You are on page 1of 298

iletisim

GÜZ
27
2008
G. Ü. İ. F. Adına Sahibi
Prof. Dr. Rıza Ayhan

Sorumlu Yazışler Müdürü


Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Edtör
Doç. Dr. M. Bilal Arık Gazi Üniversitesi

Yardımcı Editörler
Dr. Gülcan Seçkin Gazi Üniversitesi
Yrd Doç. Dr. Gökhan Atılgan Gazi Üniversitesi

Yayın Kurulu
Prof. Dr. Levent Kılıç Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Ümit Atabek Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Konca Yumlu Ege Üniversitesi
Doç. Dr. Hamza Çakır Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Yüksel Akkaya Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Nazife Güngör Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hülya Yengin Kocaeli üniversitesi
Prof. Dr. Raşit Kaya ODTÜ
Doç. Dr. Ayhan Selçuk Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Bayram Kaya Manas Üniversitesi, Kırgızistan
Prof. Dr. Dan Schiller University of Illinois, USA
Prof. Dr. Vincent Mosco Queen’s University, Canada
Prof. Dr. Stuart Ewen CUNY, USA
Prof. Dr. Douglas Kellner UCLA, USA

Kapak ve Sayfa Tasarımı


Gökhan Atılgan

ISSN: 1302-146x
Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır
Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir.
Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832
e-mail: iletisimdergisi@gazi.edu.tr
Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara.
Kapak fotoğrafı: Anadolu Ajansı
İçndekler

Lefebvre ve Modern Dünyada Gündelik Hayat


Hüseyn Köse.........................................................................................................................................7

Gündelik Yaşamın Üretimi ve Reklamlar


Derya Öcal Tellan...........................................................................................................................27

Popüler Kültürde Hegemonik Anlamların Üretilmesinde Gençlik Altkültürlerinin Önemi


Hürryet Konyar...............................................................................................................................55

Büyüklere Masallar: Fantastik Filmler ve Gündelik Yaşamda Büyünün Yeniden Keşfi


Elf Şeşen .............................................................................................................................................77

Sefaletin Psikolojisi ya da Psikolojinin Sefaleti: Psikolojik Yoksulluk Yaklaşımlarının Eleştirisi


Aysel Kayaoğlu..................................................................................................................................99

Yeni Piyasa Toplumu ve Değişen Gündelik Hayat


Gülcan Seçkn..................................................................................................................................127

Gündelik Yaşamda Çin Malları


Derya Nacaroğlu............................................................................................................................157

Gündelik Yaşamın Tiyatrosu


Süreyya Karacabey.........................................................................................................................171

Zaven Biberyan’ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” Adlı Romanında Varlık Vergisi Kanunu ve
Devrimsiz Gündelik Hayatlar
Hülya Göğerçn Toker..................................................................................................................183

MTV ‘nin Küreselleşme Serüveninde Yeni Durak: MTV Türkiye


Sevg Can Yağcı................................................................................................................................203

Sosyal Gruplar, Örgütler ve Kurumlar


Robert Bıerstedt ............................................................................................................................221

Tanzimat Kadınlarının “Gündelik Hayat” algısının Fatma Aliye’nin Romanlarındaki İzdüşümü


Hülya Bulut.......................................................................................................................................267

Konu başlıklarına göre hazırlanmış Gündelik Hayat Bibliyografyası


Mehmet Kemal Sevgsunar..........................................................................................................273

Television is a Guide of an Auethetic Education


Gafar Askerzadeh..........................................................................................................................301
Derg Poltkası
1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim kuram ve araş-
tırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi farklı kuramsal yaklaşımla-
ra ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere sahiptir; Türkiye ve dünyada iletişim
konularının akademik tartışması için bir forum oluşturur; iletişim alanında kuramsal
ve yöntem bilimsel olarak zengin bilgi kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak top-
lumsal bağlamda faydalı bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı amaç-
lamaktadır.

Journal’s Polıcy
The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and for-
merly published under the title Communication, is a social science journal focusing on
theory and research on communication. The journal is dedicated to present competing
theoretical approaches and study orientations; to develop a forum for the scholarly dis-
cussion of communication issues in Turkey and around the world in order to further
the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the literature on com-
munication; to perform its role in the development of theoretically and methodologi-
cally enriched multidisciplinary body of knowledge on communication.

Makale Sunumu
Makale göndermek isteyenler kesinlikle web sayfasındaki makale ve diğer yazıları
sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası PC word formatında hazırlanma-
lı ve “iletisimdergisi@gazi.edu.tr” adresine bir niyet mektubuna eklenerek gönderilme-
lidir. Editör makaleyi okuduktan sonra ya değerlendirmeleri için iki hakeme gönderir
ya da değişiklik önerileriyle yazara geri yollar. Yazar, isterse yaptığı değişikliklerle ma-
kaleyi göndererek süreci yeniden başlatabilir. Makalenin formatı kesinlikle Dergi’nin
belirlediği kurallara uymalıdır. Fazla bilgi için derginin web sayfasına ve son sayıların-
dan birine bakınız.

Submıssıons
Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in digital form.
Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature should be e-mailed
(iletisimdergisi@ gazi.edu.tr). Please insure that the digital version of the submission is
virus-free and created in PC Word format, not Macintosh. The digital copy should be
double-spaced, and titles, text, references and formatting should follow the style guide-
lines of the journal.
EDİTÖR NOTU

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi bu sayısını günde-
lik hayatın incelenmesine, gündelik hayat çalışmalarına ayırdı. Bu amaçla egemen olan yakla-
şımlarla, alternatif yaklaşımlarla gündelik hayatı çözümleyen, tartışmalar ortaya koyan günde-
lik yaşam çalışmalarının bugüne kadar oluşturduğu geniş bilgi birikimine katkı amaçlayan bir
sayı çıkarmayı hedefliyoruz. Gündelik yaşamın ifade biçimleri bireylerin tek başına kendilerini
kendilerine sunumlarından, arkadaşlık, kardeşlik, dostluk, düşmanlık, iş, çalışma, çalıştırma,
yeme, içme, giyinme, eğlenme gibi birçok günlük yaşamın birçok anlarında ve süreçlerinde
kendilerini ve diğerlerini yeniden üretmeye kadar zengin bir çeşitlilik gösterir. Bu çeşitlilikteki
yaşamın örgütlenmesini ve günlük ilişkilerden geçerek yürütülme biçimlerini anlamaya çalış-
mak, insanı ve toplumunu anlamada büyük önem taşır. Gündelik hayat içerisindeki alışılmış,
olağan görünen herşey temelde verili toplumsal sistemin dayandığı değerlerin paylaşılmasına,
görece haklılaştırılmasına, yeniden üretilmesine ilişkindir.
Gündelik hayatta çoğu zaman doğal ve kendiliğinden kabul ettiğimiz pek çok durum ve
olayın ardındaki ya da altındaki kabuğu sıyırdığımızda iktidar ilişkilerinin etkisini görmek hiç
de şaşırtıcı değildir. Bu yüzden gündelik hayatı anlamak, toplumu anlamaktır bir bakıma. Bu
doğalmış, pek de başka türlü olamazmış gibi akıp duran gündelik yüzeyin araştırılması ve sağ-
layacağı olanakların tartışılabilmesi için bugünkü çok parçalı toplumun gündelik hayat içinde
bütünlüklü bir çözümlemesinin yapılması, bunun geniş bir yaklaşımlar ve yöntemler yelpaze-
sinden sürdürülmesi gerekmektedir. Bugün, çok çeşitli farlılıklar ve karmaşa içinde, bütüncül
olmaktan uzak, çözülmüş bir toplumda gündelik hayatın işleyiş mekanizmalarını gözlemek,
çözümlemek güç ve bir o kadarda önemli hale gelmiştir.
Bu sayı gündelik hayatı, gündelikliği içinde çözümlemek çok parçalı, çok katmanlı toplu-
mu ve bireyi, ve yabancılaşmışlık olgusunu anlamak üzere geniş bir çalışma alanının önemine
yeniden bir vurgu niteliği taşıyor. Bu amaçla, dergimizde toplam 10 makaleye yer verildi. Ma-
kalelerin hemen hemen tümünde gündelik yaşamın içine nakşolan anlamların keşfinin çabası
ve gündelik yaşama dönük eleştirel bir bakış açısı temel alınmış durumda.
Hüseyin Köse, “Lefebvre ve Modern Dünyada Gündelik Hayat başlıklı makalesinde alanın
en önemli teorisyenlerinden Henri Lefebvre’nin gündelik yaşama ilişkin tespitlerini tartışıyor.
Köse bu makalesinde modern gündelik yaşamda, artık siyasal düşüncelerin yerini almış görü-
nen üslupların ve hayat tarzlarının savaşı bile, gündelik yaşamda hüküm süren sınıfsal çatış-
maların kıyasıya gün yüzüne çıkarılmasıyla geçerlilik kazanacak bir devrim fikri ve gerçeğini
asla değiştiremeyeceği gerçeğinin de altını çiziyor. Derya Öcal Tellan da, “Gündelik Yaşamın
Üretimi ve Reklamlar” makalesinde gündelik yaşamın yeniden üretiminde reklamların nasıl
sistemsel bir rol yüklendiklerinin altını çizerken, tarihsel bir süreç içerisinde kitlelerin ihtiyaç-
larının nasıl manipüle edildiğini bizlere göstermektedir. Tellan’ın makalesi, bilhassa kapita-
lizmin kurumsallaştığı mekanlar olan kentlerin, insanları tüketime yönlendirmedeki etkisini
tartışması açısından da oldukça önemli verilere sahip.
Hürriyet Konyar, “Popüler Kültürde Hegemonik Anlamların Üretilmesinde Gençlik Alt-
kültürlerinin Önemi” başlıklı makalesinde daha çok İngiliz Kültürel Çalışmalar eksininde
bir çözümlemeye girişmiş. Konyar, çalışmasında gündelik yaşam çalışmalarında önemli bir
ağırlığı olan gençlik altkültürlerinin çok kültürlü ve renkli bir toplumsal yaşamdaki rolünü
sorguluyor. Elif Şeşen de, “Büyüklere Masallar: Fantastik Filmler ve Gündelik Yaşamda Büyü-
nün Yeniden Keşfi” başlıklı çalışmasında Weberyan bir teorisyen olan George Ritzer’in teori-
leri izleğinde, fantastik filmlerin kapitalist sistem içerisindeki rolünü sorgularken, yaşamdan
büyüyü kovan modernist düşüncenin, belli bir rasyonalizasyon doğrultusunda büyüyü nasıl
kullanılabilir düzeye indirgediğini de net bir şekilde ortaya koyuyor.
“Sefaletin Psikolojisi ya da Psikolojinin Sefaleti: Psikolojik Yoksulluk Yaklaşımlarının Eleş-
tirisi” başlıklı makalesinde de Aysel Kadıoğlu, sosyal bilimlerde özellikle 90’lı yıllarla beraber
yoğun bir şekilde tartışılan yoksulluk kavramsallaştırmalarının sistemle aralarındaki “flört-
leşmeye” dikkat çekiyor. Yoksulluğu bir “sosyal problem” olarak ele alan ana akım literatürün,
yoksulları suçlayan bir eğilim üretmesini eleştiren Kadıoğlu’nun çalışması alana dönük yapılan
üretimin hangi amaçlara hizmet ettiğini göstermesi açısından da oldukça önemli verilere sa-
hip. Gülcan Seçkin de, “Yeni Piyasa Toplumu ve Değişen Gündelik Hayat” başlıklı makalesinde
Türkiye’nin 80’li, 90’lı yıllardan günümüze yaşadığı toplumsal değişimin, gündelik yaşam üze-
rindeki etkilerini sorguluyor. Seçkin makalesinde, yeni sağ politikaların yeni bir piyasa anlayışı
ve ona uygun bir piyasa toplumu yaratma sürecini özetlerken yeni toplumsal koşullarda tüke-
timci kapitalizmin gündelik yaşamı nasıl ticarileştirdiğini, metalaştırdığını, bunların gerisinde
üretilen iktidar ilişkilerine vurgu ile çeşitli örnekler üzerinden tartışıyor.
Derya Nacaroğlu, “Gündelik Yaşamda Çin Malları” makalesinde gündelik yaşam içinde
yer alan alışveriş ediminde Çin mallarının nasıl bir yere sahip olduğunu, ekonomik ve sosyolo-
jik hangi gereksinimlere yanıt verdiğini tartışarak, değişen dünya düzeninde pek çok gündelik
pratiğin değiştiği gibi alışveriş alışkanlıklarının da bundan payını aldığı öngörüsünü tartışıyor.
Süreyya Karacabey ise, “Gündelik Yaşamın Tiyatrosu” isimli çalışmasında “Sokağın tiyatrosu,
her türden beklenti bozmayı, süreklileştirmek yoluyla normalleştirir, fazla eğlenmekten, uya-
ranların aşırılığından canı sıkılmış insanı, canının neden sıkıldığı konusunda düşünmeden
eğlendirmeye ve oyalamaya geçen pop-sanat, neyi, nasıl değiştirebilir?” sorusunun cevabını
sorguluyor.
Hülya Göğerçin Toker “Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ Adlı Romanında
Varlık Vergisi Kanunu ve Devrimsiz Gündelik Hayatlar” başlıklı makalesinde ilgili roman bağ-
lamında Varlık Vergisi Kanunu’nun gündelik yaşama olan etkilerini incelemiş. Çalışma nitelik-
sel bir analizle, siyaset dışı sayılan gündelik yaşamın, alınan siyasi kararlardan nasıl doğrudan
etkilendiğini ortaya koymayı amaçlıyor. Sevgi Can Yağcı da, “Küreselleşme Serüveninde Yeni
Durak: MTV Türkiye” başlıklı makalesinde yerelleşme kavramının, günümüzde küreselleşme
stratejisi olarak nasıl kullanıldığını, MTV Türkiye örneğinde niteliksel bir analizle inceliyor.
Dergimizin “Forum” bölümünde ise, toplam 4 yazı bulunuyor. İlk olarak Mehmet Yüksel’in,
Robert Bierstedt’ın, “The Social Order” kitabından bir bölüm çevirisi yer alıyor. “Sosyal Grup-
lar, Örgütler ve Kurumlar” başlıklı bölüm, gündelik yaşamın temel belirleyicilerinden olan
sosyal gruplar üzerine kapsamlı bir değerlendirme niteliği taşıyor. Hülya Bulut da “Tanzimat
Kadınlarının “gündelik hayat” algısının Fatma Aliye’nin Romanlarındaki İzdüşümü” başlıklı
yazısında Fatma Aliye’nin romanları üzerinden Osmanlı’daki gündelik yaşamı inceliyor. “Konu
Başlıklarına Göre Hazırlanmış Gündelik Hayat Bibliyografyası” başlıklı kaynakça taramasında
Mehmet Kemal Sevgisunar gündelik yaşama ilişkin geniş bir literatür listesi sunuyor. Forum
bölümünün son yazısı Gafar Askerzadeh’in “Television is a Guide of an Auethetic Education”
başlıklı yazısı. Yazar bu yazısında televizyonun eğitimdeki rolünü sorguluyor.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 7

Lefebvre ve Modern Dünyada Gündelk Hayat


Hüseyn KÖSE1
ÖZET
Henri Lefebvre’e göre gündelik hayatın keşfi, en yalın biçimde ifade etmek gerekirse, modern dünyada bü-
rokratik denetimin gelişiminin bir sonucudur. Buna göre, söz konusu bürokratik denetim, modern gündelik
hayatın tarihini üç kısma ayırarak incelemeye olanak sunar: üsluplar, üslupların sonu ve kültürün başlangıcı
(19. yüzyıl) ile gündelik hayatın yerleşmesi ve sağlamlaştırılması. Lefebvre’in gündelik hayatın gitgide önem
kazanarak tüm devrim biçimlerinin yerini almaya başlamasını izah etmekte kullandığı başlıca argümanı ise, 20.
yüzyılın düşünce ufkunda yeni bir “evrimci praksis”in doğuşudur. Bu tarihten sonra artık, her türlü devrimci
praksise yüklenen başarısızlık, gündelik hayatın yeni bir mücadele alanı olarak belirişine katkıda bulunacaktır.
Bu perspektiften bakıldığında, siyasal düşüncelerin yerini, artık gündelik yaşamda üslupların ve hayat tarzları-
nın savaşı almıştır ve bu savaş, sistemin bürokratik eliyle yeniden düzenlenmeye, örgütlenmeye muhtaçtır. Bu
sonuncu evrede bile sistem, büsbütün sınıfsal çelişkilerinden arınmış değildir. Aksine, resmi meşruiyeti arzu
ve gereksinimlerin “tatmin”ine ve söz konusu tatmin duygusunun körüklediği kışkırtılmışlıkla yeniden arzu
duymaya dayalı olan tüketim toplumunda arzu ettiklerine denk bir maddi tatmin sağlayamayan “tatminsiz”
kitlelerin yaşadığı yoksunluk tüm şiddetiyle varlığını sürdürmektedir. Bu makalede, kısaca, kentin ve toplumsal
ilişkilerin yeniden üretimi ve dönüşümü bağlamında çözümlenmeye çalışılan gündelik hayat kavramı, mo-
dernizm ve gündelikliğin politikası, “evrimci praksis” ve günümüz tüketim kültürü kavşağında aldığı farklı
biçimler bağlamında analiz edilmektedir.

Anahtar Kavramlar: Gündelik hayat, modernizm, tüketim kültürü, evrimci praksis, toplumsal ilişkilerin yeniden
üretimi.

Lefebvre and Everyday Lıfe ın the Modern World

ABSTRACT
According to Lefebvre, the discovery of everyday life, in simple terms, is the result of the development of bure-
aucratic auditing in modern world. For this, the bureaucratic auditing may lead to examine the history of mo-
dern everyday life in three phases: styles, the end of styles, the beginning of culture (19. Century), and setting
and strengthening of everyday life. The main means of evidence that Lefebvre use to explain the growing impor-
tance and so the beginning of the substitution of it with all the revolution types is the raising of “revolutionist
praxis” in the directions of 20. Century thought. After this date, all the types of revolutionists will contribute to
the appearing of unsuccessfulness that attributed to the praxis as a new arena in everyday life. When considered
through this perspective, anymore, the war of styles and life styles in everyday life has taken the place of political
thought, this sort of war need to be reevaluated and reorganized by the bureaucracy of the established system.
So, this system is not purified from the whole class paradoxes. In contrast, formal legitimating, which is as if it
depends on “satisfaction” of desires and requirements, and also priming provocation this questioned satisfacti-
on to re-desire in consumption society, exists with a sharp deprivation in the “dissatisfied” communities which
could not find an equal material satisfaction. In this paper, briefly, the concept everyday life that is tried to
analyzed in the context reproducing and reformation of social relations, modernism and everyday life politics,
“revolutionist praxis”, and their different forms in the raising of today’s consumption culture.

Key Words: Everyday life, modernism, consumption culture, revolutionist praxis, reproducing social relations.

1 Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü


8 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

Giriş

Lefebvre, modernitenin ruhuna uygun yeni bir insan modelinin doğuşuyla bir-
likte ortaya çıkan politik ve etik bir vaadi dillendirmekle kalmamış, aynı zamanda
insanın yabancılaştırıcı bir gündelikliği, ancak kendi verili varoluş tarzından mut-
lak biçimde vazgeçişini dayanak noktası olarak almakla aşabileceğini iddia etmiştir.
Onun düşüncesi, ideal bir politika biçiminin hala var olabileceği koşulların araştırıl-
ması üzerine yürütülen düşüncelerdir. Böylesi bir ideal politikada sınıf egemenliği
ve işin toplumsal bölünmesiyle tetiklenmiş karşıtlıklar birbiri içinde erimiştir. Le-
febvreci düşüncenin açığa vurduğu gündelik yaşamın eleştirel modeli, tıpkı Kantçı
ideal yasa koyucu düşüncesinde olduğu gibi, geleceğin mutlu ve insancıl bir düşünün
gerçekleştirilebileceği idealinden esinlenir. Bu yönüyle modern bir düşünür olan Le-
febvre, Hegelyen-Marksist yabancılaşma kuramını da yanına alarak, temelde refor-
mist bir yönelimle, dünyanın etik açıdan iyileştirilmesine odaklanır (Enrique ve Pa-
sin, 2002). Gündelik yaşamın yabancılaşmamış ve yaratıcı etkinliklerin alanı olarak
yeniden-kavramsallaştırılması, bu hedefe giden yolun başlıca araçlarındandır. Çünkü
gündelik pratikler, toplumsal yaşamın yeniden üretiminde hayati bir öneme sahip-
tir. Söz konusu pratikleri medyatik baştan çıkarmanın etki alanından kurtarmak,
medyatik sisteme koşulsuzca tabi kılınmış olanların direnme gücünü yeniden ayak-
landırmaktan geçmektedir. Lefebvre’in deyimiyle, gündelikliği bu boyutuyla birlikte
kavramak, “dönüşmeyi, başkalaşmayı istemektir” (1958: 193). Şu halde, Lefebvre için
gündelikliğin koşullandırıcı gücünden sıyrılıp toplumsal yaşamı modernist idealler
düzleminde üreten praksis bilgisine ulaşmak, yarım kalmış bir aydınlanma projesi-
nin de tamamlanmasıdır. Çünkü gündelik hayat, bir yönüyle, “yaşanmışlığın ve dü-
şünmenin düşük bir derecesi”dir (Lefebvre, 1998: 20) ve dolayısıyla düşünsel açıdan
yeniden kurgulanması gerekir. Ne var ki, medyatik sistemin buyurgan ve yabancı-
laştırıcı etkisinin tüm toplumsal dokuyu soğuran genelleştirilmiş mekaniği, yaşama
hükmetmiş olan rutinlerin ve durağanlığın alanını inşa ederken, söz konusu düşünsel
ve üretici praksisin bilgisine nasıl ulaşılacaktır? Gereksinmesi duyulan bilgi, şu halde,
tek boyutluluğu kalımlı kılan, ilerlerken ardında düş ve fantazya evrenleri oluşturan
medyatik bilgi değildir; gereksinme duyulan bilgi, üretimi her şeyden önce bir “mal”
üretimi olarak sınırlamayan, insanlığın yaşayacağı ideal koşulları tasarlayabilme gü-
cüne sahip olan bilgidir. Lefebvre’in modernlik ile gündelikliği ilişkilendirme biçimi
de, özünde, bu tür bir düzlemi gerekli kılmaktadır. Lefebvre’in deyimiyle, “modernlik
kelimesinden, yeni olanı ve yeniliğin işaretini taşıyan şeyi anlamak gerekir. Parlaklık-
tır, paradokstur, teknik veya dünyevilik tarafından damgalanmış olandır. Gözüpektir,
geçicidir, kendini ilan eden ve kendini alkışlayan maceradır (...) Gündeliklik ve mo-
dernlik, karşılıklı olarak birbirini belirtir ve gizler, meşrulaştırır ve telafi eder” (1998:
31). Gündelikliğin durağanlığını ve açmazlarını damgalarken aynı zamanda telafi
eden modernlik, kendini macera tutkusundan yoksun bırakamaz. Oysa “bürokratik
olarak yönlendirilmiş tüketim toplumu”, bu tutkuyu yinelenen rutinler ve kalıplaşmış
değer ve pratikler içinde boğmuştur- kuşkusuz tüketimin göstergeleri arasında yaşa-
yan toplumları da...
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 9

Henri Lefebvre’in modern gündelik yaşamın bürokratikleşmiş doğasına ilişkin


yabana atılmayacak nitelikteki savları da bundan farklı şeyler değildir. Boş zaman ve
gündelik tüketimci hazları sistematik biçimde rasyonalize etme eğilimi, gündelikliğin
içerdiği her tür manipüle edici ideolojiyi gündelik yaşamın dışına çıkarak çözümle-
me girişimini boşa çıkardığı gibi, güncelin gerçekliğine duyulan kolektif ilgiye dönük
her türden eleştiriyi de toplumsal ve siyasalın kıyılarında güçten düşmüş bir aka-
demik ve entelektüel çabaya indirgemiştir. Lefebvreci teorik çözümlemede, kültürel
ve toplumsalın açıklanmasında bile gündelik olanın dışına çıkılamaz. Bu anlamda
gündelik olan, araştırmacının farkında olmadan kapatıldığı bir hapishanedir; ya da
bizzat Lefebvre’in deyişiyle, “ideolojik bir kitle kültürü tarafından cesaretlendirilmiş
bir kaçış alanı olarak” görülür. Öte yandan, gündelik yaşamın yeniden-üretimi yoğun
biçimde medyatik baştan çıkarmayla gerçekleşir. Lefebvre, yabancılaştırıcı bir gün-
delikliği tüketim eylemiyle birleştiren ilişki halkalarına eşlik eden medyatik baştan
çıkarmayı, ideal bir politik yapının sonu sayar. Ne var ki, bu politik idealin enerji
kaynağı büsbütün kurumuş da değildir; işin (çalışmanın) toplumsal olarak bölünme-
si ve çalışanlardan kurulu sınıf egemenliğine duyduğu reformcu iyimserlik, her ne
kadar toplumsal adlı organizmanın aynı gündeliklik içinde her tür devrimci praksise
sırtını dönmüş durağanlığı tarafından sürekli rahatsız edilse de, gündelik yaşamın
toplumsal olmayan bilgisine fazladan değer biçmesiyle sonuçlanır. Şu halde, bu ba-
kış açısından, gündelik yaşamın talep ettiği tüketimci eylemin bir parçası olmakla,
toplumsal adlı kolektife katılım arasındaki can alıcı sınırı belirleyen çizgi, Lefebvre’in
düşünü kurduğu insancıl yaşam modeline erişmeye engel değildir. Baudrillard’ı ön-
celeyen (ki kendisi bir dönem Lefebvre’in öğrencisi olmuştur) Lefebvreci düşünüşte,
gündelikliğin boğucu –ama aynı zamanda üretici- atmosferinden tek çıkış yolu ola-
rak sunulan “daimi tek boyutluluğun, yerini er-geç düşlere, yeni fantazmalara bırak-
mak için kesintiye uğrayacağı” savı da, yine aynı sistemin alt üst edici sürekliliğinden
esinlenir. Lefebvre, gündelik yaşamın boğucu atmosferinin yarattığı yabancılaşmayı,
deyim yerindeyse, Hegelyen-Marksist kuramsal çerçevenin algıladığı düzeyin birkaç
adım daha ötesinde algılamaktadır. Marx, “kendini üretimci çerçevede üreten” bir
yabancılaşma olgusunu esas alıp analiz etmişken, modern gündelik yaşam bilgisi-
nin açığa vurduğu ilişkisel karmaşıklığı analiz etme olanağı ve fırsatı genel olarak
Lefebvre’e nasip olmuştur. Lefebvre’e göre, yabancılaşma kavramını üretimin farklı-
laşmış görünümlerine –üst yapı kurumları olarak kültüre, estetiğe ve ideolojiye- ka-
dar genişletme ihtiyacı, çalışma ve toplumsal alanlar arasında var olan karmaşık bil-
giden kaynaklanmıştır ve bu bilgisel alanın çözümlenmesi, aynı zamanda gündelik
toplumsal pratiklerin de “üretimci” yönüne –özellikle kent yaşamının ve toplumsal
ilişkilerin yeniden üretilmesine- eğilmeyi gerektirmektedir. Lefebvre’in, gündelik
yaşamın eleştirisine odaklanan kuramı, gündelik, sıradan, somut, hatta kaba olanı
sürekli olarak küçümseyen bir felsefenin ürünüdür. İlk kez 1947 yılında yayımlanmış
olan Gündelik Yaşamın Eleştirisi adlı yapıtı, özellikle savaş öncesi kötümserlik ortamı-
nın olanca belirsizliği içinde “total insan” ve onun kabul edilmiş diyalektiği ile yaşam
ve düşüncenin uzlaştırılması olarak tanımlanan Sartrecı varoluş kavramına karşı bir
tür alternatif oluşturan yaşamsal tecrübe’yi (“vécu”) ön plana çıkarır. Yaşamsal tecrü-
10 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

be, en somut biçimiyle, gündelik yaşamın Marksist örgütlenişine dayalı kavranışıdır.


Başka bir deyişle, maddi yaşam koşullarının, her türlü sahte bilincin etkilerinden öz-
gürleşmiş praxis yoluyla kavranışıdır. Lefebvre’in, gündelik yaşamı Marksist bir bakış
açısına dayalı olarak sorunsallaştıran tavrının özgünlüğü, aynı zamanda Marksizm’in
kendisini de felsefeyle uzlaştırma çabasının bir ürünüdür. Başka bir deyişle, sadece
Marksizm ve felsefeyi uzlaştırmak ve Marksizm’i felsefi bir statüyle gerekçelendirmek
değil, ama aynı zamanda Marksizm’i eleştirel bir teori biçiminde, yani hem felsefe,
hem de felsefenin aşılması olarak yeniden kurmasının bir ürünüdür. Dolayısıyla, dü-
şünürün Gündelik Yaşamın Eleştirisi adlı yapıtı, gündelik yaşamın eleştirel bilgisini
içermekle kalmaz, aynı zamanda, savaş sonrası Marksist düşünceyi yeniden tahayyül
etmeye adanmış, bütünsel bir eylem felsefesi tasarımını da açığa vurur. Öte yandan,
Lefebvre’i gündelik yaşamın eleştirel bir çerçevesini kurmaya iten nedenler, kayna-
ğını, burjuva düşüncesinin ya da başka bir deyişle, güçlülerin zayıflar için kurduğu
mekânları işgal etmek ve sunduğu metaları kullanmak suretiyle edindikleri özgürlük
yanılsamasının denetim amaçlı stratejik işleyişinin ifşa edilmesinden alır. Lefebvre,
iki farklı sınıf arasındaki zorlama-uyarlama ilişkilerinin gündelik yaşamın mekânlar,
alış-veriş merkezleri, zaman, arzunun doyurulması, kültür ve bedensel pratikler ara-
cılığıyla nasıl üretildiğini irdeler. Güçlü sınıfın (burjuvazi) zorlamalara dayalı strate-
jisinin zayıf sınıfın (işçi sınıfı ve alt sınıflar) kendini bu zorlamalara uyarlama yete-
neğiyle dengelendiğini belirten Lefebvre, özünde praksis’e dayalı bir kültürün (sanat
eserleri) kendisini de gündelik yaşamda üretilen zorlama-uyarlama stratejilerinin
temeli sayar. Lefebvre’in ünlü “insan ya gündelik olacak ya da artık var olmayacaktır”
sözü, gündelik yaşam pratiklerinin bir ürünü ve sonucu olan praksisçi insanı ifade
etmekle kalmaz, aynı zamanda modern dönemde gündelik yaşama yönelik eleştiri-
nin, er-geç mutlaka gündelik hayatta yaşanacak bir devrimle sonuçlanacağı gerçeğine
de gönderme yapar. Ne var ki, Lefebvre’in, gündelik yaşamın devrimci kavrayışını,
kendi döneminin sürrealistlerinin, varoluşçularının ya da metafizikçilerinin “poetik”
nitelikli devriminden ayrı tutmak gerekir. Lefebvre, “devrim” kavramıyla, en somut
biçimde, burjuva toplumunun “zenginlik” ve “mülk” edinme arayışıyla yüceltilmiş
yaşantısının “mutsuz” bilinciyle damgalanmış bireylerinin yabancılaşmış yaşam ko-
şullarından mutlak biçimde özgürleşme mücadelelerini ifade eder. Söz konusu devri-
min aynı anda hem geçerlilik kazandığı, hem de geçersizleştirildiği zemin ise günde-
lik hayatın kendisidir. Çünkü Lefebvre’e göre gündelik hayat, değişimin, başkalaşımın
tartışmasız yeri olduğu kadar, bilinçlerin mistifikasyonunu ve süreğen yabancılaşma-
sını da içeren bir yerdir.

Yöntem

Gündelik yaşamın dönüşümüne aracı olan toplumsal ve ekonomik koşulların


toplumsal ilişkilerle bağlantısının yabancılaşma, tüketim, toplumsal ilişkilerin ye-
niden üretimi, devrimci praksis, v.b. konu ve pratiklerde yaşanan dönüşümler üze-
rinden araştırılması ve sorgulanmasının, her şeyden önce, konuyla ilgili kuramsal
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 11

bir hâkimiyeti ve bilimsel bir terminoloji kullanımını gerekli kılması kaçınılmazdır.


Çalışmada, modernizm ve modernlik, gündelik hayatın keşfi ve bürokratik deneti-
mi, tüketim olgusu ve praksisçi eylem felsefesi gibi kavramlar üzerine tarihsel olarak
birikmiş kuramsal bilginin genel bir analizi yapılmaya çalışılmaktadır. Başka bir de-
yişle, modernlik-gündelik yaşam pratikleri ve bu pratiklerin yabancılaşma, tüketim
alışkanlıkları ve boş zaman kavramlarıyla ilişkisi, gündelik olanı içeren ve manipüle
eden ideolojiler, kitle kültürü-kültürel manipülasyon, kitle iletişim araçları-gündelik
yaşam etkileşimi, v.b. konuların yarattığı kuramsal bilgi birikimi eleştirel bir kuram-
sal yaklaşımla tartışmaya açılmaktadır. Sözü edilen kavramlar çerçevesinde üretilmiş
kuramsal bilgi ve kavramları birbiriyle ilişkilendirmek ya da kendi içinde bir sen-
tezini yapmak –sözgelimi modernlik-gündeliklik, tüketim-yabancılaşma-toplumsal
ilişki üretimi / tüketimi, v.b.- suretiyle çok boyutlu bir çözümleme yöntemini esas
alan yaklaşım, ister istemez, bu yaklaşımın dayandığı bilimsel terminolojinin tarihsel
açıdan geçirdiği dönüşümleri de dikkate almayı gerektirmektedir. Dolayısıyla, çalış-
manın dayandırıldığı temel bilimsel terminolojinin analojik bir betimlenişini yap-
mak da, vazgeçilmez bir gereklilik olarak kendini dayatmaktadır. Söz konusu betim-
leme, birikmiş bilgiyi açığa vuran bilimsel literatüre ilişkin genel bir taramanın yanı
sıra, çalışmada temel alınan bilimsel terminolojiye ait kavramların güncel olaylar ve
pratiklerle ilişkilendirilmesi ise, kaçınılmaz olarak bütüncül bir gözlem yönteminin
gücüne başvurmayı gerektirmektedir. Bu tür bir gözlem, elbette, ikincil kaynaklar
aracılığıyla yapılan dolaylı bir gözlem değil, ilk elden yapılan bir gözlemdir. Özetle,
temelde eleştirel bir yaklaşıma öncelik tanıyan çalışma, aynı zamanda, gündelik ya-
şam pratikleriyle dolaysız bir ilişkisi bulunan tüketim problemini anlamaya ve çöz-
meye dönük bir tutumu da benimsemek zorundadır.

Kuramsal çerçeve

Çalışmada, toplumsal evrimin temelde maddi koşullar ve ekonomik dinamik-


lerdeki değişimlere bağlı olduğu determinist bir kuramsal bakış açısından hareketle,
gündelik yaşam ile toplumsal / ekonomik görüngüler ve gelişmeler arasındaki ilişki-
ler irdelenmektedir. Bir başka deyişle, çalışmanın esasını oluşturan analizler, gündelik
yaşamın ekonomi politiği temelinde yapılmaktadır. Bu bağlamda, bir düşünüş biçimi
olarak ekonomi-politiğin, toplumsal yapıların üretilmesinde ve değişiminde etkili
olan politikaların olduğu kadar, bir bütün olarak gündelik yaşama hükmeden ve onu
yeniden üreten tüm diğer -ekonomik, kültürel, v.s.- pratikler arasındaki ilişkilerin ay-
dınlatılmasına ışık tutan niteliğinden yararlanılmaktadır. Söz konusu kuramsal çer-
çevenin çalışma bağlamında üstlendiği işlevi iki düzeyde değerlendirmek mümkün-
dür: İlk olarak, bu kuramsal çerçeve, gündelik yaşamın ekonomik (tüketim), siyasal
(devrim) ve toplumsal (yabancılaşma) boyutlarına ilişkin çıkarımlara bütüncül bir
çerçeve kazandırmak bakımından önemlidir. İkinci olarak ise, Lefebvre’vi gündelik
yaşam nosyonunun tanımlanmasında belirleyici olan ekonomik büyüme-toplumsal
ilerleme karşıtlığının çatışmacı paradigma temelinde eksiksiz bir analizini sunabil-
12 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

mek açısından. Çalışmada aynı zamanda gündelik yaşamın gerek iktidar yapıları ve
ilişkileriyle olan bağlantısı, gerek gündelik yaşamda anlamın üretimi ve yeniden üre-
timi konusu ve gerekse gündelik yaşamın modern kapitalizmin öngördüğü mülkiyet
ve örgütsel yapı, ekonomik ve siyasal yapıyla olan ilişkisinin gündelik yaşamda ne-
den olduğu dönüşümlere ilişkin tarihsel arka plan analizlerinde, gündelik yaşamın
toplumsal dönüşümünü diyalektik bir süreç içerisinde kavramaya dönük ekonomi-
politikçi bir yapısal analiz yönteminin esas alındığı söylenebilir.

Gündelik yaşamın eleştirisi ya da ‘üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin


analizi’ olarak gündelik hayat

Lefebvre, Gündelik Yaşamın Eleştirisi adlı yapıtında, modern dünyada gündelikli-


ğin bireyler için ifade ettiği anlamı, çalışma zamanı ve boş zaman arasındaki karşıtlık
temelinde ya da bireyler için bir kaçış çizgisi ve sahte bir özgürlük duygusu yaratması
bağlamında, gerçekliği yanılsamaya dönüştüren bir manipülasyon süreci temelinde
okur. Buna göre, boş zamana dayalı gündelik yaşam, hem bir özgürlük yanılsaması,
hem de mutlak kaçışın imkânsızlığını ifade etmektedir. Lefebvre şöyle yazar:
“Boş zaman, gündelik yaşamda gündelik olmayan şeklinde gösterir kendini.
Bu anlamda, gündelikliğin dışına asla çıkılamaz. Mükemmel olan, kurmacayla
aynı statüdedir ve yanılsama, boyun eğmeyle aynı şeydir. Mutlak anlamda kaçış,
artık yoktur. Bununla birlikte, mümkün olduğunca bir kaçış yanılsamasına sahip
olmayı arzularız. Bütünüyle yanıltıcı olmayacak yanılsama, hem reel, hem de görü-
nen bir ‘mundo’ (dünya) oluşturacaktır; yani, gündeliklikten başka bir şey olmayan
bir görünümün realitesini. Şu halde, boş zaman kazanmak için çalışırız ve boş
zamanın sadece bir tek anlamı vardır: İş’ten, yani şu cehennemi döngüden uzak-
laşma” (Lefebvre, 1958: 49).

Lefebvre’in gündelik yaşam kuramının temel varsayımı şudur: Yaşamın her alanı-
nı bütünsel olarak manipüle eden ve içeren genelleştirilmiş bir ideoloji olarak günde-
liklik, bireylerin toplumsal dünyaya bağlılıklarını pekiştirmekle kalmaz, gündelik ya-
şam, aynı zamanda ideolojik bir kitle kültürü tarafından cesaretlendirilmiş bir kaçış
olanağına da zemin hazırlar. Gündelik yaşam, her iki işlevini yerine getirirken, büyük
ölçüde kitle iletişim araçlarının etkili gücüne başvurur. Özellikle reklâmcılık, birey-
lerin egemen toplumsal yaşamla bağlarını güçlendiren “kurallı” yaşam tarzları hak-
kında bilgi vererek onları görüntü ve imaj yoluyla sembolik bir tüketime yönlendirir
(Enrique ve Passin, 2002). Öte yandan, boş zamanın çalışmayla ele geçirilişi, sembo-
lik tüketim için gerekli maddi koşulların üretilmesi olarak düşünüldüğünde, aslında
Lefebvre’nin vurguladığı “kaçışın imkânsızlığı” düşüncesini de doğrular niteliktedir.
Şayet, boş zaman kazanmak için öncelikle ondan feragat etmek gerekliyse, ya da
başka bir deyişle, boş zamanın kendisi çalışma zamanı olmadan ele geçirilemiyorsa,
sembolik tüketim başta olmak üzere, her türlü tüketim için gerekli önkoşulu oluştu-
ran boş zaman, artık yoktur. Bu anlamda, nasıl ki, “gündelikliğin dışına çıkılamaz”sa,
çalışma zamanının dışına da asla çıkılamaz. Bu yönüyle, tüm zaman, çalışma zamanı
görünümünü aldığında, gündelik olan, kaçınılmaz biçimde iş yaşamının “cehennemi
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 13

döngüsü” dışına çıkamamakla aynı anlamı taşır. Şu halde, Lefebvre’in gündelikliğin


yarattığını iddia ettiği kaçış alanı –boş zamanın mutlak yokluğundan dolayı- artık
imkânsızsa, “mümkün olduğunca bir kaçış yanılsamasına sahip olmayı arzulamak”
ne anlama gelmektedir? Bu soruya yanıt verebilmek için, öncelikle herhangi bir arzu-
yu doyuma kavuşturmanın içerdiği bireysel ve toplumsal işlevi aydınlatmak gerekir.
Her şeyden önce, arzu etmek, verili koşulların dışına çıkmak, değişmeyi ve başkalaş-
mayı istemektir. Lefebvreci gündelik yaşamın “devrimci” algılanışının özü, tastamam
böylesi bir değişim için beslenen umuda bağlıdır. Bu umut, gündelikliğin içinde saklı
olan ve bireylere küçük de olsa bir özgürlük duygusu esinleyen “seçme” eyleminde
somutlaşır. Lefebvre, özellikle bu seçme özgürlüğünün somut eylemsel niteliğinin
reklâm söylemince içerildiğini belirterek şunları yazar:
“Şayet herhangi bir reklâm, bir kâse yoğurdun temsilini sağlıklı yaşamınkiyle
ilişkilendiriyorsa, herhangi bir marka ürünü bir diğerine tercih etmemizi buyuru-
yorsa, buna karar verecek olan kimdir? [Elbette] tüketicinin kendisi... Tüketici, her
ne kadar manipüle edilmiş olsa da, özgürlüğün küçük bir marjına sahiptir. Sade-
ce ‘o’ seçecektir. ‘Seçmek’, manipülasyonun yıkıma uğratmayıp yücelttiği bir değer
olarak, gündelikliğin içinde temsil edilir” (Lefebvre, 1981: 73).

Bununla birlikte, tüketici bireyin seçme eylemine eşlik eden toplumsal dünyanın
dayatılmış ve “koşullandırıcı” pratikleri, söz konusu özgürlüğün olası sınırlarına da
dikkat etmemizi gerektirmektedir. Başka bir deyişle, Lefebvre, gündelikliğin içinde
saklı olan bu küçük özgürlük marjına karşı iyimser duygular beslemeyi salık vermek-
le birlikte, ona fazlaca bir değer atfetmemek gerektiğinin de altını çizmekte gibidir.
Çünkü ilk olarak, gündelik olanın gücü, toplumsal ilişkilerin tarihsel açıdan sahip ol-
duğu güce asla eşit değildir. İkinci olarak ise, gündelik olanın üretici ve dönüştürücü
gücü, gündelik yaşamın pek çok ideolojik güdümleme ve manipülasyon tekniğinin
baskısı altında olmasından dolayı, eski yaratıcılığından yoksundur. Lefebvre’e göre,
gündelik olan, tek cümleyle, özgünlükten, yaratıcılıktan, keşfedicilikten, zevkleri dö-
nüştürme gücünden yoksundur. Yine bu anlamda, “gündelik dünya, tabi kılınmışların
bilinçlerinde kolayca pıhtılaştırılan ve ekonomik gücü ellerinde tutanlarca dayatılmış
dünyanın temsillerini engelsizce soğurmayı gerektirir. Lefebvre için, ancak diyalektik
bilim, toplumsal gerçekliğin analizini eleştirel bir yönteme dönüştürecek ve gündelik
olanın mantığını demistifiye edici bir bilgiye olanak tanıyacaktır” (Enrique ve Passin,
2002).
Gündelik olanın mantığı, öncelikle gündelik yaşamın manipüle edici yönünün
farkına varmayı gerektirir. Lefebvre’e göre, söz konusu mantığı, onu çevreleyen tüm
mistifikasyon biçimlerinden arınmış olarak kavramaya çalışmanın tek yolu, birey-
sel bilincin kendisi hakkında açıklamalarda bulunabileceği diyalektik bir düşünce
tarzını yeniden egemen kılmaktan geçmektedir. Aksi halde, toplumsal yaşamı ve bu
yaşam içindeki ilişkileri yeniden üreten bireyleri, ürettikleri şeylere karşı kayıtsız bir
toplumsal organizmanın insafına bırakmaktan başka çıkar yol yoktur. Lefebvre bu
konuda şöyle yazmaktadır:
“Toplumsal organizma ya da mekanizma, çalışmayla ihtiyaçlarını karşılayan-
lara ya da üretime katılanlara anlayışlı olmak zorundadır. [Ne var ki çoğunlukla
14 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

buna gerek kalmaz]. İnsanlar yaptıkları şeylerden ibarettirler ve ne iseler ona göre
düşünürler. Bununla birlikte, yaptıkları ve oldukları şeyden de çoğunlukla haber-
sizdirler. Onların kendi yapıtları, kendi gerçeklikleri dikkatlerinden tamamıyla
kaçmıştır” (1958: 193).

Lefebvre’in, toplumsal organizmanın üretici bireylere karşı kayıtsızlığı, bireyin


kendi mevcudiyetine kayıtsızlığı ya da gündelik yaşamın ilişkisel düzlemde neden
olduğu tahribatla anlatmaya çalıştığı şey, gündelik olanın total düzeyde neden ol-
duğu olumsuzluklar, kısaca gündelik olanın yabancılaştırıcı etkisinden başka bir şey
değildir. Bu yabancılaşma olgusunu ayrıntılı biçimde kavrayabilmek için, öncelikle
Lefebvre’in üretimin kendisinden ve “üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin krizi”
adını verdiği şeyden ne anladığını açıklamak gerekmektedir. İlk olarak, Marx’ta oldu-
ğu gibi, Lefebvre’de de üretimin doğuşu üzerine bütünlüklü bir analiz yoktur. Marx,
bir üretim kavramına ve insan türünün değişmez etkinliklerini oluşturan bir “iş” kav-
ramına sahiptir, ancak bu, modern çalışma yaşamının sorunlarını ve doğasını kavra-
mak açısından yeterli değildir. Günümüz insanının etkinliklerinin temel bunalımını
anlamak için, üretimin kökeni üzerine kimi sınıflamalara girişmek zorunludur. Bu
sınıflamanın en basit biçimlerinden biri, üretimin doğa ve insan grupları arasındaki
ayrışmadan doğmuş olduğudur. Buna göre, toplumsal değişim olgusunda, üretimin
kendisi bir tür aracı ya da katalizör olarak karşımıza çıkmakta, sözgelimi tarım, insan
topluluklarının ilk üretim şekillerinden birisi olarak belirmektedir. Üretimin kolektif
biçimde ortaya çıkışı, sonunda benimsemenin, sahip olma içgüdüsünün dinamiğini
oluşturmuştur. Bir grup insanın, toprağı işlemek ve düzenli üretim yapmak için be-
lirli bir toprak parçası üzerine yerleşmesiyle birlikte, tarihsel olarak, toplumsal yaşa-
mın ve toplumsal ilişkilerin de yeniden üretilmesi olanağı belirmiştir. Elbette, belli
bir toprak parçası üzerinde üretim yapma ve toprağa yerleşme, kaçınılmaz olarak,
artık-değer ve özel mülkiyetin doğuşuyla sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, sözü edilen
toplumsal ilişkilerin niteliği, bu iki değer için verilen mücadeleleri de içermektedir,
hatta belki en başta bu mücadeleyi içermektedir. Üretim olgusunun kendisi, şu halde,
hem insanlığın tarihsel olarak yaşadığı doğal sürecin bir ürünü, hem de bu doğal
sürecin neden olduğu toplumsal değişimlerin başlıca nedenidir (Guigou, 2008). Top-
rağa yerleşme ve tarımsal üretimle birlikte ortaya çıkan çalışma, üretimi hedefleyen
bir etkinlik olarak, toplumsal ilişkilerin de üretici dinamiğini oluşturur. Ne var ki,
çalışmanın modern dünyada aldığı biçim, Lefebvre’e göre, artık yaşamak ve en zorun-
lu ihtiyaçları karşılamak için değil, tüketmek için gereksinme duyulan boş zamanın
üretilme biçimini, dolayısıyla yaşamın ve üretim ilişkilerinin yeniden üretimini değil,
üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin bir krizini ifade etmektedir. Lefebvre, bu ne-
denle, “1929 ve 1933 yılları arasında baş gösteren aşırı üretim krizini klasik ekono-
minin bir krizi olmayıp, bu krizle birlikte kendini gösteren şeyin, ilk planda, ‘üretim
ilişkilerinin yeniden üretiminin bir krizi olduğunu’ belirtmektedir” (Guigou, 2008).
Başka bir deyişle, gündelik olarak toplumsal yaşamı üretmenin “devrimci” temeli,
üretim eyleminin kılık değiştirmiş niteliğinden dolayı, artık pek mümkün görünme-
mektedir. Dolayısıyla artık gündeliklik de üretilememektedir. Çünkü gündelikliğin
üretimi teması, Lefebvreci düşüncede, ancak ve sadece gündelik yaşamın devrimci
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 15

olarak üretilmesi temasıdır. Bir başka deyişle, gündelik olanı üretmek, bireylerin bir
yapıt olarak kendi yaşamlarını üretmeleridir. Lefebvre’nin 68 Olayları’na kadar ka-
fasını kurcalayacak olan en önemli düşünce budur. Bu düşünce, gündelik yaşamın
yeniden üretilmesi olgusundaki radikal dönüşümün, artık bireylerin kendi yaşamla-
rını bir yapıt olarak üretememelerine neden olan koşulları sorunsallaştırmaya çalışır.
Lefebvre’ye göre, öncelikle, gündelik olanın ifade ettiği belirsizliği anlamadan, üretim
ilişkilerinin yeniden üretiminde –dolayısıyla devrimci düşüncede- yaşanan bunalı-
mı anlamak olanaksızdır. 1958 tarihli Gündelik Yaşamın Eleştirisi’nin birinci cildinde
şöyle yazar:
“Gündelik yaşam kavramının kendisinde belli bir belirsizlik göze çarpmakta-
dır. Her şeyden önce, gündelik yaşam nerededir? Çalışmada mı, yoksa serbest za-
manda mı? Aile ve özel yaşamda mı, yoksa kültürün dışındaki ‘yaşamsal deneyim’
anlarında mı? Bu sorulara verilebilecek ilk yanıt şu olabilir: Gündelik yaşam, bu üç
alanın ya da görüngünün tümünde birden gelişir ve tümü tarafından içerilmiştir.
Bu üç farklı alanın bütünlüğü içinde vardır ve somut bireyi belirleyen de budur”
(Lefebvre, 1958: 40).

Ne var ki, Lefebvre, kendi sorduğu bu sorulara verdiği yanıtı fazlaca tatmin edici
bulmaz ve sonunda gündelik yaşamın içerildiği her üç alanın birbiriyle olan karmaşık
ilişkisini dikkate alan bir analizin gerekli olduğunu belirtir:
“(…) Ancak bu yanıt tamamıyla tatmin edici değildir. Diğer canlı varlıklarla
birlikte somut bireysel insanın etkileşimi nerede kurulmaktadır? Bölünmüş iş’te
mi? Aile yaşamında mı? Serbest zamanda mı? Ya da bu alanların birbiriyle ilişki-
si nedir? Ya da gündelik yaşamın gelişiminde karar verici sektör hangisidir? (…)
Gündelikliğin unsurlarının dışsallığı (iş yaşamı, aile yaşamı, boş zaman) bir ya-
bancılaşma içerir. Ve aynı zamanda verimli karşıtlıklar ve farklılıklar da içerir. Her
biçim altında, bu unsurların birbiriyle olan ilişkisini birlikte incelemek gerekmek-
tedir” (1958: 40).

Lefebvre’in sözünü ettiği her üç alanın birlikte analiz edilmesi, belki gündelik ola-
nın yabancılaştırıcı etkisini kavramak açısından önemlidir, ancak böyle bir analizin
bundan daha yüce bir başka amacı da vardır: “Gündelik olanı değiştirerek, özgürlük-
leri genişletmek için zorunlu toplumsal değişimi kışkırtacak bir iktidarı ele geçirme
umudu” (Nicklas, 2008). Ne var ki, Lefebvre, gündelik yaşam deneyimindeki yaratıcı
tarzın tükenme olanaklarına karşı kuşkucudur. Çünkü gündelik toplumsal yaşamın
gelişiminde gözlenen değişimler, gündelik olanı değiştirebilmek için gereksinme du-
yulan iktidar umudunun da tükenmesi anlamına gelmektedir. Her şeyden önce de,
gündelik olan artık gitgide toplumsal sistemin karşıtlıklarını içermeye başlamıştır.
Nicklas’ın da belirttiği gibi (2008), Lefebvre’i gündelik yaşamın devrimci niteliğine
karşı belli bir kuşku duymaya götüren şey, “gündelik olanın kaynaklarının ve zengin-
liğinin, gündelik yaşamın manipülasyonu tarafından kemirilmeye başlanmasıdır.”
Söz konusu manipülasyon, politik manipülasyon kadar, yabancılaşma, tüketim ve
medyatik kitlesel baştan çıkarılmayı da içermektedir. Konuya daha makro düzlemde
bakılacak olursa, Lefebvre’in eleştiri ve kuşkusunun bir bütün olarak burjuva toplu-
mu ile kapitalist ekonomik sisteme yönelik bir kuşku ve eleştiri olduğu görülecektir.
Gerçekten de, Lefebvre’in 1940’lı ve 50’li yıllarda dile getirdiği görüşler, kâhince bir
16 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

öngörüyle, 1960’lı yıllardaki tekelci devlet kapitalizmi evresindeki toplumları bekle-


yen rizikoyu gözler önüne sermektedir. Tsukahara’nın da belirttiği gibi (2006), tüke-
timin göstergeleri arasında yaşayan toplumların bireyleri, bu yıllarda adeta denizdeki
balık gibi habersizdirler etraflarını kuşatan dalgaların gürültüsünden: “Asfalt yollar-
daki adımlar, kafalardaki düşünceler bile, uçucu ve tüketimci toplumsal olguları takip
etmek için atomize olmuştur artık; bu insanları söz konusu olguların gerekliliklerine
uyarlayan bir yaşam tarzı da bu parçalanmışlığın bir sonucudur.” Denebilir ki günde-
lik yaşamın ve kent alanının yeniden üretiminin eleştirisiyle başlayan modern tüke-
tim çözümlemesi, yineleme ve farklılık üzerine kurulu sistemin mutasyonunu kavra-
mak anlamında küresel bir menzile sahip teorik bir keşfin de tohumlarını barındır-
maktadır içinde. Guigou’nun da belirttiği gibi, bu keşfin Marksist terminolojiye çok
şey borçlu olan bir ismi vardır: “Üretim ilişkilerinin yeniden üretimi” (2008). Modern
kapitalizmi ayakta tutan nedenler ve gerekçeler bütününün yol açtığı bir süreci açığa
vuran bu üretim döngüsünün Lefebvreci eleştiride, “üretimin toplumsal ilişkilerinin
yeniden üretimi” biçimindeki bir yoruma tercüme edilmesi, söz konusu klasik dön-
güde rol oynayan tarihsel koşulların çok boyutlu bir betimlenişine imkân sunması
bakımından önemlidir. Özellikle de klasik Marksist anlamda toplumsal sınıfların et-
kinliklerinin güncel önemini vurgulaması bakımından. Guigou’ya göre, bu anlamda
Lefebvre, tarihsel bir olgu olarak işçi sınıfının kendi üretici sınıf kimliğini hala kay-
betmemiş olduğunu savunarak, bu saptamasını şu tür bir tanımlama içinde yapmaya
çalışmakla, kapitalist sistemin mutlak egemenliğine ilişkin kimi tartışılmaz önkabul-
leri de yeniden tartışmaya açmaktadır: “Anti-kapitalist kampta yer alan kitlelerin bü-
yüklüğünün önemi” (Guigou, 2008). Yani, kapitalist sisteme dâhil olmaya direnen,
ancak kendi egemenliğinden feragat ederek devrimci praksisini terk etmiş bir sınıfın
potansiyel varlığı, hala ciddi bir umuttur. Ne var ki, Lefebvre’in kendi kuramsal çaba-
sıyla uyandırmaya çalıştığı şey de söz konusu bu sınıfın çoktan terk ettiği görülen
praksisçi yönüdür. Dolayısıyla, Lefebvre için, gündelik yaşamı içinde, kendisinden
esirgenmiş olan praksis bilgisiyle yaşamını sürdüren işçi sınıfının, “bilginin aracısız
biçimde üretici bir güç halini aldığı” bir çağdaki (Guigo, 2008) varlık koşullarına eğil-
mekten daha manidar hiçbir şey yoktur. Ne var ki, sorun, işçi sınıfının ikincil konu-
ma itilmişliğinin yol açtığı çaresizliği de aşan çok boyutlu bir niteliğe sahiptir artık.
Öncelikle, tekno bilimlerin gelişmesi, uzmanlaşma ve ona bağlı olarak bilginin parça-
lı hale gelmesi, enformasyonun dünyasallaşması, kent alanının ve bu alanda üretilen
ilişkilerin ayrıcalıklı hale gelmesi ve dolayısıyla burjuvazinin bir sınıf olarak arabulu-
culuk rolünün değerden düşmesi gibi gelişmeler, açıkça “kültürel bir devrim”in eşi-
ğinde olduğumuz gerçeğini ortaya koymaktadır. Tüm bu görüngüler, modern günde-
lik yaşamdaki mutasyonun hızlandırıcı biçimleri olarak Lefebvre’in ilgisi dışında ka-
lamayacaktır. Ne var ki, bu hızlı değişim, pek çok ilişkisel sorun yumağını da berabe-
rinde getirecektir. Bilindiği üzere, bilimsel işletmeciliğin temellerini atmış olan
Taylor’dan bu yana gözlenen kitlesel üretimle ilgili gelişmelerin, daha büyük ve istik-
rarlı pazarları gerektirmesiyle başlayan ekonomik süreç, 1970’li yılların ortalarına
gelinceye kadar “Fordizm” olarak adlandırılmıştır. Bu dönemin baskın özelliği olan,
kitlesel üretimin aynı ölçüde kitlesel bir tüketimle sürdürülmeye çalışılmasının ne-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 17

den olabileceği krizlere yönelik olarak, gerek ücretli emek-sermaye arasındaki çatış-
maları az da olsa yumuşatmak, gerekse ortaya çıkan üretim fazlasının tıpkı 1929–1933
yılları arasındakine benzer küresel bir krize yol açmaması için öncelikle işçilere yapı-
lan ücret artışı, çalışma dışı zamanın genişletilmesi ve Pazar günleri ile diğer bazı
bayram günlerinin tatil ilan edilmesi gibi kimi önlemler alınmıştır. Buna karşılık, bu
dönemde şirkete ya da fabrikaya koşulsuz bağlılık ve aidiyet ya da işçilerin çalışmala-
rı karşılığında işverene verdikleri küçük ödünler gibi postfordist dönemin üretim
tarzının esnek ve uzlaşmacı görünümleri henüz üretim hayatının dışında kalan şey-
lerdir. 1970’li yılların başlarında ekonomik yaşamda beliren yeni bazı değerlerin bas-
kısı altında kalmaya başlayan Fordizm, tüketici tercihlerinin değişen yapısı başta ol-
mak üzere, küçük ve istikrarlı olmayan pazarların çekim alanına girecektir. Daha
önce Fordizmin hiyerarşik işletme yapısı içinde çözülen sorunların, sonraki dönem-
de, doğrudan doğruya işçinin kendisine tanınan bir özyönetim ve sorumluluğa hava-
le edilmesi, Lefebvre’in, yine isabetli bir öngörüyle, “üretim ilişkilerinin yeniden üre-
timinin bir krizi” biçiminde tanımlayacağı ve özünde işçi sınıfının dönüştürücü gü-
cünün önünün alınmasına karşılık gelen manipülasyonlara işaret etmektedir. Çünkü
fordist dönemde geçerli olan canlı emek-sermaye çatışması bu dönemde ortadan
kalkmıştır. Böylelikle kendi yaşamının ve yoksulluğunun sorumluluğunu üstlenmiş
olan işçi sınıfı, karşısında mücadele edebilecek bir taraf bulamamaktadır. Bu, tam da
“oğlunu yiyen satürn” örneğini akla getirmektedir. Bu bağlamda, diyalektikçi Lefebv-
re, şöyle bir tahminde bulunmayı da ihmal etmez: “Sistem, kendi ödevinin koşulları-
nı yeniden üretmede sürekli daha da kötüye gidecektir. Nitekim ekonomik bir krizin
yol açtığı gezegensel felaketin ve yıkımların yönettiği bir dünyanın geride bıraktığı-
mız otuz yılı da bunu açıkça doğrulamaktadır-ne var ki, bundan daha da kötüsü,
herhangi bir devrim kuramının, artık proleter programın sağlamlığına referansta bu-
lunamayacağı gerçeğidir” (Akt. Guigou, 2008). Kısaca söylenirse, Lefebvre’e göre,
1960’lı yılların genel toplumsal panoraması içinde, devrimin tarihsel bir öznesi konu-
munda olan proletarya, herhangi bir krizin devrimci biçimde açıklığa kavuşturulma
zorunluluğunu yerine getirebilme gücünden yoksundur. Lefebvre’in, bir yandan, sos-
yolojik analiziyle, işçi sınıfının birlikten ve eyleme gücünden yoksunluğunu, parça-
lanmışlığını ve tüketim toplumuna entegrasyonunu tartışmaya açmaya çalışırken; öte
yandan, aynı işçi sınıfının “direnen”, “önlenemez biçimde yükselen”, “sağlam ve ho-
mojen bir blok” olarak kalacağını belirten yaklaşımı da oldukça ilginçtir. Lefebvre’in
bu ikili düşünme tarzına kaynaklık eden şey, sadece onun ekonomik ve toplumsal
koşullara yönelik gerçekçi ve bütüncül bir çözümleme yöntemi ve bakış açısına sahip
olması değil, aynı zamanda genel olarak kapitalist yeniden üretimin yol açtığı top-
lumsal ilişkilerin çözümsüzlüğü karşısında aldığı inançlı konumun bir göstergesidir.
Guigo’nun da belirttiği gibi (2008), Lefebvre adeta böyle bir manzara karşısında
“‘günden güne atomize olmuş bireylerden kurulu dev bir kitle olarak büyüyen prole-
taryalaşma karşısında, işçi sınıfı, burjuva sınıfını kabul edemez, ancak devrimci dö-
nüşümün minimalist bir versiyonuna katılabilir’ demektedir.” Söz konusu minimalist
devrimci versiyon, gündelik yaşamın rutin kültürel ve siyasal tercihlerinde cereyan
eden konum değiştirmelerden başka bir şey değildir. Lefebvre’in işçi sınıfının melez
18 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

karakterinde gözlemlediği bu çatışkının, onu hoşnutsuzluğa sevk etmesi doğaldır. O


mümkün olanın ötesine geçmeyi, deyim yerindeyse, eski “sosyalist geçit”i ararken,
karşısında ne yazık ki onun küçük bir minyatürünü bulmuştur. Lefebvre, her şeye
rağmen, buradan hareketle, “kendi kendini belirleyen işçi sınıfının otonomizasyonu-
nu bildirecek bir noktaya varacak, sayıları milyonları bulan özgürlük yandaşlarından
daha fazla olmamakla birlikte, yalnızca kapitalist denilen üretim biçimine karşı bile,
bu ‘farklılaştırıcı’ doğrulamayı kabul edecektir” (Guigo, 2008). Öte yandan, Lefebvre’in,
sabırla, düşünme ve varolma tarzlarının acımasız bir denetimi ve sevimsiz bir kent-
leşmeyle yaşam koşullarının ağız tadını bozan bir gündelikliğin eleştirisi bağlamında
değindiği bir diğer önemli husus da, Veblen’in 19.yüzyıl sonlarında yavaş yavaş kıvıl-
cımlarını görmeye başladığı ve ancak görebildiği kadarıyla analiz etmeye çalıştığı
Amerikalı yeni zengin sınıf ve onun sınıfsal çıkarlarla düşünülmüş kültürel bir politi-
kası olarak sonraki yüzyılın ortalarında kurumsallaşarak etkilerini iyiden iyiye his-
settirecek olan “Amerikan emperyalizmi” ve onun bağrında yeşeren kültürel hege-
monya konusudur. Paquot’un (2006) da belirttiği gibi, “bu Amerikan emperyalizmi-
nin kültürel hegemonyasını güvence altına alan egemen ideoloji, bireyi arzu adına,
içinde uyuşturucular bulunan her şeyi tüketmeye zorlar. Bu nedenle, 1950’li yılların
sonunda, ‘gösteri toplumu’nun radikal bir eleştirisini geliştiren sitüasyonist [durum-
cu] eylem, tastamam Henri Lefebvre’de yankısını bulacaktır. Sitüasyonistlerin bu çı-
kışı, 1968’den itibaren genelleşen, farklı pratiklere ve analizlere karşı anti-kapitalist
bir yorumdur.” Situasyonist hareketin kapitalist servet toplumuna duydukları derin
bir nefretle, vitrinlerdeki ürün ve eşya bolluğunu, yaşamın gitgide bencilleşen yüzü
olarak yorumlayıp lanetleyen kalkışmalarını, dolaylı biçimde, modern görünümü al-
tındaki bir potlach’ı öne çıkarma girişimi şeklinde yorumlayanlar çoğunluktadır.
Gerçekten de, zenginlikleri eşit biçimde dağıtmak için dükkânları yağmalamaya ka-
dar varan situasyonist eylem, 68 öğrenci hareketlerinin ruhsal atmosferi içinde gün
yüzüne çıkmış bir protest eylemdir. Bu hareket içinde geleceğe dönük ortak bir siya-
sal projeksiyon ya da üzerinde kader birliği edilmiş ortak bir anlatı bulunmadığı gibi,
“bazıları ‘toprağa dönüş’ü yüceltirken, bazıları ‘aşk’, ‘barış’ gibi yalın değerlere geri
dönüşü, bazıları ‘biyolojik ürünlerin tüketimi’ni, diğer bazıları da pazarı ortadan kal-
dıracak ‘proleter bir devrim’i savunmaktadır” (Paquot, 2006). Aynı dönemde, emper-
yal yönelimli bolluk ve gösteriş toplumunun Amerikan görünümlü kapitalist değer-
lerini savunanlar ise, pazar anlayışı ve rekabetçi temelde bir tüketimle birlikte eşitsiz-
liklerin de azalacağını düşünmektedir. Şu halde, Lefebvreci gündelik yaşam eleştirisi-
nin kapsamını, modern olan-gündelik olan ilişkisi bağlamında, daha özel olarak ise,
modern kapitalizmin rekabetçi tüketim anlayışının neden olduğu “şeyleşme” teme-
linde genişleterek değerlendirmekte yarar vardır.

