küreselleşmiş bir üst kimlik vaadi ile gelmektedir. Bu
kimlik anglo-amerikan değerler ile bütünleşmiş olma, hegemonik yapıya dâhil olma-
dır. Bu ise hegemonyanın belirlediği zaman ve mekân kavramları içinde düşünme ile
ortaya çıkan yeni bir cemaate ait olma durumu olarak belirlenmektedir.
16 Bu konuda Nepalli orta sınıf gençliği üzerine yapılmış bir çalışmada, Bu gençlerin çoğunun modernite
rüyası ile bunun dışında kalmak ikilemini yaşadığı, modern olmanın İngilizce konuşmanın ne anlama
geldiği hakkında sorular sorup cevap aramaya çalışan kararsız oldukları bir süreçte, ergen tüketici grubuna
yönelik Teens adlı bir dergi yayınlanmaya başlar. Teens Dergisi üst orta sınıf gençliğini modernleşmenin
öncüsü olarak kimlikleştirmektedir. Gençler bu tasarımla yola çıkan bu dergiden modern bir ergenin ne
anlama geldiğini öğrenirler. Kitle iletişim araçları ile kurulan modernlik ticari kaygılarla oluşturulan imaj-
lar haline dönüşmüştür. Teens’e benzeyen dergilerde de dergi sahipleri modern bir materyali yakalamak
ve orta sınıf gençliğine bu materyallerin sunumlarını vermek isterler. Bu dergiler ticari sunumlar, örneğin
moda saç kesimlerini, zayıflama programlarını, modern yiyecekleri v.b. yapmaya başlarlar. Böylece genç
insanlar kendilerine sunulan şeyleri satın alabildikleri sürece modern olduklarına inanmaktadırlar. Genç-
lerin tüketim ürünlerinden kendilerine oluşturdukları yaşam, tüketim ürünleri üzerinden kendilerine bir
kimlik oluşturmak, geçmişten kendilerini ayırt etmek ve kendilerine bu ürünler içinden bir gelecek oluş-
turmak anlamına gelmektedir. Ayrıca Teens Dergisinde yer alan moda yazılarında ise, modernitenin, mad-
di nesneler karşısında insanları eşit hale getirerek yine insanların ayrıcalıklı hale gelmesini maddi temeller
içinde oluşturarak kurgulandığı görülmektedir. (Liechty,1995).
Gençlere yönelik pop kültürün tüketilmesinde hegemonik olan ortasınıf kültürel söylemlerinin yine bir
başka dergi Justseventeen’de görmek mümkün oluyor. Dergi, okur kitlesinin kültürel değişimden etkilen-
mesini gözönünde bulundurarak bir format oluşturmuştur. Derginin editörleri okurlarının kültürel eği-
limlerini de öğrenerek derginin söylemini buna göre oluşturmaya çalışmışlardır. Buna göre dergiyi genç
kız okur kitlesinde oluşan yeni bir özgüven ve özsaygı eğiliminin , erkekler karşısında daha fazla denetimli
ve eşitlik talep edici olduklarının farkında olarak feminist pop politikaları doğrultusunda oluşturmuşlar-
dır. Dergideki söylemler ise, geleneksel toplumun romantik ilişkilerine karşı olup cinsel ve sosyal ilişkiler
alanında ilerlemeci bir tavırdan yanadır. Kadını erkek ile eşit bir konuma koyarak, aşk kavramını seks
ile birlikte ele alır. Geleneksel tarzdaki anlatılar terk edilmektedir. Kadın yada genç kız erkeklerle olan
ilişkilerinde modern toplumun gerektirdiği biçimde ele alınmaktadır. Justseventeen Dergisinde çizilen
modern kadın imgesinde benliğe , özgüvene ve daha fazla özerkliğe vurgu yapılmaktadır. Dişi benlik de
tüketim kültürü ile birlikte yeniden tanımlanır. Gençlere yönelik yazılı medyada erkek cinsel kimliğinin
de bu bağlamlar içinde oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Özellikle kadın dergilerinde ve reklamlar
içinde erkek bedeninin metalaştırılması ve cinselleştirilmesi söz konusudur. Medya erkeklerin cinsel kim-
liğini de oluşturmak suretiyle erkek ve kadın cinsel kimlikleri arasında bir eşitlik imgesi yaratmaktadır.
(McRobbie,1999:240-273).
Türkiye’de çıkarılan Tüketim kültürüne yönelik gençlik dergilerine baktığımızda da farklı bir durum göre-
memekteyiz. Ana medya grubunun ( Hürriyet ve Sabah) çıkarmış oldukları dergiler içinde Cosmo Girl,
Hey Girl, She&He ve Blue Jean gibi dergilere baktığımız zaman, üzerinde en fazla durulan konunun cinsel
kimlik olduğunu görüyoruz. Burada genç kız ve genç erkeklere yeni bir cinsel kimlik sunulmakta, kılavuz-
luk edilmektedir. Genç bir kızın cinsel kimliğinin, erkek karşısında özgüvenli, denetimli, etken olması ge-
rektiği vurgulanırken bunları gerçekleştirmek için de yapılacak. eylemler/tüketimler verilmektedir. Genç
kızların bu yeni cinsel kimliğinin modern olduğunu ve eski tip geleneksel kadın cinsel kimliğinin moda-
sının geçmiş olduğu, geleneksel sınırlamaların yerini bireysel tercihlerin , moda olanın aldığı belirtilerek
artık tüm dünyada bu modern kimliğin olduğunu çeşitli röportajlar ve tanıtımlarla aktarıldığını izliyoruz.
Genç erkek cinsel kimliği konusunda ise, geleneksel erkek cinsel kimliğindeki sert , benmerkezci ve ege-
men erkek tipinin artık değerini kaybettiğini, bunun yerine duygularını açmaktan korkmayan, kadınlarla
aynı hayatı ve sorumlulukları paylaşabilen, farklı cinsel tercihleri olabilen ve bunu yaşamayı normal kabul
eden v.b. değerlerin önplana geçtiği ve kadınların da artık bu kimliği tercih ettiklerini vurgulamaktadırlar.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 73
Sonuçlar
Bu çalışma, “çok kültürlü” hegemonik kültürel yapının alt kültürlerin farklı stil-
ler üretmeleri ile yeniden üretildiğini göstermeye çalışmanın yanı sıra alt kültürlerin
hegemonyanın yeniden üretilmesi sürecinde tamamen birer popüler kültür haline
dönüştürülmeyip muhalif yapılarının farklı biçimlerde yeniden kurularak halen mü-
cadelenin devam ettiğini de göstermektedir. Alt kültürler bu mücadelede bir yan-
dan devamlı olarak medya tarafından evcilleştirilerek poplaştırılırlarken diğer yan-
dan yine medya sayesinde yeni alt kültürlerin oluşumu kışkırtılmaktadır. Medyanın
gençliğin yaratıcı gücünü keşfetmesi ile gençliğin oluşturduğu yaratıcı stillerin olu-
şumunu kendiliğinden gelişecek uzun bir sürece bırakmak yerine oluşturduğu yeni
ortamlar ile bu süreci hızlandırdığı görülmektedir. Ancak öte yandan da gençlik, yeni
elektronik ortamlar sayesinde de kendi muhalif kimliğini kendiliğinden oluşturmaya
devam etmektedir. Bu süreç günümüzün yeni medya teknolojileri ile artık çok hızlı
bir biçimde dönüşmeye başlamıştır. Kısacası alt kültürler ile hegemonya mücadelesi
her iki taraflı olarak bir yandan yeni alt kültürlerin ortaya çıkması diğer yandan yeni
poplaştırma biçimlerinin hegemonik kültüre aktarılma şekillerinin geliştirilmesi ile
yeniden ve yeniden konumlanarak sürdüğü görülmektedir.
Çalışmanın Türkiye ile kurulacak bağlantısında, bir dönemin köyden şehre göç
edenlerin oluşturdukları eklektik kültür olarak ortaya çıkan arabesk kültürün bir alt
kültür olarak konumlandığı bilinmektedir. Arabesk alt kültür kimliğinin şehre uyum
sağlamayan ve göçerin uyumsuzluğunun düzene karşı muhalif ifadesi olarak kendi
duygularını arabesk müzik kültürü ile dile getirmesi söz konusu olmuştur. Ancak
bu müzik değişen kültürel yapı içinde küreselleşmenin getirdiği yeni toplumsal ve
kültürel şartlar içinde değişime uğrayarak düzene karşı muhalif yapısının değişerek
artık düzenle uyum sağlayan, ağlamayan tam tersine göbek atan bir poplaşma ge-
çirmiştir. Yeni şekli ile orta sınıfın bir eğlence şekline dönüşmüştür. Bunun en iyi
örneklerini Arabesk müziğin kült isimlerinden Müslüm Gürses’in isyankar tavrından
popüler kültürün malzemesine dönüşen ve hemen her gün ana akım medyada yera-
lan haberlerinden , yine kült isimlerden Orhan Gencebay’ın bir entelektüel müzik
otoritesine dönüşen kimliği ve reklam dünyasının önemli isimleri arasında yeralma-
sından anlamakla birlikte en önemlisi arabesk müzik karakterinin poplaşmasından
çıkarsamaktayız. Arabesk müziğin yeniden düzenlenerek orta sınıfın dinleyebileceği
yeni formatlar içinde yapılmaya başlanması ve giderek melez bir şekle dönüşümünde
örnek olarak Müslüm Gürses’in yapmış olduğu “Aşk Tesadüfleri Sever” albümünde-
ki en popüler yabancı pop şarkıcıların şarkıları üzerine yapılan Türkçe sözlerle oluşan
melez arabesk müziğin daha donra da pek çok şarkıcı da bir tarz haline gelmesini
gösterebiliriz.
Son söz olarak, küreselleşmiş bir halde üst kültür olarak sürekli olarak farklı tarz-
larla yeniden üretilen bu “çok kültürlü” hegemonik yapı, orta sınıfın her kesiminin
farklı şekillerde tükettiği gençlik ideolojisini yaratır. Bu ideoloji, gençliğin zihinsel
özelliklerini tüketmek yerine fiziksel özelliklerini bedensel özelliklerini tüketmek ile
74 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar
KAYNAKÇA
Bek,Mine Gencel (der.) (2003) “Avrupa Birliği’nde İletişim Alanının Düzenlenmesi: Kültür Ağırlıklı
Politikadan Ekonomi Merkezli Politikaya Doğru”, Avrupa Birliği ve Türkiye’de İletişim Politikaları, Ankara:
Ümit.
Bertrand, Jean Claud (1987 ) “American Cultural Imperialisim_ A Myth?”, American Studies International,
25: 1.
Bonner Frances and Gay du Paul (1992) “Representing the Enterprising Self: Thirtysomething and
Contemporary Consumer Culture”, Theory, Culture and Society, No:2.
Clarke John, Hall,Stuart, Jefferson Tony&Roberts. Brian (1998) “Subcultures, Cultures and Class,” ,
Resistence Through Rituals, Edit by, Stuart Hall & Tony Jefferson, London: Routledge.
Elteren, Mel Van. (1999) “Amerikan Popüler Kültürünün Etkisinin Global Bir Yaklaşım İçinde
Değerlendirilmesi” Popüler Kültür ve İktidar ,Der. Nazife Güngör. Ankara:Vadi.
Goodwin,Andrew.(2000) “ Sample and Hold, Pop Music in the Digital Age of Reproduction” On Record, Ed.
Simon Frith and Andrew Goodwin, London:Routledge.
Hall,S. (1999a) “Kültür Medya ve ideolojik Etki” Medya, İktidar ve İdeoloji, Der. Mehmet Küçük.
Ankara:Ark.
Hall,S.(1999b) “ İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın Geri Dönüşü”,
Medya İktidar ideoloji, Der. Mehmet Küçük.Ankara:Ark yay.
Hannerz, Ulf. ( 1998) Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Der: Anthony King. (139-165). Ankara:Bilim
ve sanat Yay.
Liechty, Mark (1995) “ Media Markets and Modernization”, Youth Culture : Across- Cultural Perspective: Edit
By: Vered Amit- Talai and Helena Wulff.London: Routledge.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 75
Reynolds,Simon.(2000) “New Pop and Its Aftermath 1985”, On Record, Ed. Simon Frith and Andrew
Goodwin,London: Routledge.
Rutherford, Jonathan. (1998) “ Yuva Denilen Yer:Kimlik ve Farklılığın Kültürel Politikaları”. Kimlik,Toplulu
k,Kültür,Farklılık , Ed. Jonathan Rutherford,İstanbul: Sarmal.
Sholle,J. David. (1999) “Eleştirel Çalışmalar: İdeoloji Teorisinden iktidar /Bilgiye”, Medya,İktidar İdeoloji,
Der. Mehmet Küçük.Ankara: Ark.
Tatlıcan, Ümit ve Çeğin, Güney. (2007) Ocak ve Zenaat, Pierre Bourdieu Der. Güney Çağın,Emrah Göker,
Alim Arlı, Ümit Tatlıcan. (303-367). İstanbul: İletişim.
Throntone, Sarah.(1996) Club Cultures, Music, Media and Subcultural Capital. Wesleyan University press,
Published by University Press of New England Hanover and London.
“Cosmo Girl”, “Hey Girl”, “Blue Jean” ve “She &He” Dergileri 2005
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 77
ÖZET
Modern çağın en önemli serbest zaman etkinliklerinden biri olan sinema, bir taraftan kültürel ve ekonomik
emperyalizm araçlarından biri olarak işleyen büyük bir endüstri, bir taraftan da modern zamanlarda gündelik
hayatta kaybettiğimiz büyüyü hayatımıza yeniden getiren eğlenceli bir dünyadır. Kapitalizmin sahiplendiği si-
nema endüstrisinde filmlerin, yapımcıları açısından daha karlı ve verimli hale getirilmeye ihtiyacı vardır ancak
aynı zamanda izleyiciler için daha etkileyici ve ilgi çekici olması da gerekmektedir. Hollywood sinemasının son
yıllarda en çok işlediği konuların başında gelen fantastik kurgular bu iki hedefi de gerçekleştirmeye uygun bir
türdür. Bu çalışma, yarattığı imajlar ve kahramanlarla modern yaşamın beraberinde getirdiği sıkı toplumsal dü-
zeni yıkıp, daha güzel ve büyülü bir dünya kuruyormuş hissi veren fantastik kurgu türü filmlerin izleyiciler ve
yapımcılar açısından işlevini, Weber’in ‘akılcılaştırma’ ve Ritzer’in ‘yeniden büyüleme’ kavramları çerçevesinde
sorgulama amacı taşımaktadır. Bu amaçla sinema endüstrisinin gündelik yaşam etkinlikleri üzerindeki etkileri
ile popüler kültür ürünü olarak fantastik filmlerin bu endüstri içindeki yeri tartışılmıştır. İzleyiciye, benzemek
isteyeceği süper kahramanlar sunarak, teknolojisiyle gündelik hayatın yeniden büyülenmesine hizmet eden
fantastik filmler, aslında çoğu zaman modern aklın verimlilik kurallarına uygun şekilde yaratılmış birer kar
aracı olarak işlev görmektedir.
1 Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi
78 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen
Giriş
Yöntem
Fantastik sinema endüstrisinin “olağan” seyircilerini daha fazla etkilemek için tek-
nolojiyle girdiği ortaklığın yarattığı “olağanüstü” kahramanların, insanların gündelik
faaliyetleri ve ihtiyaçları üzerindeki etkileri ile ilgilenen bu makale, çeşitli disiplinler
arasında yer alan nitel bir incelemedir. Modern zamanların insan hayatından aldıkla-
rını geri veriyormuş gibi görünen fantastik filmlerin nasıl anlam ürettiğinin yorum-
lanabilmesi için sinemanın hangi sosyal ve ekonomik ilişkilerin kavşağında yer aldı-
ğının iyi anlaşılması gerekmektedir. Çalışmanın kapsam ve sınırlılıkları çerçevesinde,
bu bağın doğru kurulmasına yardımcı olacak olgu ve kavramlara değinilecektir.
Analiz ve değerlendirme
Schneider’e (1993:ix) göre Weber, tarihi; derinden büyülü bir geçmişi terk ederek
büyüsü bozulmuş bir gelecek yoluna girmiş olarak görüyordu. Ancak Weber’in kö-
tümserliğini paylaşmayan Schneider, büyülenmenin sürdüğünü çünkü büyülenme-
nin insan davranışının bir parçası olduğunu söylemektedir. Schneider’in doğal bir sü-
reç olarak gördüğü büyüleme ve yeniden büyüleme ihtiyacı, Bauman’a (1998: 33) göre
ise postmodernizmle beraber artmıştır ve postmodernizm akıldışılığa meşruluğunu
geri vermiştir. Bu yeniden büyülemeyi alışveriş merkezlerinin dönüşümü üzerinden
okuyan George Ritzer (2000: 103) ise akılcılaştırmanın, her şeyin karlı birer satış
makinesine dönüşmesine ve böylece tüketicileri denetleyip sömürme yeteneklerini
artırmasına yardımcı olduğunu ancak şimdi tüketiciyi kendine çekmek, denetlemek
ve sömürmek için ‘tüketim katedralleri’ yani alışveriş merkezlerinin daha egzotik,
parlak, canlı ve fantastik ortamlar sunarak yeniden büyüleme sürecine girdiklerini
söylemektedir. Bunun yolu ise daha seyirlik hale gelmekten geçmektedir.
Seyirlik gösteriyi günümüz toplumların en önemli ürünü olarak tanımlayan De-
bord (1996: 16) gösterinin temel işlevlerinden birinin, sistemin akılcılığını bulanık-
laştırıp gizlemek olduğunu ileri sürer. Modern üretim koşullarının hakim olduğu
toplumların tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimidir. Gösteri, sistemin rasyonelli-
ğinin genel açıklaması olarak güncel toplumun esas üretimidir yani modern toplum
temelde gösteri üretir. Bu açıdan esnek kapitalizmin başarısı aslında yeni gösteri ve
büyüleme yöntemleri yaratmış olmasıdır ki bu yöntemler gündelik hayatın neredeyse
her alanında yaygınlaştırılmaya çalışılır.
tince özgür olma anlamına gelen lecire’den gelmektedir. Bu nedenle serbest zaman
etkinliği, serbest olarak yapılan, yani sınırlandırılmamış, özgürce yapılan etkinliktir
(Aydoğan, 2000:21). Serbest zamanı kişinin kendi seçimlerinin sonucu olan, sınır-
landırılmamış bir özgürlükler zamanı olarak gören Antik Çağ filozofları Aristo ve
Platon gibi, Orta Çağ Avrupa’sının en önemli serbest zaman etkinliklerinden biri olan
karnavalları kontrol altında tutulamayan söylem ve hayallerin zamanı olarak betim-
leyen Bakhtin de serbest zamana olumlu özellikler yüklemektedir. Buna karşın ser-
best zamanın eğlenceye dönüştüğünden yakınan Horkheimer ve Adorno’ya (1995)
göre ise modern dönemin endüstri toplumu serbest zamanı eğlence sanayinin işine
yarayan bir tüketim kaynağı haline getirerek, bu boş zamanın yapıcı ve faydalı bir
biçimde kullanılabilmesini sağlayacak hayal gücünü insanların elinden almıştır. Bu
kesinlikle insana ait bir zaman dilimi değil, “kapitalizme özgü bir zaman dilimidir.”
Benzer şekilde Pronovost (1998:56) da serbest zamanın kapitalist anlamda özerk bir
ekonomiye dönüştüğünü ve karlı bir sektör haline geldiğini belirtmektedir. Medya,
sinema, eğlence sektörü, alışveriş, spor gibi etkili iktidar aygıtları yoluyla serbest za-
manın ticari organizasyonu (Aytaç, 2004:117), kapitalizmin mekan ve zaman deneti-
minin bir parçasıdır.
Sanayi Devrimi sonrasında günlük çalışma süreleri 20 saate kadar dahi uzaya-
bilen işçilerin yemek, uyku, üreme gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak dışında ne-
redeyse hiç boş zamanları yoktu. Daha sonra artan makineleşme, çalışma sürelerini
kısaltırken, çalışanlara daha fazla boş zaman sağlamıştır ancak bu da çalışma hayatı
gibi serbest zamanın da kontrol edilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır.
İdeolojik açıdan kapitalizm; şimdinin, gerçek yaşamın, hazzın ve mutluluğun ser-
best zamanda olduğu düşüncesini yayarak, emek süreci üzerindeki denetimini ser-
best zaman süreçlerine yaymaya çalışmaktadır (Argın, 1992: 27). Teknoloji tarafın-
dan giderek daha fazla biçimlendirilen dünyada, akılcılaştırmanın yarattığı, Herbert
Marcuse’un deyimiyle bu “tek boyutlu toplum” Aydınlamanın özgürleştiriliciliğine
değil, mücadele ve eleştirel düşünceyi ortadan kaldırmaya hizmet etmektedir. Tüke-
tim ve kitlelerin pasifizasyonu söz konusu olduğunda, kapitalizmin olanca esnekliği
ve işbilirliliği ile “büyüyü” yeniden devreye sokmakta ne derece maharetli olduğu,
özellikle serbest zamanın rasyonelleştirme sürecinde iyice belirginleşmektedir (Arık,
2004). Kapitalizm için karlı bir pazar olan serbest zamanın, ekonomik açıdan da de-
netim altında tutulması kaçınılmazdır. Bireyin kontrolünden çıkmış serbest zaman;
büyük holdinglerin, şirketlerin faaliyet gösterdiği dev bir endüstri haline gelmiştir.
Artık serbest zaman endüstrileri, kapitalist ekonominin en karlı ve dinamik alanı-
nı oluşturmaktadır (Benington and White, 1992:11). Ancak bu etkinliklerin büyük
bölümü eğlenceye ayrılmıştır. Kentleşme ve makineleşmenin artarak şehir hayatının
çekilmez hale geldiği modern dönemde, insanların artan serbest zamanlarının de-
ğerlendirilmesi için yeni eğlence teknikleri geliştirilmiştir. Makineleşmiş, bürokratize
olmuş iş ortamından kaçmak isteyenler, çalışmaya tekrar geri döndürülmek için ser-
best zamana, eğlenceye koşturulur. Boş vaktin, sporun, eğlencenin bireye geri verme-
yi vaad ettiği şey, aslında sanayi toplumunun alıp götürdükleridir (Brohm, 1989:56).
84 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen
şimdi de artan bir şekilde sinemaya gitmek gibi kültür ve serbest zaman etkinlikleri
ile doldurulmaktadır. Adorno’nun deyimiyle sinema gibi “kültür endüstrilerinin”, ya-
pay eğlence ihtiyacı oluşturması ve bunun manipülatif araçlarla daha organize hale
getirilmesi, kitlelerin gündelik yaşam tarzını da dönüştürmektedir.
Tarihsel süreçte yön değiştiren Weber’in Protestan ahlakının postmodern versi-
yonu, Campbell’in (1989:153) deyimiyle Geç Protestan Etiği, yanılsamalı bir hedonist
tüketicilik ruhuna yol açmış görünmektedir. Bu bireyci hedonist ruhun dünyası, fan-
tezilerle ilgili bir büyü dünyasıydı. Fanteziler gerçeklerden daha önemli, daha ödül-
lendiricidir. Modern tüketiciliğin ruhu; Weber’in akılcı, soğuk, verimli dünyasından
farklı; romantik, büyülü kapitalizm dünyasıdır. Postmodern yaşamın özetini kredi
kartı olarak gören Bauman (2001:15) tüccarların alışveriş merkezleri yoluyla tüke-
tim arzusunu yönlendirdiklerinden bahseder. George Ritzer’e (2000:99) göre ise bu
büyülü ortamlar, tüketicileri rüya benzeri bir duruma çekip paralarını harcamalarını
kolaylaştırmak için çekiciliklerini artırmaya çalışır ancak tüketici sayısını artırmak
için daha akılcı hale gelmeleri de gerekmektedir.
Akılcılaştırma ile büyüleme birbirine zıt kavramlar gibi görünebilir. Akılcılaştırma
belirli sınırlar, kurallar ve standartlar getirir. Büyüleme ise mistik ve akıldışı öğelerin
bulunduğu bir alana işaret eder. Ancak akılcılaştırma ve büyüleme aynı amaca hiz-
met edecek şekilde kullanılabilir. Yeniden büyüleme sürecinin öne çıkan aracı medya,
özelde sinemada da imgeler/ürünler hem daha seyirlik, daha mistik ve büyülü hale
getirilmeye hem de diğer endüstriler gibi üretim ve tüketim sürecinde kapitalizmin
temeli olan akılcılaştırma ile daha verimli hale getirilmeye çalışılır.
Üreticileri; film şirketleri, yönetmenler, senaristler gibi bir filmin çeşitli yapım ve
üretim aşamalarına katılanlar, tüketicileri ise izleyiciler olan sinema; star sistemi, iş-
çileri, stüdyoları ile büyük bir endüstridir ve temel ürünü filmdir. Sinemanın ürünü
olan film, bir yanıyla verili ekonomik ilişkiler içinde üretilen kendine özgü bir ürün-
dür ve üretimi için emek gerektirir, bu amaçla belirli sayıda işçi bir araya getirilir.
Bir mala dönüşerek, bilet satışlarıyla ve anlaşmalarla bir değişim değeri kazanır, tüm
bunlar pazarın kuralları tarafından belirlenir (Comolli ve Narboni, 2008:102). Film
üretiminin temel amacı ise izlenirliktir yani türü ne olursa olsun bir film, başkaları
tarafından izlensin diye çekilir. Bu durumda daha fazla sayıda izleyiciye/tüketiciye
ulaşmak film üretiminin önemli bir amacıdır. Sinemada akılcılaştırmanın devreye
girdiği nokta da budur. Verimliliğin artırılması için üretim standart hale getirilmeli ve
böylece maliyetler düşürülmelidir. Bu sebeple benzer konulu filmlerde aynı mekanlar
kullanılır. Örneğin eski Yeşilçam filmlerinin önemli bir bölümü aynı evde çekilmiştir.
Bazen bu standartlaşma ve benzeşme o kadar abartılı hale gelir ki farklı filmlerde hep
aynı filmi seyrediyormuşsunuz hissine kapılabilirsiniz. Ancak Weber’in işaret ettiği
gibi akılcılaştırma, içinde sıradanlaşma ve büyülü havanın kaybedilmesi riskini taşır.
Oysaki bir filmi izlenir hale getiren şeylerin başında büyülenme vardır. Çünkü sine-
manın çekiciliğinin altında, gündelik hayatımızdan farklı imgesel yaratımı yatmak-
tadır (Leyda, 1973:407) ve sinemanın bu büyüleme gücünü korumaya ihtiyacı vardır.
86 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen
sağlama konusunda her türlü avantaja sahiptir. Ona göre kapitalizmle fantazyalar es-
tetize edilerek, modern kitle iletişim araçları sayesinde kişilerin arzuları kontrol altı-
na alınır. Sinema gibi kültür endüstrileri, gündelik hayatı estetikleştirerek Bathrick’in
(1984:215) Disney Çağı olarak adlandırdığı tekelci kapitalizmin inşasına katkıda bu-
lunur. Bu estetikleştirme sürecinin ilk yolu, medyanın gündelik hayata gittikçe artan
müdahalesinin sonucunda, gerçek ile imaj arasındaki mesafenin belirsizleştirilmesi-
dir. Bunun kültür ürünlerini benzer hale getirmenin dışındaki etkisi, gerçekliğin akıl-
cı temellerden uzaklaştırılmasıdır. Kültür endüstrileri, estetik sanatı bayağılaştırarak;
zevki, oyalanma ya da eğlenceye dönüştürürler. Böylece eğlence toplumuna giden
yolun taşlarını döşerler. Eğlence, hayatın rasyonalitesinden kaçmaya hizmet etmekle
birlikte aslında bu kaçışın rotası yine rasyonel, bürokratik prensiplerin olduğu bir
dünyaya doğrudur. Kaçışın yöneldiği alanlar da rasyonalize edildiğinden, birey bir
kaçıştan diğerine savrulmakta yani yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktadır. Ka-
çışın rotası, fantazya ve hipergerçekliğe yönelmiştir. Bazen, “gerçekdışı endüstri” ola-
rak da adlandırılan eğlence endüstrisi, Disneyland, Dreamworld gibi yerlerde sahte
heyecanlar üretir (Aytaç, 2004:127). Eğlence sayesinde insanlar kendi hayatlarındaki
sıkıntıları unutur, bir süreliğine başka şeyler düşünürler. Ancak bu eğlence biçimle-
rinin ardındaki egemen ideoloji ve düşüncelerin meşrulaştırma ya da güçlendirme
aracı olduğu gözlerden kaçmamalıdır. Örneğin Amerikan sinemasının melodram ve
müzikalleri, erkek egemen aşk, evlilik ve aile ilişkilerini meşrulaştırırken, baskın cin-
siyet rollerine uymayan kadın ve erkeklerin başına neler geleceğini anlatır. Para ve
başarının önemi vurgulanırken, aile ve evliliğin doğru ve onaylanmış sosyal ilişkiler
düzeni olduğu düşüncesi işlenir (Kellner, 2004:213).
Toplumsal iktidar ilişkileri, gündelik yaşantımızın tam merkezinde yer alır ve
davranışlarımızı yönlendirir. Bu durum örneğin başka bir dünyayı anlattığını söy-
leyen fantastik filmlerde dahi pek değişmez. Fantastik filmler de diğer türler gibi
toplumsal iktidar ilişkilerinin meşrulaştırılmasına hizmet eder. Örneğin Yüzüklerin
Efendisi filminde sadece iki önemli rol kadınlara verilmiştir, diğer kadınlar ise kur-
ban ya da çirkin kötülere karşı iyinin güzelliğinin simgesi olarak yapay bir oradalık
hissi sağlamak için filme yerleştirilmişlerdir. Aslında Superman, Batman, Spiderman
gibi aklımıza ilk gelen sinematik kahramanların isimleri dahi bu konuda hemen fikir
verebilir. Bu filmlerin kapıları, gayet sınırlı bir kontenjan ile sadece erkeklere ya da
erkeğe denk bir güce sahip erkekleşmiş kadınlara açılır. Bu açıdan bu filmler tüketici
ve metaların fantastik bir tüketim demokrasisi olan modern toplumlarda iktidarın ve
metaların eşitçe paylaşılmadığını; etnik azınlıklar, kadınlar, gençler ve daha büyük bir
grup olarak 3. Dünya’nın bu konuda eşit fırsatlara sahip olmadığını (Willis, 1993:73)
göz önünden kaldırma, hiç değilse uzaklaştırma işlevi görür.
Filmlerin büyük çoğunluğu Amerikan rüyasını yaymaya da hizmet eder.
Hollywood’un tüm dünyada kapitalizmin içselleştirilmesi aşamasındaki ideolojik
rolü, yadsınılamayacak bir konumdadır. Ancak Hollywood’un tüm anlatı türlerinin
ideolojik olduğunu söylemek tabi ki mümkün değildir. Burada bağımsız sinemaya
bir parantez açmak yerinde olacaktır. Bağımsız sinema ürünleri gelişen teknoloji
88 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen
Yeniden büyüleme sürecinde sinemanın daha çok edebiyatla kurduğu yakın ilişki
sonucunda popüler romanlar sıklıkla sinema ekranına taşınmaktadır. Sinemaya en
fazla aktarılan popüler türlerden biri de fantezi kurgulardır. Yeniden büyülemeyi kay-
bolmaya yüz tutmuş mistik değer ve inançların tekrar canlandırılması olarak kabul
edersek, bu süreçte fantazya yani gerçek olmayana yapılan vurgu gittikçe artmakta-
dır.
Kafka’nın Dönüşüm ya da Goethe’nin Faust gibi romanlarında olduğu gibi edebi-
yatta hep varolan fantazya; sözlükte ‘gerçekte var olmayan, hayal ürünü, hayali’ gibi
anlamlara gelir. Bugün tanık olduğumuz durumsa fantazyanın (ve fantezi-kurgunun)
sinemadan popüler edebiyata, bilgisayar oyunlarından oyuncaklara kadar yaygınla-
şarak piyasanın ve tüketim toplumunun yani yeniden büyülemeye yönelik gösterinin
bir parçası haline gelmesidir. Aslında her şeye bir neo yada post takısının getirildiği
ve yeninin sürekli vurgulandığı 1980 sonrası dünyanın görüntüsü mit, büyü, misti-
sizm gibi inançların da içeriği boşalmış birer imaj, tüketilmeyi bekleyen birer görün-
tü olarak geçirdikleri değişime denk düşmektedir.
Sinema tarihinin başından beri bilimkurgu ile iç içe olan fantastik öğeli filmlerin
ilk örneklerini, 1930’ların başında sinemanın yanılsama yaratma gücünü kullanarak
film hileleri –daha sonra bunlar görsel efekt olarak adlandırılmaya başlanacaktır–
uygulayan Fransız yönetmen Georges Melies vermiştir. Sonra sinema izleyicisine tü-
ketmesi için sürekli yeni kahramanlar sunulmuştur. Bunların en tanınmış olanları
Süpermen, Örümcek Adam, X-Men, Batman sık aralıklarla sinemaya uyarlanmıştır.
En çok izlenen filmlerin son 5 yıllık listeleri de fantastik kurgular ile doludur. 2007 yı-
lında açıklanan gişe hasılatlarına göre dünya çapındaki rakamlar dikkate alındığında,
bugüne kadar en çok izlenen ilk 5 film Titanic, Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü,
Karayip Korsanları: Ölü Adamın Sandığı, Harry Potter ve Felsefe Taşı ile Yıldız Savaş-
90 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen
ları: Gizli Tehlike olarak sıralanıyordu. Aynı sıralamaya göre en çok kazandıran ilk
20 filmin yarısından fazlası da fantastik kurgu filmlerinden oluşuyor. Listeler popüler
filmlerde en çok tercih edilen konulardan birinin fantezi olduğuna işaret ediyor.
2005 yılında Marvel Comics’in 1960’lı yıllardaki ünlü çizgi roman kahramanları
olan Fantastik Dörtlü sinemaya uyarlandı ve dünya çapında elde ettiği 300 milyon
dolar hasılat yapımcı ve dağıtımcısı 20th Century Fox’u memnun etmiş olmalı ki,
2007 yılında serinin ikinci filmi de çekildi. Aynı yıl sinemaya uyarlanan bir başka
fantastik seri ise Narnia Günlükleri idi. Yanlışlıkla farklı bir boyuta geçen 4 kardeşin
öyküsü, 3 yıl sonra kaldığı yerden görsel yönü daha da parlatılmış olarak devam etti.
2006 yılında en çok izlenen 3 film ise yine Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter ve Yıldız
Savaşları serilerinin devam filmleriydi. 2007 yılında da Harry Potter ve Örümcek
Adam serilerinin devam filmleri ile yine ejderhalı, büyülü, görsel yönü ağır basan
Ejderha Mızrağı animasyonu ve Eragon gibi filmler geldi. Geçen yılın en fazla izlenen
filmi Karayip Korsanları’nın üçüncüsü Dünyanın Sonu da fantastik öğeler içeriyordu.
Rüzgar henüz dinmişe de benzemiyor. Harry Potter serisinin 6. filminin 2009 yılında
gösterime girmesi bekleniyor. İnternet sitelerinde filmin trailer’i yani bir filmin izlen-
mesi daha doğrusu hasılatın artırılması için kurgulanmış kısa tanıtımı yayınlanmaya
başladı bile. Bu sıralamalar aşk ve fantazyanın, sinemada en çok kazandıran iki konu
olduğunu gösteriyor. Buradan yola çıkan Yüzüklerin Efendisi filminin yapımcıları da
fantezinin yanına biraz da aşk katmak için olsa gerek filme, uyarlandığı kitapta ol-
mayan bölümler ve bazı sahnelerde arz-ı endam eden güzel bir elf kızı –tabii ünlü
bir Hollywood aktristi– ekleyerek izleyiciyi büyüleme düzeyini artırmayı amaçlamış
görünüyorlar. Sözkonusu sıralamaların bir tesadüf olduğunu düşünmek pek müm-
kün görünmüyor. İzleyiciler daha çok tercih ettiği için fantastik filmlere daha fazla
yatırım yapıldığı düşünülebilir tabi ki ancak izleyicilerin bilinçli bir şekilde bu tür
filmlere yönlendirilmekte oldukları ihtimali daha ağır basıyor.
Günümüzde edebiyatın ve sinemanın en popüler türlerinden olan fantastik kur-
gularda anlatılan hikayeler, büyüsü bozulmuş gösteri toplumunun daha güçlü maddi
araçlarla desteklenerek ve birleştirilerek yeniden büyülenmesine hizmet etmektedir.
Fantastik filmler sinemanın tüm olanaklarının kullanıldığı görsel ve işitsel efektleri,
şahane kostümleri, kahraman ve yaratıklarının tasarımındaki başarıyla büyüleyici
filmlerdir. Müzik de sinema ile bütünleşik şekilde filmlerin ihtişamını artırmaya kat-
kıda bulunur. Şurası bir gerçektir ki; DVD ve CD’leri, McDonalds menüleri, oyuncak-
ları, giyecekleri, web siteleri ile bu filmler kültür endüstrisinin bir parçasıdır. Örneğin
Florida’da ‘Harry Potter’ın Büyülü Dünyası’ adıyla açılacak olan Disneyland benzeri
temalı park, fantezinin tüketimle nasıl harmanlandığının bir başka örneği olacak gibi
görünüyor. Filmlerin çekimleri süresince oyuncular, özel efektler gibi konularda ya-
zılı ve görsel basında ya da internette birçok haber, dedikodu, söylenti yayınlanır.
Örneğin Yüzüklerin Efendisi’nin son filmi için yapılan fragman yayınlandığında web
sitesine 3 gün içinde üç milyondan fazla ziyaretçi girmişti. Yüzüklerin Efendisi serisi
için Time Warner’a bağlı New Line stüdyosu toplam 350 milyon dolar harcadı, üç
yıl içinde yaklaşık 150 milyon dolar da pazarlama harcaması yaptı. Yani 500 milyon
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 91
dolara mal olan seriden kazanılan para ise 4.5 milyar dolar olarak açıklandı. Yeni
Zelanda’da filmin çekildiği yerleri gezmenin bedeli ise yaklaşık 3000 Euro. “Film sa-
yesinde turist sayısında yüzde 4.8, turizm gelirinde ise yüzde 8.5 artış sağladık. Bu
propaganda bizim için çok önemliydi” diyen Yeni Zelanda Başbakanı’nın Yüzüklerin
Efendisi üçlemesinin yönetmeni Peter Jackson’ı ülkenin en değerli vatandaşı olarak
göstermesi de ne tesadüf, ne öylesine söylenmiş bir övgüden ibarettir.
Dün, popüleri (halk ozanının, halk öyküsünü, halk ağıtını) tanımlayan güç halktı.
Harry Potter gibi fantezi-kurgular eski mitsel öykülerin güncelleştirilmesidir. Merke-
zi öyküleme, eski öykülemedeki öğeleri alarak daha süslü ve etkili bir şekilde tekrar
sunuyor, mitlerin her yere yayılmasını sağlıyor. Bir başka dünya idealiyle insanlar bir
süre rahatlıyor. Bugün popüleri tanımlayan medya denen ve reklamcılıkla yaşayan
ticari amaçlı güçtür. Yani popülerin tanımı halkın elinden alınmıştır; tanımı yapan
sermaye gücüdür (Erdoğan, 1999:35) ve Marx bu durumu, insanoğlunun şimdiye
kadar yarattığı bütün mitlerin kitle iletişim araçları (medya) tarafından sadece birkaç
saatte yaratıldığını söyleyerek açıklamaktadır. Fantastik filmler de kültürün metalaş-
masının ve norm üretiminin bir örneğidir. Bu filmlerde sıkı sosyal bir düzen vardır.
Irklar ya da farklı canlı türleri arasında yine krallar ve prensesler veya seçilmiş, özel
insanlar ve bir hiyerarşi mevcuttur. Ütopik bir büyü dünyasında dahi hiyerarşi, kural-
lar ve cezalar vardır. Örneğin fantastik kurgu olup olmadığı tartışmalı olsa da büyü,
cadılar, yolculuk, dönüşüm gibi türün temel özelliklerini gösteren Harry Potter serisi
filmlerinde belirli yaşa kadar belirli yerlerde büyü yapmanın yasak olması gibi cadı ve
büyücüler kesin kurallar dahilinde yaşarlar. Üretilmiş normlar film boyunca tekrar
edilir.
Bu tür yapımların bir başka özelliği tüketim açısından çocuk ve yetişkin arasında-
ki farkı bulanıklaştırmasıdır. Çocuklara yönelik bir film olarak başlayan Harry Potter,
serinin sonraki filmlerinde pek de öyle değildi. Önemli olan izleyici sayısını artırmak
olduğundan bu belki de çok önemli değil. Çünkü içerikler piyasaya göre belirleniyor.
Zaten filmler serinin kitaplarının yazımı sürerken çekildiği için ilgi çeken noktala-
rı yakalayıp, bir sonrakinde kullanmak mümkün olabiliyor. Aslında Hollywood bir
filmin satacağını düşünüyorsa, konu gerçekte nerede geçerse geçsin hikayeyi yeni-
den kurgulayabilir ya da mekanı istediği gibi yeniden kurabilir. Aslen bir Anadolu’da
hikayesi olan ama filminin büyük bölümü ABD’de stüdyolarda ve İspanya’da çeki-
len Truva ya da aslı İngiltere’de geçen ama Hollywood tarafından perdeye yansıtılan
Harry Potter bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Film yapımcıları, dağıtımcıları açısından kar anlamına geldiği rakamlardan açık
olan bu filmler, seyirciye neler vaad ediyor? Evet belki fantastik filmlerin yükselişini
gelip geçici bir rüzgar olarak görebiliriz. Seneye tamamen farklı türde filmler çok
seyredilir hale gelebilir. Ancak şunu da gözden kaçırmamak gerekiyor ki bu filmler
insanların içindeki bir şeylere sesleniyor. Belki kahraman olma arzusuyla açıklana-
bilecek, belki de gündelik hayatın tekdüzeliğinden kaçışla anlamlandırılabilecek bir
duyguya hitap ediyorlar. Yani bunu soru olarak ifade edecek olursak, bu filmler neden
92 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen
radan insanlar için bir başka dünyanın varolabileceğidir. Ancak bu alternatif dünyada
gündelik kaygılara pek de yer yoktur. Örneğin Yüzüklerin Efendisi’nde kahramanla-
rın gündelik hayatlarına ilişkin detaylara çok fazla yer verilmez. Sanki yemek sadece
zaferin kutlandığı şölen masalarında yenir, uyku sadece lanetli ama cezbedici yüzü-
ğün yok edilmesi yani büyük görevin başarılmasında fiziksel güce ihtiyaç duyulduğu
için yapılan bir eylemdir. Aynı şekilde şehvet ve tutkudan arındırılmış ölümsüz aşk da
savaş öncesinde kahraman krala güç vermek için hikayeye monte edilmiş gibidir.
Evde anne-babasına, okulda öğretmenine, işyerinde patronuna boyun eğmek
zorunda olan modern toplumun bireyleri için olağanüstü kahramanlar büyülü bir
dünyada, farklı bir yaşam fırsatı sunar görünürler. Fantastik kahramanlarının çizdiği
üstün insan tiplemeleri seyredenler için sembolik mutluluk veren bir pamuk şekeri
gibidir. Şeker bittikten sonra çöpünü yalamaya devam ederken, yeni şekerin yeni bir
mutluluk getireceği hayaliyle avunulur.
Sonuç
nedenin izleyicilerin özgür seçimleri değil, sinema endüstrisinin daha fazla kar elde
etme isteği olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu filmler sadece “İzle ve geç/unut” şek-
linde tasarlanmış olsaydı, bu kadar büyük bütçeler ayrılmazdı. Akılcılaştırılan sine-
ma endüstrisinde verimlilik çoğunlukla izleyici sayısı yani karlılıkla ölçülür. Diğer
türler gibi fantastik kurguları da daha geniş izleyici kitlesi yani daha fazla kazanmak
için repertuarına katan holdingleşmiş film stüdyosu sahipleri, görsel teknolojilere
daha fazla para ayırıyor. Daha fazla satan türlere daha çok para yatırılıyor, daha fazla
yatırım yapılan filmlerin daha çok izlenmesi için tanıtım faaliyetleri de buna göre
düzenleniyor. Bu zincirleme süreçte yeni filmler de daha fazla teknolojiyle daha gör-
sel ama daha pahalı hale geliyor. Soluksuz izlediği film süresince kalabalıklar içinde
kaybolmuşluktan ve sıradanın sıkıcılığından kaçan izleyicinin hayal ve fantezilerini
sömüren sinema endüstrisinin kurguladığı süper kahramanlar sinema perdesini ve
yapımcı şirketlerin kasasını doldurmakla kalmayıp, bir taraftan Hollywood’un film
pazarındaki üstünlüğünü devam ettirmesine katkıda bulunuyor, bir taraftan da ide-
olojik olarak kısa bir rahatlama ve sonra yeni rahatlama isteğiyle beraber insanları
hayali gerçeklere inandırmaya hizmet ediyor. İşte bu sebeple sinema, teknoloji ve en-
düstrinin karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin izleyici ve film şirketleri açısından anlamı
daha fazla araştırılmaya değer bir konu olarak karşımızda duruyor.
Kapitalizm, sinemanın getirisinden memnun olmalı ki yüz yılı aşkın bir zaman
dilimi boyunca bu endüstriyle bağlarını sürekli güçlendiriyor ancak aralarındaki
ilişkinin daha derinlemesine incelenmesi ihtiyacı da ortaya çıkıyor. Araştırmaların
çoğaltılması ihtiyacı çok yüzeysel bir incelemede dahi görülebilir. Örneğin en çok
kullanılan arama motorlarından biri olan google üzerinden yapılacak kısa bir tur,
internet diliyle söyleyecek olursak küçük bir sörf, artık bir bilgi çöplüğü haline gel-
meye başlayan internetteki bilgiler yanlış yönlendirici olma riski taşımakla birlikte
ilginç sonuçlar verebilir. Arama sonuçlarına göre “Harry Potter” için 94.200.000 kayıt
(95.700.000 İngilizce), “Yüzüklerin Efendisi” için 16.120.000 kayıt (23.400.000 İngi-
lizce), “Fantastik filmler” için 2.850.000 kayıt (13.300.000 İngilizce) bulunmaktadır.
Buna karşın “Kapitalizm ve Sinema” için sadece 343.000 kayıt (1.280.000 İngilizce),
“Sinema ve Gündelik Yaşamdaki İşlevi” için 475.000 kayıt (848.000 İngilizce), “Si-
nema Endüstrisi” için 409.000 kayıt (616.000 İngilizce) ve “Bağımsız Sinema” için-
se 468.000 kayıt (677.000 İngilizce) bulunmaktadır. Bu rakamlarla çeşitli spekülatif
yorumlar yapmak mümkün ancak insanların ilgisini çeken konular üzerinde daha
fazla durulduğu ve daha geniş kitlelere yayıldığı düşünülecek olursa, aradaki farkın
insanların genel eğilimleri hakkında fikir verdiği ve fantazyaların insanlara eleştirel-
likten daha fazla hitap ettiği şeklinde yorumlanabilir (mi?). Forumları, blogları, video
paylaşım siteleri, arama motorları ile hem iş hem de iş dışındaki hayatımızın önemli
bir parçası haline gelen internetin daha çok eğlence amaçlı kullanıldığı ve sinema en-
düstrisi gibi bir konunun akademik alanda daha ilgi çekici bir başlık olarak değerlen-
dirilebileceği doğrudur ancak bugün internet üzerinden uluslararası kütüphaneler de
dahil çok çeşitli bilgi kaynaklarına ulaşmak mümkündür. Bu noktadan yola çıkarsak,
sinema ve gündelik hayattaki işlevlerine yönelik eleştirel bakışın, üzerinde daha fazla
96 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen
KAYNAKÇA
Adorno, T. W. (2005). Kitle İletişim Kuramları. İçinde: E. Mutlu (der.). Kültür Endüstrisini Yeniden
Düşünmek. (s. 240-249). Ankara: Ütopya.
Argın, Ş. (1992). Kapitalist Toplumda İşin ve İşgücünün Kaderi: Fordizmden Post-Fordizme. Birikim, 41 (1):
16-28.
Arık, M. B. (2004). Top Ekranda Medya Çağında Futbol ve Televizyon Arasındaki Vazgeçilmez İlişki. İstanbul:
Salyangoz.
Aydoğan, F. (der.). (2004). Düşlerimizi Artık Televizyon Kuruyor: Medya ve Popüler Kültür Üzerine Yazılar.
İçinde: Antikçağ’da Modern Dönemde Serbest Zaman (s. 147-159). İstanbul: MediaCat.
Aytaç, Ö. (2004). Kapitalizm ve Hegemonya İlişkileri Bağlamında Serbest Zaman. C.Ü. Sosyal Bilimler
Dergisi, 28 (2): 115-138.
Bathrick, D. (1984). Marxism and Modernism. New German Critique, 33 (2): 207-217.
Bauman, Z. (2001). Parçalanmış Hayat: Postmodern Ahlak Denemeleri (çev: İ. Türkmen). İstanbul: Ayrıntı.
Benjamin, W. (2001). Pasajlar: Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı (çev: A.
Cemal). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Büyükdüvenci, S. & Öztürk, S. R. (1997). Sinema ve Postmodernizm. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Campbell, C. (1989). The Romantic Ethic and the Spirit of Modern Consumerism. Oxford: Blackwell.
Comolli J. & Narboni, J. (2008). Sinema: Tarih, Kuram ve Eleştiri. İçinde: Sinema, İdeoloji, Eleştiri. S. Büker
& G. Topçu (der.). (s. 99-112). Ankara: G.Ü. İletişim Fakültesi Basımevi.
Debord, G. (1996). Gösteri Toplumu ve Yorumlar (çev: A. Ekmekçi & O. Taşkent). İstanbul: Ayrıntı.
Erdoğan, İ. (1999). Popüler Kültür ve İktidar. İçinde: Popüler Kültür, Kültür Alanında Egemenlik ve
Mücadele. N. Güngör (der.). (s. 30-41). Ankara:Vadi.
Fiske, J. (2003). İletişim Çalışmalarına Giriş (çev: S. İrvan). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Greisman, H. & Ritzer, G. (1981). Max Weber, Critical Theory and the Administered World. Qualitive
Sociology, 4 (1): 34-55.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 97
Holmlund, C. & Wyatt, J. (eds). (2004). Introduction. In: Contemporary American Independent Film: From
the Margins to the Mainstream. London: Routledge.
Horkheimer, M. & Adorno, T. (1995). Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar (çev: O. Özügül),
İstanbul: Kabalcı.
Jowett, G. & Linton, J. (1989). Movies as Mass Communication. New York: Sage Publications.
Kellner, D. (2004). Culture Industries. In A Companion to Film Theory. (eds: T. Miller & R. Stam). London:
Wiley-Blackwell.
Leyda, J. (1973). A History of the Russian and Soviet Film. New York: Collier Books.
Mannell, R. & Kleiber, D. (1997). A Social Psychology of Leisure. State College: Venture Publishing.
Miller, T. & Govil, N. & Maxwell, R. (2001). Global Hollywood, London: BFI Publishing.
Olson, S. R. (1999). Hollywood Planet: Global Media and Competitive Advantage of Narrative Transparency.
New Jersey: Lawrence Erlbaum.
Oskay, Ü. (1982). XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri: Kuramsal Bir Yaklaşım.
Ankara: A.Ü. S.B.F. Yayınları.
Oskay, Ü. (der.). (1983). Estetize Edilmiş Yaşam. İçinde: Tarih, Kültür ve Fantazya. (s. 131-164). Ankara:
Dost Kitabevi.
Ritzer, G. (2000). Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek (çev: Ş. Süer Kaya). İstanbul: Ayrıntı.
Sevgili, A. (1995). Hollywood’un Dünya Egemenliği ve Getirdiği Sonuçlar. 25. Kare, 10: 24-32.
Stark, L. (2002,Mart). Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter, Conan: Fantastik Edebiyat Sinemalar Diyarında.
Virgül, 49: 25-28.
Wasco, J. (1982). Movies and Money: Finansing the American Film Industry. New Jersey: Ablex
Publications.
Weber, M. (1987). Sosyoloji Yazıları (çev: T. Parla). C. Wright Mills & H. H. Gerth (eds.). İstanbul: Hürriyet
Vakfı Yayınları.
Wright Mills, C. (1956). White Collar: The American Middle Classes. New York: Galaxy Books.
Wyatt, J. (1994). High Concept: Movies and Marketing in Hollywood. Austin: University of Texas Press.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 99
Aysel Kayaoğlu2
ÖZET
Sosyal bilimlerde yoksulluğa 1990’lardan beri artan bir ilgi gösterilmektedir. Yoksulluğu bir “sosyal problem”
olarak ele alan ana akım literatür, yoksulları suçlayan bir eğilim üretmektedir. Tarihsel olarak, psikolojinin
yoksulluğa yönelik hem sınırlı hem de sınırlayıcı bir ilgisi olmuş, çoğu kez olguyu patolojikleştirerek, diğer
sosyal bilimler gibi kurbanı suçlayan ideolojiye hizmet etmiştir. Bu makalenin temel amacı tarihsel olarak psij-
kolojinin bu sefaletini göstermektir. Bu amacı gerçekleştirmek için, ilk olarak psikolojinin belirli bir yoksulluk
kavramsallaştırması olup olmadığı sorusu yanıtlanmaya çalışılacaktır. İkinci olarak, psikolojinin yoksulluğu
çalışmaya ilişkin bir meşruiyet problemi olduğu saptanacak ve bu problemin “üçüncü dünya” bağlamında nasıl
yaşandığı tartışılacaktır. Son olarak, çeşitli psikolojik yoksulluk yaklaşımları eleştirilerek, psikolojinin sefaleti-
nin farklı görünümlerine odaklanılacaktır.
ABSTRACT
Poverty has gained an increasing interest in social sciences since 1990s. The mainstream literature taking po-
verty as a “social problem” has produced a tendency towards blaming the poor. Historically, psychology’s inte-
rest in poverty has not only been limited but also very limiting. This limited and limiting interest has most of
the time pathologized the issue and, just like the other social sciences, served the victim blaming ideology. The
main aim of this article is to reveal this poverty of psychology historically. In order to achieve this aim, first,
the question of whether psychology has a poverty conceptualization or not was tried to be answered briefly.
Having identified that psychology has a legitimacy problem in studying poverty, how this problem has been
experienced in the “third world” context was discussed in the paper too. Finally, various psychological poverty
approaches have been criticized, focusing on the different appearances of poverty of psychology.
1 Bu makalenin bir parçasını oluşturduğu çalışmaya verdiği finansal destekten dolayı Türkiye Bilimler
Akademisi’ne teşekkür ederim.
2 Yrd. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, İletişim Bilimleri Fakültesi, İletişim Bölümü.
100 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu
Giriş
Herhalde başka hiçbir sosyal olgu yoksulluk kadar sosyal bilimlerin kendi araş-
tırma nesnesi ile kurduğu ilişkinin ne denli sorunlu bir ilişki olduğunu gösteremez.
19. yüzyılın sonunda Booth ve Rowntree’nin İngiltere’de yaptıkları araştırmalardan
beri sosyal bilimlerin ayrı bir grup olarak yarattığı yoksullar ve toplumdaki sınıf iliş-
kilerinden azade bir yoksulluk (Novak, 1995) fikri, topluma dair zihinsel temsilleri-
miz arasına geri dönülmez bir biçimde yerleştirildi. O zamandan bu yana, yoksul-
luk, iflah olmaz bir biçimde sürekli ve yeniden tanımlanmaya ve aslında böylelikle
düzenlenmeye/ıslah edilmeye çalışılan bir “sosyal problem” olarak sunulmaktadır.
Kapitalizmin çeşitli aşamalarında, her defasında yeniden tanımlanmayı talep etme-
siyle, yoksulluk/yoksullar, aslında her daim kendine yönelik tanımlanma işleminin
imkânsızlığını hatırlatır. Ne kadar incelikli hale getirilirse getirilsin, yoksulluk söyle-
mi, hep sözün tükendiği noktadaki o beyhudeliği yaşatır bize. Zira bir durum olarak
yoksulluk, tanımı gereği, ne yapılırsa yapılsın, hiç tamamlanamayacak bir eksiklik
halidir (Dean, 1992).
Yoksulluğun nasıl ortaya çıktığını değil, yoksulların neden yoksul olduğunu sor-
durarak, “kapitalizmi değil kapitalizmin kurbanlarını suçlama (Harvey ve Reed, 1996:
461)”ya götüren odak kaydırıcı söylemiyle ana akım yoksulluk literatürü, analizin her
adımında adeta kapitalizme, sömürüye ve toplumsal sınıflara referans vermeden ko-
nuşmanın yolunu aramaktadır. Belki tam da toplumsal sınıfları konuşamadığı için
yoksulluğu konuşan bir literatürdür bahsettiğimiz. Sınıfın inkarına dayalı yoksulluk
analizlerinin (bkz. Özuğurlu, 2002; Ercan, 2003) sosyal bilimcilerin entelektüel ter-
cihleriyle ya da sosyal bilimlerin kendi iç dinamiğiyle ortaya çıktığını söylemek saflık
olurdu. Tersine kendi araştırma nesnesi kadar toplumsal süreçlerin içinde şekillenen
sosyal bilimler, içinde bulundukları çağın eğilimlerine referansla araştırma nesneleri-
ne yaklaşırlar; ya bu eğilimleri güçlendiren ya da karşı koyan ama sonuçta hep onları
referans alan bir yerden yaklaşırlar (Harvey ve Reed, 1996).
1990’lardan bu yana sosyal bilimlerde yoksulluğu tanımlama ve bu “sosyal
problem”i düzenleme çabası yeniden gündeme geldi; muhtemelen daha önce hiç ol-
madığı kadar sofistike ve çeşitli gibi görünen yoksulluk analizleriyle karşı karşıyayız.
Ancak zenginliğe dair çalışmaların semptomatik yokluğuna karşılık, yoksulluk çalış-
malarındaki bu patlamanın tarihsel olarak sosyal bilimlerin ürettiği yoksulluk söy-
leminde esaslı bir değişiklik yarattığı söylenemez. Zira, sosyal bilimlerde yoksulluğa
yönelik ilginin artışı bir tesadüf değildir; bu ilgi artışının, uluslar arası aktörlerin, hü-
kümetlerin ve sermaye örgütlerinin, kapitalizmin küresel ölçekte yeniden yapılandı-
rılmasına yönelik politikaların bir parçası olarak yükselttiği “yoksullukla mücadele”,
“yoksulluğa saldırı” vb. söylemi (Özdek, 2002) içinden okunması gerekir.
Dünya toplumlarının kendini içinde bulduğu bu yeni kitlesel yoksullaştırılma sü-
reci, 1970’lerde kapitalizmin kriziyle başladı. Kriz, çok genel düzeyde Batıdaki refah
devleti, Batı dışı dünyada ulusal kalkınma modelinin çözülmesiyle birlikte, kapitaliz-
min küresel ölçekte tekrar yapılanması demekti. Daha özgül olarak, küreselleşmenin
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 101
3 Bu yazıda özgül olarak sosyal psikolojinin kullanılmasını gerektiren birkaç yer dışında, psikoloji ifadesi
sosyal psikolojiyi de kapsar tarzda kullanılmıştır. Bu yazının kapsamı ve amacı dolayısıyla psikoloji ve onun
bir alt dalı olarak konumlandırılan sosyal psikoloji arasında incelikli bir ayrım yapmaya gerek görülmemiş-
tir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 103
Yöntem
Carr (2003), Sloan ile birlikte editörlüğünü yaptığı Psikoloji ve Yoksulluk: Global
Perspektiften Yerel Pratiğe başlıklı kitabı, psikolojinin yoksulluğa ilişkin kısa ve cı-
lız tarihi içinde yeni bir başlangıç olarak konumlandırır. Oysa, hangi konuda olursa
olsun, “yeni bir başlangıç yapmak”, Carr’ın yaptığından çok daha köklü biçimde bir
tarihsel değerlendirme yapmayı, deyim yerindeyse tarihle yüzleşmeyi/hesaplaşmayı
gerekli kılar. Psikolojinin, yoksulluğa yönelik tarihsel ilgisi bağlamında, bu yüzleşme/
hesaplaşma, psikolojinin sefaletinin ne tür/hangi dinamiklerle ortaya çıktığına dair
eleştirel bir sorgulama anlamına gelir. Bu eleştirel sorgulama, örtük de olsa, bir ayağı
eleştirel psikoloji okuması ve diğer ayağı eleştirel yoksulluk okuması olan bir zemin
üzerinde gerçekleştirilir. Çifte eleştirel okumanın bize kazandıracağı analitik içgörüy-
le sözkonusu tarihe yaklaşmak, alternatif bir tarihyazımını olanaklı kıldığı için değer-
li olduğu gibi, eleştirel bir yoksulluk anlayışına dair bir takım teorik öncülleri ortaya
koyma fırsatı verdiği için de değerlidir. Kısacası, psikolojinin yoksulluk konusundaki
tarihine eleştirel bakmak, psikolojinin sefaletini betimsel düzeyde teşhir etmekten
fazla bir şeydir.
Değerlendirme ve tartışma
4 Yoksullukla ilgili bu tür ve diğer görgül araştırmaların son derece titiz ve kapsamlı bir şekilde gözden geçi-
rildiği çalışma için bkz. Çukur, 2008.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 105
reyan ettiğini söyleyebiliriz5. Başka bir deyişle, “psikoloji yoksulluğu çalışabilir mi/
yoksulluk konusunda bir şey yapabilir mi” sorusunun, “psikoloji üçüncü dünyanın
problemleri için ne yapabilir” sorusuyla, en azından belirli bir tarihsel dönem için yer
değiştirebileceği önerilmektedir. Bugün hala yoksulluk ağırlıklı olarak “üçüncü dün-
ya” ya da “güney”e ait bir “problem” olmaya devam etse de, artık “birinci” dünya ya
da “kuzey”deki yoksulluktan da söz edilmektedir (Örn: bkz. İnsel, 2001; O’Connor,
2000). Dolayısıyla, psikoloji nezdinde, bu yazıda, tarihin bir dönemi için kurulan,
“yoksulluk-üçüncü dünya paralelliği”ni bugün sürdürmek belki çok anlamlı olma-
yabilir, ama gene de bu paralelliğin, psikoloji disiplininin yoksullukla olan ilişkisini
irdelemede bir referans noktası olarak kullanılabileceği kabul edilmelidir.
Psikolojinin üçüncü dünya hakkındaki tartışmaları, temelde, bilimsel bir bilgi
dalı olarak ve bir meslek olarak psikolojinin üçüncü dünyanın problemlerini çöz-
meye uygun olup olmadığı meselesi ekseninde dönmektedir (Moghaddam, Bianchi,
Daniels, Apter ve Harré, 1999). 1968’e dek geri giden bu tartışmalar, hem birinci
hem de üçüncü dünyadan pek çok psikoloğun, psikoloji disiplininin ürettiği bilgi
ve pratiklerin, yoksul üçüncü dünyanın problemlerini çözmeye ilişkin büyük bir
potansiyel taşıdığı ama çeşitli nedenlerle bu potansiyeli ortaya koyamadığı konu-
sunda ortaklaştıklarını ortaya koyar. McClelland’ın üçüncü dünya problemlerinde
başvurulacak bir psikolojik model olarak başarma ihtiyacı yaklaşımı ile ilgili çalışma
ve uygulamalar bir tarafa konulursa, 1970’ler bu açıdan daha suskun geçmiş, ama
1980’lerin başında psikolojinin üçüncü dünyaya yardım etmesinin mümkün olup ol-
madığı tartışması tekrar alevlenmiştir. Örneğin, Connolly (1982), “gelişmekte olan
ülkelerde”, ancak endüstrileşmeye geçilmesinden ve “gelişmiş ülkeler”deki teknolo-
ji ve tarım yöntemlerinin kullanılmaya başlanılmasından sonra, psikoloji disiplinin
onlara yardım edebileceği alanların (insanların eğitimi, seçimi, insan-makine dizaynı
gibi konular) ortaya çıkacağını düşünür. Ama Connolly’e göre, o zaman bile, geliş-
miş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki fark ortadan kalkmayacaktır; zira arada
“derin kültürel, sosyal ve psikolojik farklılıklar” vardır ve bu yüzden bu ülkeler için
yeni bir psikoloji gereklidir. Daha sonra Connolly(1985), üçüncü dünya için yeni
bir psikolojiden ne anladığını ortaya koyduğunda, Moghaddam ve Taylor (1986a)
tarafından “yeni-sömürgeci” olmakla suçlanır. Connolly’nin önerdiği şey, temelde,
üçüncü dünyanın problemlerini çözmeye dönük “uygun psikolojik teknolojiyi” içe-
ren, batılı psikologların bizzat oralara giderek uygulayacakları bir “problem-odaklı”
psikoloji ‘yardım paketi’dir. Bu, tam da Moghaddam ve Taylor’ın (1986: 5) ifade
ettiği gibi, “çözümleri olan ileri insanlar”ın “problemleri olan geri kalmış insanlar”a
önerdiği bir yardım paketidir. Ne var ki, Connolly (1986: 11), önerilerinin sömür-
geci bir tutumu yansıtmadığından emindir, mesela ona göre, psikoloji mezunlarının
5 Bu noktada, bir “psikoloji ve üçüncü dünya” tartışmasının, kültürler arası psikoloji ve kültürel psikoloji
alanlarıyla çakışmasının hiç sürpriz olmayacağını belirtmek gerekir. Ancak kendi başına ciddi hacmi olan
bu literatürü, yoksulluk tartışmasına taşımak ne çok gereklidir ne de bu yazının amaçları dahilindedir. Ay-
rıca, Carr ve Maclachlan (1998) da, “gelişmekte olan ülkeler”in yüz yüze olduğu problemlerde psikolojinin
uygulanmasına yönelik ilgi ile kültürler arası karşılaştırmalı psikolojik çalışmaları birbirinden ayırdeder,
ilkine yönelik ilginin çok daha az olduğunu belirtirler.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 107
“yoksul ve yardıma muhtaç üçüncü dünya”ya gönüllü olarak gitmeleri fikri, “beceri-
lerini onların hizmetine vermek”ten başka bir şey değildir. Bir bakıma, birinci dün-
yadan Connolly’nin bakışının yansımasını, üçüncü dünyadan Sinha’da bulabiliriz.
Sinha’ya (1984:19) göre,
Üçüncü dünya ülkelerindeki kalkınmanın tam da doğası yüzünden, psikolo-
ji, disiplin olarak bununla çok ilgilidir…Doğudakiler, Batıda başarması kuşakları
alan sosyo-ekonomik gelişme düzeyini yakalamak için heveslidirler, ancak bunu
bir kuşaktan daha az bir zaman içinde yapmak zorundadırlar… Süreç, belirli eko-
nomik altyapı kurmak kadar sosyal yapıları, kurumları, aileleri, tutumları ve değer
sistemlerini kurmayı da, gerçekte bütün bir toplumu içine alan büyük ölçekli bir
sosyal değişme ve dönüşme programını içermektedir.
6 Bir an için yoksulluk-psikoloji ilişkisini, yoksulların ihtiyaçlarının öncelikleri açısından tartışmayı kabul
ettiğimizde, kendimizi Moreira’nın (2003) betimlediği vahim tablonun içinde bulabiliriz. Moreira, daha
önceleri, yoksulların psikolojik problemleri olmadığını/olamayacağını varsayan bir bakış açısının yaygın
olduğunu söyler. Muhtemelen yoksulların maddi, ekonomik ve fiizksel dertleri çok ve öncelikli olduğun-
dan psikolojik problemler onlara ‘yakıştırılmaz’. Yoksullara ilişkin gözümüzün önünde ilk beliren imge,
çoğu kez, barsak kurdu nedeniyle karnı şişmiş, hasta çocuklardır. Moreira alaycı bir biçimde, bu barsak
kurtlarının yoksulları bir şekilde psikolojik problemlere karşı bağışık kıldığını düşündüğümüzü yüzümüze
vurur. Moreira, psikopatoloji ile yoksulluğu ilişkilendiren bu ilk fikrin, yerini yavaş yavaş başka bir fik-
re bıraktığını söyler ve büyük olasılıkla artık daha geçerli olan bu ikincisidir: Bu fikre göre, yoksulların
psikolojik problemleri olamayacağı varsayımı absürddür, çünkü zaten yoksulluğun kendisi bir hastalıktır.
Özetle, ya yoksul olduğun için (ruhsal/zihinsel anlamda) hasta olman gibi bir ihtimal yoktur, ya da yoksul
olduğun için (ruhsal/zihinsel anlamda) hasta olmaman gibi bir ihtimal yoktur.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 109
koşacağı konusunda zorluk yaşaması çok anlaşılır hale gelir. Bu zorluk, burada söz
konusu edilenin, üçüncü dünyanın sorunları/yoksulluğu olmasından dolayı, psiko-
lojik bilgi ve pratiklerinin ulusal ölçekte yarattığı yabancılaşma sorununa bürünür ve
dolayısıyla, Batıda üretilen psikoloji bilgi ve pratiklerinin üçüncü dünyaya “transfer
edilip edilmeyeceği”, edilecekse hangi koşullarda edileceği (Moghaddam ve Taylor,
1986b) ya da üçüncü dünya için yeni bir psikoloji gerekip gerekmediği gibi sorular-
la karşımıza çıkar. Oysa daha dikkatli bakıldığında, psikoloji bilgi ve pratiklerinin
yarattığı yabancılaşmanın sadece ulusal ölçekteki farklılıklarla sınırlı olmadığı, Batı
toplumunun kendi içinde de, toplumun belirli kesimlerine bilgiyi transfer etmeyle
ilgili sorun olduğu görülecektir. Bu ise, psikoloji bilgi ve pratiklerinin, tarihsel olarak,
Batıda değil, daha doğru bir deyişle, Batıdaki belirli bir sınıfsal konumdan üretildiği-
ni gündeme getirmeyi zorunlu kılar.
Büyük ölçüde dünyaya hakim olan bilim ve meslek olarak psikoloji anlayışının
ABD’deki üretilme koşulları, orta sınıf dünya görüşünü, psikoloji bilgi ve pratiklerine
içkin hale getirmiştir (Hill, 2008). ABD’nin sınıfsız bir toplum olduğu mitini yay-
gınlaştırmanın, aynı zamanda toplumu orta-sınıflılaştırma olduğuna dikkat çeken
Hill, psikoloji bilgi ve pratiğinin üretiminde bu orta-sınıf normatif çerçevenin daha
1930’larda farkedilmiş olduğunu ama bunun bir standart olarak tüm topluma yaygın-
laştırılmasının bir problem olarak görülmediğini, tam tersine teşvik edildiğini söyler.
Ama Hill’e göre, asıl olarak savaş sonrası dönemde ortaya çıkan iki büyük eğilim,
ABD’de toplumsal sınıf ve psikolojiye dair sıkı bir birlikteliğin zeminini hazırlamıştır:
İlki, sosyologların sosyo-ekonomik farklılıklara dair yaptıkları ayrıntılı çalışmaların
yayınlanmasının, bu konudaki kamusal farkındalılığı arttırmasıdır. Hill, bu çalışma-
ların sınıf farklılıklarını gösterdiği aynı dönemde, bir soğuk savaş retoriği olarak, sınıf
bilinci yüksek Sovyetlere karşı “sınıfsızlık-orta sınıflılık (middle-clasless)” retoriği-
ni yükselttiğini, hatta sosyal bilimcilerin de sınıftan değil sosyal statü ve tabakadan
söz etmeye başladıklarını söyler. İkinci eğilimse, savaş sonrasında, bir meslek olarak
psikologluğun değerinde yaşanan patlamadır. 2. Dünya Savaşı sırasında keşfedilen
psikoloji, savaş sonrası dönemde de değerini korur. Ama Hill bu durumun sadece
yukarıdan bürokratik bir destekle açıklanmayacağını, savaş sonrası koşullarının da
psikolojiyi ya da psikolojiye benzer bir şeyi, toplumun gereksindiğini söyler. Ve ABD
toplumu, çokça kullanılan bir kavramla, “terapötik kültür” denilen bir sürece girer:
Çocuk yetiştirmeden, eğitimden, reklamdan, adalet sistemine, şirket yönetimine, po-
litikaya kadar toplumsal hayatın her alanını psikolojik fikirlerin istila ettiği bir süreç-
tir bu. Popüler kültür ürünü olarak psikoloji artık her yerdedir; televizyonlarda, rad-
yolarda, gazetelerde, dergilerde, kendine yardım kitaplarında, kitaplarda, filmlerde.
Hill, haklı olarak, Life dergisinin 1957’de başlattığı yazı dizisinin başlığıyla, “psikoloji
çağı”, tam da o dönemin ruhunu yakaladığını söyler. Sonuç olarak, Hill (2008: 3), kül-
türün sözü edilen bu psikolojikleşme sürecinin, toplumu nasıl ortasınıflılaştırdığını
şöyle açıklar:
Psikoloji profesyonelleri orta-sınıf aile kökeninden gelme eğilimindedir, ve
işçi-sınıfı ard alanından gelenler, genellikle, profesyonel eğitimlerinin bir parça-
110 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu
Yukarıdaki uzun alıntıdan anlaşılacağı üzere, bir bilimsel disiplin olarak psikoloji-
nin tarihsel olarak tek seçeneğinin ya da belki kendini değerli kılmasının tek yolunun
modernleşmeci paradigmaya eklemlenmek olmadığı söylenebilir. Buraya kadar söy-
lenilenleri özetlersek: Psikolojinin bir bilimsel disiplin olarak ortaya çıkışından yakın
zamana kadar, izleyebildiğimiz kadarıyla, yoksulluğa yönelik ilgisini üçüncü dünya
üzerinden kurduğunu, üçüncü dünyaya bakarken de, iktisadın hakim olduğu anaa-
kım gelişim söylemine eklemlenmek ve bunun üzerinden bir meşruiyet kazanmak
istediğini söyleyebiliriz.
2000’li yıllara gelindiğinde, psikolojinin yoksulluğu araştırma ve yoksullukla mü-
cadele saflarına katılmak için bir meşruiyet problemi kalmamış gibi görünmektedir.
112 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu
Artık “hem psikoloji yoksulluğun görece makro, yapısal gerçekliklerini takdir etmeye
başlamış hem de geleneksel olarak daha makro düzeydeki disiplinler ve kuruluşlar,
“ekonomi disiplini ve dünya bankası gibi kuruluşlar” gelişim denklemlerine “sosyal”i
tekrar koymuşlardır (Carr, 2003:7)”. Yoksulluğu “patolojikleştirmeyeceğini” deklare
eden bir yayında, psikolojinin yoksulluk olgusu ile ilişkisindeki meşruiyet sorununu,
kısmen de olsa, hala ekonomi disiplinindeki gelişmeleri ve Dünya Bankası’nı referans
alarak çözmesi ironiktir.
Carr’ın (2003) saptamasından hareketle, psikolojinin, bugün, yoksulluk konu-
sunda kendini güvenli/meşru hissettiği zeminin, uluslar arası politik aktörlerin ve
sosyal bilimlerin oluşturduğu ana akım gelişim paradigması olduğu söylenebilir. Bu
paradigma içindeki başat söylem, Birleşmiş Milletler’in yoksulluk konusunda öne
sürdüğü insani gelişim nosyonuna dayanır. Birleşmiş Milletler’in 1990’ların başın-
dan beri kullandığı bu söylemi çözümleyen Dutton ve Colins (2004), insani gelişim
nosyonunun, gelişimi, ekonomik konulardan, “insanın ne olduğu ve ne yaptığına
dair kapasiteleri”ne kaydıran bir kırılma yarattığını ifade ederler. Bu araştırmacılara
göre, gelişim alanındaki bu değişim/kırılma, yapabilirliği olan ve yaratıcı olan yeni
bir öznenin doğuşuna işaret eder: homo incrementus, ya da “gelişmekte olan özne
(developing subject)” (Dutton ve Collins, 2004: 15). Homo incrementus’un, oryantalist
bir politik mantık çerçevesinde, faydacı bir etikle kuşatılmış olması, onun, muhtaç
durumdan ya da yoksunluktan çıkması için bir tür revizyon ya da değişikliğe ihtiyacı
olan bir özne olarak inşa edilmesini gerektirmiştir. Bu anlamda homo incrementus,
görecelileştirilen ama aynı zamanda (gelişmeye) güdülenmiş bir öznedir.
Özetle, bu çalışma, neoliberalizmin makropolitikalarının bir parçasını oluşturan
insani gelişim söyleminin, özgül bir özneyi, gelişimin öznesini ürettiğini iddia eder.
Bu öznelerin, gelişmekte olan özne olmayı seçme özgürlüğü vardır, ki, bunun da an-
lamı, yoksulların, yoksun oldukları koşullara (uzun, sağlıklı ve yaratıcı bir yaşam, in-
sanca bir yaşam standartı, kendine ve diğerlerine saygı, özgürlük) ulaşmak yönünde
gelişim göstermeleri gerektiğidir.Yani “kendilerini istihdam edilebilir ve servet birik-
tirebilir hale getirmeleri, düzgün olarak işlevsellik gösteren pazarlarda seçme hakları-
nı kullanmaları, küresel ekonomiye üreticiler ve tüketiciler olarak girmeleri (Dutton
ve Collins, 2004: 28)” beklenir.
Yoksulluk kültürü
Lewis’in (1966) yoksullarla yaptığı klasik çalışması, yoksulluk kültürü konusunda-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 113
Yoksulluk ile yoksulluk kültürünün aynı şey olmadığını ileri süren Lewis (1966),
yoksulluk kültüründen söz edebilmek için şu koşulların ortaya çıkmış olması gerek-
tiğini söyler: Ücretli emeğin olduğu, üretimin kâr için gerçekleştiği, ve süreğen bir
biçimde yüksek düzeyde işsizliğin ve niteliksiz emek için ücretlerin düşük olduğu bir
nakit ekonomisinin mevcut olması. İkinci olarak, toplumun, gönüllülük temelinde ya
da hükümetler aracılığıyla düşük-gelirli nüfusun sosyal, politik ve ekonomik örgüt-
lenmesini sağlamakta başarısız kalması. Üçüncü olarak, klan ve tek yanlı-akrabalık
sisteminden farklı olarak iki-yanlı akrabalık sisteminin mevcut olması. Ve son olarak,
egemen sınıfın, tutumluluğu ve, zenginlik ve mülkiyet birikimini ödüllendiren, yuka-
rıya doğru hareketlilik olasılığını vurgulayan ve alt ekonomik statüyü bireyin kişisel
yetersizliği ve aşağılık olmasıyla açıklayan bir değerler dizisini öne sürmesi.
Lewis’in yoksulluk kültüründen söz etmeye dair saydığı bu önkoşullar, onun na-
sıl bir politik zeminden konuştuğunu açıkça ortaya koyar. Bu zemin, radikal sosyal
bilimciler tarafından iddia edildiği gibi “yoksulluğun altında yatan yapısal nedenleri
perdeleyen” (akt. Özbudun, 2002:61) değil, tersine bu nedenleri tamamlayan bir ze-
mindir (Harvey ve Reed, 1996). Zira, Lewis (1966: 5) için, tam da yukarıdaki ön-
koşulların mümkün kılması nedeniyle yoksulluk kültürü “Batı sosyal düzeninin bir
altkültürüdür. O, sınıfsal olarak bölünmüş, yüksek derecede bireyselleşmiş kapitalist
toplumda, yoksulların kendi marjinal konumlarına verdiği hem bir tepki hem de o
konuma uyumlanmadır”.
Lewis, çalışmasında, sosyoloji, antropoloji ve psikolojinin geleneksel tekniklerini
birleştiren bir yöntem izler. Yöntemi, açık uçlu görüşmelerin yanı sıra tematik algı tes-
ti, Rorschach testi ve cümle-tamamlama testi gibi psikolojik testlerin uygulanmasını
114 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu
da içerir. Çalışmasının psikolojik öğeleri çok güçlü olsa da, Lewis, bütün çalışmasını
tek tek bireyleri değil, az sayıda aileyi bir bütün olarak incelemeye dayandırır. Zira,
Lewis’e göre, aile, küçük bir sosyal sistem olduğundan, antropolojinin holistik yak-
laşımına çok uygundur ve tüm-aile çalışmaları, bir uçta kültürün diğer uçta bireyin
kavramsal aşırılıklarının yarattığı boşlukta bir köprü görevi görerek, hem kültürün
hem de kişiliğin gerçek yaşamdaki karşılıklı etkileşimlerini gözlemlemeyi mümkün
hale getirir (1966: 4-5). Hem yönteme dair anlayışıyla hem de holizme dair vurgusuy-
la, Lewis, çalışmasında pür psikolojik açıklamalarla yetinmediğini göstermektedir.
Lewis, çalışmasında, altkültür ve daha geniş toplum arasındaki ilişkiler, getto
toplumunun doğası, ailenin doğası ve bireyin tutumları, değerleri ve karakter yapı-
sı olmak üzere, dört boyutta, yoksulluk kültürünü tanımlayan yetmiş özellik saptar.
Örneğin, yoksulluk kültürü içinde büyüyen çocukların güçlü bir biçimde kaderci-
lik, çaresizlik, bağımlılık ve aşağılanma hisleri yaşadıkları gösterilmiştir. Ayrıca zayıf
ego yapısı, anne yoksunluğunu yansıtan orallik ve cinsiyet özdeşleşmesinde karmaşa,
tatmini ertelemeye ve gelecek planları yapmaya dair çok az bir eğilimin olmasıyla
ilintili güçlü bir şimdiki-zaman yönelimine sahip olmak ve tüm psikolojik patoloji-
lere yüksek tolerans göstermek gibi özelliklerden de söz edilmektedir. Lewis, birço-
ğu olumsuz olarak nitelenebilecek bu özelliklerin, bir yandan yoksulluk kültürünü
romantize etmemeye çalıştığını da söyleyerek, olumlu yanlarının olduğunu ısrarla
vurgular. Zira, yoksulluk kültürünü uyum sağlayıcı yapan da bu olumlu yanlardır.
Lewis’in yoksulluk kültürünü salt olumsuz bir çerçevede betimlemeyip, olumlu öğe-
lere gösterdiği bu hem bilimsel hem de politik nitelikli hassasiyeti, Harvey ve Reed
(1996: 466-467) şöyle ifade eder:
Yoksulluğa yönelik diğer yaklaşımlarla karşılaştırıldığında, Lewis’in tezinin er-
demi, yoksulluk alt kültürünün “patoloji karmaşası”ndan ibaret olduğunu değil,
tam tersine, bir dizi olumlu uyum sağlayıcı mekanizmaları net bir biçimde göster-
mesinde yatar. Bu uyum sağlayıcı mekanizmalar sosyal olarak kurulmuştur, yani,
yoksulların, günlük yaşamlarının özünden kolektif olarak üretilirler ve bunlar,
aksi takdirde hayatta kalmaları imkansız olan maddi ve sosyal koşullarda hayatta
kalmalarına izin verir. Yoksulluk altkültürünün olumlu içeriğinin altını çizmekle,
Lewis’in modeli, yoksulların ve onların yaratıcı yetenekleri adına konuştuğu için,
politik olarak da önemlidir.
481):
Luján Lewis’e yoksulluğun olumsuz sonuçlarının açıklamasını sunarak, kent
yerleşkelerinde yaşanan yoksulluğun önemini ve benzersizliğini açıklamada yar-
dımcı oldu. Lewis, bu yorumu kullanmış, ama yorumun dayandığı psikanalitik
ilkeleri bilimsel olmadığı için reddetmiştir. Luján bireysel kişilik hakkında yazar-
ken, Lewis yoksulluk kültürünün evrensel sosyal-psikolojik özellikleri hakkında
genelleme yapmaktaydı. Yıllar boyunca Luján yorumlarını yanlış kullandığı gerek-
çesiyle onu eleştirmiş, ama Lewis onları kendi tarzında kullanmaya, kendi araştır-
masının bağlamına uyacak şekilde yeniden yorumlamaya hakkı olduğunu iddia
etmiştir. Katılımcılarını, okuyucuların önyargılarından koruma ve okuyucularını
klinik tanılar arasında ağır ağır ve güçlükle ilerlemenin yükünden ve psikanalitik
jargonu anlamlandırma çabasından kurtarma görevi olduğuna inanmıştır. Ek ola-
rak, Lewis’in olana yönelik kendi yorumu vardı: acıyı, sömürüyü ve aşırı yoksullu-
ğun verdiği hasarı vurgulamak istemişti, ama katılımcılarının, yardım edilemez ya
da hatta kendilerini kurtaramayacak kişiler olarak görünmelerini istemedi. Bunun
altında, Luján ile aralarındaki en zor ve en duyarlı farklılıklardan biri yatıyordu:
Luján’ın yoksulların politik eyleminden korkmasının tersine, Lewis, bunun onların
kurtuluşu olduğunu düşünüyordu.
Başarma ihtiyacı
Tarihsel olarak, yoksulluğa dair bir bakış açısı üretilen diğer bir psikolojik yakla-
şım, 1960’ların sonunda, McClelland ve arkadaşlarının geliştirdiği başarma ihtiyacı
teorisidir. Davranışı açıklamada bireysel farklılıklara dayanan bu teori, insanların
ne kadar çok/sıkı çalışıp çalışmadığını, onların kişiliğinin bir işlevi olarak gören bir
güdü teorisidir. Başarma ihtiyacı adı verilen kişilik özelliği, klasik bir biçimde “ bir
mükemmellik standartı ile rekabet içinde başarmaya çalışmak” biçiminde tanımlanır
(Carr, 2003: 4). Başka bir deyişle, bu teoriye göre, başarma ihtiyacı, çocukluktan itiba-
ren edinilen ve kişiliğin bir parçası haline getirilen ve dolayısıyla da bireylerde farklı
düzeylerde bulunan bir güdülenme durumudur. Başarma ihtiyacının başka önemli
bir yanı, fiziksel ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacı gibi basit, alt-düzey değil, hiyerarşik
olarak daha üstte bulunan bir ihtiyaç olmasıdır. Bu da, tüm insanlar tarafından pay-
laşılmayan, yani nüfusun hepsinde bulunmayan özelleşmiş bir ihtiyaç türü olduğu
anlamına gelir (Haslam, 2001).
Başarma ihtiyacının ilk çocukluk yıllarında edinildiği, kişinin hem ait olduğu kül-
tür hem de anne ve babası tarafından şekillendirildiği ileri sürülmüştür. McClelland,
çocukların yüksek başarma ihtiyacına sahip bireyler olmaları için, bireysel olarak
rekabetçi işler yapmalarını ve bir mükemmelik çıtası üzerinden, performanslarına
ilişkin uygun duygusal tepkiler vermeyi öğrenmeleri gerektiğinde ısrar eder. Yani ço-
cuk, başarılı olduğunda olumlu, başarısız olduğunda olumsuz duygular hissetmeyi
öğrenmelidir (akt. Haslam, 2001).
Başarma ihtiyacı yaklaşımının yoksullukla dolaysız ilişkisi, McClelland ve arka-
daşlarının üçüncü dünyada yaptıkları çalışmalar yoluyla kurulabilir. Bunlardan biri,
McClelland ve Winter’ın 1969’da “Ekonomik başarıyı motive etmek” başlığıyla yayın-
ladıkları çalışmadır. Başarma ihtiyacı yaklaşımının, ulusal kalkınma alanında psiko-
lojinin somut ve önemli bir katkısı olarak görüldüğü (Moghaddam, Bianchi, Dani-
els, Apter ve Harré, 1999) bu çalışmada, McClelland ve Winter, insanlara, ekonomik
büyümeyi gerçekleştirmek için gereksindikleri güdülenmeyi kazandırmak üzere bir
eğitim programı geliştirmişlerdir. Bu programda, Hintli işadamlarına, işe yönelik
amaç, beceri ve yaklaşım anlamında yeni bir bakış açısı kazandırılmaya çalışılmıştır.
Bu eğitimlerden sonra yapılan izleme çalışmalarında, eğitime katılan tüm katılımcı-
ların, eğitimde kazandırılan yeni beceri ve yaklaşımların unutmuş göründükleri ve
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 117
feld, 2003).
Diğer yandan, önceki bölümde de söz konusu edildiği üzere, modernleşmeci
psikolojik yaklaşımların, üçüncü dünya insanlarının gerikalmışlığının altında, batı
toplumlarını zenginliğe/refaha ulaştırmış olduğu düşünülen bireysel özelliklerin,
en başta da başarma ihtiyacının eksikliğinin yattığını varsaydıkları açıktır. Nitekim,
başarı gibi yaşama yönelik bir rekabetçilikle ilişkilendirilen ve öğretilebilen bir Batı
değerinin, gelenekle, insan ilişkilerinde aile-merkezli değerlerin hakim olmasıyla ve
hiyerarşik güç ilişkileri ile uyumlu olması pek beklenmez (Sánchez, Cronick ve Wi-
esenfeld, 2003). Sánchez ve arkadaşlarının (2003: 127) sinik bir biçimde ifade ettiği
gibi “geleneksel kültürdeki insanlar ‘gelişemez’, çünkü zamanlarını amaca-yönelik fa-
aliyetlerle geçirmek yerine kişilerarası iletişimle geçirirler”. Üçüncü dünyaya ilişkin
bu psikolojik teşhisler, ana akım kalkınmacı iktisatın kendini var ettiği zemini oluş-
turur. Akdoğan’ın (2002: 71) belirttiği üzere, kalkınma literatüründe, uzun bir zaman
“güven, karşılıklı yükümlülük vb. davranışların hakim olduğu aile, aşiret, mahalle
gibi küçük gruplarda gözlenen samimiyet, yüz yüze ilişkilerin, modern üretim tarzla-
rının ortaya çıkışını geciktirdiği ve pazar mekanizmalarının etkin ve verimli çalışma-
sını engellediği” savunulmuştur. Gene klasik iktisatçıların, “geri kalmış toplumların,
birikim yapmak için güçlü bir istek duymamaları, çok fazla biriktirme amacı/isteği
olmadığı için aşırı çalışmaya gerek duymamaları ve tasarrufun olmaması nedeniyle
geri kaldıkları konusunda ortaklaşmaları”, psikolojik özelliklerin iktisatın açıklama-
ları için ne kadar işlevsel olabildiğini gösterir (Ercan, 2001: 74). Ancak küreselleşme-
nin yeni evresiyle birlikte, kalkınma politikalarının tamamen değişmesi sonucunda,
üçüncü dünya insanlarının psikolojik özelliklerine dair bu görüşler de değişti. Daha
önce de vurgulandığı üzere, neoliberal politikaların dayattığı anlayış uyarınca, üçün-
cü dünyanın kalkınmasını engellediği düşünülen aynı insan özellikleri, sosyal serma-
ye adıyla geçer akçe olarak görülmeye başlandı (Akdoğan, 2002).
Batı ve Batı dışında, Batının yüceltilen bireyselciliğini kendinden-menkul bi-
reyselcilik (self- contained indivdidualism) olarak adlandıran Sampson (1988), bu
bireyselciliğin, hiç olmazsa 1980’lerde, ABD toplumuna özgü tek bireyselcilik tarzı
olmadığını ileri sürmüştür. Benlikle diğeri arasına kesin sınırlar koyan, diğerlerini
benlikten dışlayan, kesin ve güçlü bir benlik olarak tanımlanan kendinden-menkul
bireyselciliğin karşısında, ben ve diğerleri arasındaki sınırların daha az keskin olduğu
ve diğerleriyle, dışlayıcı değil içerici bir biçimde ilişkilenen ilişkisel bireyselcilik (en-
sembled individualism) denilebilecek bir bireyselcilik tanımlamıştır. Sampson, öz-
gürlük, sorumluluk ve başarı gibi temel değerlerin zorunlu olarak kendinden-menkul
bireyselcilikle ilişkili olduğunu savunan görüşe itiraz eder, örneğin başarının zorunlu
olarak rekabetçilikle değil, işbirliği formundaki sosyal ilişkilerle de pekalâ mümkün
olabileceğini söyler. Ancak, Sampson, asıl sorunun, bu değerlerin farklı bireyselcilik
tarzları tarafından sahiplenilebileceğini göstermek olmadığının, bu değerlerin kendi-
sini yeniden tanımlamak olduğunun farkındadır. Bireyselcilik türleri tartışmasındaki
asıl önemli nokta, ister geleneksel toplumda sosyal bireyselciliğin olsun, isterse de
modern toplumda kendinden-menkul bireyselciliğin olsun sosyal düzenin yeniden
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 119
8 Bu bölümdeki argümanların bir bölümü, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü tarafın-
dan, 3-5 Eylül tarihleri arasından düzenlenen 15. Ulusal Psikoloji Kongresinde sunulan “Sosyal Psikoloji-
nin ‘uygulama ideolojisi’: Yoksulluğa yönelik yükleme çalışmalarına eleştirel bir bakış” başlıklı bildiriden
özetlenmiştir.
120 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu
Harper (1996, 2003) atıf teorisi çerçevesinin yoksulluk hakkında çok az şey öner-
diğini düşünerek, alternatif bir yaklaşım olarak, eleştirel söylem analizinin kullanıl-
ması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu tür bir analizin yoksulluk konusunda algısalcı-
lık yerine çok elzem olan eleştirel bir sosyal inşacı perspektif sunacağı doğruysa da,
eleştirellik, atıf teorisi çerçevesinde de mümkün olabilirdi/olabilir. Hiç kuşkusuz, atıf
paradigması, psikolojinin yoksulluğa yönelik sorabileceği soruları tüketmez ama her
şeye rağmen, yoksulluk bağlamında sorulacak önemli bir soruya işaret eder: “Sosyal
sınıf” konumuna bağlı olarak, yoksulluk ve zenginlik hakkında, “yoksullar” ve “zen-
ginler” ne tür nedensel açıklamalar yapmaktadırlar ve bu açıklamaların, açıklama
yapan “gruplar” açısından işlevleri nelerdir?
Bugüne kadar yapılmış atıf çalışmalarının bu soruları sormamış olmasının bir
nedeni yukarıda belirtildiği gibi, “uygulama ideolojisi” (eleştirel bir yoksulluk anla-
yışının eksikliği ile birlikte) ise, diğer bir nedeni, ana akım pek çok sosyal psikolojik
teori gibi, atıf teorisinin de onulmaz bir “bireyselcilik” ve “bilişselcilik” ile malul
olmasıdır (Sampson, 1988; Parker, 1989). Bu zaaflar, sosyal meselelerin çalışılma-
sında en önemli unsur olan güç boyutunu gizlemeye hizmet eder. Oysa, gruplar arası
güç ilişkilerinin temel alındığı bir bağlamda, “yoksulluk” ve “zenginlik” hakkındaki
nedensel açıklamaların, bir sosyal grubun diğer sosyal grup(lar) hakkındaki atıfları
olarak grup düzeyinde anlaşılması ve sosyal bilişin, grup üyelerinin paylaşılan sosyal
temsilleri olarak görülmesi (Van Dijk, 1990), muhtemelen daha yeterli bir yoksulluk
anlayışı oluşturmada ciddi katkı sağlayabilirdi/sağlayabilir. Zira böyle bir yoksulluk
anlayışının, Harper’ın haklı olarak yönelttiği politik naiflik eleştirisini de karşılaya-
cak bir biçimde bir ideoloji teorisini içermiş olması beklenebilirdi.
Ancak Harper atıf paradigmasının daha yeterli bir yoksulluk anlayışı açısından
taşıdığı potansiyelleri araştırmaktan ziyade, yoksulluğu suçlayan dili nasıl güçlendir-
diğine odaklanmıştır. Harper, psikoloji disiplininin önceleri dolaysız biçimde kur-
düğü konusunda haklıysa, o zaman 1990’ların başında, Türkiye toplumunda bu mekanizmaların etkileri,
dominant ideolojinin karşı etkisiyle bastırılmış görünüyor”. Yani, bu açıklamaya göre aslolan, teorinin ön-
gördüğü psikolojik mekanizmalardır, -ki, bu durumda bu mekanizmalar atıf yanlılıklarıdır- ama evrensel
biçimde ortaya çıkması beklenen bu mekanizmalar görgül olarak ortaya çıkmamışsa, bu sapma durumunu
açıklamak üzere, o bağlama özgü bir takım değerleri işe koşmak zorunluluk haline gelir. Türkiye’ye özgü
sözü edilen bu dominant değerlerin kendi başlarına ne kadar önemli olduklarını bilmiyoruz, ama bildi-
ğimiz bir şey var: Aslında ortaya çıkması gereken, etkisini göstermesini beklediğimiz bireyselci değerlere,
karşı etki ürettikleri için analizde devreye girdikleri. Ne de olsa, teori hayata uymuyorsa, hayatı teoriye
uydurmak lazım. Bağlamın ancak bu şekilde devreye girmesi sorunun sadece bir parçası. Daha büyük
sorun, Türkiye’deki dominant değerlerin analizde devreye giriş biçimi. Batıda yoksul oldukları için yok-
sulları suçlayan orta sınıflar, böylelikle zihinleri yanlı işlem yaptığı için kendi benlik değerlerini korumuş
oluyorlar. Oysa Türkiye’de “yoksul olmayanlar” yoksulluklarından dolayı yoksulları suçlamayınca, zihinleri
Batıdakilerin gösterdiği yanlılığı göstermemiş oluyor ve aslında, böylece daha makbul bir şey yaptıklarını
düşünmüş olabiliriz. Ama bu kez de, onların bu davranışları, muhtemelen ‘her şeyi devletten ve toplumdan
bekleyen, bireysel inisiyatif alamayan kişiler’ olduklarını ima eden bir dominant değer kalıbı ile açıklanma-
ya kalkışılınca, zihinsel yanlılık göstermemiş olmalarının bir önemi kalmamaktadır. İnsanların yoksulluğu
yapısal faktörlerle ilişkilendirmesinin, araştırmacı tarafından marazi bir durum olarak görüldüğüne ilişkin
benzer bir örneği Buğra (2007: 160) da vermektedir. Buğra, Türkiye’de TÜSEV’in yaptığı çalışmada, “yok-
sullukla mücadele kimin görevidir” sorusuna, katılımcıların %31’inin “hali vakti yerinde vatandaşların”
cevabının araştırmacı tarafından problemli görülmemesi, ama %38’lik bir kesimin “devletin görevidir”
cevabının problemli görülmesini, STK’ların ideolojisine bağlar.
122 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu
banı suçlayıcı bir ideolojiye hizmet ettiğini, atıf çalışmalarının ise sürekli “yoksullar
üzerinde” odaklanarak, disiplinin kendisinin “temel atıf hatası” yaptığını ve böylelikle
dolaylı bir biçimde kurbanı suçlayan ideolojiye hizmet ettiğini ileri sürer. Bu bağ-
lamda, temel atıf hatası, yoksulluğun ortaya çıkmasında duruma ait (birey-dışı) fak-
törlerin etkisini küçümsemek, bireyin değişmez-istikrarlı eğilimlerine ağırlık vermek
olarak tanımlanabilir. Harper’ın (2003: 188) bununla kastettiği ise, atıf çalışmalarının,
“ekonomik kaynaklar üzerinde kontrolü olan hükümetler, ulusaşırı şirketler”e değil
de, tersine “maddi kaynaklar üzerinde hiçbir kontrolü olmayan kamunun birer üyesi
olan bireylerin” yoksulluk açıklamalarına odaklanmış olmasıdır. Başka bir deyişle,
Harper (1991, 1996, 2003) için asıl sorun, “yoksullar üzerinde” çalışılmasının hiç-
bir işe yaramayacağı ya da belki daha kötüsü yoksulları suçlamayla sonuçlanacağıdır.
Oysa araştırmaların ne “yoksullar üzerinde” odaklanması, kurbanı suçlayan sonuçlar
üretmeyi zorunlu kılar ne de “zenginler üzerinde” odaklanması kurbanı suçlayan bir
sonuç üretmemeyi garanti altına alır. Aslında bir açıdan, bu tür bir söylem, yoksulluk
literatüründe, yoksulluğu yaratanın yoksullar olmadığı, dolayısıyla “problem” ola-
nın onlar olmadığı gibi çok kritik bir saptama ile ilişkilendirilerek (Chambers,1995;
Yapa, 1996) anlaşılabilir. Dolayısıyla, ilk bakışta Harper’ın da “problem” olanı yerli
yerine koyup, onun üzerinde odaklanmamızı istediği düşünülebilir. Ne var ki, Har-
per (2003: 191, italikler benim), “ekonomik kaynaklar üzerinde kontrolü olanlar”ı
yoksulluğun yaratıcısı olarak mı görür bilinmez, ama, onları, “eşitsizliği gerçekte de-
ğiştirecek durumda olanların oluşturduğu ağdaki çok sayıda kurum, ajan ve sistem”
olarak tanımlayarak, sosyal değişmenin baş aktörleri olarak gördüğü kesindir. Sosyal
değişmeye ilişkin bu perspektifiyle Harper, atıf çalışmalarına yönelttiği politik naif-
lik eleştirisinin bir başka örneğini kendisi sergilemiş olur. Zira, böyle bir perspektif,
güçlü olanların oldukları haliyle neden/nasıl var oldukları ve böyle olmaktan neden/
nasıl vazgeçeceklerine dair hiçbir politik içgörü barındırmaz. Van Dijk (1993: 250)
sosyal eşitsizliğin eleştirisinin farklı yollardan yapılabileceğini söyler. Sosyal eşitsizlik,
““yukarıdan-aşağıya” olan egemenlik ilişkilerinden doğru ya da “aşağıdan-yukarı”
olan direnç, kabul etme, boyun eğme ilişkisinden doğru görülebilir”. Buradan hare-
ketle, yoksulluk bağlamında medya, yardım dernekleri, hükümetler ve uluslar arası
örgütler gibi güç odaklarının eleştirel analizinin, bu güç odaklarının tahakküm ilişki-
lerini nasıl devam ettirdiklerini anlamak, ideolojik anlamda bu yolları deşifre etmek
amacıyla yapıldığı söylenebilir. Bu tür analizlerin, bu kurumlar üzerinde baskı kur-
maya, statükoyu sarsmaya yaradığı düşünülür. Diğer yandan, analitik odak noktasına
yoksulları alan herhangi bir çalışma, benimsenen perspektife bağlı olarak yoksulları
suçlama ideolojisine hizmet edebileceği gibi ezilenler olarak yoksulları özgürleştirme-
ye (yoksulluktan çıkarmaya) de hizmet edebilir. Nitekim, hem genel olarak yoksulluk
literatüründe (Chambers, 1995; Narayan ve Petesch, 2002) hem de psikolojinin yok-
sulluk literatüründe (Edge, Kagan ve Stewart, 2004; Lott,.2002) yoksulların sesinin
dinlenmesi gerektiği ısrarla vurgulanmaktadır. Elbette ki, yoksullara ya da genel ola-
rak ezilenlere “ses vermek”, her durumda onların güçleneceğini garanti etmez, hatta
tam tersine statükoyu daha da sağlamlaştırmaya hizmet edebilir (Bahavnani,1990).
Ama bundan hala “yoksullar üzerinde” çalışmanın onları kurbanlaştıracağı sonucu
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 123
çıkmaz. Harper’ın öne sürdüğünün tam tersine, “ekonomik kaynaklar üzerinde hiç-
bir kontrolü olmayanlar”ı analitik odak noktasına almayı çok anlamlı hale getiren
çalışmalar yapılabilir.
Sonuç olarak, yoksulluk meselesinde atıf paradigması çerçevesinden yapılan ça-
lışmaların, teorik açıdan yoksulluğa yönelik eleştirel bir anlayış geliştirmemiş, politik
açıdan da statükocu sonuçlar üretmiş olduğu doğrudur. Ancak bu durum, Harper’ın
yaptığı gibi yoksulluğa yönelik atıf sorusundan tümüyle vazgeçmeyi gerektirmez,
tam tersine atıf teorisinin kendisinden değil, belirli bir yoksulluk anlayışından ha-
reketle formüle edilecek atıf sorusunun, teorik olarak ve politik sonuçları itibarıyla
daha eleştirel bir yoksulluk anlayışına hizmet etme olasılığını gündeme getirir. Ay-
rıca, Harper’ın yoksulluğa yönelik atıf çalışmalarında teşhis ettiği kurbanı suçlayıcı
eğilimin geçersizliği de burada açıklık kazanmış olmalıdır. Yoksulluğa yönelik atıf
çalışmalarında kurbanı suçlama ideolojisini dolaylı olarak destekleyecek en temel
nokta, araştırmalarda ortaya çıkan bireyselci yoksulluk atıflarının, bu makale boyun-
ca sözünü ettiğimiz pek çok nedenden dolayı, ideolojik işlevinin ortaya çıkarıl(a)
mamış oluşudur. Dahası atıf kuramına dair bu tartışma, kurbanı suçlama eğiliminin,
önemli ölçüde sözkonusu edilen bilimsel paradigmaya içkin olmadığını da göstermiş
olmalıdır.
Sonuç
Çok genel düzeyde ifade edilirse, bu çalışmada, bir bilimsel disiplin olarak psi-
kolojinin, toplumsal/politik bir olgu olarak yoksulluğa tarihsel olarak nasıl yaklaş-
tığı eleştirel bir perspektifle ele alınmıştır. Öncelikle, bu tarihsel değerlendirmenin
temelini teşkil eden iki sorun ortaya konmuştur: Psikolojinin açık bir yoksulluk
kavramlaştırması olmaması ve psikolojinin yoksulluğu çalışma konusunda yaşadı-
ğı meşruiyet sorunu. İlk sorunun, psikolojinin yoksulluğu verili bir durum olarak
görmeye ve ana akım yoksulluk yaklaşımlarına eklemlenmeye yol açtığı, böylelikle
kurbanı suçlayan ideolojiye hizmet ettiği savunulmuştur. Yine, psikolojinin kendisini
ve yoksulluğu tanımlama biçiminden dolayı, yoksulluğu çalışmaya dair bir meşruiyet
sorunu olduğu saptanmış ve bu sorunun üçüncü dünya bağlamında nasıl yaşandığı
ortaya konmuştur. Psikoloji ve üçüncü dünya tartışmasında, temel olarak psikoloji-
nin modernleşmeci paradigma içinde hareket ettiği, zira orada da meşruiyet soru-
nunu çözme güdüsüyle ana akıma eklemlendiğini ve hala bu durumun bir biçimde
devam ettiği gösterilmiştir.
Makalenin son bölümünde eleştirel değerlendirmeye tabi tutulan üç psikolojik
yoksulluk yaklaşımından “yoksulluk kültürü”nün, Lewis’in orijinal kullanımında
kurbanı suçlayıcı bir sonuç üretmediği, ama pejoratif yoksulluk kültürü yaklaşımla-
rında bu sonucun açıkça görüldüğü ortaya konmuştur.Bu yaklaşımlarda, yoksulların
sürekli olumsuzluk/eksiklikle tanımlandığı ve özneliklerinin yok sayıldığı ileri sürül-
müştür.
124 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu
Diğer yandan, başarma ihtiyacı yaklaşımının tarihsel olarak üçüncü dünya bağ-
lamında nasıl modernleşmeci paradigma içerisinden bir yoksulluk bakışı ürettiği
ortaya konmuş ve Batının bireyselcilik ideolojisinin dayatıldığı bu bakışın “üçüncü
dünya” insanlarını (yoksulları), başarıya yeterince güdülenmiş olmadıkları için suç-
landığı gösterilmiştir.
Yoksulluğa yönelik atıf çalışmalarının ise, hem disiplinin uygulama ideolojisinin
hem de eleştirel bir yoksulluk anlayışının eksikliğinin izlerini taşıdığı iddia edilmiş,
bu teorinin gerçekte eleştirel bir yoksulluk anlayışı açısından taşıdığı potansiyele dik-
kat çekilmiştir. Bu perspektiften yapılan çalışmalardaki kurbanı suçlama yaklaşımının
“yoksullar üzerinde” odaklanmaktan kaynaklanmadığı, olsa olsa yoksulluğu bireysel
atıflarının ideolojik olarak eleştirilmemesinden kaynaklandığı iddia edilmiştir.
Son olarak, gerek ana akım (sosyal) psikolojik teorilere içkin zayıflıklar gerekse
bir ideoloji teorisinin eksikliğinden kaynaklanan sorunların burada anılan yaklaşım-
larla sınırlı olmadığını hatırlatmak gerekir. Başka ana akım psikoloji teorilerinden
son zamanlarda sorulmaya başlanan soruların aynı zayıflıklarla malul olma olasılığı
karşısında, yoksulluk meselesinde psikolojinin oynadığı tarihsel rolü ters yüz etmek
için uyanık olunmalıdır. Hali hazırda, bu tür sorulardan birini, yoksulluğun bir ön-
yargı meselesi olarak formüle edilmesi oluşturur ve bu formülasyon da eleştirel bir
değerlendirmeye tabi tutulmalıdır (Kayaoğlu, 2007).
KAYNAKÇA
Akdoğan, A. A. (2002). Toplumsal sermaye: Yeni sağın küresel yüzü. İçinde: Y. Özdek (der.). Yoksulluk,
şiddet ve insan hakları (s. 71-85). Ankara: TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi.
Bahavnani, K. (1990). What is power got to do with it? Empowerment and social research. In I. Parker & J.
Shotter (Eds.), Deconstring social psychology (pp. 141-152). London: Routledge.
Bauman, Z. (1999). Çalışma, tüketicilik ve yeni yoksullar. Türkçesi Ümit Öktem. İstanbul: Sarmal Yayınevi.
Buğra, A. (2005). Yoksulluk ve Sosyal Haklar. Sivil Toplumun Geliştirilmesi için Örgütlenme Özgürlüğünün
Güçlendirilmesi Projesi (AB Komisyonu destekli). http://www.stgm.org.tr/docs/1207303932Yoksulluk%20
ve%20Sosyal%20Haklar-Ayse%20Bugra.pdf (Erişim: 15 Eylül 2007)
Buğra, A. (2007). AKP döneminde sosyal politika ve vatandaşlık. Toplum ve Bilim, 108: 143-166.
Carr, S. C. & Maclachlan, M. (1998). Psychology in developing countries: Reassesing its impact. Psychology
and Developing Societies, 10 (1): 1-20.
C. Carr & T. S. Sloan (Vol. Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global
perspective to local practice (pp. 1-15). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.
Chambers, R. (1995). Poverty and livelihoods: whose reality counts? Environment and Urbanization, 7(1):
174-204.
Connolly, K. (1982). Psychology and poverty. Bulletin of The British Psychological Society, 35: 1-9.
Connolly, K. (1985). Can there be a psychology for the Third World? Bulletin of The British Psychological
Society, 38: 249-257.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 125
Connolly, K. (1986). Psychology and the third world: A commentary on Moghaddam & Taylor. Bulletin of
The British Psychological Society, 39: 8-11.
Çukur, C. Ş. (2008). Yoksulluğun Psikolojisi: Yoksulluğun sosyal bilişsel olarak yapılandırması ve sosyo-
duygusal sorunlar ile ilişkisi. İçinde: N. Oktik (der.). Türkiye’de yoksulluk çalışmaları (s. 97-162). İzmir:
Yakın Kitabevi.
Dean, H. (1992). Poverty discourse and the disempowerment of the poor. Critical Social Policy, 12(35):
79-88.
Dutton, V. & Collins, A. (2004). Subjects of development: The United Nations sevelopment programme
as technology of neo-liberal imperialism. Critical Psychology (Mainstream Psychology in the Spotlight), 11:
10-29.
Edge, I., Kagan, C. & Stewart, A. (2004 June). Living poverty: Surviving on the edge [Special Issue]. Clinical
Psychology, 38: 28-31.
Furnham, A.(2003). Poverty and wealth. In A. J. Marsella (Series Ed.), S. C. Carr & T. S.
Sloan (Vol. Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global perspective to
local practice (pp. 163-184). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.
Gül, H. ve Gül Sallan, S. (2008). Yoksulluk ve yoksulluk kültürü tartışmaları. İçinde: N. Oktik (der.).
Türkiye’de yoksulluk çalışmaları (s. 57-96). İzmir: Yakın Kitabevi.
Harper, D. (1991). The role of psychology in the analysis of poverty: Some suggestions. Psychology and
Developing Societies, 3(2): 193-201.
Harper, D. J. (1996). Accounting for poverty: From attribution to discourse. Journal of Community &
Applied Social Psychology, 6: 249-265.
Harper, D. J. (2003). Poverty and discourse. In A. J. Marsella (Series Ed.), S. C. Carr & T. S. Sloan (Vol. Eds.),
International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global perspective to local practice (pp.
185-203). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.
Harvey, D. L. & Reed, M. H. (1996). The culture of poverty: An ideological analysis. Sociological Perspectives,
39(4): 465-495.
Haslam, S. A. (2001). Psychology in organizations: The social identity approach. London: Sage Publications.
Hill, V. (2008). Postwar psychology, class, and “Middle Classlessness”. Biannual conference of the Center for
Study of Working Class Life, “How Class Works”, June 6-9, Stony Brook: New York.
İnsel, A. (2001). İki yoksulluk tanımı ve bir öneri. Toplum ve Bilim, 89, 2-72.
Kayaoğlu, A. (2008). Sosyal psikolojinin “uygulama ideolojisi”: Yoksulluğa yönelik yükleme çalışmalarına
eleştirel bir bakış. 15. Ulusal Psikoloji Kongresi, 3-5 Eylül, İstanbul.
International for theoretical Psychology Biennial Meeting, Theoretical psychology beyond borders:
Transdisciplinarity and internationalization, June 18-22, Toronto.
Lott, B. (2002). Cognitive and behavioral distancing from the poor. American Psychologist, 57: 100-110.
Mehryar, A. H. (1984). The role of psychology in national development: Wishful thinking and reality.
International Journal of Psychology, 19: 159-167.
Moghaddam, M. F. & Taylor, D. M. (1986a). The state of psychology in the third world: A response to
Connolly. Bulletin of The British Psychological Society, 39: 4-7.
126 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu
Moghaddam, M. F. & Taylor, D. M. (1986b). What constitutes an ‘appropriate psychology’ for the developing
world? International Journal of Psychology, 21: 253-267.
Moghaddam, M. F., Bianchi, C., Daniels, K., Apter, M. J. & Harré, R. (1999). Psychology and national
development. Psychology and Developing Societies, 11(2): 119-141.
Montero, M. (2007). The political psychology of liberation: From politics to ethics and back. Political
Psychology, 28(5): 517-533.