‘Bürokratik yönletirilmiş tüketim toplumu’ ve modern gündelik hayat“

Lefebvre’e göre, tüketim toplumu, en yalın tanımlamayla, gündelik hayatın bürok-


ratik olarak yönlendirilmesidir. Söz konusu bürokratik yönlendirmeyi gerçekleştiren
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 19

sektörler arasında özellikle de reklâmcılık, Lefebvre’in deyişiyle, modern tüketim top-


lumunda “bir ideoloji kadar değer kazanmıştır […] Bu, metanın ideolojisidir [yani
alış-verişin]. Felsefenin, ahlakın, dinin, estetiğin yerine geçer” (1998: 109). İhtiyaçla-
rın ikna yöntemiyle dayatıldığı söylemsel bir alanı ifade eden reklâmcılık, aynı za-
manda “bolluk toplumu” kavramsallaştırmasının temelini oluşturan metalar ekono-
misinin de “satıştan sorumlu” retoriğini oluşturur. Dolayısıyla aynı retorik, deyim
yerindeyse, modanın ekonomi-politiği tarafından belirlenmiş bir ideolojik bakış açı-
sının kurucu unsurlarından birisidir. Bunun içindir ki, yine Lefebvre’e göre, artık
“reklâmcıların tüketici ‘özneleri’ bir sloganı tekrarlayarak şartlandırdıklarını sandık-
ları dönem geride kalmıştır. Bugün, en ustalıklı reklâm formülleri [bile], bir dünya
görüşü içermektedir” (1998: 109). Şu halde, tüketim, son çözümlemede, reklamcılık
alanının da desteğini aldığı bu tür ikna, koşullandırma ve nihayetinde satış ve pazar-
lama araçlarıyla birlikte, kişisel olanı toplumsala, imgesel olanı ise ticari bir metaya ve
ideolojiye dönüştüren bir dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünün kendini yeniden-
ürettiği maddi zemin ise, genel olarak medya ve özelde de reklam ve moda endüstrisi
olup; söz konusu bürokratik tüketim toplumunun meşruiyeti, bireyin giyim-kuşamı,
yaşam tarzı, kimliği ve bedeni etrafında biriken görsel cazibenin, “planlı bir eskime
döngüsü” (Canbaz, 1999: 26) içinde sürekli kılınmasına dayanır. Doğaldır ki, tüketi-
min mantığı gereği, böyle bir döngü de ancak “nesnelerin çeşitlenerek değişmesi ve
eskiyerek kullanımdan düşmesi” (Lefebvre, 1998: 163) sayesinde işlerlik kazanabilir.
Giydiklerimizin kendi kimliğimize ilişkin bir gösterge değeri taşıması, bizi paradok-
sal biçimde, üstümüze maddi harcama yaptığımız ölçüde elde edebileceğimiz bir
benlik yanılsamasına götürür. Bu paradoks önemlidir, çünkü mevcut kimliğimizin
elden çıkarmadan elde edemeyeceğimiz bir yönünü ifade eder. Buradan bakıldığında,
kaçınılmaz olarak, bedenimize dışsal biçimde eklemlenmiş bir kimlikle birlikte eski-
meye başlayan şey de, aslında duyumsadığımız kendilik imgemize ilişkin uçucu ben-
liğimizdir. Şu halde, önemli ölçüde eskimeden kalmak, hep gündemde ve “yeni” ol-
mak, genel trendi takip etmek için başvurulan giyim-kuşam, süslenme ve genel olarak
tüketim eğiliminin birey için taşıdığı ontolojik anlam büyüktür. Özellikle de benliği
cazip kılmak (hoşa gitmek, çevresi tarafından beğenilmek, toplumsal prestij, karşı
cins için vazgeçilmez bir arzu “nesne”si olmak, v.s.) için girişilen sembolik tüketim
davranışlarının, deyim yerindeyse, ekonomi-erotiği açısından. Bu bağlamda, Lefebv-
re, modern tüketimci gündelik hayatın tarihini üç kısma ayırarak inceler ve aslında
incelediği şey, bir bakıma moda ve reklamcılığa dayalı bürokratik sürecin gündelik
hayat üzerinde kurumsallaştırmaya çalıştığı denetimin açıklığa kavuşturulmasından
başka bir şey değildir. Buna göre, söz konusu bürokratik denetim, sırasıyla; a) üslup-
lar, b) üslupların sonu ve kültürün başlangıcı (XIX. yüzyıl) ve son olarak da c) günde-
lik hayatın yerleşmesi ve sağlamlaştırılması aşamalarından oluşur (Lefebvre, 1998:
81). Lefebvre’in gündelik hayatın gitgide önem kazanarak tüm devrim biçimlerinin
yerini almaya başlamasını izah etmekte kullandığı başlıca argüman ise, XX. yüzyılın
düşünce ufkunda yeni bir “evrimci praksis”in doğuşudur. Artık, her türlü devrimci
praksise yüklenen başarısızlık, gündelik hayatın yeni bir mücadele alanı olarak beli-
rişine katkıda bulunacaktır. Nitekim “gündelik hayat, bu [devrimci] başarısızlığın
20 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

nedeni ve sonucudur. Nedenidir, zira engeldir, benttir, korkuluktur; toplumsal varo-


luş her sarsıntıdan sonra, onun çevresinde yeniden örgütlenir” (Lefebvre, 1998: 81).
Bu perspektiften bakıldığında, siyasal düşüncelerin yerini, artık gündelik yaşamda
üslupların ve hayat tarzlarının savaşı almıştır ve bu savaş, sistemin bürokratik eliyle
yeniden düzenlenmeye, örgütlenmeye muhtaçtır. Bu sonuncu evrede bile sistem,
büsbütün sınıfsal çelişkilerinden arınmış değildir. Aksine, resmi meşruiyeti arzu ve
gereksinimlerin “tatmin”ine ve söz konusu tatmin duygusunun körüklediği kışkırtıl-
mışlıkla yeniden arzu duymaya dayalı olan tüketim toplumunda, arzu ettiklerine
denk bir maddi tatmin sağlayamayan “tatminsiz” kitlelerin yaşadığı yoksunluk tüm
şiddetiyle varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla “sınıfsal stratejinin hedeflediği şey
gelişme değil, bu biçimiyle büyümenin ‘dengesi’ ve ‘uyumu’dur” (Lefebvre, 1998: 84).
Şu halde, uyumun toplumsal bilincin yerini aldığı bu yeni sınıfsal stratejide, büyümek
bireysel yetilerde bir “gelişme”yi değil, resmi kültür alanı içinde tüm arzulu varlığıyla
yayılmayı ifade eder. Bu yüzdendir ki, “kentsel yaşam da dâhil olmak üzere toplumsal
ilişkilerin gelişmesi, karmaşıklaşması ve zenginleşmesi ‘kültürel’ alana bırakılır ve bu
sıfatla kurumlaşır” (Lefebvre, 1998: 84–85). Kültürel alanın kurumsallaşması, günde-
lik hayatın bürokratikleşmesinin ilk adımıdır. Bu, XX. yüzyılın başlarından itibaren
gelişip serpilmeye başlayan kültür ve bilinç endüstrilerinin (gazeteler, moda, sinema,
reklâm endüstrisi, kültür aracıları, v.s.) işbirliğiyle şekillenen yeni bir toplumsal kate-
gorinin, sonrasında tüketim toplumuna varacak olan uzantılarının salt ekonomizmle
açıklanamayacak olan yönleriyle birlikte, esasında toplumsal dinamiklerin yerinde
saydığı bir “büyüme”dir. “Bu andan itibaren, maddi doğa üzerindeki teknik egemenli-
ğe, insanın kendi doğasıyla (beden, arzu, zaman, mekân) uyum sağlaması tekabül et-
mez. Bu durumda, büyüme ve gelişme arasındaki çelişkiye, (teknik) egemenlik ve
uyum sağlama arasındaki daha önemli ve daha temel bir çelişki eklenir” (Lefebvre,
1998: 85). Bu çelişki, kentleşme ve ona anlam veren sanayileşme arasındaki çelişkidir;
ne var ki, kentleşmeyi sanayileşmeye bağımlı kılan uzunca bir dönemin ardından
ancak kentleşme esas hale gelebilir ve Lefebvre’e göre, büyüme ile gelişme arasındaki
geleneksel ilişkiyi tersine çeviren bu süreçte sınıf stratejisi yeniden sahne alarak ve her
iki değişken arasında yaşanan bağımlılığa belli bir süreklilik ve derinlik kazandırma
rolünü üstlenerek kentsel bunalımı körüklemeye başlar (1998: 85). Tam da burada,
sistem ekonomik büyümeyi yaşarken toplumsal gelişmeyi “kentsel bunalım”a dönüş-
türen bu bağımlılık ilişkisinden dolayı toplumu kendine özgü tasarıları olan bir erek
olarak kavrama düşüncesi anlamını yitirir. Artık, ereksel olan, sınıfsal düzenlemele-
rin bağlayıcı sınırlarını aşındırma vaadinde bulunan göstergeler evreninin bir parçası
olma yarışında somutlaşan yeni var olma biçimlerine kayar. Başka bir deyişle, var
olmak, artık “göstergelerin arasında yaşamaktır” (Lefebvre, 1998: 94). Ne var ki, bu
tür bir yaşam tarzına gereği gibi vakıf olamayan kesimler arasında, özellikle işçi sınıfı,
Lefebvre’in deyimiyle, “(…) ücret meselesinden, gündelik yaşamın düzenlenmesine
kadar uzanan bir dizi talep ve protestonun içinde yer almaya” devam eder (1998: 95).
Çünkü çok sayıda gösterge (kültürel ve simgesel) arasında yaşamak, gösterge tüketi-
minin sınırlayıcı etkenleriyle kuşatılmış ve “gündelik yaşamı esas olarak zorlamalar-
dan oluşan” bir sınıf için, sistemle gereken uyum içinde olamamak bakımından ciddi
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 21

bir engeldir. Şu halde, tüketmek, özellikle sınıfsal kategoriler keskinleşirken sadece


aldatıcı bir mutluluk sunar, ama asla hayal kırıklıklarını ve yoksunlukları gizlemeye
yeterli değildir. Bu bakımdan, “bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu”, işçi sını-
fının gerek üretim alanında, gerekse tüketim pratikleri açısından sömürüldüklerinin
farkına kolayca varamadıkları bir sistem olma özelliği taşımak yanında, sınırsız imge
ve göstergeler arasında sıkışıp kalmış bir sınıf bilinci deformasyonu görünümü de
sunmaktadır. Ne var ki, sözü edilen hayal kırıklığı ve yoksunluklar alanında göze
çarpan sonu gelmez derinleşme, her ne kadar tarihsel açıdan belirlenmiş anlamını
fazlasıyla yitirmiş olsa da, işçi sınıfı kendi bilincini, tüketim eyleminin ekonomi poli-
tiği içinde örtük biçimde muhafaza etmeyi sürdürür. Bourdieu, bu durumu, kendi
sosyolojik terminolojisine özgü bir deyişle “zorunluluğun seçimi” biçiminde formüle
eder. Zorunluluğun seçimi, en yalın tanımlamayla, alt ve orta sınıfların –ve özellikle
de işçi sınıfının- kültürel sermayesinin sınırlandırılmasıdır. Söz konusu sınırlandır-
ma, temelde naif biçimde işleyen siyasal bir sürecin sonucu olarak dayatılan bir tür
“yanlış bilinç” şeklinde de okunabilir. Bu bağlamda, kültürel alanda “zorunluluğun
seçimi” yanılsamasına maruz kalanlar, egemen değerlere boyun eğme koşullarını biz-
zat rıza yoluyla kendileri üreten alt ve orta sınıf üyesi toplumsal faillerdir. Fiske’nin
yorumuna dayanarak söylersek, zorunluluğun seçimi, “işçi sınıfının her imgeden bir
işlevi yerine getirmesini beklemesidir. Bu işlevi de hazza, ahlaka ya da toplumsal sıra-
danlık normlarına göre değerlendirebilmeyi umar” (1999: 171). Bu özgül kavramsal-
laştırma bir yana, bürokratik açıdan yönlendirilmiş tüketim toplumuna genel olarak
içerdiği siyasal niteliği açısından baktığımızda, Lefebvre’in sözünü ettiği, insanın ken-
di doğasıyla uyum sağlaması beklenen teknik egemenliğin, yerini, ancak kültürel
simgelerin tüketilmesiyle mümkün olabilecek toplumsal ve siyasal bir uyum arayışına
bıraktığı söylenebilir rahatlıkla. Bu anlamda, aynılaştırılmış bireylerin bireysel açıdan
görece farklılaştırılmış yönlerine hitap eden tüketim toplumunun simgesel mallara
kitlesel düzeyde yarattığı talep, deyim yerindeyse, anlamlı yaşama kapasitesinin
topyekûn imhası anlamına gelen markalaşmış hayat tarzlarının pazarlanması esasına
dayanmaktadır. Hayat tarzlarının bir çeşit süpermarket ürününün standart kodlarını
taşıyan böylesi bir pazarlama, artık bu sonuncu evrede, belli toplumsal sınıfların öz-
gül yaşama ve dünyayı tasarlama / yorumlama biçimlerinin yerine, Bourdieu’cü bir
kavramla söylersek, beğeni yargıları ve zevkleri üzerinden oluşturulmuş bir tür “sınıf-
lama” kategorisine geçirmiş bulunmaktadır. “Sınıflama” sözcüğü, toplumsal sınıfın
yerine kullanıldığında, bu sonuncusunun içerdiği siyasal anlamdan daha fazla bir do-
ğallaştırma işlevine sahiptir. Çünkü toplumsal sınıfların ifade ettiği siyasal ayrımlar,
kültürel beğeni yargılarının sınıflayıcı ve ayırıcı işlevlerinden daha keskindir. Bu ne-
denledir ki, sınıflandırılmış ve sınıflandıran beğeni yargılarının doğallaştırıcı etkisi,
sadece toplumsal sınıfları birbirinden ayıran sınırları belirsizleştirmekle kalmaz, aynı
zamanda “evrensel olarak eşit bir biçimde dağıtılmamış olan üstünlüklerin [avantaj-
ların] gizlice benimsetilmesi” (Bourdieu, 1979: 252) amacına da hizmet eder. Dolayı-
sıyla siyasal olanı kültürel olanın içinde yeniden kurgulayan böyle bir sınıflamanın,
siyasal kimliğe de yeni bazı değerler atfetmesi doğaldır. Şu halde, kimliğin kendisi de
maddi toplumsal ve siyasal koşulların doğal bir ürünü olmaktan çok, beğeni yargıları
22 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

ve alışkanlıkları üzerinden yapılan bir sınıflandırmanın bağımlı değişkeninden öteye


gitmemektedir. Bağlayıcı birer statü değeri içeren simgesel ve kültürel ürünleri kimli-
ğin doğal bir uzantısına dönüştüren tüketim ritüelleri, Bourdieu’nün “bedene dönüş-
müş toplumsallık” (2003: 117) biçiminde tarif ettiği habituslar aracılığıyla, gündelik
yaşamında bireyi gizil, simgesel bir tahakkümün etkisine maruz bırakmaktadır. Bu,
yukarıda değindiğimiz Lefebvre’in uyum sözcüğüyle kastettiği şeyle hemen hemen
aynıdır. Öte yandan, Lefebvre’e göre, tüketim toplumunda “gereksinimin kullanım-
dan düşmesi” ifadesinde karşılığını bulan gelişme, çifte bir anlama sahiptir: Nesnele-
rin kullanımdan düşmesi ve onları kullanan bireylerin kendilerinin kullanımdan
düşmesi. Her ikisi de temelde arzunun kullanımdan düşmesinin bir sonucudur; baş-
ka bir deyişle, arzu biçiminde kendini ele veren motivasyonun sürekli kılınmasının...
Lefebvre, “nesnelerin kullanım süreleriyle oynayan kişilerin, aynı zamanda motivas-
yonları da yönlendirdiklerini” belirtmektedir (1998: 86). Bir tür “arzu stratejisi” biçi-
minde işleyen bu yönlendirme girişiminin ardında, nesnelerin hızla eskimesine koşut
biçimde, evlerin, kentlerin ve buralarda kurulan ilişkilerin belli bir hareketlilik içinde
sürekli değerden düştüğü ve birbirinin yerini aldığı bir döngü söz konusudur. Bu
döngüsel hareketlilik, Lefebvre’ye göre, “gerçek yaşam”ın gündeliklik içinde donup
kalamayacağının açık bir göstergesidir (1998: 86). “Gerçek yaşam”, hızın geçiciliği
içinde duyumsanan yaşamdır. Geçicilik, nesneyi eskitip yıpratan akıl dışılığın bir
stratejisi, daha doğru bir deyişle, “gündelik hayatın akılcılaştırılmış bir biçimde sö-
mürülmesini hedefleyen bir sınıf stratejisinin parçasıdır. Geçicilik kültü, moderniz-
min özünü açığa vurur, fakat bunu bir sınıf stratejisi olarak açığa vurur” (Lefebvre,
1998: 86). Öte yandan, bu sınıf stratejisi, her ne kadar, kendini akılcılık temelinde
açığa vursa da, artık gitgide modernizmin akıldışı stratejisine sınırdaş hale gelmiştir.
Lefebvre’e göre, “bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu”nun temeli, her geçen
gün daha da kötüye giden bu akıldışılık stratejisine dayanmaktadır: “İnsanların ger-
çek yaşamı üzerine en ufak bir araştırma bile, iskambille fal bakıp gelecekten haber
verenlerin, büyücülerin ve kırık çıkıkçıların, yıldız falcılarının rolünü ortaya koyar.
[Bu konuda] Zaten basını takip etmek yeterlidir” (Lefebvre, 1998: 87). Böylesi irras-
yonel bir strateji içinde, bireylerin kendi önlerini görmeleri ve gündelik yaşamlarına
bir anlam vermeleri için kapıda hazır bekleyen medya ve özellikle de reklamcılık, bi-
reylerin arzularının birbiriyle uyumlu kılınmasını sağlaması yanında, yıldız falları
metinlerinden kurulu sözümona sistemli bir dünya görüşü yaratmak gibi erdemlere
de sahiptir! Büyücülerin, gözbağcıların ortalıkta cirit attığı medyatik kültürel bir sis-
temin her türlü politik ve akılcı programı yolundan saptırmayı amaçlayan stratejiler
üretmek anlamında, gündelik yaşamı, yaşamsal deneyimlerin gücünden ayıran ve
“eyleme yönelik belirsizlikler alanı” yaratan gelişiminin mutlak bir yazgı biçiminde
kabullenildiği Amerika Birleşik Devletleri bunun en somut biçimde gözlendiği yer-
lerden birisidir (Lefebvre, 1998: 87). “Kodlanmış serap”ların, müzelerin, “turizmin
örgütlenmesi”nin, “gözalıcı kentler”in vatanı olan bu ülke, sadece ardında tatminsiz
duygular bırakan “gösterinin tüketimi” ve “tüketimin gösterisi”nin dizginlenemez
akıldışılığının “toplumsal imgelem”le uyumlulaştırdığı tatminsiz bireyler üretmekle
kalmaz, aynı zamanda gazetelerde “artık her şey mümkün!” safsatalarının günlük ola-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 23

rak mayalandığı bir toplumsal yanılsama retoriği için de en uygun zemini oluşturur
(Lefebvre, 1998: 88–90). Dahası, Lefebvre’ye göre, modern gündelik yaşamı sözde
“akılcılık” temelinde programlamak için üretilen bu “mesajlar”, her bireyi kendi prag-
matik ve düşsel varoluş koşulları içinde, gerçekleşmesi muhtemel bir mutluluk vaadi
içine sokarak, onlara somut bir tek gündelik hayatı değil, olası bütün gündelik hayat-
ları yaşama güvencesi sunar. Bu güvence altında, her birey “gördüğü şeyi düşler, düş-
lediği şeyi görür” (Lefebvre, 1998: 90). Gerçekte ise, “bürokratik yönlendirilmiş tüke-
tim toplumu” sunduğu bu yanılsamalı mesajlar aracılığıyla, güçlülerin zorlamalarına
zayıfların kendilerini uyarlamak suretiyle boyun sundukları bir belirlenim ilişkisini
gizlemeyi amaçlar. Reklamlardan, edebiyat ve sanat ürünlerine kadar tüm bilinç yön-
lendirme araçları, böyle bir belirlenimin etkili araçları olarak işlev görür. Bu araçlar
aynı zamanda bireyleri “toplumsal imgelem”e bağlamanın araçlarıdır. Nitekim sis-
temle uyumlulaştırılmış bireyler, her türlü zorlamaya karşı direnme stratejisinden de
vazgeçmiş demektir. Çünkü “kim uyum sağlamışsa, zorlamanın baskısından kurtul-
muş demektir” (Lefebvre, 1998: 92). Sonuç olarak, Lefebvre’e göre, zorlamaların bas-
kısına karşı praksisçi eylemi yeniden diriltmek ve bunun için de öncelikle bireyi gün-
delik hayatın tüketimci yönlendirmesinden kurtarmak gerekir. Bu ise, tüketimin ve
genel olarak gündelik hayatın siyasal içerimlerini sınıfsal bir mücadele temelinde ye-
niden düşünmeyi ve kurgulamayı gerektirir.

Sonuç

Lefebvre’e göre, hayatın göstergelerde arandığı modern tarihsel bir dönemin ürü-
nü olan gündeliklik, kültürel sistemin manipülatif içerikli niteliğini açığa vurmakla
kalmaz, aynı zamanda sınıfsal stratejiye dayalı politik bir “dünya görüşü” üretiminin
de maddi zeminini oluşturur. Güçlüler ve zayıflar arasında hüküm süren gerilim yük-
lü ilişkinin zorlama ve uyum sağlama biçiminde kendini ele veren başlıca iki karşıt
kutbu ve birbirini tamamlayan stratejisinin sergilendiği bir sahne olarak gündelik ha-
yat, klasik anlamda “devrim”in de yeridir. Modern dönemden başlayarak, artık dev-
rim de gündelik hale gelmiş, dahası gündelik olarak tasarlanır ve yaşanır olmuştur.
Lefebvre’in “gündelik yaşamdaki devrim”le kastettiği şey, “bireyin kendi yaşamını bir
yapıt olarak kurgulayıp yaşaması”, başka bir deyişle, gündelik yaşamsal deneyimin
sürekli bir eleştirel tutumla zenginleştirilmesi ve praksisçi davranış biçiminin gün-
delik pratiklere egemen kılınması durumudur. Bu tanımlamaya göre, gündelik ya-
şamda gerçekleştirilecek devrimin kaçınılmaz aktörü de “praksisçi özne”den başkası
değildir. Ne var ki, modern gündelik hayatta söz konusu praksisçi tutumu hükümsüz
kılan gelişmeler mevcuttur ve bu yüzden gündelik yaşamı eleştirel bir bakış açısıy-
la yeniden değerlendirmek gerekmektedir. En başta da, maddi ve simgesel nesneler
evreninin –medyanın ve özellikle de reklamcılığın da etkisiyle- gitgide genişleyen
uzamında etkili olmaya başlayan tüketim olgusu ve bu olgunun bürokratik olarak
yönlendirilmesi sonucu uç veren tüketim toplumu içindeki birey, her gün, yaban-
cılaşmış bilincini gündelik yaşamda yaptığı tercihlerle -bir tür “gündelik devrim”le-
24 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin Köse

yeniden özgürleştirmeye çalışmak zorundadır. Modern toplumun, tüketimi gündelik


hale getiren ve gündelikliği tüketerek yanılsamaya dayalı bir yaşam biçimini dayatan
büyüme ve gelişme düzeyi, yaşamı hız temelinde örgütleyen geçicilikle birlikte, gün-
delik hayatın içerdiği devrimci potansiyele galebe çalmakla kalmamış, aynı zaman-
da, “bütünlüğü içindeki dünya”yı kavramaktan aciz yabancılaşmış bireylerin üreti-
mine de katkıda bulunmuştur. Söz konusu yabancılaşma ve bilinç parçalanmasının,
toplumsal ilişkiler bağlamında “üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin krizi”ne yol
açmasıyla sonuçlanması ise, gerçekte, zamanın ruhunun iki farklı ve önemli yüzeyi
olan modern ve gündeliklik arasındaki gerilimli ilişkinin bir ürünüdür. Daha genel
olarak ifade etmek gerekirse, Lefebvre’e göre, gündeliklik ve modernite arasındaki
tarihsel gerilimleri oluşturan olaylar dizisi -dünya devriminin başarısızlığı, tüketim-
cilik, dünya çapında bir ekonomik bunalımın patlak vermesi, faşizm ve diğer totaliter
siyasal rejimlerin yarattığı toplumsal ve siyasal hoşnutluklar, v.s.- temel tarihsel bir
travmatizme göndermede bulunur (Carassus, 2008). Şu halde, Lefebvreci düşüncede,
sadece eleştirel bir “malzeme” olarak değil, aynı zamanda “sürekli değişmeyi ve baş-
kalaşmayı istemenin yeri” olarak kavramsallaştırılan gündeliklik, içerdiği dinamizm-
le birlikte, toplumsal yaşamın örgütlenme biçimlerinin ve toplumsal değişimin de
temelini oluşturur. Bu anlamda, gündeliklik, donuk bir yaşamsal gerçekliğin temsili
değil, devingen yaşamsal deneyimlerin, sürekli eskime ve yenilenmenin, yabancılaş-
mayı ortadan kaldıracak farklı perspektifleri mümkün kılacak düşünme ve direnme
biçimlerinin de döngüsel olarak yaşandığı bir yer ve karmaşık bir nesnel gerçeklikler
alanıdır. Böylesi bir karmaşık gerçeklikler alanı içinde hareket eden gündelik yaşamın
toplumsal bireyleri de, sistemin küçük zaman aralıklarındaki eylem kapasitelerini
muhafaza etmek suretiyle, potansiyel olarak, her zaman verili toplumsal gerçekliği
ve var olma koşullarını değiştirme ve dönüştürme gücüne sahiptirler. Başka bir de-
yişle, düşünce yoluyla eleştirilebilecek bir gerçeklik olan gündeliklik, eleştirel bakış
açılarının ısrarcı ve sarsıcı gücüyle yaşamsal gerçekliği değiştirebilir. Sonuç olarak,
Lefebvre’e göre, modern gündelik yaşamda, artık siyasal düşüncelerin yerini almış
görünen üslupların ve hayat tarzlarının savaşı bile, gündelik yaşamda hüküm süren
sınıfsal çatışmaların kıyasıya gün yüzüne çıkarılmasıyla geçerlilik kazanacak bir dev-
rim fikri ve gerçeğini asla değiştiremez.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Lefebvre ve modern gündelik hayat 25

KAYNAKÇA
Bourdieu, P (1979). La Distinction: Critique social du jugement. Paris: Éditions de Minuit.

Bourdıeu, P Ve Wacquant, D.J. L. (2003). Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, Çev: Nazlı Ökten,
İstanbul: İletişim Yayınları.

Canbaz, Ş (1999). “Bir Tüketim Olgusu Olarak Moda ve Giysi”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi,
Kış, 99/1: 25–39.

Carassus, G (2008). “Autour d’Henri Lefebvre: Critique de la vie quotidienne”, http://www.gabrielperi.fr/


Critique-de-la-vie-quotidienne, (erişim: 24.10.2008).

Enrique, A.& Passın, C (2002). “La quotidienneté comme objet: Henri Lefebvre et Maffesoli: Deux Lectures
opposées”, Société, No: 78, 4.

Fiske, J (1999). Popüler Kültürü Anlamak, Çev: Süleyman İrvan, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Guigou, J (2008). “La société du capital illimité”, http://www.recherche.univ.montp3.fr, (erişim: 02.07.2008).

Lefebvre, H (1958). Critique de la vie quotidienne. Vol: I, Paris: L’Arche.

Lefebvre, H (1981). Critique de la vie quotidienne. Vol: III, Paris: L’Arche.

Lefebvre, H (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat, Çev: Işın Gürbüz, İstanbul: Metis Yayınları.

Nicklas, H (2008). “Du quotidien, des préjuges et de l’apprentissage interculturel”, http://www. ofaj. org/paed/
texte/duquotidien/duquotidien4.html. (erişim: 22.10.2008).

Paquot, T (2006). “Consommer pour se consommer”, Le Magazine littéraire, Juillet- Août.

Tsukahara, F (2006). “Mai 68 et la société de consommation- Regards sur Baudrillard et Yoshimoto”, A la


maison Franco-japonaise, 8 Avril.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 27

Gündelk Yaşamın Üretm ve Reklamlar

Derya Öcal Tellan1

ÖZET
Bireyler zaman, mekan ve süreç sınırlılıkları altında gündelik yaşamlarını üretmeyi çalışmaktadırlar. Günümüz
sosyal yaşamında bireyler kendilerini ifade ederken tüketim pratiklerini ön plana çıkarmakta ve tüketim dene-
yimlerini sosyal çevrelerine aktarmaya çalışmaktadırlar. Bu çalışmada, mekansal planlamanın son yüzyıldaki
değişimi kentleşme literatürü çerçevesinde analiz edilmiş; küreselleşme söyleminin gündelik yaşam üzerindeki
etkileri tartışılmış ve reklamcılık sektöründeki değişimin, mekan ile olan ilişkisi ve gündelik yaşam üzerindeki
sonuçları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Tartışmalar göstermektedir ki, kapitalist toplumsal ilişkilerin egemen
olduğu kentsel mekanlarda bireylerin gündelik yaşamı, içtenlik, tolerans, paylaşım ve insani değerler yerine
ticari kültür temelli reklamcılık endüstrisi tarafından doldurulmakta ve ortak gösterge tüketim eylemi olarak
açığa çıkmaktadır.

Anahtar Sözcükler: Gündelik yaşam pratikleri, kent, reklam, tüketim

Advertısıng and Producıng the daıly Lıfe


ABSTRACT
Individuals try to produce their daily lives in the limits of time, space and process. In the present day’s social
life, consumption practices stand in the foreground at the identification of the self, and besides this individuals
try to carry their consumption experiences over their social environments. In this study, changing into space
planning in recent years analyzed with in framework of urbanization literature; globalization discourse effect on
daily life is argued, and changing in advertisement sector regarding with space and outcomes on the daily life
are tried to execute. Debates indicate that in the urban places at which capitalist social relations are dominant,
individuals’ daily lives, fills in via commercial culture based advertising industry, instead of intimacy, tolerance,
share and human values, and common indicator comes out as consumption activity.

Keywords: Daily life practices, city, advertising, consumption

1 Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü


28 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

Giriş

İletişim, insanoğlunun varolduğu günden bu yana süre gelen ve örgütlenmiş ya-


şamı içerisinde yürüttüğü etkinliklerin gerekliliği olarak karşısına çıkan bir süreçtir.
Birey, toplum içerisinde sosyal kimliğini kazanmakta; kendini ifade etmekte ve ken-
disi gibi olan diğerleriyle ilişki kurmaktadır. Belirli zaman, mekan ve süreç sınırlılık-
ları altında gündelik yaşamını üretmeyi amaçlayan birey, kendini ifade etmeye, kendi
deneyimlerini sosyal çevresine aktarmaya ve çevresinden öğrendiklerini ilişkilerine
yansıtmaya çalışmaktadır. Gündelik yaşama egemen olan iletişim tarzı ve ilişki bi-
çimleri, kişisel beklenti, fayda ve çıkar ilişkilerine bağlı olarak, bireylerin etkinlikleri
sırasında hedefledikleri amaçlara göre şekil almakta, değişmekte ve dönüşmektedir.
Gündelik yaşamdaki değişim geleneksel kimliklerin aşınmasına ve bireylerin psi-
kolojik bakımdan belirsizlik altında kararlar almasına yol açmaktadır. En basit ifade-
siyle “mevcut tüketim toplumlarında bireylere ilave mutluluk sağlayan materyal stan-
dartlardaki yükseliş” (Trentmann, 2004:380) olarak anlamlandırılan tüketimciliğin
günümüzde, malların satın alınmasının ötesinde hizmetlerin göstergelerini, dene-
yimlerin söylemini ve yerel kimliklerin haklarını da barındırdığı iddia edilmektedir.
Tüketimin sosyolojisinde yaşanan bu değişim, pratiklerin irdelenmesini ve irdeleme-
nin kentsel yaşam mekanları üzerinden yürütülmesini gerektirmektedir.
Günümüz bireylerinin sosyo-psikolojisine egemen olan “kendini sunarken tüke-
tim davranışlarına başvurma” yorumu, birbirinden bağımsız olarak görülen iki farklı
soru’nun tek bir konunun farklı yüzleri şeklinde araştırılmasını gerekli kılmaktadır.
“Kapitalist toplumsal ilişkilerin egemen mekan formu olan kentlerin değişen örgüt-
lenme tarzıyla birey yaşamında nasıl bir anlam kaymasına yol açtığı” ve “reklamcılık
sektörünün, başlangıçtaki basit faaliyet tarzından günümüzdeki karmaşık endüst-
riyel örgütlenmesine değin, bireylerin günlük pratikleri üzerinde ne türden sosyo-
psikolojik sonuçlar doğurduğu” soruları; gündelik yaşamın bir parçası olarak tüketim
pratiklerinin kentsel mekanlar bağlamında irdelenmesi sonucunu doğuracaktır. Tü-
ketimin, gittikçe kentsel mekanlardaki sosyal, politik ve kültürel yapılarla bağlantılı
hale gelmesi; reklamların bireylerin bilişinde açığa çıkardığı yeni algılama tarzının bir
sonucu olarak görülmeli ve iş yapış ile örgütleniş tarzlarındaki yeni egemenliklerin
yaşamı anlamlandırmada yeni yollar açığa çıkardığı unutulmamalıdır.

Yöntem

Bu çalışma, gündelik yaşamın örgütlenişinde mekansal konum ile reklamcılık sek-


törünün önemine dikkat çeken ve bireylerin yaşam tarzlarını anlamlandırırken için-
de bulundukları mekanlar ile maruz kaldıkları mesajların rolünü tartışmayı amaçla-
yan niteliksel bir araştırmadır. Çalışma kapsamında mekansal örgütlenmede egemen
olan kentselliğe odaklanılırken, alternatif (kırsal, bölgesel, periferik vd.) örgütlenme
tarzları analiz dışı tutulmuş; ancak farklı çalışmalarda değerlendirilmeleri gereken
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 29

geçerliliklere sahip oldukları unutulmamıştır. Soruna yaklaşım tarzı çerçevesinde ilk


olarak, mekanın örgütlenmesinin ve bu örgütlenmedeki değişimin bireylerin günde-
lik yaşamlarında ne gibi sonuçlara yol açtığının ifade edilebilmesi ve kapitalist üretim
biçiminin mekansal örgütlenmeyi kimlerin, hangi çıkarları doğrultusunda yeniden
düzenlendiğinin ortaya konulabilmesi için sürecin tarihsel boyutu analiz edilmiştir.
Takip eden bölümde ise reklamcılık sektörünün hangi gereklilik/zorunluluk kap-
samında işleyiş tarzını basit faaliyetlerden karmaşık endüstriye dönüştürdüğü sor-
gulanmıştır. Analizin ilk kısmında mekansal örgütlenmenin yüz yılı aşan bir kesit
içerisindeki değişimi kentleşmeye ilişkin literatür çerçevesinde değerlendirildikten
sonra, küreselleşme söyleminin yaşamın örgütlenme tarzı üzerindeki etkileri tartı-
şılmış; ikinci kısmında ise reklamcılık sektörünün, incelemeye konu edilen zaman
dilimi içerisindeki değişiminin, mekan ile olan ilişkisi ve gündelik yaşam üzerindeki
sonuçları ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Reklamların, bireylerin gündelik yaşamlarının üretiminde nasıl bir rol oynadığı-
nın ve toplumsal tüketim ilişkilerini hangi ilişkiler çerçevesinde yeniden kurguladığı-
nın belirlenmesi, reklamcılığın hangi ekonomik, politik ve sosyal gereksinimler son-
rasında harekete geçtiğinin ve reklamcılık endüstrisinin ne türden sosyo-psikolojik
ilişkilerin (bilişsel süreçlerin) merkezinde yer aldığının çözümlenmesi ile mümkün-
dür. Gündelik yaşamın üretimine ilişkin literatürün gerçekçi bir içerikte anlamlandı-
rılması, akademik, popüler ve uygulamalı çalışmalardaki niteliksel değerlendirmeler
ile niceliksel bulguların kapsamlı biçimde analiz edilmesine, analizlerin bütüncül bir
bakış açısı içerisinde tartışılmasına ve kuramsal varsayımların geliştirilen modeller
kapsamında sınanmasına bağlıdır. Bu çalışma, bahse konu edilen çözümleme süreç-
lerinin bir parçası olup, akademik literatüre konuyla ilgili katkı sağlamayı hedefle-
mektedir.

Analiz ve kuramsal çerçeve

Gündelik yaşamın analiz edilmesi, birbirleriyle çelişkili, farklı düzlemlerde yer


alan ancak toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkilerin getirdiği ideolojikliğin sınırlarını çiz-
diği bir bütünlüğün kavranmasına yönelik çabaları içermektedir. Lefebvre, gündelik
yaşamın, sosyal ilişkilerin gerçekliği ile teknolojinin mitleştirilmesi arasındaki çeliş-
kinin ötesinde, toplumsal düzenin baskıları ile bireylerin bu düzene karşı özgürlük
istekleri ve açılımları arasındaki karşıtlıkta kurulduğunu ifade etmektedir:
“Gündelik hayat, terk edilmiş bir uzay-zaman değildir; bireysel özgürlüğe ve
akla, bireyin işbirliğine bırakılmış bir alan da değildir. Artık, insanın sefaletinin
ve büyüklüğünün ortaya çıktığı insanlık durumunun yaşandığı mekan da değildir.
Artık toplumsal yaşamın akılcı olarak işletilen sömürgeleştirilmiş bir sektörü de
değildir; çünkü gündelik hayat artık bir ‘sektör’ değildir, akılcı işletme ise eski-
sinden daha ustalıklı biçimler keşfetmiştir. Gündelik hayat, artık itinayla incele-
nen bir nesne olmuştur: Örgütlenmenin alanı, iradi ve planlı bir öz-düzenlemenin
uzay-zamanı haline gelmiştir. Örgütlenen gündelik hayat, kapalı bir devre (üretim-
tüketim-üretim) haline gelmiştir. Önceden biçimlendirilen gereksinimlerin ne
30 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

olacaklarını tahmin etmek artık işten değildir; arzuların ise izi sürülür. Rekabetçi
dönemdeki kendiliğinden ve körü körüne öz-düzenleme süreçlerinin yerini bu
olgu alır. Böylece gündeliklik kısa sürede, sistematikleştiren düşüncenin ve yapı-
landırıcı eylemin hedeflediği diğer sistemlerin altında gizlenen biricik sistem, ku-
sursuz sistem haline gelecektir. Bu sıfatla gündeliklik, örgütlenmiş ya da tüketimi
yönlendirilmiş diye tanımlanan toplumun ve onun dekorunun, yani modernliğin
temel ürünü olacaktır” (Lefebvre, 1998:77).

Gündelik yaşamın yeni döngüsü, bu döngünün hangi mekan-zaman ilişkisi bağ-


lamında yürütüldüğünün ve mekan-zaman ilişkisindeki dönüşümün insanlararası
iletişimin doğası üzerinde ne türden sonuçlar doğurduğunun sorgulanmasını gerek-
tirmektedir. Yaşamın mekana bağlılığı, nesneleri, simgeleri, değerleri ve ‘yer’leri kapi-
talist toplumsal sistemin kabulleri ile çevrelenmiş gündelikliğin anlaşılmasında ince-
lenecek alanlardan biri olarak kent ve kentleşme konusunu gündeme getirmektedir.
Kentleşme, ilk yerleşik insan uygarlıklarının ortaya çıktığı M.Ö. 4000-3000 yılla-
rında, farklı bölgelerde, dar bir ölçekte açığa çıkmış; ancak kısa sürede sistemleşmiş
ve yaygınlaşmıştır. Günümüzde Mısır, Yunan, Çin, Anadolu, Ortadoğu ve Mezopo-
tamya, Çin, Hindistan ve Orta Amerika bölgeleri olarak tanımlanan coğrafyalar-
da kurulan kent devletler, toprağa dayalı üretimden ve ticaretten gelen zenginliğin
kurumsal ilişkilere egemen olmasında aracılık etmişler ve içinde bulundukları me-
deniyetlerin sosyo-ekonomik ve kültürel merkezleri haline gelmişlerdir. M.Ö. 3000
civarında tahıl tarımı, saban, çömlek tezgahı, el dokuması, bakır işlemeciliği, soyut
matematik, astronomik gözlemler, takvim ve yazı birer teknoloji olarak ortaya çıkmış
ve insanoğlunun yaşam biçiminde köklü ve hızlı bir değişime yol açmıştır. Teknolojik
gelişmeler, bir yandan toplumsal ilişkilerin aracılanmasını sağlarken, diğer yandan
da yeni teknolojik buluş ve icatlara kapı açacak bir mekansal ortaklaşmaya gidilmesi
gerekliliğini ön plana çıkarmıştır. Childe, kentleşmenin yaşanmasını, toplulukların
niceliksel olarak köylere sığmayacak biçimde genişlemesine ve bunun sonrasın-
da toplumun elinde bina ve tapınakların inşasında çalışanlara verilebilecek yiyecek
maddeleri fazlası artı-ürün bulunmasına yani “toprağın çiftçiye tüketebileceğinden
çok daha fazlasını üretme olanağı veren verimliliğine” (2002:110-111) dayandırmak-
tadır. Teknolojik gelişim, ilk insan uygarlıklarının güçlenmesine, buna karşın me-
kan bağlamında da içeri doğru sıkışmasına, adeta içe patlamasına yol açmıştır. “O
zamana kadar büyük bir vadi dizisine, yer yer daha gerideki bölgelere yayılmış olan
topluluğa ait birçok ayrı unsur harekete geçirildi ve basınç altında kentin dev sur-
ları içine tıkıştırıldı. Muazzam doğa güçleri bile bilinçli insan çabasının hizmetine
sokuldu; merkezi komutayla on binlerce insan tek bir makine gibi hareket ederek o
güne kadar hiç akla hayale sığmayan boyutlarda sulama arkları, kanallar, kent surları,
zigguratlar, tapınaklar, saraylar, piramitler inşa etti” (Mumford, 2007:50). Kentler-
le birlikte, yalıtılmış ve kendi sıradan ilişkileri çerçevesinde yaşayan insanlar, birkaç
yüzyılda meydana gelebilecek sosyal iletişimi bir kuşak içerinde yaşamaya; gelenek-
sel adet ve değerler etrafında farklılaşmamış ve karmaşıklaşmamış ilişkilerini geri
planda bırakarak bütünü yönlendiren ve yöneten bir merkezi güç ile ilişkiye girmeye
başlamışlardır. Tarımsal ürünlerin biriktirilmesi ve fazlasının takas edilmesi için yö-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 31

netim merkezi olarak örgütlenen kentler, insanı, doğal yaşamından ve engin doğa
görünümünden koparmış ve ortamı, mesafeyi ve ilişkileri yönlendirme sanatı olan
mimari aracılığıyla da kontrolüne almaya çalışmıştır. Yunan medeniyeti ile birlikte
ise kent, bütüncüllüğüyle insanı çevreleyen; kırsal alanla olan dış, sosyal ağlarla olan
iç ilişkilerinde denge arayan ve kontrol ile ölçülülük etrafında toplumsal ortaklıkları
yeniden keşfeden bir yapıya kavuşmuştur (Benevolo, 1995).
Kapitalizm öncesi toplumsal yaşam formlarının hemen hepsinde kentleri kırsal
alandan ve kent içi yaşamı kırsal yaşamdan farklılaştıran unsurlar arasında ortaklık-
lar görülmektedir. XVIII. yüzyıla değin hemen her kentin etrafının surlarla çevrilmiş
ve kent merkezinin küçük bir iç kale şeklinde tasarlanmış olması, kentlerde, yönetsel
bakımdan hiyerarşik, askeri bakımdan savunmacı, sosyo-kültürel bakımdan da içe
dönük bir ilişkiler ağına işaret etmektedir. Kent merkezlerinin saray, tören alanı, tapı-
nak ve pazardan oluşması ise mülkiyet ile güç arasındaki bağın açık bir göstergesidir.
Mumford, İlkçağ Yunan uygarlığında, kentin merkezinde eski kalenin bütün karak-
teristik kurumlarıyla (tapınak ve onu çevreleyen rahip ve rahibelerin yerleşim yerleri,
saray, belediye ve kent konseyi binaları, su kuyuları ya da kaynakları ile bütünleşmiş
agora veya pazaryeri) varlığını sergilediğini ifade ederken (2007:186-190); Pirene,
Ortaçağ Avrupa uygarlıklarında kent içerisinde yaşayan insanların geçimlerinin hala
toprağa bağlı olmasına rağmen, askeri amaçlı surlardan, yönetici lordların konakla-
rından, tüccarların atölyelerinden, kiliselerden, pazar ve panayır alanlarından, hatta
toprağın kiracısı olan çiftçilerin getirdikleri ürünlerin depolandığı ambar ve mah-
zenlerden oluşan bir kale-kent uygarlığından söz edilebileceğini (1994:49-63); Bra-
udel ise Yeniçağ döneminde hangi kıtada bulunursa bulunsun Akdeniz çevresinde
yer alan tüm kentlerin zenaat atölyeleri, her türden eşyanın satıldığı dükkanlar, kilise,
okul, belediye, han ile doktor, noter, tüccar, yönetici ve kolluk kuvvetleri sayesinde
günümüze kıyasla yarı şehirli bir konumda olduklarını (2004:438-442) belirtmekte-
dir.
Mekan algısının dönüşümünde sanayileşmeye ve toplumun kentler temelinde
gündelik yaşamı yeniden örgütlemesine dikkat çeken çalışmalar ise esas olarak üç
yaklaşım tarzı içerisinden gelişim göstermiştir. Niceliksel ve mimarlık-mühendislik
tarihi ile bütünleştirilmiş ilk yaklaşımda, kapitalizmin kırsal alanlardan kentlere doğ-
ru büyük bir nüfus hareketine yol açtığı; kentsel alanlara yerleşen yeni nüfusun farklı
mimarlık ve mühendislik teknikleri kullanılarak, mekan kullanımı bakımından ve-
rimli ve çalışma ilişkileri bakımından da etkili olacak biçimde konumlandırıldıkları
ve şehir planlamacılığının öznesi olan, göç etmiş hemen her bireyin kentsel yaşam
tarzı ve modernizmin kültürel yapısıyla bütünleşmede uzunca bir sürece yayılmış ge-
çiş aşamasını deneyimledikleri ifade edilmiştir. Bir ‘çatı teori’ olarak görülebilecek
bu yaklaşım tarzı, Le Corbusier’in 1923 yılında “Bir tarafta halk doğru dürüst konut
beklemektedir ve bu sorun çağın en güncel sorunlarından biridir. Diğer tarafta karar
verme yetisine sahip, uygulamacı, düşünce adamı yani yöneten, düşünce eylemini
dingin ve sağlam bir mekanda yapmak istemektedir” (2001:50-51) değerlendirmesin-
den hareketle mimarlığı uyumlu ilişkiler bütünü şeklinde tanımladığı yorumundan
32 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

Walter Gropius’un 1926 yılında Bauhaus’un çerçevesini çizmede kullandığı “endüst-


ri ve zanaatlar arasındaki karşıtlık, bunların kullandığı aletlerdeki farklardan çok,
endüstrideki işbölümü ile zanaatlerdeki işbirliğinden kaynaklanıyor; fakat bu ikisi
giderek birbirine yaklaşıyor. Geçmişin zanaatleri değişmiştir, geleceğin zanaatleri
ise içinde endüstri üretiminin deneysel çalışmalarının yapılabileceği yeni bir üretici
birliğe dönüşecektir” (1991:81) tespitine değin pek çok analizi içerisinde barındır-
mıştır. İkinci yaklaşım Chicago Okulu olarak da bilinen ABD orijinli fonksiyonalist
sosyoloji geleneğinin bir parçası olarak açığa çıkan ekolojist bakış açısına dayanmak-
tadır. Chicago Okula’na göre, kentsel yerleşim, biyolojik süreçlere benzer bir biçimde,
bütünleşme, rekabet, işgal, yerini alma gibi eylemler ile ‘doğal alanlara’ bölünmüş,
farklı ‘mahalle’, ‘semt’ ya da ‘yerleşke’lerden oluşmuştur (Giddens, 2005). Eylemlerin
ayrışmanın özelliklerini belirlediği ekolojistlere göre kent merkezlerinde iş dünyası-
nın, ticaret ve eğlence merkezlerinin, boş zaman geçirmede yararlanılan çok sayıda
mekanın yoğun ve sıkışık bir biçimde yer alması ile insan vücudunun göğüs kafesi
içinde pek çok organının bulunması; kentin dış çevresinin birden çok (dairesel sem-
bolik) katmandan oluşması ile vücut derisinin birkaç katmandan oluşması arasında-
ki benzerlikler mekana organizmacı bir yorum getirilmesini sağlamaktadır. Chicago
Okulu’nun önde gelen kuramcılarından sosyolog Robert Ezra Park’ın değerlendirme-
si bu yorumu özetlemektedir:
“Kent, medeni insanın doğal yaşam yeri olarak tanımlana gelmiştir. İnsan,
kentte felsefe ve bilimi geliştirmiş ve kendisinin ürettiği kent ikliminde sadece ras-
yonel değil, aynı zamanda sofistike bir canlı olmuştur… Kent ve kent çevresi, in-
sanoğlu tutarlı ve bir bütün olarak düşünüldüğünde, kişinin kalbinden gelen arzu
ile dünyayı yeniden üretme anlamındaki en başarılı girişimini temsil etmektedir.
Ancak kent, şayet insanın yarattığı bir dünyaysa, aynı zamanda yaşamaya mahkum
edildiği dünyadır da. Dolayısıyla, aracılanmış bir biçimde ve açıkça görevinin bir
parçası olmaksızın kenti yapan insan, aynı zamanda kendisini de yeniden yapmış
demektir” (Park, 1967:3).

Chicago Okulu, canlılar arasındaki iletişimin yaşam çevrelerini düzenlemesine


benzer biçimde, kentte yaşayan insanın varlığını devam ettirebilmek için diğerleriyle
ilişkiye girmesinin, iletişim tarzı olarak işbirliğini ya da çatışmayı seçmesinin veya
gündelik yaşamını güvenli bir devamlılık içerisinde gerçekleştirmesinin kentin biçi-
mini ve o biçimle anlam kazanan sosyal ilişkileri belirlediğini ifade etmiştir. Chicago
Okulu’nun çalışmalarında, kent, kırsal topluluklardan farklı, kendine özgü bir örgüt-
lenme ve yaşam biçimine sahip, ekonomi ve işleyiş bakımından özel işlevleri bulunan
doğal bölgelerden oluşan ve her bölgenin kendine özgü kişilik, kurum ve gruplarıyla
kentsel ilişkilere dahil olduğu bir mekansal örgütlenme formu olarak kabul edilmiştir
(Duru ve Alkan, 2002). Sosyolog Louis Wirth ise kenti ekolojist bakış açısı içerisin-
den değerlendiren bu geleneğe ‘yaşam biçimi’ olgusunu eklemlemiş; kenti büyüklük,
yoğunluk ve heterojenlik ölçeklerinin bir arada olduğu bir bakış açısı içerisinden yo-
rumlamıştır. Wirth’in analizlerinde kentlerde çok sayıda insanın, birbirine çok ya-
kın bir şekilde yaşayıp da birbirlerini tanımamasına vurgu yapılmaktadır. Bu durum
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 33

kurulan iletişimin geçici, bölük pörçük ve çok katı bir amaçlılık taşımasına2; geçmiş
yaşam biçimlerinin varlığını sürdürmesinin kapitalist mekansal örgütlenme için an-
lamlı olduğu ölçüde mümkün olmasına ve kentsel hinterlandın düşünülenden bü-
yük olmasına3 dayanmaktadır. Kapitalist üretim biçimi ile birlikte gün geçtikçe artan
sayıda insan daha küçük (bölünmüş ve özelleşmiş) bir alanda bir arada yaşamaya
başlamıştır.
“İnsanlık tarihinde bir dönüm noktası olan ulaşım ve iletişimdeki teknolojik
gelişmeler, uygarlığımızın en önemli öğelerinden olan kentlerin rolünü artırarak
kentsel yaşam biçimini kentin kendi sınırlarının dışına taşırdı. Kentin, özellikle de
büyük kentin baskınlığının, sanayi, ticaret, yönetimle ilgili olanakların ve etkinlik-
lerin, ulaşım ve iletişim ağları, gazeteler, radyo istasyonları, tiyatrolar, kütüphane-
ler, müzeler, konser salonları, operalar, hastaneler, yüksek öğretim kurumları, araş-
tırma ve yayın özekleri, iş kurumları, din ve hayır işlerine yönelik kurumlar gibi
kültürel ya da dinlenme ve eğlenceye ilişkin donanımların kentlerde yoğunlaşma-
sından kaynaklandığı kabul edilebilir. Bu araçlar aracılığıyla kent, bir çekim özeği
niteliğine bürünüp kırsal bölgeler üzerine etkide bulunduğunda, kentsel ve kırsal
yaşam biçimleri arasındaki farklar daha da artacaktır. Kentleşme, artık, yalnızca
insanları kent olarak adlandırılan yere çekme sürecini belirtmekle kalmamakta, in-
sanların kentin yaşam biçimini benimsemesi anlamına da gelmektedir. Kentleşme,
ayrıca, kentlerin büyümesinin beraberinde getirdiği yaşam biçiminin belirgin ni-
teliklerinin ve kentin kurumlarıyla kentlilerin, iletişim, ulaşım araçları aracılığıyla
oluşturduğu büyünün etkisi altında kalan bireylerde, kentli olarak kabul edilen ya-
şam biçiminin niteliğindeki değişiklikleri vurgular” (Wirth, 2002:81-82).