Morçöl, G. (1997). Lay explanations for poverty in Turkey and their determinants. The Journal of Social
Psychology, 137(6): 728-738.
Moreira, V. (2003). Poverty and psychopathology. In A. J. Marsella (Series Ed.), S. C. Carr & T. S. Sloan (Vol.
Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global perspective to local practice
(pp.69-86). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.
Narayan, D. & Petesch, P. (2002). Voices of the poor: From many lands. New York:
O’Connor, A. (2000). Poverty research and policy for the post-welfare era. Annual Review of Sociology, 26:
547-562.
Özbudun, S. (2002). Küresel bir “yoksulluk kültürü”mü? İçinde: Y. Özdek (der.). Yoksulluk, şiddet ve insan
hakları (s.53-69). Ankara: TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi.
Özdek, Y. (2002). Küresel yoksulluk ve küresel şiddet kıskacında insan hakları. İçinde: Y. Özdek (der.).
Yoksulluk, şiddet ve insan hakları (s. 1-44). Ankara: TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme
Merkezi.
Özuğurlu, A. (2002). Yoksulluk kavramına “Çöplük”ten bakmak. İçinde: Y. Özdek (der.). Yoksulluk, şiddet ve
insan hakları (s.175-192). Ankara: TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi.
Parker, I. (1989). The crisis in modern social psychology and how to end it. London: Routledge.
Sampson; E. E. (1988). The debate on individualism: Indigenous psychologies of the individual and their
role in personal and social functioning. American Psychologist, 43 (1): 15-22.
Sánchez, E., Cronick, K. & Wiesenfeld, E. (2003). Poverty and community. In A. J. Marsella (Series Ed.), S.
C. Carr & T. S. Sloan (Vol. Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global
perspective to local practice (pp. 123-146). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.
Sloan, T. S. (1990). Psychology for the third world? Journal of Social Issues, 46 (3): 1-20.
Van Dijk, T. A. (1990). Social cognition and discourse. In H. Giles and W.P. Robinson (Eds.), Handbook of
language and social psychology,(pp. 163-183). New York: John Wiley & Sons Ltd.
Van Dijk, T. A. (1993). Principals of critical discourse analysis. Discourse & Society, 4(2): 249-283.
Yapa, L. (1996). What causes poverty? A postmodern view. Annals of the Association of American Geographers,
86(4): 707-728.
Yeldan, E. (2002). Neoliberal küreselleşme ideolojisinin kalkınma söylemi üzerine değerlendirmeler. Praksis,
7: 19-34.
Wright, S. E. (1993). Blaming the victim, blaming society or blaming the discipline: Fixing responsibility for
poverty and homelessness. The Sociological Quarterly, 34(1): 1-16.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 127
Gülcan Seçkn1
ÖZET
1980’ler, 90’lar Türkiye’sinde, iktidara gelen yeni sağ yönetimler neo-liberal politikalara zemin yaratmaya, yeni
piyasa ve piyasa toplumunu inşaa pratiklerine yönelmişlerdir. Toplumsal hayatın her alanına hızla yayılan
çözülme, depolitizasyon, dışlama, dışlanma, yabancılaşma, parçalanma süreçleriyle birlikte hızla bir tüketim
bolluğu görüntüsünün sağlandığı bu yıllarda gündelik hayatın, tüketimci kapitalizmin elinde hızla yeniden şe-
killendirilmesi, sonsuz ayrıntılandırmalarla ticarileştirilmesi, metalaştırılması sürecine girişilmiştir. Herkes için
gündelik hayatın ritmi, işleyişi değişmiş, hayat yeni piyasa anlayışına uygun parsellenmiş, katı biçimde yeniden
programlanmış, yabancılaşmanın giderek her alana yayılması üzerine temellenmiştir. Bu makale Türkiye’nin
özgün koşulları içerisinde 80-90’larda hızlandırılan kapitalizmi geliştirme sürecinde gündelik hayatın sistemli
yeni bir ticari alan olarak örgütlenmesine, giderek incelenen bir nesne olmasına dair örnek ve değerlendirme-
leri sunmak üzere tasarlanmıştır.
Anahtar kelimeler Gündelik hayat, yeni-sağ, neo-liberalizm, tüketim, yabancılaşma, taşralaşma, kenttaşra.
ABSTRACT
In 1980s and 1990s Turkey, new right governments came to power and these governments paved the way for the
neo-liberal politics and tended towards such practices to rebuild the market society. Following the disintegrati-
on spreading all aspects of social life, depolitization, excluding and being excluded, tense alienation, along with
the process of disintegration, there were attempts in these years, when an image of abundance of consumption
was given, in order to reshape everyday life rapidly in the hands of consumerist capitalism and also to commer-
cialize it with endless elaboration. The rhythm and course of everyday life changed for everyone and it was rep-
rogrammed rigidly in a way that was suitable to the new market concept. It was based on spreading alienation
increasingly all the way. This article, within Turkey’s specific conditions in the process of developing capitalism
which was accelerated in the 1980s and 1990s, has been designed to submit examples and assessments regarding
the creation of everyday life as a new commercial sphere and an object.
Giriş
Yeni piyasa toplumunun inşaına yönelik (darbe rejiminin zor siyasetine yaslan-
mış) yeni sağ söylemin yeni piyasacılığının arzusuyla hayatın hızlandığı erken 90’lar,
Türkiye’de renk zıtlıkları silikleştirilerek belirli tonda ağartılmaya çalışılmış yaşan-
tılarımızı arzu ve zevklerimizi coşkunluğa açacak ‘özgür” bir çevrene bırakmış gibi
şamatalı, beklentili, gerilimli ve süprizlidir. Toplumsal kesimler devletin kesinlediği
kamusal alanın parçalanmışlığının farkında, özel alanına değerler katma, içinin çek-
tiğini “alabilme hakkı” peşinde uysallaşmaya koşullanmış gündelik hayata endişeli,
mesafeli, umutlu ve iştihâlı bir itiliş sürecindedir. Kendini görünür kılmanın, yeniden
üretmenin koşulu yeni piyasa anlayışına uyumlanma, yeni yaşam kültürüne başlı ba-
şına bağlanma becerisidir. 80-90’larda toplum yüzünü (maddi güce odaklı) yeni meta
merkezli yaşantıları temsil eden ürün, kültür, eğlence piyasalarının keşfe-keyfe çağıran
sunumlarına, para kazanmayı ve harcamayı öğrenmeye, hazları üretilen kanallardan
yaşamaya, konforun paylaşılmazlığına çevirmiştir. Taşradan gelenler kente mesafeli
eklemlenmeye, öncesine ait bağlarını örtmeye, giderek salt kendi için kaygılanmaya,
ortak yaşam mekanlarına ve ilişkilerine hızla yabancılaşmaya koşu tutturmuş ve ko-
şulları ne olursa olsun esnek işgücü, işveren piyasasına katılma yarışına, ekonomik
özgürlük rüyasına, “imaj herşeydir” coşkusuna bir yerinden kapılmıştır. Olduğun-
dan daha fazla ıssızlaşan politik, toplumsal, kamusal alanları temsil nesnesi edişiyle
(dehşetli birşey olarak) seyirlikleştiren yeni reklam-eğlenti medyasına odaklanmıştır.
Piyasaların programlanmalarıyla mutlu yabancılaşmaların her an yeniden örgütlen-
mesinin ötelerine getirisiz işler, solmuş makro politik düşler olarak bakılması ortak
düşün paydası olarak kurulmuştur. Giderek gündelik hayat meta kıskançlığı ile uyuş-
ma, buna dair yapıların, ilişkilerin, binbir surat göstergelerin üretim koşullarına dahil
olma yarışının aşılmazlığını temsil eder olmuştur. Tüm iletişim olanakları bunların
yeniden üretimi, karşı konulmaz bir yazgısallığa dönüştürümü için kendiliğindenliğe
varan bir doğallıkla işlevlenmiştir. O arada yeri doldurulmaz değildir, insanî olanın
konumu da meta(laşa)nın önceliklerine boyun eğmiştir. Ayrıca, dile getirilmek üzere
bekleşenlere çok şey vaadetmiş yeni pop kültürün birleştiriciliğinde zor geçmiş unu-
tulmuş, siyasi ilgiler eski siyasete ait bedeli ağır anarşik izler olarak gündelik hayattan,
parçalanan kamusal alandan şiddetle dışlanmıştır. Kolektifliğe dair çoğu şey us dışı,
düzen dışı kalmıştır. Kesintisiz meta çeşitliliğine açlık/alışkanlık üzerine kurulan yeni
gündelik hayat, tüm maliyetleri masumlaştıran, en olağan ve güçlü iman edilen bir
yaşamsallığı temsile açılmıştır.
Erken 90’lar sarsılan demokrasinin, yeni yönetim zihniyetinin, daha karmaşık bir
yeni ekonomi ve toplumsal formasyonunun gerilimli yıllarıdır. Bu süreçte gündelik
hayatın yabancılaşmaya hevesli yapılanımına, adım adım ticarileşmesine ilişkin ol-
guların nasıl olağanlıkla örgütlendiğini sıradan ve ıvır zıvır görünen “ayrıntılar” üze-
rinden çözümlemek, gündelik hayatın gücünü ve yeni piyasa toplumunu üretmenin
bir öz mekanı haline gelişini sorgulamak gereği duyulmuştur. Gündelik yaşam içinde
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 129
saydamlık ve açıklık (“Herşey olduğu gibidir”) ve tözel gerçeklik (“İşler başka türlü
olamaz”) yanılsaması içinde yaşar. Gündelik hayattaki dolaysızlık yanılsaması bura-
dan kaynaklanır” (Lefebvre, 2007: 202).
Toplum basit biçimlerde belirlenmiş, kendiliğinden şekillenmiş değildir. Günde-
lik hayat incelemesi de dolayısıyla onu doğuran ve etkileyen iktidar yapılarında ayrı
düşünülemez. Eleştirel bir mesafeden sorgulanan bu alan “insan malzemesine ilişkin
çok değerli bilgiler, ayrıntılar içeren bir potansiyel bilgi deposudur ve bu yüzden de
yabancılaşmamış üretime içsel toplumsal güçlerden ayrılamaz. Totalleştirici muhafa-
zakar yaklaşımlardan uzaklaşarak mikrolojik (micrological) yaklaşımları barındıran
sosyal ve kültürel materyali düzenleyen bireylerin yer aldığı ortaklaşımlı öznelerarası
yollar üzerine odaklanır (McNamara, 2007). Kapitalizm gündelik olanı rasyonel ola-
rak yönetilen alt sistemlere parselleyerek gündelik olanı etkili biçimde programla-
maktadır. Üretici/tüketimci mantık bu alanları yönetirken, kullanım değeri değişim
değerine, çalışma ise ürüne dönüştürülmektedir. Buna karşılık yeniden repolitizasyo-
na ihtiyaç sürerken bu alanın eleştirel bilgisine gereksinim tüm sosyal bilim alanları
için de çoğalmaktadır.
Gündelik hayat alanının Türkiye’de önem kazanmasına gelindiğinde, makro si-
yasetin tüm unsurları ile ve zor yoluyla bitirilip hazcı tüketimin patladığı, bir piyasa
toplumu olmaya doğru gidiş süreci olan 80’ler ve 90’larla birlikte kendi çıkarını ko-
valayan bireyselleşmenin,yabancılaşmanın yüceltildiği, kışkırtıldığı, çok arzulu tüke-
timci kapitalizmin yaşamsal alanı olarak yükselmiştir. “Daha önce bu alanın dışında
kalan kültür, sanat, bilim, vb. tüm yüksek alanlar kendilerini bireysel gündelik tüke-
timin hizmetine sunuyorlar.” “Toplumun tüm kesimleri ürün farklılaştırması mantı-
ğınca çeşitlendirilmiş ama standart bir kitle kültürünü paylaşıyor. Metaların ve gün-
delik hayatın kültürelleştirilmesiyle birlikte tüketim kuru bir ihtiyaç giderme olmak-
tan çıkıyor, sosa ve garnitüre boğuluyor” (Çabuklu, 2003:27-28). Her alanı tüketime
adanan gündelik hayat herkesimi bolluktan payını almak için kışkıtırken, dışlamayı,
dışlanmayı, örgütsüzlüğü, parçalanmışlıkları, yabancılaşmayı, itişmeleri, ürküntüleri
sıradanlaştırarak efendi/köle ilişkilerini yeni formlarıyla yeniden üretmenin zemin-
lerini de sıkılaştırır. “Toplumsal olan gündelik içinde erir” (Çabuklu, 2003:29).
Yöntem, yaklaşım
Analiz ve tartışma
dergileri, diğer yayınlarla birlikte sıradan bir biçimde sergiler, sunar). Yeni ticari tele-
vizyonların büyük bölümü de cinselliği (kırmızı benekli filmler, ilanlar, erotik gece
aerobikleri, gece sohbetlerini) ana yayın unsuru olarak kullanmaya yönelmiştir (daha
çok erotik, flörtik zeminde kaydırılan bir gece programının bir anda popülerleşen
orta yaşlı erkek sunucusu, verdiği tam sayfa röportajda “seks sorunları halledilirse
kalkınırız” saptamasında bulunur). Tan, Bulvar gibi pornografik gazetelerden başka
Sabah, Hürriyet gibi popüler kitle gazeteleri de kadını cinsel arzu nesnesi olarak sun-
ma (arzu nesnesi olmaya davetle), bu süreçte verimkâr, gündelik bir içerik kategorisi
olarak sıradanlaştırma çabasındadır. Diğer yandan kupon biriktiren okurlarına çeki-
liş yaparak radyo, televizyon, müzik seti, otomobil gibi ürünler vererek ödüllendiren
gazeteler tüketici elektroniğine, teknolojiye olan ilginin artmasına, tüketme çoşkusu-
nun keşfine, açlığa ve alışkanlığa dönüşmesine hizmet etmektedir. Sayfalarında me-
rak, emek, zaman ve paranın harcanacağı mal, hizmet, eğlence piyasası çekiliş, ku-
pon, reklam ve çok az sayıda haberle de tanıtılmaktadır. Cep telefonu reklamları ço-
ğalırken mobil telefon sayısının ilk 5 yılda 40 bine ulaştığı çok kısa geçilir, geniş kam-
panyalarından ayrı olarak otomotiv haberlerine sürekli en geniş yer ayrılır. Gazeteler
ingilizce sözlük, set, tarih atlası verdiği gibi kuponla yemek, diyet kitapları; televizyon
ekleriyle, dergileriyle yükselen pop müzik piyasasının genç isimlerinin dev posterle-
rini; “yeni kadın”a seslenen moda, cinsellik vb. başlıklı dergileriyle kozmetik ürünleri
hediye etmektedir. Kadınlar kozmetik endüstrisinin ürünleri ve markaları ile tanıştı-
rılmaktadır. Migros, Gima, Ordu Pazarı gibi seçkinleşmiş marketler artık rakipsiz de-
ğildir. Bazı bankaların “kredili kredi kartı”nı, artık daha çok şeyi arzulamaya açık tü-
keticinin gündelik hayatına sokma girişimleri başlar.Yapı Kredi bankası “Alocard”ı
tanıtır. Dönemin patlama halinde açılmaya devam eden ticari radyo- tv kanalları mü-
zik, eğlence, reklam (“Vur patlasın çal oynasın”, “Saz, caz, tam gaz“, “Çalsın sazlar”
başlıklı programları, yarışma, futbol, erotik filmler, stüdyoya davetli izleyicilerin ka-
tıldığı sinik tartışmalar, telefonla izleyici katılımına olanak veren gece sohbetleri, bu
programlar arasında bir türe dönüşen gösterisel siyaset tartışımları, vb.) içerikleriyle
dönüşüm sürecini desteklemiş, hızlandırmıştır. Kitleleri çekmek, yeni ekonomik, si-
yasi alanda yol almak, ayrıcalıklı rekabet etmek için, güçlenen iletişim endüstrilerinin
içinde yer tutmak önemli bir zorunluluk olarak görülmüştür: Pek çok ana kanal açılır,
bazıları kendi hedef kitlelerini vurgular: “TGRT huzur tv“, liberal merkez basın tara-
fından “tesettürlü tv” diye anılan Kanal 7 yayın hayatına başlar (Hürriyet, Milliyet,
Sabah, Eylül 1994). Böylece, giderek “yatırımlar hizmet, finans ve iletişim sektörleri-
ne kaydırılır. “Büyük iş kotarmak” anlayışı kültürelleştikçe ve imge, ambalaj ve görü-
nüşe daha çok dayalı hale geldikçe, kültür endüstrisi de büyük işe dönüşür” (Eagle-
ton, 2006: 42).
“Sol geriledi, radikal sağ güçlendi”, “sol’un son tangosu” başlıklı tartışmalar er-
ken 90’ların hızla geçilen bir tartışmasıdır. Olacaksa da “ulusalcı, milliyetçi, liberal
sol” zamanıdır. Kolektif düşüncelerin, kolektif bilinç ve kültürün derinleşen aşınması
yeni ve heyecen verici zevkler, kaygılar alanı karşısında sönümlenmesi önemini yitir-
miştir. 80’li yıllar boyunca “bu aşınma, bireyselleşme, dîne sarılma, toplumsal yaşam
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 137
lar, gençler, ileri erişkinler, yaşlılara, ev hayvanlarına dek yaşam tarzları biçimlemiş),
kimlikleri ne olursa olsun ulaştığı herkes kolaylık, konfor, özgürlük, eğlence, şımartıl-
ma, beğeni, yükseliş vs..vaadeden meta ve ilişkileri evreninde daimi bir yokluk, yok-
sun kalma duygusuna topyekun tutulmuşlardır. Buna göre, elde edilmesi gereken çok
şey vardır, bunlar ve eldekilerin atılıp yenilenmeme ihtimali ise içsel bir çoraklaşma
ve parçalanmadır.
80’ler geçip giderken, kendi başınalık içindeki insan-öznenin test edilme ala-
nı mevcut siyasetin şeyleşmesine sükut etmek, ıssızlaşan kamusal alandan piyasa
ve eşsiz yabancılaşma koşullarına en uygun biçimde geçiş yapabilme becerileridir.
Gündelik hayatı düzenlerken harareti dilsel edimlere sıza duran yaşanmış topyekun
şiddet tarafsız, reddedilemez bir anıta dönüştürülürken herşey ondan kaçış için ol-
duğu kadar, yarattığı, yeni yaratılan boşluklara seslenen haz bolluğu ve onu satın
alma olanaklarını gözden kaçırmama telaşına kaydırılmaktadır. Bu toplumsal ve bi-
reysel alt-üst oluşlarla birlikte Batı dünyasının siyasal alanında yükselişe geçen yeni
muhafazakarlık-neo liberalizm için uygun hafriyat da yapılmış olur. Popüler tem-
silcisi T. Özal’la simgeleşen yeni sağ yönetim zihniyeti, dünya ile ortaklaşacak yeni
yaklaşımını “pek çok toplumsal kesimi kökünden sarsma pahasına uygulama” çabası
içine girmiştir: “Siyasal ve ekonomik alanda geçmişi uzun yıllara dayanan kurum ve
ilişkilerin rahatsız edilmesi değil, toplumsal ve kültürel alanlarla, zihin haritamızın
alışageldiğimiz kurgusuna da müdahale etmiştir. Anlamlama pratiklerimiz zaman
zaman dumura uğradı. Değerlerimizin, normlarımızın üzerinde durduğu zeminler
kayganlaşıverdi. Kültürün gerek toplumsal, gerekse bireysel düzlemde giderek çeli-
şen ögelerden kurulmasını olağan görmeye başladık. Gösterişli tüketimle kendilerini
ortaya koyan ama ne ürettiği ya da neyin üretilmesine önayak olduğu asla anlaşıla-
mayan yeni zenginler türedi. Ne kendi konumumuzu ne de başkalarının konumlarını
tanımlayamaz olduk” (Mutlu, 2005: 358, 359). Kamu yararı, vb. kavramlar hızla gün-
delik hayattan çıkarılırken, “popülerleşerek kitleselleşme”ye yönelen eski, saygın kitle
iletişim kuruluşlarının magazinleştirerek verdiği haberler ve diğer içeriklerle hayat
giderek anlık, yüzeysel, apolitik, eğlencelik, parçalanmış, gündelik ve seyirlik bir hal-
de sunulur olmuştur. “Kişisel skandallar ciddi gazetelerde bile ilk sayfada sürmanşet
olarak verilir. Örneğin, bireysel anomaliler çok sayıda insanı ilgilendiren toplumsal
olayların önüne geçecek şekilde haber yapılır.” (Mutlu, 2005: 415). İşlenen hakim söy-
lem odur ki, herkes günden güne kendi başınalıkla başbaşadır ve elde olanın üstüne
kapanmak gerekir.
Bu sürecin hemen biraz öncesindeki katılımın zorunlu ilan edildiği zihinsel dö-
nüşüm sürecine dönülürse, 80’lerde dünya gündemine yerleşen “yeni sağ politikalar,
neo-liberalizm ve neo-muhafazakarlığı eklemleyen sentezle demokrasi-liberalizm
eklemlenimini çözerek demokratik ögeleri geriletmiştir”. Her birinin uyum içinde
işleyeceği beklenen “sınırlı devlet, pazar ekonomisi, ekonomik verimlilik, birey öz-
gürlüğü gibi talepler; otorite ve geleneklere dayalı kanun ve düzen arayışı” (Özkazanç,
2007: 42) gibi talepler uygulama stratejileriyle hesap edilmeyen noktalara savrulmuş,
karmaşık sorunları üretmiştir. Yeni sağ tümünden sorumlu olmamakla birlikte so-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 139
nunda ortaya çıkan dönüşümün önemli bir bölümü: “Örgütlü sistemlerin yokluğu,
her türlü merkezin kayboluşu, kaygan ve silik dayanışmaların ortaya çıkışı, belirsizlik,
raslantı ve bulanıklık, her türlü otoritenin dışında kalan ve sayıları giderek artan gri
alanların gelişimi, aklın ilkel ideolojiler ve boş inançlar yararına silinişi, eylem araç-
larımıza ve hatta analiz olanaklarımıza karşı duyarsızlaşan alanların artması” (Minc,
1995:8, akt.Özkazanç, 2007:46) yönünde gerçekleşmiştir. Öte yandan siyasal alanın
önemli modern kavramları “temsil, katılım, milli irade, kamu yararı gibi kavramlar,
hayat verdikleri anayasa, seçimler, sendika ve partiler gibi kurumlarla birlikte güçle-
rini yitiriyor ya da mutasyona uğruyorlar. Siyasetin kalbi artık kenardaki anti-politik
yapılarda atıyor” (Mulgan, 1995: 17, akt. Özkazanç, 2007: 48). Bütünselleşmesinden
umut kesilmiş görünen, çok parçalanmış, çelişkili ve kaygan, öyle algılandıkça da gi-
derek gündelik hayatın içine ve olanak ölçüsünde, bireysel, grupsal, cemaatsel adacı-
ğına kaçan kesimlerin oluşturduğu gevşek, çözük bir toplum yükselmektedir. Orada
giderek birbirine değmekten kaçınanların farklılık, buluşum, ortaklaşım noktaları,
bunların içsel ve dışsal gerilimleri, maddi çelişkileri, gündelik pratikler ve algılama-
ların akışında yeniden üretilen türlü yabancılaşmaları olağansallaştırılma döngüsünü
kaçırmadan izlemek ve analiz etmek yapışılan ağın düğümlerini sonsuz biçimde çöz-
meye benzemektedir. Hayatta kalmanın şartları tüm toplum için yeniden tanımlan-
mıştır. Kendine güvenmenin zeminini ve araçlarını arayan öznenin yapması gereken
yeni, daralmış siyasetin işgaline, kamusal alanın çözülüşüne uyumlanmak, piyasa ve
eşsiz yabancılaşma koşullarına en güçlü steroidlerle yüklü dalmaktır. Herkesin çıkarı
farklıdır, ve kendi çıkarının peşinden ancak her birey kendisi gidebilir, başka hiçbir
şey bunu onun yerine siyaseten temsil edemez. Hiçbir kişi ya da grubun çıkar müca-
delesi de ötekini ilgilendirmeyecek kadar birbirinden kopuktur.
1980 sonrası (90’lara da damgasını vuran) otoriter yönetim anlayışı tüm aygıtla-
rıyla kamusal alanda siyasetin toplumsal bir ilgi, kaygı alanı olmasını anarşik geçmişe
dönüş arzusu, devlete karşı bir kalkışma sayarak özellikle iktidar bloğunun dışında-
kilere yasa ve uygulamalarla yasaklamıştır. Kamusal alan depolitize edilirken, yeni bir
mecraa sokulan toplumda herkes piyasanın, yeni piyasa toplumunun kazanç ve tü-
ketim normlarına sarılmış arzulu bireyini yetiştirmek üzere özel alanına yönlendiril-
miştir. Önceliği ekonomik, tüketimci öznelik olarak belirlenen, (giderek Lefebvre’in
söylediği gibi insan niteliklerini kaybeden bir otomata dönüşecek 2007:208) birey,
devletle arasındaki mesafenin hem çok az, hem de o oranda geniş (asla başı boşluk,
özerklik değil) olduğunu bilerek, piyasayı yaşamsal aidiyet alanı olarak benimse-
mekle yükümlendirilmiştir. Makro kolektif hareketler, toplumcu düşünceler, siyaset
yordamıyla örgütlü ekonomik-sosyal hak taleplerinde bulunanlar, iktidar bloğunun
dışında siyasete ilgi yeni siyasal ekonomi için ayak bağı ve devlete karşı da anarşik
kalkışma sayılırlar. Toplumsal bütünleşmenin sökülmesi pahasına toplumun siyaset-
ten beklentilerini yok ederek hem devlete, hem de kendine olan inancını yitirmesine
ve yabancılaşmasına zemin ve hız kazandırılmıştır. Bunun yannda devlet aygıtının çı-
kar amaçlı işletilmesi, çok dar bir takım ekonomik çıkar odaklarıyla içiçeliği, organik
yakınlığı buradan dışlanmış olan geniş kesimleri hem iştahlandırmış, hem de eşitsiz
140 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin
biçimde pay dağıtan, güvence vermeyen (bir otoriter güç olarak) devlet uzaksanmış-
tır. Toplum ve devlette olan ilişkilerinde bireylerin o güne değin görece istikrar içe-
ren ilişkisel bağlarının devlet kaynaklı maddi ve söylemsel temelleri zayıflamış, hızla
geriye çekilmiştir. Ekonomik, siyasi toplumsal taleplerini zayıflatarak da olsa sürdüre
duran (girişimci-sermayedar olmayan) kesimler, darbe rejiminin bahçıvanlığında
yeşeren kolaylıkları deren yeni sağ yönetimin dilsel ve maddi edimleriyle gözden
düşürülürken, kendi taleplerine ve edinimlerine, artan iç zafiyetlerinin de eşliğin-
de yabancılaştırılmışlardır. Örneğin sendikaların yozlaşmalarını sağlayıcı her strate-
ji yönetimce uygulanmış, işbirliği çeşitli biçimlerde teşvik edilmiştir. Ayrıca hemen
darbe rejiminde ve öncesinde yaşanan şiddetin şiddetle bastırılışı kolektif hafızadan
silinmemesi gereken ve siyasi umut ve heyecanların olduğu yerde derin boşluklar bı-
rakan, ayağı ateşte tutan bir tecrübe olarak korunmuştur. Yeni dönemde devletin da-
yandığı girişimci, dar iktidar bloğunun cemaatleri dışındaki geniş bağımlı kitlelerin
ekonomik, politik, kültürel olarak mûnisleştirilmeye, pasifize edildikleri yerde dura-
rak durumun çelişkiselliğini benimsemeye sevkedilmişlerdir. Ancak kamusal alanın,
toplumsal alanın, siyasetin alanının daraltılması, durma zemini olmaktan çıkarılacak
gibi yıkıma uğratılması ile farklı içe kapanmalar, gerilimler, yaşam tarzlarına sarılma,
aidiyetler kurgulama, yeni ve daha kuvvetli yabancılaşma biçimlerine savrulma, yeni
kutuplaşmalar doğurulmuştur. Söylem ve zor aygıtının tırmandırdığı parçalanma, ce-
maatleşerek, tarikatlara karışarak kendi dilini kendi iç kanallarından konuşma (dinî,
ve şiddetli etnik kimlik siyasetine savrulmalar); meta kültür üretiminin patladığı yeni
imaj aygıtlarının piyasalarında içini gezdirerek sonsuz eğlen-tilendirilmeye bükülüş
yaşantılanmıştır.
Piyasa toplumu hedeflenirken acılı bir birey-cilik söylemi, cemaatleşme (dinî
cemaatler güçlenir ve dışardakilere ayrımcı nazarlarla bakma konumuna çekilir-
ken, devlet nezdinde güçlü biçimde temsil edildikleri, itibarlı bir yakınlık düzeyinde
tutuldukları izlenir), çeşitli kesimlerin sitelere, yatakkentlere/uydukentlere, mahal-
lelere çekilme ihtiyacı, depolitizasyon ve sinikleştirilme sürecine, maddi güç ve ya-
şam tarzı ayrışmalarına eşlik eder. Yeni yabancılaşma düzeylerinde mesafeler alınır.
Herkes yeni toplumsal formasyonu şekillendirecek piyasa toplumu ülküsü adına eski
kamusal, toplumsal, siyasal, ekonomik hantallıkların çözülmesi zemininde değişi-
me ayak uydurma mevkii aramak ya da dışlanmış “sessiz çoğunluk” olarak tâbi ol-
manın olanaklarını bulmak durumundadır. Zenginleşme yollarını değerlendirmek,
girişimcilik gücünü yükseltmek; her bireyin işine, işyerine, işverene bağlılık/aidiyet
duygusu; metaa ve meta ilişkilerine sarılma/aidiyet zorunluluğu; sadece kendi çekir-
dek ailesine, maddi gücüne yaslanması; piyasanın esneklik taleplerine uyumlanması,
çok becerililik ve kendi meta değerini yükseltme adına (istençsiz, muhalif de olsa)
bir yandan pazarın güçlü kriterlerine uygun formasyonlara yatırım yapmayı ihmal
etmemesi, kendi öz yararınadır. Bütün bunları güvenli mesafelerde, belirli düzeylerde
sindirmek üzere dinginleşim alanlarına duyulan ihtiyaçla cemaatlere, zamansal ve
mekansal korunaklarına ve yaşam tarzlarına tutunma çabaları izlenir. Örneğin, bü-
yük kentlerde dinî cemaatlerin mensuplarının belirli konforlara sahip sitelerde yaşa-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 141
ması, yeni sakinlerinin referanslarla kabul edilmesi gibi (bol alışveriş yapacak dingin
müşteri kaynağı cemaati, cemaate yakın çevreleri çağıran zengin, eğlenceli market
hizmetleri, vb.) katı ve esnek çerçevelerin içiçe geçtiği direnme, eklemlenme tarzları
güçlenir. Diğer yandan dinî cemaatler dışarıya karşı duvarları yükseltir, seçkinci bir
tavır geliştirirken hem mistifiye edilir, hem de biçimsel de olsa dışarda tutulanlara da
model oluşturur. Bu yapıların içinden uyumlu söylemsel aygıtlar ve örgütlenmeleri
(gazeteler, televizyonlar ve diğer mecralar) doğar: Zaman gazetesi pek çok insanın
ortak bir zihin etrafında birleşmesiyle kurulurken, idari koordinasyonunda, içerik
üretim ve yönetiminde çalışanlar emeğinin değerini vurgulamadan (ortak bir “hiz-
met” anlayışına yaslanmış halde) aşırı rekabetçi olmayan üretim anlayışı, sıcak iliş-
kiler, insani dayanışma, güven ve duygusal desteklenme, katı hiyerarşik ilişkilerden
uzak olma gibi çeşitli kollamacı değerleri ön plana çıkarmışlardır.
Gündelik hayatı hızla metalaştırmaya, nesneleştirmeye, tüm toplumsal kesimleri,
ilişkileri baskıcı biçimde parçalamaya girişen darbeci rejim destekli (T. Özal başta
olmak üzere) yeni piyasa toplumunun prensleri kendini korumaya odaklı devletin
geniş kesimleri pasifize etmesiyle genişleyen kanallardan yeni sağ zihniyetin destek-
çileriyle yeni siyasal ekonomisini inşaa etmeye girişmişlerdir. Toplumsal parçalanır-
ken, tüm üretim ilişkileri yeniden şekillenirken pasifizasyonun derin boşluklarına
akan iç enerjilerin kendini büken seyir alanları, gündelik olanda yeni anlamlar ara-
ma, kısılmış sesini, dilini başka arzulamalarla dönüştürme heyecanı (apolitik politik)
piyasanın eğlenceli kucağında kendine bin türlü yer bulmuştur. Taşradan akıp gelen-
lerin kaygılı, beklentili, savunmacı, meraklı duruşlarla, kentle gözgöze gelme halle-
rinin ardından bir zaman sonra gerilimli yeni piyasacı formasyonun ve gerisindeki
zihniyetin alternatifsizlik söylemlerine (acı geçmişten kurtarılmışlıkla çözülmüş gibi
bir iklimde), ayağının altındaki zemini kaydırarak her bireyi yakalayan maddi pra-
tiklerin, gündelik söylemsel pratiklerin baskısı ile dağınık, aksak, gönülsüz, gönüllü
yönelişleri sıradanlaşmıştır. Bu akışlar sosyal, kültürel, zamansal, mekansal, zihinsel
ve ritimsel olarak daha da çok parçalanan kenti her yerinden sündürürken, hem gü-
venli mesafede durma, hem de yeni arzuları arzulama hevesleriyle içi kabarmış halde
piyasaların işgücü, müşteri, pazar gücü arayışlarına fırsatlar oluşturmuşlardır. Hiçbir
şey karaborsa değildir. Sokaklar eğlenceli vitrinler, ithal ürünlerle süslenmiştir. De-
rin boşlukları, derinleşen taşraları, taşralaşmaları yerinde soymaya arzulu, meydan
okuyan, beni güçlendirmeyi öneren kostümlerin çok dayanıksız popüler, erotize dili
ile gündelik kuşaltılma hali yaşamsal bir sıradanlıktır. Ve vazgeçilmezdir. Piyasanın,
devletin, cemaatlerin, toplumsal güç/iktidar odaklarının kullanışlı ideolojik temsil
aygıtı, bir başka güç odağı medyanın bolluktan, iletişim teknolojilerinin yeni ürünle-
rinden, yeni kazanç, yatırım araçlarından, reklamdan, eğlenceden, magazinden, imaj-
lardan, bireysel şiddetten, bol bol cinsellikten, tüketme haklarındaki gelişmelerden
heyecanla sözedişleri yeni bir demokrasi tarifine geçisi simgeler. Artan meta bolluğu
ve gündelik hayatı saran (konfor ve özgürleşim vaadeden) durak bilmez ticarileşme,
metalaşma ve meta ilişkilerinin güçlenme süreci; iş gücü piyasalarının parçalanması
ve güçsüzleşmesi; sınıf temelli kolektif kimliklerin, örgütlenmelerin ulu orta aşın-
142 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin
(toplumun çoğu için gelirler gerilerken) ihtiyaçlar, merak edilmesi, tadılması hak edi-
lenler çoğalmıştır. İnsan özne bekleşip duran derin açlıklarını, farkında olmadığı söy-
lenen hayati gereksinimlerini keşfe davet edilmektedir. Cinsiyeti, yaşı, konumu ne
olursa olsun davetli her bireyin buna yanıt vermekte birbirini teşvik etmesi tüketmek-
ten başka hiçbir emek istemeyecektir. İstenen fazla bir şey değildir. Bu süreçte, çalış-
mayan aile üyelerinin tüketimsel, sosyal, cinsel özgürleşimi piyasanın fırsat verdiği
çok çeşitlenmiş girişim ve iş gücü piyasalarına dahil olmak, kendi maliyetini azalt-
mak, arzulama ve tüketim kapasitesini çoğaltmakla mümkündür. Para kazanma ve
her an kovalayan gündelik tüketebilme baskısı karşısında kendi niteliğini yükselt-
mek, gereken tavizleri vermek gerekmektedir.
1980’li yıllarda ve sonrasında da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı halk eğitim mer-
kezleriyle beceri kazandırma (ve hobi edindirme) kursları ile piyasanın basit düzeyde
işgücü ihtiyacına, üretken olmayan emeğin görece becerilere kavuşmasına da olanak
verilmesinin hedeflendiği düşünülebilir. Devletin sosyalleşme aracı olarak izlediği bir
strateji olmanın yanında piyasanın gereksinim duyabileceği, piyasaya ısınmaya yat-
kın (zihinsel ortam) elemanlar için az da olsa kanal olmuştur. Biçki, dikiş, nakış, yap-
ma çiçek vb. kursların mezunları bu becerilerden para kazanma yoluna gitmişlerdir
(çalışmamış, eğim düzeyi düşük genç kızlar için işe dönüşebilecek becerilere sahip
olmak, evlenmeye aday olmayı da kolaylaştırmıştır ). Bu süreçlerde piyasanın baskı-
larına uyumlanma adına çalışanlara kişisel gelişim, başarım kitapları, iş hayatında ba-
şarılı olmanın yol, yordamlarından sözeden bir yayın sektörü de gelişecektir. Piyasa
alabilme kapasitesine sahip, parası olanlara, borçlanabileceklere seslenmekle kalma-
maktadır, kuşkusuz vaatleri ayrımsız herkese ulaşmakta, herkesi sonsuz bir enerji ile
gıdıklamaktan fazlasını yapmaktadır. Sistemli baskı ve şiddet uygulamaktadır. “Sade-
ce zenginliği ve gücü arttırma peşinde koşan, kendini piyasa ilişkilerine, sömürüye ve
dış otoriteye tabi kılan” rekabetçi insan kavramı “gayri insani ve en derin anlamıyla
hoş görülemez” (Chomsky, 1973: 403, akt. Fox, 2001 :28) olsa da sorgulanan ve uygu-
lanan çelişkisini tutarlılaştıran güç mekanizmaları mücadelerle, olabildiğince geniş,
bağlayıcı faydacı ortaklaşmalarla her düzeyde iş görmektedir.
Çalışma hayatına katılmakla, hem işgücü piyasalarının uyumlu, sadık nesnesi;
uyumlu oldukça ödüllenecek, özerkleşecek bir neferi olarak baskıcı arzu ve ihtiyaç-
larının mahçubiyetsiz tedarikçisi olabilmek için bireyler çok şeye katlanmalıdır. Ne
düşündüğünü bilmediği ötedeki, berideki de katlanmaktadır, edindiği nesnelerle
koyduğu mesafelerinden de anlaşılmaktadır. Hakedildiği söylenenler hakedilmelidir.
Bunlardan özgürleşmek yeniden derinden yaralanmaları, yeni parçalanmaları, ben-
zerliklerine rağmen ötelerde ayrık duranlarla yakınlaşmayı, yeniden siyasallaşmayı
gerektirmektedir. Çalışma yaşamı piyasanın güçlü isteklerine göre parçalanmış, ve
işgücü söz hakkından çok şey kaybetmişken (nitelikli ya da niteliksiz, çalışmanın
kendisi bir arzu nesnesine, gereksinime dönüştürülmüşken) her an yatırım yapılıp
duran hayatın kavranamayacak bir hızla ticarileşmesi, metalaşması, gereksinimlerin
(bunları üretenlerin) baskıcılığını haklılaştırmak daha da kolaylaşmaktadır. Bireyin
gündelik öz gereksinimleri haline gelenler çoğaldıkça, bunları elde etme, doyurma
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 147
süreci de o denli gerilimli ve kaygılı olacaktır. Çalışma hayatının toplumsal bir ge-
reksinim olarak yapılandırılması, tüketilen ürün ve hizmetlerin gündelik doğal ge-
reksinimler olarak içeriklendirilmesi ve işlevlendirilmesi piyasanın tükettirme ka-
pasitesini patlatmıştır, ürünleri, reklamlarını çoğaltmıştır. Çalışanların ve çalışmıyor
görünen herkesin gündelik hayatını, piyasalar her geçen gün daha da çok koordine
etmektedir. Bireyin kendi arzularını çoğaltma, özgürleştirme, sosyalleşme arzusu ile
piyasanın beklentileri ayırd edilemez bir yüzey haline getirilmiştir. Dahası piyasa
güçlerinin hedeflerine uygun ilişkiler ve gereksinimlerin yapılandırılması gündelik
yaşamın en ağırlıklı bölümünü oluşturan iş yaşamının gereksindirdikleriyle de, in-
san özneden alıp götürdüğü, paylaşılmasına zaman bırakmadığı temel becerilerin
hızla yitirilmesiyle de sıradanlaştırılmıştır. Parçalanan depolitize kamusal alanda,
piyasanın toplumsal gereksinimlermiş gibi sunduğu gereksinimlerde/tüketimlerde
kendisini ifade ede(bile)n yabancılaşmış bireyler yol gösterici gereksinimlerle öz-
deşlemektedirler. Gündelik hayatın içindeki tüm iktidar ve tahakküm ağları bireye
durmadan artan, değişen gereksinimlerinin peşine düşüp düşmediğini, yaşam kül-
türünün kurucu öğelerinin neler olduğunu söyleyip durmaktadır. Örneğin derinle-
şen, uçurumlaşan yabancılaşmanın pornografik gereksinimi olarak giysiler, her türlü
iletişimlerde iktidar kurmaya yönelik önemli bir “öz” gereksinim nesnesidir. Bireyin
kendi bedenini nesne edinme, vücudunu en iyi piyasa işi ile sunma, nesnesini daha
iyi ortaya çıkaracak kıyafetlere bürünme, yaşam standardının yüksekliğini ve erotik
bir arzu nesnesine dönüştürülmesi zorunluluğu uyarınca bedenini sergileme gerek-
liliği vardır. Piyasa bu konuda her türlü kültürü kazandırmaya yarayacak reklamlar,
medya mecraaları, diğer tüketenleri görme-gösterme gibi çok çeşitli stratejiler izler.
Giderek daralan zaman ve mekan arasında parçalanmış bir yaşam süren insan özneye
(yoksun yanlarının boşluğunu avuntularla parlatırken) yitirdiklerini çok renkli, çok
çeşitli, çok bol, her an uzanabileceği formlarda yeniden pazarlar.
Kendisine bakabilmenin ötesinde aileden aktarılan çeşitli bilgi ve becerileri bire-
yin uygulama arzusuna, gündelik olarak zaman ve enerji bırakmamaktadır. Giderek
daha çoklaşan biçimde onun yerine, gece-gündüz servise hazır tüketim mekanların-
dan eğlenceli, çok çeşitli, en basit beceriyle hazırlanabilecek tüm ürünleri hazır almak
kolaylığı sunulmakta/dayatılmaktadır. Kendi köken ve kültürüne ait bilgi ve beceri-
lerle oyalanmak, sert rekabet alanını hafife almaktır, Çalışan kadınlar, erkekler en
çok mal ve hizmet piyasalarını, reklam medyasına sevindirmiştir (tüm mecralardan
teşvik edilen en genç yaştan başlayarak yalnız oturmak koşulu da piyasanın kucakla-
dığı bir konfor, özgürlük, sonsuz tüketim seçenekleri ile kelebekler gibi yaşayabilmek
rüyası olarak sunulur). Aileler küçülse de ebatları durmadan büyüyen buzdolapları-
nın içleri, reklamlarda içaçıcı renkli manav, market ürünleri ile tıka basa doludur. Bir
küçük oda ebadına yaklaştırılan buzdolabının sayısız ürünle bolca doldurulması ilk
eksilenlere kadar haz vericidir. Boş bırakılması rahatsızlık uyandırıcıdır.
Bireyin kendi yaratıcılığının hazzını duyumsayabileceği, özgüven verici becerile-
rinin/yabancılaşmamış emeğinin pek çok olası ürününü (teknoloji yoğun çalıştığını
vurgulayan) piyasa, görünürde sonsuz miktarda sunmaktadır. Yabancılaşmış, çok
148 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin
yeni tüketim alanlarına sevkeden piyasalara havale edilir. İnsani mekanların kıtlaştığı
kentte tek kırılgan nesnesine zorunlu yatırım uğruna, içinde pahalı yeme –içme me-
kanları da olan spor merkezlerine ücretli üyelik, kıyafetlere harcama, özel otomobille
ulaşma, tüm bunlara para, zaman ve enerji ayırma zorunluluğu vardır. İş bölümünün
iyice derinleştiği, rekabet ve yalnızlaşmanın arttığı çalışma mekanlarında teknoloji-
nin hareketsiz kılan tasarım, yürütüm anlayışına uyumlandırılan hareketsiz bireyin
maddi gücü varsa diğer tüketim mekanlarında yeni tüketimlerle rahatlaması, ayıplı
bedenini forma sokmak, ve ayrıca yalnızlıktan uzaklaşmak için de spor merkezlerine
gitmesi ya da moda olduğu üzere kentte çoğalan latin ya da klasik dans kurslarına
yönelmesi başarıyla (ayrıcalık olarak) kişiselleştirilmiştir.
Gündelik hayatta yabancılaşma yalnızca işyeriyle sınırlı değildir, önemli ya da
önemsiz görünen her nokta üretimhanesi durumundadır. Piyasa toplumu olmanın,
ve giderek şeyleştirilen kişisel rekabet söyleminin gereği olarak bireyin ötekinden,
kendi benzerlerinden bile uzaklaşma, parçalanma, yalıtılmışlık hali ifadesini yaşa-
nılan mekanların dönüştürümünde de bulur. Dayanışma biçimleri yeni kapitalistik
sektör haline gelen gündelik hayatın programına çok uymamaktadır. Çalışma hayatı
gündelik hayatın en önemli dilimini oluşturan, insani ilişkilerin geliştirilmesine, da-
yanışmacı ilişkilere zaman ve mekan bırakmayan bir biçimde örgtülenmişken; çok
parçalanmış bir taşraya dönüşen kent buna izin vermeyecek bir düzenlenme için-
de, tamamen rantsal ticari bir mekan olarak tasarlanmışken; varolmak için çalışmak,
tüketebilmek için yalıtılmışlık, katı bireysel rekabet koşullarında ve ötekini dışlayan
bir biçimde bir döngü tutturmak giderek dış dünyayı yabancı, kazanımlarına yönelik
tehdit olarak algılamayı da beraberinde getirmektedir. Herkesin olabildiğince ken-
di maliyetini azaltmak, tüketim haklarının peşinden gitme programına uygun dav-
ranmak üzere çalışma hayatına katılma zorunluluğu yabancılaşmaları derinleştirir,
ilişkilere olanak ve enerji bırakmazken, evler de giderek güvenlik çemberine alınan
korunma, izolasyon alanlarına dönüştürülmüştür. Dışarda artan yabancılaşma, dışla-
ma, dışlanma, rekabet, kışkırtılmış arzular, vaatler, eşitsizlikler giderek daha güvenli
alanlara çekilmeye, kendi konforunu gözlerden korumaya yöneltmektedir. Örneğin,
90’larda gelişen sektörlerden biri de kapı sektörüdür. Oturulan mekanların kapıları,
hızla çeşitli (Kayseri kapı, Amerikan kapı vb.) tarz ve tasarımlarda üretilmiş çelik ka-
pılarla değiştirilmiştir. Evler, içindeki eşyalar, insan öznenin onlara layık olabileceği
gibi bir tarzda (arzu edilmesi gerekenlerden) seçilmiş olmalıdır. Giderek “insanlar
kendilerini metalarında tanımaktadırlar, ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerin-
de, içten katlı evlerinde, mutfak donatımında bulmaktadırlar” (Marcuse, 1986: 29).
Tüketimci kapitalizmin gereklerine göre örgütlenen gündelik hayat, bu yaşam tarzla-
rını olağanlaştırır, haklılaştırırken arkasındaki iktidar ilişkilerini de giderek daha az
anlaşılır ve kavranır hale getirmektedir. Marketler, oyuncakcılar, alışveriş merkezleri,
internet kafeler, AVM’lerde bir köşeye sıkıştırılmış ticari tek tip çocuk oyun salonla-
rı özgürlüğünden (temiz, açık havada, alabildiğine koşmak, çığlık atmak, oynamak,
diğer çocuklarla buluşmaktan) yoksun bırakılan çocukların para sarfedilerek dar me-
kanlara kapatılışlarını hiç farketmemeleri için yapılan devasa kiç oyuncak ve eğlence
152 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin
Sonuç
güç, kaygan zeminlerde, bağları kopuklaşmış akıştığı, verili sistemin otoriter yüzü-
nün baskıladığı, baskılarken yalnız bıraktığı kaotik görünen ortamda politikanın ko-
nuşacağı, ilişkileneceği sağlam bir zeminin kalmadığı düşünülebilir. Gündelik hayat
bu düşünceyi üretmeye yaslanmaktadır. Tüketimci kapitalizmin agresif stratejilerinin
yarattığı ürküntü bu ağır durumun zeminine durmadan form vermektedir. Öte yan-
dan hemen vurgulamak gerekir ki “gündelik hayatımız kendisini oluşturan nesneler,
mekânlar ve simgesel anlamlar siyasetle bağlantısız gözükse de verili toplumsal siste-
min temel aldığı değerlerin kabulüne yönelik düzenlenmiştir”(Oskay, 1989: 7). Gün-
delik hayat yaşadığımız, benimsettiği hayat tarzını, başkalarının yaşantılarını hoşnut
olsak da olmasak da haklılaştırır. Bizi buna kendi ayaklarımızı kullanarak götürür. O
nedenle yabancılaşma olgusunu çözümlemek için “siyasal hayat alanı ile örtüşen gün-
delik hayatın içinde yaşanan ve haklılaştırılan iktidar ilişkilerini anlamak için üzerin-
de önemle durulması gereken bir kültürel/siyasal inceleme alanı olmuştur “(Oskay,
1989:9). Bunun için politik ve toplumsal kurumların, yapıların, stratejilerin de çö-
zümlenmesini içeren bir gündelik hayat eleştirisini tasarımlamak gerekmektedir.
Türkiye’de 80’lerden başlayarak gündelik hayat söyleminin yükselişinin gerisinde
otoriter rejimin bıraktığı zemine yerleşen yeni sağ yönetimlerin ve neo liberal politi-
kalarının uygulanım stratejilerinin (ve kapitalist küreselliğin politika taşıyıcı kurum-
larının uyumlandırma anlayışının) gerilimli toplumsal dönüşüm politikaları uzanır.
İçi boşaltılarak yeni, nesnelleştirilmiş bir istikamete ayarlı dar siyasal zeminde kamu-
sal alanın dağılması ve toplumsal ayrıştırmalarla ilerleyen karmaşık ilişkiler düzeyin-
den çalışan yeni sağ, otoriter ve ışıltılı (piyasacı, kaynak dağıtıcı) bir söylemle coşkun-
laşmıştır. Devletin baskıcı yüzünü öne çıkarsa da gücünü, “katı bir ideolojinin kitleler
üzerindeki hegemonyasından çok baskı ve gündelik yaşamın zorlamalarının yanı sıra
toplumsal parçalanmışlığın yol açtığı alternatifsizlik”ten de almıştır. Yeni sağ ve neo
liberal politikalarının “başarısı sisteme karşı tutarlı ve bütünsel alternatiflerin oluştu-
rulmasını engellemesidir” (Özkazanç, 2007:52). Önceki zor rejiminin düzlediği siyasi
zeminde politik özne kamusal alandan kapı dışarı edilir, kamusal alan çökertilirken
yeni sağ zihniyet bu uygun zeminde piyasa toplumunun yükselişini yeni, parlak bi-
reysel fırsatlar alanı olarak sunmuştur. İçi boşaltılmış, siyasetten soğutulmuş, muha-
lif, muhtelif temsil edici siyasi hareketlerin belirmesine alan bırakılmamış gerilimli
bir toplumsal alanda yerleştirilmeye çalışılan kapitalist ekonominin ellerinde, gün-
delik hayat tüm boşlukları doldurmak, yeni görkemli yabancılaşmaları yükseltmek
üzere soğutulmuş alanların üzerine parlamıştır. Şimdi artık gündelik hayat tüketimci
kapitalizmin kontrolünde tamamen manipüle edilmiş durumdadır.
Gündelik hayatın uyumlandırıcı söylemleri, mevcut toplumsal hayatın ağır çeliş-
kilerini, eşitsizlik ve açmazlarını mistifiye edici işleyiş mantığının çözümlemek ya da
daha iyisi yeni bir toplum tasarımı için mevcut olanın karmaşalı bilgilerine ulaşmak
hedeflenecekse gündelik hayatın tesadüfi, kaçılmaz görünen programını çözümle-
mek gerekmektedir. Herşeyi (istemli, yarı istemli ya da istemsizlikleriyle) en çok es-
neten, olduğu yerine en çok hapseden kaotik gündelik hayatı, orada üretilen yaşam
tarzlarını, her yere, şeye sinen yabancılaşmaların kaynağını, çeşitliliğini, imkanlarını,
154 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin
KAYNAKÇA
Bratsis, P. (2007). “Everyday life as object and as method; or, can Henri Lefebvre save us from political
science?” Everyday life in world politics and economics konferansında sunulmuş bildiri. Centre for
International Studies, LSE 11 May, 2007. www.lse.ac.uk/collections/CIS/programmeconference2007.htm
(Erişim: 6 Kasım 2008)
Davies, M. (2007). “Works, products, and the division of labour: Notes for a cultural and political economic
critique”. Everyday ife in World Politics and Economics konferansında sunulmuş bildiri. Centre for
International Studies, LSE 11 May, 2007. www.lse.ac.uk/collections/CIS/programmeconference2007.htm
(Erişim: 6 Kasım 2008)
Law, A. (2007). “The critique of everyday life and cultural democracy”. Variant, issue 29, Summer 2007 (J.
Roberts, 2006, Philosophizing the everday: Revolutionary practice and the fate of cultural theory, Pluto
Press, üzerine makale) http://www.variant.randomstate.org/29texts/law29.html (Erişim: 22 Ekim 2008)
Mc Namara, L. (t.y.). “Michael E. Gardiner (2000) in critiques of everyday life”. (NY, London: Routledge)
http://www.culturemachine.net/index.php/cm/article/viewArticle/230/211 (Erişim: 21 Ekim 2008)
Andreas, A. (2007). “Cave! Hic everyday life: Repetetion, hegemony and the social” May 11, 2007, London.
Everyday life in world politics and economics kongresinde sunulmuş bildiri. Centre for International
Studies, LSE 11 May, 2007. www.lse.ac.uk/collections/CIS/programmeconference2007.htm (Erişim: 6
Kasım 2008)
Debord, G. (1961), “Perspectives for conscious changes in everyday life”. (çev: K.Knabb, Situationist
International Anthology). Güncellenmiş baskı, 2006. http://www.bopsecrets.org/SI/6.everyday.htm (Erişim:
19 Ekim 2008)
Schilling, D. (t.y.). “Everday life and the challenge to history in postwar France Braudel, Lefebvre, Certau”.
http://muse.jhu.edu/journals/diacritics/v033/33.1schilling.html (Erişim: 19 Ekim 2008)
Lefebvre, H. (2007). Modern Dünyada Gündelik Hayat. (çev: I. Gürbüz). İstanbul: Ayrıntı.
Gürbilek, N. (2004). “Yakın taşra”. Kötü Çocuk Türk. (s.135-140). İstanbul: Metis.
Eraydın, A. (2006). “Mekansal süreçlere toplu bakış”. Içinde: A. Eraydın (der.). Değişen Mekan, Mekansal
Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalara Toplu Bakış: 1923-2003 . (s. 25-67). Ankara: Dost.
Brown, B. (1989). Marks, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi. (çev: Y. Alagon). İstanbul: Ayrıntı.
Oskay, Ü. (1989), “Modern topumlarda gündelik hayatın sistemle bütünleşmemiz ve birey olamayışımız
açısından önemi”. (içinde önsöz: B. Brown. Marks, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi. (çev. Y. Alagon). (s.7-
13). İstanbul: Ayrıntı:
Özkazanç, A. (2007). “Refah devletinden yeni sağa: Siyasi iktidar tarzında dönüşümler”. İçinde: A. Özkazanç.
Siyaset Sosyolojisi Yazıları, Yeni Sağ ve Sonrası. ( s. 15-56). Anka,ra: Dipnot.
Özkazanç, A. (2007). “Türkiye’de siyasi iktidar tarzının dönüşümü”. İçinde: A. Özkazanç. Siyset Sosyolojisi
156 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin
Çabuklu, Y. (2003). “Gündelik hayat ve anarşi”. İçinde: Y. Çabuklu. Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde. (s.27-
30). İstanbul: Metis.
Çabuklu, Y. (2003). “Medya küreselleşirken”. İçinde: Y. Çabuklu. Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde. (s.16-18).
İstanbul: Metis.
Marcuse, H. (1986). Tek Boyutlu İnsan, İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine Eleştiriler. (çev: A.
Yardımlı). İstanbul: İdea.