Wirth’in kırsal alanda birlikte yaşamadan kaynaklanan ‘topluluk olma duygusu’nun


kentte ortadan kalktığı, kişisel olmayan konuların gündelik yaşamın hemen her ala-
nını işgal ettiği ve üzerinde uzlaşılmış davranış kuralları ile normlar tarafından yö-
netilen sosyal ilişki rutinlerinin kentin psikolojisine hakim olduğuna ilişkin çıkar-
samalarıyla, Alman sosyolog Max Weber’in bürokratik toplum modeli arasındaki
benzerlikler pek de şaşırtıcı değildir. Bu çerçevede üçüncü yaklaşım olarak Chicago
Okulu’nun fonksiyonalist temelli sosyoloji yorumuna karşı Kıta Avrupası’nın felsefe
temelli sosyolojisi belirginlik kazanmıştır. Kıta Avrupası’nda Kant’tan itibaren tar-
tışılmaya başlayan ve kapitalizmin etkisinde gelişen aydınlanma felsefesinin, XIX.
yüzyılda Batı dünyasının iç çelişkilerini (sınıflar arası mücadeleleri) açıklamakta ye-
tersiz kalması nedeniyle, henüz bilim olma sürecinin başındaki sosyoloji ile toplum-
sal eylemlerde neden-sonuç ilişkisi araştırılmaya başlamıştır. Kentleşme ve kentsel
yaşam konularını felsefe temelli sosyoloji yorumu içerisinden değerlendiren Kıta
Avrupası’nda, sorunu gündeme getiren ilk araştırmacı Alman sosyolog Georg Sim-
mel olmuştur. Simmel, çalışmalarında, kentin aşırı uyarıcı ve kökleri belli olmayan
bir mekan olarak okunması gerektiğini ifade eder. “Ona göre, modern yaşamın en

2 ABD’li antropolog E.T. Hall tarafından ‘The Hidden Dimension’ başlıklı çalışmada kapsamlı bir biçimde
analiz edilen ilişkilerde sosyal mesafe olgusu, kentsel iletişimin temel modellerinden birisi olarak anlam-
landırılabilecektir. Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi için (Hall, 1969:7-22, 91-112, 165-180).
3 Modern dünyada kentsel hinterland sadece kentin coğrafi, klimatolojik ve üretim kaynakları sağlayan
çevresi değil; bir bütün olarak yaşam biçimi güçlerinin toplamıdır. Örneğin İstanbul’un hinterlandı Ana-
dolu, Balkanlar, Trans-Kafkasya ve hatta Ortadoğu, New York’un hinterlandı ise yaşam tarzları, gelenek-
görenekleri, yeme-içme adetleri, eğlence-dinlenme alışkanlıkları, spor ve sanat etkinlikleriyle tüm dünya-
dır.
34 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

derin sorunları, muazzam sosyal güçler olan tarihsel bir miras, dış kültür ve yaşam
tekniği karşısında bireyin kendi özerkliğini ve bireyselliğini koruma çabasından doğ-
maktadır. Bu sorunu anlamak isteyen sosyolog için, bireyselliğin metropoliten biçim-
lerinin psikolojik temelini kavramak önemlidir” (Martindale ve Neuwirth, 2003:39).
XIX. yüzyılın son çeyreğinde belirgin bir biçimde açığa çıkan metropollerde (hızla
büyüyen kentlerde) bireylerin, dışsal etkenlere karşı bir mentalite geliştiremedikleri,
bilinçliliklerini öne çıkarıp duygularını gizleyemedikleri sürece kentliliğin karakte-
ristiklerine sahip çıkamayacaklarını ve bunu gerçekleştirdikleri zaman da kentin bir
dişlisine dönüşeceklerini ifade eden Simmel, kentsel ekonomik ilişkilerin akıl yoluyla
özgürleşme tasavvurunun sonucu olduğunu belirtmektedir:
“Metropolü özgürlüğün mekanı yapan, çevrenin genişlemesiyle kişisel içsel ve
dışsal özgürlük arasındaki evrensel tarihsel ilintiden ötürü alanın ve kişilerin anlık
hacmi değildir. Bunun gerekçesi daha ziyade, herhangi bir kentin kozmopolitliğin
mekanı haline gelmesi yönündeki görünür genişlemenin aşılmasındadır. Kentin
ufku zenginliğin gelişme yoluyla kıyaslanabilir bir biçimde genişlerken; miktarı
belli olan gayrimenkul, olabilecek en hızlı biçimde, atomsu genişlemeye benzer
olarak artış gösterir. Belli bir limit aşılır aşılmaz, kentliliğin ekonomik, kişisel ve
entelektüel ilişkileri, kentin hinterlandı üstündeki entelektüel üstünlük küresi, ge-
ometrik artışla büyür” (Simmel, 1996:87).

Simmel için kentteki sosyal yaşam, anındalık, kestirebilirlik ve kesinlik gibi para
ekonomisi ve entellektüel düşünce ile sıkı sıkıya bağlı karmaşık bir ilişkiler ağını çağ-
rıştırmaktadır. Gündelik yaşam içerisinde eşyanın özünün (kişiselliği, kişi için değeri
ve mukayese kabul etmezliği) yok olmasına koşut, parasal mübadele gücü ve sermaye
ile ilişkiler ön plana çıkmaktadır. Simmel’in yorumuna göre, kentsel yaşamın kırsal
hayattan sosyolojik olarak farkı, yaşam mücadelesinden kazanma mücadelesine dö-
nüşen günlük pratiklerde aranmalıdır. Kişisel farklılıkları ortadan kaldıran kapitalist
modernleşmenin, bireyi kendi varlığını anlamlı kılmak için elinden gelen azami gay-
reti sergilemeye zorladığını ifade eden Simmel’e göre metropolde birey, “belki uygu-
lamalarında ve uygulamasından türetilen çapraşık duygusal durumların toplam bi-
linçliliğinde olduğundan daha da küçük, ihmal edilebilir bir niceliğe indirgenmiştir”
(1996:88). Simmel’in kenti, bireye ve onun yaşamına mücadele ve uzlaşma arenası
olarak hizmet veren bir mekan olarak anlam kazanır.
Kıta Avrupası sosyolojisinin diğer önemli temsilcisi Max Weber ise kentsel yaşamı
sürdüren bireyler arasında psiko-sosyal homojenite eksikliğini kabul etmekle birlik-
te, bu sorunun, her biri birer mesleğe dönüşen uzmanlaşmış ‘iş’ dünyası ile aşıldığını
ifade etmiştir. Weber, tüm sosyolojik analizlerinde –ki bu analizlerin konusu Yunan,
Çin ya da Hint medeniyeti olabilir– kentin doğasına hakim olan ekonomik kurallar-
la ilgilenmiş; her fırsatta kentleşmenin ve kentliliğin Batı demokrasisinin gelişimiyle
ilintili yönlerine vurgu yapmıştır:
“Tüketici ilişkileri ve sermayesi olmayan uzmanlaşmış küçük kuruluşlar teme-
linde, tarımsal ve tarım dışı üreticilerle yerleşik tüccarlar arasında cereyan müba-
delesi ile yerel kentsel pazar, takasın bir tür ekonomik muadilini temsil etmektedir.
Buna karşılık, temeli olağan şekilde iş birikimi ve bütünleşmesinde bulunan ve içe-
ride mübadelenin gerçekleşmediği oikos’ta (hanehalkı), uzmanlaşmış bir bağımlı
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 35

ekonominin çalışma ve vergiler açısından sistematik şekilde bölünmüş perfor-


mansları sözkonusudur. Aynı şekilde; şehirdeki mübadele ve üretim koşullarının
düzenlenmesi (kentsel ekonomik politika), hanehalkı ekonomisinde birleşen faa-
liyetlerin örgütlenmesinin (geleneksel ve feodal sözleşmeye dayalı) tam benzeri-
dir. Bu ayrımları ortaya koyarken ‘kentsel ekonomik alan’, ‘kentsel alan’ ve ‘kentsel
otorite’ gibi kavramları kullanmaya yöneldiğimiz gerçeği, zaten, ‘şehir’ kavramının
şu ana kadar kullandığımız safi iktisadi kategorilerin dışında bir dizi konseptle in-
celenebileceğine/incelenmesi gerektiğine işaret etmektedir” (Weber, 2003:96).

Weber’in sosyolojiye biçtiği kenti anlam boyutları bakımından açıklama görevi,


Kıta Avrupası’nın sahip olduğu sosyal kurum ve ilişkileriyle, geçmiş ve çağdaş me-
deniyetlerden farklı olarak açığa çıkardığı kentsel topluluk kavramına yüklenmiştir.
Kentsel topluluğu kişilerarası ilişkileri topyekün kavrayan bir birim olarak yorumla-
yan Weber, mekanda ekonomik ve ticari ilişkilerin göreli hakimiyetinin kentsel top-
luluğun açığa çıkmasındaki en önemli unsur olduğunu, diğer unsurların ise istihkam,
pazar, bağımsız bir mahkeme ya da hukuk düzeni, yönetsel form ve özerk, kent sakin-
lerinin katıldığı seçimlerle işbaşına gelmiş, kısmen özerk, yerel bir yönetim olduğunu
belirtir.
Kentleşmeye ilişkin tartışmaların XX. yüzyıldaki tarihi, her üç yaklaşımın bir po-
tada eritilmeye çalışılması ve bu yaklaşımların sosyal ilişkileri açıklamadaki yetersiz-
liklerine ilişkin eleştiriler ikilemi üzerinden inşa edilmiştir. Örneğin her üç yaklaşımı
yeniden gözden geçirip bütünleştirmeye çalışan teorisyenler (Otis Dudley Duncan,
Albert Reiss Jr., Peter Rossi, Bert Hoselitz) demografi, toplumsal örgütlenme ve
sosyo-psikoloji gibi farklı çalışma konularını analizlerinin merkezine yerleştirmiş;
Manuel Castells kentin ideolojik bir mekan olduğunu ileri sürüp, toplumsal çatışma-
ların engellenmesinde, sermaye kârlarında devamlılığın sağlanmasında, işgücünün
yeniden üretimi sürecinin kolaylaşmasında kentsel yönetimin karar ve tercihlerine
dikkat çekmiş; David Harvey ise kapitalizmle birlikte tarımsal üretimin makineleş-
mesine ve kent-kır ayrımının ortadan kalkmasına karşın ‘inşa edilmiş çevre’ ile ‘açık
alan’ arasında yeni bir ayrışmanın ortaya çıktığını belirtmiş ve bunu “yapılandırılmış
bir biçim olarak kent ve bir yaşam tarzı olarak kentselliğin birbirinden ayrı düşünül-
meleri gerekir, çünkü gerçekte ayrılmışlardır” (Harvey, 2003:277) değerlendirmesiyle
özetlemiştir. Kentleşme literatürüne, gerek bütünleştirme gerekse eleştirme amacıyla
yapılmış katkıların neredeyse tamamında, toplumsal örgütlenmenin ve güç ilişkile-
rinin gündelik yaşamın ve bu yaşamın kurulduğu mekan olarak kentin belirleyiciliği
altında anlam kazandığı varsayılmış ve kentte yaşayan bireylerin gündelik yaşamla-
rının kolaylaştırılması için ‘kendiliğinden oluşan çeşitliliğe’ olanaklar sağlayacak po-
litikalar üretilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ancak bütün bu yorumların geçerliliği
ve güvenilirliği, kapitalist ekonomik ilişkilerin mekanı örgütlediği, dönüştürdüğü ya
da yeniden ürettiği koşulların dikkate alındığı sorgulamalarla sınanmayı beklemek-
tedir.
Mekanın örgütlenişi ve örgütlenmede kapitalizmin rolü

Mekanın örgütlenmesi ile üretim biçiminin ve bu biçimin beraberinde getirdi-


36 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

ği toplumsal ilişkiler düzeninin önemli bir ilişkisi bulunmaktadır. Kapitalizm öncesi


dönemde mekan sosyal yaşama içkin ve dolayımsız bir örgütlülüğe sahip idi. Gün-
delik yaşamın unsurları, doğrudan bireylerin bulundukları, materyalleri ve kendile-
rini ürettikleri, kendileri gibi olan diğer bireylerle ilişkide oldukları ‘yer’in coğrafi,
tarihsel, kültürel özelliklerine, ekolojik koşullarına ve zamanın belli bir kesitindeki
haline bağlıydı. Kapitalizmle birlikte ise mekan soyutlaşmış, homojenleşmiş, çizgisel
sürekliliğe sahip, içi boşaltılmış ve edilgen bir alana işaret etmeye başlamıştır (Yır-
tıcı, 2005). Kapitalist üretim biçimi ile birlikte mekan, üretim faktörlerinden birisi
haline gelmiş ve belli bir zaman kesiti içerisinde (gün içerisinde en az 8 saat çalışılan
işyerleri, iş dışı zamanın geçirildiği alışveriş merkezleri, sinema, tiyatro gibi eğlence-
dinlence alanları, bedensel aktivitelerin gerçekleştirildiği ya da bu aktiviteleri gerçek-
leştirenlerin seyredildiği spor salonları ve stadyumlar, yeme-içme gibi temel ihtiyaç-
ların karşılanırken sosyal ilişkilerin yürütüldüğü lokanta, bar, cafe türü mekanlar ya
da korunmadan statü sahibi olmaya değin geniş bir yelpaze içerisinde anlam kazanan
konutlar vd.) işlevselleşirken, bu zaman kesiti dışında pasif bir varlık olarak değer-
lendirilmiştir4. Geleneksel kapitalizmde mekanın edilgenliği, nesnelerin örgütlen-
mesinde ve farklılıkların niteliksel değil niceliksel düzlemde tanımlanmasında açığa
çıkmakta ve anlam kazanmaktadır:
“Kapitalizmin dayattığı mekan-zaman kavrayışı, içinde yaşadığımız toplumu
tanımlama ve toplum içinde kendimizi konumlandırma biçimlerimizi derinden
etkiler. Mekan, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda, kendi kârını maksimize
edecek şekilde altyapıya dönüşür. Kapitalizm mekansal olarak yayıldıkça, rasyonel
bir şekilde örgütlenebilmek, kurduğu sistemi yönlendirebilmek ve kontrol edebil-
mek için farklılıkları yok etmek, örgütlenmesini soyut bir sistem üstüne oturtmak
zorundadır. Kapitalizm kendi mekan ve zaman anlayışını her coğrafyada tekrar-
lar, o coğrafyayı kendi istekleri doğrultusunda, soyut bir mekan ve zaman anlayışı
çerçevesinde tekrar kurar. Bu sayede birbirinden çok farklı coğrafyalar aynı soyut
mekan ve zaman anlayışı çerçevesinde birbirlerine bağlanır, tek bir ekonomik sis-
temin parçası haline gelirler” (Yırtıcı, 2005:59-60).

Kapitalist ekonomik sistemde gündelik yaşamın örgütlenmesi, toplumsal yaşa-


mın sürdürülebilirliği için gerekli materyal ve mental üretimin kimler tarafından,
hangi üretim faktörlerinin kullanılmasıyla ve nasıl yapılacağı, üretimi gerçekleştiren

4 Kapitalizmin ulaştığı tüketim toplumu aşamasında, işlevselliğe dayalı aktiflik-pasiflik ayrımı da anlamını
yitirmeye başlamıştır. Kapitalizmin fordist üretim/taylorist yönetim süreci içerisinde işlediği zaman kesi-
tinde mutlak bir geçerliliğe sahip olan mekanın zamana bağlı işlevselliği, küreselleşme ve esnek yönetim
sürecinin hakim olduğu son çeyrek yüzyıllık dönemde geri plana itilen bir özellik haline gelmiş ve mekan
yaşamın her anında etkin bir içerik kazanmaya başlamıştır. Modernizm ideolojisinin önemli bir parçası
olan mekanın işlevselliğine örnek olarak barınma amaçlı konutlar gösterilebilecektir. Tek başına yaşayan
ve çalışan bireyin sabah evden çıkıp işe gitmesiyle sermaye açısından işlevselliğini yitiren evin, akşam iş
dönüşü yeniden bireyin kullanımına sunularak, tekrar emtia haline gelmesi bunun en açık göstergesidir.
Batı dünyasında mortgage tarzı krediler ile uzun vadeli borçlanma yoluyla satın alınan konutlar, bireyin
kapitalist çalışma ilişkileri içerisinde koşulsuz ve itirazsız biçimde yer almasına, iş dünyasının dayattığı etik
dışı ve kuralsız rekabet sistemiyle kısa sürede uyumlanmasına destek sağlayan bir unsur olmuştur. Moder-
nizmin çalışanlara barınma mekanı olarak sunduğu ev, postmodernizmle birlikte statü sembolü, yaşam
tarzının göstergesi ya da sosyal iletişimin kaynağı olarak hizmet etmeye başlamış; böylece bir “ev”e sahip
olmak “okunabilir bir deneyimler zincirinin parçası olmak” şeklinde anlamlandırılmaya başlamıştır. Özet
olarak postmodernizm, geçmiştekinden farklı olarak mekana, zamandan bağımsız işlevsellikler atfeden bir
içeriği egemen kılmaktadır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 37

araçların mülkiyetinin kime ait olduğu, açığa çıkan üretimin nasıl bölüşüleceği ve
dağıtılacağı, kimler tarafından hangi koşullarda tüketileceği ve yeniden üretim için
hangi ürünlerden ne miktarda ayrılacağı sorularına verilen yanıtlar ve uygulamalar
çerçevesinde somutlaşmaktadır. Toplumsal yaşamın üretimi ile mekan-zaman anla-
yışına egemen olan tarz arasındaki bağlar, bireyin gündelik yaşamını nerede, nasıl,
kimlerle ve hangi zaman kesiti içerisinde geçireceğine ilişkin olguların açığa çıkma-
sını sağlamaktadır. Kapitalizmde gündelik yaşam, bir kalıp ya da stereotip olarak de-
ğil, toplumsal yaşamın üretiminde egemen ve karşıt güçler arasındaki mücadelenin
niteliğine, yoğunluğuna ve tarzına bağlı olarak sürekli olarak yeniden düzenlenen bir
mekan-zaman birlikteliği şeklinde anlam bulmaktadır.
Kapitalist toplumsal örgütlenmenin kendine özgü mekan-zaman anlayışı XVIII.
yüzyıldan itibaren açığa çıkmaya başlamış ve XX. yüzyılın başlarında da olgunluğa
ulaşmıştır. Avrupa genelinde para-meta ekonomisinin sömürgelerle ticaret aracılı-
ğıyla sağladığı sermaye birikimi, kentlerde manüfaktür atölyelerin kurulmasını, artan
talebin kırsal alanlardan kentlere göç eden yeni işgücü ile karşılanmasını ve bu iş gü-
cünün çalışma yaşamını örgütlemek üzere de fabrikalar kurulmasını sağlamıştır. Fe-
odalizm karşısında burjuvazi, kendini ifade edeceği mekanın mülkiyetini elde etmiş,
sahip olduklarını örgütlemiş (kentsel arazi ve binaların sermayenin çıkarları doğrul-
tusunda nasıl kullanılacağına ilişkin düzenlemeler gerçekleştirmiş) ve mekan üzerin-
deki sosyal ilişkileri bütünüyle dönüştürmüştür.5 Toplumsal ilişkilerdeki değişim, bir
yandan toplumu oluşturan sınıfların tanımlanmasını, kapalı ve yerel ekonomilerden
sanayinin üretim ve ticaretin tüketim gücünü biçimlendirdiği bir dünya ekonomisine
geçilmesini ve teknolojik gelişmelerin sıradan insanın yaşamında kültürel sonuçlar
doğurmasını sağlarken, öte yandan da mekanı bütünüyle insan gerçekliğinden soyut-
laştırmıştır (sermaye lehine amaçlandırmıştır). Feodalizm ve öncesi dönemlerde yer
ile özdeşleşen mekan, kapitalizmle birlikte zaman ile birlikte tasarlanmış bir gerçek-
lik haline gelmiştir. Örneğin Urry, kapitalizmin zaman-mekan birlikteliğini inceleyen
çalışmaların ayrıntılı bir özetini sunduktan sonra, mekanın zaman temelli örgütlülü-
ğünün kapitalist üretim biçimini geçmiştekilerden ayırt etmede temel rol oynadığına
dikkat çekmektedir:
“Onaltıncı yüzyıla kadarki dönemde günlük yaşam, görev yönelimliydi; haf-
ta, çok önemli bir zaman birimi değildi ve mevsimler, ilgili panayır, pazarlar ve
kilise takvimi zamansal örgütlenmenin temellerini oluşturuyordu. Onaltıncı ile
onsekizinci yüzyıllar arasında bu durum, şu gelişimlerle birlikte değişmeye başla-
dı: Evinde saate sahip olanların sayısında artış; kamusal alanlarda saat ve çanların
kullanımında artış; üst ve orta sınıfların, etkinliklerin zamana göre planlandığı
okullara katılmalarındaki artış; püritenlerin çalışmayı haftalık temelde örgütleme

5 Kapitalist kentin niteliklerini çözümlemede yararlanılabilecek kavramların başında ‘metalaştırma’ gelmek-


tedir. Marx, metalaşma kavramını, kapitalist üretim biçiminin üstyapı kurumlarının analizinde kullanır:
Kapitalist üretim ilişkileri, emek de dahil olmak üzere bütün üretim faktörlerinin sermayenin kârlılığı için
sürekli yeniden değerlenmesine ve soyutlanarak yapılandırılmasına dayanmaktadır. Kapitalizm öncesi
toplumlarda, gerek kırsal gerekse kentsel bölgelerde arazi, konut ve işyerlerinin bir mal sahibinden diğe-
rine ayni ya da nakdi bir ödeme yoluyla devredilebilirliğine ya da devredilebilirliğinin sınırlanabileceğine
ilişkin hükümler hukuk düzeninin temelini oluşturmazken; kapitalizmle birlikte toprak ve üzerindekiler
piyasada alınıp satılabilen ve rant getirisi sağlayan ‘yer’lere dönüşmüştür.
38 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

çabaları; işgünlerini ve ücret oranlarını hesaplama ihtiyacı gösteren bir para eko-
nomisinin artan gelişimi ve halkın sözcük dağarcığına ‘dakiklik’ teriminin girişi.
Onsekizinci yüzyıla gelindiğinde, zamanın, toplumsal etkinliklerden ayrıştırılmış
olması daha da belirginleşti. Bu kısmen, o dönemde, ortaya çıkan endüstriyel iş-
gücüne yeni bir zaman disiplini aşılamaya yönelik yenilikler nedeniyle gerçekleşti”
(Urry, 1999:35).

XIX. yüzyıldan itibaren kapitalist üretim biçiminin örgütlendiği temel mekan fab-
rikalar olmuştur. Fabrikalar (düz bir zeminin hızla yayılmaya uygun olduğu ortamlar
dışında) genellikle nehir, göl, deniz kenarlarına ya da nehirlere paralel giden demir-
yollarının kenarlarına kurulmakta; fabrikaları özel bir bölgede toplanmaya, atıkla-
rıyla insan sağlığına zararlı ya da yüksek gürültü nedeniyle ruhsal tahribata yol açan
sanayileri yerleşim merkezlerinden uzak tutmaya zorlamak gibi bir gereksinim henüz
ifade edilmemekteydi (Mumford, 2007). Kapitalizmin fabrika-kent modelindeki ör-
gütlülüğü, demiryolları, limanlar, yükleme istasyonları ve çöp yığınlarından arta ka-
lan bölgelerde cadde ve bulvarlarla bölümlenmiş arazilerden ve bu arazilerde kurulu
mahallelerden meydana gelen bir yerleşim tarzını egemen kılmış; planlamadan çok
uygulamaya dayalı bir çevre düzenlemesi esas alınmıştır. Üretim ilişkilerindeki çözül-
me ve yeniden örgütlenme, koşulların elverişsizliğine rağmen büyüğünden küçüğüne
(kentten eve değin) tüm mekanların zamanla ilişkilendirilerek kurgulanmasına yol
açmıştır.
Fordist üretim süreci ile XX. yüzyılda ulaşılan yeni evrede ise, mekan metalaştı-
rılmakta, iş, barınma, eğlenme ya da tüketme amaçlı olarak küçük parçalara bölün-
mekte ve toplumun doğa ile olan ilişkisi ortadan kalkmaktadır. Mekanın sermayenin
gereksinimleri doğrultusunda metalaşmasını Giddens şu değerlendirmeyle özetle-
mektedir: “Kapitalist kentler, mimari işlevselciliğin kentsel yaşamın büyükçe bölü-
münün sürdürüldüğü yer olan sıkıcı fiziksel ortamları üreten, hemen hemen tümüyle
manüfaktürüze olmuş bulunan ortamlardır… Kapitalist-sınai kentleşmede her günkü
yaşamın yaygın olması, toplumsal yaşamın evrensel düzeyde sürdürüldüğü ‘verili’ ya
da varoluşsal koşul olarak değil, aksine tarihsel bir ürün olarak anlaşılmalıdır” (Gid-
dens, 2000:167-168). Fordist üretim sürecinin, ekonomik, politik, sosyal, ideolojik,
teknik ve hukuki çelişkileri denetim altında tutmaya yarayan işlevi, üretim sürecinin
mekan-zaman bağlamında kendini konumlandırdığı kentin de yeni bir anlam ka-
zanmasını sağlamıştır. Mekansal örgütlenme, mülkiyet ve güç ilişkilerinin doğurdu-
ğu sınıflar ile siyasetin ve ideolojinin işlettiği toplumsal süreçlerin, mekanın tarihsel
dinamiklerinin ve belirli bir zamanda o mekanda bulunan insanların psikolojisinin
etkisi altında yapılanmaktadır. ‘Üretim bandı’ formunda örgütlenmeyi üretim süre-
cinde hakim kılan fordizm, sanayileşmenin kendisinden önceki evrelerini veri alan,
onun üzerine şekillenen kentsel örgütlenmeyi geri plana itmiş; mekanı sermaye için
sil baştan şekillendirerek, kenti üretim güçlerinin bir parçası olmanın ötesinde, üre-
tim ilişkilerinin bir ürünü olarak da ortaya çıkarmıştır. Alışveriş amaçlı süpermarket,
shopping center ve mall (AVM)’lar, eğlence amaçlı sinema, tiyatro, opera, hayvanat
bahçesi ve botanik sahaları (arboretum), iş dışı zamanın geçirildiği kahvehane, cafe,
lokanta, bar, gece kulübü türünden yeme-içme mekanları ile stadyum, spor merkezi,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 39

galeri ve sergi salonları, halk kütüphaneleri, kongre merkezleri türünden dinlence ve


zihinsel etkinlik mekanları, seyahat ve turizm endüstrisinin hizmetindeki otel, motel
ve kamp merkezleri aracılığıyla modern kentte mekanın tüketimi kolaylaşmıştır. Tü-
ketimin basit ve hızlı bir biçimde gerçekleşmesi ise, bütün bu mekanların, fordist üre-
tim/taylorist yönetim sürecinin getirdiği ‘yerin örgütlenmesi’ tarzına uygun biçimde
kurgulanması sonucu mümkün olmuştur.6
Kapitalizmin, kenti bir bütün olarak tüketim nesnesi haline getirmesinin yanı
sıra, parça parça tüketim metasına dönüştürmesi de gündelik yaşam üzerindeki ikin-
ci önemli sonucu doğurmaktadır. “Bütün maddi gereksinimleri için piyasaya bağım-
lı olan kentlerdeki mülksüz ücretli emekçiler, sanayileşen üretimin seri malları için
devasa bir alıcı kitlesi oluşturuyordu ve bu durum (pazarlığa, yani fiyatın satıcı ve
alıcı arasında pazarda belirlenmesine dayalı) eski perakende ticaretin terk edilmesi-
ni getirmişti” (Kaygalak, 2008:46). Ortalama kâr yerine marjinal kârın esas alındığı,
satış hacminin azalan maliyetler ilkesi doğrultusunda belirli bir düzeye çıkarılmaya
çalışıldığı, ürün yaşam eğrisinin her aşamasında farklı fiyatlandırma politikasının be-
nimsendiği ve tüketici talebine rağmen fiyatlandırma gücünün arz edenin elinde ol-
duğu modern kapitalizmde, ticaretin kuralları kentsel enformasyonun değişen doğası
kapsamında örgütlenen şirketler tarafından belirlenmeye başlamıştır. Şirketler, üre-
tenlerin ürünlerine yabancılaştığı ve yeni fordist üretim süreci çerçevesinde örgütlen-
miş mekanların kapitalizmin çelişkilerini gizleyerek bireylerin gündelik yaşamlarını
sürdürmelerini sağladığı bir mantığın egemen olmasını desteklemişlerdir. Kapitalist
sermaye için kent, kendi egemenliğindeki toplumsal ilişkilerin devamlılığını ve güç-
lendirilmesini sağlayan mekan haline gelmiştir.

Küreselleşme dinamikleri ve gündelik yaşam pratiklerinin tüketim


merkezliliği

Küreselleşme dinamiği olarak açıklanan ve son çeyrek yüzyılda iktisat politikası-


na egemen olan ‘global piyasa ideolojisi’nin kitleler nezdinde meşrulaştırılmasını sağ-
layan süreç, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren belirginlik kazanmaya başlamıştır.
Bir dinamik olarak küreselleşmenin yeniliğine karşın, üzerine inşa edildiği kapitalist
ilişkiler ağının geçmişi oldukça eskidir. II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist pazar-

6 Fordist üretim sürecinin en açık hali büyük bir alışveriş merkezine (mall) giden bireyin yaşadıklarıdır.
Otoparka arabasını park eden (ya da geldiği ulaşım aracı ile alışveriş merkezinin kapısına gelen) kişi, gü-
venlik noktasını geçtikten sonra, giriş katında çokuluslu perakende şirketlerinin mağazalarında satın alma
eylemini gerçekleştirmekte; temel (!) ihtiyaçlarını gidermesini takiben üst katlardaki butik mağazalarda
uluslararası marka ürünlerle kılık-kıyafetine çeki düzen vermekte; medyanın mutlaka alınacaklar listesine
eklediği ayın kitabını ve haftalık dergilerini bookstore’dan satın almasını takiben de bütün bu sürecin yor-
gunluğunu fast-food zincirlerinde atıştırarak ya da moviepol’larda sinema izleyerek atmaya çalışmaktadır.
Tüketim bir zincire bağlıymışçasına adım adım gerçekleştirilirken, ‘tüketim bandı’nın üzerinde yer alan
tüketim nesnesi bireyin kendisi olmaktadır! Kentsel mekanlarda taylorist yönetim süreci (ve bürokratik ör-
gütlenme modeli) ise perakende şirketlerinin mağazalarındaki taşıyıcı personel, kasiyer, reyon sorumlusu,
kat-kısım şefi, satış-iade-stok-muhasebe-lojistik-güvenlik bölümlerinden sorumlu müdür yardımcıları ve
mağaza müdürü ya da cafelerdeki hizmetli-garson-şef garson-kasa sorumlusu-işletme yetkilisi türünden
hiyerarşi içerisinde daha kolay (?) bir biçimde algılanmaktadır.
40 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

lara egemen olan ve sosyal refah devleti yaklaşımı olarak adlandırılan mekanizmalar,
piyasayı dünyanın geneli olarak gören çokuluslu şirket ideolojisinin oluşması için ge-
rekli zemini hazırlamış ve özellikle Batı dünyasında sınıf çelişkilerinin zayıflamaya
başladığı/geri plana düştüğü koşullarda da terk edilmiştir. Savaş sonrası çeyrek yüz-
yıllık dönemde kapitalist dünya ekonomisi çevre ülkelerinden hammadde ve doğal
kaynak ithali ile bu ülkelere sermaye, nihai teknoloji ve ideoloji (özellikle kalkınma ve
modernleşme) ihracına dayalı bir uluslararası ticaret sistemi çerçevesinde işlemiştir.
Ağustos 1944’de kurulan Bretton Woods sisteminin, mali piyasaların, üretim kanal-
larının ve ticaret hacminin kontrolüne dayalı yapısı, 1960’ların sonunda tıkanmaya
başlamış ve 1971’de ABD Doları’nın altına konvertibilitesinin kaldırılması, 1973 ve
1979 yıllarında yaşanan petrol fiyatlarındaki ani artışlar (şoklar) ve 1980 yılından iti-
baren açıkça gözlemlenmeye başlayan uluslararası borç krizi nedeniyle de çökmüştür.
Dünya ekonomisinin yeni bir çehreye büründüğü 1970’lerden itibaren başta ABD
olmak üzere pek çok kapitalist ülkede finans sektörü üzerindeki kısıtlayıcı koşullar
kaldırılmaya başlamış, iletişim teknolojilerindeki gelişime paralel ortaya çıkan yeni
finansal araçların (türev işlemleri, eurodolar piyasaları vb.) uluslararası düzeyde kul-
lanımı mümkün hale gelmiş ve ulus-devlet merkezli piyasa anlayışından çokuluslu
şirket odaklı piyasa anlayışına geçilmeye başlamıştır. Harvey bu değişimi, “burada
olan şey, hiyerarşik olarak düzenlenen ve ABD’nin kontrolü altında olan bir küre-
sel sistemden, piyasalarca koordine edilen ve kapitalizmin finansal koşullarını iyice
riskli kılan ademi-merkezi bir küresel sisteme geçiştir” (2008:83) değerlendirmesiyle
özetlemektedir.
Soğuk Savaş sürecinin başlangıcında uluslararası ilişkilere egemen olan ‘keskinlik’
yerini 1970’lerden itibaren ‘birlikte yaşamaya’ (detant) bırakmış, nihai mal ve hizme-
te dönüşen teknolojik yeniliklerin pazarlanabileceği piyasalar çeşitlenmeye başlamış
ve Doğu Blok’unun dağılmasını (1989-1991) takip eden süreçte de hemen her ülkede
teknoloji yoğun ürünler tüketimin temel parçası haline gelmişlerdir. Küreselleşme
dinamiklerinin üretim süreci ile tüketim biçimini önemli ölçüde yeniden yapılan-
dırması, arzu, ihtiyaç ve istek tanımlarına ilişkin kalıplaşmış yargıların terk edile-
rek; bireyin sosyal ilişkilerinin yeniden düzenlendiği bir anlamlar bütününün ortaya
çıkmasını sağlamıştır. Teknoloji yoğun ve enformasyon içerikli mal ve hizmetlerin,
gündelik yaşamın işleyişini, üretimin ve tüketimin örgütlenmesini, siyaset yapma
biçimini ve insanlar arası sosyal ilişkileri materyaller arası ilişkilere dönüştürme gü-
cünü bütünüyle değiştirdiğini savunan küreselleşme savunucularının (Ohmae, 1995;
Thurow, 1997; Brzezinski, 2005) özellikle vurguladığı unsur, bu yeni anlamlandırma-
lar zinciri olmuştur. Yeni anlamlandırmalar zincirinde, arzu “kimlik inşasına aktif
biçimde katılmayı sağlayan kendini ifade ve teşhir fırsatlarına” (Watson, 2006:48),
ihtiyaç “metaforlar yoluyla bilinçaltından su yüzüne çıkan gizli düşünce ve duygula-
rın ifade edilmiş haline” (Zaltman, 2004:71), istek ise “yalnızca kendimizi ifade etmek
için kullanmadığımız, kim olduğumuzu hatırlatması ve benlik bilincimizi koruma-
sı için sarıldıklarımıza” (Solomon, 2003:61) dönüştürülmüştür. Gündelik yaşamın
topyekün dönüştürülmesine dayalı küreselleşme politikaları, dünya nüfusundaki ve
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 41

kentleşme hızındaki artış7 ile kendi ekonomi-politiğini uygulayabilecek mekanlara


ve yeni anlamlandırmalar zincirini kolayca benimsetebileceği kitlelere kavuşmuştur.
Kentler, mekan temelli bölgesellikler ve yerellikler dünya ekonomisi içerisinde çoku-
luslu şirketler açısından önemli bir rekabet unsuru haline gelmeye başlamış; mekan-
lar sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmiştir. Küreselleşmenin
gündelik yaşam üzerindeki etkisi, sosyal ilişkilerin ve kabul edilmiş bir sosyal düze-
nin toplumsal pratikler aracılığıyla anlamlı kılındığı bütün alanlara nüfuz etmesinde,
bu alanlarda kendini yeniden üretmesinde ve kendini mutlak gerçeklik olarak sun-
masında aranmalıdır.
Küreselleşme politikalarının gündelik yaşamın ekonomisi üzerindeki birincil so-
nucu, sermaye birikim tarzında egemen biçimin finansallaşma olması ve bunun top-
lumun geneline empoze edilmesidir. Sermaye sahipliğinin geleneksel olarak üretim
araçlarına (teknoloji parkına, atölyelere, fabrikalara) ve üretim süreçlerine (fordizm)
dayanan mülkiyet biçimi zayıflarken, finansal enstrümanlara (hisse senedi, tahvil,
bono, türev işlemleri vd.) bağlı servet sahipliği artmış ve sermaye kesimleri içerisin-
de gelir ve kâr kaynakları aracılığıyla mülkiyetin dağılımı yeniden gerçekleşmiştir.
“Büyük zenginlik yığılmaları giderek üretimden çok finansla ilişkili hale gelmekte ve
finans giderek artan oranda mali olmayan şirketlerin nakit akış yönetimiyle ilgili ku-
ralları ve hızı belirlemektedir” (Foster, 2008:57). Sermayenin uluslararasılaşmasına,
merkezileşmesine (birkaç elde toplanmasına ya da sermaye gruplarının hemen her
alanda yatay-dikey-çapraz-matriks entegrasyonlar gerçekleştirmelerine) ve enforma-
tifleşmesine olanak sağlayan bu yeni mali yapı, geniş kitlelere, ‘mülkiyetin kaynağının
üretim süreci değil, tüketim pratikleri olduğu’ yargısının kabul ettirilmesini de kolay-
laştırmıştır. Üretimden uzaklaştırıcı ve satın almayı fetişleştirici etkisiyle finansallaş-
ma malların, fikirlerin ve duyguların tüketimine odaklanmış; aşırı tüketim nedeniyle
açığa çıkan yeni zenginlikler, geniş toplum kesimlerine model olarak önerilmiştir.
‘Üretmeksizin kazanç sağlama’ olağanlaşır ve sıradanlaşırken, üretenlerin gündelik
yaşamlarını anlamlandırmada başvurdukları üretilmiş mal, hizmet ve değerlerin içi
boşaltılmış ve finansal sistemin çıkarlarıyla uyumlu olmadığı ölçüde de anlamsızlaş-
tırılmıştır. Küreselleşme, kentlere finans ve diğer hizmet sektörlerinin pazarlanması

7 Son yüzyıl içerisinde dünya nüfusundaki artış etkileyici bir hızda gerçekleşmiştir. Kapitalist ekonomik iliş-
kilerin açığa çıkmasından önceki bir tarih olarak 1750 yılında dünya üzerinde 725 milyon insanın yaşadığı
tahmin edilirken, 1850 yılında bu rakam 1 milyar 175 milyona ulaşmıştır. Gerçek büyüme bu dönemden
sonra başlamış, 1900 yılında 1 milyar 600 milyon olan dünya nüfusu 1950’de 2 milyar 564 milyon, 1980’de 4
milyar 478 milyon seviyesine çıkmış ve 2000 yılında da 6 milyarı aşmıştır. Kapitalizmin sağlık ve sosyal gü-
venlik hizmetleri tüketimini kitleselleştirmesi ile anne-çocuk-koruyucu sağlık hizmetlerindeki gelişmeler,
yaşam süresinin artmasına ve ölüm hızının düşmesine yol açmıştır. Kentleşme hızındaki artış ise etkileyici
olmanın ötesinde şaşırtıcıdır. 1950 yılında dünya genelinde nüfusu 1 milyonu aşan 86 kent bulunmakta
iken, 2000 yılında bu sayı 440’a ulaşmıştır. Yine 1950’den bu yana kentler dünya genelindeki nüfus artı-
şından yaklaşık üçte ikilik pay almış, kentli iş gücü nüfusu 1980 yılına kıyasla iki katından fazla artmış ve
2006 yılında kentlerde yaşayan toplam nüfus (3 milyar 200 milyon) 1960 yılındaki toplam dünya nüfusunu
geçmiştir. 2000 yılı itibariyle dünya ölçeğinde kentli nüfusa yenidoğanlar ve göçmenler sayesinde her hafta
bir milyona yakın insan katılmaya devam etmektedir. Afrika, Latin Amerika, Ortadoğu ve Güneydoğu
Asya’da ekonomik büyüme ile orantısız kentleşme, açık bir biçimde küresel siyasal konjonktürün (1980
sonrasında Üçüncü Dünya ülkelerinde ekonomilerin IMF ve Dünya Bankası kontrolünde yeniden yapı-
landırılmasının ve tarımsal üretimin geri plana itilmesiyle birlikte yerleşik kırsal nüfusun çözülmesinin)
sonucudur (Davis, 2007:15-34; Keyder, 2000: 171-174; WAB, 1995)
42 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

için mekan oluşturma görevini yüklerken; şirket ve hükümetlere de finansal hizmet-


lerin satın alınabileceği bir pazarı oluşturma yükümlülüğü getirmektedir. Kentler,
sermaye ve enformasyon akışını hızlandırmasının yanı sıra geniş toplum kesimle-
rinin sosyo-ekonomik bakımdan yönlendirildiği ve finansallaştırıldığı alanlar da ol-
muşlardır.
Küreselleşmenin gündelik yaşamın ekonomi politiği üzerindeki ikincil sonucu ise
marka imajlarına odaklanmaktır. Marka imajlarına odaklanmanın ardında, ulusal pa-
zarlarında çokuluslu şirketler ile artan rekabet nedeniyle 1980’ler boyunca örgütlen-
me tarzını değiştirmek zorunda kalan ulusal şirketlerin pazarda tutunma çabası yer
almaktadır. Finansallaşma, şirketlerin üretim dışı faaliyetlerinden gelir elde etmesini
sağlarken; marka esaslılık da üretilmişe (somut gerçeğe) değil üreticinin kurgulanmış
kimliğine (soyut tahayyüle) odaklanılmasını sağlamıştır. Kazançlarını çeşitlendiren
ve yatırım ortaklıkları yoluyla hizmet konularını şebekeleştiren şirketler, kurum içe-
risinde bulunmasının maliyetleri artırdığını düşündükleri hizmetleri dışsallaştırmış
(outsourching), düşük faizli kredi ve vergi indirimleri aracılığıyla emek yoğun üre-
tim tarzını terk ederek teknoloji yoğun üretim tarzına geçmiş, gider kalemi olarak
gördükleri işçi ücretlerini düşürmüş ve günde 8 saat ile sınırlandırılmış çalışma za-
manının getirdiği kısıtları aşmak ve çalışanların iş dışı zamanlarının da şirket için
etkin biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla süreç yönetimi-yetke mühendisliği
teknikleri geliştirmişlerdir. Bütün bu sürecin bileşimi ise şirket örgütlülüğünün çağ-
rışımı olan ‘marka’ ile ifade edilmiştir. Marka imajları, tüketim kültürü stratejisinin
bir parçası olarak, şirketin, tüketicinin zihninde belirginleşmiş, ürüne yönelik psiko-
lojik ve estetik izlenimlerin sağladığı avantajlardan yararlandırılmasına dayanmak-
tadır. “Marka imajı, sadece üretilen ürünün hedef tüketici üzerindeki olumlu değer
yargıları değil, markayla ilgili olarak satın alma ve satın alma sonrası davranışlarda
belirleyici faktörlerden bir tanesi olarak pazarlama uygulamalarında önem kazanan
müşteri tatmini ve sadakatini de içeren bir kavramdır” (Karpat-Aktuğlu, 2004:36).
Küreselleşme sürecinde artan rekabet, şirketlerin geleceğe ilişkin belirsizlikleri aşma-
da, tüketici bilişini yönlendirmede kullanılan sosyal düzenleme ve etkileşim model-
lerine başvurmalarını gerekli kılmaktadır.
Küreselleşme dinamiklerinin gündelik yaşam üzerindeki bir diğer sonucu ise,
hanehalkını oluşturan bireylerin kendilerine ait tüketimlerini kolaylaştırmasıdır.
Kentsel nüfusun çoğunlukla ikamet ettiği yerlerde ya da bu yerlere çok yakın olan
bölgelerde bulunan ve her yaş, cinsiyet ya da altkültür grubundan bireyin kolayca
ziyaret edip satışta olan çok sayıda mal ve hizmeti alabilmelerine imkan sağlayan bü-
yük alışveriş merkezleri (malls), bireylerin satışa sunulan mal ve hizmetleri satın alma
ve tüketme tarzlarının yöndeşmesine yol açmaktadır. Kredi kartları, tüketici kredisi
ve vadeli alışveriş yöntemleriyle hemen her yaş grubundan birey tarafından gerçek-
leştirilmesi olanaklı hale gelen bu yeni tüketim eylemi ‘ihtiyacın ötesinde eğlence,
zevk ve statü amaçlı’dır.
En genel anlamıyla tüketim, bireylerin, mal ve hizmetlere, yaşamı sürdürme zo-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 43

runluluğu, kendini yeniden üretim gerekliliği ve sosyal anlamlar taşıma yeterliliği


bağlamlarında sahip olma ve kullanma sürecidir. Batı dünyasında tüketim eylemi,
biyolojik ve sosyal düzlemlerde yer alan temel ihtiyaçların karşılanması nedeniyle
daha çok istek ve arzuların giderileceği mal ve hizmetlere odaklanılması çerçevesin-
de işlerlik kazanmış durumdadır. Batı dünyası dışında kalan ülkelerde ise, bir yan-
dan ekonomik olarak her bireyin temel ihtiyaçlarının karşılanması hedeflenirken,
öte yandan da tüketim aracılığıyla modernliğin deneyimlenebileceğini öngören bir
kültürel yapı sahiplenilmektedir. Oluşan ikilem son çeyrek yüzyıllık zaman diliminde
gündelik yaşama egemen olan postmodernizm ile aşılmaya çalışılmış; üretim, bö-
lüşüm ve kullanıma ilişkin ekonomik ve sosyo-kültürel farklılıkların megakentlerin
ayrılmaz bir parçası haline gelen tüketim mekanları aracılığıyla giderilebileceği savu-
nulmaya başlamıştır. Fordist üretime dayalı modernizm sürecinde kentlere görsel ve
zamansal olarak egemen olan fabrika, tersane ve ambar gibi fiziksel formların yerini,
esnek yönetime dayalı postmodernizm sürecinde tüketim esaslı alışveriş merkezleri,
lunapark ve festival alanları ile spor kompleksleri almış durumdadır (Mullins, Na-
talier, Smith ve Smeaton, 1999:47). Bu süreçte, piyasa ekonomisinin uygulandığı ya
da yeni yeni kabul gördüğü hemen her ülkede, bireylerin mal ve hizmetleri olabildi-
ğince çok satın almalarına ve kullanıp atmalarına dayanan bir kültürel anlayış olarak
açığa çıkan tüketimciliğin (consumerism) sürekli artan gücü kapsamında, tüketim
mekanları sosyal bir anlam kazanmaya başlamıştır. Tüketim mekanlarının, özellikle
gençlerin gündelik yaşamlarını kuşatan eylemlerin paylaşıldığı ve geliştirildiği fiziki
kompozisyonlardan oluşmasının (sinema, tiyatro, lokanta, fast-food gıda zincirleri,
giyim kuşam mağazaları, internet cafe, atari ve elektronik oyun salonları, teknoloji
marketleri gibi dükkanların bir aradalığına dayanmasının) temelinde hedef pazarı
genişletme ve derinleştirme ilkesi yer almaktadır. Genç yaşlardan itibaren markalı
ürünleri yiyen, giyen, satın alan ya da belli mekanlara ‘takılan’ bireyler, pazarlanan
ürünün tüketici sayısında artış ve tüketim süresinde uzunluk sağlamaları nedeniy-
le tercih edilen tüketicilere dönüşmektedirler. Genç bireylerin, kimlik oluşturma ve
benliklerini bulma süreçlerinde materyal ve mental tüketim ürünlerini altkültürleri-
nin bir parçası olarak değerlendirmeleri ise ‘marka sadakati’ olarak tanımlanan süreci
başlatmakta ve pazara markalar aracılığıyla egemen olmuş çokuluslu şirketlerce de
desteklenmektedir.
Tüketim mekanlarının gençlerin gündelik yaşamları içerisinde işgal ettiği bir di-
ğer nokta ise bedensel hazlardır. Alışveriş merkezlerinde farklı çeşit, tür ve markadan
oluşan binlerce ürünün satılabilmesi için duyuların mümkün oldukça sık uyarılması
amaçlanmakta, bilişsel bakımdan hedonist zevklerini ve arzularını kontrol etmekte
zorlanan gençlerin (özellikle ergenlik çağındaki kitlenin) psikolojisine materyal ve
mental ürünlerle hücum edilmektedir. Tat alma, görme, işitme, koklama ve dokunma
duyuları mümkün olan en yüksek sıklıkta harekete geçirilmeye çalışılmaktadır. Tüke-
tim alanları bağlamında, tat ve koku duyuları, lokanta ve fast-food gıda zincirleri ta-
rafından adeta kişiye özel yemek menüleri arzı ile canlandırılmaktadır. Giyim-kuşam
mağazaları, özellikle mekan içindeki gençler arasında bakışmalar ve beden sergile-
44 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

meler, görsellik duyusunu yoğun biçimde harekete geçirmektedir. Alışveriş sırasında


fon olarak çalınan müzik, işitme duyusuna hitap eden bir heyecan yaratmakta; spa,
güzellik merkezleri, kuaförler, aromaterapi ve masaj salonları ile aerobik, bowling, fit-
ness gibi farklı hedef kitlelere hizmet veren spor merkezleri aracılığıyla da beden uya-
rılmaktadır. Bu bağlamda alışveriş merkezlerinin büyüklüğü ya da küçüklüğü mekan
olarak kapladıkları alandan çok, harekete geçirdikleri ve bu hareketliliği sürdürdük-
leri duyuların çokluğuna ve çeşitliliğine göre değerlendirilir hale gelmiştir. Bauman,
tüketim için harekete geçirilmiş duyuların sürekli olarak doyumsuz bırakılmasının
yeni dönemin temel koşulu olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir:
“Eğer tüketim başarılı bir yaşamın, mutluluğun ve hatta insan edebinin ölçütü
ise, o zaman insan arzularının perdesi yırtılıyor. Çünkü kazanılan ve duyulan hiç-
bir duyumun, bir zamanlar ‘standartları yakalama’nın vaat ettiği doyumu sağlaması
ihtimali yoktur. Yine çünkü, ortada yakalanacak standart yok: Atlet koştukça finiş
çizgisi de uzaklaşıyor; kişi hedefine ulaşmaya çalıştıkça hedefleri sürekli kaçıyor.
Rekorlar durmadan kırılıyor. İnsanlar, bir zamanlar sert ve beş kuruşsuz kamu ku-
ruluşları olarak hatırladıkları, yenice özelleştirilmiş ve dolayısıyla da liberalleşmiş
(‘kurtarılmış’) şirketlerde artık müdürlerin maaşlarını milyon sterlin cinsinden al-
dıklarını ve yine beceriksizlik ve şapşallıklarından dolayı işlerinden atılan müdür-
lerin de milyonlarca sterlin tazminat aldıklarını öğrenince aptala dönüyorlar. Her
yerden ve tüm iletişim kanallarından şu apaçık mesaj geliyor: Bugün, daha fazla
yağmalamaktan başka standart ve ‘kişinin elindeki kartları doğru oynamasından’
başka kural yoktur” (Bauman, 2000:60-61).

Tüketimin konumunu geçmiştekinden farklılaştıran unsurların yeni zaman-


mekan bağlamı çerçevesinde anlam kazandıkları açıktır. W. Sombart, E. Durkheim,
M. Weber ve T. Veblen gibi konuyu farklı bakış açılarından ele alan düşünürler için
tüketim, modern kapitalizm dinamiklerinin ve sosyal yapının ardındaki mutlak güç-
tür. Ancak bu düşünürler, tüketimin bütün önemine rağmen, bireylerin gündelik
yaşamlarını ifade ediş ve anlamlandırış biçimlerinin üretim süreçlerinin etkisi al-
tında olduğu konusunda hemfikirdirler. Yakın zamanda ise A. Giddens, tüketimcili-
ğin (consumerism), “post-geleneksel toplumda” toplulukların, değerlerin ve bilginin
çoğullaşmasından kaynaklanan kimlik krizine bir tepki olarak ortaya çıktığını ifade
etmiş; J. Baudrillard ise tüketime, postmodernliği oluşturan semiyotik kodlar ola-
rak yaklaşmış ve tükettiklerimizin objeler değil, işaretler olduğunu öne sürmüştür.
Tanımlamalardaki farklılıklara rağmen, XX. yüzyılın son çeyreğinde sosyal bilimler
literatürüne tüketim toplumu, tüketim politikaları, tüketimciliğin tarihi, tüketim et-
nografisi ve bir bütün olarak bunları kapsadığını ifade eden tüketim kültürü konuları
egemen olmuş ve gündelik yaşamın anlamlandırılması tüketim üzerinden yürütül-
meye başlamıştır. Bu kapsamda, kapitalizmin sınıf içi ve sınıflararası karşıtlıklarının
unutturularak, toplumsal ölçekte ve uluslararası düzlemde kabulünün sağlanmasının
hedeflendiği küreselleşme ideolojisi için, üretim ve bölüşümden uzaklaşarak tüketi-
me yönelmek işlevsel bir önem taşımaktadır.
Gündelik yaşam pratiklerinin algılanış ve anlamlandırılışında adeta tek yorumsa-
ma tarzı olarak görülmeye başlayan tüketimcilik (consumerism), tüketime olan ilgiyi,
aşırı seçici ve parçalanmış bir hale dönüştürmüştür. Küreselleşme öncesi dönemde,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 45

ekonomi, tarih, sosyal psikoloji, işletme-pazarlama ve mimarlık-mühendislik gibi az


sayıda bilim dalı ile disiplinin araştırma konusu olan tüketim, son çeyrek yüzyılda he-
men her çalışma sahası ile kesiştiği keşfedilen ve yeni disiplinlerin gelişimini destek-
leyen bir eylem konusu olarak görülmeye başlamıştır. Örneğin, baskın analiz konusu,
kamusal alan literatüründe söylemin üretimi ve paylaşımına ilişkin koşullardan kim-
liğin kurulması ve ifade edilmesinde tüketim mekanlarının rolüne; feminist çalışma-
lar literatüründe ise kadın emeğinin sömürülmesinden arzuların cinsiyetçileşmesine
ve moda tarihinin ideolojikliğine doğru evrim geçirmiştir. Önceliklerin değişmesi,
sıradan bireyin günlük yaşamındaki eylemlerinin dönüşümüne bağlı olduğu kadar,
günlük yaşam pratiklerinin değerlendirilmesi ve anlamlandırılmasındaki dönüşü-
me de bağlıdır. Bireylerin, çocukluk, ergenlik, olgunluk ve hatta yaşlılık sürecindeki
psikolojik tutum ve davranışlar tüketme (ya da tüketememe) ile ilişkilendirilmek-
te ve küreselleşme ideolojisinin meşruiyeti sıradan insanın satın alma kararlarında
aranmaktadır. Modernizmin kendi kendine yeten insan ütopyası, postmodernizmde
yerini –servetin ya da teknolojinin değil– diyalogların paylaşıldığı insana bırakmış;
bir kimliğe sahip olmak ve benliği ifade etmek için satın almaya ilişkin davranışsal
motivasyona yönelinmiştir (Trentmann, 2004).

Reklamcılık endüstrisi: gündelik yaşam mekanlarının medyatizasyonu

Çağdaş pazarlamanın en önemli parçası olan ve müşterilerin üretimine, tüketimi


çeşitlendirip çoğullaştırarak katkıda bulunan reklamcılık endüstrisi, imalat süreç-
lerine entegre olmuş tüm hizmetlerin koordineli çalışması sonucunda hedeflerine
ulaşmakta; bu koordinasyonun işleyişi sonrasında kurumsal marka kimliğini açığa
çıkarmakta; ürün satışlarının süreklilik kazanması için gerekli olan ‘tüketime ba-
ğımlılığı’ kurgulamakta ve ürünün küresel tüketimi için yerel olanı başlangıç noktası
kabul eden farklı stratejiler geliştirmektedir. Reklamcılık endüstrisi, satış sıklığı ile
tüketicilerin zihninde oluşturulan bilişsel derinliğin ‘marka sadakati’ olarak adlan-
dırılan standartlaşmış tüketici davranışını beraberinde getireceği ön kabulüyle mal
ve hizmet pazarının ekonomik bakımdan genişlemesine yardımcı olurken; endüst-
riyel işleyişini ürün-pazar koşulları-dağıtım kanalları-medya ile aracılanmış mesaj-
lar çerçevesinde yürütmekte ve günlük yaşamın yürütüldüğü hemen her mekanda
bireyler arası rekabeti artırmaktadır. Reklamcılık endüstrisinin günlük yaşamın tüm
mekanları içerisinde kendine belli bir zaman bulması, reklamveren şirketlerin ulusal-
uluslararası piyasalarda varlıklarını sürdürmelerinin vazgeçilmez bir koşulu olarak
değerlendirilmelidir.
Reklamcılık endüstrisi, ürünlerden geçerek gerçek ya da yapay gereksinimlerin
giderilmesine hizmet etmenin ötesinde, günlük yaşamın sürdürülmesi için önerilen
farklı kimliklerin ve yaşam tarzlarının devamlılığını, dönüştürülebilirliğini ve anlam-
lılığını garanti altına almaya çalışan bir yapıya sahiptir. Kapitalist üretim sürecinin
devamlılığının, var olan ihtiyaçların giderilmesinden çok bu ihtiyaçların yinelenme-
46 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

sinin ve çeşitlenmesinin sağlanması ile mümkün olduğu kabul edildiğinde, bireyle-


rin tüketimlerinin sadece talep yönlü olmadığı, var olan üretim sürecinin işleyişine
uygun olarak arz yönlü düzenlemelere de maruz kaldığı ifade edilebilecektir. Post-
modern süreçte, tüketimin fizyolojik ihtiyaçların ötesinde bir yaşam biçimi ve sosyal
ilişkiler ağının bir parçası haline gelmesi de, mevcut sembolik yaşam pratiklerinin
sanki bireylerin var oldukları andan itibaren toplumsal süreçler içerisinde bulundu-
ğu yanılgısının sonucudur: “Vatandaş paket ürünlerin ve hizmetlerin tüketimine ne
kadar çok eğitilirse, çevresini şekillendirme konusunda da o kadar zayıf etkiye sahip
görünür. Bu kimsenin enerji ve parasal imkanları, kendi ürünlerinin hep daha yeni
modellerini temin ederken tüketilir ve çevre ise, onun tüketim tiryakiliklerinin bir
yan ürünü haline gelir” (Illich, 2000:88). Yaşam tarzları, medya aracılığıyla bireyin
yeniden üretimi sonucunda dönüştürülürken; yeniden üretilen bireyin tüketim esaslı
bir günlük yaşama gönüllü olarak hapsolması da emtiaların ‘satın al-kullan-at ve ye-
nisini ara’ döngüsüne sahip çıkmasıyla açığa çıkmaktadır.
Reklamcılığın işleyiş biçiminin faaliyetten endüstriyel tarza doğru değişim gös-
termesinin temel sebebi, sanayi ve hizmet sektörlerinde üretim sürecinin global fi-
nansal sistemin egemenliğine girmesi ile bu finansal sistemin dünya ölçeğinde ken-
dini yaygınlaştırmada kitle iletişim araçlarını/kanallarını kullanmaya başlamasıdır.
Üretimin nerede, ne zaman, nasıl, neden ve kimler için yapıldığı sorularına ilişkin
egemen yanıtları kitlelere iletmede ve olası alternatif üretim tarzlarına karşı kapitalist
üretim biçimi ile bu üretim biçiminin getirdiği değer ve yaşam tarzlarını ifade etme-
de kullanılan medya, uydu ve veri iletim teknolojilerindeki yeniliklere koşut finansal
sistemin bir parçasına dönüşmüş; son yarım yüzyılda pazarın –ve de tüketimin– kü-
resel boyutlara ulaşmasını kolaylaştırmış; kendi işleyiş ve örgütleniş tarzını ise sanayi
ve hizmet sektörlerindeki şirketler ile yöndeştirmiştir. İşleyiş ve örgütlenme tarzın-
daki yöndeşme, medyanın, ‘4. Güç’ ya da toplumsal ilişkilerin ahlakçı bekçi köpeği
(watchdog) olarak tanımlandığı geleneksel içeriğin anlamını yitirmesine ve reklamlar
aracılığıyla kazanç sağlayan, yüksek otokontrole sahip (ombudsman), hedef kitlesiyle
bütünleşmiş (yurttaş gazeteciliği), etik ilkeler doğrultusunda işleyen organizasyonlar
olarak ifade edilmeye başlamasına yol açmıştır. Medya aracılığıyla yürütülen hizmet-
lerin (basım/matbaacılık-telekomünikasyon-yayım vd.) kazanç unsurları olarak ta-
nımlanması ise, temel gelir kaynağı olan reklamlardan pay alma kavgasında şirketler
arasındaki rekabeti derinleştirmiş ve sistematize etmiştir. Reklamı hedef kitleye ileten
medya ile reklamveren mal ve hizmet üreticileri arasında kalan boşluğu yüzyılı aşkın
bir süre boyunca faaliyetler temelinde dolduran reklamcılık sektörü ise yatay-dikey-
çapraz ve matriks bütünleşme ve oligopolleşmelerin sonucu olarak kendi işleyiş, ör-
gütleniş ve oluşturduğu/kurguladığı mesajların içeriğini yorumlayış tarzını bütünüy-
le dönüştürmek zorunda kalmıştır.
Satış artırma çabalarının bir bütün olarak işlediği yeni süreçte, sistemin küresel
boyutlara taşınmasını olanaklı kılan koşul, tüketim bileşkesinin üretim yapısı üzerin-
de etkili olmasıdır. Global reklamcılık endüstrisi desteğinde tüketim alışkanlıklarının
dönüşümü ve bununla bağlantılı kültürel değişimler, reklamverenlerin temel hedefle-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 47

ri arasında yer almakta; tüketimin uluslararasılaşması ve bunun açığa çıkardığı ‘yeni


tüketim kültürü’nü oluşturma süreci, ulusal ve yerel kültürlerle verilen mücadelelerde
başarılı olmanın ilk basamağı olarak görülmektedir. ‘Yeni tüketim kültürü’ ile amaç-
lanan yerel kültürlerin, dayatılan yeni alışkanlıkları ‘pasif ’ ve ‘karşı duruş olmaksızın’
kabullenmek yerine, kapitalist üretim dinamiklerinin çokuluslu şirketler temelinde
büyümesiyle ahenkli bir söylem içerisinde sahiplenmeleri ve kendilerine ait olanı
ulusaşırı için işlevsel hale getirip eklemeleridir. Dünya genelinde birbirinden farklı
kültürlerin aynı ya da benzer ürünleri benimseme süreçleri, üretici firmaların, geçen
süre içerisinde tüketici direncini kırmak üzere çok incelikli beceriler ve metotlar ge-
liştirmiş bulunan, global boyutta işleyişe sahip reklam ajanslarının faaliyetlerinden
sıklıkla yararlanmalarını gerekli kılmış; reklamcılık endüstrisinin sunduğu yaşam
tarzı algısı, ‘yeni tüketim kültürü’nün egemen hale gelmesinde bir araç olarak kul-
lanılmıştır. Özellikle çokuluslu şirketlerin farkına vardığı bu gerçek, ‘ulusaşırı pazar-
lara dönük dağıtım ve satış sürecinde etkililiğin, yerel-ulusal tüketim alışkanlıklarının
uluslararası üretimin mantığına uygun olarak değiştirilmesi koşuluna bağlı olduğu’
şeklinde ifade edilebilecektir. Yeni koşullar çokuluslu şirketlerin reklamcılık sektö-
rüne muazzam yatırımlar yapmalarına ve reklam için çok büyük miktarda kaynak
ayırmalarına neden olmuştur.
‘Yeni tüketim kültürü’nü oluşturan reklamcılık endüstrisinin geldiği nokta, ‘kü-
resel alışveriş merkezi’ haline gelen dünyada, sermaye ile uyumlu ‘dünya tüketicisi’ni
oluşturmak ve ‘standartlaştırılmış küresel bir kültür’ tesis etmektir. Küresel bir kültü-
rün oluşturulması ise simgelere dayalı bir toplumsal anlayışın kazanılması ile müm-
kün hale gelmektedir. Artan rekabet ortamında ulusaşırı tüketim kalıplarının açığa
çıkması, simgesel aktarım türü olarak markalamanın gücüne bağlı hale gelmekte; bu
çerçevede reklamcılık sektörü ise ürünün sunumunu yapan faaliyet esaslı konum-
dan ürünün algılanışını materyal ve mental olarak kurgulayan endüstriyel konuma
doğru evrim geçirmektedir. Günlük yaşam içerisinde en sık karşılaşılan ve üretilmiş
aynılığının sembolik farklılaştırılması bağlamında önem kazanan markalama rek-
lamları, ürünlerin tüketici zihninde bıraktığı izlenimin devamlılık kazanması için
sürekli üzerinde çalışılan bir eyleme dönüşmüş durumdadır. Mekan kompozisyo-
nu içerisinde kendilerini konumlandırmaya çalışan çokuluslu şirket markaları, kent
içerisindeki işlek bulvar ve caddelerde, ticaret ve finans kuruluşlarının yoğunlaştığı
semtlerde ve büyük alışveriş merkezlerinin bulunduğu yerlerde açıkhava, satış nokta-
sı, el ilanı reklamcılığı ile stratejik, sosyal, radikal, gerilla, değer temelli gibi pazarlama
teknikleri aracılığıyla satış kanallarının yönetimini yürütmekte ve marka kimliğinin
mikro düzeyde olgunlaşması için çaba göstermektedirler. Bu kapsamda, yeni tüketim
kültürü, bireylerin tüketim alışkanlıklarını dönüştürürken reklamcılık endüstrisinin
işleyiş mantığının izlerini taşımakta; bütünleşik biçimde yerleştirilmeye çalışılan alış-
veriş kalıpları Batılı yaşam tarzını, satış artırma çabaları ise mekanın kapitalizasyonu
(sermaye haline getirilmesi) ve medyatizasyonu (sermayenin çıkarlarına hizmet eden
kitlesel ilişki ve iletişim ortamı haline getirilmesi) süreçlerini yansıtmaktadır.
Kapitalist üretim ve piyasa yapısının dünya ölçeğinde yayılımına bağlı olarak ulu-
48 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

saşırı ağların ve iletişimin ağırlık kazandığı global pazarlar, sermaye açısından sınır-
ların ortadan kalktığı, üretim güçleri arasındaki eşitsizliğin ve tahakkümün ise her
geçen gün arttığı bir ilişkiler bütününü oluşturmaktadır. “Küreselleşmeyle beraber
anılan gündelik yaşamın bir parçası olan tüketim kültürünün, bu metaforlar ışığında
evrensel hale gelen ortak değerlerin reklamlar aracılığıyla yayılımı –örnek alınacak
bir yaşam tarzı, belli davranış kalıpları ve tercihlerimiz için medya ve reklamlardan
yararlanmamız gibi, dünyanın hemen hemen her köşesinde Coca Cola içiliyor olma-
sı gibi– dikkat çekicidir” (İçin-Akçalı, 2006:98-99). Tüketim davranışları içerisinde
‘yeni tüketim kültürü’nün egemenin ötesinde ‘tek, biricik’ tarz olma isteği, üreticilerin
reklamcılık endüstrisine olan gereksinimini artıran ve reklamcılık endüstrisinin de
hemen her mekan ve zamanı kendi kârlılık ilkesi doğrultusunda kullanmasını sağla-
yan bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. Tüketici bireylerin bağımsız ve köklü biçimde ayrış-
mış/farklılaşmış satın alma davranışı sergilemelerinin, üretim biçiminin metalaştırıcı
ve fetişleştirici etkisini sekteye uğratacağı görüşü, gündelik yaşam içerisindeki karar
alma süreçlerinde ‘yol gösteren’ ve ‘mevcut ilişkilerin devamlılığını sağlayan’ reklam-
cılık endüstrisine duyulan gereksinimin göstergesidir. Reklamcılık endüstrisi basit
anlamıyla bir mal ya da hizmetin satışının sağlanması ya da artırılmasının ötesinde
bir yaşam tarzının yerleştirilmesi amacına hizmet etmektedir.
Gündelik yaşam içerisinde mekanın medyatizasyonu ile anlamlandırılmak iste-
nenin ne olduğuna ilişkin bir parantez bu noktada açılabilecektir. Mekanın medyati-
zasyonu, belirli bir yer, konum ya da coğrafi alanın, kapitalist üretim biçimi ile mül-
kiyet ilişkilerinin çıkarlarına hizmet edecek biçimde kitlesel iletişim ortamı olarak
örgütlenmesidir. Yaşam tarzı olarak tüketim, bireyin kendi talep ve gereksinimleri
doğrultusunda estetize edilmiş ‘yer’den koparılarak, içinde olunulan grup, alt kültür,
cemiyet gibi segmentlerin ifade edildiği ‘mekan’larda gerçekleştirilmektedir. Bu ger-
çekleştirmeler, tüketim eyleminin sadece belirli bir mekanda yürütülmesini değil;
o mekanla birlikte yeniden anlam bulmasını, mekandan geçerek kitleselleşmesini,
mekanın kitlesel iletişim ortamı olarak kullanılmasını ve mekanın mesajın kendisi-
ne dönüşmesini beraberinde getirmektedir. Küreselleşen gündelik yaşamın değeri,
medyatize edilmiş mekanlardaki kişilere erişmek, olayları gözlemlemek ve ortamdaki
havaya dahil olmakla özdeşleştirilmiştir8.
Reklamların ulusal ve uluslararası ölçekte tüketimi harekete geçirmesi ve destek-
lemesi bağlamında üretim, dağıtım ve medya ile olan ilişkisinin yeniden anlamlandı-
rılması gerekmektedir. “Medya alanında ortaya çıkan yeni açılımlarla, baskıcı, yön-
lendirici yöntemler terk edilerek, ürün özelliklerini, işlevlerini vurgulayan reklamlar
yerini yeni tür duygulara, sembollere ve tüketicinin kimliğini yansıtmasına olanak

8 Gündelik yaşamda mekanın medyatizasyonunu betimlemekte güçlük çekenlere, ‘Laila’ ve ‘Reina’ örnekleri
verilebilecektir. Bu mekanlara gitmenin –hatta kapısının önünde olmanın–, spor, sanat, eğlence dünya-
sının ünlü simalarıyla aynı iletişim ortamını paylaşmanın, jet-set’den (sosyeteden) kişilerle aynı fotoğraf
karesinde yer almanın ya da ulusal televizyonların magazin programlarına ait kameralara görünmenin
‘varoluşsal amaç’ olarak nitelendiği koşullarda, yeni günlük yaşam pratiklerinin sosyo-psikolojisi ile mekan
medyatizasyonu arasındaki bağların incelenmesinin gerekliliği açıktır. Örneğin televizyon kanallarından
yapılan mekana yönelik örtülü reklamların sıklığı ile mekana ilişkin arzuların yoğunluğu arasındaki olası
(!) korelasyonlar araştırılmayı beklemektedir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 49

veren reklamlara bırakmaya başlamıştır” (Odabaşı, 2004:116). Kitle iletişim araç-


larının zaman ve mekan kısıtlarını aşan düzeyde yaygınlaşmasıyla birlikte, egemen
üretim ilişkileri ile bu üretim yapısının mekansal örgütlenmesine hizmet eder hale
gelen reklamcılık, (i) gelişmişlik göstergesi olarak toplumlara lanse edilen tüketim
kalıplarını yerleştirmeyi; bireyin, (ii) tüketim alanında kalmasını ve yaptığı eylemden
hoşnut olmasa dahi vazgeçmemesini sağlamayı ve (iii) harcanabilir ve olası tüm gelir
kalemlerini bir eğlence tarzı olarak görülen alışverişe aktarmasını garantileyen bir
mekanizma haline gelmiştir. “Yeni tüketim araçları giderek daha fantastik ortamlarda
daha fazla yeni mal ve hizmet sunuyor: Birçok insan için dayanılmaz bir bileşim. Yeni
tüketim araçları hem insanları evden çıkıp tüketmeye teşvik ediyor, hem de evdey-
ken bile tüketme olanağı sağlıyor. Fantastik ortamlar, insanların elinden daha fazla
kaynağın çekilip alındığı ve gelecek gelirlerinin daha fazla kısmının kredi kartı ya da
öteki tüketici borçlarıyla elde tutulduğu kilit yerleri temsil ediyor” (Ritzer, 2000:52).
Reklamcılık endüstrisi, üretim, bölüşüm ve yaşam mekanlarının tamamını, boyut ve
form ölçeğinde, tüketimi çeşitlendirmek, farklılaştırmak ve derinleştirmek için kul-
lanmakta; markanın bilinirliğini ya da farkındalığını sağlamak açısından bir iletişim
stratejisinin parçası olmakta; mal ya da hizmetin benzerleri arasından tercih edilme-
sini, satın alınmasını, tüketilmesini ve yeniden satın alınmasını sağlama yönünde-
ki faaliyetleri nedeniyle de bütünleşik pazarlama karmasının önemli bir unsurunu
oluşturmaktadır. Reklamcılık, küreselleşme dinamiklerinin geçerli olduğu yeni süreç
içerisinde yaşam farklılıklarını homojenleştiren ve standartlaştıran bir katalizör hali-
ne gelmiş durumdadır.
Küresel yapılanmanın bir uzantısı olarak gündelik yaşamın her anına nüfuz eden,
çoğu zaman tüm dünyanın ilgisini çekebilmek için marjinal olanı ön plana çıkaran
ve “sahte gerçekleri, gerçekçi bir mesajın içerisine yerleştirerek sunma” yoluna giden
reklamcılık endüstrisi, işleyişini kolaylaştıran yeni kentsel ortam ve yapılar ile ege-
men üretim tarzının bir parçasına dönüşmüş durumdadır. Mekanın, geçmiş (fordist)
üretim süreci ile olan organik bağları ve yeni (post-fordist) üretim sürecinde her ge-
çen gün geçmiştekinden farklılaşmaya başlaması, mekanı kullanan bireyde ‘ait olma-
kopma’ gerilimine yol açmakta; reklamcılık endüstrisi ise sunduğu çeşitlendirilmiş
içeriklerle bu gerilimin tüketim yoluyla giderileceği öğretisini yaymaktadır. “Hantal
ve bürokratik ulus devletlere karşı sermayeyi mıknatıslayan, fosforik postmodern mi-
marisiyle göz kamaştıracak, seçkin club, cafe ve barlarıyla bankacıları ve finansçıları
ağırlayan, fırsatlarla dolu ‘esnek’ küresel şehir!” (Şimşek, 2005:38). Kapitalist üretimin
yeni tarzı (post-fordizm), ‘tükettirme’ odağında mekanlar arası bağları dönüştürmüş;
kentleri yerelliklerin yarıştığı, dinamik, akışkan ve aynı zamanda da küresel serma-
yeye hizmet eder bir yapıya büründürerek, adeta ‘şirket kentleri’ yaratmıştır. Farklı
olmak için tüketen, ancak, tüketirken aynılaşan birey, kent örüntüsünün bir parçası
haline gelen yeni mekanlarda, geçmişe nazaran tüketime ‘daha fazla’ zaman ayırıp,
‘daha fazla’ tüketerek kendini ifade etmeye çalışmaktadır. Hız ve dinamizm esaslı
metropollerde, “özellikle de mağaza ve alışveriş mekanlarının çok yoğun olduğu ha-
reketli bölgelerde, insanlar bir hedef duygusuyla hareket etmektedir. Nereye gidiyor
50 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

olursanız olun, çok önemli bir göreviniz varmış gibisinizdir. Bunun nedeni kentli
insanların herhangi bir yerde kendilerine ihtiyaç duyulmadığını kabul etmeyi iste-
memeleridir; aylakça yürüyor görünmenin bile böyle bir izlenim uyandırmasından
korkarlar” (Underhill, 2005:46). Yeniden örgütlenmiş mekanlara uyum sağlayama-
dıklarında yaşamlarını sürdürmelerinin imkansızlaşacağının bilincinde olan bireyler,
kentin kendilerini yönlendirmesine açık bir psikolojiyi kısa sürede benimsemekte ve
mekansal yeniliklere uyum göstermektedirler. Kompozisyonun değişimi sonrasında
sermaye açısından yeniden işlevselleşen mekanlarda, birer kentsel ikona dönüşen
yeni yapılar ise mimari tasarım, çevresel etki, markaların sergileniş tarzı, aydınlatma
ve renk seçimleri ile oluşturulmaya çalışılan kentsel imajın reklamı rolünü üstlemekte
ve çekici tasarımlarıyla kitleleri planlanmış tüketim eylemlerine hazırlamaktadırlar.
Özet olarak, kentsel mekanlarda her reklam, beklenen kârlılığın izlerini taşımakta-
dır.

Sonuç

Tüketimin yeni kalıpları, mekansal çeşitlenme ile bütünleşmekte ve satın alma


eylemini ihtiyaçları giderme ve iş dışı zamanı dinlenerek geçirmenin ötesinde hız,
verimlilik, kişiye özgülük, sınırlı etkileşim gibi yeni boyutlarla ilişkilendirmektedir.
Kentsel mekanların tüketim alışkanlıkları doğrultusunda yeniden örgütlenmesi sos-
yal ilişkilerin niteliğini de derinden değiştirmiş; tüketim, şirketlere kârlılık sağlama-
nın ötesinde devamlılık ve rekabette üstünlük kazandırmaya başlamıştır. Kapitaliz-
min yüzyılı aşan son evresine hakim olan üretim süreçleri (fordizm ve post-fordizm),
müşteri ile satıcı arasındaki ilişkilerin doğrudanlığını, kişiselliğini ve insaniliğini yok
etmiş; yerine hız, rekabet ve mekansallığı koymuştur. Tüketim eyleminin sosyal ka-
rakterinin satın almanın kendisi kadar önemli olduğu yorumu geri plana itilerek, ‘o
an’da ‘orada bulunma’nın ve “sahip olma”nın anlık-geçici hazları vurgulanmaya baş-
lamıştır. “Yeni tüketim araçlarında birebir ilişkiler azalmıştır (örneğin bir fast food
restoranının arabayla alışveriş yapılan penceresinde) ya da tümüyle yok olmuştur
(örneğin siber alışveriş merkezlerinde, evden alışveriş kanallarında vb). Kalanlar da
yüzeysel olma eğilimindedir. Bugün çok az insan, sunduğu toplumsal ilişkiler yü-
zünden yeni tüketim araçlarına gidiyor. Tam tersine istediklerini olabildiğince hızlı
ve kişisellikten uzak almak üzere gidiyorlar” (Ritzer, 2000:67). Bu bağlamda mekan
örgütlenmesindeki en önemli değişim, diğer insanlarla kurulan ilişkilerden uzakla-
şılarak, emtialarla doğrudan iletişime girmek noktasında açığa çıkmaktadır. Bu tarz
bir iletişimin ilişkilere egemen olması ise sosyal olarak birbirine yabancılaşmış, ki-
şilerarası iletişim kanalları zayıflamış ve mesaj kaynağı olarak gördüğü kitle iletişim
araçlarından sunulan reklamlara bütünüyle açık hale gelmiş bir bireyler topluluğuna
işaret etmektedir. Gündelik yaşam pratiklerinde diğerleriyle sürekli bir arada yaşayan
(ortak mekanları paylaşan) birey, toplum içerisinde tek, kalabalıklar içerisinde yal-
nız, grup içerisinde yabancı haline dönüşmektedir. Yaşamlarının her anında alışveriş
potansiyeli taşıdığı varsayılan bireylerin, diğer bireylerle iletişimden uzaklaştırılarak
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 51

mekana ve mekanın varlık sebebi olan emtialara yöneltilmeleri, kapitalizmle birlikte


her türden sosyal mekanın tükettirme amacına hizmet eder hale geldiğinin en açık
göstergesidir.
Küreselleşen sosyo-psikolojik ilişki tarzları, toplumlar arasında farklılık gösteren
değer yapılarını ve örgütleniş biçimlerini hızla dönüştürmektedir. Dünya genelinde
tüm toplumların ‘Amerikalılar gibi tüketme’ye yönlendirilmesi çabası, küreselleşme
süreci, bu sürecin yoğun olarak yaşandığı kentler ve süreci destekleyen temel eylem
biçimi olarak reklamları ön plana çıkarmaktadır. Çokuluslu şirketlerin egemenliğin-
deki dünya pazarlarında yaşanan mekansal benzeşme ve ulaşım-taşımacılık sektörle-
rindeki gelişmeler nedeniyle ürünlere dünya genelinde erişilebilirliğin kolaylaşması,
tüketim toplumunda metalar aracılığıyla kendini ifade eden bireylerin iletişiminde
türdeşleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Amerikan tüketim kalıplarının diğer
kültürler üzerindeki etkisi, tüm dünyaya ihraç edilen mal ve hizmetler aracılığıyla
bir yaşam biçiminin uzantısı şeklinde kendisini göstermektedir. “Ürün farklılıklarını
öne çıkarma, hedef olarak belirlenen toplumsallaşmış bireylerin kendilerine seslenil-
diğini fark ettirme, hatta üründe kendi toplumsal kimliklerini ve değerlerini bulabil-
melerini olanaklı kılacak anlamlar yükleme girişiminde kullanılan reklam, bir yan-
dan ürünlerin farklılıklarını öne çıkararak iletilerini sunarken, öte yandan tüketici
kitlelerin kültürel farklılıklarını da giderme çabası içine girer” (Çamdereli, 2006:37).
Reklamcılık endüstrisi tarafından standartlaştırılmış ürünler aracılığıyla somutlaştı-
rılan yeni kültür ise, edilgenleştirilmiş, sosyal ilişki ve dayanışma ağları zayıflatılmış,
ekonomik bakımdan güçsüz ve yoksun bırakılmış kitleler tarafından benimsenmekte
ve eklektik bir bütün halini almaktadır. Tüketimin birincil kültürel pratik olarak gö-
rülmesi, kapitalist üretim sürecinin parçası olarak tüm dünyada konumlanmış şirket-
lerin, faaliyet gösterdikleri pazarlarda tutunmak amacıyla ‘global’ olan ile ‘yerel’ olan
değerleri bütünleştirme ve ‘glokal’ olarak tanımlanan reklam kampanyalarıyla ürün-
lerini bu çerçeveye göre uyumlandırma çabası sergilemelerine neden olmaktadır.
Bireylerin psiko-kültürel davranışlarının bir parçası olarak geliştirdikleri mental filt-
relerle reklamlara karşı savunmacı bir sürece girmeleri ise reklamcılık endüstrisinin
her geçen gün yeni stratejiler geliştirmelerine (Cappo, 2005) –örneğin son yıllarda
yürütülen çevreci kampanyalar ile tüketicilerin zihinlerinde katılımcı bir biliş oluş-
turmaya çalışmalarına– yol açmaktadır. Yerel pazarlarda ‘dost’, ‘tanıdık’ ve ‘güvenilir’
olma imajını ön plana çıkaran reklamcılık endüstrisi, kentlerin yeniden yapılandırıl-
ması stratejileri kapsamında, insanların para harcamasını sağlayan görsel çekiciliği
kullanarak tüketicileri mental bakımdan dünya tüketim merkezleriyle buluşturmaya
çalışmaktadır.
Bireylerin gündelik yaşamlarını sürdürdükleri mekanları ve zamanları işgal eden
tüketimcilik, kentsel alanları büyüyen bir işkolunun yatırım sahası olarak betimle-
mektedir. “Tüketim alanları, perakende deneyimini dramatize ederek, alışverişi ye-
niden canlandırmaya çalışmaktadır. Hatta tüketicileri, ‘spor’ (Nike Town), ‘etkile-
şimli video düzeneği’ (Viacom), ‘el değmemiş bölge’ (REI sahra lastiği mağazaları)
ve ‘doğa’ (doğa deneyimi) gibi alışveriş amaçlı olmayan eğlence ve etkinliklerde yer
52 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Öcal Tellan

almaya davet ederek; müşterilerinin hayallerini zaptetmeye çalışmaktadırlar” (Zukin,


2003:128). Kentler, restoranlardan turizm bölgelerine, sanat müzelerinden diğer kül-
tür alanlarına, kumarhanelerden stadyumlara değin tematik mağazalar ile donatılmış
durumdadır. Tematik mağazalar, stratejik bakımdan uzmanlaşmış alternatif iş alan-
larının gelişmesini sağlamakta, ancak kentsel tüketime dönük bu yeni bağımlılıkların
etik ve sosyal değeri konusundaki olumlu ve olumsuz gelişmeler henüz yeterince tar-
tışılmamaktadır. Bireylerin gündelik yaşamlarına dinamizm katan tüketim unsurları,
reklamcılık endüstrisinin görsel çarpıcılık ve bilişsel tutarlılık temelinde işlemesini ve
farklı sınıfsal, sosyolojik, kültürel, cinsel kimliklerden bireylerin benzer davranışlar
geliştirmelerini sağlamaktadır. Kapitalist toplumsal ilişkilerin egemen olduğu modern
kentte yaşayan bireyin gündelik yaşamı, içtenlik, tolerans, paylaşım ve insani değerler
yerine ticari kültürün kolektif hafızasını oluşturan reklamcılık endüstrisi tarafından
doldurulmakta ve ortak gösterge tüketim eylemi olarak açığa çıkmaktadır. Bu çerçe-
vede, önümüzdeki süreçte, reklamcılığın gelişim sürecindeki olasılıkların analiz edil-
mesi ve tartışılması, bireylerin gündelik yaşama ilişkin hedeflerinin ve beklentilerinin
isabetli bir biçimde değerlendirilmesi açısından büyük önem arz etmektedir.
KAYNAKÇA

Bauman, Z. (2000). Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları. (çev: İsmail Türkmen). İstanbul: Ayrıntı.

Benevolo, L. (1995). Avrupa Tarihinde Kentler. (çev: Nur Nirven). İstanbul: Afa.

Braudel, F. (2004). Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıları. (çev. Mehmet Ali Kılıçbay). Ankara: İmge.

Brzezinski, Z. (2005). Büyük Satranç Tahtası. (çev: Yelda Türedi). İstanbul: İnkılap.

Cappo, J. (2005). Reklamcılığın Geleceği. (çev: Fevzi Yalım). İstanbul: MediaCat.

Childe, G. (2002). Tarihte Neler Oldu. (çev: Mete Tunçay ve Alaeddin Şenel). İstanbul: Alan.

Çamdereli, M. (2006). Reklam Arası. Konya: Tablet.

Davis, M. (2007). Gecekondu Gezegeni. (çev: Gürol Koca). İstanbul: Metis.

Duru, B. ve Alkan, A. (2002). Giriş: 20. Yüzyılda Kent ve Kentsel Düşünce. s. 7-25. içinde Bülent Duru ve
Ayten Alkan (der.). 20. Yüzyıl Kenti. Ankara: İmge.

Foster, J. B. (2008). Kapitalizmin Malileşmesi ve Kriz. (çev: Çiğdem Çıdamlı). İstanbul: Kalkedon.

Giddens, A. (2000). Tarihsel Materyalizmin Çağdaş Eleştirisi. (çev: Ümit Tatlıcan). İstanbul: Paradigma.

Giddens, A. (2005). Sosyoloji: Kısa Fakat Eleştirel Bir Giriş. (çev: Ülgen Yıldız Battal). Ankara: Phoenix.

Gropius, W. (1991). Bauhaus Üretiminin İlkeleri. s. 80-81. içinde Ulrich Conrads (der.). 20. Yüzyıl
Mimarisinde Program ve Manifestolar. (çev: Sevinç Yavuz). İstanbul: Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları.

Hall, E. T. (1969). The Hidden Dimension. New York: Anchor Books.

Harvey, D. (2008). Umut Mekanları. (çev: Zeynep Gambetti). İstanbul: Metis.

Illich, I. (2000). Tüketim Köleliği. (çev: Mesut Karaşahan). İstanbul: Pınar.

İçin-Akçalı, S. (2006). Günlük Yaşamda Reklam ve Büyülenmiş Tüketiciler. s. 97-114. içinde Selda İçin-
Akçalı (ed.). Gündelik Hayat ve Medya. Ankara: eBabil.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın üretimi ve reklamlar 53

Karpat-Aktuğlu, I. (2004). Marka Yönetimi. İstanbul: İletişim.

Kaygalak, S. (2008). Kapitalizmin Taşrası. İstanbul: İletişim.

Keyder, Ç. (2000). Enformel Konut Piyasasından Küresel Konut Piyasasına. s. 171-191. içinde Çağlar Keyder
(der.). İstanbul Küresel ile Yerel Arasında. (çev: Sungur Savran). İstanbul: Metis.

Le Corbusier, C. (2001). Bir Mimarlığa Doğru. (çev: Serpil Merzi). İstanbul: YKY.

Lefebvre, H. (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat. (çev: Işın Gürbüz). İstanbul: Metis.

Martindale, D. ve Neuwirth, G. (2003). Önsöz. s. 7-80. içinde Max Weber. Şehir. Modern Kentin Oluşumu.
(çev: Musa Ceylan). İstanbul: Bakış.

Mullins, P., Natalier, K., Smith, P. ve Smeaton, B. (1999). Cities and Consumption Spaces. Urban Affairs
Review. 35 (1): 44-71.

Mumford, L. (2007). Tarih Boyunca Kent. (çev: Gürol Koca ve Tamer Tosun). İstanbul: Ayrıntı.

Odabaşı, Y. (2004). Postmodern Pazarlama: Tüketim ve Tüketici. İstanbul: MediaCat.

Ohmae, K. (1995). The End of the Nation State: The Rise of Regional Economies. London

Park, R. E. (1967). On Social Control and Collective Behavior. Chicago: The University of Chicago Press.

Pirene, H. (1994). Ortaçağ Kentleri: Kökenleri ve Ticaretin Canlanması. (çev: Şadan Karadeniz). İstanbul:
İletişim.

Ritzer, G. (2000). Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek. (çev: Şen Süer Kaya). İstanbul: Ayrıntı.

Simmel, G. (1996). Metropol ve Zihinsel Yaşam. (çev: Bahar Öcal Düzgören). Cogito. Sayı: 8. 81-89.

Solomon, M. R. (2003). Tüketici Krallığının Fethi. (çev: Selin Çetinkaya). İstanbul: MediaCat.

Şimşek, A. (2005). Yeni Orta Sınıf. İstanbul: L-M Yayınları.

Thurow, L. (1997). Kapitalizmin Geleceği. (çev: Serpil Demirtaş ve Nebil İlseven). İstanbul: Sabah.

Trentmann, F. (2004). Beyond Consumerism: New Historical Perspectives on Consumption. Journal of


Contemporary History. 39 (3): 373-401.

Underhill, P. (2005). Alışveriş Merkezleri. (çev: Bahadır Argönül). İstanbul: Soysal.

Urry, J. (1999). Mekanları Tüketmek (çev: Rahmi Öğdül). İstanbul: Ayrıntı.

WAB. (1995). The World Almanac and Book of Facts. New Jersey: Funk & Wangnalls.

Watson, N. (2006). Postmodernizm ve Yaşam Tarzları. s. 45-57. içinde Stuart Sim (ed.). Postmodern
Düşüncenin Eleştirel Sözlüğü. (çev: Mukadder Erkan ve Ali Utku). Ankara: eBabil.

Weber, M. (2003). Şehir. Modern Kentin Oluşumu. (çev: Musa Ceylan). İstanbul: Bakış.

Wirth, L. (2002). Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme. s. 77-106. içinde Bülent Duru ve Ayten Alkan (der.
ve çev.). 20. Yüzyıl Kenti. Ankara: İmge.

Yırtıcı, H. (2005). Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları.

Zaltman, G. (2004). Tüketici Nasıl Düşünür? (çev: Semih Koç). İstanbul: MediaCat.

Zukin, S. (2003). Urban Lifestyles. s. 127-131. içinde David B. Clarke, Marcus Doel, Kate Housiaux (eds.).
The Consumption Reader. London: Routledge.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 55

Popüler Kültürde Hegemonk Anlamların


Üretlmesnde Gençlk Altkültürlernn
Önem

Hürryet Konyar1
ÖZ
Kültürel Çalışmaların bakış açısıyla ele alınan bu makale, Hegemonik “çokkültürlü” kültürel yapının yeniden
üretilmesi sürecinde, farklı bir renk oluşturan alt kültürlerin birer muhalif kültür iken medya aracılığı ile po-
püler kültür haline dönüştürülmeleri ve orta sınıfın kültürel kimliğini kurmada oynadıkları rolün irdelenmesi
amacıyla yazılmıştır. Bu amaçla önce Hegemonik “çok kültürlü” yapının oluşmasında etken olan, orta sınıfın
belirleyici rolü ile medyanın küreselleşen ilişkiler içindeki yeni yapılanmasının etkisi ele alındı. Daha sonra he-
gemonik “çok kültürlü” yapının medya tarafından nasıl kurulduğu ve alt kültürlerin hegemonyayı yeniden üret-
meleri durumu irdelendi. Çalışmanın temel argümanında ise, Hegemonik kültürel yapıların yeniden üretilme-
lerinin, küreselleşme ile ortaya çıkan orta sınıfın kültürel kimliğinin yeniden kurulması süreci ile belirlendiği
durumu tartışılmaktadır. Bu süreçte, gençlik alt kültürlerinin “çok kültürlü” kimliğe farklılık taşıyan bir kültür
olarak katıldıkları ancak bu farklılıklarının medya tarafından ortadan kaldırılarak birer popüler kültür haline
dönüştürüldükleri ve Hegemonik kültürel yapının kimliğindeki gençlik imgesini yeniden oluşturduklarıdır.

Anahtar kelimeler: Orta sınıf , gençlik alt kültürleri, kültürel hegemonya, yeni medya.

The Importance of Youth Subcultures ın Reproductıon


of Hegemonıc Meanıng

ABSTRACT
This essay is written from the point of view of Cultural Studies in order to examine the transformation of
subcultures into popular culture status by means of media in the process of reproduction of hegemonic “multi-
cultural” structure and to verify the role middle classes played in the formation of their cultural identity. Subcul-
tures forming different colors were previously opponent cultures. For this object determinant role of the middle
class and the effect of restructuring of media in the globalized relations that have an impact on the formation
of hegemonic “multicultural” structure. Then the way of establishment of hegemonic “multicultural” structure
by media and the case of reproduction of hegemony by subcultures were verified. In the basic argument of the
study the case in which the reproduction of hegemonic cultural structures was determined by the process of
reestablishment of the cultural identity of the middle class emerged as result of globalization. The process in
which youth subcultures participated to “multicultural” identity as a different culture was studied. But these
differences are eliminated by media and transformed into a popular culture status. So the youth image in the
identity of hegemonic cultural structure was reestablished.

Key words: Middleclass, youth subcultures, cultural hegemony, new media.

1 Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü


56 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

Giriş

Tarihten bu yana hegemonik yapıların açıklanması sürecinde Marx’ın tanımı be-


lirleyici olandır. Hegemonik kültürel yapıların özellikle de kapitalist ekonomik ya-
pılanma içindeki işleyişini ele alarak tartışan ve bu yapıların belirleniminde hakim
ekonomik ilişkilerin olduğunu söyleyen Marx,
“Yönetici maddi güç olan sınıf, aynı zamanda yönetici düşünsel güçtür. ..zi-
hinsel üretim araçlarına sahiptir. Böylece genel olarak söylendikte zihinsel üretim
araçlarından yoksun olanların düşünceleri bu sınıfın düşüncelerine tabidir. ..Yö-
netici düşünceler , düşünce olarak kavranan başat maddi ilişkilerin düşünsel dışa-
vurumundan daha fazla bir şey değildir. Bir sınıfı yönetici kılan ve bundan dolayı
da onun başatlığını sağlayan ilişkiler bundan kaynaklanır. ..Bir sınıf olarak yönet-
meleri ve bir çağın kapsamını ve sınırını belirlemeleri ölçüsünde .. aynı zamanda
düşünürler olarak da düşüncelerin üreticileri olarak da yönetirler. Ve çağlarına ait
düşüncelerin üretimini ve dağıtımını düzenlerler”

demektedir. Hegemonya kavramının açıklanmasında Marx’ı izleyen Althusser ve


Gramsci ise hegemonyanın ideoloji ile çalıştığını söyleyerek bunun anlamının, başat
sınıf fraksiyonlarının lehine olan sivil hayat ve devlet alanlarında kurumsallaştırılan
gerçeklik tanımlarının bizatihi tabi sınıfların yaşanan gerçekliğini oluşturur hale gel-
mişlerdir demektedirler (Hall,1999b: 207-222-226). Öte yandan Gramsci , hegemon-
yanın sürdürülmesinde, “..çoğunluğun kendisini ikincil konumuna koyan sisteme
rızasının sürekli biçimde kazanılmasını ve yeniden kazanılmasını içerir” (Fiske, 1996:
225) diyerek hegemonyanın ideolojik işleyişinde zor ve tahakküm biçiminden çok
rızaya dayalı biçimin etkin olduğunu göstermiştir.
Hegemonyanın ele alınışı, son dönemde küreselleşme sürecinin getirdiği yeni top-
lumsal, ekonomik ve kültürel değişmelerin değerlendirilmesi ile birlikte farklı şekil-
lerde olmaktadır. Hegemonik kültürel yapının işleyişi ile ilgili olarak yapılan eleştirel
çalışmalar arasında, klasik eleştirel yaklaşım ile kültürel çalışmaları ayırt edebiliriz.
Klasik eleştirel yaklaşımın kültürel analizinde, ideolojinin başat ekonomik sistemden
kaynaklandığı ve sınıfsal çıkarların ürettiği yanlışa dayandığı şeklindeki ekonominin
belirleyiciliği yaklaşımına karşılık, kültürel çalışmaların kültürel alana yaklaşımında,
Hall, “ ideolojinin kökenlerini bulmaya çalışmaktan ziyade somut etkilerini betimle-
meye çalışır. İdeoloji özneleri tamamen egemenliği altına almaz; daha ziyade egemen
ve muhalif ideolojiler arasındaki Hegemonik bir mücadele sürecine yerleşir. Sonuçta
ideoloji üretim tarzının saf bir yansıması değildir. Cinsiyete ve ırka ilişkin pratikler de
en az ekonomik pratikler denli temel niteliktedir” demektedir (Sholle, 1999: 279).
Hegemonyayı yeniden değerlendirirken, küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan ge-
lişmelere bakarak yapmak gereklidir. Bu süreçte, gelişen küresel ilişkilerle birlikte
hâkim kültürel yapıyı denetleyen sınıf olarak orta sınıfın, ekonomik yeniden yapılan-
masında tüketimin öne çıkan karakterinin ve kültürel olarak da tüketime bağlı olarak
ortaya çıkan tüketim kültürünün ya da pop kültür olgusunun önemli hale geldiğini
söyleyebiliriz.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 57

Üzerinde tartıştığımız hegemonik kültürü, hakim anglo-amerikan kültürel de-


ğerlerin “çok kültürlülük” biçiminde ulus-devletlerin geleneksel başat kültürlerinin
üzerinde bir üst kültür olarak yeniden şekillendiği (Turner,1999:151) kültür olarak
tanımlayabiliriz.
Kültürel çalışmaların yaklaşımıyla ele aldığımız bu çalışmada temel amaç, gençlik
alt kültürlerinin Hegemonik kültürel yapıyı yeniden üretmeleri sürecini tartışmaktır.
Bu süreç içinde tartışılacak konular, gençlik alt kültürlerinin hızla popüler hale ge-
tirilmeleri durumunda ortaya çıkan yeni anlamların özellikle modernliğin tüketim
kültürü olgusu olarak algılanması, zaman ve mekân boyutu algılamasının ortadan
kaldırılması ile alt kültürlerin bir beden kültürü haline dönüştürülerek hâkim anglo-
amerikan kültürel değerler sistemi içinde bir beden kültürü olarak tüketilmeleri ve
gençlik ideolojisine dönüştürülmeleridir.
Bu amaçla yeni sürecin işleyişinde temel belirleyici olanın, küresel yeniden yapı-
lanmalarla ortaya çıkan yeni toplumsal dinamikler olduğu kabul edilmiştir. Bu di-
namiklerin başında, yeni orta sınıfın kültürel kimliğini kurmak adına sürekli olarak
“farklılıkların” tüketilmesini talep etmesi gelmektedir. Ancak öte yandan talep edilen
bu “kültürel farklılıklar” yeni orta sınıfın tüketimine sunulurlarken farklı olan taraf-
ları törpülenerek, bir anlamda evcilleştirilerek yeniden tasarlanmaktadırlar. Bu yeni
tasarımı, kurguyu ise, medyanın küresel olarak yeniden yapılanmış hali sağlamakta-
dır. Toplumsal dinamiğin işleyişinde önemli bir diğer nokta da yeni orta sınıfın talep
ettiği bu farklı kültürel durumların toplumun çok daha geniş kesimleri tarafından
medya aracılığı ile takibe alınmasıdır. Ancak bu noktadan itibaren de popüler kültür
olgusunun medya tarafından kurulduğunu görüyoruz.
Çalışmanın diğer yanı ise popüler kültür olgusunun medya tarafından kurulma-
sıdır. Bu ise aynı zamanda yeni orta sınıfın kültürel değerlerinin toplumun ortalama
değerleri olarak yapılandırılmasını ve hegemonik kültürel değerler olarak sunumunu
sağlamaktadır. Öte yandan izlenen sürecin diğer bir adımını da, gençlik alt kültürle-
rinin, yeni orta sınıfın kültürel kimliğinin kurulmasında farklılık oluşturucu bir kül-
tür olarak yeniden kurgulanmaları oluşturmaktadır.
Gençlik alt kültürleri muhalif karakterleri ve kendilerine özgü stilleri ile orta sınıf
gençlik kitlesinin tüketmeyi çok fazla istediği kültürel biçimlerdir. Ancak medya ta-
rafından da hızla dönüştürülüp kitlesel tüketime sunulan bir kültürdür. Bu denli hızla
dönüştürülmeleri alt kültürlerin artık suni /yapay olarak oluşturulmalarına, hızlı ve
çok fazla tüketilme talebinin olması nedeniyle de sadece gençlik kitlesinin değil orta
sınıf kitlenin büyük bir kesiminin tükettiği kültür haline dönüşmüştür. Medya tara-
fından popüler kültüre dönüştürüldüklerinde ise, muhalifliklerini kaybetmiş sadece
bir beden kültürü halinde, gençlik imajı olarak, stilistik özelliklerin ön plana çıkarıl-
dığı, eğlence ve hazzın sembolü haline getirilmişlerdir.
Bu çalışmada, Türkiye’de iletişim alanında kültürel çalışmaların bakışıyla halen
yapılmış veya yapılmakta olan altkültür çalışmalarının azlığı ve yetersizliği karşısında
uluslar arası literatürde yapılmış olan çalışmalardan yola çıkarak bir derleme çalışma-
58 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

sı yapılmaya çalışılmıştır. Öte yandan çalışmanın yapılmasında dikkat edilen önem,


gençlik altkültürlerinin hegemonik kültürel değerlerin hızlı bir biçimde tüketimini
sağlamış olmaları nedeniyle dikkate alınmaları gerektiğidir. Bu nedenle hegemonik
kültürel yapı üzerinde çok fazla şey söylenmiş olmakla birlikte bu konuya bir de genç-
lik altkültürleri ve ortasınıf kültürel kimliği ile bağlantılı olarak bakmanın hegemo-
nik kültürel yapının anlaşılmasında ve tartışılmasında yararlı olacağı düşüncesidir.
Çalışmanın daha çok kuramsal bakış açısı içinde kalması ve Türkiye üzerinden bir
örneklendirmeye gidilmemesinin nedeni, ortasınıf kültürünün küresel bir karakter
kazanması nedeniyle ancak küresel hareketlerin takip edilerek Türkiye’deki gelişme-
lerin daha rahat anlaşılacağıdır.

Yöntem

Çalışmanın yöntemsel bakışı, kültürel çalışmaların yaklaşımına dayanmaktadır.


Bu yaklaşımda, gençlik kültürlerinin ve onların tarzlarının, sınıf, egemen kültür ve
ideolojiyle olan ilişkileri Marksist açıdan ele alınmaktadır (M.Brake, Comparative Yo-
uth Culture akt. Jenks, 2007: 32).
Bu çalışmada, kültürel bir olay olarak günümüz gençlik alt kültürlerinin hakim
kültürel yapı ile ilişkisini ele alırken, bu kültürlerin medya tarafından hakim kültüre
nasıl dahil edildikleri, bu konuda kültürel bakış açısıyla yapılmış çalışmalara daya-
narak ve farklı alt kültür örnek olaylarından hareket edilerek niteliksel analizi ya-
pılmaktadır.
Çalışmanın kuramsal temelini oluşturan hegemonik kültürel yapının popüler
kültürel anlamlarla kurulması sürecinin irdelenmesinde, öncelikle medyanın dola-
yımladığı ve popüler kültür olgusuna dönüştürdüğü kültürel yapı ele alınmaktadır.
Bu kültürel yapıda, temel belirleyici etkenler olarak özellikle yeni ortasınıfın kültü-
rel kimliği ve yeni medyanın yapısı temel belirleyici etkenler olarak ele alınmakta ve
daha sonraki aşamada ise, bu yapılar ile gençlik alt kültürleri arasında kurulan ilişkiye
bakılmaktadır.
Yeni ortasınıf ile ilgili kuramsal çerçevenin oluşturulmasında Bourdieu’nün habi-
tus kavramından yola çıkılmıştır. Ancak bu bakışı güçlendiren diğer çalışmalar için-
de, Turner’ın Statü, Featherstone’un Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Chambers’ın
Göç, Kültür, Kimlik ve Bocock’un Tüketim ve Chaney’in Yaşam Tarzları adlı çalışma-
ları da sayılmalıdır. Çalışmada yeni medyanın yapısı ile ilgili olarak yararlanılan,
Morley ve Robins’in Kimlik Mekanları adlı çalışmasıdır. Bu çalışmaya ilave olarak
M. G.Bek’in Avrupa Birliği ve Türkiye’de İletişim Politikaları adlı çalışması da önem
taşımaktadır.
Çalışmanın kuramsal temelinin diğer tarafında, dolayımlanmış olan bu gençlik
alt kültürlerinin meydana getirdiği yeni kimlik ve anlamlarla hegemonik kültürel ya-
pının kültürel değerlerini, yeniden üretmesi süreci gösterilmeye çalışılmıştır. Çalışma
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 59

ile ilgili olarak belirlenen ana kaynaklar içinde özellikle medyanın kültürel yapıdaki
Hegemonik ilişkilerin kurulması sürecini irdeleyen S. Hall’un Kültür, Medya ve İdeo-
lojik Etki, ile İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın
Geri Dönüşü yine J. Fiske’in Popüler Kültürü Anlamak ile İletişim Çalışmalarına Giriş
adlı çalışmaları temel kaynak durumundadır. Gençlik altkültürleri ile ilgili olarak
kültürel çalışmaların bakışı altında yapılan çalışmalar arasında, Hebdige’in Altkül-
türler, S. Hall,&T. Jefferson’un Subcultures, Cultures and Class, Resistence Through
Rituals, A. McRobbie’nin Postmodernizm ve Popüler Kültür, S.Thorntone, Club Cul-
tures, Music, Media and Subcultural Capital, S.Redhead, Subculture to Clubcultures
gösterilebilir.
Çalışmanın sonuç bölümünde ise, gençlik altkültürlerinin hegemonik kültürel ya-
pıya eklenmesi ile meydana getirdiği etkileşimlere bakılmaktadır.

Kuramsal tartışma

A- Hegemonik kültürel yapının popüler kültürel anlamlarla kurulması süreci


Hegemonik kültürel yapının popüler kültür olgusu içinde kurulumunu irdelerken
, bu süreçte orta sınıfın kültürel kimliği, medyanın yeni yapısı ve gençlik alt kültürleri
arasında kurulan ilişkiye daha yakından bakmak gereklidir.
a- Ortasınıfın kültürel kimliği
Hegemonik kültürel yapının popüler kültür olgusu içinde kurulması sürecinde
yeni küresel ekonomik ve toplumsal yapılanmalar belirleyici etkendirler. Üretimin
küresel olarak yeniden yapılanması ile beraber hızlanan, artan ve çeşitlenen üretime
karşılık tüketim de rasyonel olmaktan çıkarak irrasyonel olarak kullan at biçiminde
yeni bir biçime dönüşmüştür (Harvey,1997: 318,9) Bu ise kültürel yapının da yeniden
tasarımını zorunlu kılmış ve medya tarafından manipüle edilerek ticarileşmiş küresel
bir popüler kültür olgusunu ortaya çıkarmıştır.
Öte yandan pop kültürün belirlenmesinde etken olan bir diğer faktör ise, top-
lumsal alandaki değişmeler, sınıfların kültürel kimliklerinin yeniden tanımlanması,
özellikle de toplumsal yapıda küresel ekonomik gelişmelere paralel olarak orta sınıfın
değişen kültürel kimliğinin önemli hale gelmesi ile toplumun diğer kesimleri ara-
sında oluşan yeni ilişkilerdir. Bu durumu Featherstone (1991 akt.Chaney, 1999: 80)
tanımlarken, yaşam tarzları kavramından hareket ederek, ilkinde yaşam biçimi uygu-
laması ile bireysel kimlik arasında doğuştan bir ilişki olduğunu , ikincisinde ise este-
tik biçimin artık avant-gard elitlerle sınırlı kalmayıp daha geniş alana yayılan günlük
yaşam estetiğinin bir parçası haline geldiğini belirler.
Orta sınıfın bu yeni kimliğine ve farklı kesimleri arasındaki ilişkiye daha yakın-
dan irdeleyerek bakmak mümkündür. Orta sınıf, küreselleşme süreci içinde ulus dev-
let ile tanımlı yapısından ayrılarak küresel sermayenin hizmetinde çalışan orta ve üst
orta sınıflar olarak toplumsal alanda yeniden konumlanmaktadır. Bu sınıfın üyeleri
60 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

kitlesel medyada, hizmet endüstrisinde, yüksek eğitimde, modern refah devletlerinin


toplumsal konumlarında v.b. yerlerdedir (Elteren, 1999:301). Orta sınıfın kendini di-
ğer sınıflardan ayırt etme biçimi Bourdieu’nün belirlediği anlamda yapmış olduğu
yaşam biçimi tercihleri ile olmaktadır. 2
Orta sınıfın kendisini diğer sınıfsal yapılardan ayırt eden farklı tüketim pratikle-
rinin yanı sıra Bourdieu , orta sınıfın kendi tüketim pratikleri içinde de farklı serma-
ye biçimlerinin farklı yaşam şekillerini kurduğunu göstermektedir. Bu farklılıkların
kurulmasında ekonomik sermaye biçiminden farklı olarak bir de entelektüel yada
kültürel sermaye biçimleri olduğunu, kültürel sermayenin endüstriyel ve ticari bur-
juvazinin denetimi altında olmayıp, entelektüel ve sanatçı sınıf tarafından tanımlan-
dığını söylemektedir. “Bourdieu’nün sosyal alanda var olduğunu öne sürdüğü fark-
lılıkları izleyerek belirlediği temel ayrım, iki değişik tipte sermayeye ulaşma olanağı
olan gruplar arasında görülen ayrımdı. İş, girişimcilik, idare, ticaret ve finans grupları
ekonomik sermayenin önemini vurgulayan gruplardı. Böyle grupların hedefi, para
sermayesini, taşınmaz malları, fabrikaları, dükkânları, bono ve hisse senetlerini birik-
tirmekti. Bu grupların yaşam tarzları… Yaşayan yeni zengin Amerikalıların tüketim
kalıplarına çok benziyordu…(diğer yandan) Avrupa’daki ve özellikle Fransa’daki “pa-
ralı eski aileler” daha az gösterişli tüketim yapma ve daha az “dikkat çekici” davranma
eğilimindeydiler. ..bu insanlar ..bu iş adamlarından kendilerini farklı tutabilmek için
köklü sanat biçimlerini değerlendirebilmeyi toplumsal bir dışlama aracı olarak kulla-
nıyorlardı” (Bocock, 1997: 69,72). Bourdieu bu farklılaşmada, kültürel sermayeye sa-
hip olanların standart beğeni sınırlarını değiştirebilmek için yeterli beceri ve güvene
sahip olduklarına ilişkin düşünceyi geliştirmelerine karşılık kendine güveni olmayan
ve bu nedenle de geleneksel beğenilere daha fazla saygı gösteren ekonomik sermaye
sahiplerinin düşüncelerinin rol oynadığını göstermektedir (Chaney, 1999: 74).
Orta sınıfın sermaye farklılıkları ile farklılaşan yaşam şekillerinin ortaya çıkma-
sına paralel olarak gelişen bir diğer durum ise, kültürel sermayeye sahip olanların
oluşturdukları soylu yaşam şeklinin diğer kesim tarafından takip edilmesidir. Bu ke-
sim iktisadi ya da kültürel sermayeye çok az derecede sahip olması nedeniyle bu ser-
mayeyi edinmeye çalışır ve kendisini beğeni, üslup ve hayat tarzı alanlarında bilinçli
olarak eğitmeye çalışır. Diğer yandan yapmış oldukları tüketim şekli de farklılaşır.
Bu grubun hedefi yapmış olduğu tüketim ile saygınlık kazanmaya çalışmaktır. An-
cak diğer yandan kültürel sermayeye sahip olanlar da, sanatçıların ve entelektüellerin
kimlik, görünüş benliğin sunumu, moda tasarımı, dekor üzerinde çokça duran bir
hayat tarzına ilgi duyarken kendilerini farklı kültürel tüketim pratikleri ile ayırt etme

2 Orta sınıfın kültürel kimliğini anlamak için Bourdieu’nün sınıfsal ayrım kavramından hareket ederek an-
lamak daha açıklayıcıdır. Bourdieu, toplumsal ayrışmanın, bireylerin nesnel olarak içinde bulundukları
alan ile bireylerin öznel olarak ortaya koydukları pratikler arasında kurulan diyalektik bir ilişki ile be-
lirlendiğini söylerken bireylerin içinde bulundukları toplumsal alanın bireylerin pratiklerini sınırladığını
belirlemiştir (Tatlıcan-Çeğin, 2007:312). Toplumsal ayrımı oluşturanın bireyin kültürel pratikleri, statüsü,
hayat tarzı, giyim, kuşam, konuşma, görünüş ve bedensel eğilimleri olduğunu söyleyerek, yaşam dünyasını
(life world) habitus olarak tanımlamaktadır. Habitusun bireyin sosyal mekân algısını düzenleyen tüm pra-
tik, eğilim ve beğenilerin zırhı tarafından sistemleştirilip kurulduğunu söylemektedir. (Bourdieu,1986, akt.
Turner, 2000:85).
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 61

çabasındadırlar. “..başat gruplar” Leiss’in (1983) “konumsal mallar” dediği mallara,


yapay bir arz kıtlığının dayatılmasından ötürü itibar kaynağı haline gelen mallara
sahip olmaya ya da bunun gibi malları oluşturmaya çalışacaklardır. Tüketim kültürü
dinamiğinin yarattığı sorunlardan biri, kıtlığı çekilen ve sınırlı mallar daha geniş bir
nüfusa pazarlandıkça ya da piyasaya aktarıldıkça bunların sürekli olarak enflasyona
uğraması ve bu enflasyonun da tanınabilir ayrımların korunabilmesi uğrunda birdir-
bir oyununa benzer toplumsal yarışa neden olmasıdır. Tüketim mallarından edinilen
doyum, toplumsal olarak onaylanmış ve meşru (ve bundan dolayı kıt ve sınırlı) kül-
türel mallara sahip olunmasına ya da tüketilmesine bağımlıdır” (Featherstone, 1996:
150, 3-182); (Bocock, 1997: 71). Bu ilişkiler içinde entelektüeller de sınıflar ve farklı
sınıf kategorileri arasındaki bu ayrımı üretmek için simgesel sistemlerin mantığını
kullanırlar (Feathersone 1991, akt. Chaney, 1999: 72).
Öte yandan orta sınıfın kendini diğer toplumsal kesimlerden ayırt ederek kurdu-
ğu yeni kültürel ortamlar, orta sınıf bireyine kendi bireyselliğini oluşturacak biçimde
tüketim yapması, kendisine sunulan bol seçenekli tüketim dünyası içinden kendine
ait bir “bireysel” dünya oluşturmasına olanak vaat etmektedir. Yeni kültürel ortam
içinde orta sınıf bireyi kendini toplumun diğer bireylerinden ayrı ve farklı hissedecek
tüketimler yaparak “ayrıcalıklı” hale gelmekte kendini değerli hissetmektedir. Ancak
en önemlisi ise kendisine yapmış olduğu bu farklı tüketimler sayesinde toplumda
statü elde etmektedir. Öte yandan bu ayrıcalıklı dünyalar içinde farklı tüketimler ya-
parak toplumda aynı tip yaşam tarzını sürdürmek zorunda kalmamakta farklı tüke-
timler yapabildiği için farklı yaşam tarzları sürdürme olanağına sahip olarak kendini
“özgür” de hissedebilmektedir. Bu ayrıcalıklı orta sınıf bireyinin yapmış olduğu tüke-
tim tercihleri sayesinde “kendine ait” ve “özgü” olan bir yaşam tarzı oluştururken aynı
zamanda kendisi gibi benzer tüketimleri yapan gerek kendi toplumunda ve gerekse
de farklı diğer toplumlardaki orta sınıf bireyleri ile de ortaklıklar/ topluluklar oluştur-
makta böylece global bir kimlik de kazanmaktadır (Bonner and Gay, 1992); (Crane,
1992); (Mort,1995); (Featherstone, 1996); (Lury, 1996).
Kültürel sermayeye sahip olan orta sınıfın kurduğu bu yeni kimlik içindeki kül-
türel yapının özelliği, sürekli olarak farklı olanın tüketilmesi, talep edilmesidir. Talep
edilen bu farklılıklar, ya da “öteki” olan kültürler, kültür endüstrileri tarafından ev-
cilleştirilerek devamlı olarak merkez kültüre katılmakta ve “çok kültürlü” bir kimlik
içinde kurgulanmaktadırlar. Böylece, yeni hâkim kültürel ortamda, “Farklılık bir teh-
dit oluşturmaktan ya da iktidar ilişkilerini belirlemekten çıkar. Ötekilik, sunabildiği
değişim değeri, egzotikliği ve zevkleri, heyecanları ve serüvenleri nedeniyle rağbet
görür” (Rutherford, 1998: 10). Böylece farklı olan, marjinde kalan kültürler giderek
merkez kültür içinde yer almaya başlarlar. Hâkim kültür ile öteki kültür arasında be-
lirlenen bu ilişki biçimiyle ortaya çıkan “çok kültürlü” ortam artık tek merkezci ve
etnik merkezci bir edebiyat, kültür, tarih, din, müzik, kimlik ve dil anlayışını reddet-
mektedir (Featherstone,1996:34,45); (Chambers, 2005: 38,100).
Orta sınıfın bu “çok kültürlü” kimliği aynı zamanda medya aracılığı ile farklı ola-
62 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

nın hâkim anglo amerikan kültürel değerlerle evcilleştirilip yeniden anlamlandırıl-


masıyla dolayımlanmış bir çok kültürlülüktür. Hakim anglo-amerikan kültürel yapı
bu farklılıkları yeniden anlamlandıran bir üst kültür haline gelir. “Bu üst kültür, iste-
yenin istediği kadar ve istediği şekilde içinden kültürel öğe alabileceği bir depo inşa
eder. Ancak bu şekilde alınan öğelerin çoğu aynı zamanda Amerikanist ya da daha
yaygın bir deyişle Amerikanlık halesine sahiptir. Bu da özgürlük, rahatlık, liberallik,
canlılık, modernlik ve gençliğin temel ifadelerini içerir” (Elteren, 1999: 308)
Ancak diğer taraftan bu farklı kültürlerin medya aracılığı ile anglo-amerikan
hâkim kültürel yapı ile yeniden anlamlandırılarak evcilleştirilmeleri aynı zamanda
bu kültürlerin içeriklerinin boşaltılarak birer pop kültür haline dönüşümünü getir-
miştir.
Fiske hâkim kültür söylemini üreten bir kesim olarak belirlenen orta sınıfların,
aynı zamanda popüler kültürün hem tüketicisi ve hem de üreticisi olarak karşımıza
çıktıklarını ve popüler kültürün oluşturulması adına, kendi değer sistemlerini po-
püler kültürün odaklandığı boş vakit kültürü içinde yaygınlaştırmaktadırlar. Orta
sınıfların bunu bir yandan alt düzeydeki öteki sınıfların boş vakit kültürlerini kendi
değer sistemleri içine katarak diğer yandan da üst sınıf kültürü içine yaygınlaştırarak
yapmaya çalıştıklarını söyler. (Fiske, 1999: 100).
Bu anlamda orta sınıfın seçkin/soylu olma adına kendi “çok kültürlü” kimliğini
kurarken bunu daha aşağıdaki kesimlerin popüler kültürleri arasından yapabildiği
gibi pek çok başka otantik olan kültürleri kültür endüstrileri aracılığı ile dönüştüre-
rek, evcilleştirerek kendi kurduğu hâkim kültür söylemi içine katarak bir pop kültür
halinde tüketmektedir. Gençlik alt kültürleri de orta sınıf gençliğinin kurduğu yeni
tüketim kültürü pratikleri içinde ayrıcalıklı bir kimlik oluşturmada, farklı bir beğe-
ni, üslup ve estetik ile bir dil oluşturarak kurdukları duyarlılıklar nedeniyle (Chaney,
1999: 140) medya ve piyasa ilişkileri çerçevesinde yeniden kurularak popülerleştiril-
mektedir.
Sonuçta orta sınıf kendi ayrıcalıklı kültürel kimliğini kurmak isterken oluşturdu-
ğu “çok kültürlü” kimliği, hâkim kültürel değerlerle donatılmış olarak birer popüler
kültür ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kültürün tüketimi de orta sınıfın fark-
lı iki kesimi arasında farklı şekilde yapılmaktadır. Kültürel sermayeye sahip olan orta
sınıfın kendi kimliğini kurmaya yönelik olarak yapmış olduğu estetik biçimli pop
kültür tüketiminin yanı sıra ekonomik sermayeye sahip olan diğer kesimlerin haz ve
eğlenceyi öne çıkaran bir pop kültür tüketim şeklinin ortaya çıktığı gözlenmektedir.
b-Yeni medya ve gençlik alt kültürleri
Yeni hegemonik kültürel değerlerin oluşturulmasında önemli diğer bir yapı da
medyadır. Medya, küresel piyasa mekanizmalarının belirlediği süreç içinde hareket
ederek yeniden yapılanma sürecine girmektedir. Bu yeni yapılanma sürecinde fark-
lılaşan çok fazla durum vardır. Öncelikle kamusal yarar adına hizmet eden ve yazılı
basının hakim olduğu bir medyada yer alan ulusal kültürün oluşturulmasını üstlenen
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 63

hizmet anlayışının, sosyal gruplar arasındaki farkları çoğaltan ve sosyal hiyerarşileri


devam ettiren işlevinin ve kamusal söylemini eğitimli kitleye yönelerek hazırlayan
yapılanmanın yerine görsel basının, görüntünün hakim olduğu, yeni bir yapılanma
söz konusu olmaktadır. Yeni medya yapılanması içinde yazılı basın giderek etkisini
kaybederken, görsel basının, sosyal grupların yaşına, eğitim seviyesine bakmadan her
seviyedeki gruba çok çabuk ulaştığını ve aradaki seviye farklarını ortadan kaldırdığı-
nı farklı sosyal gruplar arasında diyalogu sağlayarak birbirleriyle birleşmesini ve bu
sosyal arenaya bağlanmasını sağladığını söyleyebiliriz. Görüntülü medya günümüz
toplum yapısı içinde farklı alt kültür ve sosyal sınıfları birbirleriyle bir araya geti-
rerek merkezi bir rol oynamaktadır (Crane, 1992; Morley&Robins, 1997; Postman,
1994). Bundan böyle “Basılı söze dayalı bir epistemolojinin gerileyişi bununla bağ-
lantılı olarak televizyona dayalı bir epistemolojinin yükselişi söz konusu olmaktadır.”
Görüntülü medya bundan böyle kültürel yapıyı şekillendirmekte ve etkilemektedir
(Postman, 1994). Öte yandan son dönemde medyanın yapılanma sürecinin teknolo-
jik gelişmelerin hızlanması sürecinde görüntü ve internet teknolojilerinin birleşmesi
ile de yeniden farklılaştığını söylemek mümkündür.
Medyanın yeni yapılanma sürecinde ortaya çıkan önemli bir durumu da, piyasa-
nın belirleyiciliği altında farklı medyaların yöndeşme3 olgusuna bağlı olarak artık bir-
likte hareket etmelerinin söz konusu olmasıdır. Medyanın bu yeni yapılanması içinde
piyasa ve medya ilişkileri önemli ölçüde yakınlaşmakta bu durum çoğu kez piyasanın
isteği doğrultusunda programların yapımına dönüşmektedir. “Örneğin (İngiltere’de)
Cumartesi sabahları yayınlanan çocuk programları, tamamen pop müzik endüstrisi
etrafında gelişmekte, yeni promo video klipler için geniş bir vitrin oluşturmaktadır.
Bu programların içeriği tanıdık işletme etrafında planlanır. Yıldızlarla telefon bağlan-
tıları, röportajlar , yeni single’lar genç yetenekler için düzenlenen yarışmalar..” Gü-
nümüzde kültür ve görsel iletişim biçimine bürünmüş sermaye gençlik piyasasına
giderek daha fazla hâkim olmaktadır. (Mc Robbie,1999:31,2) 4 Öte yandan medyanın