Derya Nacaroğlu1
ÖZET
Bu çalışma; gündelik yaşam içinde yer alan alışveriş ediminde Çin mallarının nasıl bir yere sahip olduğunu,
ekonomik ve sosyolojik hangi gereksinimlere yanıt verdiğini tartışarak, değişen dünya düzeninde pek çok gün-
delik pratiğin değiştiği gibi alışveriş alışkanlıklarının da bundan payını aldığı öngörüsünü kanıtlamaya çalış-
maktadır. Bu amaçla gündelik yaşam deneyimleri ve gözlemlerden yola çıkılarak; medyaya yansıyanlar, ilgili
kuruluşların raporları ve daha önce yapılmış araştırmaların ışığında amprik ve teorik verilerden yararlanıl-
mıştır. Bu ürünlerin gündelik yaşamın içine nasıl yerleştiği, tüketim kültürünü nasıl etkilediği, ekonomik ve
sosyal yaşamdaki yansımaları tartışması ışığında tüketim toplumları için yeni bir olgu olarak ortaya çıkan Çin
mallarının alışveriş ve tüketimde yarattığı yeni durum değerlendirilmiştir.
This paper tries to prove the prediction of what the place of Chinese goods within the act of consumption in
everyday life is, by discussing what economic and sociological needs these goods meet in the changing world
order, just like many changing everyday practices and that how shopping habits also get their share out of it.
For this purpose, empirical and theoretical data have been used, considering everyday life experiences and
observations; what reflected in the mass media, the reports of the relevant institutions and in the light of the
research carried out before. How these goods have taken roots in everyday life, and how they influenced the
shopping habits, in the light of the discussion of their reflection in economic and sociological life, and the new
situation created by Chinese goods as a new phenomenon on shopping and consumption for the consumer
societies has been assessed.
Giriş
Gündelik yaşam denildiği zaman pek çok başlığın yanı sıra belki de akla ilk ge-
lenlerden birisi, çoklukla ihtiyaçların belirlediği ya da belirlemesi gerektiği, sosyal,
ekonomik ve kültürel bir çevrenin içinde gerçekleşen alışveriş alışkanlıklarıdır. Tü-
ketim kültürü ekseninde bir yandan yaşantılanmakta olan tüketim geleneği, tarzı ve
biçimi bu alışkanlıkları tanımlarken; öte yandan pazar ekonomisinin egemen oldu-
ğu ve ileri ya da post-modern dönemi yaşayan toplumlarda farklılaşmaya başlayan
bir olgunun da değişen içeriği olarak alışveriş döngüsü ile karşılaşılmaktadır. İçin-
de kendi değerlerini, normlarını, yaşam tarzını ve ekonomisini barındıran tüketim
kültürü, esasen alışveriş kültürünü de içerimlemektedir. “Toplum bireylerinin ço-
ğunda egemen olan bir tüketim tarzı ile birlikte tüketim toplumunun inşaı da böyle
geçekleşmektedir”(Orçan; 2004:19).
Baudrillard (2004); Tüketim Toplumu adlı eserinde tüketimin artık güncel yaşa-
mın ahlakı haline geldiğini belirterek; kitle iletişim araçları ve özellikle televizyon
tarafından aşırı şekilde desteklenen nesne bolluğunun korkutucu ya da edepsiz dün-
yasının hepimizi tehdit ettiğini söylemekte ve şöyle devam etmektedir: “tüketimin
yeri gündelik yaşamdır”(28). Bireysel harcamaların hızla artmasıyla oluşan tüketim
toplumunda, nesneler insanı mutluluk göndergeleriyle ruhen ve bedenen teslim al-
maktadır artık.
Nesnelerin insan ruhunu teslim almasına ve alışveriş kültürünün yaygınlaşmasına
hizmet eden en önemli gelişmelerden biri dünyada ekonomik alanda yaşanan deği-
şimler olmuştur. 1980’li yıllardan itibaren gözlenen bu değişimler, mal ve hizmetlerin
dolaşımının hızını artırmış ve sınırları ortadan kaldırarak küresel bir alışveriş dün-
yasının kapılarını insanlara açmaya başlamıştır. Ekonomide serbest piyasa koşulları-
nın geçerli olmaya başladığı, deregülasyon ortamında tam rekabet ve kâr güdüsüyle
hareket edilen bir düzen oluşmuş, mal ve hizmetler hızla çeşitlenmeye ve çoğalmaya
başlamıştır. Tüketimi hızlandıran teknolojik iletişim ve etkileşim imkânlarının da
katkısı ile insan türünün ekolojisinde temel bir dönüşüm oluşturan bir tüketim ve
bolluk gerçekliği ile karşı karşıya kalınmıştır. Türkiye de Dünya’daki ekonomik değiş-
melerden payını almış, küresel ekonomik hareketlerin ülkedeki yansımaları çok hızlı
gerçekleşmiştir. Nitekim 2000’li yıllara gelindiğinde Dünya ticaret hacminin bugün
büyük bir bölümüne sahip olan Çin Halk Cumhuriyeti, Türkiye pazarında ciddi bir
yer edinmeye başlamıştır. Kısaca “Çin malları” adı altında ifade edilen pek çok eşya ve
ürün 2004 yılı sonlarına doğru bir çok sektörü istila etmeye başlamıştır (Çetinkaya;
2005,18).
Ankara Ticaret Odası’nın bu konuda yaptığı araştırma bu malların yaklaşık 30
sektörü tehdit edecek düzeyde ülke içine yayıldığını göstermektedir (http://atonet.
org.tr; Tempo,2008/Ağustos). Pek çok sektörde tüketici kullanımına sunulan mal ve
ürünler, kısa sürede tüketici alışkanlıkları ve alışveriş kültürüne ilişkin yeni bir açı-
lım doğurmuştur. Tüketicilerin kendileri bile bu sürecin birer aktörü olmakla birlikte
varolan durumu şaşkınlık ve kaygı karışımı bir psikoloji ile izlemeye başlamışlardır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Güdelik yaşamda Çin malları 159
Piyasanın ürün çeşitliliğine her geçen gün yeni bir şey daha eklenmekte, üstelik iç
piyasanın sunduğu fiyatlarla kıyaslanamayacak ölçüde ucuz fiyatlara mal ve ürünler
tüketicilere sunulmaktadır. İlk kez kilitlerle ülkeye giren mallar; iğneden ipliğe her
alanda tezgâhlarda ve vitrinlerde yer almaya başlamıştır. Yerli sanayii de tehdit edecek
boyuta varan bu durumun diğer yansıması; uygun fiyata istediği ürünü edinebilen
mutlu tüketici görüntüleri olmuştur. Hal böyle olunca, söz konusu mallara rağbet
artmış, “nur artık bitpazarına değil” sosyete pazarlarına yağmaya başlamıştır.
Toplumun ihtiyaçlarını giderme ya da az para ile çok alışveriş yapma potansi-
yel duygusunu, Çin malları karşılamıştır ve halen bu görevini sürdürdüğü gözlen-
mektedir. Yarattığı görece bolluk ve çeşitlilik görüntüsü ile gündelik hayatta bireylere
sağladığı “rahatlık” atmosferi, fiyatların uygunluğu ile de perçinlenmektedir. Bu du-
rumdan siyasal iktidar da kendine pay çıkarmakta, toplumun yaşadığı bolluk atmos-
ferinin aktörü olarak kendisini konumlamakta, her şeye kolayca ve ucuza ulaşabilen,
mutlu ve memnun halk görüntüsü onun da işine gelmektedir.
1990’lı yıllardan itibaren serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşme ile birlikte
artan mal ve hizmet çeşitliliği; yaşamın ayrılmaz popüler pratiklerinden biri haline
gelen alışveriş eylemini farklılaştırmıştır. Özellikle 2000’li yıllarda hayatımıza giren
Çin malları ile bu farklılaşma daha belirginleşmiş, alışveriş kültüründe önemli bir
dönüşüm yaşanmıştır. O güne değin alışverişi edimini ekonomik alım gücünün bü-
yük oranda belirlediği, çeşit ve seçeneklerin sınırlı olduğu, fiyat yelpazesinin günü-
müzdeki gibi farklılaşmadığı, satın alınacak mal ve ürünlerin kendine özgü teşhir
alanlarının olduğu bir ortam mevcut iken bugün bunların tam tersi bir durum söz
konusudur. Bireylerin yaşam standartlarında, ekonomik refah düzeylerinde belirgin
bir yükselme olmamasına karşın alışverişte yaşanan hareketlilik dikkat çekicidir. El-
bette bunun, bütün dünyada yaşanan ekonomik gelişmeler ve küreselleşme ile birlik-
te sürekli şekilde önerilen, yükselen bir değer olarak sunulan tüketimin özendirilmesi
ve bunu teşvik eden kapitalist politikalarla yakından ilişkisi vardır. Çin ekonomisinin
büyüme atılımıyla eş zamanlı olan ve bütün dünyayı saran Çin malları yaygınlığı sözü
edilen gelişmelere eklemlenmiş ve onu besleyen bir olgu olarak karşımıza çıkmakta-
dır. Bu makale; gündelik yaşamın bir parçası haline gelen alışveriş alışkanlıklarının
Çin malları ile nasıl değiştiğini, toplumun ihtiyaç ve beklentilerinin bu değişimdeki
rolünü alışveriş kültürü ve gündelik yaşam söylemi üzerinden sorgulamayı amaç-
lamaktadır. Bu sorgulama yapılırken Çin mallarına ilişkin olarak yapılmış haber ve
araştırmalar önemli bir veri kaynağı olmuş, gündelik yaşamın kullanım alanlarına
yerleşen Çin mallarının nitelik, kalite, estetik ve diğer özellikler bakımından tüketi-
ci açısından performansı ve yeterliliği de tartışılmıştır. Hem tüketiciler, hem de Çin
mallarının satışa sunulduğu iş yeri sahipleri tarafından öncelikle ekonomik, ardından
da sosyal ve kültürel olarak hızla benimsendiği gözlemlenen Çin mallarının, makro
ölçekte dünya üzerindeki etkisi, mikro ölçekte ise gündelik yaşam içindeki yeri yeni-
den düşünülmeye sunulmuştur.
160 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu
Yöntem
Bu çalışmada; özellikle 2000’lerden sonra gündelik yaşamın önemli bir öğesi hali-
ne gelen ve son yıllarda her alandan çok çeşitli ürünle tüketicinin kullanımına sunu-
lan, neredeyse hemen her gün farklı bir haber ya da bilgisiyle karşılaşılan Çin Malları
konu edinilmiştir. Piyasada özellikle tekstilden oyuncağa, zücaciyeden (mutfak eşya-
ları) bujiteriye (takı ve süs eşyaları), kırtasiyeye, saraciyeye (deri ürünleri) kadar çok
farklı sektörlerde pek çok ürün tüketiciye sunulmaktadır. Daha çok orta ve alt gelir
grubu için üretildiği duygusu uyandıran Çin çıkışlı bu mallar; Sosyete pazarları, Bir
Milyoncular ya da Japon pazarı gibi değişik adlar altında alışveriş yerlerinde sunula-
rak, insanların ihtiyaç duydukları her şeye ulaşabildikleri, bolluk duygusunun tatmin
edildiği, aradıkları pek çok ürünü görece kalitelilik ve estetik değerle bulabildikleri
bir alışveriş düzeni oluşturmuştur. Bu süreçte üst gelir grubu tüketiciler ise pek çok
ünlü markanın Çin yapımı versiyonlarıyla büyük alışveriş merkezlerinde karşılaşma-
ya başlamışlar ve onların hayatına da Çin işi mallar farklı bir konseptte girmeye başla-
mıştır. Çalışmada; gündelik yaşamın içinde gelişen, bir yandan da gündelik yaşamın
yeniden ürettiği Çin malları ile alışveriş ve tüketim; gözlem ve incelemelerden elde
edilen veriler eşliğinde bir durum değerlendirmesi ve olay incelemesi olarak sunul-
maktadır. İnceleme, daha çok bu malların satışa sunulduğu alışveriş mekânlarında
yapılan gözlemlere ve bu konuda medyaya yansımış haber ve araştırmalara dayan-
dırılmaktadır. Bu çalışma; gündelik yaşam alışkanlıkları içinde yer alan alışveriş edi-
minde Çin mallarının nasıl bir yere sahip olduğunu, ekonomik ve sosyolojik hangi
gereksinimlere yanıt verdiğini tartışarak, değişen dünya düzeninde pek çok gündelik
pratiğin değiştiği gibi alışveriş alışkanlıklarının da bundan payını aldığı öngörüsünü
kanıtlamaya çalışmaktadır.
Analiz ve değerlendirme
Amerikalı firmaların büyük bölümü Çin’den mal satın alırken satın alma acenteleriy-
le çalışmaktadırlar. Dahası çalıştıkları acentelerle işbirliği halinde kendi kalite kont-
rol ekiplerini de Çin’e göndererek kalite kontrolünü iki kez sağlamış olmaktadırlar.
Çin’den mal alırken çok büyük miktarlarda mal alma gerekliliğinin olmaması da her
ürünün kolayca ithaline olanak vermektedir. Çin’de yaşanan ve ürünlere yansıyan en
önemli sorun ciddi bir kalite kontrol sistemlerinin olmayışıdır. Bu da doğal olarak
ürünlerin kalitelerine yansımakta ve tartışmalara konu olmaktadır. Nitekim 6 Aralık
2008 tarihli Hürriyet gazetesinde de “Çok Tehlikeli Koltuklar” başlıklı haber yine Çin
malı ürünlerin kalitelerine ilişkin Fransa’dan gelen bir haberdir. Haberin devamında
da, içerdiği kimyasallar nedeniyle bazı cilt enfeksiyonlarına neden olduğu belirtilen
Çin malı koltuk, sandalye ve ayakkabı gibi ürünlerin ithalatının yasaklandığı yer al-
maktadır. “Dimetil fumarate” adlı toksik bir kimyasal madde içeren bu ürünlerle ilgili
benzer vakaların İsveç, İngiltere ve Finlandiya’da da görüldüğü belirtilmektedir. Ha-
berde İngiltere’ye ithal edilen 38 bin Çin malı koltuğun satışının durdurulduğu, Fran-
sa hükümetinin ise ithalatı yasaklamakla birlikte bu yasağın tüm AB üyesi ülkeleri
kapsaması için başvuruda bulunduğu da yer almaktadır. Görülmektedir ki Çin malı
ürünler Avrupa’da da her alanda yaygınlaşmakta ve çoğu kez gündelik yaşamı tehdit
edecek sağlık sorunlarını da beraberinde getirmektedir.
nan kolay tüketilen ve rağbet gören Çin malları, tüketimi artırmış, gündelik yaşamın
her alanında kendine bir kullanım yeri bulmuştur. Ayrıca Gümrük Birliği nedeniyle
sonraki dönemlerde Avrupa Birliği’nden de Çin mallarının ülkeye girişi, iç piyasada
Çin malı ürün stokunu artıran başka bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ankara Ticaret Odası’nın 2004 yılında yaptırdığı Çin Malları Araştırması; ürün-
lerin çeşitliliği ve sektörel yelpazede nasıl bir yer tuttuğunu göstermektedir (http://
atonet.org.tr). Bu rapora göre piyasada satılan cep telefonu aksesuarlarının yüzde
80’i, elektronik cihazların yüzde 50’si, saraciye ürünlerinin yüzde 100’ü, oyuncakların
yüzde 80’i, bilgisayarların yüzde 50’si, hazır giyimin yüzde 50 ile yüzde 80’i, tıbbi ci-
hazların yüzde 50’si, klimaların yüzde 35-40’ı kırtasiye ürünlerinin yüzde 30’u, hedi-
yelik eşyaların ise yüzde 15-20 olan oranı Çin malıdır ve bu oranlar hızla artmaktadır.
Bu malların ucuzluğu ve aynı malın Türkiye’deki üretim maliyetlerinin pahalı olması-
nın Çin mallarına olan rağbeti arttırdığı belirtilen raporda, maliyetlerini düşürmeye
çalışan Türk firmalarının bile Çin’de fason imalat yaptırdığı ifade edilmektedir. Çin
mallarının tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok hızlı bir şekilde yaygınlaştı-
ğı bir gerçektir. Türkiye’de üretim maliyetlerinin yüksek olması, yerel sektörlerin bu
durumdan çok fazla etkilenmesine neden olmuştur. Pek çoğu kayıt dışı atölyelerde,
gelir vergisi ve sigortası olmayan çalışanlarca üretilen Çin malları ucuz ancak kalite-
siz olmaları nedeniyle medyada da sık sık gündeme gelmiş, özellikle sağlığa elverişli
olup olmamaları ve kaliteleri açısından bugüne değin tartışılmıştır. Türkiye’deki Çinli
satıcılar, “Çin mallarının ucuzluğuna ilişkin ön yargıdan rahatsızlıklarını dile geti-
rirken, esasen Çin’de pahalı ve kaliteli malların da üretildiğini, Türkiye’ye ucuz mal
getirmenin nedeninin burada ucuz mala olan talepten kaynaklandığını” belirtmek-
tedirler. Yine Çinli satıcılara göre; “Türk ithalatçılar bulunabilecek en ucuz malların
peşine düşmekte ve onları Türkiye’de %300’e varan karlarla satmaya çalışmaktadırlar.”
Bu da doğal olarak kaliteyi aşağıya çekmektedir (Tempo, Ağustos:2008).
Çin’e uygulanan kotaların 2007 yılı sonlarında tüm dünyada kalkmış olması, Çin’in
dünya üzerindeki adımlarını hızlandırmıştır. Dünya Çin mallarına karşı önlem alma-
ya çalışırken Türkiye Çin’le dış ticaret hacmini geliştirme yönünde adımlar atmakta-
dır. Son 5 yıl içinde Çin ile Türkiye arasındaki ticaret ilişkilerine bakıldığında baskın
tarafın Çin olduğu çok açıktır. 2000 yılında 1,3 milyar dolar olan Çin’den ithalat, 2006
yılında 9,5 milyar dolara çıkmıştır. 2007 yılının ilk altı ayında Çin, dünyada en çok
ithalat yaptığımız üçüncü ülke konumuna gelmiştir. (http://www.kobifinans.com.tr/
tr/icerik.php?Article=17200&Where=dis_pazar&Category=040604). 2007 yılının
sonunda kotaların kalkmasıyla birlikte, Çin mallarının Avrupa ülkeleri üzerinden
de yurda girişi Türkiye’de hemen her sektörde Çin malı ürünleri yaygınlaştırmıştır.
Türkiye’nin önemli ev tekstili firmalarından birinin genel müdürünün; Tempo genel
yayın yönetmeni Enis Tayman’a Çin ile ilgili yaptığı açıklamalar da Çin’in 2008 Olim-
piyat Oyunları’ndan sonra ihracatının daha da artacağı doğrultusundadır. “Eskiden
sadece hammadde alınan Çin, artık mamul alınan bir ülke olmuştur. Türkiye’nin en
büyük firmalarının dahi kat be kat üzerinde ucuz işgücü ve hızlı bir teknoloji ile yapı-
lan üretim, bugün her sektörü tehdit eder boyuttadır”(Tempo/Ağustos:2008).
164 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu
Türk insanının gündelik yaşamına sadece tüketilmek için yapılmış bu malların gi-
rişi, faydalılık, gereklilik, savurganlık gibi pek çok kavramın da içeriğini değiştirmeye
başlamıştır. Malın zorunlu olarak faydalı olmasına dayanan ahlaki bir tanımlama,
nesnenin kullanım değeri ve dayanma süresi önemini giderek yitirmiştir. Çin malları
ile her alanda çok çeşitli pek çok ürün tüketiciye sunulurken, kalite ve estetik açıdan
sorgulanabilir olan bu bolluğun aslında bir savurganlığı da beraberinde getirdiği göz-
lenmektedir. Bu bolluğu ve çeşitliliği psikolojik, sosyolojik ve ekonomik olarak yöne-
ten kavram “faydalılık” gibi görünse de esasen savurganlığın bu durumu besleyen ve
yeniden üreten temel bir etken olduğu söylenebilir. İnsanlar kolay satın alabilecekleri
ürünlerle karşılaştıklarında faydalılık ya da gereklilik kavramları arkada kalabilmek-
te, salt tüketim duygusunu ve alışveriş hazzını yaşamak adına bu gündelik yaşam pra-
tiğini gerçekleştirebilmektedirler.
Bu durum, gündelik yaşamda kısa vadeli bazı ihtiyaçların giderilmesi için Çin
malı ürünlerin kalite ve estetiklerinin dikkate alınmaksızın tercih edilmesini do-
ğurmuş; sektörü her geçen gün canlandırmış, başka taklit yeni ürünlerin çoğalma-
sını ve çeşitlenmesini de beraberinde getirmiştir. Bazı gündelik yaşam ihtiyaçlarını
karşılamakla birlikte Çin malı ürünlerin içinde yararsız olanların, sahte yeniliklerin
de gittikçe çoğaldığı görülmektedir. Sunulan malların miktarının ve çoğalmalarının
gereksiz yere yinelenmiş göstergesi, yukarıda sözü edilen israfı da beraberinde getir-
mektedir. Bir süre sonra sadece tüketilmek için yapılmış, “işlevsiz” olan şeyler artmış,
bireysel ya da kolektif tüketimler sistemi beslemeye başlamıştır. “Malların tüketil-
mesinden söz edilmesi, boş zamanın giderek daha fazla metanın satın alınmasıyla
dolayımlandığı bir dönemde tüketilen ya da satın alınan malların engin çeşitliliğini
gizlemektedir”(Featherstone, 1996:41). Gündelik hayatın erişilebilir görüntüsü Çin
mallarının çokluğu, ucuzluğu ve yaygınlığı ile örtüşmektedir.
mutluluk imgelemini beraberinde getirmiştir. Bir nesneden öbürüne doğru giden tü-
keticiler, artık mal bolluğunun kendisinden doğan ve ucuzluğun getirdiği satın alma
ve sahip olabilme duygusunu yaşamaktadır. Pek çok Çin malı ürünün işgaliye alanı
haline gelen alışveriş yerleri, insanlara marka ürünlerin iyi ya da kötü taklitlerini su-
narak sınıfsal bir tatmin yaşamalarını da olanaklı kılmaktadır. “İnsanlar kısa süreli
de olsa imkânlarının üzerinde bir yaşam sürerken (kredi kartlarıyla da bu desteklen-
mektedir) sistemi sorgulamaktan, ortak iyiyi aramaktan alıkonulmaktadır. “Mal ve
hizmet satın almak tüketici için en rasyonel davranış olarak sunulmaktadır”(Seçkin,
2005:332). Kredi kartlarının da tüketicilere reel alım gücünün çok üzerinde bir ola-
nak sağlayarak bu “rasyonel davranış”ı sürekli hale getirdiği gözlenmektedir. Nitekim
Newsweek Türkiye dergisinde Sharon Begley yazısında “alışverişlerde kredi kartı kul-
lanımının para ödemenin acısına narkoz etkisi yaptığını, bunun da alışveriş eğilimi-
ni, -peşin ödeme yapılmadığı yani cüzdandan somut bir şeyi kaybetme hissinin o
an oluşmamasından ötürü- artırdığını” ifade etmektedir (2008/Aralık:60). “Modern
kapitalist yaşamda insanlardan üretirken “takım ve grup ruhu”yla hareket etmeleri
istenirken, tüketirken de daha bireysel ve bencil olmaları arzulanır ve insanlar buna
özendirilir. Bu nedenle ideal insan tüketen insan (homo consuming/consumer) ol-
muştur artık”(Orçan,2004:245) .
Kapitalist küresel tüketim toplumunda artık üretim tarafından belirlenen “ihti-
yaçlar” kavramı (Orçan, 2004:19-20), eşitliğin gizemli sisteminde refah kavramıyla
dayanışma içindedir. Tüm insanlar ihtiyaç ve tatmin ilkesi önünde eşittir. Çünkü
tüm insanlar nesnelerin ve malların kullanım değeri önünde eşittir. (Değişim değeri
önünde eşitsiz ve bölünmüşlerdir ve sınıfsal farklılıklar oluşmuştur.) Kullanım değeri
söz konusu olduğunda sınıfsal farklılık ya da ayrıcalıklar diye bir şey yoktur. İhtiyaç-
lar herkes için eşittir. Gündelik yaşamda Çin mallarının kullanımı göreceli de olsa bu
eşitliği sağlamaya yaramıştır. “Her türlü farklılığı tüketim potasında eriten bir piyasa
söz konusudur”(Çabuklu, 2003:28). Nitekim gündelik yaşamın alt kültürleri dışlama-
dığını, piyasanın bunları muteber bir tüketim grubu olarak kabul ettiğinin farkındalı-
ğıyla özellikle alışveriş kültürünün önemli aktörleri haline getirdiği gözlenmektedir.
Zamanla orta ve alt sınıflar için alışverişin bir örnekleşmeye başladığı görülmek-
tedir. Türk gündelik hayatını belirleyen Batılı tüketim kültür ve tarzının yerleşmesi;
tüm toplumsal sınıflarda belirli seviyelerde tüketim olgusunun görülmesine, Orçan’ın
belirttiği üzere (2004:18) “çalışmak için değil de tüketmek için yaşayan bir sınıf için
yapılan bir kavramsallaştırma olan “gösterişçi tüketim”, modern kapitalizmin bu ya-
şanan evresinde çalışan ya da ya da çalışmayan her bireyin az çok yaşamakta oldu-
ğu bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan bağlayıcı tüketim olgusu bir sınıf
olayı olmaktan çıkmıştır. Bugün pek çok büyük alışveriş merkezi her sosyal sınıfa ve
ekonomik gelir grubuna hitap etmektedir. Belli bir düzeyde ekonomik alım gücü;
marka ve orijinal ürünleri edinim konusunda belirleyici olmakla birlikte bunu sosyal
maliyetin oluşturduğu bir ekonomik maliyet olarak görmek gerekir. Markalar dün-
yasına ait, “sofistike bir moda duyarlılığı ve kalite garantisi” vermeye çalışan pek çok
ürünün taklidini görmek, dahası bu ürünleri çok uygun fiyatlarla edinen tüketiciye
166 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu
moda duyarlılığı ve sahip olma, üstünde taşıma anlamında haz duygusunu tatmin
etme olanağı sağlayan Çin yapımı ürünler; alışveriş eyleminin biricik metaları haline
gelmişlerdir.
“Her şeyin gelip geçici, köksüz, yersiz, çok, farklı ve kaosun hüküm sürdüğü post-
modern bir gündelik hayatta, toplumsal konformizmin artması, bireyleri tüketim
odaklı kılmaktadır”(Çabuklu, 2003:29). Bu anlamda insan eylemi adeta standartlaş-
maya başlamıştır. Lefebvre’in belirttiği üzere (1971:114); “çağdaş kent yaşamında tü-
ketime yönelik teşhir ve tüketimin teşhiri, göstergelere yönelik tüketim ve tüketimin
göstergeleri vardır.” Günümüz endüstri toplumu, hayatı eşyalar çevresinde düzenle-
mektedir. Pazar yoğunluklu toplumlar, maddi ilerlemeyi, üretilen eşyaların miktar ve
çeşitliliğindeki artışla ölçmektedir. Toplumsal ilerleme de bu eşyalara ulaşabilmedeki
dağılımla ölçülmektedir. (Illich;1990:26) Bütün bunlar art arda düşünüldüğünde ar-
tık bir alışveriş kültürü oluştuğu ve alışverişin faydayı en çoklaştırmak için yapılan arı
bir hesaba dayalı rasyonel iktisadi bir işten çok, insanların savurganlık ve lüksü çağ-
rıştırmak adına gerçekleştirdikleri bir boş zaman eğlencesi haline dönüştüğü söyle-
nebilir. Nitekim büyük alışveriş merkezleri, büyük çarşılar, büyük mağazalar popülist
görünümleriyle gündelik yaşamın her anında bir kültür tüketicisi haline gelen birey-
leri, bu eğlencenin mekanları olarak kucaklamaktadır. Reklamlar ve kitle iletişimden
gelen iletiler; nesnelerin yüceltilmesine, insanı ruhen ve bedenen teslim almasına
hizmet ederken, hem ihtiyaç hem arzu nesnesi olan pek çok Çin malı, tüketiciye,
özellikle de sosyo-ekonomik düzeyi düşük tüketiciye, Baudrillard’ın sözünü ettiği
(2004:51) “tüketim toplumunun mutlak göndergesi olan mutluluğu” da beraberin-
de getirmiştir. Bu mutluluk pahasına bir alışveriş kültürünün tüketicisi olan bireyler,
gündelik hayata ilişkin estetik algıda da bir değişime neden olmuşlardır. Bu durum
yine Baudrillard’ın sözünü ettiği; (2004:35) “rasyonelleşmenin ve kitlesel üretimin
teknik ve kültürel etkilerinin neden olduğu “kültürel zararları” anımsatmaktadır. Esa-
sen “küresel ortama uygun düşen çok kültürcülüğün kabulü; kitschi, popüler olanı
ve farklılığı selamlamıştır” (Featherstone; 1996: 158) Çin mallarının büyük bölümü
kitsch hatta kitsch ötesi, estetikten uzak en bayağı tüketim kültürü nesneleri olarak
karşımıza çıkmaktadır. Çoğu estetikten yoksun, sağlığa zararlı, baskı ya da renkleriy-
le çirkin ve kalitesiz bir görünümdeki ürünlerin zararını nesnel olarak ortaya koy-
mak mümkün değildir. Ayrıca kişisel ihtiyaçların giderilebilirliğini belirleyen sosyo-
ekonomik faktörlerin değer yargıları anlamında ortak ölçütler tanımlamayı olanaksız
kılması kültürel zararların oluşmasına ilişkin önlem almayı engelleyebilmektedir. Çin
mallarının gündelik hayatta oluşturduğu ekonomik ve kültürel zararların yanı sıra
daha çok sağlığı tehdit eden fizyolojik zararları da gündeme sık sık gelmiştir.
Sonuç
KAYNAKÇA
Begley, Sharon (2008). Alışveriş Yapan Beynin İçi. Newsweek Türkiye. Aralık: s.60.
Kozanoğlu, H., Gür, N ve Özden, B. (2008). Neoliberalizmin Gerçek 100’ü. İstanbul: İletişim.
Lefebvre,H. (1971). Everday Life the Modern World. Londra: Allen Lane.
Orçan, M. (2004). Osmanlı’dan Günümüze Modern Türk Tüketim Kültürü. Ankara: Kadim.
People’s Daily Online:”China’s Goods Trade Volume Ranks Fifth in the World” http://english.people.com.
cn/200304/24/eng20030424_115732. (Erişim: 20 Eylül 2008).
Seçkin, G. (2007). Piyasanın Tahakküm Yolu, Modern Tüketicinin Kırılgan Bir Kimlik Aracı Kredi
Kartları’nın Reklamlarla Sunumu. İçinde: N.Türkoğlu ve M.Cinman Şimşek (ed.). Medya Okuryazarlığı.
İstanbul:Kalemus.
World Trade Organization: “WTO successfully concludes negotiations on China’s entry” http://www.wto.
org/english/news_e/pres01_e/pr243_e.htm (Erişim: 20 Eylül 2008).
http://www.kobifinans.com.tr/tr/icerik.php?Article=17200&Where=dis_pazar&Category=040604)
(Erişim:7 Ekim 2008).
Süreyya Karacabey1
ÖZET
Gündelik Yaşamın Tiyatrosu bize, sahnelenmiş bir gerçekliğin deneyimini sunar. Yalın bir varoluşun sessiz
üyeleri, aniden kimin tarafından izlendiği belirsiz bir oyunun rol figürleri haline gelir. Kendilerini sahneledik-
leri bu sahne yaşamında, kimlikleri bir rolün içinde iyice çözülecektir. Bu noktada ise, gündeliğin tiyatrosunun
başladığı tarihsel avangardlar döneminde, negatif bir biçimde tanımlanan yabancılaşma, artarak süren roller
oyununda, pozitif bir anlama kavuşur. Böyle bir dünya algısının içinde sanat, yıkıcı enerjisini yitirir ve işlevsiz-
leşir. Varoluşunu bir hakikat nosyonuna bağlayan kurmaca, hakikat duygusunun kaybolduğu bir uzamda, ya
kurmacanın kurmacasına dönüşür, ya da kendini anlamlandırabilmek için bir gerçeklik iddiasına.
ABSTRACT
The Theatre of Daily Life presents us the experience of a staged reality. The silent members of a plain exis-
tence, all of a sudden, become the role figures of a play with an indefinite audience. Their identities are to be
solved within a role in this stage life where they stage themselves. And in this point, in the age of historical
avangardes where the theatre of the daily had begun, the concept of alienation, which had been defined nega-
tively, receives a positive meaning. In such a world perception, the art loses its destructive energy and becomes
nonfunctional. The fictional, which connects its existence to a truth notion, within a space where the sense of
truth itself is lost, either turns into the fictional of the fictional, or into a claim of reality for being able to give
meaning to itself.
Giriş
Geleneksel anlayış, “rol yapmaya” sadece sahnede izin vermiştir, “rol” oyuncunun
sanatsal ediminin bir parçası olarak görüldüğünden, gündelik yaşamda rol yapma’nın
olumsuz bir karşılığı vardır. Herhangi bir kişiye yöneltilen “rolünü iyi yapıyorsun” sö-
zünün bir iltifat olmadığını anlamak için kimsenin İroni Sanatı’nı okuması gerekmez.
Böyle bir kavrayış, bir ayrıma temellenir: Rol, gerçek olmayandır, sahici varoluşun
öteki tarafındaki kurmaca benliktir, dolayısıyla “rol”, daima rol olmayanın ne olduğu
bilgisini gerektirir. Benzer akıl yürütme sahne için de geçerlidir, oyuncudan rolünü,
gerçekle bozmaması talep edilir. Oyuncunun başarısının ölçüsü, kendi gerçekliğini-
fenomenal varlığını, rol aracılığıyla –numenal varlığıyla- unutturmasındadır. Klasik
tiyatro, oyuncu rol ilişkisini böyle görür, kurmaca figürler tarafından oyuncunun sa-
hici varlığının örtülmesi. Tiyatroda oyuncuya bakış, 20. yüzyılın başlangıç yıllarında
değişmeye başlar ve bu değişim günümüze kadar sürer. Değişimin başlangıcında, rol
ve oyuncu arasındaki geçişlerin görünür kılınmasına çalışılırken, oyuncunun rolle
gizlenen bedeni, açığa çıkarılmaya çalışılır. Süreç radikalleşerek ilerleyecek ve tiyat-
roda rol yapmak, neredeyse rol yapmanın, gündelik yaşamdaki olumsuz anlamıyla
birleşecektir. Oyuncu artık kendi sahici varlığını gizlemeyecektir, -mış gibi yapmak-
tan kaçınacak ve seyirciye hakiki bir deneyim sunacaktır. Tiyatronun yakın tarihi, bu
algının sonucunda gerçekleştirilen sayısız örneklerle doludur. Sahnede rol konsepti
olumsuzlandığında, gündelik yaşamda da tam ters yönde bir gelişim gerçekleşir. Bü-
tün dünyanın bir sahne olarak kavrandığı bir zamanda, yeryüzünün sakinleri için rol,
varoluşlarının bir parçası haline gelecektir, bir zamanlar otantik varoluşun dışında bir
sahteliğe denk düşen rol durumu, adeta antropolojik bir değişmez olarak kavrana-
caktır. Gündelik yaşamın tiyatrosu böyle oluşmuştur.
Gündelik yaşamın tiyatrosu, sahici varoluşun imkansız olduğuna yönelik düşün-
celer tarafından belirlenen, bir dünya algısının içinde şekillenmiştir. Bu algının radi-
kal sonuçlarından birini ise sanat ile yaşam arasındaki ayrımın iptali oluşturur. Kate-
gorik ayrımları mümkün kılan bir teorik kavrayışın yokluğunda, sınırlar belirsizleşir,
bölgeler birbirinin içinde dağılmaya başlar ve özellikle de sanat açısından önceden
verili bir alanın ortadan kalkması gerçekleşir. Her şey sanat haline geldiğinde sanat
yok olacaktır ve sanat, mevcut sistem içinde kendini nasıl etkin bir hale getirecektir?
Bu soru, yeni bir soru değil, sanatsal uygulamaların önemli bir bölümünü, bu soru-
ya verilen cevaplar olarak düşünebiliriz. Ünlü “kriz” teşhisi, sanatı da içine almış ve
onun yaşadığı kimlik krizini, modern sonrası dönemin semptomlarından biri olarak
işaretlemiştir.
Bu çalışma, krizin “tarih öncesi” olarak görülen tarihsel avangardların, süreci
nasıl başlattıklarından söz edecek ve daha sonra gündeliğin tiyatrosunu mümkün
kılan “epistemik” değişimin , avangard sonrası dönemdeki etkilerini inceleyecek ve
son olarak ta sanatın, yaşamla giriştiği rekabetin biçimlerinden biri olan gösterile-
rin, happening’lerin dönüştürücü bir güçten neden yoksun olduklarını göstermeye
çalışacaktır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 173
Yöntem
Sanat ve yaşam arasındaki ayrımların ortadan kalktığı bir dünyada, sanatın içine
girdiği kimlik krizinin, nedenleri ve sonuçlarından hareket ederek, gündeliğin tiyat-
rosuyla girdiği rekabeti kaybeden çağdaş sanatı değerlendiren bu makale, sosyal bi-
limlerin çeşitli disiplinleri ile sanat teorisinden yararlanılarak oluşturulmuş disiplin-
ler arası niteliksel bir incelemedir. İçinde yaşadığımız dönemde sanatın sahip olduğu
işlevi ya da işlevsizliği anlamamız için, onun tarihsel bir tasarım içinde neyi temsil
ettiğini bilmemiz gerekmektedir. Bu temsilin değişimindeki durakların belirlenmesi
için, çeşitli disiplinlerin, makalenin “sınırlılığı çerçevesinde”, teorik ve ampirik bilgi-
lerinden yararlanılacaktır.
Analiz ve değerlendirme
Değişimin soykütüğü
Sanatın krizi, insan düşüncesine temellük etmiş bir krizin semptomu olarak oku-
nabilir. Bu krizin anlamsal boyutlarını eşzamanlı bir çözümlemeyle kavramak im-
kansızdır, şimdiki zamanın koşullarına bağlıymış gibi görünen paradoksal manzara,
genellikle 20. yüzyılın başlangıç yıllarında ortaya çıkan, dağınık ve şekilsiz sanat ha-
reketlerinin –tarihsel avangardların- yarattığı sarsıcı etkilerin bir sonucu olarak gö-
rülmektedir.
Avangard hareketleri her şeyden önce, Avrupa’nın yaşadığı dramatik değişim-
lerin, sarsıcı deneyimlerin sonucunda oluşan yıkıcı bir moment olarak görebiliriz,
modernliğin modern eleştirisi olarak. Christopher Innes, avangard hareketlerin be-
lirleyici unsurlarından birini, kendi varoluşunu bile inkar edecek denli ilerlemiş ni-
hilist eğilim olarak görür (Innes, 2004 ) Verili mantık yasalarının tersine çevrildiği
sanat hareketleri, Dieter Mersch’ e göre de üç belirleyici unsura sahiptir: Yapıbozum,
öz- gönderimsellik ve paradoks (Mersch, 2002: 200 ) Peter Bürger ise, tarihsel avan-
gardlarla birlikte gerçekleşen değişimi, tarihsel bir biçimde kavrar ve ona göre, bu
aşamada yaşanan, epistemolojik bir kopuştur (Bürger,1976:26 ) Sanata bakışın değişi-
mi, gerçekliği kavrayan bilincin değişimiyle doğru orantılıdır ve bu yüzden yaptıkları
radikal eleştiri, sanat tarihinin önceki dönemlerinde ortaya çıkan “tepkisel” eleştiri-
lerden, bir “aşma” hamlesini de içinde barındırdığı için farklıdır. Bu noktada Bürger,
değişimlerin mantığını Romantik sanatta bulan kuramcılardan kopar, sanatın bu dö-
nemde –Marksçı anlamda- sisteme içkin eleştiri aşamasından, özeleştiri aşamasına
geçtiği düşüncesindedir.2 Çünkü artık sanat yoluyla dile getirilen eleştiri, sadece geç-
miş ya da mevcut sanatsal biçimlere yönelmez, doğrudan sanat kavramının kendisine
yönelir. Sanatı, bağlantısını yitirdiği yaşamsal dinamiklerle yeniden buluşturmak için
yola çıkan sanatçılar, sanatı Kantçı anlamda, bir boş alan olarak tanımlayan ve bu ala-
nı güzel nesnelerle dolduran klasik estetik paradigmanın öteki tarafına geçmişlerdir.
2 Marx’ın açıklamasına göre sisteme içkin eleştiri, örneğin Protestanlığın Katolikliğe yönelttiği eleştiridir,
eleştiri bir din sisteminin içinden yapılır, oysa özeleştir, sistemin dışından yapılan bir eleştiridir, örneğin
ateizmin din eleştirisi.
174 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Süreyya Karacabey
Örneğin, Duchamp, bir pisuarı imzalayıp, sanat eseri olarak sergilediğinde, kışkırttığı
soru, “sanat nedir” sorusudur, sanatın alanını, ne ile doldurursanız, sanattır demek-
tedir. Dönem, birbirinden farklı yönelimlere sahip hareketleri içinde barındırır, ortak
noktaları, sanat nedir sorusuna cevap vermek için giriştikleri hummalı çalışmalardır.
Sanatın klasik temsil biçimi ve temsil mekanları sorunsallaşmıştır ve döneme dam-
gasını vuran, “hayatın estetikleştirilmesi” çağrısı, düşünceleriyle bir yaşam felsefesini
mümkün kılan Nietzsche’den kaynaklanmaktadır.
Nietzsche’nin yanılsama ve gerçeklik konusundaki klasik ikiliği aşmaya çalışması
ve bütün olgulara estetik yanılsama açısından bakması, dönemin sanatsal uygulama-
larına düşünsel bir temel oluşturması açısından önemli görünmektedir. “Kısacası”
der Allan Megill, “ sanat yapıtı anlamındaki sanattan, asli yanılsama- yaratıcı eğilim
şeklindeki daha geniş anlamında sanata geçilmiştir” (Megill, 1998: 82). Yanılsama,
insanı hakikatin korkunçluğundan koruyacak bir çeşit Apollon’un “maya tülü” dür
ve dünyanın kendisine estetik bir boyut kazandıran bu düşünce, sanat ile yaşam ara-
sındaki bütün ayrımların iptaliyle sonuçlanır. Nietzsche herkese sanatçı olmalarını
önermişti, dönemin gerçeküstücü sanatçıları, sokaklarda dağıttıkları el ilanlarında,
“Gerçeküstücülüğe bilinçten uzaklaşan herkes erişebilir” diye seslenmektedirler (Jo-
ubert, 1993: 56). Şiirsel etkinlik, deha’ya, sıra dışı kişilere özgü bir şey olmaktan çıkıp,
herkese eşit olarak paylaştırılmış bir şey haline gelmiştir ve bu durumda da her insan
şair olabilir.
Dönem sanatının ayırıcı özelliklerinden biri olan öz-gönderimsellik, sanatın meta
bir düzleme geçtiğin işaretidir ve yaşamın estetikleştirilmesi projesinin kaçınılmaz
duraklarından biridir. Bir teknik araç olarak meta- tiyatro ya da meta – kurmaca, sa-
natın dışsal bir şey anlatmaktan vazgeçerek, kendi sürecine, oluşum nedenlerine dik-
kat çekmesi anlamına gelir. Sanat, artık “ne” sorusuna cevap vermez, sanatın sorusu,
“nasıl” sorusudur. Sanatsal oluşumlar, kendi süreçselliklerinin bir ifadesidir, örneğin,
eskiden resmettiği nesne karşısında tefekküre dalınan, bir tefekkür nesnesi olan re-
sim, şimdi hangi unsurlardan oluştuğunu, nasıl yapıldığını gösteren bir tekliftir. Uç
örneklerini, dönemin kolaj- resimlerinin oluşturduğu bu eğilimde, resim gösteren-
lerin özgür bırakıldığı boş bir alandır. Alan, sanata işaret eder ve sanatçı, onu kağıt
parçaları, kumaş kesikleri, ilgisiz nesnelerle doldurarak, onun materyal değerine dik-
kat çekecektir. “Ben bunlardan oluştum” diye seslenir resim. Tiyatro da, hatta müzik
de benzer süreci izler, biri atonal seslerde, melodiye değil, sesin fizikselliğine dikkat
çeker, öteki sahnesel oluşumun içindeki unsurların (beden, müzik, ışık, kostüm, de-
kor, vb.) kendiliklerine dikkat çeker. Kendi hakkında bir düşünce olarak biçimlenen
tiyatroda, ya oyun içinde oyunla, tiyatro durumuna dikkat çekilir (Pirandello: Altı
Kişi Yazarını Arıyor), ya da genel bir üslup ilkesine dönüşen parodiyle, geçmiş tiyatro
metinlerini konulaştırır (Alfred Jarry: Kral Übü).
Tiyatro metaforik bir nitelik kazanmıştır, Helmarr Schramm, tiyatro metoforunun
yaygınlaşmasıyla dünyanın bir tiyatro olarak kavranışı arasında mantıksal bir bağ ku-
rar (Schramm 1990). Özellikle Barok çağın karakteristik bir özelliğidir, tiyatronun
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 175
Şimdinin ontolojisi
Henri Lefebvre (1983), gündelik yaşamda karşımıza çıkan tiyatronun etki gücüne
hiçbir sanatsal tiyatronun erişemediğini düşünmektedir, özellikle politikanın sahne-
si, tiyatronun bütün yaşam enerjisini kendini kamusal yaşamda güçlendirmek için
kullanır ve bu durumda gündelik yaşam, tiyatro sahnesinde gördüğümüzden daha
dramatik, daha etkili figürler üretmektedir. Kamusal yaşamın teatral bir boyut kazan-
ması, tiyatronun varoluşunu tehdit eden bir unsur haline gelmiştir, ancak bu meşru-
176 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Süreyya Karacabey
iyet krizi bütün sanatlar için geçerli görülmelidir. Jean Baudrillard, bu noktayı, klasik
kategorilerin çözüldüğü durumu, sanatın, “vanishing point”i olarak adlandırır. Gele-
neksel sanatlarda yaşanan kimlik ve meşruiyet krizi, “dünyanın estetikleşmesi”nin so-
nucudur ve kendi özerk statüsünü yitiren sanatlar, “sanat ve toplumun estetikleşmiş
mekanı arasında, teknolojinin yönetimi’nin sultası altında, sadece bir tercüme merci
olarak görev yapmaktadır” (Schramm, 1996: 15).
Sanatın temsil edilişinin tür ve biçimlerinin, tekniğin aracısı olduğu genel bir sah-
neleme fikri tarafından tayin edilmesi, zamanın kültürel durumu için doğal kabul
edilmektedir. Gerçekliğin sahnelenmesi, zaten kendisi “senaryolaşmış bir düşünce-
nin” mantığına uygundur ve yaşam giderek, “ kurmaca gerçekliklerin deneyiminin,
seyredilen, ikinci elden bir yaşamı ” (Schramm, 1996: 15) olarak görülmektedir: Kur-
macanın kurmacası olarak. Post bir gerçekliğin içinde yaşayanların, kendini sahnele-
me eğilimi arttıkça, sanatın ifade ediş biçimlerinin eski ayrıcalıkları elinden alınacak
ve algılama odaklarının hızla dönüşüme uğradığı bir zamanda, kültürün merkezine
“oyunun kuralı” yerleşecektir; kültürel çözümlemeler ise, köy olarak dünya, hareket-
sizlik olarak hareket, başarısızlık olarak başarı, dilsizlik olarak dil türünden paradok-
sal nitelemelerin aracılığıyla gerçekleşir. Bugünün kültürel dünyasında kaydedilen
değişimlere paralel olarak, geleneksel tiyatro kavramının kullanımı da yenilenir ve
teatrallik, disiplinler arası kullanılan bir terim haline gelir, artık pek çok disiplin- sos-
yoloji, psikoloji, etnoloji, kültürbilim vb.- nesnesini çözümlerken teatrallik teriminin
yardımına başvurur.
Amerikalı toplumbilimci, Erving Goffman, 1959 yılında yayınlanan kitabın-
da (Goffman, 1983) tiyatro modelinden yola çıkarak ve odağa kendini göstermeyi
yerleştirerek, gündelik davranışların çözümlemesini yapar; toplumsal rol oyuncusu
olarak kişilerin, eylemlerini, dil, jest, mimik ve kostümlerini, sahne üzerinde belirli
dramaturjik ilkelere, kurallara göre hareket eden oyuncularla karşılaştırır. Goffman,
hem bireyin/ tikelin davranış maskelerini, hem de toplumsal grupların üyelerinin bir-
birlerinin davranışları üzerindeki ortak etkilerini, zaman ve mekan kategorilerini de
dikkate alarak, dramaturjik teknikler ve sahneleme süreci gibi inceler. Burada, dina-
mik olduğu varsayılan toplumsal bir yapının, stabil bir sahne düşüncesi içinde don-
durulması söz konusudur. Yine bir başka toplum bilimci, Pierre Bourdieu, Die feinen
Unterschiede başlıklı kitabında, toplumsal ilişkilerin estetik bir taslağını oluşturmaya
girişir; çağdaş ortak yaşamın estetik biçimlenişini, duyusal olarak deneyimlenen, top-
lumsal çatışmaların yarattığı koşulları dikkate alarak anlatan yazar, uçurum, mesafe
ve fark’ı, bu çatışmalar için birincil görür ve algıyı biçimlemede toplumsal, politik ve
kültürel işleve sahip olduklarını belirtir. Görmek, işitmek, dokunmak, hissetmek, tat
almak olarak algı; zevkin, hazzın algısıdır. Oysa Kantçı tasarımda estetik beğeni/zevk,
her türlü çıkar ilişkisinden, herhangi bir gereksinimi karşılamaktan uzaktı, estetik
beğeninin düşünsel tasarımı, böylece doğrudan bedenin gereksinimleriyle birleşir.
Müzik ve mutfak, resim ve spor, edebiyat ve kuaförlük, Bourdieu’ya göre bir birliğin
içine eklenirler.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 177
taşımazlar. Onun zamanı, mutlak bir şimdidir. Dil, en asal noktasına kadar azaltılır;
dil, sadece bir gerekliliğin dilidir. İçerdiği eylem ve jestler ise, genellikle aynının tek-
rarından oluşur (Sontag, 1999:409-410).
Happening, bir karşılaşma “tezgahlar”, gündeliğin tiyatrosunun içine katılmak
istemiştir, gündelik zamanın –kısa bir süre için, bir belirsizlik içinde- durdurulması,
zamanın bir çeşit esnetilmesi ve kendi varoluş koşullarını elinden alan toplumsalı,
sanatın, sanat dışılığını kullanarak, bildik kalıpları kırarak şaşırtmak ister. Hemen
ve şimdide vuku bulan olay olarak happening, gündelik yaşamın sakinlerini farklı
bir deneyimle yüz yüze getirmek ister, ancak, şaşırmak, bir gösterinin sekanslarında
yaşadığını düşünen oyuncu-seyirci için, artık imkansızdır, çünkü şaşkınlık, oyunun
kuralıdır ve alışılmış bir duygu durumuna dönüşmüştür. Bir olay, anidenliğin sar-
sıcılığıyla, sanatın yitirdiği geleneksel etki gücünü yeniden elde etmeye çalışır, eğer
sokaklar doğal tiyatronun bir sahnesiyse, sanatın temsil yeri olarak bu sokakları seç-
mesi bile, yaratmaya çalıştığı etkiyi daha baştan, tersine çevirir. Gündelik yaşamın
mekanlarına giren sanatçılar için sokaklar tek seçenek değildir, fabrikalara, insan-
ların çalıştıkları büyük iş merkezlerine de giderler ve kendilerini “yerin misafirleri”
olarak nitelendirirler. (Lehmann, 1999: 306) Tiyatro ya da gösteri, gündelik yaşamın
farklı mekanlarında kendine bir yer arar. Estetik yaşamın kendi bedeninde, her gün
yeniden ürettiği biçimler oyununa karşı, sanatsal hamlelerin onunla giriştiği tuhaf
rekabetin sonucunda, rolünü elinden kaptıran oyuncu, artık rolün yeni sahiplerine,
eskiden olduğu gibi, hakiki bir yaşamın kurmacasını sunamayacaktır. Tersine dön-
müş bir ilişkinin yeni gramerine uygun olarak rolden vazgeçecek, kendi fenomenal
bedeninin mevcudiyetine dikkat çekecek, çabuk sıkılıp, çabuk tüketen bir kitlenin
karşısına gerçeklik iddiasıyla çıkacaktır. Ya da onun dolaştığı, çalıştığı, dua ettiği,
alışveriş yaptığı mekanlara “dalarak”, kendini göstermeye çalışacaktır. Ama gerçek
yaşamın teatralleştiği bir yerde, sanatın kendini bir gerçeklik olarak sunması hiçbir
biçimde bir fark yaratmaz, ikisi de aynı bütünün bir parçası olarak işlevselleşirler.
Sokakları atölye haline getiren sanatçılar, sokakta “yani herkesin marjinal olduğu bir
toplumsal ortamdaki herhangi bir marjinal kişiliğe dönüşerek merkezden yoksun”
(Kuspit, 2006: 70) kalacaklardır, çünkü “sokakların merkezi yoktur.”
Sanatın kişisel bir alan yaratmaksızın, toplumsal alanı işgal ettiği bu konumda,
dışsal dünyanın koşullarına karşı bir seçenek geliştirmesi imkansızlaşır, çünkü, o,
kalabalığın içinde hüküm süren koşulları yeniden üretmektedir. Donald Kuspit, sa-
natın, bu biçimde yaşamdan üstün bir şey olarak görülmediğini, yaşam yarışı kazan-
dığı için, sanatın yaşama katılmaktan başka bir şey yapmadığını söylemektedir. Allan
Kaprow’un şu sözleri, gündelik yaşamın tiyatrosunun gerisinde kalan sanatı çok iyi
betimlemektedir:
(…)gettolarda yaşayan ailelerin antropologlar tarafından (bu ailelerin izniyle)
uzaktan kumanda edilen kameralarla çekilen yaşamları o ünlü, gerçekçi yer altı
dünyası filmlerinden daha muhteşemdir;(…)
Süpermarkette alışveriş yapan insanların rasgele, esrik hareketleri modern
danst yapılan her tür hareketten daha zengindir;(…) vb.., vb.. sanat olmayan şeyler
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 179
aşırı uyarılan algı körleşmiş, sürekli yeni bir olaya maruz kalan insan kayıtsızlaşmış ve
geçmişte devrimci bir teknik olarak görülen yabancılaştırma, araçlar tarafından aşırı
kullanıldığından, hatta sömürüldüğünden bütün etkisini yitirmiştir. Gündelik yaşa-
mın tiyatrosuna sarsıcı bir olay olarak giren sanat, en marjinal duruşunda bile sistem
tarafından tanımlanarak, onun bir fazlası olarak görev alarak işlevini yitirmektedir.
Yaşanan Herbert Marcuse’ün sözünü ettiği türden bir “olumsuzlama” eksikliğidir, an-
cak günümüzde sanatın bu olumsuzlamayı hangi araçlarla, nasıl elde edeceği hala
bilinmemektedir.
Sokağın tiyatrosu, her türden beklenti bozmayı, süreklileştirmek yoluyla normal-
leştirir, fazla eğlenmekten, uyaranların aşırılığından canı sıkılmış insanı, canının ne-
den sıkıldığı konusunda düşünmeden eğlendirmeye ve oyalamaya geçen pop-sanat,
neyi, nasıl değiştirebilir? İnsanlar işlerine gidecek, modern hayatın yarattığı “boş za-
man” baskısının altında hazlarının bir listesini çıkaracak ya da televizyonda naklen
savaş izleyecektir, akşam yemeklerini kopmuş kafaların, yanmış derilerin görüntüsü
eşliğinde yiyen insanı, sanat, şaşırtmaktan belki de vazgeçmelidir. Çağdaş yaşamın
getirdiği bütün yeniliklere hızla uymanın bir anlamı var mıdır, ya da hız ilkesinin
başatlığıyla uzlaşmanın. Belki de gerçekten şu atasözünde söylendiği gibi “akıntıda
yüzebilen sadece ölü balıklardır” ve sanat, akıntıda yüzmekten vazgeçtiğinde, gün-
deliğin sahnesini değiştirmeyi ya da insanlar için bir anlama sahip olmayı, yeniden
başarabilir. Şimdi, oturalım ve hep birlikte sokağın tiyatrosunu seyredelim.
KAYNAKÇA
Bourdieu, P. (1984) Die feinen Unterschiede. Kritik der gesellschaftlichen Urteilskraft. Frankufurt a. Main.
Goffman, E (1983) Wir alle spielen Theater. Der Selbstdarstellung im Alltag, München.
Innes, Christopher (2004) Avant-Garde Tiyatro. Çev.Beliz Güçbilmez, Aziz V. Kahraman, Dost Yay.
Megill, A. (1998) Aşırılığın Peygamberleri, Çev. Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat Yay..
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 181
Münz, R. (1979) “Charaktermaske und Theatergleichnis bei Marks.”, Das Andere Theater, Studien zu einem
deutschsprachigen Teatro dell’arte der Lessingszeit, Berlin.