3 Yöndeşme olgusu, “Türkçeye ‘yakınsama’ ya da ‘ yöndeşme’ sözcükleri ile de çevirisi yapılan ‘convergence’
terimi bilgisayar, görsel-işitsel medya, telekomünikasyon gibi sektörlerin teknolojik ve ekonomik olarak
birleşmesi, yeni ürünler ve hizmetler yaratmaları anlamına gelir. Bu süreç 1970’lerden beri devam etse de
kablo TV, dijitalleşme ve internetteki son teknolojik gelişmeler, süreci hızlandırdı. Yöndeşme daha önce
ayrı olan sektörlerin birleşmeleri, artan yatay ve dikey yoğunlaşmalarla da hız kazandı” (Losifidis, 2002 akt.
Gencel Bek, 2003:40).
4 Medyanın yöndeşme ilişkisine örnek olarak özellikle müzik endüstrisi ile radyo arasında kopmaz bir bağ-
lantıyı gösterebiliriz. İkisi arasındaki ortaklık dönemin popüler müziğini belirlemede etken olmaktadır.
“Plak şirketleri, müzikleri yerleşik radyo istasyonu formatlarından birine uymayan sanatçılarla ve grup-
larla sözleşme imzalamaktan kaçınır. Tipik olarak şarkılar popülerliğe giden yolda ilk adımı, bol kazançlı
Contemporary Hits veya yeni Crossover radyo formatlarında sıkça çalınma şansına sahip olmadan önce
belli bir formatta başarı kazanarak atmak durumundadır.” Bu tip format içinde bulunan müzikler radyoda
devamlı çalınarak popüler hale getirilirler. “Popüler şarkıların bu kolayca ayırt edilir unsurları “çengel”
olarak adlandırılır. Ki bu kavram şarkıların dinleyicilerin ilgisini çekme ve bu ilgiyi sürdürme yeteneğine
işaret eder. Çengel genellikle şarkının içinde birkaç kez tekrarlanır. “dans” müzikleri çalan radyo istasyon-
ları ve dans kulübü diskjokeyleri sık sık bir şarkının çengelini diğer şarkıların enstrümental bölümlerine
yedirirler. Ve böylece etkisini daha da artırırlar. Diğer kitle iletişim araçlarının sunduğu biçimlerden farklı
olarak müzikteki “top hit”ler radyo istasyonlarında tekrar tekrar çalınır. Böylece şarkıların içerdiği temel
formasyon geniş bir dinleyici kitlesine ulaştırılır.” (Lull, 2000: 14,5 ,6). Bu örnekle ilgili olarak yazılı basının
nasıl bir işlevi olduğu konusunda ise, bu radyo istasyonlarının neler çaldığına yer veren müzik dergilerin-
den gelen bilgilerin çoğu program müzik direktörünün istasyonları için şarkı seçerken kullanılan bir ölçüt
64 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

devamlı değişen teknolojik yapısı içinde dijital teknolojilerin söz konusu olması ne-
deniyle artık görüntü ve yazının beraberliği ve izleyicinin bu beraberliğe yön verme-
si/katılması da söz konusudur. Sonuç olarak medyanın giderek ticarileşen yapısına
karşılık, izleyici ile birlikte hareket eden medya yapıları söz konusudur.
Medyanın kurulan yapısı ile birlikte kültürel alanda üstlendiği işlevin de değiş-
tiğini toplumun ulusal değerlere göre eğitilmesi, aydınlatılması işlevinden ayrılarak,
sınıfsal ayrımları oluşturacak yeni kültürel değerlerin tüketilmesi, oluşturulması işle-
vini üstlendiğini söyleyebiliriz. Medya kurulan yeni yapısıyla bir yandan yeni Hege-
monik, hakim kültürel yapının kuruluşunu sağlarken, diğer yandan da sadece hakim
kültürün kurulması alanında değil aynı zamanda yukarıda belirlediğimiz orta sınıfın
stilistik tarzlarının toplumun daha geniş kesimine iletilmesi, pazarlanması sürecinde
ve yine hakim kültürel yapının değer anlayışlarının yaygınlaştırılması açısından da
önemli bir işleve sahip durumdadır.
Öncelikle medyanın kültürel yapıdaki Hegemonik ilişkilerin kurulması sürecine
yakından baktığımızda, Hegemonik kültürel yapı, güçlü sınıfın menfaat ve durum-
larını ortaya koyan anlamlar olup sistemin içindeki diğer farklı kültürleri tanımla-
mayı dener. Ancak farklı olan diğer kültürler açısından da sadece boyun eğme değil
aynı zamanda mücadele söz konusudur. Hegemon olanı uyarlamaya çalışıp ortadan
kaldırmak için direnirler. Kültür daha açık bir tanımıyla, hâkim ve boyun eğenin da-
ima birbirleriyle mücadele halindeki ilişki halidir. Hâkim ve boyun eğen sınıfların
her biri farklı kültüre sahip olmakla birlikte boyun eğen kültür hâkim kültür tara-
fından tanımlamaya başlayınca hâkim kültür, hâkim ideoloji olmaya başlamaktadır
(Hall&Jefferson, 1998: 13). Ancak bu mücadelede ideolojinin özneleri tamamen ege-
menliği altına almadığı da vurgulanmalıdır. Egemen ve muhalif ideolojiler arasında-
ki Hegemonik bir mücadele süreci devam etmektedir (Hall, 1983 Akt. Sholle, 1999:
279).
Hegemonik yapının işleyiş sürecinde önemli bir diğer nokta da farklı olan kültürel
yapıların hegemon ile mücadelesi sırasında dirençlerini kaybederek hegemonik ya-
pıya dâhil olmaları ile bu yapıyı çoğulcu yapılar haline dönüştürmeleri, kendilerinin
de farklılık taşıyan olmaktan çıkarak güvenilirlik ve meşruiyet kazanmalarının söz
konusu olmasıdır (Hall, 1999a: 238).
Medyanın bu ilişkiler içindeki işlevi ise, bu hegemonik çerçeve içinde kalmayı
sağlamasıdır. Medya karmaşık bir süreç olan bu oydaşmayı/ortak kabulü şekillen-
dirme ve örgütlendirme işlevini yerine getirmektedir. Medya başat yapıyı oluşturur-
ken hangi olayları ele alıp yani hangilerini düzenli ve meşru bir tanım içine sokup,
hangilerini dışarıda bırakacağı, bunları sistemin gerçekliğinin dışında kalan aşırı-
lıkçı, irrasyonel, anlamsız, ütopyacı, pratik olmadıkları gerekçeleriyle dışlanmasına
karar vermektedir” (Hall, 1999a: 236,7,8,9-40). Medya bu işlevini gerçekleştirirken
“gerçek”liği yeniden tanımlamaktadır. Medya, “gerçeği” dilsel pratikler aracılığı ile

olmasıdır. Radyo, tüketim endüstrisi ve yazılı basın arasındaki ortaklığı gösterirken, medyanın pop kültürü
oluştururken kolaylık sağlayıcı yeni yapısını anlamak da kolaylaşmaktadır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 65

kurmakta ve seçilmiş tanımlarla temsil etmektedir. Bu temsil etme işinde aktif bir
seçme ve sunma, yapılandırma ve biçimlendirme vardır. Burada söz konusu olan bir
anlamlandırma pratiği olmaktadır. Bu anlamlandırmanın çoğulculuğu sağlaması
açısından güvenilir, meşru olması, sorgulanmadan kabullenilir olması gerekmekte-
dir. Bu durumda çoğulcu anlam yapılanmasının dışında kalan alternatif anlamların
marjinalleştirilmeleri, önemsizleştirilmeleri veya meşruluklarından arındırılmaları
gerekmektedir (Hall, 1999b:88-93). Böylece medya hâkim kültür tarafından ortaya
konulan temel tanımları yeniden üretir. Bu tanımları medyanın kendisinin bağımsız
olarak meydana getirdiği kamusal dillere çevirerek dönüşüm yaparken, hâkim kül-
tür de medyaya dayanarak tanımlamalarını yeniden yapar. Daha açık bir ifadeyle,
sapkın olarak tanımlanan davranışların yeniden tanımlanması sürecinde egemen
grup olarak tanımlanan polis, iletişim araçları, yargı organları gibi kurumlar aykırı
davranışları belirler ve yeniden tanımlarlar. Böylece bu bir döngü halini alır (Hall
& Jefferson, 1998:76). İletişim araçları, direnişi iletirken aynı zamanda egemen an-
lamlar çerçevesine yerleştirmektedirler. Sonuç olarak medya görünen ticari işlevinin
yanında toplumun merkezi değer sistemi çizgisinde işlev görerek bu değer sistemini
güçlendirmekte ve toplumda çoğulculuğu sağlama bağlamaktadır (Hall, 1999b:85).
Hâkim kültürel yapıların medya aracılığı ile pop kültür halinde kurulması süreci-
ni özellikle alt kültürlerin popüler kültür haline dönüştürülmesinde gözlemleyebili-
riz. Bu süreçte öncelikle medya tarafından alt kültürlerin tanımlanması sapkın olma
şeklindedir. “Alt kültürel sapkınlık, merkezi değer sistemi içinde kurumsallaşmış ‘du-
rum tanımı’ndan sapmış olmak ya da farklı bir ‘durum tanımı’na ait olmak onunla
yakın ilişki kurmak ya da onu öğrenmek olarak anlaşılabilirdi” (Hall,1999b:86). Fiske
(1999:102) , tabii konumda olanın ya da alt kültürlerin oluşturduğu karşıt kültürle-
rin boş vakit ve hazlarını, hakim durumda olanın yada orta sınıfların “denetim dışı”
olarak saptadıklarını ve bunları toplumun istikrarına ve ahlaki ( ya da fiziksel) sağlı-
ğına yöneltilmiş tehditler olarak gördüklerini , “toplum karşıtı” olarak ilan ettiklerini
belirtmektedir. Egemen olanın bu yeniden tanımlama sürecinde özellikle orta sınıf-
ların varlığını tehdit edici bir varlık olarak ortaya çıkan alt kültürler “öteki” olarak
görülmektedirler.
Bundan sonra ise orta sınıf dönüştürme işlemini başlatıp, tabii olanın ürettiği her
türlü muhalif anlamı evcilleştirerek hakim söyleme dahil etmektedir. Ancak bunu
gerçekleştirirken bir yandan baskıcı yasama stratejileri ve diğer yandan da gelişigüzel
denetimsiz boş vakit etkinliklerini saygıdeğer hale getiren ve bir disipline bağlayan
sahiplenme stratejileri ile yapmaya çalışır. Bu denetimi sağlamak için geliştirilen söy-
lemler, ahlak, yasa ve düzen yanında Protestan çalışma etiği söylemleridir. Medyanın
hâkim kültürün dışında kalan kültürleri ana akıma dahil ederken kullandığı yöntem-
lerden en belirgin olanı, ahlak bekçiliği yapmasıdır.5 Alt kültür gruplarının sapkın

5 İngiltere’de Daily Mail bu tür kamuoyu yaratmada verilebilecek örneklerden biridir. Ancak bunun yanında
bu tip gazetecilik tekniklerini kullanan başka gazeteler de vardır. İngiltere’de nitelikli basının bile gittikçe
magazin tarzına doğru yöneldiği görünmektedir. Nitelikli basının magazin havasına girmesi ahlakçı san-
sasyonel abartılı başlıklarla birlikte verdikleri eklerin dedikodu gazetelerine benzemesiyle ortaya çıkmak-
tadır (McRobbie,1999: 294-5).
66 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

veya anti sosyal eylemlerini (küfür, kavga, “hayvansı davranış”, vahşilik ) dikkate alıp
bu “sapkın”lıkları 6 topluma gösterirken medya yönlendirici bir otorite olarak ortaya
çıkar. Diğer taraftan orta sınıfların alt kültürleri “öteki” olarak görmeleri ve bunu bir
tehlike olarak görmeleri karşısında “öteki”yi ya aşağılama yada doğallaştırma, evcil-
leştirme 7 biçimine dönüştürme uğraşısına da girerler. 8 Bu yeniden tanımlama süre-
cinde farklılıklar ortadan kaldırılır. Medya burada “öteki”ni bir yandan ideolojik bir
anlama dönüştürürken, yani bir yandan uyumsuz tipleri ve gürültülü çocukları diğer
yandan vahşi hayvanları ve inatçı evcilleri birlikte vererek ikisini özdeşleştirirken ya
da “öteki”ni anlamsız bir egzotikliğe, yalın bir nesneye, bir görüntüye, bir palyaçoya
dönüştürürken “ötekileştirme” politikasından vazgeçer. Punk örneğinde, punkların
her şeyden önce insan oldukları söylemi yer alır. Burada doğallaştırma, evcilleştirme
uygulamaları yer alır. Medyada bu üsluplar hem görsel ve hem de sözsel olarak yay-
gınlaştırılır. Böylece alt kültürler daha fazla pazarlanırlar. Buna karşılık alt kültürler
de pazarlanabilir tavırlarını devamlı olarak ortaya koydukları sürece medyanın bu alt
kültüre yaptığı vurgulamalar artar. Karşılıklı bir ilişki söz konusudur. Müzik dergile-
rinde punkların paçavralardan zenginliğe uzanan hikâyelerine yer verilir. Amerika’ya
giden punk müzisyenleri ve yayıncı veya plak yapımcısı olan banka memurları ,
kadın terzilerinin bir gecede başarılı iş kadınları olmaları gibi.. Punkların piyasaya
dâhil olmaları ile birlikte punk kültüründeki işsizlik, şehir hayatı ve sınırlı imkânları
vurgulayan açık topluma muhalif olma unsurlarının giderek kaybolduğu bunun ye-
rine açık toplum imgesinin kuvvetlendiği görülmektedir. Böylece egemen olanın alt
kültürleri yeniden tanımlaması ile alt kültürler eğlenceli bir gösteriye dönüşerek ana
akıma dâhil edilmiş olurlar. Ancak medya aynı zamanda bu alt kültürleri metalaştır-
maya tabii tutarak bu kültürleri bir tüketim nesnesi haline dönüştürür. Bunların ana
akım gençlik kültürü içine dâhil edilmesiyle birer boş zaman pratiği olarak sunulur.
Böylece boş zamanın doldurulmasında eğlenceli bir tüketim nesnesi olarak karşımı-

6 İletişim araçlarının ahlakçı yargılarına örnek olarak, Punkların özellikle kökenlerini gizledikleri, aile ku-
rumunu reddettikleri ve kendilerini yalın nesneler, kötü palyaçolar olarak göstermeyi seçerek öcü rolünü
üstlendikleri için basında sürekli olarak aileyi tehdit eden bir unsur olarak gösterilmelerini verebiliriz.
Basında Punk rezaletini suçlayan sayısız makalenin yanı sıra punk aile yaşamının ayrıntılarını ele alan ya-
zılar aynı sıklıkla yayınlanıyordu. “Örneğin Women’s Own’da Punkların sınıfı belli olmayan fantezi elbiseli
görüntülerini vurgulayan “punklar ve anneler” başlıklı bir makale yayınlanmıştı. “Daily Mirror altkültüre
ilişkin ilk yaygaracı yazı dizisinde Sex Pistols’un Thames Today programında ilk kez halkın önüne çıkarak
o hafta boyunca sergiledikleri garip elbise ve takılardan söz etti” (Hebdige,2004: 87).
7 Alt kültürlerin evcilleştirilmesinde örneğin, “Modlar, Punklar, Glitter Rockerler bütünleştirilip hizaya geti-
rilerek dudakları boyalı oğlanların ‘süslenip püslenen çocuklar’ kauçuk elbiseli kızların ‘sizin çocuklarınız
gibi kızlar’ olarak düşünüldükleri toplumsal gerçeklik sorunsalı içerisine yerleştirilebilirler.” Alt kültürle-
rin yasaklanan anlamlarının yumuşatılmasına bir örnek olarak , “sınıf farkının yok olması” kavramının
karşısına paradoksal olarak Coronation Street gibi haftada iki kez gösterilen TV programlarının canlandır-
dığı işçi sınıfının tüm geleneksel yaşama biçimini içine alan romantik “sınıflılık” kavramının çıkartılmasını
verebiliriz (Geertz, 1964. akt. Hebdige, 2004: 82,88).
8 Barthes, “Ötekinin” küçük burjuvanın varlığını tehdit eden bir skandal olduğunu söylemektedir. “Bu teh-
like (öteki) ile uğraşmak üzere iki temel strateji geliştirilmiştir. Öteki aşağılanabilir. , doğallaştırılabilir,
evcilleştirilebilir. Bu durumda farklılık yadsınır. Başkalık aynılığa indirgenmiştir. Ya da öteki anlamsız bir
egzotikliğe, yalın bir nesneye, bir görüntüye, bir palyaçoya dönüştürülebilir. Bu durumda farklılık analiz
edilemeyecek bir yere yerleştirilir. Görsel alt kültürler sürekli olarak bu terimlerle tanımlanırlar. Örne-
ğin futbol serserileri, edebin sınırları dışına konarak hayvanlar olarak sınıflandırılırlar” (Barthes,1972 akt.
Hebdige, 2004: 91).
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 67

za çıkarlar. Alt kültürlerin muhalif tavrı/ yıkıcı gücü tüketiciye sunulan reklâm ve
paketleme içinde kaybolur. Tüketim mantığı çerçevesinden hareketle öncelikle bu
akımlardaki stilistik yenilikler imgeler alt kültürlerde öne çıkarılan malzemelerdir.
Alt kültür üsluplarının ana akım gençlik kültürünü oluşturan bir moda haline dönü-
şümü basit bir kültürel süreç olmaktan çıkıp plakçıları, kayıt şirketlerini, butikleri v.b.
ticari şirketleri kapsayan ticari ve ekonomik kurumsal bir yapıya dönüşen bir süreç
haline gelmiştir. Bu süreç gençlik alt kültür geleneğinin devam etmesi ile sürer. An-
cak aynı zamanda geçmişteki deneyimleri de kapsayabilir. Örneğin Hippi döneminin
sağlıklı besin lokantaları, el sanatları dükkânları ve “antik pazarları” kolayca Punk
butik ve plakçılarına dönüştürülür9 (Fiske,1999:28,90,102;1996:231,2,); (McRobbie,
1999:294-5); (Hebdige;2004:71); (Hall&Jefferson,1998).
Medyanın orta sınıfın tükettiği hegemonik hakim kültürel yapının ya da diğer bir
ifadeyle “ötekiyi” sürekli dönüştürmesi sürecinde özellikle gençlik alt kültürlerinin
gerek muhalif karakterleri ve gerekse de getirdiği yeni farklı biçim ve üsluplar nede-
niyle orta sınıf gençliği açısından daha fazla farklılık oluşturucu tarzlar geliştirmesi
nedeniyle önem taşıdıkları görülmektedir.
Alt kültürler, toplumun farklı kültürel kesimlerinin toplumun bütününden ayrı
olarak kendilerine özgü oluşturdukları kültürel biçimleridir. Medyanın kendine özgü
olan bu alt kültürleri ana akım kültüre / pop kültüre dönüştürürken üstlenmiş oldu-
ğu ,“..a-grup ve sınıfların öteki grup ve sınıfların hayatları, anlamları, uygulamaları
ve değerlerine imgeler oluşturabileceği bir temel sağlama;b- bütün bu ayrı ve parça-
lanmış bölümlerden oluşan toplumsal totalitenin bir bütün halinde kavranabileceği
imgeler, örnekler ve fikirler sağlama sorumluluğu günden güne artmaktadır” (Hall,
1977. akt. Hebdige, 2004:81).
Medya alt kültürleri evcilleştirerek birer popüler/tüketim kültürü haline getirip,
hakim kültüre dönüştürürken aynı zamanda bu yeni tarz tüketimi toplumun diğer
kesimlerine aktarıp, kitleselleştirir. Bununla birlikte de bu poplaşmış formlar içine
giren hakim kültürün değerlerini de kitleselleştirmiş olur. Öte yandan pop kültür ol-
gusunun oluşumunda farklılık yaratan bir kültür olarak alt kültürlerin önemli olması,
medyanın gelişen teknolojik yapısına bağlı olarak alt kültür ortamlarının kendiliğin-
den oluşumunu beklemek yerine yapay alt kültür ortamlarının oluşumunu sağlamaya
da götürmüştür. Alt kültürün yerini club ve rave kültürü almaktadır. Club ve rave kül-
türü kitlesel tüketime ve üretime karşı yer altı/underground seslerle, stillerle “otantik”
olarak ortaya çıkarken alt kültürel alanla benzerlik taşımaktadır. Alt kültürler gibi
karanlık bir durumdadır. Bir yer, tarz, mit olmakta ve kendi kalabalığı ile belirgin
bir sosyal kategori olmaktan sakınmaktadır. Genellikle yeraltı kalabalığı soundlarla
birbirine bağlanmıştır. Yayıncılığın erişilebilirliğinin artması nedeniyle club ve rave
9 Punk alt kültürünün pop kültüre dönüşümünde şu örnek çok açıklayıcıdır. “1977 yazında Punk giysi ve
süslemelerini artık posta siparişleriyle alınabiliyordu. Aynı yılın Eylül ayında Cosmopolitan’da Zandra
Rhodes’un tamamen Punk temasının çeşitlemelerinden oluşan en son çılgın koleksiyonundaki giysiler
yayınlandı. Binlerce çengelli iğne ve plastik yüklü modellerin (iğneler, taşlarla süslenmişti ve plastik ıslak
görünüşlü satendi) yanı sıra punk alt kültürünün yakında yok olacağını haber veren “ ‘şok etmek şıklıktır.’
deyişiyle biten bir makale” (Hebdige,2004:71-95).
68 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

kültürünün ayrıcalığı ve gizemliliği yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır. Club kültü-


rüyle bağlantılı MTV ‘ye benzeyen TV yayınlarında da geniş bir dinleyici kitlesine
seslenen hitleşmiş pop müzik yayınlarında farklılık vardır. Öncelikle bu programlar
ortada olan negatif sembollerden kaçmak için kablolu yayındadır. İkincisi, clubberler
arasında müzik kültürü otonomisi sağlayan ve oldukça itibara sahip olan görüntüsel
içeriğe sahiptirler. Öte yandan yeni gençliğin kendilerini club ve rave kültürü içinde
ifade etmeye başlamaları politik arenada aktif olmadıkları anlamına gelmemektedir.
Kurdukları muhaliflikleri kendilerini fazla belli etmeden karmaşık çağdaş kültür
politikalarını tanıtmak şeklindedir. Öte yandan gündelik ezilmişlere karşı çıkmak-
tan öte, konser, disco gibi rutin hale gelen eğlenceler ile bir tür kaçış söz konusudur
(Thorntone, 1996: 117, 124,5-166,8); (Redhaed, 1997: 103); (Frith, 1998:41).
Ayrıca bu yeni deneyimlerin/ farklılıkların oluşmasında interaktif ortamlar da et-
kili olmaya başlamaktadır. Teknolojiyi hızlı bir biçimde kullanan gençlerin bu yeni
ortamlar içinde kendi kimlikleriyle katılarak düşüncelerini ileterek etkileşim sağla-
makta yeni fikirlerin, alt kültürel ortamların oluşması çok hızlanmaktadır. 10
Sonuç olarak medyanın yeni yapılanması, orta sınıfların hâkim kültürel yapısını
kurarken, alt kültürleri de bu yeni kültürel yapıya dâhil etmektedir. Ancak dahil eder-
ken onların muhalif taraflarını törpüleyerek, poplaştırarak ancak stilistik özelliklerini
ön plana çıkartarak bunu yapmaktadır. Diğer yandan ise medya alt kültürlerin bu
yeni biçimlerini aynı zamanda daha geniş bir kitlenin tüketimine de sokarak ticari-
leştirmektedir. Böylece alt kültürler yeni orta sınıfların seçkinci olma arzularına uy-
gun olarak muhaliflikleri yumuşatılmış ve sadece cool bir görünüm sergilemek üzere
tüketilirlerken daha geniş kitleler açısından da Hegemonik kültürel değerlerin taşıyı-
cıları olarak yeniden işlevselleştirilmiş halleriyle, yeni stil, biçimlerin sergilenmesi ve
birer gösteri malzemesi olarak tüketilmektedirler.

B- Gençlik alt kültürlerinin pop kültürün hegemonik yapısını bir üst kültür
olarak yeniden üretmesi
Yukarıda belirlediğimiz orta sınıfın farklı olanı tüketme talebi içinde medyanın
ortak duyu ve çoğulculuğu sağlayarak Hegemonik yapıyı kurduğunu belirlerken
farklı olanın çoğul yapılanma içine katılarak dönüştürüldüğü ortamda pop kültür
kimliğinin biçimlendiği görülmektedir.
Medyanın farklı olanı ana akım içine katarken ortaya çıkardığı pop kültür kim-
liğinde Hegemonik olan, anglo- amerikan kültürü olarak kurulmaktadır. Bu kültür,
“birey özgürlüğü”, “bireysel ilerlemeye duyulan inanç”, “fırsat eşitliği”, “kadın için eşit-
lik” ya da “gençlerin arkaik hiyerarşiye karşı isyan etmeleri”, “kendi sosyal grubuna
daha az bağlı olma”, “çok az bir çabayla hedeflerine ulaşma gibi” (Bertrand, 1987);
(Tomlinson,1999); (Hannerz,1998). idealleştirilmiş beyaz protestan ortasınıfın değer-

10 Bu konuda gençlerin bakış açıları, kimliklerini yansıtan Ekşi Sözlük ve bu site benzeri kurulan diğer siteler
örnek verilebilir. (Bkz. www.eksisozluk.com)
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 69

leri, temelde rekabete dayalı insan ilişkilerine, eril toplumsal yapılanmayı esas alan ve
toplumsal eşitsizliklerin olduğu Hegemonik yapılanma şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Bu Hegemonik yapı içinde egemen ve tabi olan kesimler arasındaki iktidar ilişkisin-
den şiddetin ortaya çıktığı ve ırksal değerlere dayalı ataerkil kapitalist değerler olarak
biçimlenen kültürel yapının belirlenmesi söz konusudur. “Bu üst kültür, isteyenin
istediği kadar ve istediği şekilde içinden kültürel öğe alabileceği bir depo inşa eder.
Ancak bu şekilde alınan öğelerin çoğu aynı zamanda Amerikanist ya da daha yaygın
bir deyişle amerikanlık halesine sahiptir. Bu da özgürlük, rahatlık, liberallik, canlılık,
modernlik ve gençliğin temel ifadelerini içerir” (Elteren, 1999: 308).
Bu değer yapıları pop kültür aracılığıyla estetik biçimlerle temsilinden giderek
vulgar biçimlerde temsil edilip eğitimsiz kitlelerin düşünceleri ile ortaklaşırlar. Ör-
neğin Hegemonik değerlerin kitleselleşmesi ile pop kültürün temel kimlik göstergesi
olan ve egemen olanın sapkın olanı egemenlik altına alması ile ortaya çıkan ilişkiyi
somut olarak temsil eden şiddetin (Fiske, 1999: 167) şeklinin değiştiği görülür.11 Pop
kültür sayesinde ırkçılık politikası da vulgarlaşır.12 Pop kültürünün giderek vulgar-
laşmasıyla, kabalaşmasıyla birlikte ataerkil kapitalizmin de kaba yüzünü göstermeye
başladığını görebiliriz. Örneğin Kadın ve erkek kimliğinde , “..kadınları duyarlı ro-
mantik ve evcil, erkekleriyse, çevreye salyalar saçan, bencil spor düşkünleri olarak
gösteren kalıplar” ortaya çıkarlar (Fiske, 1999: 147). Öte yandan hegemonik olan kül-
türel yapının farklı olanı, öteki olan kültürü kendi anlamları ile belirleyerek evcilleş-
tirmesi, poplaştırması ile birlikte farklı olanın, ötekinin, özgün olanın sahip olduğu
özgün bakış açısının da kaybolduğu ve kendini Hegemonik olanın bakış açısı içinde
konumlandırması söz konusu olmaktadır. Yerelde kalan, marjinde olan anlamlar ,-
etnisite, toplumsal cinsiyet, cinsellik v.b.- giderek merkezde Hegemonik olanın içinde
temsil edilmeye başlarlar (Chambers, 2005: 114). Hegemonik olan kültür ile öteki
olan kültür arasında kurulan bu yeni ilişkide, Hegemonik olan bir üst kültür halinde
ulusal yerel kültürlerin üzerinde yer alarak piyasa ile bütünleşmiş bir şekilde durmak-
tadır. Bu tür anlamların inşası özellikle pop müzik alanında çok daha netlikle ortaya
çıkmaktadır. 13
Bu kültürün hızlı bir biçimde tüketimi, kitleselleşmesi özellikle metropollerde
pop müzik ve gençlik kültürü çerçevesinde söz konusu olmaktadır (Gurinder,1988.

11 Britanya ve Avusturya gibi ülkelerdeki televizyonlarda çok daha az şiddet eylemi gösterilirken Sovyetler
Birliği Televizyonu bütün televizyonlar içinde en az şiddet içereniyken, zenginler ile yoksullar arasındaki
farklılığın en uç noktasına vardığı Birleşik Devletlerin en fazla şiddet içeren popüler televizyona sahip
olduğu görülür (Fiske,1999:166).
12 Pop kültürün hem pop müzik kanalından Rock müzikle ve hem de spor ile oluşturulan beden kültüründe
özellikle “siyah olma” nın ritm duygusuna sahip olmayla ilintili olarak doğa/ilksellikle ve “beyaz olma” nın
da kültür/ medeniyetle bir tutulduğu ırksal bir boyut söz konusudur (Rowe,1996:132). Bu boyutlar spor ile
daha fazla yaygınlık kazanırlar.
13 “ ..Batılı popüler müziğin tözsel ögeleri “siyah Afrika’nın tabi kılınmış izlerine” dek uzanır. Beyaz pop yıl-
dızlarının açıkça yada zımnen ırkçı olan izler kitlenin hoşuna gidebilecek şekilde siyah katkının hakkının
büyük ölçüde verilmediği gösterilir. Gereğince sterilize edilen bu beyaz egemen popüler müzik daha sonra
onun yaratılmasına yardımcı olan başka ülkelerdeki insanların yanı sıra güçlü yerli müzikal gelenekleri
olan insanlara “gerisin geri satılır” ve böylelikle bu insanlar kendilerine ait olan dönüştürülmüş kültür
ürünlerinin tüketicileri haline getirilir.”(Rowe,1996:91).
70 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

Akt. Iain Chambers, 2005:115).14 Bu konuda Mort, tüketici özgürlüğünü beklenmedik


şekillerde kullanarak moda piyasalarının dengesini altüst eden işçi sınıfından gelme
genç tüketicinin gücüne dikkat çekmektedir (Mort,1995. akt. McRobbie, 1999: 55).
Pop kültür bir üst kültür olarak kurulurken gençlik alt kültürlerinin sürekli olarak
dinamizm içinde olmaları nedeniyle alt kültürler pop kültürün bir parçası haline gel-
mişlerdir. Böylece gençlik kültürü ile pop kültür arasındaki ayrım bulanıklaşır. Sürekli
bir ilişki içinde olduklarını görürüz (Hall&Jefferson, 1998, Akt. McRobbie,1999:229).
Toplumsal muhalefet olgusunu dile getiren alt kategorideki gençlik kültürleri tüketim
kültürüne dönüşürlerken kendi içinde bulundukları bağlamlardan koparılarak farklı/
Hegemonik bir konum içine yerleştirilirler. Böylece ortaya gerçek/muhalif anlamın-
dan farklı bir mesaj çıkabilir. Kendi özgül anlamlarından uzaklaştırılan bu nesnelerin
anlamları pop kültür içinde grup hayatını yansıtacak, dışa vuracak biçimde düzenle-
nirler. Gençliğe yönelik küresel tüketim kültürü olgusunda sürekli olarak gençliğin
isyanını temsil eden muhalif olan ve farklı yaşam tarzı vaat eden unsurların bulunup
orta sınıf gençliğinin kullanımına sunulmasında, zenci alt kültüründen punk kültü-
rüne, eşcinsel olmaktan, vejetaryen olmaya kadar uzanan çok etnikli, çok kültürlü ya-
pıların muhalif bakış açılarının popüler hale gelmesi ve gençliğin tüketimine sunul-
ması söz konusudur. Orta sınıf gençliği bu kendi bağlamlarından koparılmış ve farklı
mesajlar üreten kültürel öğeleri farklı biçimlerde algılarlar.15 Öncelikle kendilerine
toplumsal muhalefet etme olanağını kolayca sağlayacak bu kültürel yapıları benim-
serler ancak diğer yandan bu yapılar ile de hem kendilerine diğer gençler karşısında
ve toplum içinde bir statü de elde etmiş olurlar hem de bireysel bir kimlik edinirler.
Ayrıca kendilerini farklı bir konumda gösterme olanağını da elde etmiş olurlar. Öte
yandan satın almış oldukları bu alt kültürleri onları temsil eden nesneler yoluyla da
“yaşamak” durumundadırlar (Hebdige, 2004; McRobbie, 1999).
Pop kültürün alt kültürlerle sürekli ilişki halinde olması, pop kültürün üst kim-
liğini Hegemonik değerlerle olduğu kadar hızlı tüketilmesi için gençlik ile de kim-
liklendirir. Pop kültürün gençlik kimliği ile ilişkilenmesi özellikle beden ideolojisi
olarak tasarımlar kurması ile ortaya çıkmaktadır. Yukarıda belirlediğimiz gençlik alt
kültürlerinin evcilleştirilerek bunların içine orta sınıf değerlerinin sokularak poplaş-
tırılması veya yeni yapay alt kültürler oluşturularak tüketim kültürüne dönüştürül-
meleri biçiminde ortaya çıkan bir süreç aynı zamanda beden ideolojisinin oluşmasını

14 Kitlesel medyanın yarattığı hip hop gibi sözlü kültürler dünyanın farklı bölgelerindeki gençlik gruplarına
ulaşır. Küresel bir hip hop kültürü içinde ortak kültürel kimlikler oluştuğu gibi içinde bulundukları yerel
ortam sayesinde de kendi tikel kimliklerini ifade etmektedirler. MTV’nin hızla yaygınlaşmasıyla beraber,
gençliğin ulusal sınırlar ve yerel bölgelerin ötesinde ortak müzik zevki ve kültürel kimlik gelişimini hız-
landırmıştır. Bu küreselleşme, içinde dünyadaki her yerden gencin katıldığı hayali cemaatler ve yaşam
biçimleriyle yani rap müzik, heavy metal , yeni dalga, ana akım pop gibi çeşitli müzik dünyalarıyla aynı
anda ilgilenmeyi olanaklı kılmaktadır (Elteren,1999: 318).
15 Bu bağlamda bazı gençlik alt kültürlerinin nasıl ana kültüre katıldığı konusunu irdelerken, örneğin punk
kültüründe engellenmişlik ve endişenin dışa vurumu söz konusudur. Bu özellikler ana kültüre katılım için
önem taşırlar. Çünkü bu metafor hem alt kültürün üyeleri, hem de düşmanları için uygun olmakta, punk
alt kültürünün bir gösteri olarak başarısını ve tüm çağdaş sorunları belirtebilme kabiliyetini açıklamakta-
dır (Hebdige,2004:83).
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 71

sağlamaktadır. Alt kültürün simgesel anlamlarının tüketime dönüştürülmesinde be-


den bir vitrin olarak işlev görmektedir. “Rock ve Pop kültürü daha geniş bir anlam-
da bir beden teknolojisidir. Ya da daha doğrusu beden üzerinde iş gören ve bedeni
üreten akışkan bir teknolojiler sistemidir. Beden bir yerde hareket ve sükûnet halinde
gövdesel nesne olarak üretilirken başka yerde maddiliğin ve duyumluluğun ikonik
göstergesi olarak üretilir” (Rowe, 1996: 142). Pop müzik beden kültürünü dans ve
seks temelinde kurarken şarkıcılar, yıldızlar, radyo ve clublerle oluşan bir pop kültür
ortaya çıkmaktadır (Reynolds, 2000:467). Özellikle listelerdeki pop müzik de cinsel
tutkuyu, özgül beden ihtiyacını ön plana çıkarmaktadır. S.Reynolds , bedenin geç
kapitalizmin hedonistik tüketici hegemonyasında arzunun açık seçik ifadesi olarak
ortaya çıktığını söylemektedir. (Reynolds, 1989. akt. Rowe, 1996: 110,1). Böylece Pop
kültürün beden ideolojisini üretmesi ikonalar oluşturması ve bunun üzerinden yıldız
kültü yaratması ile ortaya çıkan bir biçimlenme söz konusudur. Pop kültürün yıl-
dızkültü üzerinden oluşturduğu modalar hızla tüm toplumun yaşamına yansıyarak
bir üst kültür olarak yerleşmesine olanak vermektedir. Böylece pop kültür ,orta sınıf
Hegemonik değer anlayışı çerçevesinde biçimlenen ancak gençliğin yaratıcı gücünü
farklılık unsuru olarak toplumun farklı yaş ve sınıf kategorilerindekilerin kullanımı-
na sunan bir üst kültür olarak işlev görmektedir. Grossberg pop izleyicisinin yaş sını-
rının giderek büyümesi konusunda popun sınırlarının ve merkezinin algılama duru-
munun kaybolduğunu söylemektedir (Grossberg, 1987 akt. Goodwin, 2000:259).
Bu üst kültürün belirlediği bakış açısında, Medya tarafından dolayımlanmış de-
diğimiz gündelik deneyimlerle, giderek bozulmamış gündelik deneyimlerin içiçe
geçmeye başlaması sonucunda zaman ve mekânı yeniden ve farklı biçimlerde dene-
yimlememiz söz konusu olmaya başlar. Küreselleşme olgusunda kültürün sabit bir
yerellik düşüncesine bağlı olarak kavramsallaştırıldığını ve “bir kültür” düşüncesi-
nin anlamının tikellik ve mekansal konumla ilişkilendirildiğini düşündüğümüzde ve
buna bağlı olarak kişinin bakışının da ulusal/yerel bir konumdan kurulduğunu daha
önceden bildiriyorsa, şimdi artık kişinin bakışı ulusal/yerel bakış açısından farklı çer-
çevelerden bakmaya başlamakta, kendisini konumlandırdığı kamusal ve özel alanlar
içersinden farklı deneyimlere, yeni anlamlara ve kendisini bu belirlenen konumların
dışında konumlandırılabilmekte ya da bir başka deyişle medyanın yaydığı dolayım-
lanmış kültürel biçimler gerçek olanla ayırım yapmamaya götürmektedir (Tomlin-
son, 2004: 46, 159, 60, 1, 211). Küresel medyanın yaydığı kültür ile insan kendini
bir yerde konumlandırmamaktadır. ..daha geniş bir bağlama oturtması söz konusu
olmaktadır (Morley&Robins,1997:180,1). Pop kültür, medyanın sahip olduğu dijital
teknolojilerle “geleceğin şimdi oluştuğu” duygusunun hâkim olduğu şeklin artması
söz konusudur (Goodwin,1990:259).
Gençlere yönelik Hegemonik kültürel yapının kurulmasında özellikle medyanın
gençlere yeni bir kimlik vaadi yada bir başka deyişle orta sınıfın kültürel tüketimleri-
ne katılma vaadi ile bu değerlerin kitlesel tüketimini sağladığını görebiliyoruz. Med-
ya gençlere yönelik Hegemonik kültürel yapıyı oluştururken modernleşme temasını
kullanmaktadır. Modernleşme retoriği, ilerleme ve gelişme, medya dünyasından ya-
72 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

ratılan imajlarla, tüketim kültürü içindeki modernleşme dünyası ile genç insanlara
kendini geleneksel toplumun kural ve insanlarından ayrı ve farklılaşmış olma duygu-
ları vererek “marjinal” olma ayrıcalığını duyurmaktadır (Liechty;1995:188).16
Pop kültür, Anglo-Amerikan orta sınıfın Hegemonik anlayışını, gençliğin sürekli
değişken doğasında saklayarak, dinamik, hızlı yaratıcı, renkli kimliği ile sürekli tü-
ketilebilir hale getiren bir kültür olma özelliği taşımaktadır. Kurulan bu kültürel yapı
küreselleşmiş halde toplumların kültürel yapılarının üzerine çıkarak özellikle genç-
lerin tüketimine sunulurken küreselleşmiş bir üst kimlik vaadi ile gelmektedir. Bu
kimlik anglo-amerikan değerler ile bütünleşmiş olma, hegemonik yapıya dâhil olma-
dır. Bu ise hegemonyanın belirlediği zaman ve mekân kavramları içinde düşünme ile
ortaya çıkan yeni bir cemaate ait olma durumu olarak belirlenmektedir.

16 Bu konuda Nepalli orta sınıf gençliği üzerine yapılmış bir çalışmada, Bu gençlerin çoğunun modernite
rüyası ile bunun dışında kalmak ikilemini yaşadığı, modern olmanın İngilizce konuşmanın ne anlama
geldiği hakkında sorular sorup cevap aramaya çalışan kararsız oldukları bir süreçte, ergen tüketici grubuna
yönelik Teens adlı bir dergi yayınlanmaya başlar. Teens Dergisi üst orta sınıf gençliğini modernleşmenin
öncüsü olarak kimlikleştirmektedir. Gençler bu tasarımla yola çıkan bu dergiden modern bir ergenin ne
anlama geldiğini öğrenirler. Kitle iletişim araçları ile kurulan modernlik ticari kaygılarla oluşturulan imaj-
lar haline dönüşmüştür. Teens’e benzeyen dergilerde de dergi sahipleri modern bir materyali yakalamak
ve orta sınıf gençliğine bu materyallerin sunumlarını vermek isterler. Bu dergiler ticari sunumlar, örneğin
moda saç kesimlerini, zayıflama programlarını, modern yiyecekleri v.b. yapmaya başlarlar. Böylece genç
insanlar kendilerine sunulan şeyleri satın alabildikleri sürece modern olduklarına inanmaktadırlar. Genç-
lerin tüketim ürünlerinden kendilerine oluşturdukları yaşam, tüketim ürünleri üzerinden kendilerine bir
kimlik oluşturmak, geçmişten kendilerini ayırt etmek ve kendilerine bu ürünler içinden bir gelecek oluş-
turmak anlamına gelmektedir. Ayrıca Teens Dergisinde yer alan moda yazılarında ise, modernitenin, mad-
di nesneler karşısında insanları eşit hale getirerek yine insanların ayrıcalıklı hale gelmesini maddi temeller
içinde oluşturarak kurgulandığı görülmektedir. (Liechty,1995).
Gençlere yönelik pop kültürün tüketilmesinde hegemonik olan ortasınıf kültürel söylemlerinin yine bir
başka dergi Justseventeen’de görmek mümkün oluyor. Dergi, okur kitlesinin kültürel değişimden etkilen-
mesini gözönünde bulundurarak bir format oluşturmuştur. Derginin editörleri okurlarının kültürel eği-
limlerini de öğrenerek derginin söylemini buna göre oluşturmaya çalışmışlardır. Buna göre dergiyi genç
kız okur kitlesinde oluşan yeni bir özgüven ve özsaygı eğiliminin , erkekler karşısında daha fazla denetimli
ve eşitlik talep edici olduklarının farkında olarak feminist pop politikaları doğrultusunda oluşturmuşlar-
dır. Dergideki söylemler ise, geleneksel toplumun romantik ilişkilerine karşı olup cinsel ve sosyal ilişkiler
alanında ilerlemeci bir tavırdan yanadır. Kadını erkek ile eşit bir konuma koyarak, aşk kavramını seks
ile birlikte ele alır. Geleneksel tarzdaki anlatılar terk edilmektedir. Kadın yada genç kız erkeklerle olan
ilişkilerinde modern toplumun gerektirdiği biçimde ele alınmaktadır. Justseventeen Dergisinde çizilen
modern kadın imgesinde benliğe , özgüvene ve daha fazla özerkliğe vurgu yapılmaktadır. Dişi benlik de
tüketim kültürü ile birlikte yeniden tanımlanır. Gençlere yönelik yazılı medyada erkek cinsel kimliğinin
de bu bağlamlar içinde oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Özellikle kadın dergilerinde ve reklamlar
içinde erkek bedeninin metalaştırılması ve cinselleştirilmesi söz konusudur. Medya erkeklerin cinsel kim-
liğini de oluşturmak suretiyle erkek ve kadın cinsel kimlikleri arasında bir eşitlik imgesi yaratmaktadır.
(McRobbie,1999:240-273).
Türkiye’de çıkarılan Tüketim kültürüne yönelik gençlik dergilerine baktığımızda da farklı bir durum göre-
memekteyiz. Ana medya grubunun ( Hürriyet ve Sabah) çıkarmış oldukları dergiler içinde Cosmo Girl,
Hey Girl, She&He ve Blue Jean gibi dergilere baktığımız zaman, üzerinde en fazla durulan konunun cinsel
kimlik olduğunu görüyoruz. Burada genç kız ve genç erkeklere yeni bir cinsel kimlik sunulmakta, kılavuz-
luk edilmektedir. Genç bir kızın cinsel kimliğinin, erkek karşısında özgüvenli, denetimli, etken olması ge-
rektiği vurgulanırken bunları gerçekleştirmek için de yapılacak. eylemler/tüketimler verilmektedir. Genç
kızların bu yeni cinsel kimliğinin modern olduğunu ve eski tip geleneksel kadın cinsel kimliğinin moda-
sının geçmiş olduğu, geleneksel sınırlamaların yerini bireysel tercihlerin , moda olanın aldığı belirtilerek
artık tüm dünyada bu modern kimliğin olduğunu çeşitli röportajlar ve tanıtımlarla aktarıldığını izliyoruz.
Genç erkek cinsel kimliği konusunda ise, geleneksel erkek cinsel kimliğindeki sert , benmerkezci ve ege-
men erkek tipinin artık değerini kaybettiğini, bunun yerine duygularını açmaktan korkmayan, kadınlarla
aynı hayatı ve sorumlulukları paylaşabilen, farklı cinsel tercihleri olabilen ve bunu yaşamayı normal kabul
eden v.b. değerlerin önplana geçtiği ve kadınların da artık bu kimliği tercih ettiklerini vurgulamaktadırlar.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 73

Sonuçlar

Bu çalışma, “çok kültürlü” hegemonik kültürel yapının alt kültürlerin farklı stil-
ler üretmeleri ile yeniden üretildiğini göstermeye çalışmanın yanı sıra alt kültürlerin
hegemonyanın yeniden üretilmesi sürecinde tamamen birer popüler kültür haline
dönüştürülmeyip muhalif yapılarının farklı biçimlerde yeniden kurularak halen mü-
cadelenin devam ettiğini de göstermektedir. Alt kültürler bu mücadelede bir yan-
dan devamlı olarak medya tarafından evcilleştirilerek poplaştırılırlarken diğer yan-
dan yine medya sayesinde yeni alt kültürlerin oluşumu kışkırtılmaktadır. Medyanın
gençliğin yaratıcı gücünü keşfetmesi ile gençliğin oluşturduğu yaratıcı stillerin olu-
şumunu kendiliğinden gelişecek uzun bir sürece bırakmak yerine oluşturduğu yeni
ortamlar ile bu süreci hızlandırdığı görülmektedir. Ancak öte yandan da gençlik, yeni
elektronik ortamlar sayesinde de kendi muhalif kimliğini kendiliğinden oluşturmaya
devam etmektedir. Bu süreç günümüzün yeni medya teknolojileri ile artık çok hızlı
bir biçimde dönüşmeye başlamıştır. Kısacası alt kültürler ile hegemonya mücadelesi
her iki taraflı olarak bir yandan yeni alt kültürlerin ortaya çıkması diğer yandan yeni
poplaştırma biçimlerinin hegemonik kültüre aktarılma şekillerinin geliştirilmesi ile
yeniden ve yeniden konumlanarak sürdüğü görülmektedir.
Çalışmanın Türkiye ile kurulacak bağlantısında, bir dönemin köyden şehre göç
edenlerin oluşturdukları eklektik kültür olarak ortaya çıkan arabesk kültürün bir alt
kültür olarak konumlandığı bilinmektedir. Arabesk alt kültür kimliğinin şehre uyum
sağlamayan ve göçerin uyumsuzluğunun düzene karşı muhalif ifadesi olarak kendi
duygularını arabesk müzik kültürü ile dile getirmesi söz konusu olmuştur. Ancak
bu müzik değişen kültürel yapı içinde küreselleşmenin getirdiği yeni toplumsal ve
kültürel şartlar içinde değişime uğrayarak düzene karşı muhalif yapısının değişerek
artık düzenle uyum sağlayan, ağlamayan tam tersine göbek atan bir poplaşma ge-
çirmiştir. Yeni şekli ile orta sınıfın bir eğlence şekline dönüşmüştür. Bunun en iyi
örneklerini Arabesk müziğin kült isimlerinden Müslüm Gürses’in isyankar tavrından
popüler kültürün malzemesine dönüşen ve hemen her gün ana akım medyada yera-
lan haberlerinden , yine kült isimlerden Orhan Gencebay’ın bir entelektüel müzik
otoritesine dönüşen kimliği ve reklam dünyasının önemli isimleri arasında yeralma-
sından anlamakla birlikte en önemlisi arabesk müzik karakterinin poplaşmasından
çıkarsamaktayız. Arabesk müziğin yeniden düzenlenerek orta sınıfın dinleyebileceği
yeni formatlar içinde yapılmaya başlanması ve giderek melez bir şekle dönüşümünde
örnek olarak Müslüm Gürses’in yapmış olduğu “Aşk Tesadüfleri Sever” albümünde-
ki en popüler yabancı pop şarkıcıların şarkıları üzerine yapılan Türkçe sözlerle oluşan
melez arabesk müziğin daha donra da pek çok şarkıcı da bir tarz haline gelmesini
gösterebiliriz.
Son söz olarak, küreselleşmiş bir halde üst kültür olarak sürekli olarak farklı tarz-
larla yeniden üretilen bu “çok kültürlü” hegemonik yapı, orta sınıfın her kesiminin
farklı şekillerde tükettiği gençlik ideolojisini yaratır. Bu ideoloji, gençliğin zihinsel
özelliklerini tüketmek yerine fiziksel özelliklerini bedensel özelliklerini tüketmek ile
74 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hürriyet Konyar

şekillenmiştir. Popüler kültürün yarattığı bu gençlik ideolojisinde bir “pembe dün-


ya” vardır. Her bireyin hangi yaşta olursa olsun kendini sağlıklı diyetler, genç tarzlar,
eğlenceler, hareketli bir yaşam şekli , hızlı tüketimler v.s. ile gençlik simülasyonunu
yaşamasına olanak sağlar.

KAYNAKÇA

Bek,Mine Gencel (der.) (2003) “Avrupa Birliği’nde İletişim Alanının Düzenlenmesi: Kültür Ağırlıklı
Politikadan Ekonomi Merkezli Politikaya Doğru”, Avrupa Birliği ve Türkiye’de İletişim Politikaları, Ankara:
Ümit.

Bertrand, Jean Claud (1987 ) “American Cultural Imperialisim_ A Myth?”, American Studies International,
25: 1.

Bocock,Robert (1997) Tüketim, Ankara:Dostkitabevi Yay.

Bonner Frances and Gay du Paul (1992) “Representing the Enterprising Self: Thirtysomething and
Contemporary Consumer Culture”, Theory, Culture and Society, No:2.

Chambers, Lain (2005) Göç, Kültür, Kimlik. İstanbul:Ayrıntı.

Chaney,David.(1999) Yaşam Tarzları, Ankara: Dostkitabevi Yay.

Clarke John, Hall,Stuart, Jefferson Tony&Roberts. Brian (1998) “Subcultures, Cultures and Class,” ,
Resistence Through Rituals, Edit by, Stuart Hall & Tony Jefferson, London: Routledge.

Crane, Diana. ( 1992) The Production Of Culture, London:Sage.

Elteren, Mel Van. (1999) “Amerikan Popüler Kültürünün Etkisinin Global Bir Yaklaşım İçinde
Değerlendirilmesi” Popüler Kültür ve İktidar ,Der. Nazife Güngör. Ankara:Vadi.

Featherstone, Mike.( 1996) Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, İstanbul:Ayrıntı.

Fiske, John. (1996) İletişim Çalışmalarına Giriş, Ankara:Ark.

Fiske,John. (1999) Popüler Kültürü Anlamak, Ankara:Ark.

Frith, Simon. (1998) Performing Rites. Oxford University Press.

Goodwin,Andrew.(2000) “ Sample and Hold, Pop Music in the Digital Age of Reproduction” On Record, Ed.
Simon Frith and Andrew Goodwin, London:Routledge.

Hall,S. (1999a) “Kültür Medya ve ideolojik Etki” Medya, İktidar ve İdeoloji, Der. Mehmet Küçük.
Ankara:Ark.

Hall,S.(1999b) “ İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın Geri Dönüşü”,
Medya İktidar ideoloji, Der. Mehmet Küçük.Ankara:Ark yay.

Harvey,David. (1997), Postmodernliğin Durumu, İstanbul:Metis.

Hannerz, Ulf. ( 1998) Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Der: Anthony King. (139-165). Ankara:Bilim
ve sanat Yay.

Hebdige, Dick.(2004)Altkültürler, İstanbul: İletişim.

Jenks, Chris. (2007) Altkültür, Ayrıntı:İstanbul.

Liechty, Mark (1995) “ Media Markets and Modernization”, Youth Culture : Across- Cultural Perspective: Edit
By: Vered Amit- Talai and Helena Wulff.London: Routledge.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Popüler kültürde hegemonik anlamların yeniden üretilmesinde gençlik altkültürlerinin önemi 75

Lull, James. ( 2000) Popüler Müzik ve İletişim ,İstanbul: Çiviyazıları.

Lury, Celia, ( 1996) Consumer Culture, New Jersey.

Mc Robbie, Angela. (1999) Postmodernizm ve Popüler Kültür, İstanbul:Sarmal.

Morley David & Robins, Kevin. (1997) Kimlik Mekanları, İstanbul:Ayrıntı.

Mort, Frank. (1995), “Tüketim Politikası”, Yeni Zamanlar, İstanbul:Ayrıntı.

Postman, Neil. ( 1994) Televizyon Öldüren Eğlence , İstanbul:Ayrıntı.

Redhead, Steve.(1997) Subculture to Clubcultures, USA:Blackwell Published.

Reynolds,Simon.(2000) “New Pop and Its Aftermath 1985”, On Record, Ed. Simon Frith and Andrew
Goodwin,London: Routledge.

Rowe, David. (1996) Popüler Kültürler, İstanbul:Ayrıntı.

Rutherford, Jonathan. (1998) “ Yuva Denilen Yer:Kimlik ve Farklılığın Kültürel Politikaları”. Kimlik,Toplulu
k,Kültür,Farklılık , Ed. Jonathan Rutherford,İstanbul: Sarmal.

Sholle,J. David. (1999) “Eleştirel Çalışmalar: İdeoloji Teorisinden iktidar /Bilgiye”, Medya,İktidar İdeoloji,
Der. Mehmet Küçük.Ankara: Ark.

Tatlıcan, Ümit ve Çeğin, Güney. (2007) Ocak ve Zenaat, Pierre Bourdieu Der. Güney Çağın,Emrah Göker,
Alim Arlı, Ümit Tatlıcan. (303-367). İstanbul: İletişim.

Throntone, Sarah.(1996) Club Cultures, Music, Media and Subcultural Capital. Wesleyan University press,
Published by University Press of New England Hanover and London.

Tomlinson, John. (1999) Kültürel Emperyalizm, İstanbul:Ayrıntı.

Tomlinson, John. (2004) Küreselleşme ve Kültür, İstanbul:Ayrıntı.

Turner,Bryan. (2000) Statü, Ankara:Doruk.

“Cosmo Girl”, “Hey Girl”, “Blue Jean” ve “She &He” Dergileri 2005
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 77

Büyüklere Masallar: Fantastk Flmler ve


Gündelk Yaşamda Büyünün Yenden Keşf
Elf Şeşen1

ÖZET
Modern çağın en önemli serbest zaman etkinliklerinden biri olan sinema, bir taraftan kültürel ve ekonomik
emperyalizm araçlarından biri olarak işleyen büyük bir endüstri, bir taraftan da modern zamanlarda gündelik
hayatta kaybettiğimiz büyüyü hayatımıza yeniden getiren eğlenceli bir dünyadır. Kapitalizmin sahiplendiği si-
nema endüstrisinde filmlerin, yapımcıları açısından daha karlı ve verimli hale getirilmeye ihtiyacı vardır ancak
aynı zamanda izleyiciler için daha etkileyici ve ilgi çekici olması da gerekmektedir. Hollywood sinemasının son
yıllarda en çok işlediği konuların başında gelen fantastik kurgular bu iki hedefi de gerçekleştirmeye uygun bir
türdür. Bu çalışma, yarattığı imajlar ve kahramanlarla modern yaşamın beraberinde getirdiği sıkı toplumsal dü-
zeni yıkıp, daha güzel ve büyülü bir dünya kuruyormuş hissi veren fantastik kurgu türü filmlerin izleyiciler ve
yapımcılar açısından işlevini, Weber’in ‘akılcılaştırma’ ve Ritzer’in ‘yeniden büyüleme’ kavramları çerçevesinde
sorgulama amacı taşımaktadır. Bu amaçla sinema endüstrisinin gündelik yaşam etkinlikleri üzerindeki etkileri
ile popüler kültür ürünü olarak fantastik filmlerin bu endüstri içindeki yeri tartışılmıştır. İzleyiciye, benzemek
isteyeceği süper kahramanlar sunarak, teknolojisiyle gündelik hayatın yeniden büyülenmesine hizmet eden
fantastik filmler, aslında çoğu zaman modern aklın verimlilik kurallarına uygun şekilde yaratılmış birer kar
aracı olarak işlev görmektedir.

Anahtar Kelimeler: Fantastik filmler, gündelik yaşam, yeniden büyüleme

Faıry Tales of Adults: Fantastıc Fılms and


Redıscoverng of the magıc n Everyday Lıfe
ABSTRACT
Cinema is one of the most favourite leisure time activities of the modern era. It is a huge industry which has run
as one of the most important cultural and economical imperialism instruments and also an entertaining world
which has brought the lost mystery in our modern daily lives. Cinema industry that is a leading leisure time
activity under the control of commercial capitalism tries to make the movies more profitable and productive
for the film makers but at the same time the movies need to be more impressive and attractive for the audi-
ences. Fantasy fiction that is prefered mostly by Hollywood in recent years is a suitable genre to achieve both
of these goals. This study argues that for the audiences and film makers the real functions of fantastic fiction
films with their fictional images and heroes that make sense as if destruct the modern life’s strict social system
and build a new, magical and better world in the frame of Weber’s ‘rationalization’ and Ritzer’s ‘reenchantment’
concepts. For mentioned purpose, effects of the cinema industry in our everday life activities and also the place
of fantastic films as a popular culture product in this process. Fantastic films present superheroes available for
identification to their audiences and also serve reenchantment of the everday life with their appealing visual
technology. In fact this kind of films that are designed according to the efficiency rules of modern intellect have
the function of a profit resource for the film makers frequently.

Keywords: Fantastic films, everyday life, reenchantment

1 Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi
78 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

Giriş

İnsanların uyku, beslenme gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak ve çalışmak için


harcadıkları zamanın dışında kalan süreyi yani serbest zamanını değerlendirme bi-
çimlerinden biri de eğlence olmuştur. Ancak tarihsel süreçte modern toplumda ka-
pitalizmin güçlenmesiyle birlikte, eğlence biçimleri de hikaye anlatma, festivaller gibi
toplumsal ve çoğunlukla kendiliğinden ortaya çıkan eğlence türlerinden sinemaya
gitmek, spor karşılaşmaları izlemek gibi daha örgütlü ilişkilerin hakim olduğu türlere
doğru değişikliğe uğramıştır. Modernizm, kapitalizm ve serbest zamanın değerlen-
dirilme biçimleri arasındaki ilişki, ilk bakışta fark edilmeyen detaylarla görünenin
ötesinde karmaşık bir nitelik taşır.
Aristo, Platon, Bakhtin gibi serbest zaman etkinliklerini bastırılmış duygu ve ha-
yallerin dışa vurum zamanı olarak görenler, Antikçağ’dan itibaren bu zamanın öz-
gürleşme potansiyelini vurgularlar. Örneğin Aristoteles (1993:11) efendi-köle yani
serbest zamana sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki eşitsiz ilişkiyi doğal karşılaya-
rak, durumu uygun olanların serbest zamanlarını kendilerini ve devleti geliştirmeye
adamaları gerektiğini söylemektedir. Buna karşın kapitalizmle kitleselleşen, metala-
şan ve serbest gibi görünen bu zamanların aslında örgütlü güç ilişkilerinden bağımsız
düşünülemeyeceğini, belirli kişilerin çıkarına hizmet etmek üzere sıkı ve kontrollü
şekilde düzenlendiğini söyleyen Adorno, Horkheimer, Pronovost gibi düşünürler de
bulunmaktadır. Modern çalışma yaşamında bireyin üretim sürecinin bütününü gör-
mesini engelleyen sıkı işbölümü, gündelik yaşamı da zaman ve mekandan soyutlaya-
rak parçalar. Aydoğan’a (2004:156) göre zamanın bu şekilde fragmanlaşması, insanın
varolan sistem karşısında bilinçsizleşmesine ve eleştiri imkanlarını kaybederek sis-
teme uyumlaşmasına yol açar. Bu ikinci görüşe yakın duran bu çalışmanın da temel
sorunsalı bir serbest zaman etkinliği olarak sinemanın, modern zamanların efsane
anlatma biçimi olan fantastik-kurgu türü üzerinden güç ilişkileri ve gündelik yaşam-
daki işlevlerini sorgulamaktır.
Fantastik kurgulardan önce, sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılan, bir insanın
ya da bir milletin acılarını, sevinçlerini, mücadelelerini anlatan efsaneler ve dilden
dile dolaşan, çocukları uyutmak için anlatılan masallar vardı. 20. yüzyılsa daha fan-
tastik, daha ilgi çekici, daha büyüleyici, daha teknolojik ama aslında amacı eskisinden
farklı olmayan masalların zamanıdır. Görsel şölenin zirvesine ulaştığı 21. yüzyılda,
büyüklere anlatılan bu masalların önde gelen amaçlarından biri insanları oyalayarak,
onların içinde yaşadıkları en büyük masalı sorgulamalarını engellemektir. İcat edilen
her yeni kitle iletişim aracının dahil edildiği efsanelerden modern masallara uzanan
bu süreçte, masal anlatma hakkı, hep belirli ve küçük bir grubun hakimiyetinde kal-
mıştır.
Görsel iletişim aracı sinemanın icadıyla, insanların gündelik yaşamlarından çı-
kardıkları mitleri ve halk hikayelerindeki düşünceleri, inançları, kahramanları daha
renkli ve abartılı olarak büyük ekrana taşındı ve sinema masal dinlemenin daha
doğrusu seyretmenin toplu olarak yapılan bir ritüele dönüşmesine yardımcı oldu.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 79

Kitle iletişim araçlarının sanatın özgürleştirimci potansiyelini frenleme ve fantazya-


ları araçsallaştırma işlevi gördüğünü söyleyen Theodor Adorno sinemayı kültür en-
düstrisinin temel sektörü olarak ilan eder ve ekler “Sinema, teknolojik akılcılaştırma
sistemi ile fiilen bir şey üretilmese bile toplumsal olarak endüstriyeldir” (Adorno,
2005:243).
Günlük hayatlarındaki sıkıntılarından, her yanı modernist aklın ölçütleriyle dü-
zenlenmiş sıkıcı yaşantılarından büyülü ekrandaki hikayelerin içine dalıp, kahra-
manlarıyla özdeşleşerek uzaklaşan insanlar ve düşünceleri, bu hayal değirmeninde
öğütülen buğday taneleri gibiydiler. Büyülü ekran sinemanın ışığı, çok çekiciydi. Gi-
derek büyüyen kitleler, buradaki hikayeleri, ateşe koşan pervaneler gibi büyülenerek
izliyorlardı. Zamanla teknolojinin sunduğu imkanlarla daha da büyüleyici hale gelen
bu hikayeler, insanların gündelik hayatlarında olmayan öğelerle doluydu. Modern
zamanların yeniden büyüleme taktikleri açısından mistik havası, mitsel kahramanla-
rıyla fantastik filmler iyi bir fırsattı. Bu filmler, modern şehir hayatının her gün daha
da yükselen iş, ev ve alışveriş gökdelenleri arasına sıkışmış insanlara kendi hayatla-
rında kaybettikleri büyüyü yeniden çağırma şansı veriyordu.
Bugün en çok izlenen film türlerinden biri olan fantezi-kurgu, teknolojik yeni-
liklerle beslenerek görsel yönden daha zengin ancak eleştirel yönü daha zayıf ola-
rak tüketim toplumu kalıplarına uyumlaştırılmıştır. Beyaz Yakalılar (1956) adlı ça-
lışmasında sinema gibi eğlence medyalarının toplumsal denetimde güçlü birer araç
olduklarını vurgulayan Charles Wright Mills, insanların propaganda değil, eğlence
olarak adlandırılan popüler kültür ürünlerine zihinleri en gevşemiş ama bedenle-
rinin en yorgun olduğu zamanlarda maruz kaldıklarını ve bu medyaların sunduğu
karakterlerin özdeşleşme için çok uygun hedefler olduklarını söylemektedir. İşte fan-
tastik kurgu kahramanları da insanlara özdeşleşmekten gurur duyacakları üstün ve
süslü karakterler sunar. Janet Wasco (2003:165) Örümcek Adam, Star Wars gibi çeşitli
kurgu filmlerin başarısını, reklam ve pazarlama başta olmak üzere diğer sektörlerle
yakın bağlarına ve oyuncaklardan konulu parklara kadar değişen yeni satış araçları
geliştirmeye ve dolayısıyla daha fazla kazanç elde etmeye açık olmalarına bağlamak-
tadır. Kısaca izleyici, çoğu zaman duygusal tatmin peşindeyken, film şirketleri oltaya
takılacak balık sayısını artırmak için yeni ve renkli hikayeler yaratma peşindedir.
Jeffrey Richard’ın deyimiyle “rüya sarayı çağının” fatihi Hollywood’un, en başa-
rılı savaşçılarından biri fantastik filmlerdir. Hollywood film pazarının diğer ülkeler
üzerindeki tahakkümü ile ilgili çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Örneğin Miller ve
arkadaşları (2001) Hollywood sinemasının gücünü kültürel, ekonomik, tarihsel ve
politik faktörler altında ayrı ayrı inceleyerek, Amerikan emperyalizminin yaygınlaş-
tırılmasında önemli bir araç olduğunu göstermişlerdir. Olson (1999) da Hollywood
Planet adlı çalışmasında Hollywood’un küresel rekabetteki üstünlüğünü arkasındaki
güçlü siyasi desteğe bağlamaktadır. Dünya film pazarını fiyat politikası ve profesyonel
ideoloji ilişkisi üzerinden inceleyen İrfan Erdoğan da Amerikan film endüstrisinin
pazar gereksinimleri tarafından saptanan yapısal bir biçime sahip olduğunu, dünya
80 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

üzerindeki egemenliğinin sadece teknolojiden değil, teknolojik ürünle birlikte gelen


ideolojiden de kaynaklandığını söylemektedir. Erdoğan’a göre Hollywood’un evren-
selliği, evrensel duyguların sömürüsünden ve bu sömürü yoluyla belli bir tarzda bi-
çimlendirilmesinden ileri gelmektedir. Dünya film pazarı üzerine yapılan bu ve diğer
çalışmalar genellikle sinemanın ekonomik boyutuna odaklanmakta, ancak izleyicile-
rin bu filmlerde ne bulduğu sorusu üzerinde çok fazla durmamaktadır.
Fantastik filmler, izleyiciler ve yapımcılar/film şirketleri açısından farklı anlamlar
taşımaktadır. Ticari bir organizasyon olarak sinema endüstrisi açısından bu filmlerin
ne ifade ettiğine dair sorgulamada son yıllarda en çok izlenen film listeleri incele-
nerek, bu tür filmlerin sıralamadaki yerlerine bakılacak ve ayrıca yapımcı şirketlere
maddi ya da ideolojik getirileri üzerinde durulacaktır.
Fantastik filmlerin izleyiciler açısından ne ifade ettiğine dair sorgulama içinse si-
nemanın gündelik hayattaki yeri, serbest zamanın kullanımındaki ve modern hayatın
monotonluğundan kurtulmadaki rolü Weber’in “akılcılaştırma” ve Ritzer’in “yeniden
büyüleme” kavramları üzerinden tartışılacaktır. İnsanları bu tür filmleri izlemeye iten
gerçek ya da yaratılmış duygu ve ihtiyaçlar üzerinde durulacaktır.
Bir bütün olarak sinema endüstrisi ve sinema izleyicileri arasındaki ilişkiyi fantezi-
kurgu filmlerinin işleyişi üzerinden sorgulama amacı taşıyan bu makalenin temel
sorunsalını, teorik ve pratik açıdan tartışabilmek için modernleşmenin itici gücü
akılcılaştırmayla büyüsünü kaybeden dünyanın yeniden büyülenmesinde bir serbest
zaman etkinliği olarak sinemanın rolü üzerinde durulacaktır. Daha sonra sinemanın
gündelik yaşamdaki işlevleri ile günümüzde daha organize, örgütlü, standart, sıkı ve
tahmin edilebilir hale gelen bir gündelik hayat ağına saplanmış insanlara hitap eden,
hayali kahramanlarla süslü fantastik filmlerin, parçası olduğu sinema endüstrisine ve
seyircilerine kazandırdıkları ya da kaybettirdikleri tartışmaya açılacaktır.

Yöntem

Fantastik sinema endüstrisinin “olağan” seyircilerini daha fazla etkilemek için tek-
nolojiyle girdiği ortaklığın yarattığı “olağanüstü” kahramanların, insanların gündelik
faaliyetleri ve ihtiyaçları üzerindeki etkileri ile ilgilenen bu makale, çeşitli disiplinler
arasında yer alan nitel bir incelemedir. Modern zamanların insan hayatından aldıkla-
rını geri veriyormuş gibi görünen fantastik filmlerin nasıl anlam ürettiğinin yorum-
lanabilmesi için sinemanın hangi sosyal ve ekonomik ilişkilerin kavşağında yer aldı-
ğının iyi anlaşılması gerekmektedir. Çalışmanın kapsam ve sınırlılıkları çerçevesinde,
bu bağın doğru kurulmasına yardımcı olacak olgu ve kavramlara değinilecektir.
Analiz ve değerlendirme

Akılcılaştırma ve dünyanın büyüsünün bozumu


Kapitalist sistemi, akılcılaştırma temelinde tanımlayan Weber’e göre, akılcılaştır-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 81

ma Batı’nın ayırt edici ürünüdür. Weber, toplumsal çözümlemesinde Batı’nın başa-


rısını, sosyal aktörlerin planladığı, evrensel hukuka dayanan formel akılcılaştırmayı
(Weber’in kullandığı şekliyle zweckrational) sistematik şekilde geliştirmesinde bul-
maktadır (Greisman and Ritzer,1981:37). Akıl bir kez genelleştikten sonra, yapılacak
iş, sadece onun kurallarına uymaktır. Sadece empirik olarak doğrulanabilir önerme-
lerin kabul edildiği aklın egemen olduğu modern çağda, insanın günlük yaşamının
önemli alanları akıldışı olarak etiketlenerek önce bilim, sonra toplum dışına itilmiştir.
Din ve ahlak gibi, büyü de hakikatin alanından sürgün edilmiştir. Gizemli ve açıkla-
namaz olan her şey dünyanın ve gerçekliğin içinden kovulmalıydı ki, insan bu dün-
yada aklın ilkelerine göre yaşayabilsin. İşte modernizmin ilerleme ve bilime verdiği
tartışılmaz üstünlük bunu sağlamaya hizmet ediyordu. Modernizmin büyülü formü-
lü, tarih ve akıldı (Bauman, 2001: 35).
Modern akılcılaştırma bir zamanlar büyülü, mistik olan dünyayı yok etmeye hiz-
met etmektedir. Genel olarak akılcı sistemler, özel olarak bürokraside büyüye yer
yoktur (Ritzer, 2000: 89). Çünkü büyülü, gizemli, fantastik olan herhangi bir şey ve-
rimsizlik riskini de beraberinde taşır. Halbuki modern dünyaya hakim olan araçsal
rasyonalitenin temel ilkesi verimliliğin artırılmasıdır. Bunun yolu da bütün etkin-
liklerin standartlaştırılması ve toplumsal yaşamın bürokratikleştirilmesinden geç-
mektedir. Bu anlamda bürokrasi Weber için araçsal rasyonalitenin bir özetidir. Ne
var ki bürokrasi, nesnel kuralcılıkla demir bir kafese dönüşmeye başlamıştır. Formel
akılcılığın bürokratik dünyası, bir makine gibi işleyen büyüden kurtulmuş bir dünya-
dır. Weber (1987) toplumsal çözümlemesinde, modernizm ile artan nesnel bilginin
soğuk parlak bakışının dünyayı değerleri olmayan büyüden yoksun bir yer haline
getirdiğinden bahsederek, yaşadığımız çağda rasyonelleşme ve entelektüelleşmeyle
dünyanın büyüsünün bozulduğunu söylemektedir. Modernizm, insanı duygudan,
gelenekten ve büyüden uzaklaştırarak, toplumsal hayattan büyüyü kovmuştur.
Weber, modernizmin temelindeki kapitalizmin aşırı rasyonelleşmiş bir sistem
olduğuna ve hayatın her alanını biçimlendirmeye çalıştığına dikkat çekerken, Ross
Poole (1993:125) metaların yaşamın anlamı ve değerini belirlediği kapitalist piyasa
ve üretim örgütlenmesinin bireyi, herhangi başka bir toplum biçiminde olduğundan
çok daha kapsamlı bir şekilde karşılıklı toplumsal bağımlılık şebekesi içine yerleştir-
diğinden bahseder. Benzer şekilde Akıl Tutulması adlı eserinde, toplumsal hayatın
fazlasıyla rasyonelleştirildiğini ve kişinin toplumdan kaçacak yeri kalmadığını Hork-
heimer (2002:122) “Bugün hayatın tümü artan ölçüde rasyonelleştirilmekte ve plan-
lanmaktadır; aynı şekilde, her bireyin hayatı da geçmişte özel dünyasını oluşturan en
gizil dürtüleri de içinde olmak üzere, rasyonelleştirme ve planlamanın gereklerine
uymak durumundadır” sözleri ile belirtmektedir. Ancak bu yeni toplumsal düzen her
şeyin başka bir şeyin elde edilmesi için bir araç olarak görülmesine yol açmaktadır ki
Wright Mills (1956) de çağdaş toplumların en kalabalık kesimi olan işçi sınıfı ve orta
sınıf üyelerini edilgen küçük insanlara dönüştüren sanayi toplumunun aşırı rasyonel-
leştirilmiş ve bürokratikleştirilmiş yapısının insanlar arası tüm toplumsal ilişkiler de
dahil olmak üzere her şeyi araçsallaştırdığından yakınmaktadır.
82 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

Schneider’e (1993:ix) göre Weber, tarihi; derinden büyülü bir geçmişi terk ederek
büyüsü bozulmuş bir gelecek yoluna girmiş olarak görüyordu. Ancak Weber’in kö-
tümserliğini paylaşmayan Schneider, büyülenmenin sürdüğünü çünkü büyülenme-
nin insan davranışının bir parçası olduğunu söylemektedir. Schneider’in doğal bir sü-
reç olarak gördüğü büyüleme ve yeniden büyüleme ihtiyacı, Bauman’a (1998: 33) göre
ise postmodernizmle beraber artmıştır ve postmodernizm akıldışılığa meşruluğunu
geri vermiştir. Bu yeniden büyülemeyi alışveriş merkezlerinin dönüşümü üzerinden
okuyan George Ritzer (2000: 103) ise akılcılaştırmanın, her şeyin karlı birer satış
makinesine dönüşmesine ve böylece tüketicileri denetleyip sömürme yeteneklerini
artırmasına yardımcı olduğunu ancak şimdi tüketiciyi kendine çekmek, denetlemek
ve sömürmek için ‘tüketim katedralleri’ yani alışveriş merkezlerinin daha egzotik,
parlak, canlı ve fantastik ortamlar sunarak yeniden büyüleme sürecine girdiklerini
söylemektedir. Bunun yolu ise daha seyirlik hale gelmekten geçmektedir.
Seyirlik gösteriyi günümüz toplumların en önemli ürünü olarak tanımlayan De-
bord (1996: 16) gösterinin temel işlevlerinden birinin, sistemin akılcılığını bulanık-
laştırıp gizlemek olduğunu ileri sürer. Modern üretim koşullarının hakim olduğu
toplumların tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimidir. Gösteri, sistemin rasyonelli-
ğinin genel açıklaması olarak güncel toplumun esas üretimidir yani modern toplum
temelde gösteri üretir. Bu açıdan esnek kapitalizmin başarısı aslında yeni gösteri ve
büyüleme yöntemleri yaratmış olmasıdır ki bu yöntemler gündelik hayatın neredeyse
her alanında yaygınlaştırılmaya çalışılır.

Serbest zamanın akılcılaştırılması, sinema ve modern yaşamın yeniden


büyülenmesi

Kompleks bir işbölümü, endüstrileşme ve kentleşme ile beraber aşırı rasyonelleş-


miş kapitalist pazar ekonomisinin hakim olduğu postmodern toplumda (Hollinger,
2005: 4) serbest zaman etkinlikleri de çeşitli akılcılaştırma ve yeniden büyüleme tek-
niklerinin kıskacından kurtulabilmiş değildir.
Serbest zaman, koşuşturmalı bir iş hayatından gevşeme, ferahlama ve kendini sa-
lıverme durumuna kaçışı ifade eder (Hibbins, l996: 23). Bu anlamda serbest zaman,
çalışmanın bir ödülü olarak da görülebilir. Rojek (1985: 180) serbest zaman etkinlik-
leri ile ilgili dört temel özellik sayar:
1. Serbest zaman etkinlikleri, daha çok yetişkinlere yöneliktir.
2. Yetkin aktörler gerektirir.
3. Dinamik, açık-uçlu, sınırları muğlak bir süreç olarak değerlendirilir.
4. Serbest zaman etkinliklerinin yapısı ve gelişimi, hazzın düzenlenmesinin bir
sonucudur.
Anlam açısından İngilizce serbest zamanın karşılığı olan “lesiure” kelimesi, La-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 83

tince özgür olma anlamına gelen lecire’den gelmektedir. Bu nedenle serbest zaman
etkinliği, serbest olarak yapılan, yani sınırlandırılmamış, özgürce yapılan etkinliktir
(Aydoğan, 2000:21). Serbest zamanı kişinin kendi seçimlerinin sonucu olan, sınır-
landırılmamış bir özgürlükler zamanı olarak gören Antik Çağ filozofları Aristo ve
Platon gibi, Orta Çağ Avrupa’sının en önemli serbest zaman etkinliklerinden biri olan
karnavalları kontrol altında tutulamayan söylem ve hayallerin zamanı olarak betim-
leyen Bakhtin de serbest zamana olumlu özellikler yüklemektedir. Buna karşın ser-
best zamanın eğlenceye dönüştüğünden yakınan Horkheimer ve Adorno’ya (1995)
göre ise modern dönemin endüstri toplumu serbest zamanı eğlence sanayinin işine
yarayan bir tüketim kaynağı haline getirerek, bu boş zamanın yapıcı ve faydalı bir
biçimde kullanılabilmesini sağlayacak hayal gücünü insanların elinden almıştır. Bu
kesinlikle insana ait bir zaman dilimi değil, “kapitalizme özgü bir zaman dilimidir.”
Benzer şekilde Pronovost (1998:56) da serbest zamanın kapitalist anlamda özerk bir
ekonomiye dönüştüğünü ve karlı bir sektör haline geldiğini belirtmektedir. Medya,
sinema, eğlence sektörü, alışveriş, spor gibi etkili iktidar aygıtları yoluyla serbest za-
manın ticari organizasyonu (Aytaç, 2004:117), kapitalizmin mekan ve zaman deneti-
minin bir parçasıdır.
Sanayi Devrimi sonrasında günlük çalışma süreleri 20 saate kadar dahi uzaya-
bilen işçilerin yemek, uyku, üreme gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak dışında ne-
redeyse hiç boş zamanları yoktu. Daha sonra artan makineleşme, çalışma sürelerini
kısaltırken, çalışanlara daha fazla boş zaman sağlamıştır ancak bu da çalışma hayatı
gibi serbest zamanın da kontrol edilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır.
İdeolojik açıdan kapitalizm; şimdinin, gerçek yaşamın, hazzın ve mutluluğun ser-
best zamanda olduğu düşüncesini yayarak, emek süreci üzerindeki denetimini ser-
best zaman süreçlerine yaymaya çalışmaktadır (Argın, 1992: 27). Teknoloji tarafın-
dan giderek daha fazla biçimlendirilen dünyada, akılcılaştırmanın yarattığı, Herbert
Marcuse’un deyimiyle bu “tek boyutlu toplum” Aydınlamanın özgürleştiriliciliğine
değil, mücadele ve eleştirel düşünceyi ortadan kaldırmaya hizmet etmektedir. Tüke-
tim ve kitlelerin pasifizasyonu söz konusu olduğunda, kapitalizmin olanca esnekliği
ve işbilirliliği ile “büyüyü” yeniden devreye sokmakta ne derece maharetli olduğu,
özellikle serbest zamanın rasyonelleştirme sürecinde iyice belirginleşmektedir (Arık,
2004). Kapitalizm için karlı bir pazar olan serbest zamanın, ekonomik açıdan da de-
netim altında tutulması kaçınılmazdır. Bireyin kontrolünden çıkmış serbest zaman;
büyük holdinglerin, şirketlerin faaliyet gösterdiği dev bir endüstri haline gelmiştir.
Artık serbest zaman endüstrileri, kapitalist ekonominin en karlı ve dinamik alanı-
nı oluşturmaktadır (Benington and White, 1992:11). Ancak bu etkinliklerin büyük
bölümü eğlenceye ayrılmıştır. Kentleşme ve makineleşmenin artarak şehir hayatının
çekilmez hale geldiği modern dönemde, insanların artan serbest zamanlarının de-
ğerlendirilmesi için yeni eğlence teknikleri geliştirilmiştir. Makineleşmiş, bürokratize
olmuş iş ortamından kaçmak isteyenler, çalışmaya tekrar geri döndürülmek için ser-
best zamana, eğlenceye koşturulur. Boş vaktin, sporun, eğlencenin bireye geri verme-
yi vaad ettiği şey, aslında sanayi toplumunun alıp götürdükleridir (Brohm, 1989:56).
84 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

Zaman tüketiminin toplumsal imajı, tamamen eğlence ve tatil anlarının hakimiyeti


altındadır (Debord,1996:87). Aslında geçmişte de serbest zamanın kökeninde bulu-
nan eğlence dünya çapında parlak bir sektöre dönüşürken, boş zaman zorunlu tüke-
tim zamanı haline gelmektedir.
Günümüzde boş zaman geçirmenin ve eğlencenin ilk akla gelen yöntemlerinden
biri de sinemaya gitmektir. Geçmişte serbest zamanda eğlencenin en önemli yolla-
rından olan karnavalların yaptığını bugün filmler başarmaktadır. Featherstone’un
(1996:51) imkansız rüyaların ifade edildiği bilinç eşiği uzamları olarak gördüğü kar-
navalların uyandırabileceği heyecan ve korku; izleyiciyi tamamen içine alan, rüya
ve fanteziyi birleştiren ortamlar yaratan filmlerle yakalanmaktadır. Bugün sinema
endüstrisi ürünlerinin büyük çoğunluğu modern yaşamın yeniden büyülenmesine
hizmet eder görünmektedir.
Sinema; ekranın küçülüp, evlere kadar girmesini sağlayan televizyon onu tahtın-
dan indirene kadar, uzun bir süre boyunca kitle iletişim araçlarıyla doldurulan serbest
zaman etkinlikleri içinde en önemlisi olarak kalmıştır. 4 Temmuz 1896’da Rus yazar
Maksim Gorki ilk defa sinemaya gider. Sonraki gün gazetedeki yazısında yaşadığı
şaşırtıcı deneyimi “Dün gece, gölgeler krallığını ziyaret ettim” diye anlatır (aktaran
Leyda, 1973:406). Gerçeklerin değil, imajların üzerine kurulu bir hayatın yaratılma-
sında sinema gibi medyaların önemli bir rolü olduğu, başta bir simülasyonlar çağında
yaşadığımızı söyleyen Jean Baudrillard olmak üzere pek çok düşünür tarafından dile
getirilmiştir. Baudrillard sinemanın gündelik yaşamda artan önemini “İçinde bulun-
duğumuz bu çağ, kendini yalnızca kameranın gözünden akan yansımalar aracılığıyla
tanımakta, bir bakıma sinema ve televizyon, çağın gerçekliğini oluşturmaktadır.” söz-
leriyle anlatır (Büyükdüvenci ve Öztürk, 1997:14).
Sinema, daha çok görselliğe dayanan yapay hazlar üreterek, karşılanamayan ihti-
yaçlarla yüklü alt ve orta sınıflara mutluluk ve eğlence sağlayıcı oyunlar sunar. Sine-
maya, konserlere, stadyumlara gitmek gibi kitlesel eğlencelere insanları çeken çoğu
kez, egemen dizgenin dolaşıma koyduğu ihtiyaçlardır (Mannell and Kleiber, l997).
Bireylerin, bu popüler etkinliklere katılmalarında herkes gibi olma isteği vardır. Si-
nema salonunun dışında herkes gibi olmak ama içinde, en azından film süresince
ekrandaki olağanüstü kahramanın yerinde ve diğerlerinden farklı olmak için uğraşır
insanlar. Film bittiğinde ise büyülenmiş ve rahatlamış olarak gerçek hayatınıza dön-
meniz beklenir. Çünkü şimdi çalışmanın ya da alışverişin zamanı gelmiştir. Artık sa-
dece bir film izleyip sinemadan dönmezsiniz. Bir sanayi haline gelen serbest zaman,
tek bir etkinlik olmaktan çıkarılmıştır. Bu süreçte, serbest zaman kullanımı da zo-
runlu, bağlayıcılığı olan ve hatta yorucu bir etkinlik halini almıştır. Genellikle büyük
alışveriş merkezlerinin içinde kurulmaya başlanan sinemalarda film izlemeden önce
fast food restoranlarında bir şeyler atıştırır, sonra da bol bol alışveriş yapabilirsiniz.
Her şey elinizin altındadır. Sinemada bir film seyretmek artık tüketim kalıplarının
önemli bir örneğidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra alt ve orta sınıfların tüketim
sepeti nasıl Batı ülkelerindeki kapitalist ilişkiler içinde üretilmiş mallarla dolmuşsa,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 85

şimdi de artan bir şekilde sinemaya gitmek gibi kültür ve serbest zaman etkinlikleri
ile doldurulmaktadır. Adorno’nun deyimiyle sinema gibi “kültür endüstrilerinin”, ya-
pay eğlence ihtiyacı oluşturması ve bunun manipülatif araçlarla daha organize hale
getirilmesi, kitlelerin gündelik yaşam tarzını da dönüştürmektedir.
Tarihsel süreçte yön değiştiren Weber’in Protestan ahlakının postmodern versi-
yonu, Campbell’in (1989:153) deyimiyle Geç Protestan Etiği, yanılsamalı bir hedonist
tüketicilik ruhuna yol açmış görünmektedir. Bu bireyci hedonist ruhun dünyası, fan-
tezilerle ilgili bir büyü dünyasıydı. Fanteziler gerçeklerden daha önemli, daha ödül-
lendiricidir. Modern tüketiciliğin ruhu; Weber’in akılcı, soğuk, verimli dünyasından
farklı; romantik, büyülü kapitalizm dünyasıdır. Postmodern yaşamın özetini kredi
kartı olarak gören Bauman (2001:15) tüccarların alışveriş merkezleri yoluyla tüke-
tim arzusunu yönlendirdiklerinden bahseder. George Ritzer’e (2000:99) göre ise bu
büyülü ortamlar, tüketicileri rüya benzeri bir duruma çekip paralarını harcamalarını
kolaylaştırmak için çekiciliklerini artırmaya çalışır ancak tüketici sayısını artırmak
için daha akılcı hale gelmeleri de gerekmektedir.
Akılcılaştırma ile büyüleme birbirine zıt kavramlar gibi görünebilir. Akılcılaştırma
belirli sınırlar, kurallar ve standartlar getirir. Büyüleme ise mistik ve akıldışı öğelerin
bulunduğu bir alana işaret eder. Ancak akılcılaştırma ve büyüleme aynı amaca hiz-
met edecek şekilde kullanılabilir. Yeniden büyüleme sürecinin öne çıkan aracı medya,
özelde sinemada da imgeler/ürünler hem daha seyirlik, daha mistik ve büyülü hale
getirilmeye hem de diğer endüstriler gibi üretim ve tüketim sürecinde kapitalizmin
temeli olan akılcılaştırma ile daha verimli hale getirilmeye çalışılır.
Üreticileri; film şirketleri, yönetmenler, senaristler gibi bir filmin çeşitli yapım ve
üretim aşamalarına katılanlar, tüketicileri ise izleyiciler olan sinema; star sistemi, iş-
çileri, stüdyoları ile büyük bir endüstridir ve temel ürünü filmdir. Sinemanın ürünü
olan film, bir yanıyla verili ekonomik ilişkiler içinde üretilen kendine özgü bir ürün-
dür ve üretimi için emek gerektirir, bu amaçla belirli sayıda işçi bir araya getirilir.
Bir mala dönüşerek, bilet satışlarıyla ve anlaşmalarla bir değişim değeri kazanır, tüm
bunlar pazarın kuralları tarafından belirlenir (Comolli ve Narboni, 2008:102). Film
üretiminin temel amacı ise izlenirliktir yani türü ne olursa olsun bir film, başkaları
tarafından izlensin diye çekilir. Bu durumda daha fazla sayıda izleyiciye/tüketiciye
ulaşmak film üretiminin önemli bir amacıdır. Sinemada akılcılaştırmanın devreye
girdiği nokta da budur. Verimliliğin artırılması için üretim standart hale getirilmeli ve
böylece maliyetler düşürülmelidir. Bu sebeple benzer konulu filmlerde aynı mekanlar
kullanılır. Örneğin eski Yeşilçam filmlerinin önemli bir bölümü aynı evde çekilmiştir.
Bazen bu standartlaşma ve benzeşme o kadar abartılı hale gelir ki farklı filmlerde hep
aynı filmi seyrediyormuşsunuz hissine kapılabilirsiniz. Ancak Weber’in işaret ettiği
gibi akılcılaştırma, içinde sıradanlaşma ve büyülü havanın kaybedilmesi riskini taşır.
Oysaki bir filmi izlenir hale getiren şeylerin başında büyülenme vardır. Çünkü sine-
manın çekiciliğinin altında, gündelik hayatımızdan farklı imgesel yaratımı yatmak-
tadır (Leyda, 1973:407) ve sinemanın bu büyüleme gücünü korumaya ihtiyacı vardır.
86 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

Bu anlamda modernizmin kaybettirdiği büyülü havanın yeniden kazanılması yani


yeniden büyüleme süreci, hoş rüya ve fanteziler etrafında yeni zaman, kişilik, sosyal
ilişkiler, kahramanlar ve metaların yaratılması olarak düşünülebilir. Sinema endüstri-
si başta star sistemi ile olmak üzere hem beyaz perdede hem de magazin sektöründe
yeniden büyülemeyi oldukça başarılı şekilde gerçekleştirmektedir.

Hayal fabrikası sinemanın gündelik yaşamdaki işlevleri

Adorno ve Horkheimer Aydınlanmanın Diyalektiği’nde sinema endüstrisini rüya


fabrikasına benzetiyorlardı. Modernitenin en büyülü yeniden üretim araçları arasın-
da yer alan kitle iletişim araçları ve sinema, eskiden hayal edilemeyecek kadar çok
gündelik hayatımızın bir parçasıdır artık. Mekanik yeniden üretim teknolojileri ile
fantezi dünyasının simülasyonlarının üretimi kolaylaşmış ve sinema serbest zaman
etkinlikleri içinde daha önemli bir rol oynamaya; moda, aşk, evlilik, kariyer gibi ko-
nularda rol modellerinin alındığı filmlerle gündelik hayata daha fazla etkide bulun-
maya başlamıştır (Kellner, 2004:211). Bunun çok sayıda örneği bir çırpıda aklımıza
gelir. En son örnekleri arasında sinemaya yeni uyarlanan Sex and the City dizisinin
oyuncularının kullandığı çantaların moda haline gelmesi ve taklitlerinin her yerde sa-
tılır olması sayılabilir. Sinema, popüler kültürün ideolojik işlevinin tüketim sürecinde
anlam kazanıp somutlaştığı gündelik kültürel pratiklerden biridir. Hemen hemen her
alışveriş merkezinde, McDonalds menüleri ile dağıtılan çizgi sinema kahramanla-
rının oyuncakları için oluşan kuyruklara rastlamak hiç de zor değildir. Filmlerdeki
oyuncuların giyim tarzları, kullandıkları eşyalara sahip olmak, insanlar için bir kişi-
lik tanımlaması haline gelmektedir. Hatta bunun için yarışmalar düzenlenmektedir.
Star Wars kahramanlarının giyimlerini en iyi taklit edenlerin seçileceği ülkeler arası
yarışmanın finaline kalmış Türk öğrenci de bundan gururla söz etmektedir. İnsan-
lar benzemek istedikleri film yıldızlarının eşyalarını kullanarak, onlar gibi görünerek
kişiliklerini oluşturmaya çalışırlar. Kitleler aslında kültür endüstrisinin ürünlerini
tüketme doğrultusunda yönlendirilirken, bunu kendi bireyselliklerinin gerçekleşimi
olarak algılamaya başlarlar.
İzleyicilerin medyadan gidermeye çalıştıkları bir gereksinimler dizgesine sahip
olduklarını söyleyen kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre, psikolojik tatmin
amacıyla iletişim araçlarına yönelen insanlar medyayı bilgilenme, kaçış, kişisel iliş-
ki ve kimlik kazanma olmak üzere dört nedenle izlemektedirler (Fiske, 2003:198).
Teoriye göre kişinin değer kazanma ihtiyacı vardır. Bunun için kişi, medya ile kişisel
ilişkiye girer ve medya kahramanlarıyla kendini özdeşleştirir. Kahramanının giydik-
lerini giyerek ya da yediklerini yiyerek kendi değerini oluşturur. İnsanlar medyadaki
karakterler ile özel bir ilişki içine girer, onlarla özdeşleşirler.
İnsanların sinemada buldukları bir diğer tatminse eğlenceyle gündelik yaşamda-
ki sıkıntılardan kaçış sağlayabilmesidir. Benjamin’e (2001:54) göre sinema endüstri-
si yanılsamacı gösteriler ve anlamı bulanık kurgular aracılığıyla kitlelerin katılımını
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 87

sağlama konusunda her türlü avantaja sahiptir. Ona göre kapitalizmle fantazyalar es-
tetize edilerek, modern kitle iletişim araçları sayesinde kişilerin arzuları kontrol altı-
na alınır. Sinema gibi kültür endüstrileri, gündelik hayatı estetikleştirerek Bathrick’in
(1984:215) Disney Çağı olarak adlandırdığı tekelci kapitalizmin inşasına katkıda bu-
lunur. Bu estetikleştirme sürecinin ilk yolu, medyanın gündelik hayata gittikçe artan
müdahalesinin sonucunda, gerçek ile imaj arasındaki mesafenin belirsizleştirilmesi-
dir. Bunun kültür ürünlerini benzer hale getirmenin dışındaki etkisi, gerçekliğin akıl-
cı temellerden uzaklaştırılmasıdır. Kültür endüstrileri, estetik sanatı bayağılaştırarak;
zevki, oyalanma ya da eğlenceye dönüştürürler. Böylece eğlence toplumuna giden
yolun taşlarını döşerler. Eğlence, hayatın rasyonalitesinden kaçmaya hizmet etmekle
birlikte aslında bu kaçışın rotası yine rasyonel, bürokratik prensiplerin olduğu bir
dünyaya doğrudur. Kaçışın yöneldiği alanlar da rasyonalize edildiğinden, birey bir
kaçıştan diğerine savrulmakta yani yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktadır. Ka-
çışın rotası, fantazya ve hipergerçekliğe yönelmiştir. Bazen, “gerçekdışı endüstri” ola-
rak da adlandırılan eğlence endüstrisi, Disneyland, Dreamworld gibi yerlerde sahte
heyecanlar üretir (Aytaç, 2004:127). Eğlence sayesinde insanlar kendi hayatlarındaki
sıkıntıları unutur, bir süreliğine başka şeyler düşünürler. Ancak bu eğlence biçimle-
rinin ardındaki egemen ideoloji ve düşüncelerin meşrulaştırma ya da güçlendirme
aracı olduğu gözlerden kaçmamalıdır. Örneğin Amerikan sinemasının melodram ve
müzikalleri, erkek egemen aşk, evlilik ve aile ilişkilerini meşrulaştırırken, baskın cin-
siyet rollerine uymayan kadın ve erkeklerin başına neler geleceğini anlatır. Para ve
başarının önemi vurgulanırken, aile ve evliliğin doğru ve onaylanmış sosyal ilişkiler
düzeni olduğu düşüncesi işlenir (Kellner, 2004:213).
Toplumsal iktidar ilişkileri, gündelik yaşantımızın tam merkezinde yer alır ve
davranışlarımızı yönlendirir. Bu durum örneğin başka bir dünyayı anlattığını söy-
leyen fantastik filmlerde dahi pek değişmez. Fantastik filmler de diğer türler gibi
toplumsal iktidar ilişkilerinin meşrulaştırılmasına hizmet eder. Örneğin Yüzüklerin
Efendisi filminde sadece iki önemli rol kadınlara verilmiştir, diğer kadınlar ise kur-
ban ya da çirkin kötülere karşı iyinin güzelliğinin simgesi olarak yapay bir oradalık
hissi sağlamak için filme yerleştirilmişlerdir. Aslında Superman, Batman, Spiderman
gibi aklımıza ilk gelen sinematik kahramanların isimleri dahi bu konuda hemen fikir
verebilir. Bu filmlerin kapıları, gayet sınırlı bir kontenjan ile sadece erkeklere ya da
erkeğe denk bir güce sahip erkekleşmiş kadınlara açılır. Bu açıdan bu filmler tüketici
ve metaların fantastik bir tüketim demokrasisi olan modern toplumlarda iktidarın ve
metaların eşitçe paylaşılmadığını; etnik azınlıklar, kadınlar, gençler ve daha büyük bir
grup olarak 3. Dünya’nın bu konuda eşit fırsatlara sahip olmadığını (Willis, 1993:73)
göz önünden kaldırma, hiç değilse uzaklaştırma işlevi görür.
Filmlerin büyük çoğunluğu Amerikan rüyasını yaymaya da hizmet eder.
Hollywood’un tüm dünyada kapitalizmin içselleştirilmesi aşamasındaki ideolojik
rolü, yadsınılamayacak bir konumdadır. Ancak Hollywood’un tüm anlatı türlerinin
ideolojik olduğunu söylemek tabi ki mümkün değildir. Burada bağımsız sinemaya
bir parantez açmak yerinde olacaktır. Bağımsız sinema ürünleri gelişen teknoloji
88 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

sayesinde hızla yayılarak, eleştirinin, eşitsizliğin, küreselleşme karşıtlığının küresel-


leşmesine ve üzerinde daha çok düşünülen konular haline gelmesine hizmet ede-
bilmektedir. Bununla birlikte bağımsız sinema ürünleri de bazen küresel film paza-
rında ticari hale ge(tire)lebilir. Bunun dünya genelinde örneklerinden biri Michael
Moore’un Fahrenheit 9/11 adlı filmidir. Türk sinemasından da Nuri Bilge Ceylan’ın
Üç Maymun’u örnek gösterilebilir. Aldığı uluslararası ödül ve yönetmeninin ödül
törenindeki konuşmasından sonra daha fazla sinema salonunda gösterim şansı ya-
kalamış görünmektedir. Bağımsız filmler de konu olarak bağımsız kalmaya devam
etmekle birlikte ekonomik olarak film pazarına entegre edilmeye çalışılmaktadır.
Guy Debord’un (1996:33) günümüzde azgelişmiş bölgeleri sadece iktisadi hege-
monyası ile değil, gösteri toplumu olarak da egemenlik altına aldığını söylediği ve
gösterinin taşıyıcısı olarak tanımladığı ABD’nin, medya emperyalizmindeki gücü,
sinemada kendini oldukça açık bir şekilde gösterir. Büyük Hollywood stüdyoları,
sadece film üretimini değil, filmlerin dağıtımını da kontrol ederler. Amerikan film
endüstrisi, hem üretim ve hem de dağıtım alanlarında dünya pazarlarını rakipsiz bir
şekilde elinde tutmaktadır. Hollywood’un dev firmaları sadece Amerika içinde değil,
bütün dünyada satış ve ortaklıklar kurmuştur. Amerika’nın dünya pazarlarından elde
ettiği gelirler de bu endüstrinin pazar hakimiyetini sürdürdüğünü göstermektedir
(Wasco,1982).
Sinemanın politik ekonomisine yönelik çalışmalar çoğunlukla sinema filmle-
rinin ABD’nin en önemli ihraç ürünleri arasında yer aldığını söylemekle işe baş-
lar (Wyatt,1994). Gerçekten de sinemanın küresel endüstrileşme sürecine ilk giren
alanlardan biri olduğu söylenebilir. 1990’lardan itibaren dünyanın her yerine ulaşan
Amerikan filmleri, etkili birer kültür endüstrisi ürünüdür. Böyle etkili bir aracın baş-
ka amaçlar için kullanılması da kaçınılmaz olmuştur. Bu konuda özellikle 1920’lerin
ikinci yarısından sonra Amerikan kültürü, düşüncesi ve muhafazakar değerlerinin
ihracı bu araçla söz konusu olmaktadır (Sevgili,1995:26).
Martin Barbero’nun da ifade ettiği gibi, “Bir sınıfın hegemonyasını kurma çabası,
egemen sınıfın sahip olduğu çıkarların bağımlı sınıflar tarafından kendi çıkarlarıymış
gibi kabul edilmesi ölçüsünde başarıya ulaşır” (Aktaran Lull,2001:54). Hollywood si-
neması, bunu çok başarılı bir şekilde yapar. Gerçekte egemen sınıfın görüş ve değerle-
rini işleyen bu endüstri, sanki büyük bağımlı kitlenin çıkarına hizmet ediyormuş gibi
bir yanılsama yaratabilmektedir. Büyük bütçeli Hollywood filmleri, dünyanın her kö-
şesinde para basarken, sisteme yönelik tepkileri azaltmak için yumuşak güç gösterisi-
nin bir parçası olarak en iyi düzenin mevcut düzen olduğu inancını yerleştirmeye ve
güçlendirmeye hizmet etmektedirler. Jowett ve Linton’un (1989:119) en güçlü Ame-
rikan elçisi olarak tanımladığı diğer ülkelere ihraç edilen bu filmler, dünyanın geri
kalanına Amerikan ‘yaşam tarzını’ eğlenceli bir şekilde yansıtmaktadırlar. Popüler tü-
ketim ürünü olarak sinema salonlarını dolduran Hollywood filmleri, küreselleşmeyi
anlamada da önemli ipuçları verebilir. Hollywood’un küreselliği, büyük oranda tüm
dünyadaki insanların ortak duygularına seslenmesinden gelir. Türkiye gibi azgeliş-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 89

miş ülkelerde, sinema salonlarındaki filmlerin büyük çoğunluğu Hollywood’dan ge-


lir. Örneğin izleyiciler huşu ve hayranlık içinde filmlerdeki etkileyici görsel efektlerin
büyüsüne kapılırken çocukların kahramanları artık Harry Potter ve Spiderman olur.
Cinematic Society (1990) adlı kitabında günümüzü “Görsel Sinematik Çağı” ola-
rak adlandıran Norman Denzin, bu çağın kendisini yapay göz kameranın gerçekli-
ğiyle tanımladığını söylemektedir. Hayatlar kameranın gözünden akarken, insanlar
bir sarhoşluk haliyle seyrederler. Bazen bir fantezi kahramanının maceralarını, bazen
de canlı canlı bir savaşı seyrederler ama sadece seyrederler. Çünkü Jameson’un post-
fordist dönemle özdeşleştirdiği postmodern sinema, her şeye evet dememizi öğütle-
yen meta kültürü gibi farklı dünyalara ama aynı hayallere sahip, şimdiyi yaşayıp aynı
anda tüketen, yalnızca izleyen birbirinden kopuk bireyler ister (Büyükdüvenci ve
Öztürk:1997:18). Çünkü atomize olmuş, kopuk bireyleri ekrandakilere inandırmak
ve onları hiç durmadan yeniden ve yeniden büyülemek çok daha kolaydır.

Yeniden büyülemede fantastik filmler

Yeniden büyüleme sürecinde sinemanın daha çok edebiyatla kurduğu yakın ilişki
sonucunda popüler romanlar sıklıkla sinema ekranına taşınmaktadır. Sinemaya en
fazla aktarılan popüler türlerden biri de fantezi kurgulardır. Yeniden büyülemeyi kay-
bolmaya yüz tutmuş mistik değer ve inançların tekrar canlandırılması olarak kabul
edersek, bu süreçte fantazya yani gerçek olmayana yapılan vurgu gittikçe artmakta-
dır.
Kafka’nın Dönüşüm ya da Goethe’nin Faust gibi romanlarında olduğu gibi edebi-
yatta hep varolan fantazya; sözlükte ‘gerçekte var olmayan, hayal ürünü, hayali’ gibi
anlamlara gelir. Bugün tanık olduğumuz durumsa fantazyanın (ve fantezi-kurgunun)
sinemadan popüler edebiyata, bilgisayar oyunlarından oyuncaklara kadar yaygınla-
şarak piyasanın ve tüketim toplumunun yani yeniden büyülemeye yönelik gösterinin
bir parçası haline gelmesidir. Aslında her şeye bir neo yada post takısının getirildiği
ve yeninin sürekli vurgulandığı 1980 sonrası dünyanın görüntüsü mit, büyü, misti-
sizm gibi inançların da içeriği boşalmış birer imaj, tüketilmeyi bekleyen birer görün-
tü olarak geçirdikleri değişime denk düşmektedir.
Sinema tarihinin başından beri bilimkurgu ile iç içe olan fantastik öğeli filmlerin
ilk örneklerini, 1930’ların başında sinemanın yanılsama yaratma gücünü kullanarak
film hileleri –daha sonra bunlar görsel efekt olarak adlandırılmaya başlanacaktır–
uygulayan Fransız yönetmen Georges Melies vermiştir. Sonra sinema izleyicisine tü-
ketmesi için sürekli yeni kahramanlar sunulmuştur. Bunların en tanınmış olanları
Süpermen, Örümcek Adam, X-Men, Batman sık aralıklarla sinemaya uyarlanmıştır.
En çok izlenen filmlerin son 5 yıllık listeleri de fantastik kurgular ile doludur. 2007 yı-
lında açıklanan gişe hasılatlarına göre dünya çapındaki rakamlar dikkate alındığında,
bugüne kadar en çok izlenen ilk 5 film Titanic, Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü,
Karayip Korsanları: Ölü Adamın Sandığı, Harry Potter ve Felsefe Taşı ile Yıldız Savaş-
90 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

ları: Gizli Tehlike olarak sıralanıyordu. Aynı sıralamaya göre en çok kazandıran ilk
20 filmin yarısından fazlası da fantastik kurgu filmlerinden oluşuyor. Listeler popüler
filmlerde en çok tercih edilen konulardan birinin fantezi olduğuna işaret ediyor.
2005 yılında Marvel Comics’in 1960’lı yıllardaki ünlü çizgi roman kahramanları
olan Fantastik Dörtlü sinemaya uyarlandı ve dünya çapında elde ettiği 300 milyon
dolar hasılat yapımcı ve dağıtımcısı 20th Century Fox’u memnun etmiş olmalı ki,
2007 yılında serinin ikinci filmi de çekildi. Aynı yıl sinemaya uyarlanan bir başka
fantastik seri ise Narnia Günlükleri idi. Yanlışlıkla farklı bir boyuta geçen 4 kardeşin
öyküsü, 3 yıl sonra kaldığı yerden görsel yönü daha da parlatılmış olarak devam etti.
2006 yılında en çok izlenen 3 film ise yine Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter ve Yıldız
Savaşları serilerinin devam filmleriydi. 2007 yılında da Harry Potter ve Örümcek
Adam serilerinin devam filmleri ile yine ejderhalı, büyülü, görsel yönü ağır basan
Ejderha Mızrağı animasyonu ve Eragon gibi filmler geldi. Geçen yılın en fazla izlenen
filmi Karayip Korsanları’nın üçüncüsü Dünyanın Sonu da fantastik öğeler içeriyordu.
Rüzgar henüz dinmişe de benzemiyor. Harry Potter serisinin 6. filminin 2009 yılında
gösterime girmesi bekleniyor. İnternet sitelerinde filmin trailer’i yani bir filmin izlen-
mesi daha doğrusu hasılatın artırılması için kurgulanmış kısa tanıtımı yayınlanmaya
başladı bile. Bu sıralamalar aşk ve fantazyanın, sinemada en çok kazandıran iki konu
olduğunu gösteriyor. Buradan yola çıkan Yüzüklerin Efendisi filminin yapımcıları da
fantezinin yanına biraz da aşk katmak için olsa gerek filme, uyarlandığı kitapta ol-
mayan bölümler ve bazı sahnelerde arz-ı endam eden güzel bir elf kızı –tabii ünlü
bir Hollywood aktristi– ekleyerek izleyiciyi büyüleme düzeyini artırmayı amaçlamış
görünüyorlar. Sözkonusu sıralamaların bir tesadüf olduğunu düşünmek pek müm-
kün görünmüyor. İzleyiciler daha çok tercih ettiği için fantastik filmlere daha fazla
yatırım yapıldığı düşünülebilir tabi ki ancak izleyicilerin bilinçli bir şekilde bu tür
filmlere yönlendirilmekte oldukları ihtimali daha ağır basıyor.
Günümüzde edebiyatın ve sinemanın en popüler türlerinden olan fantastik kur-
gularda anlatılan hikayeler, büyüsü bozulmuş gösteri toplumunun daha güçlü maddi
araçlarla desteklenerek ve birleştirilerek yeniden büyülenmesine hizmet etmektedir.
Fantastik filmler sinemanın tüm olanaklarının kullanıldığı görsel ve işitsel efektleri,
şahane kostümleri, kahraman ve yaratıklarının tasarımındaki başarıyla büyüleyici
filmlerdir. Müzik de sinema ile bütünleşik şekilde filmlerin ihtişamını artırmaya kat-
kıda bulunur. Şurası bir gerçektir ki; DVD ve CD’leri, McDonalds menüleri, oyuncak-
ları, giyecekleri, web siteleri ile bu filmler kültür endüstrisinin bir parçasıdır. Örneğin
Florida’da ‘Harry Potter’ın Büyülü Dünyası’ adıyla açılacak olan Disneyland benzeri
temalı park, fantezinin tüketimle nasıl harmanlandığının bir başka örneği olacak gibi
görünüyor. Filmlerin çekimleri süresince oyuncular, özel efektler gibi konularda ya-
zılı ve görsel basında ya da internette birçok haber, dedikodu, söylenti yayınlanır.
Örneğin Yüzüklerin Efendisi’nin son filmi için yapılan fragman yayınlandığında web
sitesine 3 gün içinde üç milyondan fazla ziyaretçi girmişti. Yüzüklerin Efendisi serisi
için Time Warner’a bağlı New Line stüdyosu toplam 350 milyon dolar harcadı, üç
yıl içinde yaklaşık 150 milyon dolar da pazarlama harcaması yaptı. Yani 500 milyon
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 91

dolara mal olan seriden kazanılan para ise 4.5 milyar dolar olarak açıklandı. Yeni
Zelanda’da filmin çekildiği yerleri gezmenin bedeli ise yaklaşık 3000 Euro. “Film sa-
yesinde turist sayısında yüzde 4.8, turizm gelirinde ise yüzde 8.5 artış sağladık. Bu
propaganda bizim için çok önemliydi” diyen Yeni Zelanda Başbakanı’nın Yüzüklerin
Efendisi üçlemesinin yönetmeni Peter Jackson’ı ülkenin en değerli vatandaşı olarak
göstermesi de ne tesadüf, ne öylesine söylenmiş bir övgüden ibarettir.
Dün, popüleri (halk ozanının, halk öyküsünü, halk ağıtını) tanımlayan güç halktı.
Harry Potter gibi fantezi-kurgular eski mitsel öykülerin güncelleştirilmesidir. Merke-
zi öyküleme, eski öykülemedeki öğeleri alarak daha süslü ve etkili bir şekilde tekrar
sunuyor, mitlerin her yere yayılmasını sağlıyor. Bir başka dünya idealiyle insanlar bir
süre rahatlıyor. Bugün popüleri tanımlayan medya denen ve reklamcılıkla yaşayan
ticari amaçlı güçtür. Yani popülerin tanımı halkın elinden alınmıştır; tanımı yapan
sermaye gücüdür (Erdoğan, 1999:35) ve Marx bu durumu, insanoğlunun şimdiye
kadar yarattığı bütün mitlerin kitle iletişim araçları (medya) tarafından sadece birkaç
saatte yaratıldığını söyleyerek açıklamaktadır. Fantastik filmler de kültürün metalaş-
masının ve norm üretiminin bir örneğidir. Bu filmlerde sıkı sosyal bir düzen vardır.
Irklar ya da farklı canlı türleri arasında yine krallar ve prensesler veya seçilmiş, özel
insanlar ve bir hiyerarşi mevcuttur. Ütopik bir büyü dünyasında dahi hiyerarşi, kural-
lar ve cezalar vardır. Örneğin fantastik kurgu olup olmadığı tartışmalı olsa da büyü,
cadılar, yolculuk, dönüşüm gibi türün temel özelliklerini gösteren Harry Potter serisi
filmlerinde belirli yaşa kadar belirli yerlerde büyü yapmanın yasak olması gibi cadı ve
büyücüler kesin kurallar dahilinde yaşarlar. Üretilmiş normlar film boyunca tekrar
edilir.
Bu tür yapımların bir başka özelliği tüketim açısından çocuk ve yetişkin arasında-
ki farkı bulanıklaştırmasıdır. Çocuklara yönelik bir film olarak başlayan Harry Potter,
serinin sonraki filmlerinde pek de öyle değildi. Önemli olan izleyici sayısını artırmak
olduğundan bu belki de çok önemli değil. Çünkü içerikler piyasaya göre belirleniyor.
Zaten filmler serinin kitaplarının yazımı sürerken çekildiği için ilgi çeken noktala-
rı yakalayıp, bir sonrakinde kullanmak mümkün olabiliyor. Aslında Hollywood bir
filmin satacağını düşünüyorsa, konu gerçekte nerede geçerse geçsin hikayeyi yeni-
den kurgulayabilir ya da mekanı istediği gibi yeniden kurabilir. Aslen bir Anadolu’da
hikayesi olan ama filminin büyük bölümü ABD’de stüdyolarda ve İspanya’da çeki-
len Truva ya da aslı İngiltere’de geçen ama Hollywood tarafından perdeye yansıtılan
Harry Potter bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Film yapımcıları, dağıtımcıları açısından kar anlamına geldiği rakamlardan açık
olan bu filmler, seyirciye neler vaad ediyor? Evet belki fantastik filmlerin yükselişini
gelip geçici bir rüzgar olarak görebiliriz. Seneye tamamen farklı türde filmler çok
seyredilir hale gelebilir. Ancak şunu da gözden kaçırmamak gerekiyor ki bu filmler
insanların içindeki bir şeylere sesleniyor. Belki kahraman olma arzusuyla açıklana-
bilecek, belki de gündelik hayatın tekdüzeliğinden kaçışla anlamlandırılabilecek bir
duyguya hitap ediyorlar. Yani bunu soru olarak ifade edecek olursak, bu filmler neden
92 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

izlenir ve bu filmlerle gerçekte ne tüketilir?


“Öfke, sevinç, hüzün ve korku, film seyrederken hissedilip, dışa vurulan duygula-
rın bir kısmıdır” (Abisel;1999:7). Bu açıdan bakıldığında sinema filmlerine olan duy-
gusal katılımın, öteki popüler kültür biçimlerine göre daha güçlü ve yoğun olduğunu
söylenebilir. Sinema bazı olası hazlar ve anlamlar sunar. Hollywood’un büyüsünün
önemli bir kısmı görsel hazzın ustaca kullanılmasına dayanır. Fantastik filmlerde bu
haz, organize şekilde kullanılan tüm görsel ve işitsel efektlerle birlikte doruğa çıkar.
Ancak sinemanın yarattığı bu anlamlar, genellikle onları üretenlerce belirlenir yani
Laura Mulvey’in (1975:11) ifadesiyle “perdenin fantezi dünyası bile onu üreten yasaya
tabidir.” Kültür sanayi tarafından hazırlanan bu ürünlerde filmin nasıl biteceği, kimin
kazanacağı önceden bilinmekte ve bunlar doğru çıktığında kitleler mutlu olmaktadır.
Neredeyse bütün fantastik filmler, temel olarak iyi ile kötünün savaşıdır. İyiler hep
kazanır. İzleyici de rahatlamış olarak evine geri döner. Popüler filmlerin beklenen
sonlarına rağmen bir çeşit katarsis (arınma) sağlayarak, insanların hoşuna gittiği ve
çok seyredildiği söylenebilir.
Kişisel boyutta birey, gündelik hayatında yaşayamadığı, yaşamakta zorlandığı
duyguları ve yaşam şekillerini filmin kahramanıyla birlikte yaşayarak bir çeşit ka-
tarsis sağlar. Aristoteles’in sürekli üzerinde durduğu ‘katarsisi’ şiddet ve pornografi
bağlamında çözümleyen Oskay (1982:370) kavramı “şiddetin fantazya kurgusu için-
de izlenmesiyle eğlenerek rahatlama ve ruhsal gerginliği azaltmaya etkisi” olarak ta-
nımlamaktadır. Arınma hipotezine göre, sanat gibi simgesel sistemler gerçek yaşam
deneyimleri yerine ikame deneyimler sağlamakta ve böylece fantazya ya da rüyalar-
da olduğu gibi içimizdeki toplum karşıtı güçlerin zararsız şekilde dışa vurulması-
na yaramaktadır. Ne var ki bugün medyanın kitlelere gerçek yaşamlarının dışındaki
zamanlarını geçirirken bir tür arınma sağladığı böylece varolan toplumsal sistemin
sürdürülmesinden yana belirli bir kültürel işlevi yerine getirdiği giderek daha yoğun
şekilde dile getirilmektedir. Çağdaş insan, olağanüstü kahramanlarla ilgili gösterim-
leri gerçek olmadığını bilerek bu kahramanların onun yerine yaşadığı deneyimlere
göre anlamlandırmakta bu süreçte gerçek ile fantezi arasındaki çizgi de muğlaklaş-
maktadır. Ancak günümüz toplumlarında izleyicilerin fantazya ile realite arasında
ayrım yapabilme olanakları giderek azalmaktadır.
Walter Benjamin’e göre modern dünyada imge ve imajlar metalaşmış, fantazyala-
rımızın materyalize olmuş hallerine dönüşmüşlerdir. Modern yaşamda insanlar ça-
resiz kaldığı toplumsal yaşam totalitesi karşısında harekete geçememekte, yaşamına
egemen olabilmek adına bazen girişimde bulunsa da daha çok fantazyalara sığınmak-
tadır (Oskay,1983:163). Yani fantastik sinema filmleri, insanlara kaçış fırsatı sağla-
maktadır. Ancak insanın dış gerçekliği ile kurduğu anlamlandırma ilişkilerinden biri
olan düş görme ve fantazyaları arasına bilinç endüstrileri girmiş durumdadır. Mo-
dern insan bu endüstri fantazyalarını yüksek aldanımcı nitelikleri yüzünden tercih
etmektedir. Rutin işlerden fantazyaya sığınan insanlar için bu, gerçeğin sınırlamala-
rından kaçışı da ifade etmektedir. Filmlerle başka hayatlar ve deneyimler yaşar, birkaç
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 93

saatliğine de olsa kendi gerçek öykümüzden sıyrılıp, kahramanın öyküsüne dalarız.