Sontag, S. (1999) Kunst und Antikunst, Çev.Mark W. Rien, Fischer Taschenbuch Verlag.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 183
ÖZ
Bu çalışmada Zaven Biberyan’ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı romanında Varlık Vergisi Kanununun gün-
delik yaşama olan etkileri incelenmiştir. Çalışma niteliksel bir analizle, siyaset dışı sayılan gündelik yaşamın,
alınan siyasi kararlardan nasıl doğrudan etkilendiğini ortaya koymaktadır. Varlık Vergisi Kanununun ilanının
ardından, kanundan doğrudan etkilenen azınlıkların insanlarla ve nesnelerle olan ilişkisi yani gündelik yaşamı
tamamen değişmiştir. Çalışma ayrıca, toplumun amacını tatmin olarak ifade eden ve bireyler gündelik ha-
yatlarını sürdüremez hale geldiğinde devrimin başlayacağını söyleyen Lefebvre’nin aksine, söz konusu roman
bağlamında bakıldığında devrimin imkansızlığını da göstermektedir.
ABSTRACT
This article was designed to study the effects of Wealth Tax Law to everyday life in Zaven Biberyan’s novel, “My
Father Did Not Go To Aşkale”. The study reveals that how everyday life that is generally regarding as out-politcs,
influences directly from the political decisions. It seems that in the aftermath of the political decision, relation
of the minorities that effected directly by the law, with both people and objects, say their everyday life, have
entirely changed. On the other hand, in contrast to Lefebvre that explains the aim of the society as satisfaction
and the revolution as a concequence that comes into being when individuals could not be able to continue their
everyday life, study tries to indicate that revolution also could be impossible, especially as it seen clearly in the
context of the Biberyan’s novel.
1 Araştırma Görevlisi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
184 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker
Giriş
Yöntem
Gündelik hayat araştırması roman, gazete, biyografi gibi farklı kaynaklara ba-
kılarak yapılmalıdır. Böyle bir araştırma, sıradanlık içinde yaşayan ve alınan büyük
kararlardan etkilenen küçük insanların sistemle olan ilişkisini, direniş yollarını orta-
ya koyacaktır. Niteliksel tasarım karakteri taşıyan bu çalışmada, dönemi betimleyici
dökümler yapılmış, açıklayıcı bir analizle de 12 Kasım 1942 ile 15 Mart 1944 tarihleri
arasında yürürlükte kalan Varlık Vergisi Kanunu ile gündelik hayat arasındaki ilişki-
ler araştırılarak ortaya çıkarılmıştır. Söz konusu kanun ile ilgili olarak yazılmış aka-
demik kaynaklar ile anı kitapları incelenmiş, dönemin günlük gazetelerinden Ulus ve
Cumhuriyet gazeteleri veri kaynağı olarak kullanılmış, Henri Lefebvre ve Michel De
Certeau’nun gündelik hayat kuramları çerçevesinde, insanların birbirleriyle, nesne-
lerle, iş ve boş zaman ile olan ilişkileri analiz edilmiş; niteliksel sonuçlar ve anlamlar
çıkarılmıştır.
Analiz ve değerlendirme
Zaven Biberyan, 1956 yılında Ermenice yazdığı “Lıgırdadzı” (Sürtük) adlı ro-
manını 1966 yılında kendisi “Yalnızlar” adı ile Türkçe’ye çevirmiştir. “Karıncaların
Günbatımı”nı da Ermenice yazmış ancak Türkçe’ye çevirmemiştir. Ermenice’yi ter-
cih etmesi, Ermeni toplumuna ulaşmak dışında bir çabasının olmadığını düşün-
dürtebilir. Yazarın, 1960’ların özgürlükçü ortamında “Lıgırdadzı”yı Türkçe’ye çevi-
rerek hem Türk hem de Ermeni toplumuna seslenmiş olması; ancak “Karıncaların
Günbatımı”nın kitap olarak basıldığı 1980’li yıllarda Türkçe’yi seçmemiş olması, Er-
meni toplumunun içine kapanmış olduğunu gösterebileceği gibi bir başka askeri dar-
benin ardından gelen dönemin siyasi ortamı hakkında da bilgi vermektedir. Ermeni
bir yazar olmak hem de “solcu” bir Ermeni olmak, ömrünün sonlarına doğru Zaven
Biberyan için de bir kapanmanın söz konusu olduğunu gösterebilir. Bu nedenle, Aras
Yayınlarının kitabı Türkçe yayınlaması ve Biberyan’ın “saklamaları”na rağmen onu
gün ışığına çıkarması önemlidir.
Zaven Biberyan’ın romanı, başından sonuna kadar bir yabancılaşma olan yanlızlı-
ğı ve yalnızlık duygusunu anlatmaktadır. Roman bir yabancılaşma eleştirisidir. İnsan
ancak çalışarak birşeyler ürettiği ve bu ürettiklerinin bilincinde olduğu sürece ken-
disini gerçekleştirebilir. Romandaki bireyler ise kendilerinin farkında olduğu ya da
olmadığı bir biçimde nesnelere, eşyalara dönüşmüşlerdir. Biberyan, sosyo-ekonomik
statüleri gerileten, üretim-bölüşüm ilişkilerinde bireylerin payına düşen oranı azal-
tan ve bu nedenle yabancılaşmaya yol açan Varlık Vergisi Kanununun bir aileyi nasıl
yalnızlaştırdığını anlatmaktadır. Yabancılaşma söz konusu olduğunda temel sorun
olarak karşımıza, yabancılaşmanın bilinmemesi çıkmaktadır. Ancak Biberyan, yazdı-
ğı roman ile yabancılaşmayı, bireylerin yalnızlaşmasını ve bu yalnızlaşma nedeniyle
de gündelik yaşamın kişiler ve toplum için daha önemli olan değerler yerine nasıl da
kişisel çıkarlarla biçimlendiğini gözler önüne sermektedir.
“Babam Aşkale’ye Gitmedi”nin kahramanlarını, Türkiye’nin azınlıklarını yeni bir
yalnızlığa sürükleyen Varlık Vergisi Kanunu, İkinci Dünya Savaşının sıkıntılı koşul-
larının ülkedeki milliyetçiliği ve daha çok ırkçılığı harekete geçirmesinin ardından
gündeme gelmiş bir kanundur. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı yıllarınca savaş dışı kal-
mak için büyük mücadele vermiş ve savaş dışı kalmayı başarmışsa da savaşın ve özel-
likle savaş ekonomisinin ülkeye yansıması karşısında ağır bedeller ödenmiştir. Her
an savaşa girme zorunluluğu ile karşı karşıya kalınabileceği olasılığına karşın, bazı
görüşlere göre yaklaşık bir milyon kişi (Tokgöz, 1999: s.99; Kafaoğlu, 2002: 74), bazı
görüşlere göre de bir buçuk milyon kişi (Zürcher, 1998: 289) silah altına alınmıştır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 187
Söz konusu romanın kahramanı olan Baret Tarhanyan, askere alınan bu bir mil-
yon kişiden biridir. Baret, evine üç buçuk yıl süren Nafıa askerliğinin2 ardından 1945
yılında, İkinci Dünya Savaşı devam ederken döner. Döndüğünde ise hiçbir şey ve
hiçkimse bıraktığı gibi değildir.
Zaven Biberyan romanı boyunca sadece anlatıyormuş gibidir. Ayrıntılar üzerin-
de, nedenler ve sonuçlar üzerinde fazlaca durmadan Baret’i, Arus’u, Hilda’yı, Diran’ı,
Suren’i..., onların değişen yaşamlarını, duygu ve düşüncelerini, ilişkilerini anlatıyor
gibidir. Yaşanmakta olanın “neden”i üzerine nadiren vurgu vardır. Bu nadir vurgular
arasında Nafıa askerliğine yönelik olan vurgu, Baret’in çocukluk aşkı Alis ile sinema-
da karşılaşmasının ardından dillendirilmeyen bir isyan olarak gelir:
İstanbul’dan ayrıldığında on dokuz yaşındaydı. Son güne kadar, anası tarafın-
dan bebek gibi bakılmıştı Tam ‘birşeyler’ yapma çağını ise kurt köpeklerinin ulu-
masını dinleyerek dağlarda geçirmişti. Hayatının en güzel günlerini kaybetmek ne
demek diye, gelip ona sorsalardı ya! Kimse bunu sormayı akıl edemiyordu. Alis mi
akıl edecekti? (Biberyan, 1998: 51)3∗
Baret’teki değişimin nedeni, asker olarak geçirdiği üç buçuk yıl ise, döndüğünde
bıraktıklarını eskisi gibi bulamayışının nedeni de “Varlık Vergisi”dir. Varlık Vergisi,
Biberyan’ın romanı boyunca Varlık diye geçer, sanki öylesine bir kelime gibi. Varlık’ın
da altı çizilmez romanda. Bu nedenle de okuyucunun romanın akışına kendisini kap-
tırıp, anlatılanların Varlık Vergisinden kaynaklanan sonuçlar olduğunu gözden kaçır-
ması çok da olasıdır. Baret’in babası Aşkale’ye gitmemiştir...
Erzurum’a bağlı ve Kop Geçidi eteğinde bulunan bir kasaba olan Aşkale, İkinci
Dünya Savaşı yıllarında ilan edilen Varlık Vergisi’ni ödemeyen mükelleflerin, taşınır
ve taşınmaz mallarının haczedilmesinin ardından gönderildikleri çalışma kampının
olduğu yerdir. İstanbul’da yayınlanmakta olan Cumhuriyet gazetesinden, ilk kafi-
le ile Aşkale’ye gönderilenlerin Yerman’lar, Kesimidis’ler, Fındıklıyan’lar, Kazez’ler,
Benardato’lar, Barkyan’lar, Franko’lar, İstavridis’ler... olduğunu öğreniyoruz (Cum-
huriyet, 28.1.1943). Aşkale’ye gönderilen vergi mükellefleri, İran-Trabzon yolunda
kar temizleyecekler, Erzurum-Sivas yolunda taş kırıp toprak kazacaklardı (Ulus,
6.4.1943). Bu amaçla Aşkale’ye 1.229’u İstanbul’daki azınlıklardan olmak üzere 1.400
mükellef gönderilmiştir.
Varlık Vergisi Kanunu4, 12 Kasım 1942’de yürürlüğe konmuş ve 15 Mart 1944
tarihine kadar 16 ay yürürlükte kalmıştır. “Varlık”, bazı kesimlerce azınlık düşmanlığı
olarak görülerek ırkçı bir uygulama olarak nitelendirilen (Yetkin, 1992: 252; Aktar,
2 “Bayındırlık Bakanlığı anlamındaki Nafıa Vekaleti’nin kısaltılmış hali olarak sıkça kullanılan bu sözcük,
İkinci Dünya Savaşı sırasında özel bir anlam da kazanmıştır. Askere çağrılan gayrimüslim vatandaşların bir
bölümü demiryolu ve havaalanı yapımı işlerine verilirken, büyük çoğunluğu da yol yapımı, taş kırma gibi
işlerde çalıştırılmak üzere, özel kahverengi elbise giydirilip Nafıa hizmetine verilmiş, kendileri de “Nafıa
askeri” olarak adlandırılmıştır.” Biberyan, 1998, s. 13’e yayınevi tarafından eklenen dipnot.
∗
3 İtalik ve tırnak işaretleri romana aittir.
4 Kanun ve uygulandığı süreç hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akar, 1999; Aktar, 2000; Kafaoğlu, 2002;
Koçak, 1996; Ökte, 1951.
188 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker
2000: 136; Nadi, 1964: 178-179), bazı kesimlerce sonuna kadar savunulan (Uran,
1959: 252) ve kentlerin “savaş zengini” yüksek kazanç sahiplerini vergilendirmeyi
amaçlayan bir kanundur. “Varlık” yürürlüğe girmeden önce basın sıklıkla ülkede
ihtiyaç duyulan malların piyasada bulunmayışı, bulunanlarınsa alınamayacak kadar
pahalı oluşu üzerinde durmuş; ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durumdan tüc-
carları sorumlu tutmuş ve onları ahlaksızlıkla suçladığı gibi sürekli olarak da hedef
göstermiştir.
Gazetelerde 1942 yılı Kasım ayına gelene kadar ülkedeki pahalılığa çare olacak
yasal düzenlemeler beklentisini görmek münkündür. Böyle yazılardan birinde Kemal
Zeki Gencosman “...milli bünye sağlamdır. Bu kollar, bacaklar, kısaca bozukluğa uğ-
ramış bu ihmali kabil parçalar, kanunun sert bıçağı altından kaçamıyorlar ve kaçama-
yacaklardır.” (Ulus, 1.11.1942) demektedir. Pahalılığa neden olanlar, karaborsacılar
“ihmali kabil parçalar”dır. Bu anlayış “milli bünye”yi sağlam kabul ettiğine göre, aynı
anlayış için bu sağlam yapıda sorun çıkaranlar ya zaten o yapıya dahil olmayanlardır
ya da daha önce sağlam oldukları halde bozulmuş olanlardır ki her iki durumda da
bu parçaları yok saymak ya da yok etmek mümkündür.
“Varlık”, önce CHP grup toplantılarında gizli oturumda görüşülmüş ve ele alınan
konular ile yapılan konuşmalar hakkında dışarıya bilgi sızdırılmamış; zaman zaman
basına yapılan açıklamalar ise kısa ya da önemsiz açıklamalar şeklinde olmuştur
(Akandere, 1998: 130). Döneme ait anıların yer aldığı kitaplarda “Varlık”ın görü-
şüldüğü gizli oturumda dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun “Bu kanun aynı
zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir
fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak,
Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz” (Barutçu, 1977: 263) ve “Varlık Vergisi ih-
tilal kokan bir kanundur.” (Us, 1966: 554) dediği belirtilmektedir.
İkinci Dünya Savaşı yılları Türkiye’de, az gelirli vatandaşlar vatanı canlarıyla ko-
rurken geliri çok olanların da vatanı mallarıyla koruması gerektiği fikrinin genel ka-
bul gördüğü yıllardır. Tüm vatandaşların vatanın korunmasında birleşmesi beklenir-
ken, vatanı silahla korumakta olanların yeri daha ayrıcalıklı ve özel kabul edilmiş,
gerçek vatan savunmasının da aslında bu olduğu fikri daima var olmuştur.
Genel kabul gören anlayışa göre “Her Türk asker doğar” ve tarihsel olarak Türk
milletinin en belirgin özelliği “iyi asker” ve “asker millet” olmasıdır. Türk Tarih Tezi
ile ileri sürülen bu fikirde etnisist milliyetçilik anlayışının etkisi ağır basmaktadır
çünkü askerlik, savaşçılık Türk kültürünün özünde olduğu kabul edilen “değer”lerdir
(Altınay ve Bora, 2002: 142-143). Vatanın kutsallığı, vatan savunmasına fiili olarak
katılanlara da neredeyse aynı ölçüde kutsiyet atfeder. Bu nedenle, askerlik-vatandaşlık
arasındaki ilişkide “en kutsal vazife” olan askerlik yoluyla birinci sınıf vatandaşlık er-
keklere bahşedilmiştir.”(145). Dönemde askeri okullara öğrenci ve personel alımında
“T.C. tebaasından” ve “Türk olmak” koşullarının ikisi de aranmıştır (145). “T.C. teba-
ası” ifadesi Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi kapsamak-
tadır. Bunun içinde Türkçe konuşan ve konuşmayan, müslüman olan ve olmayan tüm
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 189
unsurlar mevcuttur. Ancak böylesine kapsayıcı bir ifadeye “Türk olmak” ifadesinin
de eklenmiş olması bu kapsayıcılığı daraltma/sınırlandırma anlayışının göstergesidir
ve ilk akla gelen de bu daraltma/sınırlamanın gayrimüslim vatandaşları yani azınlık-
ları dışarda bırakmak amacı taşıdığıdır. Fakat Lozan Antlaşması’nın 37.-44. madde-
lerindeki azınlık hükümlerinde yer alan gayrimüslim-müslüman ayrımının (Oran,
2001: 152-165) burada biçim değiştirerek gayrimüslim-Türk ayrımına dönüşmesinde
laiklik ilkesinin belirleyici rolü olduğu düşünülebilir. Bu durumda Türkiye’nin birinci
sınıf vatandaşları “gayrimüslim olmayan Türk erkekler”dir.
Nitekim, “sağlam olan milli bünyenin ihmali kabil parçaları” ile birinci sınıf vatan-
daş olarak kabul edilmeyenlerin kimler olduğu, kısa bir süre sonra servet ve kazanç
sahiplerinin servetleri ve fevkalade kazançları üzerinden bir defaya mahsus olmak
üzere yürürlüğe giren “Varlık”ın uygulandığı süreçte yaşanan keyfilikler ile netleşe-
cektir. Bu süreçte komisyonlar oluşturulmuş ve komisyonlar vergi mükelleflerini M
(müslüman), E (ecnebi), D (Dönme) ve G (gayrimüslim) olmak üzere gruplara ayı-
rarak vergi miktarlarını gösteren cetvelleri illerde çeşitli yerlere asarak ilan etmiştir.
Bu cetvellere göre M ve E grubu toplam matrahın 1/8’ini, D grubu 1/4’ünü, G grubu
da 1/2’sini ödeyecekti. (Ökte, 1951: 86-92) Rıdvan Akar da, G grubunda yer alan mü-
kelleflerin toplam mükellef sayısı içindeki oranının % 87 olduğunu ve tüm ülkede
tahakkuk edilen 349.483.419 liralık verginin yaklaşık 290 milyon liralık kısmının G
grubundaki mükelleflere düştüğünü yazmaktadır (1999: 87 ).
Baret’in babası, G grubundaki 54.377 mükelleften biridir. Baret’in babası Diran
Tarhanyan, Varlık Vergisi borcunu ödemiş ve Aşkale’ye gitmemiştir. Borcunu ödeye-
bilmek için neyi var neyi yoksa elden çıkarmıştır. Diran Tarhanyan kalp hastası oldu-
ğunu, yaşayacağı günlerin sayısının az olduğunu, giderse kalbinin buna dayanama-
yacağını bilmektedir. Ama bunu sadece o bilmektedir. Yaşanmakta olanın “neden”ine
yönelik nadir vurgulardan biri de yine isyan ile, yine dillendirilmeden Aşkale’ye git-
meyen babadan, bu gitmeyiş üzerine gelir:
...Belki de herkes, bütün tanıdıkları, bütün dünya kendi hakkında aynı şeyleri
düşünüyordu. Ailesini, çocuklarını düşünmeyen bencilin biri! Gerçekten de aile-
sini, çocuklarını düşünmemek kötü bir şey miydi? Niçin önce ailesini düşünmek
zorundaydı? Kim koymuştu böyle bir kuralı? Niçin ailesi onu düşünmesindi? Ni-
çin Arus karşısındakinin zayıf noktasını bulmuş bir insanın sömürücülüğü ile her
şeyi durmadan yüzüne vuruyordu? Aileni düşünmedin. Onların rahatını, sosyal
durumunu, keyfini düşünmek, onların mutluluğu için kendini feda etmek zorun-
daydın. Ülkesi için kendini feda eden bir asker gibi. Neden feda eder insan kendi-
ni? Neden feda olmalıydın? Niçin feda olan asker hep sen olmalıydın? (Biberyan,
1998: 58-59).
boyunca ağlatır:
‘Bu hale düştüğü’ için kirazı almak zorunda mıydı? Mevkiini kaybetti diye
gururunu da mı kaybetmeliydi? Onurunu da mı? İnsan olarak kendisine biçtiği
değeri de mi? Tam da şimdi kibirlenmek istiyordu? Şimdi, tam yapamadığı an.
Oysa evvelce her şeyi yapmaya imkanı varken yapmamıştı, yapmak istememişti,
yapmayı sevmemişti. Nefret duydu. Suren’in hep bugünü beklediğini anladı. Onun
için önemli olan gururunu göstermek değildi. Gururunu gösterebilecek durumda
olmaktı (Biberyan, 1998: 61).
Ağzına bir lokma koymadan dışarı çıkmıştı. İki gündür, akşamdan akşama iki
lokma bir şey yiyordu. Mümkün olsa onu da yemeyecekti. Emin değildi, acaba ana
kız kendisine duyurmak için mi bu ümitsiz tabloyu çizmişti? Şeytan içine girmişti
bir kere. ‘Bu adam’ın artık gündelik ekmeği bile düşünmediği yollu şikayetlerini
yüksek sesle söylemek için, kendisinin Suren’in teklif ettiği işi reddetmesini mi
beklemişlerdi? Evde aç kalıyordu. Kahvaltılık bir şey yoktu. Bir çeşit yemek zar zor
pişmekteydi. Hilda’ya da yeni iş çıkmamış...Ne yapacakmışız? Bunun sonu nereye
varacakmış?...İki gündür öğlenleri simitle geçiştiriyordu. Sürekli açlık hissediyor-
du. Eski elbiselerinden birini satmaya karar vermişti; ama Suren’e evet deme fikrine
karşı koyuyordu. Bunu, açlıktan ve evdekilerin suçlayıcı bakışlarından bile daya-
nılmaz buluyordu.” (Biberyan, 1998: 96).
Arus ve Hilda’nın hazırladığı sofralar lüks ve bolluktan uzak sofralardır. Baret as-
kerden döndüğünde Tarhanyanlar’ın kutlama yemeği, annesinin aldığı bir parça pir-
zola ile babasının da akşam yemeği için getirdiği balık olmuştur. Kutlama yemeğinde
eski günlerden kalan tek şey Baret için çıkarılan bir tek gümüş çataldır. Kırmızı ve
beyaz ete bir gümüş çatal eşlik eder eski günlerin anısını yaşatırcasına. Mükellef bir
kahvaltı da sütün, zeytin ve peynirin bir arada olabildiği bir kahvaltıdır.
Kahve ve şeker neredeyse adı bile unutulan tüketim maddeleri olmuştur. Dırtad
amca, Baret kendisini ilk ziyaret ettiğinde “Senle karşılıklı bir güzel...Az kalsın kah-
ve içelim diyecektim. Çoktan unuttuk. Birer çay içelim, pekmezle. Biz burada şeker
yerine pekmez kullanıyoruz, biliyor musun?” sözleriyle anlatır durumu. İçine dahil
olunmamış bir savaşın ağır ekonomik koşulları kendisini ülkenin her yanında yokluk
ve yoksulluk olarak göstermektedir. Faik Ahmet Barutçu “Açlık ıstırabı giderek ge-
nişlemekteydi. Pirinç, yağ, et gibi ana maddeleri bulmakta güçlük çeken kentlerimiz
eksik değildi. İstanbul gibi en önemli bir merkez yiyecek sıkıntısına düşmüştü.” (1977:
250) sözleri ile anlatır ülkede yaşanan koşulları. Diğer yandan Suren gibi misafirleri-
ne kolaylıkla kahve ikram edebilenler de vardır: “Bir kahve söyle bize. Biri sade olsun.
Yine sade içiyorsun, değil mi Müsü Diran” (Biberyan, 1998: 55).
Suren’in Baret’in karnını doyurma zevkini elinden alan, Baret’e eskiden çalıştığı
uluslararası şirkette iş bulan amca Dırtad olur. Baret “okumuş” olması işe yarayacağı
için mutludur. Kendisini ve babasını “çok kitap okumakla” suçlayan, kitap okumanın,
okur-yazarlığın karın doyurmayacağını ısrarla vurgulayan Suren dayısının karşısında
şimdi daha güçlüdür. Kendisine iş bulan amcası olduğu için, Suren’e karşı kendisini
daha da güçlü hissetmektedir.
Baret’in iş hayatına başlamasıyla, biz de romanda son derece sınırlı sayıda olan
Türk karakterlerden ilki ile karşılaşıyoruz. Baret’in masa arkadaşı ve yine Baret’in ilk
gördüğü andan itibaren gülmeyi unutmuş bir insan olduğuna karar verdiği Necla
Hanım. Necla Hanım’ın romandaki tek yeri “Burada hızlı çalışmak doğru değildir.”,
“Sonra bin türlü iş yüklerler. Ağır çalışıp hep meşgul görünün.”, “Daha yenisiniz, an-
larsınız.” (Biberyan, 1998: 108) cümleleri ve bu cümlelere uygun olan kendi tavırla-
rıdır. Necla Hanım, de Certeau’nun “la perruque” adını verdiği hileyi uygulayan ve
bunu öneren bir çalışandır. Necla Hanım, işvereni için çalışıyormuş gibi gözükerek
kendi işini yapmakta ya da işleri yavaşlatarak daha az çalışmanın yolunu bulmaktadır.
194 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker
De Certeau “la perruque”un “işten kaytarmak olmadığını, çünkü işçinin resmi olarak
işinin başında olduğunu” söyler (De Certeau, 1988: 25).
Baret’in çok ve “hızlı” çalıştığı, severek yaptığı bir işi vardır. İş yaşamının anla-
tıldığı sayfalar boyunca ne kadar iyi Fransızca, Osmanlıca bildiği ortaya dökülür.
Cümle kuruşları, kelimeleri, düzeltmeleri hatasızdır. O kadar hatasızdır ki şefinin
önerisi ile bir üst serviste çalışmaya başlar. İşe başlamasının ardından da “boş zaman”
düşüncesinin varlığı ve bu zamanlarda neler yapabileceğini düşünmesi, iş arkadaşı
Tonietta’dan hoşlanması, parasızlık nedeniyle Tonietta’dan vazgeçmesi gelir.
Çalışmaya başlayarak emek piyasasında bir pozisyon elde edilir. Bu pozisyona
bağlı olarak da birey genel olarak, aktif ekonomik hayat devam ederken harcama ile
ilgili kendi kararlarını verebilmekte, tüketim seçenekleri geliştirmekte ve bazı alış-
kanlıklar kazanmaktadır. Bu süreç ekonomik sosyalleşmenin de en önemli evresidir
(Webley, Burgoyne vd., 2001: 44). Ancak Baret için burada farklı bir durum söz konu-
sudur. Çünkü sadece ekonomik bir pozisyon elde etmiş olmak ekonomik sosyalleş-
menin gerçekleşeceği anlamına gelmediği gibi, ne kazanılan para tüm bu sayılanları
sağlayabilecek miktardadır ne de nasıl harcanacağına tek kişi karar verecektir:
Diyelim ki ‘evet’ dedi. Sonra? Her akşam birlikte çıkarsınız, sonra? Her akşam
Baylan, her akşam sinema, pazarları plaj...Aylığın bir hafta dayanmaz. Evine davet
edebilir misin? Hikaye mi anlatacaksın? Biz zamanında şöyleydik, böyleydik mi
diyeceksin! Yoksa Ada’ya götürüp, bunu görüyor musun, zamanında bu bizim evdi
mi diyeceksin?...Gömleği ıslanmaya başlamıştı. Kız ter kokusunu duyacak, ondan
tiksinecekti. Bu havada terlememek imkansızdı. Bari hafif bir yazlık ceketi olsaydı.
Arada bir denize girmek yeter miydi yazın?...Peki ya hamam? Her gün gidebilir
miydi? Zamanı olsa bile bütçesi elvermezdi. Evde bir duş bile yoktu! (Biberyan,
1998: 136).
ilişkilerin de başlamasına vesile olan bir toplantıdır. Baret, eski günleri hatırlatıcı bir
biçimde terziye elbise diktirirken, Hilda da gece gündüz uğraşıp, the dansant elbisesi-
ni dikmekte, yakasını boncuklarla işlemektedir; bir yandan da hala kendilerini “adam
yerine koyanların” varlığı sayesinde, the dansant’a “davet edilmiş” olmanın gururunu
ve mutluluğunu yaşamaktadır.
Giyimlerinde modadan uzak, zamanda sabitlenmiş insanlardır hepsi de. Ev içinde
lime lime olmuş terliklerle, yamalı ve kirli giysilerle dolaşılmaktadır. Kıyafetlerde mi-
safir geldiğinde değişiklik olmakta; Arus böyle durumlarda ipek çorap, temiz elbise,
terlik yerine de ayakkabı giymekte, saçlarını tarayıp başının üzerine taç şeklini verdiği
bir bant takmaktadır. Yalnız bu değişiklikte eksik kalan yüzdeki pudradır. Yüzde pud-
ranın olmayışı geçmişe dönülemeyeceğinin simgesidir.
Evdeki eşyalar zamanın, kendi yetki alanına giren herşeyin değişmezliğini ön-
görüp buyurmakta olduğunun göstergesidir. Bir zamanların harika acem halılarının
yerine sıradan halılar gelmiş; tahta sandalyeler kullanılır olmuş; eski demir karyola-
nın gıcırtıları, tüllerin değiştirilememesi, misafir için yatak ve yedek temiz pijama
olmayışı, çarşafların yaması ayrı birer kavga vesilesi haline gelmiştir. Çarşaflar kirli ve
tahtakuruları nedeniyle kanlıdır. Geceleri rahat uyku yüzü göstermeyen tahtakuru-
ları gün boyu yaşanan, bir türlü alışılamayan, değişmesi için çabalanmayan, insanları
içten içe yiyen maddi ve manevi her türlü yoksunluk ve yoksulluğun vücut bulmuş
bir biçimde gecelere de yansımasıdır.
Ve bu yoksulluk nedeniyle Hilda’yı evlendiremediklerini sık sık dillendirir Arus.
Ev görücü kabul edecek durumda değildir, hele hele bir nişanlıyı bir tek gece bile olsa
misafir edebilecek durum hiç yoktur. Hilda’nın bir terzi yanında, eskiden kendileri
için kat kat elbiseler diktirdikleri bir terzinin yanında çalışmaya başladığı da eve para
vermekten iyice vazgeçeceği korkusuyla babadan saklanırken; çok daha büyük kor-
ku ile, Hilda’nın çalışıyor olduğunun duyulması korkusuyla, saklanmaktadır. Çünkü
“sınıf ayrımında en göze çarpan özellik belli işlerin belli bir sınıfa özgü olmasıdır.”
(Veblen, 2005: 19) ve “her günkü geçim derdiyle doğrudan ilgili olan işler, alt sınıfın
üstlendiği işlerdir” (2005: 20). Sınıflarının artık değişmiş olduğunu kabullenemeyen
Arus ve Hilda, alt sınıfa özgü olan ama kendilerinin de aynısını yapmakta oldukları
işleri, paylaştıkları yaşam biçimini saklamaktadırlar. Bu, durumun değişeceği ümidi-
ni taşıdıklarını ya da en azından içinde oldukları durumu kabullenmeyi reddettikle-
rini göstermektedir.
Eskinin fötr şapkalı, eldivenli Müsü Diran’ı uzun zamandır yoktur artık. Diran,
ömrünün son yıllarını -Müsü Diran’ın parasız kalması bir türlü kabul edilemediği
için belki de- parası olduğu halde ailesi için harcamamakla, savaşın yarattığı fırsatları
kullanıp eski varlıklı hale dönüş yapmak için çabalamamakla suçlanarak, bir yandan
ailesinden gizlediği hastalığı için uğraşarak geçirir.
Zayıf kalbinin aldığı sondan bir önceki ağır darbe, belki de Amerika’nın Japonya’ya
attığı atom bombalarının haberidir. Oğlu ile sohbet eder “son”a en yakın olduğu
anda:
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 197
Bizim zamanımızda kolejde bir hocamız vardı. Mr. Hooks derlerdi, Protestan
vaiziydi. Bize tüm dünyadaki değerlerin, hep beraber, bir insanın tırnağı kadar
bile değerli olmadığını söylerdi. Kitabı Mukaddes’ten alıntılar yaparken araya Ba-
ğımsızlık Bildirgesi’nden bölümler katardı. Jefferson’un, Tom Paine’in, Franklin’in,
Lincoln’ün sözleriyle yetiştik biz. Öleceğimi bilirdim de, Amerika’nın böyle bir şey
yapacağı aklıma gelmezdi. Nasıl yaptı, neden yaptı? Savaşın sonuna gelmişken (Bi-
beryan, 1998: 153).
Aynı günün akşamında Diran, belki de son darbeyi Arus’un, parası olduğu halde
sakladığı, ailesi için harcamadığı yönündeki suçlamasını yüzüne haykırması ile alır.
Amerika’nın atom bombası atarak milyonları öldürmesini anlayamadığı, kabullene-
mediği şaşkınlığın aynısı ile karşılar bu durumu da: “Ben mi, param var da saklıyo-
rum, yok diyorum ha! Ben mi...” (Biberyan, 1998: 155). Gürültüyü duyup yanlarına
gelen oğluna titrek bir sesle “Duyuyor musun, param varmış, kasten vermiyormu-
şum! Ben...Dediklerini duyuyor musun?” (Biberyan, 1998: 155) der isyan, şaşkınlık
ve hayal kırıklığı içinde. Bir sonraki gün sokakta çamurun içine düşüp orada yığılıp
kalan Diran, etraftakilerin yardımıyla eve getirildikten sonra yaşama gözlerini açmaz
bir daha.
Diran’ın ölümünün ardından eve gelenlerin kalabalığı dağıldığında Arus, Diran’ın
ölümünü ve sonrasını, işten gelip evdeki kalabalıkla karşılaşan Baret’e ayrıntıları ile
anlatırken yine aynı yerden konuşmaktadır: “O odaya çıkacaklar, o yatak, o yırtık
çarşaflar... Rezil olacağız... Tüm mahallede konuşulacağız.”, “Siyah çorap yok...İnsan-
lar gelecek, rezil olacağız... Evi öyle bırakıp dışarı çıkamayız... Neyse ki Zımaro, si-
yah neyi varsa toplayıp gelmiş... Sağolsun...”, “Neyse ki kahve vardı evde.” (Biberyan,
1998: 163), “Bu şapka giyilir mi? Modası geçmiş ama üstüne tül gelince belli olmaz.”,
“Bak, ne kadar ters oldu! Bir ay sonra olsaydı bir manto giyerdim, her şey kapanırdı...
Şunun eteğini uzatabilir misin?”... (164) “Muhteşem bir cenaze olmalı”, “Koca Müsü
Diran öyle mi kaldırılır!” diyen Suren, tüm cenaze işlemlerini kendisi yapar. Cenaze
töreninin Kadıköy kilisesinde değil Beyoğlu bölgesindeki Ermeni kiliselerinin mer-
kezi olan Yerrortutyun kilisesinde yapılmasına karar verir. İstanbul’da yayınlanan Er-
menice günlük gazeteler öğleden sonra piyasaya çıkan akşam gazeteleri olduğu için,
cenaze ilanı tören düzenlenene kadar iki gün boyunca ve çift sütunda yayınlanabilsin
diye hemen gazeteler aranır. Diran, piyasada sevilen tanınmış biri olduğu için Türkçe
gazetelere de ilan verilir.
Arus daha sonra günlerce cenaze törenini, tabutun “harikalığını”, gelen çelenk-
lerin sayısını, cenaze töreninin bütün ayrıntıları ile gazetede yer alışını, törene kaç
kişinin katıldığını, gelenlerin nasıl giyindiğini, ne kadar bağış yapıldığını... konuşa-
caktır. Çünkü gündelik olanda, “her şey hesabedilir. Çünkü, orada her şey sayılır:
para, dakikalar. Her şey metreyle, kilogramla, kaloriyle ölçülür. Sadece nesneler değil,
aynı zamanda yaşayanlar ve düşünenler de...Ve bu arada insanlar doğarlar, yaşarlar ve
ölürler. İyi ya da kötü yaşarlar” (Lefebvre, 2002: 31).
Romanda sıklıkla üzerinde durulan meta fetişizmi, mücevherler söz konusu oldu-
ğunda daha net ortaya çıkmaktadır. İnsanlardan daha değerli görülen mücevherler,
198 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker
kocam değil mi, neden vermeyeyim ki?” der. Lula’nin cevapları tatmin etmez Baret’i,
çünkü artık kadınların, kocaları için bile olsa mücevherlerinden vazgeçmeyeceğine
inanmıştır.
Baret yaşamaktadır. Öylesine, sadece, yaşamakta; ne plan yapmakta, ne hayal kur-
makta, çokça içmekte ve yaşamak için nefes alıp vermektedir. Lula’nın hamile kalışı
bu sessiz yaşayışı değiştirmez. Lula, Baret’in eski yaşamını, hikayesini bilmese de ken-
disininkinden farklı olarak yaşamının bir döneminde varlıklı bir hayat sürdüğünü
hissetmekte ve belki de hala öyle olduğu düşüncesiyle kendisiyle hiçbir zaman evlen-
meyeceğine inanmaktadır.
Lula’nın hamileliğinin ilk ayları bekleyiş içinde geçer. Ne bebekten kurtulmak
ne de anne olmak yönünde bir karar verebilmektedir. Karnı büyüdüğünde her şeyin
anlaşılacağından ve bu nedenle bir daha asla evlenemeyeceğinden korkan Lula bu
süreci tam bir kabus içinde geçirir. Baret ise sadece beklemektedir. Bir gerilim içinde
beklemektedir ikisi de, sanki sonsuza kadar bekleyebilirlermiş gibi. Bu gerilim nede-
niyle zaman bazen çok hızlı bazen de çok yavaş geçiyor gibi gelmektedir. Moretti, bu
gerilim retoriğinin, insanları zamanın hızlı ya da yavaş ama bir şekilde akmakta oldu-
ğu gerçeğini bir şekilde kabullenmek, hazmetmek zorunda bıraktığını söyler. Ancak
Baret’in bu gerçeği kabullenmek ister bir hali yoktur. Çünkü aslında Baret’in herhangi
bir hali yoktur: kabullenmek ya da kabullenmemek, çaba sarfetmek ya da bırakıp
kaçmak, hiçbiri yoktur. Lula zamanın akmakta olduğu gerçeğini kabullendiği için
kendi kendine, ilaç içip çocuğunu düşürerek ondan kurtulma yolunu seçer. Ancak
seçtiği yolu tamamlaması, ilaçtan zehirlenip ölmesi nedeniyle mümkün olmaz. “Şok
anında yoğunlaşıp patlayan bir zaman” vardır artık (Moretti, 2006: 147). Hem Lula
için, ki onun ölümü ile sonuçlanır, hem de Baret için. Baret’in Lula’nın bu nedenle
ölüm haberini alıp yine kaçması ama bu sefer “güneydoğuda bir yerlere” kaçması ve
yaklaşık 10 yıl boyunca İstanbul’a dönmemesi zamanın yoğunlaşıp patlamasından
sonraya denk gelir.
Baret’in tekrar İstanbul’a dönüşü Dırtad Amca’sının ölümü ile birlikte Ada’daki
evin kendisine kaldığı haberini alışından sonradır. İstanbul’a döner, evi istemediğini
avukata bildirir. Annesi ile ablasının oturduğu evi bulup yanlarına gider. Arus, kızını
kendisine şekerleme ve çikolata almıyor diye suçlayan bir yaşlı, Hilda evlenememiş;
komşularının çocuklarına anne ve babalarından çok daha fazla yakınlık göstererek,
yaşlılara çocuklarından ve torunlarından daha çok hizmet edip hürmet göstererek
onların sevgisini “çalmaya” çalışan orta yaşlı bir kadındır artık. Arus paha biçilmez
bir değer taşıdığına inandığı, kendisine bir zamanlar yaşadığı hayatı hatırlatan ve o
hayatla arasındaki tek bağ olan tüyleri, tül, saten ve dantel parçalarını bu sefer ko-
casının değilse de kızının satacağı korkusuyla saklamakta, şekerleme ve çikolataları
sakladığı yerleri de unutmaktadır.
Baret, eve döndüğü bir akşam annesini yatağında gözleri yarı açık, çenesi sarkık
ve ağzının kenarından birkaç damla beyaz köpük akar halde bulduğunda, onu öylece
bırakıp yine çekip gitmeyi seçer...
200 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker
Sonuç
KAYNAKÇA
Altınay, A. G. ve Bora, T. (2002). “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
Milliyetçilik, 4: 140-153.
Clark, E. C. (1984/1985), “Türk Varlık Vergisine Yeniden Bakış”. Yapıt (Toplumsal Araştırmalar Dergisi).
8, İnönü Özel Sayısı.
De Certeau, Michel (1988). The Practice of Everyday Life, Berkeley: California University Press.
--------------- (2002). “Work and Leisure in Everyday Life”. The Everyday Life Reader, New York:
Routledge.
Us, A. (1966). 1930-1950 (Atatürk, İnönü, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Devri Hatıraları,
İstanbul: Doğruluk.
Webley, P., Burgoyne C. B. vd. (2001). The Economic Psychology of Everyday Life,
Cumhuriyet
Ulus
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 203
ÖZET
Bu makale, dünyada 160’tan fazla ülkede yayın yapan küresel müzik kanalı MTV’nin, Türkiye’de yayına başla-
ması sürecini değerlendirmek için hazırlandı. Yerelleşme kavramının, günümüzde küreselleşme stratejisi olarak
nasıl kullanıldığı, MTV Türkiye örneğinde niteliksel bir analizle incelendi. MTV Türkiye’nin kuruluş süreci,
küresel ve yerel hedefleri, kültür endüstrisinin yeni bir boyutu olarak ele alındı. Küresel medya endüstrilerinin
ekonomik çıkarlar doğrultusunda yerel kültür içinde bir dönüşüm yaratma hedefleri, MTV Türkiye örneğinde
MTVI’nin genel yayın politikası ve tarihsel-küresel gelişimi ışığında tartışıldı.
ABSTRACT
This article aims to study the local establishment process of MTV, a cable network spanning more than 160 co-
untries. Article describes a qualitative analysis of glocalization strategies of “MTV-Turkey”. The establishment
of the channel, targets and aims both locally and globally is examined as a case study for the culture industry.
The global media industry, towards its economic benefits, aims at cultural transformation. The process is ang-
ved in accordance with MTVI’s global brodcasting consept in a historical perspective, using MTV Turkey as a
case study.
1 Ar. Gör. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü
204 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı
Giriş
Analiz ve değerlendirme
A. MTV fenomeni
“…Biz yola izleyiciye ulaşabilmek için yerel olmak gerektiğini sezerek çıktık. Bu da markamı-
zın dünya çapındaki değişmezliğini korumanın yanı sıra, yalnız dil ve müziğin değil, anlayışın da
yerelleştirilmesiyle mümkün olabilirdi…”
Bill Roedy, MTV Uluslararası Ağı Yönetim Kurulu Başkanı
“…MTV hem bir küresel olgu hem de sıra dışı bir işletmedir. Dünyanın her yanındaki yaklaşık
385 milyon evde izlenebilen gerçek anlamda bir kuşağa seslenen bir markadır. İnanılmaz ölçüde
kârlı olmasının yanı sıra Viacom’un en önemli varlıkları arasında yer alan olağanüstü bir büyüme
makinesidir…”
Sumner Redstone, MTV Y.K. Başkanı ve CEO’su.
klipten klipe kesintisiz bir geçiş yaparak izleyicinin ilgisinin dağılmasını engellemek
gerektiğini fark etmiştir. İlgiyi tutmanın ön koşulu, öncelikle ilgi çekebilmek oldu-
ğundan hazırlıklar bu doğrultuda gelişir. Bunun için de öncelikle “kibar ya da resmi
görünmeyen, acemice ama isyankâr bir grafiti çağrışımı olan” bir logo tasarlanır, Neil
Amstrong’un aya MTV bayrağı dikerken gösteren logo, kanalın yayına başlamasıyla
yayına girer. İlk video klipse manidar biçimde, The Buggles’ın, “Video Killed The Ra-
dio Star” (Video Radyo Yıldızını Öldürdü) adlı parçasıdır.
Sıradaki adım, basının sonra da reklam verenlerin ilgisini çekebilmektir. Bu da
kanal yöneticilerini iyi bir marka çalışması yapmaya yönlendiren diğer nedendir.
MTV’nin başarısı gitgide kabul görür. Plak mağazası sahipleri, MTV’nin satışlar üze-
rindeki etkisini gözlemlemişler, kanalın pazarlama kampanyasına katılmaya istekli
hale gelmişlerdir. Plak şirketleri de gönderdikleri klip sayısını çoğaltmışlar, sanatçılar
da kanalın kendi yıldızlarının parlamasına büyük katkı sunduğunu fark etmişlerdir.
Bu arada MTV kablolu TV operatörlerine baskı yapmasının bir yolunu geliştirmiş-
tir. Rock yıldızlarının oynadığı, “I want my MTV” (MTV’mi istiyorum) adlı reklam
filmleri çekilir, bu reklamlar MTV yayınlarının izlenemediği bölgelerdeki büyük ka-
nallarda yayınlatılır. Bu reklam bombardımanının maliyeti, 2 Milyon dolar olmuştur.
Reklamlar o kadar etkin olur ki, kablo operatörleri, kanalı izlemek isteyen gençlerin
büyük tepkileriyle karşı karşıya kalır. Freston o dönem de tek tek şehirleri hedef al-
dıklarını, bir kent için bir hafta yoğun reklam verdiklerini, sürecin kusursuz işlediğini
ifade etmiştir (Tungate, 2006).
Adelt’e göre (2005), MTV Music Networks’ün hisselerinin büyük kısmı Warner
Amex’in elindedir ama halka açık bir şirkete dönüşür, ertesi yıl American Express
şirketteki hissesini Warner’a satınca Warner da kanalı Viacom’a satar. Kanal iki yıl
sonra Sumner Redstone’un idaresine geçer. 1986’da gerçekleşen bu el değiştirme, bir-
çok değişimin de habercisidir. Kanal yayın politikası olarak alternatif bir görünüm
sunmuş, 1980’lerin başında kanalda daha çok beyazlar ekrandayken, Michael jack-
son, rap müzik ve hiphop için farklıların adresi haline gelmiştir.
Ancak 90’larda MTV, müzik endüstrilerinin, bir sanatçını kamusal kimliğinin
oluşumunun, satış artışlarının belirleyicisi olmuştur. Yüksek kâr edebilme özelliğine
sahip olan kanal, ergenlere ve genç yetişkinlere yönelik reklamları hedeflemiştir. Kab-
lolu TV sorununu da çözünce, 1992 yılında ilki düzenlenen MTV Müzik ödülleri,
139 ülkede yayınlanmış ve starların katılımıyla gerçekleştirilen bu tören, MTV’nin
küresel bir fenomen haline gelmesinde önemli bir adım olmuştur (Schucker, 1998).
Çağdaş gençliği hedef alan, önemli bir reklam aracına dönüşen kanal, hedef kitle-
sini özgün medya marketleriyle bir araya getirmeyi, daha o yıllarda başarmıştır. MTV,
tüketim alışkanlıklarına yön verecek, üründen çok ürünü tüketeni şekillendirmeye
yönelecek bir anlayışla, hedef kitlesi gençlik olan her sektörün iştahını kabartmaya
başlar (Young, 2001:65). Başarı grafiği gittikçe yükselen kanal, Adorno tarafından ka-
pitalizmin siyasal ve estetiksel ilişkilerin yeniden üreticisi olarak tanımladığı popüler
müzik aracılığıyla (Alemdar ve Erdoğan, 2004:38), kapitalist endüstriyel standartlaş-
208 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı
1994 yılında teknolojik bir gelişme, MTV’nin yayın stratejisini son derece ko-
laylaştırarak, küreselleşme adımlarına katkı sağlayacaktır. Jack Banks’in aktardığına
göre MTV rekabetçi olmayan, büyük plak şirketleriyle işbirliğine dönük bir strateji
izleyerek bu başarısının temelini oluşturmuştur (Jones, 2005:83-88).
Dijital yayıncılığa geçen kanal, Avrupa’nın farklı bölgelerine ulaşmaya başlar. Bu
da her ülkenin kendi MTV’sine sahip olması anlamında bir ön hazırlıktır. Ülkele-
rin kendi dillerinde sunucular, klipler ve programlarla MTV kanalında buluşması,
kanalın genel stratejisinin müzik ödülleri gibi belli başlı programlarla sürekliliğinin
sağlanması hedeflenir. Asya, Avustralya, Kanada, Latin Amerika ve Rusya’da bölgesel
yayınlar yapan kanal, MTV Uluslararası Başkanı Bill Roedy’nin yürüttüğü stratejiyi
izlemektedir. Bu da kablo erişiminin bulunmadığı yerlerde, ulusal frekanstan yayın
yapma önerisidir. Kendisi bu sistemi “agresif, yaratıcı, yılmayan bir dağıtım” olarak
tanımlamıştır (Tungate, 2001: 63).
210 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı
MTV içeriğinin yüzde 70’e kadar olan kısmını yerelleştirmeyi göze almakta, “clas-
sic Coke” dediği klasik formatını, aynen taşımak yerine, yerel politikacılar ve kültüre
göre yeni içerikler inşa ederek küreselleşmektedir. Bu, yerel politikacılarla, reklamcı-
larla ve tüketici talepleriyle her mekânda yeniden tanışmayı, alanı yeniden düzenle-
meyi gerektirmektedir. Yerel bir kültüre küresel bir müdahale olduğunda, yerel kültür
küresel tarafından bozulmaya başladığında, çok ulusçu reklamcıların ve şirketlerin
MTV gibi genç tüketici odaklı bir kanaldan fayda umarak, onunla hareket etmele-
ri doğaldır, çünkü dünyada en iyi tüketici grubu gençlerdir. MTV onları yeni ve el
değmemiş pazarlara tanıtmakla kalmamakta, sadece bu ekonomik fayda değil, kültü-
rel olarak da yeni pazarlar yaratılmasına aktörlük etmektedir. Jones’un (2005), Chip
Walker’ın düşüncelerini şöyle aktarır:
“Televizyon küresel bir köy değil, küresel bir alışveriş merkezi yarattı” Bu
sözün gerçekliğine uygun olarak, MTV’de bu küresel alışveriş merkezinin yara-
tanıdır. Uydu teknolojileri ile kuşatılan dünya gençliği, ortak tüketici davranışları
sergilemektedir çünkü ortak televizyon programlarının izleyicisidirler
Kanalın formatı da tüm bu gelişmelere uygun olarak değişim gösterir. Çizgi film
karakterleri, Ozzy Osbourne’un yaşamı, belgeseller, Türkiye’de de çok popüler olan,
“Biri Bizi Gözetliyor”un ilk ve özgün hali “Real World” 360 derece MTV gibi prog-
ramlar, yalnızca müzikle yetinmeyen kanalın başlıca programlarıdır. Kanal, aşırı bi-
reyci, tüketici kimlikler oluştururken, toplumsal duyarlıklar sergilemedeki eksikliği
yönünde eleştirilince başta AIDS olmak üzere, Amerika ve Avrupa’da önemli sorun-
lar olarak tanımlanan konularla ilgili toplumsal duyarlık projelerine de ekranlarda yer
vermeye başlar. Bu programlar, kanalın yerelleşme stratejilerinde de ya aynen taşıdı-
ğı, ya da yerel versiyonlarının oluşturulduğu yapımlardır. Bu ortak yapım programlar,
yabancı yapımlar ortak telifli programların yerel ekiplerce versiyonunun üretilmesi,
program değiş-tokuşları, ortak etkinlikler, ödüllerin ithalat ve ihracatı anlamına gel-
mekte, yabancı sermayenin yerel kültürle buluşması popüleri oluşturan elementlerin
bu kanallar eliyle melezlenerek tanımlanmasını sağlamaktadır (Allan, 1997: 77-84).
Görüldüğü gibi küreselleşme yalnızca üretim boyutuyla sınırlı değildir. Dağıtım-
da da önemli bir aktör olarak karşımızdadır. Ürünlerin dolaşımı, albümler, filmler, tv
kanalları, bu ağın parçalarıdır. Time Warner’in duyurduğu gibi, dünya artık küresel
endüstride söz sahibi olanların izleyicisi, dinleyicisi, alıcısıdır (Scott, 1997: 77-84).
C. MTV Türkiye
...Global bir marka olmamız çok önemli... MTV gençleri ilgilendiren bir yaşam kanalıdır.
Sadece müzik kanalı olarak değerlediremeyiz. Esra Oflaz. MTV Türkiye Genel Müdürü
2 Bu yasa, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilince, ilgili madde değiştirilmiştir
212 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı
Murdock gibi Viacom da yerelleşme hamlelerine iktidarla iyi ilişkiler kurarak baş-
lar. Viacom’un sahibi Sumner Redstone, Türkiye’ye gelerek başbakanı ziyaret eder.
Bu görüşmeden sonra yapılan basın açıklamasında, Stone, Türkiye’de yabancı medya
sahipliği için belirlenen yüzde 25 sınırının kaldırılması ve çoğunluk hisselerinin sa-
tın alınabilmesi durumunda ulusal Türk kanallarını satın alabileceklerini ifade etmiş,
dünya devi medya kuruluşlarının yakından izlediği Türkiye’ye gelmeme sebeplerinin
yüzde 25’lik ortaklık sınırlaması olduğunu belirtmiş ve önemli yatırımlar yapmak is-
tediklerinin belirtmiştir.5 Başbakanın, MTV Türkiye’ye sıcak yaklaştığı açıklamasıyla
yani destekleyici tavrıyla birlikte tanıtım çalışmaları da hız kazanır.
MTV Türkiye’nin yayına başlayışı sinemalarda ve televizyon kanallarında göste-
rilen tanıtım filmleri, yerli ve yabancı ve yazılı, görsel basında haberlerle duyurulur.
Reklamların yaratıcısı, Mc Donalds gibi pek çok küresel kimliğin oluşmasına hizmet
etmiş Leo Burnett’tir Bu filmler, kültürlerarası buluşmayı ve Türkiye’nin bu buluş-
madaki şaşkınlığını vurgulamıştır, İlk Müslüman yerel kanal olarak da vurgulanan
kanalın tanıtım filmlerde hard rock’ın efsane grubu Kiss’in solisti Paul Stanley rakı
içerken ve Marilyn Manson karpuz keserken rol almıştır. Şiddet, seks ve ötekilik üze-
3 http://64.233.183.132/search?q=cache:TbsnhQaMpYcJ:kelebek.hurriyet.com.tr/magazin/4998372.asp%3F
m%3D1+esra+oflaz+ilk+teklifi+1996&hl=tr&ct=clnk&cd=9&gl=tr
4 Bilgin, D (2006). “MTV Türkiye Eylül’de Yayında” http://74.125.77.132/
search?q=cache:TULnFChgusEJ:www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp%3Fid%3D8831+T%C3%
BCrkiye+MTV+de+lokal+%C3%B6zellikler+i%C3%A7eren+bir+kanal+olacak&hl=tr&ct=clnk&cd=1&
gl=tr 17.05.06
5 http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=4424786 18.0506
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 213
rinden kodlanmış bu reklamlar kanalın nasıl bir izler kitle aratmak istediği konusun-
da henüz netleşmediği ancak bir yandan da gelen ve yadırganan yabancının, evsahibi
“yerli”leri dönüştüreceği, anlaşılmaktadır.
MTV Türkiye, tanıtım çalışmalarını takiben, 23 Ekim 2006’da Nil Karaibrahimgil’in
kanal için özel olarak hazırlanan “Peri” adlı video klibiyle yayına başlar. Kanalın ku-
ruluş açıklamasını bizzat Viacom’un kurucusu Sumner Redstone yapar. Kanal açılı-
şını da uluslararası bir açılış partisiyle kutlar. Partide yerli ve yabancı sanatçılar bir
aradadır.
b- MTV Türkiye’nin Hedef Kitlesi ve Amaçları
Kanalın hedef kitlesi, diğer MTV’lerde olduğu gibi 15 ila 34 arası yaş grubundaki
izleyiciler oluşturmaktadır. Yeni televizyon kanalını izleyen kitlenin çapının ne oldu-
ğunu anlamak için vakit henüz erkendir. Kanal, reklamlarında, 10 milyon eve, 40 mil-
yon kişiye ulaştıklarını sık sık vurgulamaktadır. Türkiye, genç nüfus yoğunluğuyla,
kanalın yeterli izleyici kitlesini oluşturmada tatmin edici bir sayı sunmaktadır. Ancak
tanıtım filmlerinden de göreceğimiz üzere kanal, nasıl bir izler kitleye sesleneceğini,
niteliksel olarak çok da netleştirmiş görülmemektedir.
MTVI yetkililerinin ifadelerine bakarak, Türkiye’den beklentilerini şöyle sıralana-
bilir6: (1) Müzik sektöründe “eğilim”i belirlemek, (2) Gençlerin sosyal konularda bi-
linçlenmesini sağlamak, (3) Genç Türklerin yüksek kaliteli müzik programlarına olan
büyük iştahını doyurmak, onları tüm ekranlardan farklı izleyicilerle buluşturmak, (4)
Yaratıcılık yönü çok yüksek olan Türkiye’den, bu yaratıcılığı dünyanın geri kalanına
taşımak, (5) MTV Türkiye aracılığıyla Türk gençliğiyle olan bağları güçlendirmek, (6)
Ayrıca bu yeni oluşum ile bölgedeki Nickelodeon ve VH1 yayınlarını genişletmek, (7)
Yeni marka ve tarzları mümkün olan tüm medya platformlarına tanıtmak için fırsat
sunmak, (8) Türkiye’den şarkı ihracı ve Türkiye’yi küresel anlamda kültürel bir etki
merkezi bir olarak dünyanın geri kalanına yaymak, Türk starlarla yapılan programla-
rı, MTV Avrupa’da yayınlatmak.
MTV’nin diğer yerel kanallarına bakarak, Banks’ın söylediklerini Türkiye için
de öngörülebilir, Bu durumda, klipler, filmler, film müziği albümleri, stüdyo kayıtları
ve canlı müzikler, bu müzikli görüntülere eşlik eden moda ve yaşam stili önerilerine
bakarak (Jones, 2005:86), burada da, küresel tüketici ve tüketilecekler listesine yeni
bir halka eklendiği söylenebilir.