Sinema salonuna girdiği anda kendi yaşamının monoton akışından uzaklaşan insan,
büyülenerek seyrettiği film boyunca kahramanla özdeşleşir. Kahramanlar, olmak is-
tediğimiz kişiler olarak karşımıza çıkarlar. Yapmak istediklerimizi, hayal ettiklerimizi
yapan kişiler olarak. Yani ekrandaki kahramanın imajını tüketiriz aslında. Ancak tü-
ketilen bu imaj da yaratılmış bir şeydir. Robert Bocock’a (1997) göre modern kapita-
lizmde tüketim artık sadece ihtiyaçlara değil, aynı zamanda gittikçe artan bir şekilde,
arzulara dayanan bir olgudur. Ancak arzu edilen yani tüketilen şey; ‘gerçek’ çikolata,
otomobil, ev, düşlerimiz ya da fantezilerimiz değil, bunların yerine konan sembolik
şeylerdir.
İzleyici, etkileyici kostümler içinde ekranda gördüğü bir kahramana, kitapta sade-
ce sözcüklerle ilişki kurduğu bir kahramandan daha fazla benzemek isteyebilir. Fan-
tezi karakterler bizim bilmediğimiz bir dili konuşup, bizim ayak basmadığımız top-
raklarda gezindikleri için daha egzotik ve ilgi çekicidirler. Tüketimin simgesel bir et-
kinlik haline geldiği günümüzde fantastik filmler; geçmişin mitleri, efsaneleri ve halk
hikayelerinin yerini almış durumdadır. Görüntünün doğası gereği, diğer medyaları
kullanan sektörlere göre daha güvenilir gözükse de bu filmler, olmayan bir dünyayı
bile pazarlayabilir. İnsanların zihinlerinde ya da sinema perdesinde çok ışıltılı ve renk-
li izlenimler bırakan fantastik filmlerde, uydurma bir evrende, büyücüler, ejderhalar,
zaman yolculukları, konuşan ağaçlar arasında gerçek dünyada göremediğimiz ger-
çeklik koşullarındaki insan davranışlarına inanmamız amaçlanır (Stark,2002). Bun-
ların gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bildiğimiz halde bize inandırıcı gelirler
ya da en azından inanmak isteriz. Çünkü oradaki kahramanlar aslında bizim içinde
olmak isteyip de olamadığımız hayatları yaşar, yapmak isteyip de yapamadığımız şey-
leri yaparlar. Yeni neslin kahramanı Harry Potter’ın doğaüstü güçlerle çoğu çocuğun
ve birçok yetişkinin içinde kalan yasakları, yaramazlıkları yapabiliyor oluşu cazibe-
sinin önemli bir kısmını oluşturur. Harry Potter modern zamanların kibritçi kızıdır
bir anlamda ama küçük kibritçi kız soğuktan ölerek sizi derinden yaralar ve bir an
bile olsa, onu kurtarmaya değer bulmayan toplumsal düzene isyan edersiniz. Harry
Potter ise gerçek dünyada ezilenken, fantastik dünyada bir kahramandır. Yanlarında
bırakıldığı akrabalarının yanındaki gündelik hayatında fiziksel ve duygusal şiddet
görür ancak büyülü dünyasında o, bir kurtarıcı olarak herkesin sevgilisidir. İçinizde
acıma ve mevcut durumu sorgulama hissi uyandırmaz çünkü sonunda intikamını
alır. Benzer şekilde gündelik yaşamlarında II. Dünya Savaşı’nın kasvetli Londra’sında
okula gitmek zorunda olan Narnia Günlükleri’nin 4 çocuk kahramanı da renkli, ışıl-
tılı fantastik dünyada birer kahramana dönüşürler. Aslında fantezi-kurguların büyük
çoğunluğu sıradan insanların dönüşüm hikayesidir. Yüzüklerin Efendisi’nin Frodo’su
köyün yaramaz delikanlısından Orta Dünya’nın kurtarıcısına, Karayip Korsanları’nın
Will Turner’ı basit bir demirciden kahraman bir denizciye (sonra korsana) dönüşür.
Pısırık Clark Kent yalnızca gözlüklerini çıkarıp Superman olurken, korkak Bruce
Wayne yarasa pelerinini giyerek Batman oluverir. Burada bize söylenmek istenen
şeyse içinde bulunduğumuz durumu sorgulamanın anlamsız olduğu çünkü bütün sı-
94 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

radan insanlar için bir başka dünyanın varolabileceğidir. Ancak bu alternatif dünyada
gündelik kaygılara pek de yer yoktur. Örneğin Yüzüklerin Efendisi’nde kahramanla-
rın gündelik hayatlarına ilişkin detaylara çok fazla yer verilmez. Sanki yemek sadece
zaferin kutlandığı şölen masalarında yenir, uyku sadece lanetli ama cezbedici yüzü-
ğün yok edilmesi yani büyük görevin başarılmasında fiziksel güce ihtiyaç duyulduğu
için yapılan bir eylemdir. Aynı şekilde şehvet ve tutkudan arındırılmış ölümsüz aşk da
savaş öncesinde kahraman krala güç vermek için hikayeye monte edilmiş gibidir.
Evde anne-babasına, okulda öğretmenine, işyerinde patronuna boyun eğmek
zorunda olan modern toplumun bireyleri için olağanüstü kahramanlar büyülü bir
dünyada, farklı bir yaşam fırsatı sunar görünürler. Fantastik kahramanlarının çizdiği
üstün insan tiplemeleri seyredenler için sembolik mutluluk veren bir pamuk şekeri
gibidir. Şeker bittikten sonra çöpünü yalamaya devam ederken, yeni şekerin yeni bir
mutluluk getireceği hayaliyle avunulur.

Sonuç

Sinema, yaşamsal ihtiyaçları dışındaki şeyler için de para harcayabilecek orta ve


üst sınıflara yönelik bir serbest zaman etkinliği olarak kabul edilebilir. Kitlelerin temel
olarak vakit geçirmek için tercih ettikleri sinemada bir film izleme edimi, izleyicileri-
ne eğlenmenin yanı sıra modern toplumun tüketim ilişkileri bağlamında anlaşılabi-
lecek hazlar da sağlamaktadır. Bu hazların başında film kahramanı ile özdeşleşme ve
gündelik hayata dair sıkıntılardan kurtulma gelmektedir. Film endüstrisi, kapitalist
dünyanın eğlendiren yüzü olmuştur. Filmin kahramanı ya da hikayenin mekanı gibi
sinematik imgelerin tüketiminin araçsallığı, çoğu zaman izleyici için ‘satın alınabi-
lecek bir mutluluk fırsatı’ imajı yaratmasından gelir. Tüketimin gerçek olduğu kadar
imgesel olduğu, alışveriş ile eğlencenin artık birbirine karıştığı tüketim toplumunda,
insanların neredeyse bütün boş zamanlarını dolduran medyanın kahramanları da ar-
tık birer imge, meta haline gelmiştir. Belki ‘Bugün kim olmak istersiniz?’ diye sorulan
imaj dükkanları yok karşımızda ancak gardıroptan kıyafet seçer gibi istediğimiz kah-
ramanın imajını bir süreliğine de olsa giyebilmemize olanak sağlayan sinema filmleri
var. Keşke o, ben olsaydım duygusuyla izlediğimiz sinemasal kahramanlar, her şeyin
düzenli ve muntazam olduğu modernist aklın egemenliğindeki sıkıcı iş hayatımız ve
gündelik dünyamızdan kurtulma fırsatı sunar. Son yılların yükselen yıldızı fantastik-
kurgu türü filmler, bu özdeşleşme ve kaçış için uygun duraklardır. Bir biletle hem
fantastik kahramanın imajını hem de olağandışı bir zaman ve mekana kaçış fırsatını
satın alabiliriz. Ancak genellikle harcadığımız para, sinema endüstrisinin daha faz-
la harcamayı göze alabileceğimiz daha seyirlik ve etkileyici hikayeler yaratması için
kullanılır.
Fantastik filmleri, sadece izlenmesi eğlenceli hoş birer seyirlik olarak değil, aslın-
da modern aklın verimlilik ve karlılık kurallarına uygun olarak yaratılmış ürünler
olarak okuyan bu makalede, bu tür filmlerin tercih edilmesinin ardında yatan temel
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 95

nedenin izleyicilerin özgür seçimleri değil, sinema endüstrisinin daha fazla kar elde
etme isteği olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu filmler sadece “İzle ve geç/unut” şek-
linde tasarlanmış olsaydı, bu kadar büyük bütçeler ayrılmazdı. Akılcılaştırılan sine-
ma endüstrisinde verimlilik çoğunlukla izleyici sayısı yani karlılıkla ölçülür. Diğer
türler gibi fantastik kurguları da daha geniş izleyici kitlesi yani daha fazla kazanmak
için repertuarına katan holdingleşmiş film stüdyosu sahipleri, görsel teknolojilere
daha fazla para ayırıyor. Daha fazla satan türlere daha çok para yatırılıyor, daha fazla
yatırım yapılan filmlerin daha çok izlenmesi için tanıtım faaliyetleri de buna göre
düzenleniyor. Bu zincirleme süreçte yeni filmler de daha fazla teknolojiyle daha gör-
sel ama daha pahalı hale geliyor. Soluksuz izlediği film süresince kalabalıklar içinde
kaybolmuşluktan ve sıradanın sıkıcılığından kaçan izleyicinin hayal ve fantezilerini
sömüren sinema endüstrisinin kurguladığı süper kahramanlar sinema perdesini ve
yapımcı şirketlerin kasasını doldurmakla kalmayıp, bir taraftan Hollywood’un film
pazarındaki üstünlüğünü devam ettirmesine katkıda bulunuyor, bir taraftan da ide-
olojik olarak kısa bir rahatlama ve sonra yeni rahatlama isteğiyle beraber insanları
hayali gerçeklere inandırmaya hizmet ediyor. İşte bu sebeple sinema, teknoloji ve en-
düstrinin karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin izleyici ve film şirketleri açısından anlamı
daha fazla araştırılmaya değer bir konu olarak karşımızda duruyor.
Kapitalizm, sinemanın getirisinden memnun olmalı ki yüz yılı aşkın bir zaman
dilimi boyunca bu endüstriyle bağlarını sürekli güçlendiriyor ancak aralarındaki
ilişkinin daha derinlemesine incelenmesi ihtiyacı da ortaya çıkıyor. Araştırmaların
çoğaltılması ihtiyacı çok yüzeysel bir incelemede dahi görülebilir. Örneğin en çok
kullanılan arama motorlarından biri olan google üzerinden yapılacak kısa bir tur,
internet diliyle söyleyecek olursak küçük bir sörf, artık bir bilgi çöplüğü haline gel-
meye başlayan internetteki bilgiler yanlış yönlendirici olma riski taşımakla birlikte
ilginç sonuçlar verebilir. Arama sonuçlarına göre “Harry Potter” için 94.200.000 kayıt
(95.700.000 İngilizce), “Yüzüklerin Efendisi” için 16.120.000 kayıt (23.400.000 İngi-
lizce), “Fantastik filmler” için 2.850.000 kayıt (13.300.000 İngilizce) bulunmaktadır.
Buna karşın “Kapitalizm ve Sinema” için sadece 343.000 kayıt (1.280.000 İngilizce),
“Sinema ve Gündelik Yaşamdaki İşlevi” için 475.000 kayıt (848.000 İngilizce), “Si-
nema Endüstrisi” için 409.000 kayıt (616.000 İngilizce) ve “Bağımsız Sinema” için-
se 468.000 kayıt (677.000 İngilizce) bulunmaktadır. Bu rakamlarla çeşitli spekülatif
yorumlar yapmak mümkün ancak insanların ilgisini çeken konular üzerinde daha
fazla durulduğu ve daha geniş kitlelere yayıldığı düşünülecek olursa, aradaki farkın
insanların genel eğilimleri hakkında fikir verdiği ve fantazyaların insanlara eleştirel-
likten daha fazla hitap ettiği şeklinde yorumlanabilir (mi?). Forumları, blogları, video
paylaşım siteleri, arama motorları ile hem iş hem de iş dışındaki hayatımızın önemli
bir parçası haline gelen internetin daha çok eğlence amaçlı kullanıldığı ve sinema en-
düstrisi gibi bir konunun akademik alanda daha ilgi çekici bir başlık olarak değerlen-
dirilebileceği doğrudur ancak bugün internet üzerinden uluslararası kütüphaneler de
dahil çok çeşitli bilgi kaynaklarına ulaşmak mümkündür. Bu noktadan yola çıkarsak,
sinema ve gündelik hayattaki işlevlerine yönelik eleştirel bakışın, üzerinde daha fazla
96 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

düşünülen, yazılan, yayılan bir konu olması gerektiği de gözden kaçırılmamalıdır.

KAYNAKÇA

Abisel, N. (1999). Popüler Sinema ve Türler. İstanbul: Alan Yayıncılık.

Adorno, T. W. (2005). Kitle İletişim Kuramları. İçinde: E. Mutlu (der.). Kültür Endüstrisini Yeniden
Düşünmek. (s. 240-249). Ankara: Ütopya.

Argın, Ş. (1992). Kapitalist Toplumda İşin ve İşgücünün Kaderi: Fordizmden Post-Fordizme. Birikim, 41 (1):
16-28.

Arık, M. B. (2004). Top Ekranda Medya Çağında Futbol ve Televizyon Arasındaki Vazgeçilmez İlişki. İstanbul:
Salyangoz.

Aristoteles (1993). Politika (çev: M. Tuncay). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Aydoğan, F. (2000). Medya ve Serbest Zaman. İstanbul: Om Yayınevi.

Aydoğan, F. (der.). (2004). Düşlerimizi Artık Televizyon Kuruyor: Medya ve Popüler Kültür Üzerine Yazılar.
İçinde: Antikçağ’da Modern Dönemde Serbest Zaman (s. 147-159). İstanbul: MediaCat.

Aytaç, Ö. (2004). Kapitalizm ve Hegemonya İlişkileri Bağlamında Serbest Zaman. C.Ü. Sosyal Bilimler
Dergisi, 28 (2): 115-138.

Bathrick, D. (1984). Marxism and Modernism. New German Critique, 33 (2): 207-217.

Bauman, Z. (1998). Postmodern Etik (çev: A. Türker). İstanbul: Ayrıntı.

Bauman, Z. (2001). Parçalanmış Hayat: Postmodern Ahlak Denemeleri (çev: İ. Türkmen). İstanbul: Ayrıntı.

Benington, J. & White, J. (1992). Leisure Services at a Crossroads. London: Longman.

Benjamin, W. (2001). Pasajlar: Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı (çev: A.
Cemal). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Bocock, R. (1997). Tüketim (çev: İ. Kutluk). Ankara: Dost Yayınevi.

Brohm, J. M. (1989). Sport: A Prison of Measured Time. London: Pluto Press.

Büyükdüvenci, S. & Öztürk, S. R. (1997). Sinema ve Postmodernizm. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Campbell, C. (1989). The Romantic Ethic and the Spirit of Modern Consumerism. Oxford: Blackwell.

Comolli J. & Narboni, J. (2008). Sinema: Tarih, Kuram ve Eleştiri. İçinde: Sinema, İdeoloji, Eleştiri. S. Büker
& G. Topçu (der.). (s. 99-112). Ankara: G.Ü. İletişim Fakültesi Basımevi.

Debord, G. (1996). Gösteri Toplumu ve Yorumlar (çev: A. Ekmekçi & O. Taşkent). İstanbul: Ayrıntı.

Denzin, N. (1990). Cinematic Society, London: Sage Publication.

Erdoğan, İ. (1999). Popüler Kültür ve İktidar. İçinde: Popüler Kültür, Kültür Alanında Egemenlik ve
Mücadele. N. Güngör (der.). (s. 30-41). Ankara:Vadi.

Featherstone, M. (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü (çev: M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı.

Fiske, J. (2003). İletişim Çalışmalarına Giriş (çev: S. İrvan). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Greisman, H. & Ritzer, G. (1981). Max Weber, Critical Theory and the Administered World. Qualitive
Sociology, 4 (1): 34-55.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Büyüklere masallar: fantastik filmler ve gündelik yaşamda büyünün yeniden keşfi 97

Hibbins, R. (1996, January). Global Leisure. Social Alternatives, l5 (1): 22-25.

Hollinger, R. (2005). Postmodernizm ve Sosyal Bilimler (çev: A. Cevizci). İstanbul: Paradigma.

Holmlund, C. & Wyatt, J. (eds). (2004). Introduction. In: Contemporary American Independent Film: From
the Margins to the Mainstream. London: Routledge.

Horkheimer, M. & Adorno, T. (1995). Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar (çev: O. Özügül),
İstanbul: Kabalcı.

Horkheimer, M. (2002). Akıl Tutulması (çev: O. Koçak). İstanbul: Metis Yayınları.

Jowett, G. & Linton, J. (1989). Movies as Mass Communication. New York: Sage Publications.

Kellner, D. (2004). Culture Industries. In A Companion to Film Theory. (eds: T. Miller & R. Stam). London:
Wiley-Blackwell.

King, G. (2004). American Independent Cinema. New York: Tauris Publications.

Leyda, J. (1973). A History of the Russian and Soviet Film. New York: Collier Books.

Lull, J. (2001). Medya, İletişim, Kültür (çev: N. Güngör). Ankara: Vadi.

Mannell, R. & Kleiber, D. (1997). A Social Psychology of Leisure. State College: Venture Publishing.

Miller, T. & Govil, N. & Maxwell, R. (2001). Global Hollywood, London: BFI Publishing.

Mulvey, L. (1975,Autumn). Visual Pleasure and Narrative Cinema. Screen, 16(3):6-18.

Olson, S. R. (1999). Hollywood Planet: Global Media and Competitive Advantage of Narrative Transparency.
New Jersey: Lawrence Erlbaum.

Oskay, Ü. (1982). XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri: Kuramsal Bir Yaklaşım.
Ankara: A.Ü. S.B.F. Yayınları.

Oskay, Ü. (der.). (1983). Estetize Edilmiş Yaşam. İçinde: Tarih, Kültür ve Fantazya. (s. 131-164). Ankara:
Dost Kitabevi.

Poole, R. (1993). Ahlak ve Modernlik (çev: M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı.

Pronovost, G. (1998). Leisure Workers. Current Sociology, 48 (3): 56-63.

Ritzer, G. (2000). Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek (çev: Ş. Süer Kaya). İstanbul: Ayrıntı.

Rojek, C. (1985). Capitalism and Leisure Theory. London: Tavistock.

Schneider, M. (1993). Culture and Enchantment. Chicago: University of Chicago Press.

Sevgili, A. (1995). Hollywood’un Dünya Egemenliği ve Getirdiği Sonuçlar. 25. Kare, 10: 24-32.

Stark, L. (2002,Mart). Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter, Conan: Fantastik Edebiyat Sinemalar Diyarında.
Virgül, 49: 25-28.

Wasco, J. (1982). Movies and Money: Finansing the American Film Industry. New Jersey: Ablex
Publications.

Wasco, J. (2003). How Hollywood Works?. London: Sage Publications.

Weber, M. (1987). Sosyoloji Yazıları (çev: T. Parla). C. Wright Mills & H. H. Gerth (eds.). İstanbul: Hürriyet
Vakfı Yayınları.

Willis, S. (1993). Gündelik Hayat Kılavuzu (çev: A. Bora). İstanbul: Ayrıntı.


98 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Elif Şeşen

Wright Mills, C. (1956). White Collar: The American Middle Classes. New York: Galaxy Books.

Wyatt, J. (1994). High Concept: Movies and Marketing in Hollywood. Austin: University of Texas Press.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 99

Sefaletn Pskolojs ya da Pskolojnn


Sefalet: Pskolojk Yoksulluk
Yaklaşımlarının Eleştrs1

Aysel Kayaoğlu2

ÖZET
Sosyal bilimlerde yoksulluğa 1990’lardan beri artan bir ilgi gösterilmektedir. Yoksulluğu bir “sosyal problem”
olarak ele alan ana akım literatür, yoksulları suçlayan bir eğilim üretmektedir. Tarihsel olarak, psikolojinin
yoksulluğa yönelik hem sınırlı hem de sınırlayıcı bir ilgisi olmuş, çoğu kez olguyu patolojikleştirerek, diğer
sosyal bilimler gibi kurbanı suçlayan ideolojiye hizmet etmiştir. Bu makalenin temel amacı tarihsel olarak psij-
kolojinin bu sefaletini göstermektir. Bu amacı gerçekleştirmek için, ilk olarak psikolojinin belirli bir yoksulluk
kavramsallaştırması olup olmadığı sorusu yanıtlanmaya çalışılacaktır. İkinci olarak, psikolojinin yoksulluğu
çalışmaya ilişkin bir meşruiyet problemi olduğu saptanacak ve bu problemin “üçüncü dünya” bağlamında nasıl
yaşandığı tartışılacaktır. Son olarak, çeşitli psikolojik yoksulluk yaklaşımları eleştirilerek, psikolojinin sefaleti-
nin farklı görünümlerine odaklanılacaktır.

Anahtar sözcükler: Yoksulluk, psikoloji, kurbanı suçlama.

Psychology of Poverty or Poverty of Psychology:


Crıtıcısm of Psychologıcal Poverty Approaches

ABSTRACT
Poverty has gained an increasing interest in social sciences since 1990s. The mainstream literature taking po-
verty as a “social problem” has produced a tendency towards blaming the poor. Historically, psychology’s inte-
rest in poverty has not only been limited but also very limiting. This limited and limiting interest has most of
the time pathologized the issue and, just like the other social sciences, served the victim blaming ideology. The
main aim of this article is to reveal this poverty of psychology historically. In order to achieve this aim, first,
the question of whether psychology has a poverty conceptualization or not was tried to be answered briefly.
Having identified that psychology has a legitimacy problem in studying poverty, how this problem has been
experienced in the “third world” context was discussed in the paper too. Finally, various psychological poverty
approaches have been criticized, focusing on the different appearances of poverty of psychology.

Keywords: Poverty, psychology, victim blaming.

1 Bu makalenin bir parçasını oluşturduğu çalışmaya verdiği finansal destekten dolayı Türkiye Bilimler
Akademisi’ne teşekkür ederim.
2 Yrd. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, İletişim Bilimleri Fakültesi, İletişim Bölümü.
100 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

Giriş

Herhalde başka hiçbir sosyal olgu yoksulluk kadar sosyal bilimlerin kendi araş-
tırma nesnesi ile kurduğu ilişkinin ne denli sorunlu bir ilişki olduğunu gösteremez.
19. yüzyılın sonunda Booth ve Rowntree’nin İngiltere’de yaptıkları araştırmalardan
beri sosyal bilimlerin ayrı bir grup olarak yarattığı yoksullar ve toplumdaki sınıf iliş-
kilerinden azade bir yoksulluk (Novak, 1995) fikri, topluma dair zihinsel temsilleri-
miz arasına geri dönülmez bir biçimde yerleştirildi. O zamandan bu yana, yoksul-
luk, iflah olmaz bir biçimde sürekli ve yeniden tanımlanmaya ve aslında böylelikle
düzenlenmeye/ıslah edilmeye çalışılan bir “sosyal problem” olarak sunulmaktadır.
Kapitalizmin çeşitli aşamalarında, her defasında yeniden tanımlanmayı talep etme-
siyle, yoksulluk/yoksullar, aslında her daim kendine yönelik tanımlanma işleminin
imkânsızlığını hatırlatır. Ne kadar incelikli hale getirilirse getirilsin, yoksulluk söyle-
mi, hep sözün tükendiği noktadaki o beyhudeliği yaşatır bize. Zira bir durum olarak
yoksulluk, tanımı gereği, ne yapılırsa yapılsın, hiç tamamlanamayacak bir eksiklik
halidir (Dean, 1992).
Yoksulluğun nasıl ortaya çıktığını değil, yoksulların neden yoksul olduğunu sor-
durarak, “kapitalizmi değil kapitalizmin kurbanlarını suçlama (Harvey ve Reed, 1996:
461)”ya götüren odak kaydırıcı söylemiyle ana akım yoksulluk literatürü, analizin her
adımında adeta kapitalizme, sömürüye ve toplumsal sınıflara referans vermeden ko-
nuşmanın yolunu aramaktadır. Belki tam da toplumsal sınıfları konuşamadığı için
yoksulluğu konuşan bir literatürdür bahsettiğimiz. Sınıfın inkarına dayalı yoksulluk
analizlerinin (bkz. Özuğurlu, 2002; Ercan, 2003) sosyal bilimcilerin entelektüel ter-
cihleriyle ya da sosyal bilimlerin kendi iç dinamiğiyle ortaya çıktığını söylemek saflık
olurdu. Tersine kendi araştırma nesnesi kadar toplumsal süreçlerin içinde şekillenen
sosyal bilimler, içinde bulundukları çağın eğilimlerine referansla araştırma nesneleri-
ne yaklaşırlar; ya bu eğilimleri güçlendiren ya da karşı koyan ama sonuçta hep onları
referans alan bir yerden yaklaşırlar (Harvey ve Reed, 1996).
1990’lardan bu yana sosyal bilimlerde yoksulluğu tanımlama ve bu “sosyal
problem”i düzenleme çabası yeniden gündeme geldi; muhtemelen daha önce hiç ol-
madığı kadar sofistike ve çeşitli gibi görünen yoksulluk analizleriyle karşı karşıyayız.
Ancak zenginliğe dair çalışmaların semptomatik yokluğuna karşılık, yoksulluk çalış-
malarındaki bu patlamanın tarihsel olarak sosyal bilimlerin ürettiği yoksulluk söy-
leminde esaslı bir değişiklik yarattığı söylenemez. Zira, sosyal bilimlerde yoksulluğa
yönelik ilginin artışı bir tesadüf değildir; bu ilgi artışının, uluslar arası aktörlerin, hü-
kümetlerin ve sermaye örgütlerinin, kapitalizmin küresel ölçekte yeniden yapılandı-
rılmasına yönelik politikaların bir parçası olarak yükselttiği “yoksullukla mücadele”,
“yoksulluğa saldırı” vb. söylemi (Özdek, 2002) içinden okunması gerekir.
Dünya toplumlarının kendini içinde bulduğu bu yeni kitlesel yoksullaştırılma sü-
reci, 1970’lerde kapitalizmin kriziyle başladı. Kriz, çok genel düzeyde Batıdaki refah
devleti, Batı dışı dünyada ulusal kalkınma modelinin çözülmesiyle birlikte, kapitaliz-
min küresel ölçekte tekrar yapılanması demekti. Daha özgül olarak, küreselleşmenin
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 101

bu yeni evresinde kapitalizmin yeniden yapılandırılması, toplumsal güçler (devlet,


emek ve sermaye) arasındaki ilişkilerin dönüşümlerini içerir. Neoliberal ideoloji
içinde şekillenen bu ekonomik ve siyasi dönüşümlere, toplumsal yaşamın diğer tüm
alanlarındaki dönüşümler de eşlik etti (Özkazanç, 1997). Tüm bu dönüşüm sürecin-
de, kaçınılmaz olarak yoksulluğun deneyimlenme biçimi, tanımlanışı ve yoksulluğa
yönelik sosyal politikalar değişti. Bu değişimlerin doğrultusunu belirleyen ana ek-
sen, yoksulları yoksullukları için suçlayan kapitalizmin kadim ideolojisidir (Buğra,
2007). Bu çerçevede, refah devletinden faydalanan asalaklar olarak hedef tahtasına
zaten yerleştirilmiş olan yoksullar, artık gözden çıkarılmış, pazara girmeleri bile bek-
lenmeyen “fazlalıklar”olarak muamele görmeye başladılar (Özkazanç, 1997: 31-34).
Pazara girmeleri beklenmeyen, gerçekte esnek üretimden dolayı isteselerde de pazara
girmesi mümkün olmayan yoksullara, topluma içerme projesi olarak çalışma şartını
getirmek, yani “çalışmayana ekmek yok” demek (Buğra, 2007), çalışma etiğinin tarih-
sel olarak bir kez daha ama bu kez başka işlevle göreve çağrılması anlamına geliyordu.
Endüstriyel kapitalizmin, “emek-yoğun sanayi(si) ile bir zamanlar uyum içinde” olan
çalışma etiği bir taraftan kapitalizmin üretimi arttırmak için sürekli daha fazla ihtiyaç
duyduğu emek talebini karşılıyor, bir yandan da yoksulluğu politik ve ahlaki olarak
düzenlemeye-denetlemeye yarıyordu. Ancak kapitalizmin bugünkü üretim koşul-
larında, çalışma etiği bu işlevlerini yitirmiş, toplumun, artık hiçbir işe yaramayan
yoksullara karşı ilgisizliğinin aklanmasının aracı olmuştur (Bauman, 1999: 96-97).
Kuzeydeki yoksullara yönelik toplumsal içerilme politikalarının Güney versiyonu
sosyal sermayedir. 1980’den itibaren uygulamaya konan yapısal dönüşüm politikaları,
Batının müteşebbis bireyini burada yaratamadığı için yoksulluğu azaltmak bir yana,
daha da ağırlaştırdı. Bunun üzerine, 1990’lardan itibaren, gene bir yoksulluğu azalt-
ma politikası olarak, bu kez, insanın yetenek ve kapasiteleri yerine sosyal ilişkilerini
metalaştırma hedeflendi (Akdoğan, 2002).
Sosyal bilimler, yoksulları bir taraftan tembellik ve asalaklık temelinde suçlayan
diğer taraftan çaresizlik ve düşkünlük temelinde yardıma muhtaç konuma hapseden
anlayış ve politikaları, çoğu kez “nesnellik” kazandırarak yeniden üretmiş, önerdiği
kavram ve teorilerle, dolaylı ya da dolaysız bu tarz yaklaşımlara meşruiyet kazandır-
mıştır. Yakın zamana kadar ekonomi disiplinin hakimiyetinde olan yoksulluk çalış-
maları alanına, daha sonraları sosyoloji, sosyal antropoloji gibi diğer disiplinler de
katkı yapmaya başlamıştır. Multidisipliner bir alan olarak yoksulluk çalışmalarının,
çoğu kez, bu disiplinlerin kendi bakış açılarından ürettikleri yoksulları suçlama eği-
limleriyle malul olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, Wright (1993), sosyo-
lojideki yoksulluk ve evsizlik meselesinin nedenlerinin analizinde, kurbanı suçlayıcı
ve toplumu suçlayıcı açıklamalara üçüncüsünü ekler; disiplini suçlama. Sosyoloji di-
siplininin çeşitli mekanizmalar aracılığıyla (olguyu netleştirmek ve sınıflandırmak,
iletişimi kolaylaştırmak için teknik kelimeler geliştirmek ve kurbanların biricik özel-
liklerine odaklanarak kurbana yönelik bir sempati uyandırmak), kurbanı suçlama di-
lini nasıl oluşturduğunu gösterdikten sonra, bu üretimin popüler anlayış üzerindeki
etkisine odaklanarak (üniversitedeki sınıf ortamları da dahil), disiplinin popüler an-
102 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

layışı şekillendirmedeki sorumluluğuna dikkat çeker.


Psikoloji3, yoksulluk çalışmaları alanında, baştan beri sesi duyulmayan bir di-
siplindir; ancak bu durumun az da olsa değiştiği, disiplinde birtakım kıpırdanmalar
olduğu söylenebilir. Genel olarak değerlendirildiğinde kolaylıkla farkedileceği gibi,
tarihsel olarak, psikolojinin yoksulluk çalışmaları hem kendi içinde niceliksel olarak
çok sınırlıdır, hem de yoksulluk literatürüne yaptığı “katkı” anlamında çok sınırlıdır
“sınırlı katkıyı sağlayan da atıf teorisi çerçevesinde yapılan yoksulluk çalışmalarıdır.
Ancak, esas sorun, yoksulluk çalışmalarının sınırlılığından çok sınırlayıcı olmasıdır.
Sınırlayıcılığın yarattığı maluliyet, basit olarak düzeltilebilecek türden bir sorun de-
ğildir. Sınırlayıcılık, tam da psikolojinin hareket alanını oluşturan bilimsel paradig-
manın kendisindedir. Bu, başka her toplumsal meselede olduğu gibi, yoksulluk me-
selesinde de kavrayışımızı kısırlaştırmıştır ama daha kötüsü, böyle bir paradigmadan
üretilenlerin, pek çok toplumsal kurumun (resmi ve sivil toplum kuruluşları, medya,
sosyal bilimler) elbirliğiyle kurduğu hakim yoksulluk anlayışına sinmiş olan kurbanı
suçlama ideolojisine psikolojinin özgün “katkısı”nı sunmuş olmasıdır. Ekonominin
“yoksulluk çizgisi”ne, sosyolojinin “sınıfdışı”, “hak eden yoksul-hak etmeyen yoksul”
kavramlarına, psikolojinin “kontrol odağı”, “adil dünya inancı”, “başarma ihtiyacı”
eşlik etmektedir. Sonuç, psikoloji açısından, elbette, artık klişe haline gelen deyimle
“sorunun çözümü olmaktan çok bir parçası” haline gelmiş olmasıdır.
Bundan 38 yıl önce, Arthur Pearl, psikolojinin yoksulluğa ilişkin bu konumunu
“psikolojinin sefaleti” olarak nitelendiriyordu. Yoksulluğun devasa bir toplumsal eşit-
sizlik meselesi olduğuna gönderme yaparak, Pearl, “bir grup olarak psikologlar[ın],
diğer sosyal bilimcilerle birlikte, yoksulluğun inanılmaz varlıklı bir topluma yönelttiği
meydan okumayı görmeyi reddettiğini” söylüyordu (Akt. Harper, 2003:185). Harper,
o zamandan bu yana psikolojinin ders alıp almadığını sorar ve almadığını söyler, ve
neden/nasıl alamadığını da en azından yoksulluğun nedenlerine yönelik atıf çalış-
malarının eleştirisi çerçevesinde göstermeye çalışır. Gerçekten de sadece yoksulluğa
yönelik nedensel açıklamalar hakkındaki çalışmaları değil, genel olarak çok sınırlı
da olsa yoksulluk konusundaki psikoloji literatürünün tamamını psikolojinin sefaleti
olarak okumak çok mümkündür.
İşte bu yazının temel amacı, psikoloji disiplini ile bir toplumsal olgu olarak yok-
sulluk arasındaki ilişkinin eleştirel bir değerlendirmesini yaparak, tarihsel olarak bu
sefaleti göstermektir. Yoksulluk meselesi söz konusu olduğunda, psikolojinin sefaleti-
ni ortaya koymadan önce veya koyabilmek için birbiriyle ilişkili olan iki adımı atmak
gereklidir. Birinci adım, ilk bakışta absürd görünse de psikolojinin, yoksulluk çalış-
malarında, belirli bir yoksulluk anlayışından hareket edip etmediğini sorgulamaktır.
Yazının ilk başlığında kabaca bu sorgulama yapılmaya çalışılacaktır. Böyle bir sorgu-
lama, aslında diğer herhangi bir yoksulluk çalışması kadar, bir psikolojik yoksulluk

3 Bu yazıda özgül olarak sosyal psikolojinin kullanılmasını gerektiren birkaç yer dışında, psikoloji ifadesi
sosyal psikolojiyi de kapsar tarzda kullanılmıştır. Bu yazının kapsamı ve amacı dolayısıyla psikoloji ve onun
bir alt dalı olarak konumlandırılan sosyal psikoloji arasında incelikli bir ayrım yapmaya gerek görülmemiş-
tir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 103

çalışmasının da yoksulluğun verili kavramsallaştırmalar içindeki konumlanışını gör-


mek anlamına gelecektir. İkinci olarak da, psikolojiye özgü bir durum olarak, psiko-
lojinin yoksulluğu çalışmaya ait bir meşruiyet sorunu olduğu saptanacak ve tarihsel
olarak bu sorunu “üçüncü dünya” ile ilişkisi bağlamında nasıl yaşadığı tartışılacaktır.
Ancak bunlar yapıldıktan sonra, psikolojinin nasıl olup da yoksulluk gibi ciddi bir
toplumsal olguya bu kadar ilgisiz kaldığını ve varolan ilginin de ne denli sakatlayıcı
etkiler yarattığını anlamak mümkün olacaktır. Psikolojinin sefaletinin nedenlerinin
aslında ilk iki bölümde temel olarak gösterilmiş olması umulmaktadır. Son olarak,
psikolojinin yoksulluğa yönelik birkaç özgül yaklaşımında, bu sefaletin farklı görü-
nümleri ele alınacaktır. Bunlar kronolojik sırayla, “yoksulluk kültürü”, “başarma ihti-
yacı” ve “yoksulluğa yönelik atıf çalışmaları” dır. Bu üç teorik çerçeve, Carr’ın (2003)
belirlediği tarihsel sınıflandırmadır. Dolayısıyla bu çalışmada bu sınıflama ya da ta-
rihsel akış aynen benimsenecek ama bunlar teorik ve politik olarak daha ayrıntılı ve
eleştirel bir açıdan ele alınacaktır.

Yöntem

Carr (2003), Sloan ile birlikte editörlüğünü yaptığı Psikoloji ve Yoksulluk: Global
Perspektiften Yerel Pratiğe başlıklı kitabı, psikolojinin yoksulluğa ilişkin kısa ve cı-
lız tarihi içinde yeni bir başlangıç olarak konumlandırır. Oysa, hangi konuda olursa
olsun, “yeni bir başlangıç yapmak”, Carr’ın yaptığından çok daha köklü biçimde bir
tarihsel değerlendirme yapmayı, deyim yerindeyse tarihle yüzleşmeyi/hesaplaşmayı
gerekli kılar. Psikolojinin, yoksulluğa yönelik tarihsel ilgisi bağlamında, bu yüzleşme/
hesaplaşma, psikolojinin sefaletinin ne tür/hangi dinamiklerle ortaya çıktığına dair
eleştirel bir sorgulama anlamına gelir. Bu eleştirel sorgulama, örtük de olsa, bir ayağı
eleştirel psikoloji okuması ve diğer ayağı eleştirel yoksulluk okuması olan bir zemin
üzerinde gerçekleştirilir. Çifte eleştirel okumanın bize kazandıracağı analitik içgörüy-
le sözkonusu tarihe yaklaşmak, alternatif bir tarihyazımını olanaklı kıldığı için değer-
li olduğu gibi, eleştirel bir yoksulluk anlayışına dair bir takım teorik öncülleri ortaya
koyma fırsatı verdiği için de değerlidir. Kısacası, psikolojinin yoksulluk konusundaki
tarihine eleştirel bakmak, psikolojinin sefaletini betimsel düzeyde teşhir etmekten
fazla bir şeydir.

Değerlendirme ve tartışma

Psikolojinin bir yoksulluk kavramsallaştırması var mı?


Yoksulluğun kendisine değil ama yoksulluğun nasıl kavramsallaştırılabileceğine
dair bir içgörü kazanmanın en uygun yolunun, yoksulluk literatüründe yoksulluğun
temsil ediliş biçimlerini irdelemek olduğu düşünülebilir. Ancak söz konusu literatü-
rün bu tarz ayrıntılı bir analizine kalkışmak, bu çalışmanın sınırları dışındadır. Ve
ayrıca daha önemlisi, böyle bir analizin gerekliliği ve meşruiyetini illa bir sosyal bilim
104 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

alanında konumlandıracaksak, psikoloji bu alanlar arasında hiç de öncelikli olma-


yacaktır. Buna rağmen, psikolojik bir yoksulluk anlayışı geliştirmek, dolaşımda olan
yoksulluk söylemlerinin –ister bilimsel, ister politik veya kültürel olsun- ve bunların
ideolojik sonuçlarının farkında olmayı gerektirir. Psikolojideki yoksulluk çalışmaları-
na bakıldığında, yakın zamana kadar yoksulluğa ilişkin belirgin bir perspektif arayı-
şından söz etmek çok kolay değildir. Ancak, bu, varolan psikolojik yoksulluk çalışma-
larının “belirli” bir yoksulluk tanımı ya da kavrayışından büsbütün yoksun oldukları
anlamına gelmez. Örtük de olsa yoksulluğa ilişkin bir anlayış olmadan yoksulluk üze-
rine çalışıldığını iddia etmek absürd olurdu. Ne var ki, bizatihi bu kavrayışın örtük
olması, psikolojinin yoksulluk anlayışını sorunsallaştırmanın önemli bir parçasıdır.
Psikolojinin yoksulluk çalışmaları genel olarak değerlendirildiğinde, Harper’ın
(1993) da vurguladığı gibi, psikolojinin, yoksulluğun bir süreç olmaktan çok bir du-
rum olduğu varsayımıyla işgördüğü farkedilecektir. Böyle bir varsayım, çoğu durum-
da yoksulluğun her nasılsa ortaya çıkmış, orada öylece duran bir olguymuşcasına al-
gılandığını ima eder. Yani, yoksulluğun doğal, verili, kendinden menkul bir tarih dışı
olgu olarak sunulmasına hizmet eden bir algıdır burada söz konusu olan. Yoksullu-
ğun verili bir durum olduğu varsayımıyla yapılan çalışmalardan, psikologların daha
aşina olduğu terminolojiyle ifade edersek, yoksulluğun bağımsız değişken olarak ele
alındığı ve böylece yoksulluğun etkilerine odaklanılan türde çalışmalar kastedilmek-
tedir. Çoğu kez yoksulluğun (ve zenginliğin), sosyo-ekonomik statüye indirgendiği
bu tür çalışmalar için ilk akla gelebilecek örneklerden biri, yoksulluğun çocukların
fiziksel, duygusal ve bilişsel gelişimini nasıl/ne kadar sekteye uğrattığını gösteren ça-
lışmalar olabilir.4 Gene de, yoksulluğa ilişkin varsayımlarının niteliği ve yöntem ola-
rak bu varsayımları mutlaklaştırmaya hizmet ettikleri gözden kaçırılmadan, bu tür
çalışmaların, yoksulların “nasıl/ne kadar” ezildiklerini gösterme işlevi olduğu ileri
sürülebilir.
Psikoloji disiplini açısından sorunsallaştırılması gereken belki de asıl nokta bu
çalışmaların ya da bu soru sorma tarzının varlığı değil, ama neredeyse başka tarz
soru sorul(a)mamasıdır. Daha az yapılanı ve hele de sözüm ona sosyal psikolojinin
uygulamalı adı verilen alanlarında neredeyse hiç gerekli görülmeyeni, toplumsal bir
meselenin kendisini bir sonuç olarak ele almak, yani bu bağlamda, yoksulluğu bir sü-
reç olarak tanımlamaktır. Bu, bir psikolog için, yoksulluğa çok çeşitli parametrelerle
ve farklı kuramsal yaklaşımlarla yaklaşan geniş bir literatürde kendini konumlandır-
mak anlamına gelir. Diğer bir deyişle, istediği kadar “mikro” süreçleri çalışsın, bir
psikoloğun bu süreçleri yerleştirdiği daha geniş bağlamın verili olduğunu varsayma,
bu bağlamın, irdelediği psikolojik yaşantılar açısından salt bir fon olarak işlev gör-
düğünü düşünme lüksü yoktur. Dahası, kendi analiz düzeyinde sorduğu soruların
bu bağlama göre şekillendiğini ve o bağlamın da çatışmalı bir alan olduğunu takdir
etmek durumundadır.

4 Yoksullukla ilgili bu tür ve diğer görgül araştırmaların son derece titiz ve kapsamlı bir şekilde gözden geçi-
rildiği çalışma için bkz. Çukur, 2008.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 105

Psikolojinin yoksulluk ya da aynı minvalde başka bir toplumsal olguyu tanım-


lamanın önemli politik sonuçları olabileceğini öngöremeyen naif bakış açısından,
büyük ölçüde disiplinin “uygulama ideolojisi”nin sorumlu olduğu ileri sürülebilir.
Uygulama ideolojisi, Potter’ın (1982) sosyal psikolojideki “pür” ve “uygulamalı” bi-
lim arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu göstermek üzere kullandığı bir kavramdır.
Potter, bu ideolojinin temelinde, pür ve uygulamalı bilim arasında bir süreklilik oldu-
ğu ve bilginin ilkinden diğerine aktığı varsayımı olduğunu ileri sürer. Diğer varsayım
ise, bilimsel teorilerin başarılı uygulamalar yoluyla geçerlik kazanmasına ilişkindir.
Willig’e (1999) göre, uygulama ideolojisiyle hareket eden sosyal psikologlar, epey naif
bir biçimde laboratuvarlarda elde edilmiş sonuçların sorunsuz, nesnel bir biçimde
gerçek dünya problemlerine uygulanabileceğini düşünebilirler. Ancak Willig’in de
vurguladığı üzere, bu durumda, bu sonuçların nasıl, neden ve kimin yararına “uygu-
landığı” soruları es geçilmiş olur.
Özetle, psikolojinin halihazırda örtük olarak anaakım yoksulluk tanımlarını ka-
bul ederek çalışma yaptığını ve bunun da büyük ölçüde, disiplinde derin bir biçimde
varlığını hissettiren “uygulama ideolojisi”nin sonucu olduğu savlanmıştır. Bir başka
deyişle, psikolojide çoğu kez, yoksulluk ya da başka bir toplumsal olgu, kendi başına/
kendisi için dert edinilmemiş, daha çok söz konusu teorinin “uygulandığı” ve “geçer-
liğinin test edildiği”, elverişli bir ‘boş yüzey’ olarak görülmüştür. Böyle bir anlayışla
yapılan çalışmalar, kaçınılmaz bir biçimde, araştırmacının niyetinden bağımsız ola-
rak, kurbanı suçlama ideolojisini güçlendirmeyle sonuçlanmıştır. Bu makalenin geri
kalan kısmında da görüleceği üzere, kurbanı suçlama noktasına, yoksulluğu çeşitli
biçimlerde psikolojikleştirmeyle ve çoğu kez de buna eşlik eden patolojikleştirmeyle
varılmıştır. Anaakım iktisatta yoksulluğu, toplumsal olandan soyutlanıp kendinden
menkul ekonomik bir kategoriye indirgeme çabasına benzer bir biçimde ama bu kez
tersi yönde psikologlar da yoksulluğu maddi-yapısal süreçlerden koparıp, psikolojik
olana indirgemişlerdir.

Psikolojinin yoksulluğu çalışma meşruiyeti: Psikoloji, yoksulluk ve “üçüncü


dünya”
Yoksulluk öncelikle ve birincil olarak makro bir sosyal olgu olarak görüldüğünde,
ekonomi ve sosyoloji gibi disiplinlerin, bu olguya ilişkin yaklaşım tarzları tartışılabilir
bile olsa, olguyu çalışmaları için bir meşruiyet tartışması yaşamaları gerekmez. Oysa
tarihsel olarak bakıldığında, psikoloji disiplininin, kendisini tanımladığı biçimiyle,
yoksulluk gibi bir sosyal olguyu çalışmasının meşruiyetini kurması gerekmiştir. Bu
meşruiyet krizi, yoksul “üçüncü dünya”da psikoloji disiplinin rolü ile ilgili tartışmalar-
da açıkça izlenebilir. Hakim anlayış yoksulluğu üçüncü dünyaya özgü bir sorun olarak
kabul ettiği için, yoksulluk ve psikoloji tartışmasının, en azından burada göstermek
istediğimiz boyutu açısından, bir “üçüncü dünya ve psikoloji” tartışması şeklinde ce-
106 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

reyan ettiğini söyleyebiliriz5. Başka bir deyişle, “psikoloji yoksulluğu çalışabilir mi/
yoksulluk konusunda bir şey yapabilir mi” sorusunun, “psikoloji üçüncü dünyanın
problemleri için ne yapabilir” sorusuyla, en azından belirli bir tarihsel dönem için yer
değiştirebileceği önerilmektedir. Bugün hala yoksulluk ağırlıklı olarak “üçüncü dün-
ya” ya da “güney”e ait bir “problem” olmaya devam etse de, artık “birinci” dünya ya
da “kuzey”deki yoksulluktan da söz edilmektedir (Örn: bkz. İnsel, 2001; O’Connor,
2000). Dolayısıyla, psikoloji nezdinde, bu yazıda, tarihin bir dönemi için kurulan,
“yoksulluk-üçüncü dünya paralelliği”ni bugün sürdürmek belki çok anlamlı olma-
yabilir, ama gene de bu paralelliğin, psikoloji disiplininin yoksullukla olan ilişkisini
irdelemede bir referans noktası olarak kullanılabileceği kabul edilmelidir.
Psikolojinin üçüncü dünya hakkındaki tartışmaları, temelde, bilimsel bir bilgi
dalı olarak ve bir meslek olarak psikolojinin üçüncü dünyanın problemlerini çöz-
meye uygun olup olmadığı meselesi ekseninde dönmektedir (Moghaddam, Bianchi,
Daniels, Apter ve Harré, 1999). 1968’e dek geri giden bu tartışmalar, hem birinci
hem de üçüncü dünyadan pek çok psikoloğun, psikoloji disiplininin ürettiği bilgi
ve pratiklerin, yoksul üçüncü dünyanın problemlerini çözmeye ilişkin büyük bir
potansiyel taşıdığı ama çeşitli nedenlerle bu potansiyeli ortaya koyamadığı konu-
sunda ortaklaştıklarını ortaya koyar. McClelland’ın üçüncü dünya problemlerinde
başvurulacak bir psikolojik model olarak başarma ihtiyacı yaklaşımı ile ilgili çalışma
ve uygulamalar bir tarafa konulursa, 1970’ler bu açıdan daha suskun geçmiş, ama
1980’lerin başında psikolojinin üçüncü dünyaya yardım etmesinin mümkün olup ol-
madığı tartışması tekrar alevlenmiştir. Örneğin, Connolly (1982), “gelişmekte olan
ülkelerde”, ancak endüstrileşmeye geçilmesinden ve “gelişmiş ülkeler”deki teknolo-
ji ve tarım yöntemlerinin kullanılmaya başlanılmasından sonra, psikoloji disiplinin
onlara yardım edebileceği alanların (insanların eğitimi, seçimi, insan-makine dizaynı
gibi konular) ortaya çıkacağını düşünür. Ama Connolly’e göre, o zaman bile, geliş-
miş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki fark ortadan kalkmayacaktır; zira arada
“derin kültürel, sosyal ve psikolojik farklılıklar” vardır ve bu yüzden bu ülkeler için
yeni bir psikoloji gereklidir. Daha sonra Connolly(1985), üçüncü dünya için yeni
bir psikolojiden ne anladığını ortaya koyduğunda, Moghaddam ve Taylor (1986a)
tarafından “yeni-sömürgeci” olmakla suçlanır. Connolly’nin önerdiği şey, temelde,
üçüncü dünyanın problemlerini çözmeye dönük “uygun psikolojik teknolojiyi” içe-
ren, batılı psikologların bizzat oralara giderek uygulayacakları bir “problem-odaklı”
psikoloji ‘yardım paketi’dir. Bu, tam da Moghaddam ve Taylor’ın (1986: 5) ifade
ettiği gibi, “çözümleri olan ileri insanlar”ın “problemleri olan geri kalmış insanlar”a
önerdiği bir yardım paketidir. Ne var ki, Connolly (1986: 11), önerilerinin sömür-
geci bir tutumu yansıtmadığından emindir, mesela ona göre, psikoloji mezunlarının

5 Bu noktada, bir “psikoloji ve üçüncü dünya” tartışmasının, kültürler arası psikoloji ve kültürel psikoloji
alanlarıyla çakışmasının hiç sürpriz olmayacağını belirtmek gerekir. Ancak kendi başına ciddi hacmi olan
bu literatürü, yoksulluk tartışmasına taşımak ne çok gereklidir ne de bu yazının amaçları dahilindedir. Ay-
rıca, Carr ve Maclachlan (1998) da, “gelişmekte olan ülkeler”in yüz yüze olduğu problemlerde psikolojinin
uygulanmasına yönelik ilgi ile kültürler arası karşılaştırmalı psikolojik çalışmaları birbirinden ayırdeder,
ilkine yönelik ilginin çok daha az olduğunu belirtirler.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 107

“yoksul ve yardıma muhtaç üçüncü dünya”ya gönüllü olarak gitmeleri fikri, “beceri-
lerini onların hizmetine vermek”ten başka bir şey değildir. Bir bakıma, birinci dün-
yadan Connolly’nin bakışının yansımasını, üçüncü dünyadan Sinha’da bulabiliriz.
Sinha’ya (1984:19) göre,
Üçüncü dünya ülkelerindeki kalkınmanın tam da doğası yüzünden, psikolo-
ji, disiplin olarak bununla çok ilgilidir…Doğudakiler, Batıda başarması kuşakları
alan sosyo-ekonomik gelişme düzeyini yakalamak için heveslidirler, ancak bunu
bir kuşaktan daha az bir zaman içinde yapmak zorundadırlar… Süreç, belirli eko-
nomik altyapı kurmak kadar sosyal yapıları, kurumları, aileleri, tutumları ve değer
sistemlerini kurmayı da, gerçekte bütün bir toplumu içine alan büyük ölçekli bir
sosyal değişme ve dönüşme programını içermektedir.

Sinha’dan öğrendiğimiz, üçüncü dünyadaki modernleşme sürecinde psikoloji di-


siplinin yapacağı çok önemli katkılar olduğudur. Örneğin, politik ve ekonomik de-
ğişimlerin yarattığı fırsatlardan yararlanamamak kişilerin güdülenme eksikliğinden
kaynaklanıyor olabilir, o halde biz de yapısal faktörlerle kişilik özellikleri arasındaki
ilişkiyi araştırmalıyız.
1980’lerde yapılan bu tartışmalarda, psikolojinin üçüncü dünyaya yapacağı çok
önemli katkılar olduğu savının karşısına, en belirgin seçenek olarak, yoksul üçüncü
dünyanın problemleri için psikolojinin yapabileceği pek bir şey olmadığı savı çıka-
rılabilir. Üçüncü dünyadan Mehryar (1984), üçüncü dünya yoksulluğunun temelde
ekonomik ve politik bir problem olduğu ve bu yüzden psikoloji veya sosyal bilimler-
le çözülemeyeceği kanısındadır. Ona göre, eğer psikoloji, bu problemlerle uğraşırsa,
“aslen ekonomik ve politik” olan meseleyi, psikolojikleştirerek, “hem verimsiz hem
de gayri ahlaki bir çaba” içine girmiş olur. O halde, üçüncü dünya psikologlarının,
kendi toplumlarındaki büyük ve yapısal sorunlar için, bu sorunların doğasından ötü-
rü, yapabilecekleri pek fazla bir şey yoktur; ancak bu büyük sorunların semptomları
ve geride bıraktıkları kötü izleriyle (sekeller) uğraşabilirler. Olduğu haliyle psikoloji-
nin yoksullukla uğraşması durumunda, Mehryar’ın uyarısının çok haklı ve bugün de
geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ama öte yandan, eğer Mehryar diğer saptamasında
haklıysa, yani yoksulluk ve yoksullukla ilişkili olan diğer olgular psikolojinin ilgi-
lenmeyeceği türde olgularsa, o zaman, belki de, üçüncü dünya psikologları olarak
“kendi toplumlarına yoksulluğun ve geri kalmışlıklarının gerçek nedenini göstermek
ve onlara politik mücadelenin gerekliliğini hatırlatma hizmeti” (Mehryar, 1984: 166)
vermekle yetinmeliyiz. Biz bunu yaparken, Jordan’ın ifade ettiği gibi (akt. Harper,
1991: 193-194), birinci dünya psikologları da “kendi uluslarını, üçüncü dünyanın
problemleri ve dünya yoksulluğunun ve adaletsizliğinin gerçek sonuçları konusunda
duyarlılaştırabilir”. Dolayısıyla, psikolojinin, yoksulluğa dair katkısının sınırları da
böylece çizilmiş olur.
Böyle bir tartışma zemininin, üçüncü dünya psikologlarını şu ikilemin arasına
sıkıştırıp, çaresiz bıraktığı çok açıktır: Ya modernleşme hareketinde yer edinmek için
uğraşılacak ve “yeni bir toplum” yaratmak için olduğu haliyle psikoloji de seferber
edilecektir ya da yoksulluk gibi “büyük ölçekli, yapısal bir sorun” karşısında eli kolu
108 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

bağlı kalınacaktır. İlk konumu savunmanın ideolojik anlamı, modernleşmeyi baskıcı


bir süreç olarak gördüğümüz ölçüde statükonun yanında yer almaktır. İkinci konum,
bu statükonun bir parçası haline gelmemek anlamında önemli bir uyarıdır ama o da
psikolojinin yoksulluk ve diğer sosyal olgularda başka türlü bir konumlanma olasılı-
ğını baştan engeller ve psikolojinin verili halini meşrulaştırır.
Böyle bir bakışın ancak şu türden birtakım kabullerin sonucu olduğunu vurgula-
mak gerek: Yoksulluk, bir yandan, bir kez sosyal olanla tamamen ilişkisiz bir ekono-
mik kategoriye indirgenirse, dolayısıyla psikolojinin uzanamayacağı bir alanda kuru-
lursa, diğer yandan bilim olarak psikoloji, topluma ‘müdahale’ anlamında yalnızca bir
dizi psikolojik yardım tekniğine indirgenirse, gerçekten de psikoloji disiplini ya hali
hazırda yapılan sosyal ve politik müdahalelere yedeklenmek durumundadır ya da
gerçekten yoksulluk hakkında söyleyebileceği veya yapabileceği fazla bir şey yoktur.
Eğer yoksulluk- psikoloji ilişkisini, insanların ihtiyaçlarını temel ve ikincil ihtiyaçlar
biçiminde hiyerarşik bir sıralamaya koyarak kurmaktan başka seçeneğimiz yoksa,
hakikaten de genel olarak yoksulluk konusunda ya da aynı minvalde üçüncü dünya-
da, psikolojinin alanı olarak tasarlanan “duygusal ihtiyaçlar”ın meşruiyetini sürekli
ve sürekli yeniden kurmak zorunda kalırız.6 1990’larda, ulusal gelişmeden sadece
ekonomik büyümenin anlaşılamayacağı, insani gelişimin de işin içine katılması ge-
rektiğine dair bir söylem yaygınlaşınca, “duygusal ihtiyaçlar”ın da öncelikli olabile-
ceği daha güvenli bir tonla söylenmeye başlanır: “Ama artık duygusal ihtiyaçların,
fiziksel olanlar kadar birincil olduğu, fiziksel ihtiyaçların bu ülkelerde çok kısa süre-
de karşılanmayacağı ve psikolojik faktörlerin dünyadaki yoksulların hayatta kalma
kapasitelerine girift bir biçimde bağlı olduğu kafamıza dank etmelidir (Sloan, 1990:
6)”. Bu tarz argümanlar, psikolojinin yoksullukla uğraşma konusundaki meşruiyet
sorununu çözmediği gibi, daha kötüsü, yoksulluk konusunda halihazırda yaygın olan
yardım dilini çok rahat bir biçimde pekiştirmeye hizmet ederler. Yoksullar sözkonusu
olduğunda, korku dilinin alternatifi olarak ona her daim eşlik eden yardım dilinden
yoksulları suçlayıcı bir dile geçiş ise çoğu kez hiç zor değildir (Buğra, 2005).
Psikoloji ve üçüncü dünya tartışmalarının alt metninde, psikolojinin, zenginlerin
derdine deva, ama yoksullar için lüks olan bir bilgi türü olduğu yargısının hüküm
sürdüğü çok açıktır. Aslında belki de, tam da olduğu haliyle psikoloji bilgi ve pratiğini
gerektiren/ortaya çıkaran, “zenginlik”le ilişkili varsayımlar ve onunla ilişkili sorun-
larsa, psikolojinin yoksulluk ve yoksullar söz konusu olduğunda, bu bilgiyi nasıl işe

6 Bir an için yoksulluk-psikoloji ilişkisini, yoksulların ihtiyaçlarının öncelikleri açısından tartışmayı kabul
ettiğimizde, kendimizi Moreira’nın (2003) betimlediği vahim tablonun içinde bulabiliriz. Moreira, daha
önceleri, yoksulların psikolojik problemleri olmadığını/olamayacağını varsayan bir bakış açısının yaygın
olduğunu söyler. Muhtemelen yoksulların maddi, ekonomik ve fiizksel dertleri çok ve öncelikli olduğun-
dan psikolojik problemler onlara ‘yakıştırılmaz’. Yoksullara ilişkin gözümüzün önünde ilk beliren imge,
çoğu kez, barsak kurdu nedeniyle karnı şişmiş, hasta çocuklardır. Moreira alaycı bir biçimde, bu barsak
kurtlarının yoksulları bir şekilde psikolojik problemlere karşı bağışık kıldığını düşündüğümüzü yüzümüze
vurur. Moreira, psikopatoloji ile yoksulluğu ilişkilendiren bu ilk fikrin, yerini yavaş yavaş başka bir fik-
re bıraktığını söyler ve büyük olasılıkla artık daha geçerli olan bu ikincisidir: Bu fikre göre, yoksulların
psikolojik problemleri olamayacağı varsayımı absürddür, çünkü zaten yoksulluğun kendisi bir hastalıktır.
Özetle, ya yoksul olduğun için (ruhsal/zihinsel anlamda) hasta olman gibi bir ihtimal yoktur, ya da yoksul
olduğun için (ruhsal/zihinsel anlamda) hasta olmaman gibi bir ihtimal yoktur.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 109

koşacağı konusunda zorluk yaşaması çok anlaşılır hale gelir. Bu zorluk, burada söz
konusu edilenin, üçüncü dünyanın sorunları/yoksulluğu olmasından dolayı, psiko-
lojik bilgi ve pratiklerinin ulusal ölçekte yarattığı yabancılaşma sorununa bürünür ve
dolayısıyla, Batıda üretilen psikoloji bilgi ve pratiklerinin üçüncü dünyaya “transfer
edilip edilmeyeceği”, edilecekse hangi koşullarda edileceği (Moghaddam ve Taylor,
1986b) ya da üçüncü dünya için yeni bir psikoloji gerekip gerekmediği gibi sorular-
la karşımıza çıkar. Oysa daha dikkatli bakıldığında, psikoloji bilgi ve pratiklerinin
yarattığı yabancılaşmanın sadece ulusal ölçekteki farklılıklarla sınırlı olmadığı, Batı
toplumunun kendi içinde de, toplumun belirli kesimlerine bilgiyi transfer etmeyle
ilgili sorun olduğu görülecektir. Bu ise, psikoloji bilgi ve pratiklerinin, tarihsel olarak,
Batıda değil, daha doğru bir deyişle, Batıdaki belirli bir sınıfsal konumdan üretildiği-
ni gündeme getirmeyi zorunlu kılar.
Büyük ölçüde dünyaya hakim olan bilim ve meslek olarak psikoloji anlayışının
ABD’deki üretilme koşulları, orta sınıf dünya görüşünü, psikoloji bilgi ve pratiklerine
içkin hale getirmiştir (Hill, 2008). ABD’nin sınıfsız bir toplum olduğu mitini yay-
gınlaştırmanın, aynı zamanda toplumu orta-sınıflılaştırma olduğuna dikkat çeken
Hill, psikoloji bilgi ve pratiğinin üretiminde bu orta-sınıf normatif çerçevenin daha
1930’larda farkedilmiş olduğunu ama bunun bir standart olarak tüm topluma yaygın-
laştırılmasının bir problem olarak görülmediğini, tam tersine teşvik edildiğini söyler.
Ama Hill’e göre, asıl olarak savaş sonrası dönemde ortaya çıkan iki büyük eğilim,
ABD’de toplumsal sınıf ve psikolojiye dair sıkı bir birlikteliğin zeminini hazırlamıştır:
İlki, sosyologların sosyo-ekonomik farklılıklara dair yaptıkları ayrıntılı çalışmaların
yayınlanmasının, bu konudaki kamusal farkındalılığı arttırmasıdır. Hill, bu çalışma-
ların sınıf farklılıklarını gösterdiği aynı dönemde, bir soğuk savaş retoriği olarak, sınıf
bilinci yüksek Sovyetlere karşı “sınıfsızlık-orta sınıflılık (middle-clasless)” retoriği-
ni yükselttiğini, hatta sosyal bilimcilerin de sınıftan değil sosyal statü ve tabakadan
söz etmeye başladıklarını söyler. İkinci eğilimse, savaş sonrasında, bir meslek olarak
psikologluğun değerinde yaşanan patlamadır. 2. Dünya Savaşı sırasında keşfedilen
psikoloji, savaş sonrası dönemde de değerini korur. Ama Hill bu durumun sadece
yukarıdan bürokratik bir destekle açıklanmayacağını, savaş sonrası koşullarının da
psikolojiyi ya da psikolojiye benzer bir şeyi, toplumun gereksindiğini söyler. Ve ABD
toplumu, çokça kullanılan bir kavramla, “terapötik kültür” denilen bir sürece girer:
Çocuk yetiştirmeden, eğitimden, reklamdan, adalet sistemine, şirket yönetimine, po-
litikaya kadar toplumsal hayatın her alanını psikolojik fikirlerin istila ettiği bir süreç-
tir bu. Popüler kültür ürünü olarak psikoloji artık her yerdedir; televizyonlarda, rad-
yolarda, gazetelerde, dergilerde, kendine yardım kitaplarında, kitaplarda, filmlerde.
Hill, haklı olarak, Life dergisinin 1957’de başlattığı yazı dizisinin başlığıyla, “psikoloji
çağı”, tam da o dönemin ruhunu yakaladığını söyler. Sonuç olarak, Hill (2008: 3), kül-
türün sözü edilen bu psikolojikleşme sürecinin, toplumu nasıl ortasınıflılaştırdığını
şöyle açıklar:
Psikoloji profesyonelleri orta-sınıf aile kökeninden gelme eğilimindedir, ve
işçi-sınıfı ard alanından gelenler, genellikle, profesyonel eğitimlerinin bir parça-
110 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

sı olarak, ortasınıf dünya görüşüyle sosyalleşmektedirler. Sonuç, psikologların


sorgusuz-sualsiz, “normal”, “zihinsel olarak sağlıklı” olma durumunun kendileri ve
ortasınıf akranlarının içinde bulundukları duruma benzediğini varsaymış olma-
larıdır. Bu varsayımın neticesinde, benlik-sunumu, duyguları idare etme biçimi,
iletişim, ilişkiler ve özlemler –şimdi artık hayatın derin bir biçimde sınıfsallaşmış
olduğunu bildiğimiz tüm yönleri- psikoloji profesyonellerince orta-sınıf beklenti-
lerinin lenslerinden görülmüştür.