MTV kültürüne harika bir boyut ekleyecek” demiş ve kanalın eklenerek büyüme
stratejisini ifade etmiştir. Roedy, MTV’yi bir Amerikan şirketi olarak tanımlamanın
yanlış olduğunu vurgulayarak homojen bir içeriğin vizyonları olmadığını, dünyada-
ki kültür çeşitliliğini yansıtmaya önem verdiklerini belirtirken, 18 yıldır, yerelleşme
politikalarında diğer MTV’ler gibi, MTV Türkiye’de de, Amerikan kültürünü ’ihraç’
etmek gibi bir amaçlarının olmadığını, bütün dünyada sadece Amerika’dan çıkan bir
ürüne sahip olmayı hiç düşünmediklerini ifade etmiştir (Akyıldız, 2006). Bu uğurda
daha fazla masraf yapmayı, daha ciddi yatırımları, göze aldıklarını, tek bir formülle
bütün dünyayı dolaşan ürünlerin aksine yerel ekibe, içeriğe, yerel altyapıya yatırım
yaptıklarını ancak bunun ekonomik anlamda uzun vadede kazanmak için tek yön-
tem olduğunu bildiklerini belirtmiştir. MTV Türkiye’nin MTVI’den içerik olarak far-
kı, yerli pop müziğe yüzde 10-15 oranında yer vermesi, yerli pop haberlerine yer ver-
mesi ve en önemlisi de tüm yabancı programların Türkçe alt yazıyla yayınlanmasıdır.
MTV Türkiye kanalında dönüşümlü olarak yer alan 70 civarı programın yüzde 10’u
MTV Türkiye imzalıdır. Bu yüzde 10’luk dilim içinde yalnızca iki program Türkçe
adlandırılmıştır. Onlar da tekrarı yayınlanan açılış partisi ve MTV Müzik ödülleri
adlı yapımlardır. Kalan beş program içinde yalnızca biri salt yerli müziğe ayrılmış
olan Hits Lists’tir.7 MTV TR Private Zone8, MTV News9 Turkey, MTV TR Best of
2006, uluslararası içerikli programlardır. Best of 2006, Türk izleyicinin oylarıyla oluş-
turulan müzik listesi programıdır. Bu programlar içinde, reality show türündeki yerli
yapım MTV Doritos TYTZ VJ Search10, yeni bir VJ yaratma iddiasında olan MTV
Türkiye’nin seçmelerini ekrana taşıyan yerel üretim programlara örnektir. Burada
Türkiye’ye özgü bir diğer durum da MTVI’nın MTV Türkiye ile yaptığı anlaşmada VJ
seçiminde kararı kendilerinin belirlediği şartlara göre verileceğidir (Gözler, 2006).
7 Hit List TR, MTV Türkiye’nin tamamı yerli kliplerden oluşan tek liste programıdır. 1 saat boyunca Türkçe
pop ve rock’tan oluşan 10 şarkının geriye sayımının yapılacağı bu haftalık liste programının sunuculuğu
MTV Türkiye’nin VJ yarışmasının galibi olan VJ tarafından yapılımaktadır. Programda, Türkiye müzik
piyasasına yön veren en kaliteli ve sevilen parçalara yer verilecektir. Programın listesine giren 10 klip MTV
Türkiye’nin web sitesinden toplanan veriler, satış rakamları ve popülerlik gibi kriterler baz alınarak belir-
lenmektedir. www.mtv.com.tr
8 Her perşembe MTV TR Private Zone’da konserler, ödül törenleri, filmler ve MTV organizasyonları, sevi-
len sanatçıların MTV Unplugged konserleri 21:00’de yayınlanacaktır www.mtv.com.tr
9 MTV News, yarım saat süreli olarak haftada bir yayınlanan, yerli ve yabancı tüm müzik ve gençlik ha-
berlerini derleyerek Türkiye ve dünya gündemini yansıtan bir haber programıdır. Haber sunumları her
hafta farklı bir dış mekanda gerçekleştirilen programın akışı içinde sevilen sanatçılarla yapılan kısa özel
röportajlara da yer verilir Programın kapsamı; başta müzik olmak üzere gençleri ilgilendiren “haber” nite-
liğindeki her konudur. www.mtv.com.tr
10 “Türkiye’nin yeni yüzleri olmayı beklerken, sen de onların dünyasına göz atmaya ne dersin?” kanal bu
programı bu şekilde tanıtmaktadır MTV Doritos TYTZ VJ Search, www.mtv.com.tr
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 215
11 www.pazarfolio.com/mtv-turkiye-yayinda
12 www.funsat.com.tr.
216 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı
Tayip Erdoğan ile görüştüğünde, başbakan kanalın açılışına davet edilmiş, kendisi-
ne MTV’nin Türkiye’de yapacağı sosyal kampanyalar, anlatılarak bu sosyal kampan-
yalarda yer alması rica edilmiştir. Başbakanın konuya sıcak yaklaştığı öğrenilmiş,
kanalın başbakanın gençlerle buluşacağı bir söyleşi düzenlemek çok istediği ifade
edilmiştir. Bill Clinton’ın MTV’de gençlerle buluşması ve Recep Tayip Erdoğan’ın
MTV Europe’tan gençlere seslenmesi hatırlatılarak, gençliğin siyasetçilerle bir ara-
ya gelmesini önemsedikleri ifade edilmiştir. Başbakanla yapılan görüşme sonrasında
Capital dergisinde görüşleri yer alan Sumner Redstone, Türkiye’deki yabancı yatırımı
artırmak için düzenlemelerin değişmesinden söz etmiştir. Burada önemli düzenle-
melerden biri de RTÜK olarak belirecektir. Basında, Türkiye’nin bazı programlarının
RTÜK tarafından incelemeye alındığı yer bulmuş, daha önce kablolu yayın yapan
MTV Europe’un denetlenemediği ancak, aynı içerikle yayın yapan MTV Türkiye’nin
RTÜK’le sürtüşme olasılığından söz edilmiştir (Gülşan, 2006).
Hepimizi bir kalıba sokmaya çalışıyorlar. Anadolu ritimleri bu kalıbın çok dı-
şında, bizler zaten onlara göre müzisyen de değiliz, hatta hiçbir şeyiz onlar için.
Ben şahsım olarak hiçbir rahatsızlık duymuyorum. Zaten beni PowerTürk’de ya-
yınlamıyor. Herkes benim ABD karşıtı şarkılarımı da biliyor. Niye beni yayınlasın-
larki... Benim de böyle bir talebim zaten olmadı, bundan sonra da olmayacak
Funda Arar ise “Ben müziğe kalite getirmesi açısından kanalın Türkiye’ye gelme-
sine çok sevinmiştim. Ama onların formatları bir tarza yönelik. Neticede Türkeye’nin
MTV’si olarak algılamıyorum” diyerek, MTV’nin format konusundaki dayatmacı
tavrını gündeme getirmiştir. MTV’nin formatı, Türk Pop müziğinin beslendiği Ana-
dolu motiflerini ve hedef kitlesine meta olarak sunamayacağı şarkıcıları ekranlarına
taşımama eğilimindedir.
Bilindiği gibi, 1990’lar öncesinde analog sistemin kısıtlıklarından dolayı, farklı ile-
tişim teknolojileri farklı alanda gelişim gösterirken, dijitalleşme ile birlikte teknolojik
engellerin ortadan kalkmaya başlamasıyla, bilgisayar, yayıncılık ve telekomünikasyon
endüstrileri arasında bir yakınlaşma başlamıştır. Yöndeşme denilen kavramla açıkla-
dığımız bu yeni durum, her bir mecranın temel ifade yapılarının bir araya getirilme-
siyle, tek tip bir kültürel formun oluşumuna doğru gidilmektedir (Çaplı, 2002: 51).
Bu bağlamda, MTV Türkiye’nin önemli bir hamlesi de Turkcell, MTV ile içerik anlaş-
ması imzalayarak, içeriğini cep telefonu kullanan kitleye de ulaştırması, yöndeşmeyi
de başarıyla kullanmasıdır. MTV Türkiye Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Esra
Oflaz Güvenkaya ise, MTV Türkiye’nin sadece TV’de değil, her platformda gençliğe
seslenmeyi planladığını ve bu nedenle Turkcell ile yaptıkları anlaşmanın kendileri
için büyük önem taşıdığını belirtmiştir15. Redstone da Türkiye’nin hızla gelişen cep
telefonu piyasası sayesinde programlarını dijital medya aracılığıyla daha geniş kitle-
lere yayma şansı bulacakları için bu girişimden memnuniyetini dile getirmiştir.16
MTV Türkiye’nin gerçekleştirmesi gereken önemli bir sorun Dijitürk ile yaşadığı
anlaşmazlık olarak görülmektedir. MTV Europe’a ödeme yaparak kanalı yayınlayan
Digitürk, Yerel MTV Türkiye’ye yerli kanallara uyguladığı sistemi uygulamış ve on-
15 Mobil pazardaki yeni formatlar deyince pek çok uygulama dikkati çekmektedir. GSM sektörünün üç ak-
törü Turkcell, Avea ve Telsim için de bu formatlar yeni rekabet alanı oluşturmuştur. Turkcell-im’de, zengin
içeriği sağlayan çok sayıdaki ulusal iş ortağının yanı sıra dünyanın en köklü, en büyük müzik şirketlerinden
EMI, dünyanın en büyük ve en üretken eğlence şirketlerinden biri olan Warner Bross ve dünya gençliğinin
yakından takip ettiği MTV gibi birçok uluslararası şirket de içerikleriyle yer almaktadır. Ancak bu gelişme-
ler Türk müzik sektöründe çözülmeyi bekleyen telif sorunu karşısında elbette yalnızca küçük bir adımdır
(Türkel, F (2007). “Müziğin Dijital Dünya İle İmtihanı” http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=25939.
17 Mayıs 2007
16 http://www.medyatava.com/haber.asp?id=31885,26.10.2006
218 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı
lardan para istemiştir. MTV Türkiye öngörmediği bu sorun karşısında Türkiye’de alı-
şık olunan o refleksif politika üretimi tutumu burada da görülmüştür.
Sonuç
KAYNAKÇA
Adelt, U. (2005). Ich Bin der Rock’n Roll-Übermensch: Globalization and Localization in German Music
Television. Popular Music and Society. Vol(28)3, 279-295.
Barnet, R. ve Cavanagh, J. (1995). Küresel Düşler İmparator Şirketler ve Yeni Dünya Düzeni. İstanbul: Sabah
Kitapları.
Fung, A. (2006). Think globally, act locally. Global Media and Communication. Vol.2(1), 7188.
Giddens, Anthony. Runaway World: How Globalization Is Reshaping our Lives. New York: Routledge, 2000
Jones, S. (2005). MTV:The Medium was the Message. Critical Studies in Media Communication. 22 (1), 83-
88.
Kejanlıoğlu, B. (2005). Frankfurt Okulunun Eleştirel Bir Uğrağı: İletişim ve Medya. Ankara: Bilim ve Sanat.
Scott, A. (ed.) (1997). Across the Universe: The Limits of Global Popular Culture. İçinde: Limits of Globalization:
Cases and Arguments. London:Routloedge, 77-84.
Tungate, M. (2005). Medya Abideleri. (çev. Günhan, G.). İstanbul: Rota Yayınları.
Young, Ch. K. (2001) Advertising, Consumer, Culture, Youth Cultures and Media Technologies: A cultural
approach to MTV. Illionis: University of Illinois.
Internet adresleri:
arsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx%3Fid%3D5415912%26yazarid%3D47+bu+nas%C4%B1l+tan%C4
%B1t%C4%B1m+aky%C4%B1ld%C4%B1z&hl=tr&ct=clnk&cd=1 Erişim: 11 Kasım 2006
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=4424786 18.0506
www.pazarfolio.com/mtv-turkiye-yayinda
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
ÇEVİRİ 221
Robert Berstedt
Çeviri: MehmetYüksel
Normal şartlarda hiç kimse yalnız başına yaşamaz. Antik çağın ve belki de bütün
çağların en büyük filozofu Aristoteles, sık sık atıfta bulunulan bir ifadesinde, insanın
sosyal bir hayvan (zoon politikon) olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Aristoteles, tek
başına yaşamanın sadece bir canavar ya da tanrı için söz konusu olabileceğini be-
1 Robert Bierstedt, The Social Order, New York, McGraw-Hill Book Company, 1974: 280-336.
222 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
2 George A.Lundberg, “Some Problems of Group Classification and Measurement” , American Sociological
Review, Vol.5, June, 1940, PP.351-360.
224 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
babasının evinin bulunduğu yer onun ait olduğu sosyal sınıfa ilişkin bir şeydir. Sosyal
sınıf da bir tür sosyal gruptur. İlçesi, ili, bölgesi ve ülkesi onun mevkiini ve yerel grup-
larını gösterir.
Onun, yaşamı boyunca bir çok arkadaşı, tanıdığı ve bildiği kimseler olmuştur.
Bunlar, çocukluk devresi çete ve kliklerini de içeren akran gruplarıdır. Bunlar, sürekli
bir şekilde değişmekle beraber aynı zamanda sosyal grupları da oluşturmaktadırlar.
Öğrencimiz bir basketbol takımının ve bir orkestranın üyesidir, üniversitedeki toplu-
lukların saygın bir üyesi olarak hizmet etmektedir, birçok dinleyici topluluğunda ve
sayısız toplantıda bulunmaktadır. Yapmakta olduğu bir dizi kısa dönemli işin sonucu
olarak birçok mesleki grubun üyesidir. Onun, üniversite ve kilise gibi, biçimsel olarak
katıldığı değişik birlikler ve dahil olduğu birçok başka grup vardır. Doğrusunu söy-
lemek gerekirse, öğrencimizin şu veya bu zamanda dahil olduğu grupların tamamını
tasavvur etmeye ve listelemeye çalıştığımız takdirde, listemiz oldukça geniş, içinden
çıkılamaz ve karışık olacaktır. Eğer biz, onun anlık ve geçici gruplarının tümünü
kapsamaya çalışırsak, listemiz gerçekten bitip tükenmez olacaktır. Grupların kesin
sayısına ulaşmaya çabaladığımız takdirde, bu girişimimiz elbette başarısızlıkla sonuç-
lanacaktır. Bu kaostan kurtulmak için, sosyolojide esas olarak kabul edilen sistematik
grup sınıflandırması yapmak zorunludur.
Biz, istatistiksel düzenleme suretiyle birçok grubun üyesi haline geliriz. Bazı nite-
lik ya da özellikleri diğer insanlarla birlikte paylaşmaktan kaynaklanan ortak bir bi-
lince sahip olduğumuz için başka gruplara dahil oluruz. Diğer insanlarla sürekli sos-
yal ilişkiler kurduğumuz için, yine bazı başka grupların içinde yer alırız. Son olarak,
katıldığımız ve isimlerimizi üyelik sicillerine kaydettirdiğimiz grupların üyesiyiz. Bu
gözlemler, dört farklı grup çeşidi arasındaki ayrılıkları görmek konusunda ipuçları
sağlamaktadır. Bu grup türlerini sırasıyla; (1) istatistiksel, (2) toplumsal (societal), (3)
sosyal (social) ve (4) örgütsel (associational) olarak isimlendirebiliriz. Belki de bunlar,
dört farklı tür grubu en iyi şekilde nitelendirecek isim ya da etiketler değildir. Fakat
daha iyilerinin yokluğunda onlar kullanılmak zorundadırlar. Şimdi, bu grup türlerini
sırasıyla incelemeye ve bazı detaylarıyla açıklamaya çalışalım. Bununla beraber, he-
men belirtelim ki; bu gruplar, kendilerini, (1) benzer olmanın bilinci (consciousness
of kind), (2) sosyal etkileşim ve (3) sosyal örgütlenme gibi bazı önemli sosyolojik
hususiyetlerin mevcudiyetine dayalı bir tür mantıksal sürekliliğe göre düzenlerler. Bu
sosyolojik hususiyetler çok farklı özelliklere sahip grupların oluşumuna yol açarlar.
İstatistiksel Gruplar. İstatistiksel gruplar, bizzat grubun kendi üyeleri tarafından
değil; sosyologlar ve istatistikçiler tarafından biçimlendirilir. Böyle grupların üyele-
rinde o gruplara ait olduklarına ilişkin bir bilinç genellikle yoktur. Böyle gruplarda
grup üyeliğinin ne yükümlülüklere ne de ayrıcalıklara yol açtığını dikkate alarak “ait
olma” deyişinin gerçekten iddialı bir söz olduğunu söyleyebiliriz. Bazı sosyologlar,
226 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
gruplar hakkındaki tartışmasının kapsamına bu tür grupları hiçbir şekilde dahil et-
mezler. Çünkü bu tür gruplarda gerçekleşen herhangi bir sosyal etkileşim ve sosyal
ilişki yoktur. Oysa sosyal ilişkiler, sosyolojinin özgül inceleme alanını oluştururlar.
Bu öylesine doğrudur ki; bir kimse ne kadar geniş ölçekte istatistiksel gruplar oluştu-
rursa oluştursun, bunların hiçbir sosyolojik anlamı olmayacaktır. Salı günü doğmuş
insanlar, şu veya bu zamanda bir çalgı aletinden müzik notası çıkarmaya çalışanlar,
Missisipi Irmağını seyredenler ve kitapları tam tamına 376 sayfa olan yazarlar şek-
lindeki sınıflandırmalar saçma örneklerdir. Böyle tuhaf örnekler sınırsız bir şekilde
çoğaltılabilir.
Bununla beraber, tam anlamıyla istatistiksel nitelikte olan bazı gruplar, yalnızca
istatistiksel anlama sahip olmaktan daha fazlasını ifade ederler. Bazı tür istatistiksel
gruplar, bir toplumun genel karakteriyle yakından ilişkilidir. Örneğin, nüfusunun
yüzde onu okur yazar olmayan bir toplum, nüfusunun yüzde doksanı okur yazar ol-
mayandan farklı bir toplum olacaktır. Nüfusunun büyük çoğunluğu 35 yaşın üstünde
olan bir toplum, nüfusunun çoğunluğu bu yaşın altında kalandan farklı olacaktır.
Nüfus içinde sağ elini kullananların sol elini kullananlardan daha fazla olması, maddi
kültür ve belki de aynı zamanda toplumun normları üzerinde elbette bir etkiye neden
olacaktır.
Herhangi bir yılda belli bir hastalıktan, örneğin difteriden etkilenen insanların
sayısı tıbbî araştırmalara tahsis edilen fonun miktarıyla yakından ilişkilidir. Bununla
beraber, böyle bir hastalığın sırf mevcudiyeti, bu hastalığa yakalananlar arasında bir
sosyal etkileşimi kendi başına harekete geçiremeyecektir. Örneğin, bir aşı izine sa-
hip olmaktan başka ortak noktaları bulunmayan kimseler, muhtemelen birbirleriyle
sosyal ilişki kurmayacaklardır. Ancak, bu tür istatistiksel grupların önemi de küçüm-
senmemeli. Evlenmemiş resmi okul öğretmenlerinin sayısı, bu grubun üyelerinin
birbirleriyle etkileşime girmesini zorunlu kılmaz. Ancak bu gerçek, resmi okul eğiti-
mi üzerinde bir etkiye, ülkemizde resmi okullardaki eğitimle ilgilenenlerin merakına
sebep olabilir. Bir kez daha belirtmeliyiz ki, birçok istatistiksel gruplama, toplumun
genel karakteri ve profiliyle yakından ilişkilidir. Bu tür gruplandırmalar, sosyalden zi-
yade istatistiksel düzenlemeleri oluştururlar. Fakat bu, onların herhangi bir sosyolojik
inceleme ya da araştırma boyunca tamamen ihmal edilebilecekleri anlamına gelmez.
Toplumsal Gruplar (Societal Groups). Seçmiş olduğumuz sıfat pek uygun olmasa
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 227
da, ikinci kategoriyi toplumsal gruplar olarak adlandırıyoruz. Toplumsal gruplar, ben-
zer olmanın bilinci (Consciousness of kind) gibi çok önemli bir niteliği ile istatistiksel
gruplardan ayrılırlar. “Consciousness of kind” kavramı, Columbia Üniversitesi’nde
uzun yıllar uygarlık tarihi ve sosyoloji dersleri veren Franklin Henry Giddings tara-
fından sosyolojiye getirilmiştir. Giddings, her nerede olursa olsun insanları bir diğer
insanla birlikte, yani grup halinde yaşarken gördüğümüz gerçeğini açıklamaya çok
istekli olmuştur. Bu olgu, içgüdüyle açıklanamayacağı gibi, insanların grup halinde
yaşamanın yararlarını bildikleri için birlikte yaşadıkları şeklinde bir varsayımla da
açıklanamaz. Sadece şunu söyleyebiliriz ki, insanlar benzer olmanın bilincine sahip-
ler, diğerlerinin kendilerine benzediğini düşünürler ve onlarla birlikte olmak isterler.
Bu sorunun bugün hâlâ niçin çözülmediği meselenin ana noktasıdır. İnsanların
gruplar halinde birlikte yaşamaya ne zaman başladıklarını araştırmak yararsızdır.
Gerçekten, onların başka türlü davranmalarını tasavvur etmek mümkün değildir.
Sosyal sözleşme ekolünden bazı siyaset felsefecilerinin yaptığı gibi, bütün insanların
bir zamanlar tek başına yaşadıklarını, yalnızca diğer türlere ve etkenlere karşı değil,
bizzat kendi türlerinin zalimlerine karşı güvenliklerini sağlamak için, günün birinde
ansızın birlikte yaşamaya karar verdiklerini varsaymak kesinlikle mantıklı değildir.
Toplu halde yaşamaya, yani birlikte yaşamaya yol açan bir içgüdünün varlığından
söz etmek de sorunun çözümüne yardımcı olmayacaktır. Bu tarz bir açıklama, hiç
de açıklama anlamına gelmemekte; ancak “toplu yaşama içgüdüsü” etiketi sadece bu
konudaki cehaletimizi gizleyen bir nevi örtü olarak kullanılmaktadır.
Biz, sosyologlar olarak, ana sebep ya da temel güdü ne olursa olsun, insanların
sadece kendi türünün diğer bireyleriyle değil, kendileri için özel ve özgül anlam taşı-
yan gruplarla birlikte yaşadıklarını söylemekten hoşlanırız. Tür bilincine sahip olmak
sosyal ilişkilerin kurulmasına yönelik kuvvetli bir uyarıcıdır. Bazı insanların belli ba-
kımlardan bize benzediğinin, ortak bir eğilime sahip olanlarla gruplar oluşturduğu-
muzun farkında oluruz. Diğer taraftan, daha sonraki bölümlerde göreceğimiz birçok
olayda olduğu gibi farklılık bilinci (consciousness of difference), şüphesiz cinsiyet
bakımından farklılık bilinci hariç olmak üzere, karşılıklı etkileşime sık sık engel ol-
maktadır.
İşte bu bakımdan, toplumsal gruplar, istatistiksel gruplardan ayrılırlar. Toplumsal
gruplar; tür bilincine sahip, hep birlikte sahip oldukları eğilim ya da özelliklerin ben-
zerlik ya da özdeşlik taşıdıklarının farkında olan insanlardan meydana gelirler. Bu tür
gruplarda; genellikle dışsal ve görünür benzerlik işaretleri vardır. Grup üyeleri, yaş,
cinsiyet, deri rengi, giyim tarzı, dil, aksan, özel yurtsever sembollere tepki ve benze-
ri işaretlerle birbirlerini tanırlar. Kadınlar, yaşlılar, zenciler, Güneyliler, Bostonlular,
sirk insanları, musluk tamircileri, golf oyuncuları ve körler gibi gruplar toplumsal
gruplara örnek olarak verilebilir. Ayrıca bütün etnik, bölgesel, ulusal ve mesleki grup-
ları da kapsayan toplumsal gruplar, toplumda farklı ve önemli bir yere sahiptir. An-
cak bunları söylemekle; musluk tamircilerinin sırf musluk tamircileri oldukları için
grup oluşturduklarını, parlamenterlerin de sırf parlamenter oldukları için bir birlik
228 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
ya da daha basitçe ifade edersek bir örgüt, organize olmuş örgütlü bir gruptur. Diğer
tür grupların ayırıcı niteliklerine sahip olan bu tür grup, fazla olarak, biçimsel bir
yapıya yani bir örgüte de sahiptir.
Yaşamakta olduğumuz toplumda örgütlü grupların önemini abartmamak nere-
deyse imkansızdır. Hepimiz bu tür grupların çoğuna üyeyiz. Kolejimiz ya da üniver-
sitemiz örgütlü bir gruptur. Genel yardım sandığı bir örgütlü gruptur. Kızıl Haç da
örgütlü bir gruptur. Ayrıca örgütlü gruplara örnek olarak şunları da sayabiliriz: bir
futbol takımı, orkestra, rotary kulübü, kadın seçmenler ligi, Amerikan Üniversiteli
Kadınlar Birliği, Birleşik Devletler Çelik Şirketi, Birleşik Devletler Hükümeti, Kara
Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri, Hayvanlara Zulmü Önleme Cemiyeti, Ulusal Zenci-
leri Geliştirme Örgütü, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gibi.
Kısacası örgütlü gruplar, benzer bilince ya da ilgilere sahip olup bu ilgilerini ha-
yata geçirmek için örgütlü bir şekilde bir araya gelen, ilişki kuran insanlardan oluşan
gruplardır. Örgütlü gruplar, bir metalin madenciliğini yapmak, bir imparatorluğu
zayıflatmak gibi herhangi bir amaç için biçimlendirilebilirler. Bu tür gruplar, mahre-
miyet sağlamak ve daha içten sosyal ilişkileri zayıflatmak amacıyla bile biçimlendiri-
lebilirler. Londra kulübü böyle bir gruba tipik bir örnek olarak verilebilir. Bu tür bir
durum, merdiven üzerindeki bir yaşlı üyeye kazayla çarpan ve mahcubiyet duyarak
ondan özür dileyen genç üyenin hikayesinde tasvir edilmektedir: “Özür dilemek zo-
runda değilsin” diye cevap verdi yaşlı üye ve devamla, “Gerçekten sana müteşekkirim.
Otuz yıldır bu kulübün üyesiyim ve sen şimdiye kadar benimle konuşan ilk kişisin”
dedi.
Yukarıdaki hikayenin temel noktası şudur ki, şu anda var olan veya oluşturulabi-
lecek örgütlü gruplar, insan usunun tasavvur edebileceği en katı, acımasız etkinlikleri
kendilerine fonksiyon olarak alabilirler. Özellikle örgütlü gruplara tahsis edilen aşağı-
daki bölümde; modern karmaşık toplumlarda örgütlü grupların muazzam ölçülerde
yaygınlaşmasını ve çoğalmasını vurgulayacağız ve örgütün doğası ile örgütlü grupları
diğer grup türlerinden ayırt eden kriterin ne olduğunu bazı detaylarıyla inceleye-
ceğiz. Biz, şu anda sadece grupları sınıflandırma işlemiyle; istatistiksel, toplumsal,
sosyal ve örgütlü grupların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu gösteren basit bir tablo
oluşturmakla ilgilenmekteyiz.
Bu grup türlerinden birinin, nasıl diğerinden çıktığını göstermek için bir örneği
ele alalım. Kızıl saçlı insanlar, genellikle örgütlü bir grup oluşturmazlar, çünkü onlar
sadece kızıl saçlıdırlar. Bununla beraber kızıl saça sahip olan bütün insanlar istatistik-
sel bir grup oluştururlar. Giysi üreticileri, elbise tasarımcıları, kuaförler için ne kadar
kızıl saçlı insanın bulunduğunu bilmek önemlidir. Bu, henüz yeterince sosyolojik ol-
mayan, istatistiksel anlama sahip bir olgudur.
Bununla beraber, keyfi bir şekilde yapılan bir yasayla kızıl saçlı insanlar üzerine
vergi yükü getiren bir hükümetin olduğunu varsayalım. Bu insanlar, bir toplumsal
grubu oluştururlar, yani daha ziyade ortak yönlerinin bilincine dayalı olarak böyle
bir grubu meydana getirirler. Onlar, sadece kızıl saçlara sahip olmak gibi, sosyal iliş-
230 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
kileri tek başına başlatmaya yeterli olmayan bir faktör dolayısıyla değil; aynı zamanda
hükümet tarafından konulan yeni vergiye muhalefetleri nedeniyle bir araya gelirler.
Daha sonra aynı ayrımcılıktan ıstırap çeken arkadaşlar olarak birbirlerini selamla-
maya, konuşmaya, tartışmaya ve hükümeti şiddetli bir şekilde eleştirmeye başlarlar.
Böylece, bir dizi sosyal grubun meydana gelmesine sebep olurlar. Eğer, yeni vergi ya-
sasına karşı direnmek için resmen organize olup bir Kızıl Saçlılar Ligi tesis ederlerse,
bu lig, dördüncü tür bir grup olan örgütlü bir grup olacaktır.
Hemen belirtilmelidir ki, grupları dört kategori halinde sınıflandırma olgusal ol-
maktan ziyade mantıkî bir nitelik taşımaktadır. İstatistiksel gruplar, bazı kaçınılmaz
sosyal süreçler yoluyla, zorunlu olarak toplumsal bir grup haline gelmediği gibi; top-
lumsal gruplar da mutlaka sosyal gruplar haline, sosyal gruplar da örgütlü gruplar
haline gelmez. Bir istatistiksel grubun doğrudan doğruya bir örgütlü gruba dönü-
şebileceği pek tasavvur edilemez, ancak örgütlü grupların dağılmasıyla istatistiksel
gruplar ortaya çıkabilir.
Biz burada; bazı sosyal süreçler hakkında konuşmuyoruz, sadece grupların olduk-
ça basit bir sınıflamasını sunmaya çalışıyoruz. Bu sınıflandırma, bir yandan grupla-
rın tamamını kapsarken, diğer taraftan bazı önemli grup türleri arasında farklılıkları
göstermektedir. Bunu söylemekle; ne bu sınıflandırmanın diğerlerinden daha üstün
olduğunu, ne de muhtemel her sosyolojik amaç için en iyisi olduğunu kesinlikle söy-
lemek istemiyoruz.
Daha önce de bahsedildiği üzere, bir grubun ne olduğuna, ya da nasıl bir terimin
kullanılması gerektiğine karar vermek, sosyologlar için her zaman kolay olmamakta-
dır. Yağmurdan korunmak üzere koşturarak sığınacak yer arayanlar, aynı kapı aralı-
ğında kendilerini hep birlikte sıkışmış bulanlar bir grup teşkil eder mi? Aynı gazete-
nin başmakalesini okumakta olanlar ya da aynı televizyon programını seyretmekte
olanlar, aralarında başka bir şekilde bağ olmadığı ve gerçekten de çok farklı yerlerde
bulundukları halde, birer grup mudurlar? Belli bir anda, bir devletin sınırında veya
Chicago’daki bir sokakta ya da New York’ta bir meydanda ansızın bir araya gelmiş
bulunanlar, bir Cumartesi günü öğleden sonra Londra’daki bir yolda gezinti yapan-
lar hakkında ne denebilir? Aynı metro aracında ya da kıtalararası uçan büyük bir
uçakta bulunanlar nasıl nitelenebilirler? Son olarak, örgütlü bir grubun üyesi olup,
toplantılara hiçbir zaman katılmayan ve diğer üyelerin hiçbirini tanımayanlar için ne
söylenebilir?
Bazı sosyologların halen düşündükleri gibi, sosyal grup olmanın biricik kriteri
sosyal etkileşimse, az da olsa karşılıklılık ya da birbirinin varlığından haberdarlık
gerekliyse, o zaman yukarıda sözü edilen gruplardan çoğu sosyolojik araştırmanın
kapsamı dışında kalacaktır. Burada yapılan sınıflandırma, bu grupların tamamını
sosyolojik araştırmanın kapsamına almamıza ve birbirleriyle sosyal ilişkileri olan in-
sanlardan oluşan grupların önemini vurgulamamıza yardımcı olacaktır.
Değişik gruplar arasındaki sınırları net çizmek elbette her zaman kolay olma-
yacaktır. Örneğin, aynı zamanda aynı yerde öylesine bir araya gelen insanların bir
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 231
toplumsal grup olabileceğini, fakat bir sosyal grup olmayacağını söylemeliyiz. An-
cak onların çok kolaylıkla bir sosyal grup haline de gelebileceğini söyleyebiliriz. New
York’taki metro yolcuları, bir diğerine göre oldukça önemsiz bir örnektir. Fakat, yal-
nızca çok az derecedeki bir güdü, böyle bir toplumsal grubu sosyal bir gruba dö-
nüştürmeye yetecektir. Bu kitabın yazarı, gençliğinde bir gün oldukça kalabalık bir
metro vagonunda iken bitişik vagonda oldukça sarhoş bir İskandinavyalı denizcinin
dolaşmakta olduğunu gördü: Denizci, yüksek sesle kendi yerli dilinden bir şarkıyı ne-
şeli bir şekilde söylemeye başladı, Yolcular derin düşüncelerinden ve gazetelerinden
başlarını kaldırarak denizciye sıcak bir şekilde karşılık verip, birbirlerine gülümse-
diler. Metro yolcuları için beklenmedik ve gerçekten alışılmadık bu durumda; orada
bulunanların birkaçı denizciye nereye gitmekte olduğunu sordular ve ineceği durağı
henüz geçmediğinden emin oldular. Denizci, metrodan indikten sonra, kalan yol-
cular yeniden derin düşüncelerine ve gazetelerine döndüler. Kısa süren bir an sona
ermiş oldu. Oldukça geçici bir süre için sosyal grup haline gelen topluluk, bir kez
daha yeniden toplumsal gruba dönüşmüştü. Bu insanlar aynı yerde ve yanı zamanda
tesadüfen birlikte olmaktan daha öte bir ortak yöne sahip değillerdi. Ancak bu du-
rum, onların bazı benzer yönlere sahip olduklarının bilincine varmalarına yetmişti.
Başka ekstra uyarıcılar olmaksızın sadece böyle bir olay, onların birbirleriyle sosyal
ilişkiler kurmaları için yeterli olamazdı.
Okurların hoşgörüsüne sığınarak kendi tecrübemizden bir örnek daha verelim.
İngilizler, dünyadaki insanlar arasında en soğuk; yabancılarla sohbete katılmayan
veya bir sohbeti başlatmaktan çoğunlukla hoşlanmayan kimseler olarak bilinirler.
Bununla beraber, yazar, Folkestone’dan Londra’ya doğru trenle seyahat ederken, bir
anda kendini, birbirlerini de tanımayan dört ya da beş İngilizin içinde olduğu kom-
partımanda buldu. Herhangi bir konuşma yoktu. Yazar ilk kez İngiliz parasıyla; ster-
lin, şilin ve peni’nin karmaşıklığıyla şaşırmış vaziyette masumane bir şekilde yanında
oturan İngilizden açıklama yapmasını rica etti. Kompartımanda seyahat eden bütün
yolcular, yazarın bir yabancı olduğunu fark eder etmez İngiliz para sisteminin kar-
maşıklığını ona açıklamaya, birbirlerine cevap vermeye başladılar. O andan itibaren
sohbet devam etti; İngilizler ülkelerinin güzellikleri, turistlerin kaçırmaması gereken
cazibeli yanlarını anlatmaya devam ettiler. Sonuçta Londra’ya kadar hep birlikte mut-
lu bir yolculuk oldu. Bu örnekte ve buna benzer diğerlerinden belli bir öneme sahip
sosyolojik çıkarım yapabiliriz ve bunu takip eden bölümde yapmaya çalışacağız.
Yukarıda sunulan temel grup sınıflamasını aklımızda tutarak, şimdi görüş nokta-
mızı değiştirerek; bir grubun sosyolojik biçim ve sosyolojik içeriği arasındaki ayrım
üzerinde düşünelim. Çok açıktır ki, biçim ve içerik iki farklı özelliktir. Örneğin, bir
grubun küçük ya da büyük olup olmadığını sorabiliriz. Bu, oldukça biçimsel bir so-
rudur. Bir grubun temel etkinlik alanının veya işlevinin ya da amacının ne olduğunu
da sorabiliriz. Bu, daha çok içeriğe, esasa yönelik bir sorudur, cevabı da bir sosyolo-
232 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
jik içerik meselesidir. İlk soruya cevap verildiğinde; onun küçük bir grup olduğunu,
ikinci soruya cevap verildiğinde ise onun bir basketbol takımı ya da eğlence grubu
olduğunu görebiliriz. Sosyolojik biçim ve sosyolojik içerik arasında yapılan bu ayrım
bakımından gruplar konusuna yaklaşabiliriz. Bu tarz bir yaklaşımla, grupların en
önemli özelliklerini birer birer ortaya koyabiliriz.
Şimdi sırayı tersine çevirip, ilkin sosyolojik içeriği dikkate alalım. Bu, grupları
alışılmış bir şekilde sınıflandırma eğiliminde olan sade vatandaş açısından karakte-
ristik olacaktır. O, belli bir grubun basketbol ya da futbol takımı, büyük bir mağaza
ya da belli çeşit malları satan küçük bir mağaza, bir otomobil işçileri sendikası ya da
elektrik işçileri sendikası, bir kardeşlik cemiyeti veya bir yardım cemiyeti, bir hukuk
firması veya bir sabun fabrikası olup olmadığını bilmek isteyecektir. Bu elbette doğ-
ru bir yaklaşım olup böyle ayrımlar önemlidir. Halen birçok sosyolog, bir grubun
en önemli karakteristiği olarak onun amaç ya da işlevini almakta ve onu bir grubu
diğerinden ayırmanın en iyi kriteri olarak düşünmektedir. Bu, kuşkusuz ihmal edi-
lemeyecek bir özellik ya da niteliktir. Bununla beraber kabul etmeliyiz ki; işlev, amaç
ya da içerik, grupların birçok özelliğinden sadece birkaçıdır. Ve bu özellik sosyolojik
analizin bütün olanaklarını tek başına tüketemez.
İnsanların tek başlarına yapamayacakları şeyleri gerçekleştirmek isteğiyle grup-
ları oluşturdukları görüşü şüphesiz doğrudur. Tek başına hiç kimse bir tenis oyunu-
nu oynayamaz, buharlı bir gemiyi işletemez, bir üniversiteyi yönetemez, büyük bir
mağazayı idare edemez. Bunlar grupların gerekliliğini göstermektedir. Daha önce de
bahsettiğimiz gibi, gruplar hemen her türlü işlevle varolabilirler ya da biçimlendiri-
lebilirler. Grupları, sadece içerikleri bakımından sınıflandıracak olursak, kendimizi
birkaç geniş kavramsal kategoriyle sınırlandırmış oluruz. O zaman, bu görüş açısın-
dan, modern karmaşık toplumlarda belli bir öneme sahip şu gruplara ulaşırız: Kan,
aile, etnik, bölgesel, yaş, cinsiyet, siyaset, hükümet, dil, din, yerleşim, sınıf, meslek,
eğlence, iş, milliyet, bilim, yardım, sigorta, eğitim ve öğrenim gibi. Bu sıralamayı yap-
makla en önemli grup tiplerinden bazılarını isimlendirmiş olduk. Hiçbir liste mutlak
anlamda bütün grupları kapsayamaz. Biraz önce de söylediğimiz gibi, bunlar büyük
gruplardır. Grupları nitelendirmek için yukarıda sıralanan sıfatlar, grupların içeriğin-
den söz ederken neyi kastettiğimizi göstermektedir. İçerik hususu, herhangi bir grup
hakkında belki de bilmek istediğimiz ilk şeydir.
Yukarıda da belirtildiği üzere, böyle bir bilgiye ulaşmakla sosyolojik araştırmanın
tüm olanaklarını tüketmiş olmuyoruz. Gruplar aynı zamanda biçimsel özelliklere de
sahiptirler. Bu özelliklerin yardımıyla, grup teorisinin bazı önemli ilkelerini sosyoloji
disiplinine takdim edebiliriz. Bu biçimsel özelliklerin her birinde bir dizi ikili katego-
riyle karşılaşırız. Bunları, aşağıda sırasıyla tartışacağız.
şehirde yaşamak olsun; böyle bir durum yeni şartlara uyum sağlamayı güçleştirir. Sa-
vaş sırasında, kendi arkadaşlarıyla güçlü birincil grup bağları geliştirmiş olan askerle-
rin, böylesine bir bağ yaratamayanlardan daha dirençli oldukları gözlenmiştir. Böyle
askerler diğerlerine göre, ulusal ihanet şokları karşısında da daha dayanıklı olabil-
mekteler. İlk kez büyük Fransız sosyoloğu Emile Durkheim tarafından ileri sürülen,
intihar oranlarının birincil grup bağları zayıf olanlar arasında daha yüksek olduğu
olgusu, birçok kez doğrulanmıştır.
Böylece, sosyoloji tarihindeki klasik incelemelerinden biri olan Durkheim’in ça-
lışmasında; Batı Avrupa’da intihar oranlarının Katoliklere göre Protestanlar arasında
daha çok olduğu sonucuna varıldı. Bu sonuç, ilk başta Durkheim’ı şaşırttı, çünkü hem
Protestanlık hem de Katoliklik bir kimsenin kendi yaşamına son vermesini yasaklı-
yordu. Durkheim’a göre bu farklılık, Katoliklerin dinsel pratiklerinin daha sürekli ve
düzenli, onların arasında dayanışmanın daha sıkı ve dinsel topluluğa ait olma duyu-
sunun daha güçlü olmasından kaynaklanmaktadır. Katoliklerin tek bir kilisesi var-
ken, protestanlar birçok fraksiyon ya da gruba bölünmüş durumdalar. Katolikler ile
Protestanlar arasında bir konumda olan Museviler, Katoliklerden ziyade protestan-
lara yakın gözükmekteler. Fakat Museviler, ayrımcılığa maruz kalmalarından dolayı,
çok yoğun bir topluluk duyusuna da sahiptirler. Medeni hal değişkeni de aynı profili
çizmektedir. İntihar olasılığı, evli olup çocuğu olanlardan, çocuğu olmayanlara, dul-
lara, boşanmışlara ve evli olmayanlara doğru, giderek artmaktadır. İntihar oranları
arasındaki bu farklılıkları yine birincil grup bağları açıklıyor görünüyor. Birincil grup
bağlarının zayıflığından kaynaklanan intihar olgusu, bencil intihar olarak adlandırıl-
maktadır.
Biz grubu ve onlar grubu Biz grubunun ve onlar grubu’nun belli bir ölçüsü yok-
tur. Gerçekten bu tür gruplar oldukça değişkenlik gösterebilirler. Bir “Biz Grubu” aile
kadar küçük de olabilir, dünya kadar büyük de olabilir. Bu durum karşısında basitçe
ifade edecek olursak, “Onlar Grubu” nun ailemiz ya da dünyamız dışında kalan her-
kesi kapsayabileceğini söyleyebiliriz. Biz grubu, hem kendimizi, hem de “biz” zamiri-
ni kullanırken bu kapsama soktuğumuz kimseleri içerir. Onlar grubu ise, başkalarını
yani “biz” zamirini kullanırken bu kapsamın dışında bıraktığımız herkesi kapsar.
“Biz” dediğimiz zaman sadece kendi ailemizin üyelerini kastederiz. Yalnızca bun-
lar biz grubunu oluşturur, bunların dışında kalanlar ise onlar grubu içinde yer alırlar.
Örneğin, “biz” derken kendi sosyoloji sınıfımızdaki kimseleri kastedebilir ki; bu du-
rumda sınıf biz grubu olup, sınıfa dahil olmayanların tamamı onlar grubunu oluş-
turur. Bizimle aynı kasabada yaşayan, aynı üniversiteye giden, aynı eyalette yaşayan
kimseler veya Mississippi Irmağı’nın doğusunda ya da batısında yaşayan herkes ya
da bütün Amerikalılar vb. birer “biz” grubu olabilir. Carson McCullers, yazdığı “The
Member of the Wedding” adlı tiyatro oyununda; on iki yaşında bir kız çocuğu olan
Frankie ile on yedi yaşındaki kuzeni John Henry arasında geçen aşağıdaki diyalogda
“biz grubu” olgusunu göz önüne serer:
Frankie: Sus! Tam şimdi bir şeyin farkına vardım. Uzun zamandır devam etmekte
236 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
olan sorunum, sadece “ben “ diyen bir kişi olmamdır. Bütün diğer insanlar “biz “ di-
yebilirler. Berenice “biz” dediği zaman, kendi evini, kilisesini ve zencileri demek iste-
mektedir. Askerler de “biz” dediğinde ordudan söz etmiş olmaktalar. Benim dışımda
bütün insanların ait olduğu bir “biz” vardır.
John Henry: Ne yapacağız?
Frankie: Bir “biz”e ait olmamak insanı oldukça yalnız kılıyor. Bugün öğleden son-
raya dek ait olduğum bir “biz” yoktu. Fakat şimdi, Janice ve Jarvis’i gördükten sonra
aniden bir şeyin farkına vardım.
John Henry: Ne?
Frankie: Erkek kardeşim ve evleneceği kızın, benim “biz” grubumu oluşturduk-
larını biliyorum. İşte bundan dolayı onlarla birlikte gidiyorum ve düğünlerine katı-
lıyorum.
Kısaca, biz grubu ve onlar grubu, insanların “biz” ve “onlar” zamirlerini kullana-
rak bu grupları yarattıkları durumlar hariç olmak üzere, gerçek gruplar değillerdir.
Bununla beraber, yaptığımız ayrım önemli biçimsel bir ayrımdır. Çünkü, böyle bir
sınıflandırma, birazdan inceleyeceğimiz iki önemli sosyolojik ilkeyi ortaya koyma-
mıza yardımcı olabilir.
Bu ilkelerden birincisi, biz grubu üyelerinin onlar grubu üyelerine stereotip çiz-
mek eğiliminde olduklarıdır. Bu önerme, Hiller’in kavramlarını tekrar kullanacak
olursak, içinde yer aldığımız “biz grubu”nun üyelerini kişisel ve içsel şekilde, onlar
grubunun mensuplarını ise kategorik ve dışsal şekilde değerlendirme eğiliminde ol-
duğumuz anlamına gelmektedir. Daha basit olarak ifade edersek, biz grubunun üye-
lerine bireyler olarak, onlar grubunun üyelerine ise bir sınıf ya da kategorinin üyeleri
olarak tepkide bulunma eğilimindeyiz. Yine, kendi grubumuzun üyeleri arasındaki
farklılıkları görmeye yönelirken, onlar grubunun üyeleri arasındaki benzerlikleri
bulmaya çalışırız. Amerikalılara göre bütün Çinliler birbirlerinin benzeri olup biri
diğerinden hiç de ayırdedilemez görünüme sahiptir. Benzer şekilde, Amerikalılar,
İngilizleri humor (mizah, neşe vb.) yoksunu, Fransızları şarapçı, Almanları lahanacı
olarak görme eğilimindedirler. Bu yargıların tümü yanlıştır. İşin doğrusu şudur ki;
bazı Fransızlar hem hiç içmezler hem de içki yasağı taraftarıdırlar. Bazı Almanlar
lahananın görünümüne bile katlanamazlar. Bütün bunlar, gruplar arasında ortaya çı-
kan stereotiplerdir (kalıp yargılar).
İkinci dünya savaşı sırasında Amerikan asker ve sivillerine göre, Japonlar hilekâr
ve güvenilmez kimselerdir. Japonlara göre ise, Amerikalılar ikiyüzlü kimseler olup
kıllı şeytanlardır. Japonların en iyi tanıdığı Amerikalılar, misyonerler ve satıcılar gibi
farklı bir ahlâk anlayışına sahip kimseler oldukları için, iki yüzlü olarak değerlendiri-
liyorlar. Yine, beyaz ırka mensup olanlar, diğer insanlara göre daha iri vücutlu ve gür
saçlı-sakallı olduklarından kıllı şeytanlar olarak nitelendiriliyorlar. Yukarıda sözünü
ettiğimiz sosyolojik ilkeden kaynaklanan bu tür etnisite ve milliyete dayalı stereotip-
leştirmeler dünyanın her yanında yaygın olarak görülmektedir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 237
erkek kardeşler, davetsiz bir misafiri uzaklaştırmak için hep birlikte hareket edecek-
lerdir.” Benzer şekilde koca ile karı arasındaki çatışmaya müdahale etmek pek makul
bir davranış olmaz. Eşlerin her ikisi de arabulucuya karşı çıktığında tehlike daha da
büyüyecek, ona bunun bir özel mesele olduğu hususu hatırlatılacaktır.
Diktatörler bu prensipten yararlanma konusunda ustadırlar. Tarih boyunca güç-
süz, dengesiz birçok rejim, devletin saldırgan bir güç tarafından tehdit edildiğini
söyleyerek kendini korumaya çalışmıştır. Onlar grubunu oluşturan bu saldırgan güç,
coğrafik bakımdan yurt içinden olabileceği gibi yurt dışından da olabilir. 1935-1936
yıllarındaki İtalya-Etiopya savaşında saldırgan güç ya da tehdit dıştan gelmektedir.
Mussolini, Etiopyalıların hükümete ve İtalyan İmparatorluğunun şerefine bir tehdit
olduğunu söyleyerek; bir yandan taraftarlarının birliğini güçlendirirken, diğer yan-
dan muhaliflerini zayıflattı. Almanya’da Hitler, aynı amaca yönelik olarak ülke için-
den bir onlar grubu yarattı. Bu grup yahudilerden oluşuyordu. Hitlere göre; yahudiler
Aryen ırkının saflığına ve büyük Almanya’nın kültürel değerlerine bir tehdit oluştur-
maktaydı.
Benzer gözlemler, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bazı sosyal ve tarihsel olgular
hakkında da yapılabilir. Grup içinden kaynaklanan eleştiriye karşı daha anlayışlı ve
toleranslı bir tavır sergilenirken, grup dışı eleştiriye karşı daha sert tepki gösterilmek-
tedir. Örneğin, Güneyli yazarlar, Mason ve Dixon hattının altında kalan bölgedeki
koşulları dostane bir şekilde inceleyebilirler. Ancak böyle bir şeyi Kuzeyli bir yazar
yapacak olursa onun görüşleri “Kuzeyli Müdahalesi” olarak görülecek ve bu görüşler,
genellikle olduğu gibi, yazarın esas niyetinin aksi yönde değerlendirilecektir. Güney
eyaletlerindeki seçmenler, politikalarını benimsemedikleri politikacılara, bunların
politikaları kuzey basını, özellikle de New York basını tarafından sansür edildiği için,
oy verebilmektedirler.
Ünlü Amerikan deyişi “suyun bittiği yerde politikalar da sona erer.”, grup dışın-
dakilere karşı grup içi dayanışma ilkesini ulusal düzeyde yansıtmaktadır. Bu, gerek
Demokratların gerekse Cumhuriyetçilerin ulusal meseleler üzerinde birbirlerini öz-
gürce eleştirirken, Birleşik Devletlerin diğer ülkelerle ilişkilerini ciddi bir şekilde et-
kileyen meselelerde Amerikalılar olarak birleştiklerini ifade etmektedir. Başlangıçta
yukarıda ifade edilen ilkeyle zıtlık içinde görünen Vietnam savaşı, gerçekten grup içi
dayanışma ilkesini doğrulamıştır. Başta; Amerikalılar birleşmek yerine bölündüler.
Çünkü önce bir azınlık, ardından çoğunluk, küçük, zayıf, sanayileşmemiş bir Güney-
doğu Asya ülkesinin Birleşik Devletlerin güvenliğine tehdit oluşturabileceğine ikna
edilemedi. Sonuçta; ortak düşmana karşı ittifakla karşı duranlar, savaş bittikten sonra
çok sıkça ayrışabilmekte ve kendi içinde çatışabilmektedir. Tarihin sayfaları böylesi
örneklerle doludur.
Gruplar arası mücadele yalnızca ulusal düzeyde ortadan kalkmıyor. Grup daya-
nışması ilkesi bakımından, sosyoloji öğrencisi, Birleşik Devletler ile Rusya arasında-
ki çatışmayı etkin bir şekilde çözmeyi hayal edebilir. Yeryüzüne uzaydan yönelecek
bir işgal tehdidi karşısında ülkeler arasındaki çatışma derhal sona erecektir. Örneğin
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 239
İşte bundan dolayı, çoğunluk grubu-azınlık grubu ayrımı, grubun büyüklüğüne göre
yapılan büyük-küçük grup ayrımıyla özdeş değildir.
Grupların çoğunluk ya da azınlık grubu niteliğinde olmasının, hem sosyal hem
de politik nitelikli sonuçları vardır. Mesela çoğunluk grubunun çok büyük, azınlık
grubunun da çok küçük olduğu durumlarda etnik grup gerilim ya da çatışması daha
az olabilir. Azınlık sayıca çoğunluğa yaklaştığı zaman, gerilim ya da çatışma daha faz-
la olabilecektir. Bir süredir, azınlık ve çoğunluk grubu olmanın politik sonuçlarının
neler olduğu bilinmekle birlikte, sosyolojik sonuçları hakkında yeterli düzeyde bulgu
yoktur. Çoğunluk yönetimi ilkesi, demokratik devlet için politik bakımdan eşsiz bir
öneme sahiptir. Bazı grupların (siyasi partilerin) birincil fonksiyonu, çoğunluk haline
gelebilmektir.
Uzun ömürlü gruplar ve kısa ömürlü gruplar Bir grubun ömrü ya da varoluş sü-
resi, onun çok önemli özelliklerinden birisidir. Bazı gruplar oldukça kısa ve geçici bir
ömre sahiptir. Bazıları ise yüzyıllarca varlıklarını sürdürebilir. Sadece para toplamak
veya bir akşam yemeği düzenlemek için teşkil edilen bir komite, kendisine verilen
görevi yerine getirir getirmez ortadan kalkar. Bir yangını seyretmek üzere toplanan
kalabalık, ya da bir kazaya tanık olanlar, merak ve heyecanları geçtikten sonra dağı-
lacaktır.
Bazı gruplar ise, tek tek bireylerin yaşamından bağımsız bir varlığa sahiptir. Çün-
kü bu tür grupların, üyeliğe giren ya da çıkanların varlığı dışında bir süreklilikleri
vardır. Üniversiteler ve uzun ömürlü firmalar bu kategoriye girer. Son olarak da çağ-
ları aşan bir sürekliliğe sahip gruplardan söz edilebilir. İzlanda Parlamentosu, Mason
Locası ve Roma Kilisesi bu tür gruplara örnek olarak sayılabilir.
İsteğe bağlı gruplar ve istek dışı gruplar Bazı gruplara biz katılırız. Bazılarının ise,
herhangi bir seçim hakkımız olmaksızın üyesiyiz. Biyolojik özelliklere dayalı olarak
şekillenen yaş, cinsiyet ve etnik gruplar istek dışı gruplardır. Benzer şekilde, dahil
olduğumuz dil grubu da istek dışıdır. Çünkü, çocuklar olarak dilimizi, ana-babamız
ya da büyüklerimizden öğreniriz. Sosyal sınıfımız, dinsel, bölgesel, ya da milliyet
grubumuz, sonradan değişebileceği ve toplumumuzda bir ölçüde de olsa isteğe bağlı
gruplar haline gelebileceği halde, başlangıçta istek dışı gruplar niteliğindedir. Üyesi
olduğumuz meslek, eğlence, eğitim ve diğer bütün ilgi grupları isteğe bağlı gruplardır.
Belli bir gazeteyi okumak, bir radyo programını dinlemek, pantolon askısı yerine sa-
bun almak, bakkal ya da kasap olmak konusunda bizi zorlayan hiçbir yasa yoktur. Bu
tür grupların hepsi isteğe bağlıdır. İsteğe bağlı gruplar ile istek dışı gruplar şeklinde
yapılan bu ayrım, bir önceki bölümde yaptığımız sonradan edinilmiş statü-doğuştan
verilmiş statü ayrımına tam olarak tekabül etmektedir. İsteğe bağlı gruplarda statüler
sonradan kazanılıyorken, istek dışı gruplarda statüler baştan verilmiştir. Okuyucu,
bazı toplumlarda isteğe bağlı grupların, başka toplumlarda istek dışı gruplar haline
geleceği hususuna da dikkat etmelidir.
Açık gruplar ve kapalı gruplar Şüphesiz bütün gruplar, gruplar teşkil edilirken
öngörülen belli kriterlere sahip olmayan kimselere kapalıdır. Mesela, erkekler sadece
242 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
kızların devam edebildiği okullarda öğrenci olamayacağı gibi, kızlar da yalnızca erkek
öğrencilere açık bir okula gidemeyeceklerdir. Bununla beraber, bazı gruplar nispeten
açık bir nitelikteyken bazıları da nispeten kapalı bir yapıdadırlar. Oy verme çağına
gelen hemen herkes bir siyasi partiye kolayca üye olabilir, herkes satranç topluluğuna
katılabilir, bilet alan herkes bir konseri veya futbol maçını izleyebilir veya bir sokak
kalabalığına katılabilir.
Birçok grup, ister örgütlü isterse örgütsüz olsun, nispeten kapalıdır. Mesela bir
klik, seçici ve tekelci bir niteliğe sahip olup sosyolojik anlamda kapalı bir gruptur.
Herhangi bir arkadaşlık grubu da böyledir. Aileler, biyolojik ve hukuksal bakımdan
kapalı gruplar oluştururlar. Meslekî gruplar, esnaf ve zanaatkar toplulukları da nis-
peten kapalı gruplardır. Bir kimse, Amerikan Barolar Birliğine üye olmadan önce bir
baronun üyesi olmak zorundadır. Üniversite öğretim üyesi olacak bir kimse dokto-
ra derecesine veya ona eş bir niteliğe sahip olmalıdır. Okur yazar olmayan ve New
York’ta oturmayan bir kimse orada oy kullanamayabilir. New York Princeton Klüb,
Princetonlular dışında kalan herkese kapalıdır. Aynı şekilde, Uluslararası Elektrik
İşçileri Sendikası elektrik işçisi olmayanlara kapalıdır.
Yatay gruplar ve dikey gruplar. Biz, şimdiye kadar bu kitapta, sosyal sınıftan ve
toplumların sınıf yapısından bahsetmedik. Bu oldukça önemli ve evrensel olgu, bir
sonraki bölümün konusudur. Burada, yalnızca üyelerini bütün sosyal sınıflardan alan
gruplarla, üyelerini yalnızca belli sosyal tabakalardan alan gruplar üzerinde duraca-
ğız. Üyelerini bütün sosyal sınıflardan alan grupları dikey gruplar, üyelerini sadece
bazı tabakalardan alanları ise yatay gruplar olarak adlandırıyoruz. Bir dinsel birlik, en
azından teorik olarak, genellikle dikey gruptur, emekli askerler birliği de dikey grup-
tur. Diğer taraftan bir belediyeden kamu yardımı alanların meydana getirdiği top-
lumsal grup ise bir yatay gruptur. Mesleki gruplar yatay olma eğilimindedir. Çünkü,
karmaşık toplumlarda mesleklerin bizzat kendileri tabakalanmış haldedir. Öte yan-
dan etnik gruplar dikeydir. Çünkü bu tür gruplar, çok değişik sosyal sınıflara mensup
bireylerden oluşmaktadır.
Bağımsız Gruplar ve Bağımlı Gruplar. Burada oldukça basit bir ayrım yapmış
oluyoruz. Bazı gruplar kendi başlarına bir grupturlar. Bazıları ise, sadece daha bü-
yük grupların alt gruplarıdır. İlki bağımsız bir grup iken, ikincisi bağımlı bir gruptur.
Bir şirketin alt birimi, bir kamu kuruluşunun yerel bürosu, ulusal birliklerin mahalli
şubeleri vb. birer bağımlı gruptur. Bir komisyon ya da kurul hemen her zaman bir
bağımlı gruptur. Özel bir kolej veya üniversite bağımsız örgütlü grup iken, bir devlet
üniversitesi veya yerel yönetim okulu bağımlı örgütlü bir gruptur. Çünkü, bir devletin
ya da belediye yönetiminin bir alt dalı ya da birimidir.
Bir toplumda, bağımlı grupların sayısı astronomik oranlara ulaşabilir. Birçok ba-
ğımlı grubun diğer bağımlı gruplarla birlik çatısı altında bir araya gelmeleri halinde
bu oranlar daha da artar. Mesela, bir üniversitedeki satın alma elemanları bir bağımlı
grup oluşturur. Ancak değişik üniversitelerin satın alma elemanları bir araya gelip
örgütlenirlerse bağımsız örgütlü bir grup meydana gelmiş olur. Yukarıda da söyle-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 243
diğimiz gibi, yaptığımız ayrım basittir, ama bu ayrımı karakterize etmeye yardımcı
olacak şartlar oldukça karmaşık olabilir.
Örgütlü gruplar ve örgütsüz gruplar Son olarak, grupların biçimsel özelliklerin-
den en önemlisine gelmiş bulunuyoruz. Bazı gruplar, istatistiksel, toplumsal ve sosyal
gruplar gibi, kendiliğinden, herhangi bir işleme ihtiyaç olmaksızın vardır. Bazıları
ise, organizasyon adı verilen, biçimsel bazı aşamalardan oluşan bir sürecin sonunda
ortaya çıkarlar. O halde organizasyon ne demektir? Burada dikkat edilmelidir ki, biz
organizasyon derken bizzat toplumun organizasyonundan değil -ki bu tüm kitabın
konusudur- toplumun içindeki grupların, birliklerin organizasyonundan söz etmek-
teyiz. Bu çok önemli bir olgudur. İçinde yaşamakta olduğumuz karmaşık toplumlar-
da organizasyonların önemi küçümsenemez.
Bu tür toplumlarda, insanlar arasındaki sayısız sosyal ilişki ve etkileşimin çok bü-
yük bir kısmı örgütlü gruplarda gerçekleşmektedir. Organizasyon faktörü sayesinde
insanlar, kişisel ilişki ve etkileşimleriyle ulaşamayacakları ortak hedeflere varabilirler.
Organizasyon faktörü otoriteyi yaratır; toplum içinde kimin emir vereceğini, kimle-
rin itaat edeceğini, karar verme sürecinde kararları kimlerin alacağını, kimlerin ve-
rilen kararlara rıza göstereceğini belirler. Organizasyon, grupları uzun ömürlü kılan
bir faktördür. Bu faktörün yokluğunda birçok grubun geçici topluluklar haline geldiği
görülür. Kısacası, içinde yaşamakta olduğumuz, büyük karmaşık ve teknolojik top-
lumun varoluşunu mümkün kılan faktör organizasyondur. Günümüz modern top-
lumlarını, uzak adalarda ya da ormanlık bölgelerde yaşayan kabile topluluklarından
ayırdeden öğe de, gelenek değil organizasyondur.
Organizasyon, çok detaylı ve analitik inceleme isteyen bir konu olup, bir sonraki
bölümde ayrıntılı bir şekilde tartışılacaktır. Biz, burada sadece onun önemini vurgu-
lamak ve grupların en önemli biçimsel özelliği olduğunu göstermek istedik.
Şimdi, grupların biçimsel özelliklerine ilişkin notlarımızı tamamladık. Biçim ve
içerik açısından yapılan gruplandırmaların kesiştikleri görülmektedir. Yani, biçimsel
bir grubun içeriksel özellikleri olabileceği gibi, bir içerik grubu da biçimsel özellikle-
rin bir bileşimi olarak ortaya çıkabilir. Mesela, bir ticaret şirketi büyük ya da küçük,
açık veya kapalı, uzun ömürlü ya da kısa ömürlü, yatay veya dikey olabilir ve liste
böylece uzatılabilir. Ancak bu şirket aynı zamanda bir eğlence-dinlence grubu, bir et-
nik grup, bir dinsel grup veya başka tür bir içerik grubu da olabilir. İşte bu nedenden
dolayı, grupların sosyolojik içeriği ile sosyolojik biçimi arasında ayrım yaptık. Bir “biz
grubu”, bir bölge, meslek veya dil grubu vb. haline gelebilir. “Biz” demekle, New York-
luları, öğrencileri ya da İngilizce konuşanları kastetmekteyiz. Şu anda, gruplara iki
farklı açıdan bakma olanağına sahibiz; birincisi, onların içeriği, amacı ya da fonksi-
yonu bakımından, ikincisi onların biçim, özellik ve nitelikleri bakımından. Gruplara
ilişkin bu iki bakış tarzını birlikte kullanarak herhangi bir grubu analiz edebiliriz ve
onu diğer gruplarla karşılaştırmak bakımından bir temele sahip olabiliriz.
244 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
4. Özet
Grupların yukarıda belirtilen dört türünü bazı detaylarıyla açıkladık ve böyle ay-
rımların yeterli olmamakla beraber önemli olduğu hususuna işaret ettik. Bütün mo-
dern toplumlar bu dört türü kapsamaktadır.
Bir sonraki işimiz, grupları iki farklı bakış açısından; sosyolojik içerik ve sosyolo-
jik biçim bakımından tartışmak oldu. Bir grup; ister bölgesel, ister dinsel, ister dilsel,
ister sportif, isterse akademik vb. olsun, bu grubun özelliği bir anlamda onun işlevi,
amacı veya niteliğidir. Bir grubun biçimi ise, onun belli sosyolojik özelliklere sahip
olup olmadığına dayanır. Bu özellikleri ikili gruplar halinde şu şekilde sıralayabiliriz:
(1) birincil gruplar-ikincil gruplar, (2) biz grupları-onlar grupları, (3) büyük gruplar-
küçük gruplar, (4) çoğunluk grupları-azınlık grupları, (5) uzun ömürlü gruplar-kısa
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 245
ömürlü gruplar, (6) isteğe bağlı gruplar-istek dışı gruplar, (7) açık gruplar-kapalı
gruplar, (8) yatay gruplar-dikey gruplar, (9) bağımsız gruplar-bağımlı gruplar, (10)
örgütlü gruplar-örgütsüz gruplar. Gruplar hakkındaki herhangi bir detaylı ve kap-
samlı inceleme, bu kategorileri dikkate alacaktır. Böyle bir yaklaşım, modern toplum-
lardaki grupların temel karakterini aydınlatacaktır.
Toplumun yapısı hakkındaki analizimize devam etmek için, çok önemli iki olgu
olan örgütlü gruplar (associations) ile kurumları (institutions) biraz detaylı şekilde
incelememiz gerekir. İnsanların toplum halinde birlikte yaşamalarının ve kişisel ola-
rak önceden tanımadığı kimselerle etkileşime girmelerinin nasıl mümkün olduğunu
gördük. Mesela, üniversiteye giden bir öğrencinin bir oda kiralaması, bazı derslere
kaydını yaptırması, derslere katılması, restaurantlara müşteri olması, kütüphaneyi
kullanması ve hatta önceden hiçbir ilişkisi olmayan insanların isimlerini bile bilmek-
sizin para değiş tokuşu yapması durumunda bunun nasıl mümkün olduğunu gördük.
Toplum içinde kabul edilen statülere sahip olduğumuzu, bu statülerin kendilerine
bağlanan normlarla birlikte; kendimizin ve tanıdıklarımızın günlük yaşamına düzen,
istikrar ve öngörülebilirlik sağladığını da gördük. Aynı şekilde, istatistiksel, toplum-
sal, sosyal ve örgütlü birçok grubun mensubu olduğumuzu ve grup mensubiyetimiz
kadar çok statüye sahip olduğumuzu da görmüş bulunuyoruz. Ancak, üye olarak bi-
çimsel şekilde mensubu olduğumuz, görevli olarak bünyesinde bulunduğumuz, aidat
ödeyerek katıldığımız grup türlerini henüz tartışmadık. Kısacası mensubu olduğu-
muzu örgüt ya da organizasyonları tartışmadık.
Sosyologlar, “organizasyon” sözcüğünü oldukça sık şekilde kullanmak zorunda
kalıyorlar. Bu sözcüğü, özellikle de toplumun yapısını açıklamaya teşebbüs ettikle-
rinde kullanıyorlar. Sosyologlar, bu tür grupları “organizasyonlar” olarak değil, “ör-
gütlü gruplar” olarak adlandırmaktadırlar. Bir önceki bölümde de belirtildiği üzere,
bir örgütlü grup aslında bir organize gruptur. Örgütlü grupların temel karakteristiği;
istatistiksel, toplumsal ve sosyal grupların aksine, organizasyon özelliğine sahip ol-
malarıdır.
Şimdi, bu organizasyonun ne anlama geldiğini, örneğin bir üniversitenin bir et-
nik gruptan, bir yaş grubundan, bir arkadaş grubundan, bir tanıdık grubundan nasıl
ayrıldığını tam olarak açıklamamız gerekir. Şüphesiz, bir üniversite örgütlü ya da or-
ganize bir gruptur. Aynı şekilde bir şirket, bir orkestra ve bir futbol takımı da organize
bir gruptur. Bu grupların organize oldukları için örgütlü gruplar olduğunu söylemek
yeterli değildir. Bu niteliklerini detaylı bir şekilde incelemeliyiz. Çünkü bu tür grup-
lar, her kompleks toplumda oldukça önemli roller oynamaktadırlar.
246 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
1. Organizasyonun önemi
Yine aynı nedenlerden dolayı, oldukça küçük örgütlü bir polis gücü, oldukça bü-
yük bir kalabalığı kontrol altında tutabilir. Bir hükümeti oluşturan çok az sayıda insan
bir ulusu yönetebilir. Yönetim kurulunu oluşturan oldukça az sayıdaki kişi büyük bir
şirketi yönetebilir, binlerce, bazen on binlerce çalışanın görevlerini belirleyip koordi-
ne edebilir. Aynı şekilde, az sayıda kişiden meydana gelen yönetim kurulu, bir üniver-
siteyi yönetebilir. Bütün bunlar, organizasyon sayesinde mümkün olabilmektedir.
2. Organizasyonun sürekliliği
Bir kalabalık örgütsüzdür. Bir şirket ise örgütlüdür ya da organizedir. Bu iki ör-
nekteki zıtlık açıktır. Organizasyonun ne anlama geldiğini tam olarak bilmeden önce
bile, bu zıtlığı gözlemek kolaydır. Bir kimsenin, grupları örgütlü ya da örgütsüz olarak
nitelemesi dahi, sosyolojik bakımdan gerçekten hoş bir şeydir. Çünkü bu durumda;
grupları birbirine karıştırmaksızın iki ayrı sınıfa ayırabiliriz. Ancak, bunu yapmak
her zaman kolay değildir. Bir kalabalık, örgütsüzken, şirket örgütlüdür. Fakat bir aile,
bir çete, briç oynamak için her Perşembe günü öğleden sonra toplanan bir grup kadın
hakkında ne söyleyebiliriz. Bu ve benzeri durumlarda örgütlülük ile örgütsüzlük ara-
sındaki sınır o kadar da açık değildir. İşte bundan dolayı belirtmeliyiz ki; örgütlülük
ve örgütsüzlük kesin olarak ayrılan kategoriler olmaktan ziyade iç içe geçen katego-
rilerdir. Bir başka deyişle, organizasyon, bir ucunda bütünüyle örgütsüz grupların,
diğer ucunda da örgütlü grupların yer aldığı bir sürekliliği ifade eder.
Gruplar, kendilerini bu süreklilik çizgisi üzerinde herhangi bir noktaya yerleş-
tirebilirler. Birçok grup tam ortadan veya ortaya yakın bir noktada bulunabilir. Bu
durumda biz bunların kısmen organize ya da örgütlü olduklarını söyleriz. Burada
organizasyon dereceleri söz konusudur. Kısacası organizasyon, başı ve sonu belli bir
öğeden ziyade, bir sürekliliği ifade eder. En örgütlü gruplar, üyelik yapısında bütü-
nüyle bir değişim gerçekleştirebilen gruplardır. Bunlardan bazıları, daha önce de gör-
düğümüz gibi, çok uzun süre yaşayabilirler, bazen yüzyıllarca varlıklarını sürdürebi-
lirler. Böylesi örgütlü gruplar, kendi personelinin tümünden bağımsız olmasa bile,
herhangi bir personelinden bağımsızdırlar. En düşük düzeyde örgütlü gruplar ise,
tek tek özel şahıslara daha fazla bağımlıdırlar. Şüphesiz, örgütsüz gruplar kendilerini
oluşturan ayrı ayrı kişilere bütünüyle bağımlıdırlar. Örgütsüz bir grup, personelinin
sürekli değişimi yoluyla kendini sürdürebilecek bir yapıya sahip değildir. Bu konuya
tekrar döneceğiz. Ancak burada ilkeyi ifade etmek istiyoruz: Bir grubun ayrı ayrı özel
personele bağımlılığı, örgütlülük derecesiyle ters orantılı olarak değişmektedir. Yani
örgütlülük derecesi yükseldikçe; grubun tek tek şahıslar olarak kendi mensuplarına
olan bağımlılığı azalmaktadır.
3. Organizasyon kriteri
Şimdi organizasyonun kriterini; örgütlü bir grubu örgütsüz bir gruptan ayırdede-
248 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
rek, diğer gruplar karşısında örgütlü bir gruba ayırıcı niteliğini veren özgül faktörleri
tartışmaya başlayabiliriz. Bu faktörleri şöylece sıralayabiliriz: (1) Özgül bir fonksiyon
ya da amaç, (2) örgütsel normlar, (3) örgütsel statüler, (4) otorite, (5) üyeliğe kabul
sınavı, (6) mülkiyet, (7) bir isim ve diğer ayırdedici simgeler. Bu faktörleri sırasıyla
inceleyelim.
Özgül fonksiyon: Her örgüt, özel bir ilgi veya etkinliği gerçekleştirmek üzere şe-
killendirilir. Tekrar tekrar vurguladığımız gibi, bu etkinliğin ne olabileceği konusun-
da hemen hemen hiçbir sınır yoktur. En güçlü hayal gücü bile, bu konudaki olasılık-
ların neler olabileceğini sayıp dökemez. Mesela; barışı korumak için, zambak neslinin
ortadan kalkmasını önlemek için kurulan örgütler olduğu gibi, margarin tüketimini
teşvik etmek, egzotik bitkileri ithal etmek amacıyla kurulan örgütler de vardır. Ger-
çekten de bir örgüt iyi, kötü, ilgisiz ve hatta gülünç olabilecek, hemen hemen tasavvur
edilebilecek her amaca hizmet etmek üzere teşkil edilebilir.
Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, örgütleri tek bir fonksiyon ya da ilgi bakı-
mından sınırlandırmak gerekmez. Nispeten az rastlanmakla beraber, bazen bu fonk-
siyonlar bütünüyle en temel fonksiyonlar olabilir. Bir çok durumda genel olarak bir
temel fonksiyon ya da etkinlik ve onun yanında da yardımcı ya da yan fonksiyonlar
bulunur. Mesela, bir kilisenin temel fonksiyonu dinsel etkinliktir. Ancak bunun ya-
nında daha başka etkinlikler de bulunabilir; ahlak, sportif, eğitimsel, sosyal ve hatta
politik faaliyetler gibi. Ayrıca dinlence ve eğlenceye yönelik etkinlikler de varolabilir.
Temel fonksiyonu eğitim olan bir üniversite, aynı zamanda bir futbol takımına sahip
olabilir. Bazen, hangi fonksiyonların temel, hangilerinin yardımcı olduğunu tespit et-
mek kolay olmaz. En küçük örgütlerin bile birçok amacı vardır.
Rober K.Merton, konumuzla ilgili başka bir sınıflama ortaya koydu. Açık ve gizli
fonksiyonlar arasında ayrım yaptı. Mesela, bir şekerci dükkanı gangesterlerin düzen-
lediği bir tür piyango için yer olarak kullanılabilir. Aynı şekilde bir motel veya daha
büyük bir çapta yer, suç sayılan eylemlerin paravanı olarak kullanılabilir. Bir siyasi
partinin açık fonksiyonu, seçim çalışmalarını yürütmek ve taraftarlarının oylarını
almaktır. Bununla beraber, seçim bölgesinde birçok gizli fonksiyonların varlığı far-
kedilebilir. Burada parti; kendi üyelerine iş bulur, aday listelerini iptal eder, yardım
listelerine gözkulak olur, tartışma ve çatışmaları yatıştırır, bürokrasiyi azaltır ve genel
olarak kendisine bağlılık duyan herkese bir yardım kuruluşu gibi hizmet sunar. Şüp-
hesiz, yapılan hizmetlerin karşılığı beklenir. Benzer şekilde, yerel bir taverna veya
eczane, mahalli yardım bürosundan daha fazla kent sakinlerine danışma, görüşme
imkanı sağlar. Barmenin sesi, tıpkı kulağı gibi, bürokratik eğilimlerden oldukça uzak
olup neşelidir. Barmen, hiçbir şeyin karbon kopyasına ihtiyaç duymaz.
Böylece, toplumda özellikle kendi toplumumuzda, kendi üyelerinin ilgilerini ger-
çekleştirmeye çalışan muhteşem sayıda örgütlerin varlığını görüyoruz. Bu ilgiler; din-
sel, askerî, sportif, sosyal, eğitimsel, siyasal, regreasyonel, hayırsever, yurtsever veya
başka tür bir ilgi olabilir. Dinsel olanı hariç, bu etkinliklerden hiç birinin tek başına
gerçekleştirilemeyeceği kolaylıkla görülebilir. Ne münzevi kimseler ne de Robinson
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 249
Örgütsel statüler Eğer örgütler özgül normlara sahiplerse, onlar aynı zamanda bu
normlarla bağlantılı özgül statülere de sahiptirler. Genel ve örgütsel statüler arasında-
ki ayrımı şu anda yapmaktayız. Burada dikkatimizi yönelteceğimiz statüler, örgütsel
statüler olacaktır. Sağ açık oyunculuğu, sadece bir beysbol takımındaki bir statüdür.
Şüphesiz beysbol takımı bir örgütlü gruptur. Bu statü, toplum içinde başka hiçbir
yerde bulunamayacağı gibi, genel, yaygın bir statü de değildir. Aynı şekilde, üretim
sürecinde ya da halkla ilişkiler birimindeki başkanlık statüsü de örgütsel bir statü
olup, bir organizasyona özgüdür. Bu tür statü, koca ya da baba statüsü gibi, toplum-
da genel bir anlama sahip statülerden değildir. Bir örgütsel grubun organizasyonunu
oluşturan ve böyle bir grubun üyelerinin birbirleriyle sosyal ilişkilerini belirleyen öğe,
örgüte özgü statüler dizisidir.
Örgütlü grupların yapısını oluşturan ve sadece bu tür gruplar içinde anlam taşı-
yan örgütsel statülerin oldukça uzun bir listesi hiç kuşkusuz sunulabilir. Mesela bir
üniversite öğrencisinin genel ya da yaygın statüsü, diğer öğrencilerden farklılaşma-
mış bir şekilde yalnızca öğrenci olmaktır. Bununla birlikte; bir üniversitedeki herhan-
gi bir öğrenci; birinci sınıf, ara sınıf, son sınıf ya da mezuniyet sonrası öğrencisidir.
Bu statüler, örgütsel statülerdir. Örgüt içindeki bir öğrenci, aynı zamanda sosyoloji
öğrencisi, fizik öğrencisi, mühendislik öğrencisi veya başka bir alanda öğrencidir. Bir
örgüt hacim ve karmaşıklık bakımından ne kadar büyürse, bir üniversite veya büyük
bir şirkette olduğu gibi, örgütsel statülerin sayısı da o kadar yüksek olur. Örgüt içinde
örgütsel statüler ve normlar, belli üyeler arasındaki örgütsel nitelikte olmayan statü-
lerden önce gelir.
İki kişi, çok iyi arkadaşlar ve hatta birbirlerinden ayrılamaz dostlar olabilirler. Bu-
nunla beraber, onların ait oldukları bazı örgütlerde, A’nın statüsü B’nın statüsünün
altında, bazılarında da B’nin statüsü A’nın statüsünün altında olabilir. Her ikisinin
de mensup olduğu bir orkestrada, A orkestra şefiyken B birinci klarnet olabilir. Yine
aynı şekilde bir satranç topluluğunda, B şef konumundayken, A sade bir üye olabi-
lir. Bunlar ve daha başka verilebilecek örnekler, örgütsel statülerin önemini ortaya
koymaktadır. Bu tür statüler, örgütlere özgü olup zorunlu olarak örgüt dışı ilişkileri
kapsamazlar.
Böylece bir örgütün yapısının, kısmen özgül, yani o örgüte özgü normlardan ve
statülerden oluştuğunu görmüş bulunuyoruz. Normların ve statülerin örgüte göre
özgülleşmesi, çok önemli bir sosyolojik fenomen olan işbölümünün göstergesidir.
Gerçekten de, işbölümü çok önemlidir; işbölümü hem örgütsüz ve örgütlü gruplar
arasındaki farklılığı, hem de basit ve karmaşık toplumlar arasındaki farklılığı geniş
ölçüde açıklar. İşbölümü, bütün organizasyonların bir özelliği olup, bir anlamda or-
ganizasyon işbölümünün anlamdaşıdır. İşbölümü, grup içindeki insan davranışları ve
kollektif faaliyetler bakımından oldukça fazla sonuçları olan bir fenomendir. İşbölü-
mü, başka türlü ulaşılamayacak belli amaçları başarmayı mümkün kılan bir olgudur.
Bir beysbol takımının sadece topu atan oyunculardan, bir futbol takımının yal-
nızca orta saha oyuncularından, bir kent yönetiminin yalnızca polislerden, bir ban-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 251
tün örgütlerde ortaya çıkan bir olgudur. Bir anlamda denebilir ki, her örgüt, ne kadar
küçük olursa olsun, kendi hükümetine sahiptir. Toplumdaki her örgüt oldukça ge-
niş anlamda politik bir olgudur. Kuşkusuz her örgüt kendi otorite yapısına sahiptir.
Gerçekten, örgüt otoriteyi yaratır. Organizasyonun olmadığı yerde otorite, otoritenin
de olmadığı yerde organizasyon yoktur. İşte bundan dolayı, otorite organizasyonun
en önemli kriterlerinden birisidir. Oldukça önemli bir konudaki bu tartışmayı, takip
eden bölümde detaylı bir şekilde ele almak üzere, burada bırakıyoruz.
Üyelik yoklamaları Bazı örgütlere katılmak kolayken bazılarına katılmak zordur.
Bununla birlikte, bütün örgütler, çok az da olsa, kendi bünyelerine katılacak kişiler-
den belli bazı niteliklere sahip olmasını isterler. Mesela bir kimse, herhangi bir ulusun
ordusuna katılmanın hiç de kolay bir şey olmadığını kolayca tasavvur edebilir. Askeri
ihtiyacın yoğun olduğu dönemlerde, insan gücüne ihtiyacın acil olduğu zamanlarda;
tıbbî kontrolle görevli uzmanlar göz muayenelerini bir tarafa bırakarak onları sadece
sayarlar. Buna rağmen, her orduda yine bazı testler vardır. Aksi takdirde, sadece yaşa
göre sınıflandırılan insanlar, görevin gerektirdiği fiziksel ve zihinsel standartları ye-
rine getiremeyebilirler. Üyeliğin isteğe bağlı olmadığı örgütlerde bile üyeliğe kabule
ilişkin testler vardır.
İstisnasız bütün örgütler nispeten kapalıdır. Bunların hepsi üyeliğe kabul testleri
uygularlar. Bu testler çok basit olabileceği gibi, cevap verilemeyecek kadar zor da ola-
bilir. Ancak her durumda şu ya da bu tür testler vardır. Silahlı kuvvetlere katılmak,
cumhuriyetçi partinin üyesi olmak kolaydır. Fakat, Amerikan Barolar Birliğine ya
da Amerikan Devriminin Kızları Örgütü’ne katılmak o kadar kolay değildir. Ancak,
tamamıyla açık bir örgüt yoktur. Bir grubun, aynı zamanda nasıl hem kapalı hem de
zorunlu olduğunu şimdi görebiliriz. Mesela, silahlı kuvvetler gibi bir örgütlü grubun
hem üyeliğe kabule ilişkin testleri vardır, hem de bu testlerde aranan şartlara sahip
olanların orduya katılma mecburiyeti vardır.
Bu bakımdan örgütlü gruplar istatistiksel ve toplumsal gruplardan açık bir şekilde
ayrılırlar. Bir örgütte üyelik, hemen her zaman kazanılmış bir statü olup, nadiren do-
ğuştan edinilmiş bir statüdür. Bir örgüte giren herkes, en azından o örgütü karakteri-
ze eden statülere, kurallara ve düzenlemelere uymayı kabul etmek zorundadır. Bunu
yapmadığı zaman üyeliğine son verilebilir, normlara uymayı sağlayacak işlemler dev-
reye sokulabilir. Herşeyden önce, üyeliğe kabulün kendisi bir testtir. Sadece bu şart
bile, bir örgütü açık bir gruptan ayırmaya yeter. Ayrıca, bir çok örgütün özel kabul tö-
renleri, üyeliğin ayrıcalıklı bir statü olduğunu ifade etmeye yönelik başka etkinlikleri
de vardır. Orduya katılan kimselerin yemin etmesi, hem simgesel hem de hukuksal
anlama sahip bir eylem olarak bu fonksiyona hizmet eden bir merasimdir.
Mülkiyet Bütün örgütlerin kendi mülkiyeti vardır. Mesela, üyelerden toplanan ai-
datlar, veznedar veya başka bir üyeye değil örgüte aittir ve toplanan bu paralar örgüt
adına ve hesabına harcanır. Örgütün toplanan bu paralardan başka da sahip olduğu
şeyler vardır. Örgüt mülkiyeti, maddi kültür öğelerinin tamamını kapsayabilir. Her
örgütün, tıpkı kendi normları gibi, kendi maddi varlıkları vardır. Mesela bir okulun
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 253
tebeşir ve siyah yazı tahtaları varken, bir mağazada hesap makinaları ve yazar kasa,
bir beysbol takımının da beysbol sopası ile topları vardır.
Kuşkusuz, maddi kültür öğeleri kendi kendilerine mülkiyet kavramını yaratmaz-
lar. Mülkiyet kavramı sadece maddi kültür nesnelerini değil, aynı zamanda mülkiyete
ilişkin normları, eşyadan yararlanma ve onu kullanma hakkını da içerir. Sonuç olarak
mülkiyet kavramı, hem nesneleri hem de normları kapsar. Bir toplumda mülkiyet ola-
rak kabul edilen şey, başka bir toplumda mülkiyet olarak görülmeyebilir. Çünkü, bu
toplumların mülkiyete ilişkin normları birbirinden farklıdır. Bu konudaki tartışmayı
burada kesip, mülkiyetin doğası hakkında bir analize burada girmeyeceğiz. Ancak,
mülkiyetin sadece ekonomik bir fenomen değil, aynı zamanda sosyolojik bir olgu
olduğu konusunda ısrarlıyız. Hiç şüphesiz mülkiyet, sadece fiziksel bir fenomen de-
ğildir. Toplum içindeki her örgütün kendi normlar dizisine ve kendi ayırdedici maddi
nesnelerine sahip olduğunu düşündüğümüzde, en azından bir anlamda, her örgütün
kendi kültürüne sahip olduğunu ve her örgütün toplumun kültürüne nazaran bir alt
kültürü bir ölçüde de olsa temsil ettiğini söyleyebiliriz. Mesela Doğu Sosyoloji Der-
neği gibi, her örgüt, aynı zamanda benzersiz bir topluluk, daha büyük toplum içinde
daha küçük bir toplumdur.
İsim ve diğer ayırdedici simgeler Örgütlü grupların formel özellikleri hakkında-
ki tartışmamızı, her bir örgütün, ister Venezuela Hükümeti, ister Manx Kedilerini
Koruma Cemiyeti; isterse Mısır Ordusu olsun, bir isme ve diğer ayırdedici simgelere
sahip olduğunu belirterek sonlandırabiliriz. Oldukça yüksek derecede örgütlenmiş
örgütler, isimlerini, kendi anayasalarının, anasözleşmelerinin, tüzüklerinin, statüle-
rinin veya normlarını ortaya koyan diğer formel metinlerin ilk cümlesinde belirt-
mektedirler. Ancak, ismiyle ayırdedilebilen örgütlü gruplar sadece büyük örgütler
değildir. Her komite, bağımlı bir örgütlü grup olsa bile, amacını gösteren bir isme sa-
hiptir. Kuşkusuz, örgütler isimlerden başka diğer ayırdedici, kimliklerini tanımlayıcı,
sloganlar, şarkılar, renkler, armalar, ticarî markalar, mühürler, nişanlar ve taçlar gibi,
sembollere de sahip olabilirler. Bunlar bazen sembolik kültür öğeleri olarak adlandı-
rılır ve onlar, isimler gibi, örgütlü grupları tanımaya ve başkalarından ayırdetmeye
hizmet ederler.
Gizli toplulukların kendilerine özgü dilleri, kodları ve parolaları vardır. Bunlar da
benzer bir fonksiyon görürler. Reklamcılığın gelişmesi, üretim ve ticaret şirketleri ta-
rafından kullanılan simgelerin muazzam şekilde artmasına yol açtı. Bu tür firmaların
ayrıca ayırdedici birer logosu da vardır.
Buraya kadar, örgütlü grupların temel özelliklerini incelemiş ve bu özelliklerin ör-
gütlü grupları örgütsüz gruplardan nasıl ayrıldığını göstermiş bulunuyoruz. Bu özel-
likleri şöylece özetleyebiliriz: (1) Özgül fonksiyon, (2) örgütsel normlar, (3) örgütsel
statüler, (4) otorite, (5) mülkiyet, (6) üyelik yoklamaları, (7)isim ve diğer tanımlayıcı
simgeler. Bu özelliklerden bazıları diğerlerinin doğal sonucudur; diğer bir deyişle,
işbölümü statülerin farklılaşmasının bir fonksiyonudur, otorite statülerin tabakalan-
masının bir fonksiyonudur, mülkiyet örgütsel normların ve maddi öğelerinin, bileşik
254 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
bir fonksiyonudur. Bununla beraber biz, onları daha anlaşılır kılmak için ayrı ayrı
tartıştık.
Bütün bu özelliklerin; örgütlerin kendi doğasıyla, iç örgütsel yapıyla ilgili olduğu
kolaylıkla gözlenebilir. Bir sonraki bölümde, birbirleriyle bağlantılı farklı örgütlerin
ilişkilerini, yani örgütler arası ilişkileri dikkate alacağız ve büyük ölçekli örgütlerin,
karmaşık bir toplumun karakterini nasıl etkilemekte olduğunu bazı detaylarıyla gös-
tereceğiz.
Bir kimse, sol ve sağ sütunlarda görünen fenomenler arasında daha da geniş bir
ayrım yapabilir; formel organizasyon başlığı altındaki sütunun esasında sosyolojik
karakterde olduğunu ve sosyolojik analiz yoluyla açıklanabileceğini, buna karşılık in-
formel organizasyon başlığını taşıyan sütunun, genel, yaygın normlar hariç olmak
üzere, bireylerin kişilik ve mizaçlarıyla ilgili olup, sosyal psikolojiye ait bir konu oldu-
ğunu söyleyebilir. Kısacası, kişilerarası ilişkiler sosyal psikolojinin yardımı olmadan,
satatüler arası ilişkiler de sosyolojinin yardımı olmaksızın anlaşılamazlar.
Bu ayrımın önemi, motivasyon problemleriyle ilgilenenlerin çok defa gözünden
kaçıyor. Formel organizasyonun doğası, daha geniş anlamda sosyal yapısı, genellikle
psikolojiye atfedilen meselelerle yakından ilgilidir. Bu konuda iki örnek verebiliriz.
Birinci olarak, Dünya Beysbol şampiyonluk karşılaşmalarında yedi maçtan dördünü
kazanan takımın başarısı üzerinde durabiliriz. Oyunculara sağlanan mali imkanlar
çok yüksek olduğundan, oyuncular, yedi oyundan oluşan tüm müsabakaları kazan-
mak üzere güçlü bir şekilde güdülendiler. Bu, muhtemelen önceden planlamaksızın
ve üzerinde pek de düşünmeksizin yapıldı. Başka bir deyişle, oyunda şike yapmak
gibi bir durum söz konusu değildi. Ancak, kolay kolay sezilemeyecek, çok ince, üstü
örtük bir şey vardı.
Bu olasılığı önleyen şey nedir? Bu sorunun cevabı dünya beysbol yarışmalarında
geçerli normlarda bulunabilir. Belli bir sonuca ulaşmak için gerekli maç sayısı kaç
olursa olsun, oyuncular sadece ilk dört oyunun gelirini paylaşıyorlar. Bundan dola-
yı, müsabakaları mümkün olduğu kadar erken bitirmek bir avantaj olmaktadır. Eğer
dört oyundan fazlası gerekli görüldüğü takdirde, onlar belli bir süre hiçbir şey yap-
mayacaklar, bütün sezon çalışmak zorunda kalacaklar. Halbuki onlar hep birlikte ava
gitmeye de oldukça hevesliler. Bu durumda; grup normlarının, motivasyonu açık bir
şekilde etkilediği görülmektedir.
İkinci bir örnek olarak, bir savaş eğitim gemisinde vukubulan bir durum üze-
rinde durulabilir. Bu birliğe bağlı subay adaylarından kahvaltıdan önce bir ast suba-
yın komutasında düzenlenen egzersizlere katılmaları istenir. Bu egzersizlerden muaf
tutulmak oldukça kolaydır. Basit bir soğuk algınlığına veya başka bir rahatsızlıktan
revire veya eczaneye giderek, orada görevli arkadaşlarından istirahat veya uyku verici
ilaç alarak muaf sayılmaları mümkündür. Arkadaş grubunun oldukça yüksek ölçüde
işbirliği yaptığı görülür. Sonuç olarak, sağlık servisi tarafından belgeli ve imzalı ma-
zeretli personel sayısı giderek artan ölçüler de, neredeyse toplam personel sayısının
yarısına ulaşır.
Birlik komutanı, yalandan hasta olmak gibi hassas bir problemi çözmek duru-
mundadır. Komutan, sağlık subayına her vakayı kişisel olarak belgelemesini emrede-
258 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
rek veya eczacı arkadaşlarını uyarmasını ondan isteyerek ve onların çalışmasını daha
yakından denetleyerek mazeretlilerin sayısını kolayca azaltabilirdi. Ancak o arzu edi-
len sonucu verecek daha etkili bir yol buldu ve bir kuralda değişiklik yaptı. Birlik
komutanı, sabahleyin yapılan jimnastik egzersizinden muaf olanların, bu egzersizleri
yapamayacak kadar hasta olduklarına göre, bütün personele tanınan akşamları şehire
gitme hakkından da yararlanamayacak derecede rahatsız olacakları için, bu haktan
yararlanamayacaklarını kararlaştırır. Problem, sağlık servisinin kararına müdahale
etmeksizin ve yalandan hastalanma sorununa meydan verilmeksizin çözümlenir. Yu-
karıda verilen örneklerin her ikisi de örgütsel yapının insan davranışıyla yakından
ilgili olduğunu göstermektedir. Sosyologlar, sosyolojik esasları ilgilendiren bu tür ör-
nekleri ortaya koymak durumundadırlar.
Şimdi, formel ve informel organizasyon arasındaki ilişki konusunda iki genel göz-
lemde bulunabiliriz. Bunlardan birincisini şöyle ifade edebiliriz: En iyi şekilde tasar-
lanan formel organizasyon, informel organizasyondan destek almadıkça başarılı bir
örgüt olamaz. Başka bir deyişle, en düzenli ve etkili yapı; eğer üyeleri arasında birbir-
lerine karşı güven yoksa, kişisel dostluklar geliştirmemişlerse, birbirlerini sevmiyor
ve birlikte olmuyorlarsa, başarılı bir örgütsel yönetim sergileyemez. Böyle durumlar-
da otorite kullanımı hiçbir sonuç yaratmaz. Ancak kırgınlığa neden olur. Kırgınlık da
kişiler arası etkileşimi imkansız kılmasa bile oldukça güçleştirir. Daha aşırı ya da uç
durumlarda otorite tamamen ortadan kalkar ve kaba güçten ya da zordan başka bir
şey ortada kalmaz.
İkinci gözlem ise zıt bir duruma ilişkindir. Formel organizasyon yetersiz olduğu
takdirde, dünyadaki en iyi niyetli tutum ya da davranış bile, örgütsel faaliyetin ba-
şarılı bir şekilde sürdürülmesi bakımından yeterli olmaz. İşte bu nedenledir ki; üst
kademede sorumluluğun bölünmüş olması arzu edilen bir durum değildir. Mesela,
bir organizasyonu etkileyen meseleler hakkında nihaî kararları almak üzere yetkilen-
dirilen iki kişinin varlığını düşünelim. Böyle bir pozisyona konan iki iyi arkadaş, çok
kısa bir sürede düşman almaya başlayacaklardır. Çünkü, statü ilişkileri bakamından
aralarında çatışma çıkması kaçınılmaz olacaktır. Bu olgu, bazı örgütlerin tarihçesinde
tekrar ve tekrar ortaya konabilir. Kısacası, en etkin ve tatmin edici örgüt, bünyesin-
de informel organizasyonla desteklenen formel organizasyonu barındıran örgüttür.
Daha önce de söylediğimiz gibi, formel ve informel organizasyon arasında kopukluk
oldukça yüksek bir düzeye vardığı zaman, örgüt çözülme tehlikesiyle yüzyüze gele-
cektir.
Formel ve informel organizasyon arasındaki bu ayrımdan kaynaklanan son bir
gözlemde daha bulunabiliriz. Toplumun bizzat kendisi, bu iki organizasyon türünü
sergiler. Çünkü, biz devlet hakkında konuştuğumuzda aslında toplumun formel orga-
nizasyonundan; topluluk hakkında konuştuğumuzda ise aslında toplumun informel
organizasyonundan söz etmiş oluyoruz. Yasalar, formel organizasyonlara ait örgüt-
sel normlarken; örf ve adetler, informel organizasyona ait genel, yaygın (topluluksal,
grupsal) normlardır. Hükümet ya da devlet görevlileri, hem atanmış hem de seçilmiş
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 259
5. Kurumlar
Örgütler Kurumlar
Bir şirket Ekonomi
Bir demiryolu Ulaşım
Bir ordu Savaş
Bir kolej Eğitim
Bir gazetecilik şirketi Basın
Bir kilise Din
Bir televizyon ağı Televizyon
Bir beysbol takımı Beysbol
Bir aile Aile
Bir hükümet Hükümet
Bir hastane Tıp
Bir gece kulübü Eğlence
Bir tiyatro topluluğu Drama
Çok açıktır ki; bir kimse, sol sütunda listelenenlerden herhangi birine katılıp üye
olabilirken, sağ sütundakilerden hiç birine katılıp üye olması söz konusu olmaz.
Yukarıdaki listede sunulan birkaç terim ele alınıp işlenebilir. Bir aile bir örgüt ola-
rak adlandırılır; buna karşın aile bir kurumdur. Bir aile özgül, belli bir aile anlamına
gelir, mesela Adams Ailesi, Kenedi Ailesi, Jukes Ailesi birer örgüttür. Belli bir aile,
evlenme kurumu yoluyla bir araya gelen iki insan tarafından oluşturulur. Bu aile, üye-
leri yaşadığı sürece sürer. Herhangi bir aile (a Family) bu anlamda bir örgüttür. Buna
karşın genel anlamda aile (The family) bir kurumdur. Hiç kimse bu anlamda aileye
üye değildir. Kişiler ancak belli, somut bir aileye mensup olabilirler. Belli bir aile öz-
güt nitelikte somut bir birimdir. Kurum olarak aile ise, genel ve evrensel nitelikte bir
olgudur. Bu anlamıyla neslin çoğalmasını, genç kuşakların yetiştirilip eğitilmesi fonk-
siyonlarını gören bir kurumu ifade eder.
Sırası gelmişken belirtelim ki; aile evrensel bir kurumdur. Yeryüzünde aile kuru-
muna salip olmayan hiçbir toplum yoktur. Tarihin her döneminde bütün toplumlarda
üreme ya da çoğalma işlevi kurumsallaşmıştır. Bizimki de dahil tüm toplumlarda üre-
me ya da çoğalma kurumsallaşmış bir tarzda ortaya çıkar.
Başka bir örnek olarak, örgüt olarak belli bir hükümet (a government) ile kurum
olarak hükümeti (the government) ele alıp inceleyebiliriz. Mesela, Amerika Birleşik
Devletleri Hükümeti veya Fransa Hükümeti, oldukça yüksek düzeyde örgütlenmiş
gruplar olarak seçilmiş, atanmış ve diğer şekillerde istihdam edilmiş personeli kapsar.
Bunlar Amerikan ya da Fransız Hükümeti üyeleridirler. Buna karşın, genel anlamda
hükümet (the government) hükümet etmenin düzenli, kabul edilmiş, tanınmış bir tar-
zı olarak, yani politik kararları alan, yasaları çıkaran ve uygulayan, toplumun formel
anlamda düzenini sağlayan bir olgu olarak, hiç kuşkusuz bir kurumdur. Bu kurum,
ailenin zıddına, her toplumda ortaya çıkmaz. Bazı toplumlar öylesine ilkel düzeyde-
264 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
dirlerdir ki, kendi bünyelerinde ayrı bir hükümet kurumu çıkaramazlar. Bu toplum-
lar, politik bir organizasyona sahip olmadıkları gibi toplumu yöneten bir örgüte ve
bu örgüte üye kimseye de sahip değildirler. Buna karşın, bütün kompleks toplumlar,
kurum olarak hükümete ve kurumsallaşmış hükümet etme ya da yönetme etkinliğini
icra ederek kurumun varlığını sürdüren örgüt olarak belli bir hükümete sahiptirler.
Kompleks bir toplumda; şüphesiz, farklı kurumlarla karşılaşırız. Bu kurumlar tüm
topluma karakteristik bir profil verirler ve farklı toplumların karşılaştırmalı analizini
mümkün kılarlar. Mesela, tarihi süreç içerisinde, bu kurumlardan birinin veya diğeri-
nin başat konumda olduğunu ve bu kurumlara dayanan dinsel, askeri, ailesel, politik
toplumların ve benzerlerinin varlığını gözleyebiliriz. Ortaçağ toplumunun baskın ka-
rakteri, dinsel bir toplum olmasıdır. Roma Katolik Kilisesi, bu toplumun en önem-
li örgütüdür. Buna karşın, Antik Isparta ile modern Prusya, askeri statülerin en üst
rütbeye sahip oldukları askeri toplamlardır. Eski Çin toplumunda aile başat kurum-
dur. Totaliter devletlerde ise, politik kurum diğer kurumların hepsinden önce gelir.
Yirminci yüzyıldaki kendi toplumumuz, endüstriyel toplum olarak nitelendirilebilir.
Çünkü, endüstrinin genel olarak en önemli kurum olduğuna inanılmaktadır.
Örgütler ve kurumlar hakkındaki bu bölümü bitirirken son bir gözlemde bu-
lunmak isteriz: farklı örgütler aynı kuruma hizmet edebilir ve tek bir örgüt bir dizi
kurumsallaşmış etkinliği yapabilir. Biraz önce de belirttiğimiz gibi, birçok kolej ve
üniversite, eğitim kurumuna hizmet sunmaktadır, bir dizi gazete basın kurumuna
hizmet etmekte, çok sayıda şirket de ekonomi kurumuna hizmette bulunmaktadır.
Bu, şüphesiz çok açık bir husustur. Buna karşın şu husus ta çok açıktır ki, bir tek örgüt,
hem temel hem de yardımcı nitelikte fonksiyonlara sahip olabilir ve birçok değişik
kuruma hizmet sunabilir.
Mesela, Çağdaş Amerikan toplumundaki bir üniversite öncelikle eğitim kurumu-
na özgülenmiştir. Bu üniversite aynı zamanda üniversiteler arası atletizm kurumuna
yönelik hizmette de bulunur. Aynı şekilde ekonomik etkinlikler de yapar. İster özel
isterse kamu üniversitesi olsun, büyük üniversiteler patentlere sahiptirler, borç para
alırlar ve verirler, askeri araştırmalarla hükümete hizmet sunarlar, emlak satıp kira-
larlar, bir yatırım girişimini idare edebilirler ve buna benzer ekonomik faaliyetlerde
bulunurlar. Özetle büyük bir üniversite, eğitimden başka kurumları da temsil eder.
Aynı olgu diğer örgütlerde de gözlenebilir. Mesela, büyük bir basın şirketi, özel-
likle basın kurumuna özgülenmiş bir işletmedir. Fakat bu şirket, bastığı el kitaplarıyla
eğitim kurumuna da hizmet eder. Bundan başka, şirket bilimsel alanlardaki araştır-
maları teşvik edip güdüler. Basın kurumuna hizmet etmek üzere kurulan The New
York Times gazetesi, Thomas Jefferson’un yazılarının toplanması ve basılması için bir
milyon dolar fon sağlayarak öğrenme ve eğitim sürecine katkıda bulunur. Son olarak,
Birleşik Devletler Hükümeti, temel fonksiyonu hükümet kurumuna hizmet etmek
olan bir örgüt olarak, makul bir şekilde listelenebilecek kurumlardan daha fazlasına
hizmet eder.
Burada görüyoruz ki; kompleks bir toplumun en önemli sosyolojik olgularından
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 265
birisi, tek tek örgütlerin yerine getirdikleri kurumsal fonksiyonların sayısındaki ar-
tıştır. Örgütler büyüdükçe bu örgütler ister üniversiteler, şirketler, gazeteler, kiliseler;
isterse hükümetler olsunlar, kurumsal etkinliklerini de arttırma eğilimine girmekte-
dirler. Bir tek örgüt tarafından temsil edilen kurumların sayısı, o örgütün büyüklü-
ğünün doğrudan bir fonksiyonudur. Bu ifade, şüphesiz, sosyolojik bir ilkeyi ortaya
koymaktadır.
6. Özet
Bu bölümde örgütler ve kurumlara, yani örgütlü insan grupları ile bir şeyleri yap-
manın organize tarzlarına giriş yapmış olduk. Sonuç olarak, örgütlenmenin önemi-
ni vurgulamamız gerekir. Örgütlenme olmaksızın ne üniversiteler, kolejler, okullar,
çelik şirketleri, otomobil fabrikaları, petrol rafinerileri, ne de bankalar, gazeteler ve
hükümetler olur. Bütün bunlar, insanlar örgütlenmiş bir tarzda birbirleriyle işbirliği
ve koordinasyon yaptıkları için mümkün olmaktadır. Eğer örgütlenme olmasaydı, biz
hâlâ ilkel atalarımızın köy ve kabile yaşamını sürdürüyor olurdur.
Şüphesiz organizasyon toplum içindeki değişmez bir öge değildir. Toplumda çok
düşük ölçüde örgütlenmeye sahip gruplar ile neredeyse hiç örgütlü olmayan gruplar
da vardır. Başka bazı gruplar ise oldukça yüksek düzeyde örgütlenmişlerdir. Başka bir
deyişle, toplum içindeki örgütler, bir ucunda en alt düzeyde örgütlenen gruplar, diğer
ucunda da en üst düzeyde örgütlenen gruplar olmak üzere, kesiksiz bir dizi oluşturur-
lar. Bu bağlamda denebilir ki; gruplar oldukça yüksek düzeyde örgütlendikleri zaman
kendi personellerinden oldukça bağımsız olmaya başlarlar. Bu tür örgütler, kendi ya-
pılarında önemli bir değişiklik olmaksızın kendi üyeliklerini baştan aşağı değiştir-
meyi gerçekleştirebilirler. Böyle oldukça yüksek ölçüde örgütlü gruplar, uzun yıllar,
bazen yüzyıllar boyunca varlıklarını sürdürebilirler.
Bu durumda, organizasyonun ne demek olduğunu tam olarak ortaya koymamız
gerekir. Bu sorunun cevabında; örgütlü bir grubu, örgütsüz bir gruptan ayırmaya
yarayan yedi tane karakteristik veya kriterle karşılaşırız: (1) Özgül fonksiyon veya
amaç, (2) Örgütsel normlar, (3) Örgütsel statüler, (4) Otorite, (5) Mülkiyet, (6)
Üyelik testleri, (7) İsim ve diğer tanımlayıcı simgeler. Bu kriterleri ele alarak örgütsel
normlar ve statülerden kaynaklanan işbölümünün büyük bir öneme sahip olduğunu
ortaya koyduk ve işbölümünün büyük bir öneme sahip olduğunu ortaya koyduk ve
işbölümünün, basit bir toplumu karmaşık bir toplumdan ayırdetmeye nasıl yardımcı
olduğunu gösterdik.
Bir sonraki bölüm, örgütlerin formel ve informel organizasyonu arasındaki ayrım
konusuna ayrılmıştır. Bu noktayı şöyle özetleyebiliriz: formel organizasyonda üyeler
arasındaki ilişkiler, onların işgal ettikleri statülere ve örgütün açık normlarına göre
oluşurken, informel organizasyonda bu ilişkiler, üyelerin oynadıkları rollere ve ge-
niş ölçüde topluluğun açıkça yazılı olmayan ancak genel ve yaygın nitelikteki örtük
normlarına göre oluşur. Formel organizasyonda üyeler, birbirlerini statülerine atfedi-
len otorite bakımından kategorik ve dışsal bir şekilde değerlendirirler. Buna karşılık
266 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt
Hülya Bulut1
19. yüzyılın ikinci yarısı Osmanlı toplumunda, sosyal ve politik olaylarla bir-
likte toplumda kadının rolünün tartışıldığı, kadın-erkek ilişkisinin gündeme ya-
zarlar bağlamında geldiği, evlilik kurumunun özellikle kadının bu kurumdaki yeri
bağlamında sorgulandığı tartışmaları da gündeme getirmiştir. Tanzimat Fermanı’yla
belirginlik kazanan “kadın sorunu“ yüzyılın ikinci yarısında, dönemin önde gelen
aydınlarından Namık Kemal, Şinasi, Şemsettin Sami gibi isimler tarafından sıklıkla
işlenir. Bu yazarlar, gazete ve dergilerde kadın konusuna ağırlıklı olarak değinmişler,
görücü usûlü evliliğin zararlarının yanı sıra, kadınlara uygun mesleklerin uygulanıp
yaygınlaştırılması, evlilikte karı-koca hukuku gibi konulara da yazılarında sık sık yer
vermişlerdir. Bu dönemde, edebiyat dünyasına egemen olan erkek roman yazarlarının
çoğunlukla otoriter ama aynı zamanda şefkatli bir baba edasıyla okurunu eğitmeye
çalışmalarla göze çarpar. Babalık rolünü en çok üstlenen isimlerden birisi Ahmet
Mithad Efendi’yse, Fatma Aliye de ‘annelik’ rolünü üstlenip kadınlara belirli mesa-
jlar vermesi bağlamında değerlendirilmesi gereken önemli isimler arasında yer alır.
Bu çalışmada annelik rolünü üstlenen Fatma Aliye’nin kaleme aldığı kadın karak-
terlerin gündelik hayattaki yeri ve bu rolün yazar tarafından okuyucuya yansıtılışı
ve mesaj kaygısıyla dolu bu romanlardan yola çıkarak, Harry Harootunian ve Henri
Lefebvre’in de kuramsal yardımlarıyla, Tanzimat kadınlarının gündelik hayattaki rolü
tartışılmaya çalışılacaktır. Gündelik hayatın edebî boyutunun incelenmesinin önemi
konusunda Henri Lefebvre’in Modern Dünyada Gündelik Hayat adlı kitabındaki şu
sözler dikkat çekicidir: “Gündelik olanın edebiyat alanında aniden belirivermesini
büyük bir özenle incelemek gerekir. Bu olgu daha çok, gündelik hayatın edebiyat yani
dil ve yazı aracılığıyla düşünce ve bilincin alanına girmesidir. Bu belirme, yazarın
ölümünden, kitabın yayımlanmasından, kitapta anlatılan günden yıllar sonra bizim
gözümüzde olduğu gibi, o zaman da gürültü koparmış mıydı?” (2007: 8) Fatma
Aliye’nin romanları çerçevesinde konuya bugünden baktığımız için dönemi içindeki
tartışma konularını algılayabilmek ve bu soruya yanıt bulabilmek yazı için önemli
duraklardan birisi olacaktır. Ayrıca, Harry Harootunian’ın Tarihin Huzursuzluğu adlı
kitabında “gizemli” olarak kabul ettiği ve içinde “gündeliklik”i barındırmasının onun
gizemini arttırdığını vurguladığı “gündelik hayat”ın gizeminin bugünden baktığımız-
da bir nebze olsun çözülmesi de bu çalışma çerçevesinde değerlendirilecek konular
arasındadır.
Modern Türk edebiyatının ilk kadın yazarlarından olan Fatma Aliye 1862 yılın-
da İstanbul’da dünyaya gelir. Babasının valilik görevi nedeniyle değişik yerler görüp
farklı çevrelerle ilişki kurar. Ailesi tarafından eğitimine özel önem verilir. Matema-
tik, Fransızca, felsefe, edebiyat gibi dersler alır. “Manevi pederim” dediği Ahmet
Mithat’ın yazarın edebiyat dünyasına girmesindeki emeği büyüktür. Fatma Aliye’nin
Fransızca’dan bir eser tercüme ederek, “Bir Kadın” imzasıyla yayımlaması dönemi
içinde çok tartışılır. Daha sonraki çevirilerini kadınlık kimliğini gizleyerek “Merâm
Mütercimi” olarak imzalar. Mahasin, Tercümân-ı Hakikat, Kadınlara Mahsus gibi
önemli dergi ve gazetelerde de kadın, din konusunda çeşitli yazılar kaleme alır. Fat-
ma Aliye 1936 yılında hayata gözlerini yumar.
Hayâl ve Hakîkat’(1891-1892) “bir kadın ve Ahmet Midhat” imzalarıyla
Tercümân-ı Hakikat gazetesinde yayımlanır. İki bölüm ve sonunda Ahmet Midhat’a
ait bir makaleden oluşan bu romanın “Vedad” isimli ilk bölümü Fatma Aliye’ye aittir.
Yazar, Türk kadınının sosyal hayata ve çalışma hayatına girmesini destekler, özendi-
rir. Bu romanda Ahmet Midhat da kadın yazarı desteklemektedir. Fatma Aliye’nin
ikinci babası olarak değerlendirdiği Ahmet Midhat’ın ve babası Ahmet Cevdet
Paşa’nın onu yazarlık konusunda desteklemeleri dönemi için önemli bir ayrıntıdır.
Çünkü yazarın eşi, yazı yazmasına uzun yıllar karşı çıkmıştır. Hayâl ve Hakîkat’te ök-
süz ve yetim Vedâd, dönem kızlarından farklı bir kimlik olarak okuyucuya sunulur.
Süslenmeyi, makyaj yapmayı sevmez. Yirmi yaşını geçmiş olmasına rağmen evliliği
düşünmez. Vaktini okumaya ve el işine ayırır. Öte yandan, kitabın erkek karakteri
olan ve Ahmed Midhat’ın kaleme aldığı ikinci bölümün kahramanı Vefâ’nın babası
yaşı yirmi biri geçtiği için oğlunun evlenmesi gerektiğini söyler. Bir görüşte Vedâd’a
aşık olan Vefâ’yla Vedâd nişanlanırlar; fakat nişanlılık dönemlerinde nikâh olmadığı
için karşılıklı konuşamazlar. Vedâd’ın kendisini başkalarının derdine deva olmak için
feda edemeyeceğini söylemesi ve evlenmeyi değil öğrenimine devam etmeyi isteme-
siyle roman son bulur. Ahmet Midhat, romanın sonuna yazdığı “İsteri” bölümünde
Vefâ’nın tarafını tutar. Histeri hastalığı bulunan kızları tarif eder. (Bu kızlar, çocukları
ve kendi arkadaşlarını çok severler. Çok ağlarlar. Sık sık esnerler. vs. Bu hastalığa en
güzel çare de müzik, resim gibi en hünerleriyle vakit geçirmelerini sağlamaktır. Tüfek
attırmak, ata bindirmek, deniz hamamlarına götürmek de bu kızlara iyi gelir.) Evinin
işleriyle uğraşan kadın-kadıncıklara bu hastalık pek uğramaz. Ama bütün gün giyi-
nip kuşanıp köşede oturan kızlar hasta olabilirler. Seyahat ve ciddi kitaplar okumak
da faydalı olabilir. Romanda, Fatma Aliye’nin ilk bölümde anlattığı, Vefâ’nın yirmi
yaşına kadar kocayı düşünmemesi histerik bir haldir Ahmet Midhat’a göre, kadın
olup da süsü sevmemesi de tuhaftır. Dolayısıyla bu romanda iki farklı ses görülmek-
tedir. Kadın sesi kadında olması beklenen bakım, makyaj gibi konuları arka plana
iterken (fakat kadının aşık olduğu zaman evlenmesini destekler), erkek sesi, böylesi
kadınlara hastalıklı olarak bakıp tedaviye muhtaç görür. Ve bu tür kadınlarla evliliği
onaylamaz.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Tanzimat kadınlarının ‘gündelik hayat’ algısının Fatma Aliye’nin romanlarındaki izdüşümü 269
Fatma Aliye’nin yalnız başına kaleme aldığı ilk eseri ise Muhaderat adlı romanıdır.
(1892) Burada Fatma Aliye’nin sonraki romanlarında da (Refet dışındaki) sıkça vur-
gulayacağı üst düzey ailelere mensup kadınların sorunları, entrikacı, kötü-masum, iyi
niyetli kadın karşılaştırmaları, okuyucuya da ders verme amacıyla yazılır. Ekrem Işın,
“19. Yüzyılda Modernleşme ve Gündelik Hayat” adlı makalesinde gündelik hayatı,
bir toplumun zaman ve mekân değişkenleri çerçevesinde geliştirdiği değişimlerle iç
bünyesinde gerçekleşen iktisadî, kültürel, dinsel pratiklerin birbirleriyle örtüşerek
belli bir tarih kesitinde somutlaşması olarak tanımlar. Muhaderat’taki düğün sahnesi
dönemin gündelik hayatını anlatması ve kültürel ve dinsel pratikleri bütünleştirmesi
bakımından konumuz bağlamında ilginçtir. Düğün sırasında düğün evine girebilen
damat için “O gün gelin ile damada da çok saygı duyulur. O kadar ki damat mahrem
bile görülmeden birer küçük mendil başlara örtülecek kadar bir örtüyle içeri kabul
edilir.” denir (1996: 6) Bu dönemde evlenilecek kızın seçimi ise erkek anneleri ta-
rafından yapılır. Ve eğer kız beğenilmezse “Anası olacak budalanın aklı nerdeymiş.
Zavallı çocuğu yaktılar. Gözleri kör müydü? Oğlana kinleri mi vardı?” türünden eleş-
tirilerle karşılaşılır. (1996: 8) Düğünler oğullarını evlendirmek isteyen anneler için
de önemli bir mekândır. Annelerin bu mekânlarda birden fazla kızı görüp seçme ih-
timali doğmaktadır. Udî’de (1899) (bu romanın çoğu Şam-Kahire’de, bir bölümü de
İstanbul’da geçer) “Bedia artık gelinlik çağına gelmiş, hatta Şam taraflarının âdetince
biraz da çağı geçmişti. Bu aile İstanbullu olduğundan yerliler gibi onbir, oniki yaşında
kızlarını gelin etmezlerse de, on dokuz yaşını bulmuş Bedia, İstanbul âdetince de bi-
raz geçe kalmış sayılabilirdi” (2002: 39) denir. Levâyih-i Hayât’ta (Hayattan Sahneler)
ise Fatma Aliye, (1897-1898) Tanzimat Dönemi’nde sıkça görülen müdahil yazar
tekniğini kullanmaz. Dönemin iyi ailelerinde yetişmiş, zengin ve kültürlü üst sınıftan
kadınların evlilik, aldatma sadakat vs. üzerine düşünceleri mektup türüyle okuyu-
cuya anlatılır. Toplam 11 mektubun bulunduğu romanda, beş kadının kaleminden
çıkan mektup sahiplerinin üçü evlidir. Mektup yazarlarından Mehabe, yanlış bir ev-
lilik yaptığını düşündüğü erkek kardeşinin karısı için şunları söyler: “Biz piyanosunu
dinledik, Fransızcasını da işittik. Her görücü bu kadarını da öğrenemez, bir kere gör-
mekle alır. Herkes gibi biz de soruşturduk.” “Papağan gibi birkaç dil bildiğini işitip,
babasının zoru, anasının tokadıyla piyanosunu dinleyip, mükemmel tahsil gördüğü-
nü zannederek açgözlülük yaptım” (2002: 2) Gündelik hayatın akışındaki varlıklı ka-
dın piyano çalmayı bilip, Fransızca öğrenince dışarıdan makbul sayılmaktadır; fakat
bu özellikler yetmez; huyunu, içsel dünyasını bilmeden yapılan-yaptırılan evlilikler
sonradan yaşanacak pişmanlıklara sebep olur.
Türk kadınının sosyal hayata ve çalışma hayatına girmesini destekleyip özendiren
Fatma Aliye, Refet’te, gururlu, inatçı ve akıllı bir kız olan Refet’in maddi ve manevi
tüm zorluklara rağmen okuyup öğretmen olmasını okuyucuya aktarır. Bu romanda
başına türlü olumsuzluklar gelen Refet’i, Fatma Aliye’nin bir kadın olarak desteklediği
ve romanın sonunda bu amacına ulaştırdığı göze çarpmaktadır. Romanda Refet için,
etraftan ‘güzel değil fakat ne kadar hâlâvetli kız! Ve ‘gözlere bak gözlere zekâsını nasıl
gösteriyor. Tevekkeli, birinci olmamış” deniyor idi” (2007: 185) der. Bu mutluluğun
270 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Bulut
sonunda annesini kaybeden Refet’in, yoluna yalnız ama kararlı adımlarla (evlenme-
den) devam edeceği romanın sonunda yazar tarafından vurgulanır. Sadece çalışmak
değil, aldatılmaktan korktuğu için de evlenmeyi istemeyen kadınlar yazarın roman-
larında yer almaktadır. Dönemin iyi ailelerinde yetişmiş zengin, kültürlü kadınlar
evlilik, sadakat, gayrimeşru ilişki gibi benzer sorunları tartışırlar. Bu tartışma sonun-
da romanlarda, çoğu kadın karakter aldatılmayı affetmeyerek yalnız yaşamayı tercih
eder. Enîn’de (1912-1913), nişanlısından yalnız sadakat isteyen Sabahat’ın şu sözleri
dikkat çekicidir. “Evvelce İslam kadınlarında genç kızlarla erkekler görüşerek, tanı-
şarak evlenirken el öpmek falan gibi şeyler olmazdı. Elleri ellerine dokunmaksızın
nişanlılık dönemi geçerdi. Bizim nişanlılık dönemimiz de öyle alaturka geçmelidir”
(2006: 44). Nişanlısının kendisini akrabası Nebahat’le aldattığını anlayan Sabahat
onu affetmeyerek, yaşının yirmi iki olduğunu hatırlatan ve ‘kara baş mı olacaksın?’
diye sorular soran komşularına tahsiline devam edeceğini, evlenmeyeceğini söyleye-
rek yalnız bir hayatı tercih edeceğini vurgular. Bu kadınlar aynı zamanda eşleri olacak
insanları çok sevmekten de korkarlar. Örneğin (Enîn, Levâyih-i Hayâ)’taki kadınlar
eğer severlerse aldatılma ihtimallerinde çok bocalayacaklardır, bu da onları evliliği
düşünmemeye yönlendirir.
Evin, Klasik Osmanlı toplumu için önemi, aile yaşantısını dış dünyadan soyut-
layan, ona dinsel anlamda bir mahremiyet kazandıran alan olmasındadır. Kadın
zorunlu durumlar ve komşu ziyaretleri dışında sokakla irtibat kurmaz. Bu kısıtlılığı
gidermek için bahçelere başvurulduğu söylenebilir. Fatma Aliye’nin romanlarında,
örtüsüz olarak bahçeye çıkan kadını konakları birbirinden ayıran duvarlarda tesadü-
fen açılan küçük delikler sonucu gören ve ona aşık olan erkeklere rastlanır. (Örnek:
Enîn) Osmanlı toplumunda, köşk-konak hayatı da 19. yüzyılda ağırlığını daha çok
duyurmaya başlar. Konaklarda bir kaç ailenin bir araya gelerek (bazen dönemin ünlü
sanatçılarını da davet edip) aile içi davetlerin düzenlenmesi gerçekleştirilir. Sadece
konak hayatı ve bu hayatın içinde gerçekleştirilen aktiviteler değil, diğer yenilikler de
birbirini takip eder. “Üst tabaka ailesinin yaşantısı bu dönemde yeni bireylerin ka-
tılmasıyla genişlemiştir. Zenci dadı, Çerkes hizmetçi gibi işlevleri belli bir toplumsal
kökene sahip yabancı elemanların yanına Fransız mürebbiyenin de alınmasıyla aile
yaşantısının modern çerçevesi tamamlanır.” (Işın, 1985: 100) Udî’de “Evin içindeki
yedisi beyaz, ikisi siyah dokuz cariye, hânenin sevgili küçük hanımına hizmet beğen-
dirmek, onu rahat ettirmek için çalışıyorlar” (2002: 25)dır. Daha sonra bu kadrolara
Fransız mürebbiyeler de eklenecektir.
Harry Harootunian, Tarihin Huzursuzluğu’nda, “Gündelikliğin, onun gerçekli-
ğini yaşayan ve onun yazdığı tarihi okuyan tüm insanlar için ifade ettiği şey, şu anın
geçmişi, halihazırda bugünde beklemekte olan geçmişi, olmuş olanı değil, ‘unutul-
muş fakat yine de unutulmaz olanı’ nasıl edimsel kıldığıydı” (2006: 27) der. Dolayısıy-
la küçük ayrıntılardan yola çıkarak dönemin içinde ‘unutulmuş ama unutulmaz olan’
bazı ayrıntıları gün ışığına çıkartmak önemlidir. Fatma Aliye’nin romanlarında da bu
küçük ayrıntılar ve bu ayrıntılardaki dönüşüm okuyucuya aktarılır. Örneğin, Ahmet
Midhat’la kaleme aldığı Hayâl ve Hakîkat’ te, diğer kadınlardan farklı olarak, kadının
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Tanzimat kadınlarının ‘gündelik hayat’ algısının Fatma Aliye’nin romanlarındaki izdüşümü 271
giyim-kuşam ya da makyaja çok önem vermemesine rağmen aşık olduğu için evliliği
hayatın merkezine koyan genç kız yer alırken, ilerleyen zamanlarda kaleme alınan
romanlarda artık yalnız başına yaşayabilecek ve hatta bunu tercih eden kadın kimlik-
lerine rastlamak mümkündür. Bu kimlik değişimiyle birlikte, yine kadının evleneceği
eş üzerine düşünmesi, bu konuya daha ayrıntılı yer verilmesi de göze çarpmaktadır.
Konak hayatı da gündelik hayatın içindeki kadın için önemlidir. Çünkü burada veri-
len davetlerle birlikte sosyalleşmenin önü biraz daha açılmış olur. Bu tespitlerle bir-
likte, incelediğimiz romanları o tarihte eleştiren, o günkü gündelik hayat tecrübesine
sahip insanların gözünden aktaran eleştirel metinlerden yoksun olmamız bir eksiklik
olarak dile getirilebilir. Fakat bu konuların ve Fatma Aliye’nin dönemi içinde çok tar-
tışıldığı ve kadınların gelişimi konusundaki eşsiz katkılarına hem Türk Edebiyatı ve
hem de Türk sosyal hayatının çok şeyler borçlu olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
KAYNAKLAR
Brown, Bruce. Marks, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1989.
Bulut, Hülya. “Fatma Aliye ve Halide Edib Adıvar’la Birlikte Gündelik Hayatın Ritimlerine Bakış” Karaburun
Bilim Kongresi, 4-7 Eylül 2008.
Işın, Ekrem. “Tanzimat, Kadın ve Gündelik Hayat” Tarih ve Toplum, IX/51 (Mart 1988), s. 22-27.
Lefebvre, Henri. Modern Dünyada Gündelik Hayat. Metis Yayınları. İstanbul: 2007.
Meriç, Nevin. Âdâb-ı Muâşeret: Osmanlı’da Gündelik Hayatın Değişimi (1894-1927). Kapı Yayınları. İstanbul:
2005.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
FORUM 273
Gündelik hayat, herhangi bir konu üzerinden değil de, kendi başına bir kavram
olarak ele alındığında, yaşamın neredeyse tamamını ifade eden “genel” bir biçime
dönüşüyor. Türkçe Sözlük’te “gündelik”; “Her günkü, yevmî” (1983:482), “günlük”
ise “o günkü, o günle ilgili…her gün yapılan “(Türkçe Sözlük, 1983:483) gibi yaşam
içerisinde sıradan ve kesintisiz bir “rutini” işaret eden anlamlar içeriyor. Sosyoloji’de
ise sıradan ama kesintisiz bir devamlılığı işaret eden bu “dengenin” tarifi diğer tanım-
lara göre daha gerçekçi:
“Gündelik olan”, bilebildiğimiz bütün toplumlarda insan soyunun varlığını
sürdürmek için geliştirdiği etkinliklerden oluşur: yeme, içme, barınma, üretme,
güvenlik, soyun yeniden üretimi gibi basit insani gereksinimleri karşılamak üzere
yapılan tüm etkinlikler. “Gündelik” rutinlerin yığılmış bilgilerin, ritüellerin, top-
lumsal işbölümünün arasına dağılmış bir yığın işi kapsar (Şahin, 2001:185).
Konu üzerinde çeşitli açılardan ele alınmış farklı tanımlar, başka bazı açıklamalar
da yapılabilir. Ancak, yukarıda verilen açılımda gösteriyor ki, “gündelik hayat, günlük
yaşam” ya da benzer başka adlandırmalarla ele alınan kavramın sınırları, sanılandan
çok daha geniş. Bu genişliğin sınırlarının ortaya çıkartılması için, yapılmış olan çalış-
maların hemen tamamının bilinmesi gerekiyor. İşte sadece bu bilginin elde edilebil-
mesi için bile, anılan kavram üzerinde bibliyografik özellikte bir çalışmanın yapılması
gerekmektedir.
“Günlük hayat” konulu bibliyografik çalışmada, “bibliyografik kimlik” saptama
temelinde ve olabilen en geniş yaklaşımla bir veri taraması yapılmıştır. Konu; -yuka-
rıda da belirtildiği gibi- bir kavram olarak neredeyse bilinen bütün konu başlıklarıyla
birlikte ya da ayrı ayrı ele alınabilecek bir içerik ve özelliktedir. Bu nedenle, konuyla
ilgili olduğu düşünülen bütün araştırma ve çalışmalar bibliyografya kapsamına alın-
mıştır. Yine ilk bakışta çalışma kapsamına mutlaka alınması gerektiği düşünülen bir-
çok çalışma, içeriği itibarıyla araştırmanın amacı dışında kaldığı düşünüldüğünden
dolayı da araştırmada yer almamıştır.
Kuşkusuz, her bibliyografya anlaşılabilir bazı nedenlerden kaynaklı olarak, bir
biçimde eksik olarak nitelenebilir. Eksik nitelendirmenin birden çok nedenleri olabi-
lir: Bibliyografın dikkatinden kaçan, incelense bile eksik ya da yanlış değerlendirilen
çalışmalar olabilir. Hiçbir şekilde konuyla ilgi kurulamayacak adlandırmaları olan,
bu nedenle tespit edilemeyen ya da başka çalışmaların içinde yer almasına karşın,
asıl konusu anılan kavram olan, belki de çalışmaya dahil edilen yayınlardan çok daha
derinlikli ve konuya katkı sağlayabilecek kimi çalışmalar da vardır ve yapılan bu ça-
lışmanın dışında kalmış olabilir. Sadece, bu ayrıntılara ulaşabilmek için bile, öncelikle
274 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
nın bir dergi sınırları içerisinde yayınlanıyor olmasının yarattığı sınırlılık nedeniyle
hazırlanmış olan “yayın adı” ve “yazar adı” dizinleri bu çalışma kapsamında yer ala-
mamıştır.
Yine, bibliyografyada yer alan yayının iç kapağında bulunan başka dilde -örneğin
İngilizce- yapıt adları bibliyografik kimliklere aynen aktarılmıştır. Ancak, iç kapakta
başka dilde yapıt adı bulunmayan kaynaklar ise doğrudan Türkçe adları ile çalışmaya
alınmış, bibliyografik kimliğe herhangi bir ek yapılmamıştır.
Sonuç olarak “günlük hayat, gündelik hayat” kavramı üzerinden yapılan bibli-
yografik taramada ortaya çıkan veriler, konu üzerinde çalışacak hemen her alandan
araştırmacı için, önemli bir veri tabanı oluşturacaktır. Ayrıca bibliyografya; konu
üzerinde çalışacak araştırmacılar için “bibliyografik temelli” yeni başka çalışmalar
üretilmesinde de yol gösterici, farklı bir işlev görecektir.
Kavram üzerinde ülkemizde uluslararası temelde belirlenmiş ve yine uluslararası
bir sınıflama sistemine dayanan konu başlıkları geliştirilmemiş olduğundan, hazırla-
nan çalışma, geliştirilen konu başlıkları açısından ilgili araştırmacılar için yol gösteri-
ci ve teşvik edici bir nitelik de taşımaktadır.
Şahin, Özlem ve Balta, Ecehan (2001). Gündelik yaşamı dönüştürmek ve Marksist düşünce. Praksis, 4:
185-217.
Makale
Aşan, Mihriban (1971). Günlük hayatımızda büyük rol oynayan ruhi olay[:] Dik-
kat 2. Türk Silâhlı Kuvvetleri Malûlleri Dergisi, 136: 17-18.
Cuny, Hilaire (1958). Gittikçe günlük hayata giren bir bilim: Psikoloji (çev. Hüse-
yin Demirhan). Köy ve Eğitim, 57: 29-31.
Yalçın, İsmet (2002). İnsan ve alan kavramının günlük hayata getirdikleri. Ruh ve
Madde, 43(510): 20-23.
Kitaplar
Freud, Sigmund (1996). Günlük yaşamın psikopatolojisi=The Pyschopathology of
everday life (çev. Şemsa Yeğin). İstanbul: Payel Yayınları.
Menderes, Işık (2004). Sahi nedir gerçek dediğimiz şey?: Günlük yaşam için metafi-
zik çözümler. İstanbul: Sistem Yayıncılık.
276 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
Sartwell, Crispin (2000). Yaşama sanatı: Dünya tinsel geleneklerinde gündelik ha-
yatın estetiği= The Arf of living aesthetics of the Ordinary in World spiritual traditions
(çev. Abdullah Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Buğan, Mehmet Gökhan (1999). Yetişkin zihin engelli kadınların günlük yaşam
becerilerini gerçekleştirme durumlarının belirlenmesi=Identifying mentally retarded
women’s acqusition of daily living skills. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Toman, Aylin (2007). Aristoteles’te mükemmel yaşam üzerine bir inceleme=A
study on perfect life in Aristotle. Muğla: Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Makale
Altınay, Ramazan (2005). Erken dönem İslâm toplumunda zaman (gün-ay-
mevsim-yıl) zaman anlayışı ve günlük hayata etkileri. Dinî Araştırmalar, 7(21): 223-
235.
Aslan, Ahmet Turan (1988). İmam Birgivî ve günlük hayatı. İlim ve Sanat, 19:
52-57.
Çiçek, M. Halil (1994). Nuzûl sebebine göre gündelik hayatın İslamileştirilmesi.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1: 126-144.
Mazahéri, Aly (1953). Orta zamanlarda İslamların günlük hayatı. Ankara Üniver-
sitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 2-3: 295-298.
Şafak, Ali (1977). Hâkkari ve civarında halkın dînî ve ahlâkî yaşayışının günlük
hayatta tezahürü üzerinde bir araştırma. Atatürk Üniversitesi İslami İlimleri Fakültesi
Dergisi, 2: 73-113.
Kitaplar
Bir günlük hayat:Râmûz el-Ehâdis’ten seçmeler (Hazırlıyanlar:L. Doğan, M.C. Ak-
şit, Osman N. Catalık). İstanbul: Millî Gazete [Hadisler].
Döndüren, Hamdi (1991). Delilleriyle İslam ilmihali: İnanç-ibadet-günlük hayat.
İstanbul: Erkam Yayınları.
Döndüren, Hamdi (2004). İslam ilmihali: İnanç-ibadet-günlük hayat. İstanbul: Er-
kam Yayınları.
Erginer, Gürbüz (1997). Kurban: Kurbanın kökenleri ve Anadolu’da kanlı kurban
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 277
Makale
Aytaçlar, Semih (1989). Günlük hayat krizinin taşıdığı devrimci potansiyel. Biri-
kim, 3: 64-65 [kitap eleştirisi].
Berger, Peter L. ve Luckmann, Thomas (2003). Gündelik hayatın gerçekliği (çev.
278 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
Toker, Feyiz (1991). İstanbul halkının günlük yaşam biçimi ve tüketim davranışla-
rının istatistik yöntemlerle incelenmesi. İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Avar, Adile (2000). A Sociological analysis of the discursive formation of life scien-
ces and the nation building Project in Turkey=Türkiye’de yaşam bilimlerinin söylemsel
oluşumu ve uluslaşma projesinin sosyolojik analizi. Ankara: Orta Doğu Teknik Üni-
versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Güzel, Serkan (2004). Temel iş-güç biçimi değişiminin yaşam tarzı üzerindeki
etkileri:Afyon-Sandıklı Örneği. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
tüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Keser, Aşkın (2003). Çalışmanın anlamı, insan yaşamındaki yeri ve yaşam doyu-
mu üzerine bir uygulama=Meaning of working importance in human life and research
on life satisfaction. Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Doktora Tezi.
Kurt, Hacı (2003). Türkiye’de kent-kır karşıtlığı=Antithesis of town and country in
Turkey. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Dok-
tora Tezi.
Leblebici, Çiğdem (1991). Günlük hayat olaylarına ilişkin atıfların incelenmesi. İz-
mir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Orcan, Mustafa (2002). Batılılaşma sürecinde Türk tüketim kültüründe değişme=In
the Period of westernization the changes in Turkish consumption culture. İstanbul: İs-
tanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Özen, Sevinç (1989). Sanayi kasabasında yaşam biçimi ve aile yapısında meydana
gelen değişmeler: Soma örneği. İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Doktora Tezi.
Özuğurlu, Aynur (2005). Poverty or social reproduction of labour: Life in çöplük
distric=Yoksulluk ya da emeğin toplumsal yeniden üretimi: Çöplük mahallesi’nde ya-
şam. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Doktora Tezi.
18-25 from an social anthropological view. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Duyan Çamur, Gülsüm (2000). Aile işlevleri ile ailenin sosyal, demografik ve eko-
nomik nitelikleri ve yaşam döngüsü arasındaki ilişkiler=Relations between family func-
tions and social, demographic, economic characteristies and family. Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Ok, Nergis (1993). Bir aile biçimi olarak birlikte yaşama. İstanbul: Marmara Üni-
versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Yurtkuran, Semra (1996). Kentleşme sürecinde geleneksel yaşam tarzının değişimi:
Ankara’da yaşayan Tillolular örneği= The Change of traditional life style in the processof
urbanization: The case of the migrated Tillo to Ankara. Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Gitmez, Şengül (2000). Yaşlıların farklı kentsel koşullarda yaşam uyumları, tutum
ve davranışları: Sosyal antropolojik açıdan değerlendirme=Life conditions, adaptation,
life satisfactions and attitudes of aged people in different urban settings: A social anthro-
pological study. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Doktora Tezi.
Makaleler
Demirhan, Ayşegül (1981). Günlük hayatta çok kullanılan keyif verici bazı mad-
delerin Türk Tıbbi folklorundaki yeri (alkol, çay, kahve ve tütün). Türk Dünyası Araş-
tırmaları, 15: 57-116.
Kitaplar
Akçura, Gökhan (2002). Gramofon çağı: Ivır zıvır tarihi II. İstanbul: Om Yayın-
ları.
Orcan, Kemal (1980). İçki ve içki sohbetleri: Tüm içki türleri hazırlama ve sunulma
şekilleri. [İstanbul: yayl.y.].
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Kıray, Hüseyin Selçuk (2003). Ayakkabında yaşam=Life in shoes. İstanbul: Mar-
mara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, Yayınlanmamış Sanatta Yeterlilik Tezi.
[Belgesel Film de var]
Özgündoğdu, Mehmet Doğan (1992). Fincan ve kahvenin Türklerin yaşamındaki
yeri ve günümüzdeki kullanımı. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
282 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
Makale
Cantek Şenol, L. Funda (2004). Modernleşen gündelik hayatın reklamlara yansı-
ması: Reklamlarda Cumhuriyet’in medeniyetle imtihanı. Toplumsal Tarih, 125: 14-
21.
Kitaplar
Akçura, Gökhan (2004). Aile boyu sinema: Ivır zıvır tarihi 7. İstanbul: İthaki Ya-
yınları.
Gündelik hayat ve medya: Tüketim kültürü perspektifinden okumalar(ed.Selda İçin
Akçalı) (2006). Ankara: Ebabil Yayınları.
Orcan, Mustafa (2004). Modern Türk tüketim kültürü:Osmanlı’dan günümüze.
Ankara: Kadim Yayınları
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Acar, Yeşim (2002). İdeolojik bir araç olarak reklamların tüketime dayalı bir kimlik
ve yaşam tarzı oluşturmadaki rolü=The Role of advertisements as an ideological tool in
creating an identity and lifestyle based on consumption. Ankara: Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Altan, Zeynep (2001). Reklamın günlük yaşamdaki eyletim işlevi=The Manipulati-
on function of advertisment in daily life. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Erol, Devrim Deniz (2004). Tekelleşen Türk medyasında yazılı basın ekleriyle su-
nulan yaşam tarzları=Presenting lifestyles with print newspapers’ supplements in mo-
nopolizing Turkish media. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi
Konukman, Emrah Alparslan (2006). Medya ve kültür: Son dönem televizyon di-
zilerinin yaşam tarzı üzerindeki imgeleri=Media and culture: Images on lifestyle about
last period television film series. Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 283
Makale
Ete, Fazilet (1950). Türk ev kadınının günlük hayatı. Nilüfer, 61: 3-4.
Kibar Çinli kadının bir günlük hayatı (1928). Yeni Kitap, 12: 2-9.
Kitap
Eyüpoğlu, İsmet Zeki (2007). Osmanlıdan Cumhuriyete Türk kadını. İstanbul:
Pencere Yayınları.
Goodwin, Godfrey (1997). The private world of Ottoman women. London: Sagi
Boks.
Yüksek Lisans ve Bilimde Yeterlilik Tezleri
Kennedy Fehim, Nilgün (1999). A comparison betwwen women living in tradi-
tional Turkish houses and women living in apartments in historical context=Tarihsel
süreç içerisinde geleneksel Türk Evi ve apartman yaşantısındaki kadınlar arasında bir
karşılaştırma. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kitaplar
Kültür fragmanları: Türkiye’de gündelik hayat (hazl. Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktan-
ber, çev.Zeynep Yelce) (2005). İstanbul: Metis Yayınları.
Troçki, Lev (2000). Gündelik hayatın sorunları[:] Bilim ve kültür üzerine diğer
yazılar(Çev.Yılmaz Öner). İstanbul:Yazın Yayıncılık.
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Bingöl, Osman Doğu (2006). Günümüz kent yaşamında sözlü kültürün yeni sa-
natsal ifade aracı olarak kullanımı=Oral culture practices in contemporary urban life
as artistic expressions. İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Bardavid, Beki (2007). Judeo-Espanyol atasözlerinde 1850-1950 arası Çorlu Mu-
sevilerinin günlük yaşamı=Proverbs of daily life Jews in Çorlu between the years 1850-
1950. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Dok-
tora Tezi.
Vural, Aynur (2004). Mizah ve gülmenin insan yaşamındaki yeri ve önemi=The
Currency and importance of humour and laughter in human life. Ankara: Eğitim Bi-
limleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 285
Sözen, Edibe, Ayten, Alem ve İri, Murat (2006). İnsan hakları: Bir gündelik hayat
pratiği. İstanbul: Alfa Yayınları.
Makale
Kara, Rüksan (1967). Oyun ve oyuncakların çocuk eğitimindeki önemi ve çocu-
ğun günlük hayatındaki yeri. Mesleki ve Teknik Öğretim, 178: 13-14.
Özgüven, İsmail (1954). İlk okuma ve yazma öğretimine büyük harflerle mi, gün-
lük hayatta olduğu gibi küçük ve büyük harflerle mi başlamalı? İlköğretim, 373: 6-8.
Kitaplar
Nilsson, Lars-Gunnar (1980). Yuvada günlük yaşam: Çocuklar ve yetişkinler için
yuvadaki günlük yaşamın öyküsü(fotog. Ollle Âkerström, çev. İlker Anadol). Uddevalla:
Bokförlaget Cikada AB.
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Çakır, Cihat (1988). Ortaokul öğrencilerine müzik derslerinde kazandırılan bilgi ve
becerilerinin günlük hayatlarına yansımalarının incelenmesi. Ankara: Gazi Üniversi-
tesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi
Dalkıran, Ömer (2000). Günlük hayatta kullanılan malzemelerin fizik eğitiminde
kullanılması= Using in physic education of the equipments. Eskişehir: Osmangazi Üni-
versitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Dinler, Tuğba (2005). Günlük hayatta kullanılan araç ve gereçlerle yapılan bazı fi-
zik deneylerinin ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerinin fizik dersini kavramalarına
etkisinin incelenmesi = Investigation of offects of physics experiments performed
by some instruments and materials use in daily life on student conceptions in primary
and secondary schools. Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitü-
sü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Erduran, Dilek (2002). Lise 2. sınıf öğrencilerinin manyetizma kavramlarını algıla-
ma düzeylerinin ve günlük hayata uygulama becerilerinin tespiti=The Determination
of second class high scholl students comprehension levels and practice skills to the daily
life of magnetism concepts. Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Küçük, Murat (2001). Okul yaşamında törensel etkinlikler=Ceremonial activities in
public schools. Eskişehir: Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Yüksek Lisans Tezi.
Özdayı, Filiz (2001). İstanbul ilindeki lise öğrencilerinin yaşam tarzları ile lise öğ-
286 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
Kitaplar
Gökçe, Hüseyin (2005). Yaşamın her anında lütfen efendim.İstanbul: Hayat Yayın-
ları [Görgü Kuralları].
Günlük yaşam: Ev ve aile ansiklopedisi(1983-1984). İstanbul: Kardeş Yayıncılık.
Her eve lazım (derl. Emine Eroğlu), (2006). İstanbul: Timaş Yayınları[Günlük ya-
şam: pratik bilgiler].
Pratik bilgiler (derl. Yasemin Yentur), (2003). İstanbul: Mozaik Yayınları.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 287
Pratik hayat rehberi (derl. Emine Eroğlu), (2003). İstanbul: Timaş Yayınları.
Willis, Susan (1993). Gündelik hayat kılavuzu (çev. Aksu Bora, Asuman Emre).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Yahyaoğlu, Recai (2005). Günlük yaşamdan gerçek hayat hikayeleri. İstanbul: Ha-
yat Yayınları.
Yaşamı kolaylaştıran pratik bilgiler ( ed. Rahime Demir), (2004). İstanbul: Moza-
ik.
Fen bilimleri ve teknolojide günlük hayat
Makale
Berkem, Ali Rıza (1940). Fizik-Fizikî Kimya- Kimya ve Kimyanın günlük hayatı-
mızdaki rolü. Fen ve Teknik, 10: 299-302.
Dede, Naim (1997). Elektrolitik kaplamanın günlük hayatımızdaki yeri. Metal
Makine, 93: 53-55.
Görgeç, Hüsnü (1984). Günlük hayatta kullanılan bilgisayarlar. Teknik Konferans-
lar (Ankara, 05.01-24.05.1984), 57-76.
Karagölge, Zafer ve Ceyhun, İlhami (2002). Öğrencilerin bazı kimyasal kavramla-
rı günlük hayatta kullanma becerilerinin tespiti. Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim
Dergisi, 10(2): 287-290.
Kurşun, Ömer (1960). Günlük hayatta otomasyon. Teknik Haberler, 132: 4.
Laçin, Mustafa Kemal (2003). Elektrolitik kaplamanın günlük hayatımızdaki yeri.
Yüzey İşlemler, 36: 4-6.
Laçin, Mustafa Kemal (2005). Elektrolitik kaplamanın günlük hayatımızdaki yeri.
Yüzey İşlemler, 36: 4-6.
Sargın, Güven Arif (2003). Popüler kültürü üretmek: Seçkinci kültürden gündelik
hayata kayışın ideolojisi. Arredamento Mimarlık, 159: 39-41.
Sezik, Ekrem (1990). Günlük hayatın bir parçası[:]Bitkisel laksatifler. Bilim ve Tek-
nik, 268: 13-15.
Kitaplar
Sproule, Anna (1996). Thomas A. Edison: Elektriğin gündelik yaşamda kullanıl-
masını sağlayan zamanımızın en büyük mucitlerinden biri (çev. Leyla Onat). Ankara:
İlkkaynak Kültür ve Sanat Ürünleri
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Aksoy, Derya (2006). Akademisyenlerin e-ticareti mesleki ve gündelik yaşamların-
daki kullanım düzeylerinin araştırılması: Akdeniz Üniversitesi örneği= A survey on the
usage of electronic commerce by academicians for Professional and daily life:Akdeniz
288 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
Kitaplar
Drahe, Jonathan (2001). Günlük yaşamda Alexander tekniği (çev. Semra Tuna).
İzmir: Ege Meta Yayınları [sağlıklı yaşam için].
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Biçer, Sema (1996). 60+ yaş ve kronik hastalığı olan bireylerin günlük yaşam akti-
vitelerinin etkilenme durumu. Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
tüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Boşnak, Meral (2003). İnme hastalarındaki depresyonun yaşam kalitesi ve günlük
yaşam aktivitelerine etkilerinin araştırılması=The Effects of postroke depression on acti-
vities of daily living and quality of life with time. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Ciritçi, Ela (2002). Multipl sklerozis’li hastalarda fizyoterapi ve rehabilitasyonun
günlük yaşam naktivitelerine ve yaşam kalitesine etkisi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Çetin, Züleyha (2004). Prostat cerrahisi geçiren bireylerin taburculuk sonrası erken
dönemde günlük yaşam aktivitelerinin etkilenme ve komplikasyon gelişme durumu. Si-
vas: Cumhuriyet Üniversitesi,Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Çuhadar, Döndü (2005). Huzurevinde yaşayan yaşlılarda bilişsel işlevler ve günlük
yaşam aktivitesi düzeyi=The level of cognitive functions and activities of daily life in
elderly people who live in rest home. Gaziantep: Gaziantep Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 289
Değirmenci, Şule (2000). Gülveren sağlık ocağı bölgesindeki 25-64 grubu kadınla-
rın, obes[z]ite ile ilgili bilgi düzeyleri, günlük yaşam alışkanlıkları ve obes[z]ite görül-
me sıklığı.Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Erbahçeci, Fatih (1989). Amputelerde amputasyon nedenleri ve günlük yaşam ak-
tivitelerinin değerlendirilmesi. Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Ersöz, Burcu (2004). İnmeli hastalarda motor fonksiyon değerlendirme sonuçları
ile günlük yaşam aktiviteleri ve yaşam kalitesi arasındaki ilişki=.Relation of activities
of daily living and quality of life with motor function assessment results in stroke pati-
ents. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi.
Günal, Ayla (2007). Otistik çocuklarda duyu motor ve kognitif yeteneklerin günlük
yaşam aktiviteleri ve yaşam kalitesine etkisi=Sensory, motor and cognitive functions’
effects on daily living activities and quality of life in autistic children. Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Karabulutlu, Elanur (2001). Hemodiyalize giren hastaların günlük yaşam aktivi-
telerinin etkilenme durumunun incelenmesi=The investigation of impact situation of
daily life activities of the patients undergoing hemodialysis. Erzurum: Sağlık Bilimleri
Enstitüsü,Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Karakaya, Gülfer (2002). Hemiplejik unilateral görsel- uzaysal ihmal ve kognitif-
algılama fonksiyon bozukluklarının günlük yaşam aktivitelerine etkisi= The Effects of
unilateral visuospatial neglect And cognitive-perceptual dysfunction on activities of da-
ily living in hemiplejik patients. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Ensti-
tüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kaya, Çiçek (2006). Ortopedik özürlülerin günlük yaşam aktivitelerindeki bağım-
sızlıklarının aşam kalitelerine etkisi=The impact of independence in activities of daily
living to quality of life in orthopedically disabled people. İstanbul: Marmara Üniversite-
si Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kayıhan, Hülya (1982). Hemiplejik hastaların günlük yaşam aktiviteleri eğitimin-
de bağımsızlık kazanmalarına değişik faktörlerin etkileri üzerinde karşılaştırmalı bir
çalışma. Ankara: Hacettepe Üniversitesi [Sağlık Bilimleri Enstitüsü], Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Kurucuoğlu, Özlem (2001). Ankara/Gülveren’de günlük yaşayışın halk sağlığına
etkilerinin bilimsel incelenmesi=The Folkloric study of daily life’s effects on public health
in Gülveren gecekondu area in Ankara. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Öztürk, Gülşah (2002). Hemiplejik hastalarda üst ekstre mite motor yeteneklerinin
ve kognitif becerilerin günlük yaşam aktivileri ile ilişkisi=The Relationship of upper ext-
290 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
remity motor function performance and cognitive ağabeylities to activies of daily living
in hemiplegic patients. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Pehlivanoğlu, Aysel (2001). Huzurevinde ve kırsal evde yaşayan 60 yaş ve üzeri
yaşlıların günlük yaşam aktiviteleri ve yararlı günlük yaşam aktivitelerinin karşılaştı-
rılması= The activities of daily living and instrumental activities of daily living of the 60
years of age and older elderly at nursing homes to that of the 60 years of age and older
elderly living at homes. Ankara: Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Yüksek Lisans Tezi.
Şahbaz, Muazzez (2004). Evde yaşayan 65 yaş üzeri bireylerin günlük yaşam ak-
tiviteleri ile ev kazaları arasındaki ilişkinin belirlenmesi=Determination of the relation
between home accidents and basic activities of daily living of people over 65 years old
living at home. Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Yüksek Lisans Tezi
Şencan, Yeşim (2002). Serebral palsili çocuklarda iş-uğraşı terapisinin üst extremite
fonksiyonu ve günlük yaşam aktivitelerine etkisi=The effect of occupational theraphy on
upper extremity function and daily life activities in children with cerebral palsy. İstan-
bul: İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Taşçı, Sultan (1991). Hastaların günlük yaşam aktivitelerini olumsuz etkileyen
faktörler. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Tekeoğlu, Anıl (2000). Parkinson hastalığında günlük yaşam aktiviteleri üzerine
fizyoterapi ve rehabilitasyonun etkileri=Effects of physical therapy and activities of
daily living in Parkinson’s disease. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Ens-
titüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Tuncay Özkan, Fatma (2004). Öz bakım eğitim programının serebrovasküler hasta-
lığı olan bireylerin günlük yaşam aktiviteleri üzerine etkisi=The effect of self care educa-
tion programme, on daily living activities of persons with serebrovasküler disease. Sivas:
Cumhuriyet Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Ünsal, Ayla (2001). Kronik obstrüktif akciğer hastalığı olan bireylerin günlük ya-
şam aktivitelerinin etkilenme durumunun incelenmesi=The investigation of the impact
situation of daily life activities of individuals with chronic obstructive lung disease. Er-
zurum: Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Yazıcı, Resmiye (1994). Yaşlı bireylerin ölüm kaygısı ve bunun günlük yaşama ak-
tivitelerine olan etkisinin araştırılması. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 291
Zarif, Meral (2006). Yaşlı kişilerde algı ve bilişsel bozuklukların günlük yaşam akti-
vitelerine olan etkisinin değerlendirilmesi=Evaluation of the effects of the cognitive and
percepul disorders on activities of daily life in elderly. Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Tıpta uzmanlık Tezleri
Beler, Nüket (2000). Yaşam olaylarının stres verici etkisinin başlatıcı etken olarak
psikoz ve panik bozukluğu üzerine etkisi. Ankara: Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ya-
yınlanmamış Tıpta Uzmanlık Tezi.
Berberler, Hüseyin (1983). Günlük yaşamımızda göz içi basıncını etkileyen faktör-
lerin değerlendirilmesi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Yayınlanmamış
Tıpta Uzmanlık Tezi.
Doktora Tezleri
Işıl Gürkan, Özlem (1994). Zeka özürlü çocukların günlük yaşam aktivitelerine
uyumunda annelere verilen eğitimin etkinliği. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Ökdem, Sevda (1997). Gecekondu bölgesinde yaşayan kadınların karşılaştık-
ları krize nede olabilecek yaşam olaylarının saptanması ve ruhsal belirtilerinin
değerlendirilmesi=Life events that might lead to a crisis among gecekondu women and
evaluation of their psychological symptoms. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Ulusel, Banu (2004). İzmir Balçova 2 no’lu sağlık ocağı bölgesi’nde yaşlı bireylerin
günlük yaşam etkinlikleri, bağımlılık düzeyi ve etkileyen risk faktörlerinin incelenme-
si= Dependence in daily living activities among community-dwelling elderly: Prevalen-
ce and risk factors. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayın-
lanmamış Doktora Tezi.
Makale
Gündelik hayat [Mimarlık üzerine söyleşi] (1997). Mimarlık, 34(273): 21-30.
Yazgan, Kerem (2002). Mimari tasarımın “öteki”si mimari tasarımın gündelik ha-
yatının keşfi. Arredamento Mimarlık, 144: 82-89.
Yıldırım [Özgencil], Sercan (2003). Gündelik hayat içinde durak. Dosya: XXI Mi-
marlık Tasarım ve Kent Dergisi,14: 90-91.
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Adınır, Tolga (2006). Metropol gündelik yaşamının konutun dönüşümüne etkisi=The
Effect of everyday life of metro polis to the transformation of housing. İstanbul: Yıldız
292 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
Makale
Abadan, Nermin (1952). Sanatın günlük hayatımıza girişi. Mülkiye, 3: 5.
Ateş, Nihat (2004). Gündelik hayattan romana bir ince çizgi. Evrensel Kültür, 154:
48-49.
Güreli, Mehmet (1988). [Müziğin kültür ve gündelik hayatla olan ilişkileri konu-
sunda bir söyleşi]. Müzik, 2: 60-63.
İyi polisiye öykülerin harcanmaması niçin gerekiyor?[:] Gündelik hayatın reali-
teyi algılama yöntemi karşısında iyi polisiye öykülerin hayatı algılama yönteminin
farklılığı (1991). Varlık, 1007: 2-4. Yazıcı, Gülgün (2004). Kâmî’nin şiirlerinde günlük
hayat. Akademik Araştırmalar Dergisi, 6(21): 93-108.
Uçan, Hilmi (2001). “Senin hikayen” ya da modern olan ile geleneksel olanın gün-
delik hayattaki çatışması. Hece, 57: 32-40.
Kitaplar
Akçura, Gökhan (1991). Ivır zıvır tarihi. İstanbul: Cep Kitapları.
---------, ---------- (2005). İnsanlar alemi: Ivır zıvır tarihi 8. İstanbul. İthaki Ya-
yınları.
---------, ---------- (2003). Kedi kitabı: Ivır zıvır tarihi arşiv II. İstanbul: Om Ya-
yınları.
--------, --------- (2003).Şen gönüller diyarı: Ivır zıvır tarihi 5. İstanbul: Om Yayı-
nevi.
--------, --------- (2002). Turizm yıl sıfır: Ivır zıvır tarihi 3. İstanbul: Om Yayıne-
vi.
---------, -------- (2002). Uzun metin sevenlerden misiniz?: Ivır zıvır tarihi III.
İstanbul: Om Yayınevi.
-------, ---------- (2002). Yılbaşı kitabı: Ivır zıvır tarihi arşiv I. İstanbul: Om Yayın-
ları.
Kaya, Cazım (1970). Gündelik hayat: Şiirler. Ankara: [Yayl. y.].
294 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar
Makale
Dingil, Filiz (2000). Antik Yunan’ın gündelik hayatı. Virgül, 28: 20-22.
Kitaplar
Gür, Ö. Selçuk (2005). Antik dünyada günlük yaşam. Antalya: Ö.Selçuk Gür.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 295
Makale
Arıkboğa, Erbay (2004). 19. yüzyıl İstanbul’unda gündelik hayattan kesitler. İstan-
bul: şehir ve ve medeniyet(.ed. Şevket Kamil Akar). İçinde, s. 273-282.
Berktay, Fatmagül (1985). Kanuni Sultan Süleyman ve halefleri zamanında
İstanbul’da günlük hayat. Tarih ve Toplum, 16: 65-66.
Işın, Ekrem (1988). Tanzimat, kadın ve gündelik hayat. Tarih ve Toplum, 51: 22-
27.
Lewis Raphaela (1984).Osmanlı Türkiyesi’nde gündelik hayat: Adetler ve gelenek-
ler [kitap tanıtımı](çev. Mefkure Poray). Tarih ve Toplum, 9: 65.
Mustafa Ali(1984). 1599’da Kahire’de günlük hayat [Mustafa Ali’nin “ Yaşamakta
olan adetleri Yönünden Kahire” adlı kitabından]. Tarih ve Toplum, 4: 65-67.
Şentürk, A. Atillâ (1993). Klâsik Osmanlı edebiyatı ışığında eski adetler ve günlük
hayattan sahneler. Türk Dili, 495: 175-188.
----------, ----------- (1993). Klâsik Osmanlı edebiyatı ışığında eski adetler ve gün-
lük hayattan sahneler. Türk Dili, 500: 211-223.
Kitaplar
Doğru, Halime (1995). XVIII. yüzyıla kadar Osmanlı kentlerinin sosyal ve ekono-
mik görüntüsü. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi.
Düşlerin kenti İstanbul: Suna ve İnan Kıraç Vakfı Koleksiyonu’ndan seçilmiş yapıt-
larla 17. Yüzyıldan
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 297
Makale
Subaşı, Necdet (2007). Konya’da modernleşme ve gündelik hayatın yeniden üreti-
mi. Şehir Araştırmaları Dergisi, 1: 15-27.
Kitaplar
Emiroğlu, Kudret (2002). Gündelik hayatımızın tarihi. Ankara: Dost Kitabevi.
İstanbul’da gündelik hayat: İstanbul: İnsan, kültür ve mekân ilişkileri üzerine top-
lumsal tarih denemeleri(ed. Ekrem Işın), (2006). İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat
Yayıncılık.
Polis için günlük yaşam (2002). Ankara: İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdür-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 299
The behavior of a human being, his/her life style and moral world are being formed
under the influence of a family, school, public organization, social environment and etc.
However, the role of a television is very great in this field.
Talking about this issue nationwide leader President Heydar Aliyev noted: “It is im-
possible to imagine our modern life without television. Television is the most public mean
among other means of mass media. Our national television is a national wealth of Azer-
baijan people”. Nowadays a number of scientific centers, different institutions, specialists
deal with the problems of young people in Azerbaijan.1However, they carry out this work
only in a common-sociological direction. As a result of it the television which is a power-
ful, rich, concrete and visual mean of education is remaining in the shadow somehow and
it does not attract the attention of the scientific community. However, ignoring television
and providing carelessness to television may strike a firm blow to the work of common
education.
Studies show that 90 % of young people obtain their life orientations, recommendati-
ons and consultations through just mass media, in particular through television.
Television is really very unique, because from the standpoint of the time and space
neither a newspaper nor a radio and other means of information could attract a man as
the television (“home screen”) does.2
We can call with responsibility the sixties-seventies years of the twenties century “the
golden years of a television” because at that period the television and television programs
had appeared and later developed.3
At the moment the activities of youth editorial staff have special interest because a role
of the television in the ideological and moral education of young generation is increasing.
The actuality of this editorial staff is that its programs are directed to an audience having
a concrete age limit.
Aesthetic development of the young generation is first of all in the unity of a reality and
an art, in the unity of a beauty and a reality, as well as in the peculiarity of a perception of
this unity. However, the aesthetic education of the young generation and its content is not
evaluated only with a criterion of a beauty. It formalizes a human being the spirit of love
to a labor, respect for environment, belief in progressive public ideals. It makes a human
responsible in front of a society and itself.
In the reforms conducted in the field of education in Azerbaijan Republic special at-
tention is given to the education of school pupils as a personality, the development of their
aesthetic sense and culture. In the period of childhood and youth, a human feels always
the influence of a family and school. Just in this period their creative forces and abilities
became stronger and this in its turn creates a favorable condition for moral and ethical
development. As a result their intellect and senses are being developed.
N.G.Chernishevski wrote about a perfect and educated human: “A perfect and edu-
cated human is a human who has enough knowledge as well as realizes quickly and truly
what is good and just, what is bad and unjust or in one word has a skill of “thinking”. They
have high sense of realizing high feelings and nobility. They have strong love for charity
and beauty”.4 All these three qualities – comprehensive and all-round knowledge, a skill
of thinking and nobleness of feelings are important for a man in order to be educated and
perfect. When a man is always in communication with an artistic cultural environment it
helps him not only to obtain a skill of thinking, comparing and evaluating, but also helps
directly to develop noble feelings and thoughts in him. In this respect artistic-emotional
tools as well as aesthetic television programs which are embodiment of a television have
a special importance for formation of young people. The parents and teachers regulate to
some extent the flow of information in the mind of children and teenagers.
Attitude of children and teenagers toward to a television passes mainly through 2
stages:The first one is related with their independence in selecting television programs.
These cases are mainly observed in preschool and first school years. Gradually by realizing
the environment the children begin to select independently. At that time children have the
ability to analyze unknown realities and facts. And children are not under the guardians-
hip and control of their parents. Thus, the 2nd stage begins and this stage is related with a
choice of selecting independently by teenagers of their television programs. The teenagers
define by themselves what programs they want to watch and when they want to watch.
And this related with a specificity of a child’s psychology. The under-ages prefer to watch
television programs in comparison with movies. But teenagers prefer to go to the cinema
and to communicate with their friends there.
Children start to contact with a television after they are 10 -11 years old. To be in
contact with a television, to take an interest in a television, searching and selecting of te-
levision programs which require a comprehensive thinking – all these are explained with
aesthetic, moral and intellectual peculiarities of a child’s personality. Some parents cla-
ims that their children show great interest to the television programs for adults. Without
taking into consideration the content and general tendencies of all television programs
broadcasted on all television channels it is impossible to give an objective evaluation to the
auethetic influence of a television on children.5
In television employees’ and teachers’ opinion a television and a school should be
allies in increasing inner world and auethetic culture of teenagers. However, a practice
shows that the activities carried out in this field are not still satisfactory. In spite of the
teachers and the staff of a television make attempts to prepare programs of this sort they
can not achieve it completely. Above all the staff of a television must be interested in it.
They must know that cooperation between school and television in the field of auethetic
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Television is a guide of an auethetic education 303
education and auethetic culture can be productive only when a strict limit is applied to
the public-political and auethetic television programs and when their sphere of influence
and peculiarities are taken into account. A television which fulfils its main functions in
the field of authetic education is a source of various authentic ocean of information and
the dissemination channel. In this respect the school is not in a position to compete with
a television.
When building up relations of school pupils with a television the school must direct
first of all these relations to auethetic information ocean. Thus, there must be created a
situation allowing children to feel auethetic events more deeply. The function of a school is
to help young people to perceive independently and creatively all auethetic beauties of an
environment and to give a key for it. Irreplaceable role of a school in the auethetic educati-
on of young people is to turn the young people from observers into auethetic subject. Do-
ing so the school can play a leading role in auethetic education of the young generation.
If the television could enter into the school both as a technical tool and effective kind
of an art then it would give more benefit in the sphere of education. We think that here the
below –mentioned plan of a television can be helpful for a teacher:
A plan of television programs with their contents and dates. Also, manuals showing
brief contents of the planned television programs;
A monthly plan of the commented television programs.
After the necessary condition is established for the use of a television in school both
the school and the television must prepare special programs. The school play a leading role
in this field and it must solve 2 issues related with the television. First, to teach the school
pupils to select television programs based on high auethetic values. In other words to give
an authetic taste to the school pupils through a television material. The second, to teach
the skills for the understanding of the art of television. In other words to deepen commu-
nication of school pupils with a television activities. The employees of the television such
as producers, cameramen, editors of the programs, actors, playwrights can help the school
in solving of these issues. They can also participate in the work of optional sessions and
circles organized in schools. Another productive method in this field is to prepare relevant
programs about the auethetic of the art of television. For the special pedagogical purposes
the teacher subordinates information to the work of the forming of a creative personality.
The successful solution of this issue depends on the degree of the teacher’s knowing of his/
her subject and the teacher’s ability to coordinate the problems with the contents of televi-
sion programs ensuring their auethetic influence on the young audience.6
The television has the possibility to give a show material that the teacher is not able to
use in other places except the school. Just this aspect must be taken into consideration by
the teacher when selecting and planning television materials.
In other words, the school provides feedback to a certain group of the television’s au-
dience and this assists the television to work productively.
The sociological studies reveal that when financial position, cultural demands, the le-
vel of education and other factors of a family occupies very little space in the complex
304 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gafar Askerzadeh
television programs, then it influence negatively to moral education of the young people.
During the recent years having influenced more deeply into the moral world of a hu-
man the television comprises many kinds of art. In this way the television has a synthetic
character. The television is becoming rich by its form and content.
The importance of the television of today is that the dynamic groups of the population
- the young people watch the television more than other people. It is impossible to forbid
the young people of 20 years of old from watching TV. Discotheques, young theater –stu-
dios, cultural sites, slide-clubs and others have the same effect.
The Azerbaijan National Television is somehow is a center of education for the young
people. Original approach to the work of art, materials of art such as a literature, music,
fine arts as well as a circus having being included into the circle of interest of the television
creates a background for making the television more interesting and attractive. Nowadays
the most important task is to increase in the system of mass media the level of the republi-
can television to the level of modern requirements of the society, to reveal effective forms
and methods meeting the requirements of a social-moral progress. If the newspapers need
a long period in order to demonstrate their impact, but the television achieve this aim in
a short period.
Including of the television into the tools of mass media, of course, enriches its ideo-
logical impact on the crowds. Besides, increasing quickly by the television its audience
has “an irritating” role for radio and newspapers. This leads to an activization of creative
searches in many newspapers and radio programs.
Literature
1 Khudiyev N.M. Radio, Television and Literary Language. Azerbaijan State Publishing House, Baki, 2001, 648 p.
2 Firsov B.M. Television with the Eyesof Sosiologist. Moskow, 1971, p. 6
3 Birukov M.C. Bourgeois Television and İts Doctrine. Moskow, 1977, p. 25
4 Chernishevski N.Q. Aesthetic Attitude of Art to the Existance. Azerneshr Publlishing House, Baki, 1956, p.197
5 Talibov J.R, Agayev A.A, Isaev I.N, Eminov A.I. Pedagogy, Education, Baki, 1993, p.298
6 Khalilov B.C. Ways of Development of the Aesthetic Education in the Secondary Schools. Education, Baki, 1991,
P176
Adebiyyat
1 Xudiyev N. M. Radio, Televiziya ve adebi dil. Azerbaycan Dövlet Neşriyyatı, Bakı, 2001-648 s.
2 Firsov B.M. Televideniye qlazami sosioloqa. Moskva, 1971, s. 6
3 Biryukov M.C. Burjuaznoye televideniye i ego doktrinı. Moskva 1977, s. 25
4 Çernişevski N.Q. Senetin varlıa estetik münasibetleri, Azerneşr, Bakı, 1956 -197 s.
5 Talıbov J.R., Aqayev ∂ .A., İsayev İ.N., Eminov A.İ. Pedaqogika, Maarif, Bakı, 1993-289 s.
6 Halilov B.C. Ümumtehsil mekteblerinde estetik tarbiyenin inkişafı yolları. Maarif, Bakı 1991-176 s.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Television is a guide of an auethetic education 305