Üçüncü dünya bağlamında psikoloji-yoksulluk ilişkisinin meşruiyeti meselesine


geri dönecek olursak, bu bağlamdaki diğer önemli bir noktanın da, psikolojinin söz-
konusu meşruiyeti nasıl aradığı kadar nerede aradığını sorunsallaştırmak olduğu ileri
sürülebilir. Bu nokta, psikolojinin, önceki başlıkta ele alındığı üzere, yoksulluk gibi
makro-yapısal konularda ana akım yaklaşımlara eklemlenme eğilimi ile çok ilişkili-
dir. Psikolojinin üçüncü dünyanın sorunlarına müdahale etmeye dönük meşruiyet
arayışı, bağlam gereği, gelişim (kalkınma) paradigması içinde gerçekleşti ve bu yüz-
den de bu konuyu tartışma eksenleri, bu paradigmanın varsayımları tarafından şe-
killendirildi. Psikolojinin bu paradigmaya eklemlenme konusunda, bir tür rüşt ispat
etmeye kadar varan çabası gözden kaçacak gibi değildir. 1985’de Connolly, psikoloji-
nin üçüncü dünyanın gelişimi sorununda uygun bir bilgi dalı olarak görülmediğin-
den yakınarak, “bunun kenarda oturup davet edilmeyi bekleme meselesi olmadığını,
listeye girip, bizim alanımızın nasıl yardım edeceğini göstermemize bağlı olduğunu
(1985: 256)” söylüyordu. Bundan on yıldan fazla bir zaman sonra, 1985-1994 arasında
psikolojinin üçüncü dünyaya yönelik çalışmalarını tarayan ve bu çalışmaların genel
bir değerlendirmesini yapan Carr ve Maclachlan (1998: 6), öncekine göre çalışmala-
rın arttığını ama “psikolojinin hala politikacılara ve büyük yardım organizasyonla-
rına değerini kanıtlamak zorunda olduğunu” söylemeye devam ediyordu. Buradan
hareketle, ulusal gelişim (kalkınma) ile ilgili müdahalelere ve buna ilişkin literatüre
eklemlenmenin, en az ‘ötekine yardım etme isteği’ kadar, bu bilgi dalının değerini
otoriteye (devlet, uluslararası kuruluşlar ve diğer bilimsel disiplinler) gösterme/kabul
ettirme anlamına geldiği kolaylıkla ileri sürülebilir. Öte yandan, gelişim literatürü,
iyimser bir tavırla da olsa, batı-merkezli, ikiliklere dayalı, doğrusal, ve teleojik bil-
gi üreten bir literatür olarak betimlenir. İlk döneminde evrimci yaklaşımın etkisiyle
sürekli, kendiliğinden ve dahası zorunlu olduğu düşünülen bir gelişme anlayışından
ikinci dünya savaşı sonrası vazgeçilmiştir (Ercan, 2001). Zira, Ercan’ın aktardığına
göre, geleneksel ya da gelişmemiş diye tanımlanan toplumların, normal olarak ge-
lişmeleri gerekirken gelişmedikleri sonucuna varılmıştır. Bu ise normal bir durum
değildir, dolayısıyla durumun normale dönmesi için incelenmesi gerekir. Yani, hasta-
lığın iyileştirilmesi için hastalığı tanımaya yönelik bilgi üretmek gerekir. Bu da, geli-
şim ekonomisi, gelişim sosyolojisi, gelişim siyaseti gibi alt disiplinlerin varlık nedeni
olmuştur. İşte, psikolojinin kendine yer açmaya çalıştığı alan burasıdır.
Bugün artık gelişim paradigmasının sonuna gelindiğine (Yeldan, 2002) ya da ge-
lişim paradigmasının başka bir evresine girdiğimize (Ercan, 2001) dair saptamalar
yapılmaktadır; nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, genel olarak modernleşmeci
anlayışın büyük ölçüde altının oyulduğu bir tarihsel dönemde olduğumuz rahatlıkla
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 111

söylenebilir. Hal böyleyken, psikolojinin üçüncü dünya yoksulluğuna yönelik artık


anakronikleşmiş olması beklenen yaklaşımını bugünden eleştirmenin haksızlık ola-
cağı düşünülebilir. O zaman belki de, psikolojinin yoksulluk konusundaki meşrui-
yetini modernleşmeci paradigma dışında araması tarihsel olarak mümkün müydü
diye sormak daha makul olabilir. Bu bağlamda, modernleşme paradigmasına karşı,
1970’lerde ortaya çıkan Latin Amerika psikolojisini, araştırılmaya ve üzerinde düşü-
nülmeye değer bir alternatif olarak görebiliriz. Montero (2007: 517-518), kurtuluşçu/
özgürlükçü olarak adlandırılan bu psikolojinin ortaya çıkış koşullarını şöyle betim-
ler:
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, çoğu Latin Amerika ülkesi, toplumlarında-
ki geniş kitlelerde yoksulluğun etkilerini açığa çıkaran entelektüel ve politik hare-
ketler ürettiler. Toplumda yoksulluğun ve eşitsizliklerin artışı, toplumsal eleştiri-
nin ortaya çıkmasına, ve kurbanları suçlayan değil yoksulluğun nedenini sosyal ve
ekonomik koşullarda arayan, sorumluluğu bölge halkının miskin, tembel ve ilgisiz
oluşuna değil ekonomik duruma yükleyen açıklama arayışına yol açtı. Kurbanı
suçlayan bu tür görüşlere karşı, hem bu toplumların ağır sorunlarına ve gerekli-
liklerine yeterli cevap vermeyen bilimsel açıklamaların eleştirisi yapıldı; hem de
Latin Amerika sosyal bilimlerinden üretilen teoriler ortaya çıktı. Bu bilimler ta-
rafından farklı etik modda tepkiler üretilmeye başlanırken, bu toplumların büyük
bölümünün dışlanmasını ve baskı altında tutulmasını dışavuran eşitsizliklere dair
bir farkındalık öne çıkarıldı.
Bu uyanışın bir parçası olarak, 70’lerin ortalarında, sosyal psikolojinin ve onun
politik yönünün, halkın sorunları hakkında yararlı bilgi sağlayamaması güçlü bir
şekilde eleştirildi. Dolayısıyla, politik psikolojinin, bu durumun çözümü için di-
ğer kaynaklara bakması gerekli hale geldi. Marksist teorinin farklı yönelimleri,
Marksizm (K. Marks, F. Engels), post-marksizm (G. Lukacs, A.Gramsci, K. Kosik),
Frankfurt okulu, Macar Marksist okulu (K. Mannheim, L. Goldmann, J. Gabel, A.
Heller) ve Neo-Marksizm ( J. Habermas, M. Foucault), toplumsal olguları yorum-
lamanın farklı yollarını sundular. Eleştirel tarzda yapılan psikoloji, psikolojik pra-
tikleri ve teorileri ifşa etmek, yapısöküme uğratmak ve tekrar inşa etmekle uğraşır-
ken, ideoloji ve yabancılaşma teorileri psiko-sosyal bir perspektiften tekrar gözden
geçirildi ve analiz edildi. Marksizan fikirler, Latin Amerika’da psikolojinin çeşitli
dallarına sızmış eleştirel bir perspektif gelişiminde temel teorik etki kaynaklarıydı.
Bu eleştirel kırılmayı iki erken hareket yarattı: antipsikiyatri ve topluluk örgütlen-
mesi. Politik psikoloji kulvarında milliyetçilik ve kimliğin (ulusal, etnik, kültürel)
toplumsal dışavurumları hakkındaki çalışmalar, bu olgular için yeni açıklamalar
üretmeye başladılar.

Yukarıdaki uzun alıntıdan anlaşılacağı üzere, bir bilimsel disiplin olarak psikoloji-
nin tarihsel olarak tek seçeneğinin ya da belki kendini değerli kılmasının tek yolunun
modernleşmeci paradigmaya eklemlenmek olmadığı söylenebilir. Buraya kadar söy-
lenilenleri özetlersek: Psikolojinin bir bilimsel disiplin olarak ortaya çıkışından yakın
zamana kadar, izleyebildiğimiz kadarıyla, yoksulluğa yönelik ilgisini üçüncü dünya
üzerinden kurduğunu, üçüncü dünyaya bakarken de, iktisadın hakim olduğu anaa-
kım gelişim söylemine eklemlenmek ve bunun üzerinden bir meşruiyet kazanmak
istediğini söyleyebiliriz.
2000’li yıllara gelindiğinde, psikolojinin yoksulluğu araştırma ve yoksullukla mü-
cadele saflarına katılmak için bir meşruiyet problemi kalmamış gibi görünmektedir.
112 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

Artık “hem psikoloji yoksulluğun görece makro, yapısal gerçekliklerini takdir etmeye
başlamış hem de geleneksel olarak daha makro düzeydeki disiplinler ve kuruluşlar,
“ekonomi disiplini ve dünya bankası gibi kuruluşlar” gelişim denklemlerine “sosyal”i
tekrar koymuşlardır (Carr, 2003:7)”. Yoksulluğu “patolojikleştirmeyeceğini” deklare
eden bir yayında, psikolojinin yoksulluk olgusu ile ilişkisindeki meşruiyet sorununu,
kısmen de olsa, hala ekonomi disiplinindeki gelişmeleri ve Dünya Bankası’nı referans
alarak çözmesi ironiktir.
Carr’ın (2003) saptamasından hareketle, psikolojinin, bugün, yoksulluk konu-
sunda kendini güvenli/meşru hissettiği zeminin, uluslar arası politik aktörlerin ve
sosyal bilimlerin oluşturduğu ana akım gelişim paradigması olduğu söylenebilir. Bu
paradigma içindeki başat söylem, Birleşmiş Milletler’in yoksulluk konusunda öne
sürdüğü insani gelişim nosyonuna dayanır. Birleşmiş Milletler’in 1990’ların başın-
dan beri kullandığı bu söylemi çözümleyen Dutton ve Colins (2004), insani gelişim
nosyonunun, gelişimi, ekonomik konulardan, “insanın ne olduğu ve ne yaptığına
dair kapasiteleri”ne kaydıran bir kırılma yarattığını ifade ederler. Bu araştırmacılara
göre, gelişim alanındaki bu değişim/kırılma, yapabilirliği olan ve yaratıcı olan yeni
bir öznenin doğuşuna işaret eder: homo incrementus, ya da “gelişmekte olan özne
(developing subject)” (Dutton ve Collins, 2004: 15). Homo incrementus’un, oryantalist
bir politik mantık çerçevesinde, faydacı bir etikle kuşatılmış olması, onun, muhtaç
durumdan ya da yoksunluktan çıkması için bir tür revizyon ya da değişikliğe ihtiyacı
olan bir özne olarak inşa edilmesini gerektirmiştir. Bu anlamda homo incrementus,
görecelileştirilen ama aynı zamanda (gelişmeye) güdülenmiş bir öznedir.
Özetle, bu çalışma, neoliberalizmin makropolitikalarının bir parçasını oluşturan
insani gelişim söyleminin, özgül bir özneyi, gelişimin öznesini ürettiğini iddia eder.
Bu öznelerin, gelişmekte olan özne olmayı seçme özgürlüğü vardır, ki, bunun da an-
lamı, yoksulların, yoksun oldukları koşullara (uzun, sağlıklı ve yaratıcı bir yaşam, in-
sanca bir yaşam standartı, kendine ve diğerlerine saygı, özgürlük) ulaşmak yönünde
gelişim göstermeleri gerektiğidir.Yani “kendilerini istihdam edilebilir ve servet birik-
tirebilir hale getirmeleri, düzgün olarak işlevsellik gösteren pazarlarda seçme hakları-
nı kullanmaları, küresel ekonomiye üreticiler ve tüketiciler olarak girmeleri (Dutton
ve Collins, 2004: 28)” beklenir.

Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi


Giriş bölümünde belirtildiği üzere, burada, Carr’ın saptadığı, üç psikolojik
yoksulluk yaklaşımı ele alınacaktır. Bunlar kronolojik sırayla, “yoksulluk kültürü”,
“başarma ihtiyacı” ve “yoksulluğa yönelik atıf çalışmaları”dır.

Yoksulluk kültürü
Lewis’in (1966) yoksullarla yaptığı klasik çalışması, yoksulluk kültürü konusunda-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 113

ki tartışmaların en temel referans noktasıdır. Yoksulluk kültürü kavramı artık sadece


Lewis’e atfedilemezse de, bu kavramı ilk defa kullanan/tanımlayan kişi olarak Lewis,
bu kavramla ilişkili olarak, uzun bir süre, ideolojik bir motivasyonla, haksız bir bi-
çimde yoksulları suçlayan yaklaşımdan sorumlu tutulmuştur (Harvey ve Reed, 1996).
Yoksulların gündelik yaşantılarına dair zengin gözlemler içeren bu sosyal antropolo-
jik çalışma, yoksulların psikolojilerine de özel olarak odaklandığı için, psikolojide de
yoksulluğa ilişkin en erken yaklaşım olarak görülür (Carr, 2003). Dolayısıyla, tam da
psikolojinin tarihsel olarak sosyal olguları psikolojikleştirme/patolojikleştirme eğili-
minden dolayı, Lewis’in bu kavramı kullanımı ile pejoratif kullanımlarını birbirinden
ayırmak, psikolojik bir yaklaşım açısından özel bir önem taşımaktadır.
Lewis (1966: 3) yoksulluk kültürü kavramını şöyle açıklar:
Bu çekici bir ifadedir ve literatürde şu anda sıklıkla hem doğru hem de yanlış
biçimde kullanılmaktadır. Benim yazılarımda, kendi yapısı ve mantığı olan, aile
bağları boyunca kuşaktan kuşağa aktarılan bir yaşam tarzıyla Batı toplumuna ait
bir altkültürü olumlu ifadelerle betimleyen, özgün bir kavramsal modelin adıdır.
Yoksulluk kültürü, sadece yoksunluk ve düzensizlik meselesi değildir, daha birçok
şeyin yokluğunu işaret eden bir terimdir. Bu, geleneksel antropolojik anlamda,
insan problemlerine yönelik hazır çözümleriyle insanoğlu için bir yaşam tasarımı
sunan bir kültürdür, ve böylece önemli bir uyum işlevini yerine getirmiş olur.

Yoksulluk ile yoksulluk kültürünün aynı şey olmadığını ileri süren Lewis (1966),
yoksulluk kültüründen söz edebilmek için şu koşulların ortaya çıkmış olması gerek-
tiğini söyler: Ücretli emeğin olduğu, üretimin kâr için gerçekleştiği, ve süreğen bir
biçimde yüksek düzeyde işsizliğin ve niteliksiz emek için ücretlerin düşük olduğu bir
nakit ekonomisinin mevcut olması. İkinci olarak, toplumun, gönüllülük temelinde ya
da hükümetler aracılığıyla düşük-gelirli nüfusun sosyal, politik ve ekonomik örgüt-
lenmesini sağlamakta başarısız kalması. Üçüncü olarak, klan ve tek yanlı-akrabalık
sisteminden farklı olarak iki-yanlı akrabalık sisteminin mevcut olması. Ve son olarak,
egemen sınıfın, tutumluluğu ve, zenginlik ve mülkiyet birikimini ödüllendiren, yuka-
rıya doğru hareketlilik olasılığını vurgulayan ve alt ekonomik statüyü bireyin kişisel
yetersizliği ve aşağılık olmasıyla açıklayan bir değerler dizisini öne sürmesi.
Lewis’in yoksulluk kültüründen söz etmeye dair saydığı bu önkoşullar, onun na-
sıl bir politik zeminden konuştuğunu açıkça ortaya koyar. Bu zemin, radikal sosyal
bilimciler tarafından iddia edildiği gibi “yoksulluğun altında yatan yapısal nedenleri
perdeleyen” (akt. Özbudun, 2002:61) değil, tersine bu nedenleri tamamlayan bir ze-
mindir (Harvey ve Reed, 1996). Zira, Lewis (1966: 5) için, tam da yukarıdaki ön-
koşulların mümkün kılması nedeniyle yoksulluk kültürü “Batı sosyal düzeninin bir
altkültürüdür. O, sınıfsal olarak bölünmüş, yüksek derecede bireyselleşmiş kapitalist
toplumda, yoksulların kendi marjinal konumlarına verdiği hem bir tepki hem de o
konuma uyumlanmadır”.
Lewis, çalışmasında, sosyoloji, antropoloji ve psikolojinin geleneksel tekniklerini
birleştiren bir yöntem izler. Yöntemi, açık uçlu görüşmelerin yanı sıra tematik algı tes-
ti, Rorschach testi ve cümle-tamamlama testi gibi psikolojik testlerin uygulanmasını
114 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

da içerir. Çalışmasının psikolojik öğeleri çok güçlü olsa da, Lewis, bütün çalışmasını
tek tek bireyleri değil, az sayıda aileyi bir bütün olarak incelemeye dayandırır. Zira,
Lewis’e göre, aile, küçük bir sosyal sistem olduğundan, antropolojinin holistik yak-
laşımına çok uygundur ve tüm-aile çalışmaları, bir uçta kültürün diğer uçta bireyin
kavramsal aşırılıklarının yarattığı boşlukta bir köprü görevi görerek, hem kültürün
hem de kişiliğin gerçek yaşamdaki karşılıklı etkileşimlerini gözlemlemeyi mümkün
hale getirir (1966: 4-5). Hem yönteme dair anlayışıyla hem de holizme dair vurgusuy-
la, Lewis, çalışmasında pür psikolojik açıklamalarla yetinmediğini göstermektedir.
Lewis, çalışmasında, altkültür ve daha geniş toplum arasındaki ilişkiler, getto
toplumunun doğası, ailenin doğası ve bireyin tutumları, değerleri ve karakter yapı-
sı olmak üzere, dört boyutta, yoksulluk kültürünü tanımlayan yetmiş özellik saptar.
Örneğin, yoksulluk kültürü içinde büyüyen çocukların güçlü bir biçimde kaderci-
lik, çaresizlik, bağımlılık ve aşağılanma hisleri yaşadıkları gösterilmiştir. Ayrıca zayıf
ego yapısı, anne yoksunluğunu yansıtan orallik ve cinsiyet özdeşleşmesinde karmaşa,
tatmini ertelemeye ve gelecek planları yapmaya dair çok az bir eğilimin olmasıyla
ilintili güçlü bir şimdiki-zaman yönelimine sahip olmak ve tüm psikolojik patoloji-
lere yüksek tolerans göstermek gibi özelliklerden de söz edilmektedir. Lewis, birço-
ğu olumsuz olarak nitelenebilecek bu özelliklerin, bir yandan yoksulluk kültürünü
romantize etmemeye çalıştığını da söyleyerek, olumlu yanlarının olduğunu ısrarla
vurgular. Zira, yoksulluk kültürünü uyum sağlayıcı yapan da bu olumlu yanlardır.
Lewis’in yoksulluk kültürünü salt olumsuz bir çerçevede betimlemeyip, olumlu öğe-
lere gösterdiği bu hem bilimsel hem de politik nitelikli hassasiyeti, Harvey ve Reed
(1996: 466-467) şöyle ifade eder:
Yoksulluğa yönelik diğer yaklaşımlarla karşılaştırıldığında, Lewis’in tezinin er-
demi, yoksulluk alt kültürünün “patoloji karmaşası”ndan ibaret olduğunu değil,
tam tersine, bir dizi olumlu uyum sağlayıcı mekanizmaları net bir biçimde göster-
mesinde yatar. Bu uyum sağlayıcı mekanizmalar sosyal olarak kurulmuştur, yani,
yoksulların, günlük yaşamlarının özünden kolektif olarak üretilirler ve bunlar,
aksi takdirde hayatta kalmaları imkansız olan maddi ve sosyal koşullarda hayatta
kalmalarına izin verir. Yoksulluk altkültürünün olumlu içeriğinin altını çizmekle,
Lewis’in modeli, yoksulların ve onların yaratıcı yetenekleri adına konuştuğu için,
politik olarak da önemlidir.

Psikolojik bir bakış açısından Lewis’in çalışmasında dikkat çekilmesi gereken


önemli bir nokta, Lewis’in çeşitli psikolojik tekniklerle elde ettiği verileri, psikoloji-
nin sınırlarının dışına çıkarak, daha geniş bağlamda yorumlamaya gösterdiği özen-
dir. Yoksulluk kültürünü psikolojikleştirmeye dair bu direnç, bu çalışmayı birlikte
yürüttüğü, katı bir psikanalitikçi olan Carolina Luján ile testlerin yorumlanmasında
düştükleri fikir ayrılığında kendini bir kez daha gösterir (Harvey ve Reed, 1996: 481).
“Görüşmeler sonucunda, yoksulların uğradığı psikolojik “hasar”dan dehşete düşmüş,
yoksulların durumlarının şefkatli, yukardan-aşağıya, politik reformlarla düzeltilse
bile yoksulların kendilerinin kendi özgürleşme arayışlarını yönlendirmeye asla muk-
tedir olamayacaklarına ikna olmuş” Luján ile Lewis’in yaklaşımları arasındaki fark-
lılıklar, psikologlar için önemli dersler içerir (Rigdon’dan akt. Harvey ve Reed, 1996:
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 115

481):
Luján Lewis’e yoksulluğun olumsuz sonuçlarının açıklamasını sunarak, kent
yerleşkelerinde yaşanan yoksulluğun önemini ve benzersizliğini açıklamada yar-
dımcı oldu. Lewis, bu yorumu kullanmış, ama yorumun dayandığı psikanalitik
ilkeleri bilimsel olmadığı için reddetmiştir. Luján bireysel kişilik hakkında yazar-
ken, Lewis yoksulluk kültürünün evrensel sosyal-psikolojik özellikleri hakkında
genelleme yapmaktaydı. Yıllar boyunca Luján yorumlarını yanlış kullandığı gerek-
çesiyle onu eleştirmiş, ama Lewis onları kendi tarzında kullanmaya, kendi araştır-
masının bağlamına uyacak şekilde yeniden yorumlamaya hakkı olduğunu iddia
etmiştir. Katılımcılarını, okuyucuların önyargılarından koruma ve okuyucularını
klinik tanılar arasında ağır ağır ve güçlükle ilerlemenin yükünden ve psikanalitik
jargonu anlamlandırma çabasından kurtarma görevi olduğuna inanmıştır. Ek ola-
rak, Lewis’in olana yönelik kendi yorumu vardı: acıyı, sömürüyü ve aşırı yoksullu-
ğun verdiği hasarı vurgulamak istemişti, ama katılımcılarının, yardım edilemez ya
da hatta kendilerini kurtaramayacak kişiler olarak görünmelerini istemedi. Bunun
altında, Luján ile aralarındaki en zor ve en duyarlı farklılıklardan biri yatıyordu:
Luján’ın yoksulların politik eyleminden korkmasının tersine, Lewis, bunun onların
kurtuluşu olduğunu düşünüyordu.

Buraya kadar söylenilerden açıkça görüldüğü gibi, yoksulluk kültürü kavramı-


nın Lewis tarafından bu ilk kullanımında yoksulları suçlayan bir yaklaşımın izine
rastlamak pek mümkün değildir. Ancak böyle olması, daha sonraları bu kavramın,
bu içerikten koparılıp, yoksulları suçlayan bir dile eklemlenerek kullanılmasını en-
gellememiştir. Giriş bölümünde de belirtildiği üzere, yoksulluğun ortaya çıkış koşul-
larının ve kültürel temsillerinin son otuz yılda büyük ölçüde değişmesiyle birlikte,
aslında özellikle Batı toplumlarında hiçbir zaman tam anlamıyla ortadan kalkmamış
olan yoksulları suçlayan, dışlayan ve kriminalize eden dili, sosyal bilimlerde besleyen
en önemli kaynaklardan biri olarak yoksulluk kültürü kavramı tekrar gündeme geldi
(Harvey ve Reed, 1996). Kavramın bu tarz kullanımının tekrar popülerleşmesinin
tesadüf olmadığını söylemek gerekir. Yeni muhafazakarlarca benimsenen bu kullanı-
mın, özellikle sosyal devlet uygulamalarına saldıran ve toplumsal ilişkilerin tümüne
piyasayı hakim kılmak isteyen söylem açısından çok işlevsel olduğu belirtilmelidir.7
Harvey ve Reed’e (1996) göre, sınıf inkarına dayalı yeni yoksulluk tartışmalarının ta-
rafı olarak sadece yeni sağ değil liberaller de Lewis’in kurtuluşçu, olumlu bir çekirdek
taşıyan yoksulluk kültürü kavramını, farklı nedenlerle de olsa kabul etmezler. Çünkü
yoksulların patolojik bir artıktan fazla bir şey olduğunu kabul etmek, gücün ve sosyal
kaynakların yeniden bölüşümünü gerektirir.
Yoksulların belirli birtakım tutum, değer ve davranışlarına dolaysız olarak gön-
derme yapan spesifik bir yoksulluk kültürü kavramı dışında, yoksulluk ile kültürü
ilişkilendiren başka bazı psikolojik kavram ya da teoriler de önerilmektedir. Örneğin,
çeşitli biçimlerde baskıya maruz kalan yoksulların ciddi ölçüde asimetrik bir güç iliş-
kisi içinde ne tür tepkiler ürettiklerini açıklamak için Seligman’ın öğrenilmiş çaresiz-
lik teorisi işe koşulabilir. Bu teoriye göre, insanlar, kendilerine olacakları kontrol ede-
cekleri araçları olmadığına bir kez inandıklarında, kendi başlarına gelenleri kontrol

7 Bu tartışmanın ayrıntıları için bkz. Gül ve Sallan Gül, 2008.


116 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

etmeyi bırakırlar. Kültür ve yoksulluk ilişkisine uygulandığında, bu, yoksulların ne


yaparlarsa yapsınlar yaşam koşullarını değiştiremeyeceği gerçeğine koşullanmaları
anlamına gelir (Sánchez, Cronick ve Wiesenfeld, 2003). Lewis’in öne sürdüğü yok-
sulluk kültürü kavramının tersine, öğrenilmiş çaresizlik ve aşağıda görüleceği üze-
re başarma ihtiyacı eksikliği gibi pejoratif yoksulluk kültürü ile ilişkilendirilebilecek
kavramlaştırmalar, yoksulları sürekli ve sadece olumsuzluklar ve eksiklikler/yokluk-
lar üzerinden tanımlamaya yol açar ve bunun sonucunda yoksulların özneliğini yok-
sayan bir noktaya gelinir.

Başarma ihtiyacı
Tarihsel olarak, yoksulluğa dair bir bakış açısı üretilen diğer bir psikolojik yakla-
şım, 1960’ların sonunda, McClelland ve arkadaşlarının geliştirdiği başarma ihtiyacı
teorisidir. Davranışı açıklamada bireysel farklılıklara dayanan bu teori, insanların
ne kadar çok/sıkı çalışıp çalışmadığını, onların kişiliğinin bir işlevi olarak gören bir
güdü teorisidir. Başarma ihtiyacı adı verilen kişilik özelliği, klasik bir biçimde “ bir
mükemmellik standartı ile rekabet içinde başarmaya çalışmak” biçiminde tanımlanır
(Carr, 2003: 4). Başka bir deyişle, bu teoriye göre, başarma ihtiyacı, çocukluktan itiba-
ren edinilen ve kişiliğin bir parçası haline getirilen ve dolayısıyla da bireylerde farklı
düzeylerde bulunan bir güdülenme durumudur. Başarma ihtiyacının başka önemli
bir yanı, fiziksel ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacı gibi basit, alt-düzey değil, hiyerarşik
olarak daha üstte bulunan bir ihtiyaç olmasıdır. Bu da, tüm insanlar tarafından pay-
laşılmayan, yani nüfusun hepsinde bulunmayan özelleşmiş bir ihtiyaç türü olduğu
anlamına gelir (Haslam, 2001).
Başarma ihtiyacının ilk çocukluk yıllarında edinildiği, kişinin hem ait olduğu kül-
tür hem de anne ve babası tarafından şekillendirildiği ileri sürülmüştür. McClelland,
çocukların yüksek başarma ihtiyacına sahip bireyler olmaları için, bireysel olarak
rekabetçi işler yapmalarını ve bir mükemmelik çıtası üzerinden, performanslarına
ilişkin uygun duygusal tepkiler vermeyi öğrenmeleri gerektiğinde ısrar eder. Yani ço-
cuk, başarılı olduğunda olumlu, başarısız olduğunda olumsuz duygular hissetmeyi
öğrenmelidir (akt. Haslam, 2001).
Başarma ihtiyacı yaklaşımının yoksullukla dolaysız ilişkisi, McClelland ve arka-
daşlarının üçüncü dünyada yaptıkları çalışmalar yoluyla kurulabilir. Bunlardan biri,
McClelland ve Winter’ın 1969’da “Ekonomik başarıyı motive etmek” başlığıyla yayın-
ladıkları çalışmadır. Başarma ihtiyacı yaklaşımının, ulusal kalkınma alanında psiko-
lojinin somut ve önemli bir katkısı olarak görüldüğü (Moghaddam, Bianchi, Dani-
els, Apter ve Harré, 1999) bu çalışmada, McClelland ve Winter, insanlara, ekonomik
büyümeyi gerçekleştirmek için gereksindikleri güdülenmeyi kazandırmak üzere bir
eğitim programı geliştirmişlerdir. Bu programda, Hintli işadamlarına, işe yönelik
amaç, beceri ve yaklaşım anlamında yeni bir bakış açısı kazandırılmaya çalışılmıştır.
Bu eğitimlerden sonra yapılan izleme çalışmalarında, eğitime katılan tüm katılımcı-
ların, eğitimde kazandırılan yeni beceri ve yaklaşımların unutmuş göründükleri ve
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 117

işadamlarının eski iş davranışlarına geri döndükleri gözlenmiştir (Moghaddam ve


arkadaşları, 1999).
Aslında başarma ihtiyacı güdüsünün ancak çocukluk yıllarında edinilebileceğini
ve bir kişilik özelliği olduğunu ileri süren bir görüş açısından, bunun yetişkinlikte
uygulanan eğitim programları aracılığıyla kazandırabileceği iddiası bir çelişki yaratır.
Eğer yetişkin bir insanda eğitimle girişimci bir ruh yaratılabiliyorsa, o halde girişim-
ciliğin kişilikle değil, eğitim ve deneyimle bir ilişkisi olduğu düşünülmelidir (Haslam,
2001).
Yaklaşımın iç tutarsızlığından daha önemli olan yanı, kalkınma bağlamında nasıl
değerlendirildiğidir. Moghaddam ve arkadaşlarına (1999) göre, McClelland ve Win-
ter, başarma ihtiyacını (-n eksikliğini) tanımlayarak, davranış değişiminin gerçekle-
şebileceği potansiyel bir alanı işaret etmişler, yani toplumsal değişimde rol oynayabi-
lecek bir psikolojik mekanizma olduğunu göstermişlerdir. Ancak bu mekanizmanın
etkili olduğunu gösterememişlerdir, çünkü tanımladıkları bu değişkeni, geri kalan
herşeyden soyutladıkları ve manipüle ettikleri için, Hintli işadamları kendi geleneksel
davranış kalıplarını destekleyen çevreye geri döndüklerinde, eğitimden edindiklerini
koruyamamışlardır. O halde, Moghaddam ve arkadaşlarına göre, yapılması gereken,
kalıcı bir değişim sağlamak için, değişimin mikro dinamiklerine ilişkin çok daha sağ-
lam içgörü sağlayacak bir model geliştirmek, insanların değişime neden/nasıl diren-
diklerini ortaya çıkarmaktır. Yani, bu araştırmacılara göre önemli olan, bu bağlamda
“toplumsal değişme”nin kendisinin istenilir olup olmaması değil, ama her halukarda
toplumsal değişmeyi gerçekleştirecek uygun psikolojik mekanizmayı tanımlama so-
runudur. Böyle olunca, bu bakış açısından, başarma ihtiyacı yaklaşımına esastan bir
itirazın mümkün olamayacağı görülebilir.
Carr (2003), başarma ihtiyacı modelini, gündemden düşüren en önemli gerekçe-
nin, başarma ihtiyacı kavramına içkin olan bireyselcilik olduğunu ileri sürer. Gerçek-
ten de Batı toplumlarının ama özellikle de ABD toplumunun güçlü, ileri/gelişmiş, re-
fah içinde bir toplum olmasını sağlayan üç temel değer olarak özgürlük, sorumluluk
ve başarıya vurgu yapılırken, her daim bu değerlerin taşıyıcılığını yapan o toplumlara
özgü bir bireyselcilik psikolojisi de tanımlanmıştır (Sampson, 1988). Dahası varlığı
teşhis edilen bu bireyselcilik anlayışı idealize edilerek, normlaştırılmış ve dolayısıyla
ideolojikleştirilmiştir. Bu toplumdaki yaygın inanış, ilk çocukluk yıllarından itibaren,
kendiyle diğerleri arasına net sınırlar çizmeyi, kendine yeten bir bireysellik oluştur-
mayı, bağımsızlığı öğreten bir eğitimin, başarı düzeyi yüksek bireyler üreteceği ve
böylece de toplumsal başarının temelinin hazırlanmış olacağıdır. Başarının ancak
belirli türde bir bireyselcilikle mümkün olacağına dair bu inancın, muhtemelen in-
sanların kendi toplumlarındaki yoksullara ve üçüncü dünyaya bakışına da rehberlik
etmesi beklenir. O halde, pejoratif yoksulluk kültürü söyleminde tembel, kaybeden,
düşkün insanlar olarak resmedilen yoksulların, büyük ölçüde başarma güdüleri ol-
madığı için bu koşulların içinden çıkamayacakları ve çocuklarını da kendileri gibi
yetiştireceklerine dair iddialar şaşırtıcı olmasa gerek (Sánchez, Cronick ve Wiesen-
118 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

feld, 2003).
Diğer yandan, önceki bölümde de söz konusu edildiği üzere, modernleşmeci
psikolojik yaklaşımların, üçüncü dünya insanlarının gerikalmışlığının altında, batı
toplumlarını zenginliğe/refaha ulaştırmış olduğu düşünülen bireysel özelliklerin,
en başta da başarma ihtiyacının eksikliğinin yattığını varsaydıkları açıktır. Nitekim,
başarı gibi yaşama yönelik bir rekabetçilikle ilişkilendirilen ve öğretilebilen bir Batı
değerinin, gelenekle, insan ilişkilerinde aile-merkezli değerlerin hakim olmasıyla ve
hiyerarşik güç ilişkileri ile uyumlu olması pek beklenmez (Sánchez, Cronick ve Wi-
esenfeld, 2003). Sánchez ve arkadaşlarının (2003: 127) sinik bir biçimde ifade ettiği
gibi “geleneksel kültürdeki insanlar ‘gelişemez’, çünkü zamanlarını amaca-yönelik fa-
aliyetlerle geçirmek yerine kişilerarası iletişimle geçirirler”. Üçüncü dünyaya ilişkin
bu psikolojik teşhisler, ana akım kalkınmacı iktisatın kendini var ettiği zemini oluş-
turur. Akdoğan’ın (2002: 71) belirttiği üzere, kalkınma literatüründe, uzun bir zaman
“güven, karşılıklı yükümlülük vb. davranışların hakim olduğu aile, aşiret, mahalle
gibi küçük gruplarda gözlenen samimiyet, yüz yüze ilişkilerin, modern üretim tarzla-
rının ortaya çıkışını geciktirdiği ve pazar mekanizmalarının etkin ve verimli çalışma-
sını engellediği” savunulmuştur. Gene klasik iktisatçıların, “geri kalmış toplumların,
birikim yapmak için güçlü bir istek duymamaları, çok fazla biriktirme amacı/isteği
olmadığı için aşırı çalışmaya gerek duymamaları ve tasarrufun olmaması nedeniyle
geri kaldıkları konusunda ortaklaşmaları”, psikolojik özelliklerin iktisatın açıklama-
ları için ne kadar işlevsel olabildiğini gösterir (Ercan, 2001: 74). Ancak küreselleşme-
nin yeni evresiyle birlikte, kalkınma politikalarının tamamen değişmesi sonucunda,
üçüncü dünya insanlarının psikolojik özelliklerine dair bu görüşler de değişti. Daha
önce de vurgulandığı üzere, neoliberal politikaların dayattığı anlayış uyarınca, üçün-
cü dünyanın kalkınmasını engellediği düşünülen aynı insan özellikleri, sosyal serma-
ye adıyla geçer akçe olarak görülmeye başlandı (Akdoğan, 2002).
Batı ve Batı dışında, Batının yüceltilen bireyselciliğini kendinden-menkul bi-
reyselcilik (self- contained indivdidualism) olarak adlandıran Sampson (1988), bu
bireyselciliğin, hiç olmazsa 1980’lerde, ABD toplumuna özgü tek bireyselcilik tarzı
olmadığını ileri sürmüştür. Benlikle diğeri arasına kesin sınırlar koyan, diğerlerini
benlikten dışlayan, kesin ve güçlü bir benlik olarak tanımlanan kendinden-menkul
bireyselciliğin karşısında, ben ve diğerleri arasındaki sınırların daha az keskin olduğu
ve diğerleriyle, dışlayıcı değil içerici bir biçimde ilişkilenen ilişkisel bireyselcilik (en-
sembled individualism) denilebilecek bir bireyselcilik tanımlamıştır. Sampson, öz-
gürlük, sorumluluk ve başarı gibi temel değerlerin zorunlu olarak kendinden-menkul
bireyselcilikle ilişkili olduğunu savunan görüşe itiraz eder, örneğin başarının zorunlu
olarak rekabetçilikle değil, işbirliği formundaki sosyal ilişkilerle de pekalâ mümkün
olabileceğini söyler. Ancak, Sampson, asıl sorunun, bu değerlerin farklı bireyselcilik
tarzları tarafından sahiplenilebileceğini göstermek olmadığının, bu değerlerin kendi-
sini yeniden tanımlamak olduğunun farkındadır. Bireyselcilik türleri tartışmasındaki
asıl önemli nokta, ister geleneksel toplumda sosyal bireyselciliğin olsun, isterse de
modern toplumda kendinden-menkul bireyselciliğin olsun sosyal düzenin yeniden
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 119

üretilmesi için gerekli olan sosyal kontrolün sürdürülmesini sağlamalarıdır. Değişen


sadece, tarihsel güç rejimine göre, bu kontrolü sağlamak için kullanılan yöntemlerdir
(Sampson, 1988).
Sonuç olarak, McClelland’ın başarma ihtiyacı teorisinin, psikolojinin yoksulluk
yaklaşımlarında ciddi bir hacme sahip olduğu söylenemez (hacim meselesi daha çok,
görgül araştırmaya yol açması anlamında anlaşılmalıdır). Ancak, başarma ihtiyacı
gibi ideolojik yükü ağır olan bir kavramı merkeze koymasından ötürü, yukarıda gö-
rüldüğü üzere, kurbanı suçlayan ideolojiyi ciddi bir biçimde pekiştirdiği açıktır.

Yoksulluğa yönelik atıf çalışmaları8

Carr’ın(2003), psikolojinin yoksulluk konusunda beyaz bir sayfa açmadan önceki


tarihinde zikrettiği son yaklaşım, yoksulluğun nedensel açıklamalarının araştırıldığı
çalışmalardır. Hacim anlamında, bugün, psikolojinin yoksulluk literatürüne bir kat-
kısından söz edeceksek, bu katkıyı atıf çalışmalarının yaptığı söylenebilir. Sosyal psi-
kolojide, günlük yaşamda insanların sağduyusal olarak olayların nedenlerini nerelere
atfettikleri, atıf sürecinin nasıl gerçekleştiği ve bu sürecin, atıf yapan kişi açısından
gördüğü işlevler vb. soruların cevaplanmaya çalışıldığı atıf teorisi önemli bir yer işgal
eder. Bu sosyal psikolojik teori de, diğer ana akım teorilerle temel olarak aynı var-
sayımları paylaşır; bu varsayımların içinde en önemli olarak görülebilecek olanları,
olaylara yönelik nedensel açıklama yapmanın, bireysel düzeyde ve zihin içinde ger-
çekleştirilmiş bir işlem olmasıdır. Parker (1989), atıf paradigmasını barındırdığı bu
ve diğer varsayımlar açısından güçlü bir biçimde eleştirmiştir. Bu eleştirileri, yoksul-
luk bağlamında yapılan nedensel atıf çalışmalarına taşıyan kişi ise Harper’dır (1996,
2003). Harper’ın eleştirilerinin büyük bölümünü ve bu çalışmalara yöneltilebilecek
diğer eleştirileri başka bir yerde ele aldığım için (bkz. Kayaoğlu, 2008), burada sade-
ce bu çalışmalara ilişkin genel bir çerçeve çizip, bu yaklaşımda kurbanı suçlayan bir
eğilimin olup olmadığına ve varsa bu eğilimin kendini nasıl gösterdiğine odaklana-
cağım.
Yoksullukla ilgili psikoloji literatürüne damgasını vuran yoksulluğun nedenlerine
ilişkin atıf çalışmaları, Feagin’in 1972’de Amerika’da yaptığı araştırmayla başladı. Bu
çalışmalar sonraki yirmi yılda Kanada, Avustralya ve birçok Avrupa ülkesi ile Batı dışı
dünyadan da Hindistan, Türkiye, Malezya ve daha pek çok toplumda devam etti. Bu
toplumlarda yoksulluğun nedenlerinin, genel olarak söylersek, üç tür faktöre atfedil-
diği görüldü: Bireysel, yapısal faktörler ve kader. Ağırlıklı olarak Batı toplumlarında,
yoksulluğun nedenlerine ilişkin bu atıfların, sosyal sınıf, eğitim düzeyi, politik tercih-
ler, Protestan çalışma ahlakına olan inanç, adil dünya inancı, sosyal güvenlik ve refah
uygulamalarına yönelik tutumlarla olan ilişkileri araştırıldı ve böylece yoksulluğun

8 Bu bölümdeki argümanların bir bölümü, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü tarafın-
dan, 3-5 Eylül tarihleri arasından düzenlenen 15. Ulusal Psikoloji Kongresinde sunulan “Sosyal Psikoloji-
nin ‘uygulama ideolojisi’: Yoksulluğa yönelik yükleme çalışmalarına eleştirel bir bakış” başlıklı bildiriden
özetlenmiştir.
120 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

nedenlerinin nasıl algılandığı ve bu algılama biçiminin çeşitli değişkenlerle ilişkisi


hakkında ciddi bir bilgi birikimi oluştu9 Ancak bu literatürü toplu olarak değerlen-
diren birinin büyük olasılıkla hissedeceği en büyük sıkıntı, bu kadar görgül bulguyu
nereye, nasıl koyacağı/ nasıl anlamlandıracağıdır. Belirgin bir biçimde, yoksulluğa
ilişkin teorik bir çerçeve yokluğunu gösteren bu durumu şu soruyla da ifade edebi-
liriz: Yoksulluğa ilişkin bir anlayış geliştirmede, insanların yoksulluğun nedenlerini
nelere atfettiklerini öğrenmek niçin önemlidir? Elbette görünüşte bu sorunun cevabı
vardır. Mesela bu literatüre ciddi katkı yapanlardan biri olarak Furnham’dan (2003),
yoksulluğun nedenlerine ilişkin bu atıfların, insanların hangi partilere oy verdikle-
ri, bağış yapıp yapmayacakları vb. davranışlarına aracılık etmesi dolayısıyla önemli
olduğunu öğreniyoruz. Otuz yıldır emek verilen onca çalışma için hakikaten de bu
gerekçelerin oldukça zayıf gerekçeler olduğunu kabul etmek gereklidir.
Sosyal psikolojinin yoksulluk konusunda kendini büyük ölçüde atıf sorusu ile
sınırlandırması, onu “yeterli” bir yoksulluk anlayışı geliştirmekten alıkoymuştur. As-
lında sosyal psikolojide yoksulluğa ilişkin atıf sorusu dışında soru sorulamaması ile
atıf sorusunun kendinden beklenebilecek potansiyeli gerçekleştirememesinin altında
aynı neden yatmaktadır: disiplinin “uygulama ideolojisi”. Yazının başında disipline
dair ele alınan bu sorun, burada kendini atıf paradigması bağlamında kendine özgü
sonuçlarıyla göstermektedir. Furnham’ın (2003: 180), atıf çalışmalarını toplu olarak
değerlendirdiği, hatta değerlendirmeden ziyade bir savunma tonunda yazdığı yazıyı
şu cümleyle bitirmesi adeta tersinden bir itiraf gibi okunabilir: “Yoksulluğun neden-
lerine ve sonuçlarına ilişkin anlayışımız, sosyal psikologların “atıf teorisinin uygu-
lamalı araştırmasını” yapmasından fazla bir şeydir”. Ama tam da inkar edilen bu
bakış açısından, örneğin Morçöl’ün (1997) Türkiye’de yaptığı çalışmada, bütün gelir
gruplarının, yoksulluğu yapısal nedenlerle açıklamasını “ilginç” bulmak mümkün
olabilir (Furnham, 2003: 175-176)10.

9 Bu araştırmaları gözden geçiren son çalışma için bkz. Furnham, 2003.


10 Morçöl’ün 1997’de yayınlanan çalışmasında, Feagin’in yoksulluğa ilişkin üçlü faktör yapısının (bireysel-
ci, yapısalcı ve kaderci atıflar) Türkiye’de de geçerli olduğu, Türkiye’deki yoksulluk açıklamalarının gelir,
toplumsal cinsiyet, yaş ve eğitim tarafından belirlendiği gösterilmiştir. Bu bulguların, zaten beklendik ol-
dukları için yorumlanmaları zor değildir, ama ne var ki, ABD ve diğer batı ülkelerinin tersine, Türkiye’de
araştırmaya katılan bütün gelir grupları yoksulluğu yapısal faktörlerle açıklayınca, bu bulgunun atıf lite-
ratürü ile uyumlu bir biçimde yorumlanması zorlaşıyor. Çünkü böyle bir bulgu, atıf literatüründe, teori
tarafından yordanan ve birçok görgül araştırmayla desteklenen aktör-gözlemci yanlılığı örüntüsüne uymaz
(Atıf teorisine göre, aktörler kendi başlarına gelen olayları dışsal, gözlemciler (dışarıdan bakanlar) aynı
olayları içsel (kişisel) faktörlere atfetme eğilimindedir). İşte Furnham’ın (2003) yoksulluğa yönelik atıf ça-
lışmalarını son gözden geçirdiği yazısında “ilginç” olarak nitelediği, bu bulgudur.
Diğer Batı dışı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de 1980’den itibaren yürürlüğe konan yapısal dönüşüm politi-
kalarının –ki bu devletin küçülmesi, serbest piyasaya geçişi ifade eder temelde- 1990’ların ortasına gelin-
diğinde iflas ettiği bizzat bu programın uygulayıcılardan biri olarak Dünya bankası tarafından itiraf edildi.
Bu politikalar sonucunda, bu ülkelerde üst üste ekonomik krizler yaşandı. Dolayısıyla, yoksulluk hem de-
rinleşti hem yaygınlaştı. Şimdi böyle bir ekonomik-politik bağlamda, yüksek gelir grubunun, yoksulluğun
nedenlerini bireyselci faktörlere atfetmesini beklememizin nedeni ne? Aslında, tam da beklenmesi gereken
sonuç bu değil mi? Eğer bulgu böyle olmasaydı, yorumlamakta son derece zorlanacağımız bir durum çık-
maz mıydı ortaya? Kısacası, burada, insanların içinde yaşadıkları duruma uygun atıflar yaptıklarını, ama
sosyal psikologların onlardan beklediği “atıf yanlılığı”nı göstermediklerini görüyoruz. Ama Morçöl (1997:
736) bu bulguyu bir anomali olarak görmekte ısrarlı ve şöyle diyor: “Eğer Klugel ve Smith (1986), temel
atıf yanlılıklarına dair psikolojik mekanizmaların yoksulluğun içsel açıklamalarını pekiştirdiği ve sürdür-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 121

Harper (1996, 2003) atıf teorisi çerçevesinin yoksulluk hakkında çok az şey öner-
diğini düşünerek, alternatif bir yaklaşım olarak, eleştirel söylem analizinin kullanıl-
ması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu tür bir analizin yoksulluk konusunda algısalcı-
lık yerine çok elzem olan eleştirel bir sosyal inşacı perspektif sunacağı doğruysa da,
eleştirellik, atıf teorisi çerçevesinde de mümkün olabilirdi/olabilir. Hiç kuşkusuz, atıf
paradigması, psikolojinin yoksulluğa yönelik sorabileceği soruları tüketmez ama her
şeye rağmen, yoksulluk bağlamında sorulacak önemli bir soruya işaret eder: “Sosyal
sınıf” konumuna bağlı olarak, yoksulluk ve zenginlik hakkında, “yoksullar” ve “zen-
ginler” ne tür nedensel açıklamalar yapmaktadırlar ve bu açıklamaların, açıklama
yapan “gruplar” açısından işlevleri nelerdir?
Bugüne kadar yapılmış atıf çalışmalarının bu soruları sormamış olmasının bir
nedeni yukarıda belirtildiği gibi, “uygulama ideolojisi” (eleştirel bir yoksulluk anla-
yışının eksikliği ile birlikte) ise, diğer bir nedeni, ana akım pek çok sosyal psikolojik
teori gibi, atıf teorisinin de onulmaz bir “bireyselcilik” ve “bilişselcilik” ile malul
olmasıdır (Sampson, 1988; Parker, 1989). Bu zaaflar, sosyal meselelerin çalışılma-
sında en önemli unsur olan güç boyutunu gizlemeye hizmet eder. Oysa, gruplar arası
güç ilişkilerinin temel alındığı bir bağlamda, “yoksulluk” ve “zenginlik” hakkındaki
nedensel açıklamaların, bir sosyal grubun diğer sosyal grup(lar) hakkındaki atıfları
olarak grup düzeyinde anlaşılması ve sosyal bilişin, grup üyelerinin paylaşılan sosyal
temsilleri olarak görülmesi (Van Dijk, 1990), muhtemelen daha yeterli bir yoksulluk
anlayışı oluşturmada ciddi katkı sağlayabilirdi/sağlayabilir. Zira böyle bir yoksulluk
anlayışının, Harper’ın haklı olarak yönelttiği politik naiflik eleştirisini de karşılaya-
cak bir biçimde bir ideoloji teorisini içermiş olması beklenebilirdi.
Ancak Harper atıf paradigmasının daha yeterli bir yoksulluk anlayışı açısından
taşıdığı potansiyelleri araştırmaktan ziyade, yoksulluğu suçlayan dili nasıl güçlendir-
diğine odaklanmıştır. Harper, psikoloji disiplininin önceleri dolaysız biçimde kur-

düğü konusunda haklıysa, o zaman 1990’ların başında, Türkiye toplumunda bu mekanizmaların etkileri,
dominant ideolojinin karşı etkisiyle bastırılmış görünüyor”. Yani, bu açıklamaya göre aslolan, teorinin ön-
gördüğü psikolojik mekanizmalardır, -ki, bu durumda bu mekanizmalar atıf yanlılıklarıdır- ama evrensel
biçimde ortaya çıkması beklenen bu mekanizmalar görgül olarak ortaya çıkmamışsa, bu sapma durumunu
açıklamak üzere, o bağlama özgü bir takım değerleri işe koşmak zorunluluk haline gelir. Türkiye’ye özgü
sözü edilen bu dominant değerlerin kendi başlarına ne kadar önemli olduklarını bilmiyoruz, ama bildi-
ğimiz bir şey var: Aslında ortaya çıkması gereken, etkisini göstermesini beklediğimiz bireyselci değerlere,
karşı etki ürettikleri için analizde devreye girdikleri. Ne de olsa, teori hayata uymuyorsa, hayatı teoriye
uydurmak lazım. Bağlamın ancak bu şekilde devreye girmesi sorunun sadece bir parçası. Daha büyük
sorun, Türkiye’deki dominant değerlerin analizde devreye giriş biçimi. Batıda yoksul oldukları için yok-
sulları suçlayan orta sınıflar, böylelikle zihinleri yanlı işlem yaptığı için kendi benlik değerlerini korumuş
oluyorlar. Oysa Türkiye’de “yoksul olmayanlar” yoksulluklarından dolayı yoksulları suçlamayınca, zihinleri
Batıdakilerin gösterdiği yanlılığı göstermemiş oluyor ve aslında, böylece daha makbul bir şey yaptıklarını
düşünmüş olabiliriz. Ama bu kez de, onların bu davranışları, muhtemelen ‘her şeyi devletten ve toplumdan
bekleyen, bireysel inisiyatif alamayan kişiler’ olduklarını ima eden bir dominant değer kalıbı ile açıklanma-
ya kalkışılınca, zihinsel yanlılık göstermemiş olmalarının bir önemi kalmamaktadır. İnsanların yoksulluğu
yapısal faktörlerle ilişkilendirmesinin, araştırmacı tarafından marazi bir durum olarak görüldüğüne ilişkin
benzer bir örneği Buğra (2007: 160) da vermektedir. Buğra, Türkiye’de TÜSEV’in yaptığı çalışmada, “yok-
sullukla mücadele kimin görevidir” sorusuna, katılımcıların %31’inin “hali vakti yerinde vatandaşların”
cevabının araştırmacı tarafından problemli görülmemesi, ama %38’lik bir kesimin “devletin görevidir”
cevabının problemli görülmesini, STK’ların ideolojisine bağlar.
122 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

banı suçlayıcı bir ideolojiye hizmet ettiğini, atıf çalışmalarının ise sürekli “yoksullar
üzerinde” odaklanarak, disiplinin kendisinin “temel atıf hatası” yaptığını ve böylelikle
dolaylı bir biçimde kurbanı suçlayan ideolojiye hizmet ettiğini ileri sürer. Bu bağ-
lamda, temel atıf hatası, yoksulluğun ortaya çıkmasında duruma ait (birey-dışı) fak-
törlerin etkisini küçümsemek, bireyin değişmez-istikrarlı eğilimlerine ağırlık vermek
olarak tanımlanabilir. Harper’ın (2003: 188) bununla kastettiği ise, atıf çalışmalarının,
“ekonomik kaynaklar üzerinde kontrolü olan hükümetler, ulusaşırı şirketler”e değil
de, tersine “maddi kaynaklar üzerinde hiçbir kontrolü olmayan kamunun birer üyesi
olan bireylerin” yoksulluk açıklamalarına odaklanmış olmasıdır. Başka bir deyişle,
Harper (1991, 1996, 2003) için asıl sorun, “yoksullar üzerinde” çalışılmasının hiç-
bir işe yaramayacağı ya da belki daha kötüsü yoksulları suçlamayla sonuçlanacağıdır.
Oysa araştırmaların ne “yoksullar üzerinde” odaklanması, kurbanı suçlayan sonuçlar
üretmeyi zorunlu kılar ne de “zenginler üzerinde” odaklanması kurbanı suçlayan bir
sonuç üretmemeyi garanti altına alır. Aslında bir açıdan, bu tür bir söylem, yoksulluk
literatüründe, yoksulluğu yaratanın yoksullar olmadığı, dolayısıyla “problem” ola-
nın onlar olmadığı gibi çok kritik bir saptama ile ilişkilendirilerek (Chambers,1995;
Yapa, 1996) anlaşılabilir. Dolayısıyla, ilk bakışta Harper’ın da “problem” olanı yerli
yerine koyup, onun üzerinde odaklanmamızı istediği düşünülebilir. Ne var ki, Har-
per (2003: 191, italikler benim), “ekonomik kaynaklar üzerinde kontrolü olanlar”ı
yoksulluğun yaratıcısı olarak mı görür bilinmez, ama, onları, “eşitsizliği gerçekte de-
ğiştirecek durumda olanların oluşturduğu ağdaki çok sayıda kurum, ajan ve sistem”
olarak tanımlayarak, sosyal değişmenin baş aktörleri olarak gördüğü kesindir. Sosyal
değişmeye ilişkin bu perspektifiyle Harper, atıf çalışmalarına yönelttiği politik naif-
lik eleştirisinin bir başka örneğini kendisi sergilemiş olur. Zira, böyle bir perspektif,
güçlü olanların oldukları haliyle neden/nasıl var oldukları ve böyle olmaktan neden/
nasıl vazgeçeceklerine dair hiçbir politik içgörü barındırmaz. Van Dijk (1993: 250)
sosyal eşitsizliğin eleştirisinin farklı yollardan yapılabileceğini söyler. Sosyal eşitsizlik,
““yukarıdan-aşağıya” olan egemenlik ilişkilerinden doğru ya da “aşağıdan-yukarı”
olan direnç, kabul etme, boyun eğme ilişkisinden doğru görülebilir”. Buradan hare-
ketle, yoksulluk bağlamında medya, yardım dernekleri, hükümetler ve uluslar arası
örgütler gibi güç odaklarının eleştirel analizinin, bu güç odaklarının tahakküm ilişki-
lerini nasıl devam ettirdiklerini anlamak, ideolojik anlamda bu yolları deşifre etmek
amacıyla yapıldığı söylenebilir. Bu tür analizlerin, bu kurumlar üzerinde baskı kur-
maya, statükoyu sarsmaya yaradığı düşünülür. Diğer yandan, analitik odak noktasına
yoksulları alan herhangi bir çalışma, benimsenen perspektife bağlı olarak yoksulları
suçlama ideolojisine hizmet edebileceği gibi ezilenler olarak yoksulları özgürleştirme-
ye (yoksulluktan çıkarmaya) de hizmet edebilir. Nitekim, hem genel olarak yoksulluk
literatüründe (Chambers, 1995; Narayan ve Petesch, 2002) hem de psikolojinin yok-
sulluk literatüründe (Edge, Kagan ve Stewart, 2004; Lott,.2002) yoksulların sesinin
dinlenmesi gerektiği ısrarla vurgulanmaktadır. Elbette ki, yoksullara ya da genel ola-
rak ezilenlere “ses vermek”, her durumda onların güçleneceğini garanti etmez, hatta
tam tersine statükoyu daha da sağlamlaştırmaya hizmet edebilir (Bahavnani,1990).
Ama bundan hala “yoksullar üzerinde” çalışmanın onları kurbanlaştıracağı sonucu
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 123

çıkmaz. Harper’ın öne sürdüğünün tam tersine, “ekonomik kaynaklar üzerinde hiç-
bir kontrolü olmayanlar”ı analitik odak noktasına almayı çok anlamlı hale getiren
çalışmalar yapılabilir.
Sonuç olarak, yoksulluk meselesinde atıf paradigması çerçevesinden yapılan ça-
lışmaların, teorik açıdan yoksulluğa yönelik eleştirel bir anlayış geliştirmemiş, politik
açıdan da statükocu sonuçlar üretmiş olduğu doğrudur. Ancak bu durum, Harper’ın
yaptığı gibi yoksulluğa yönelik atıf sorusundan tümüyle vazgeçmeyi gerektirmez,
tam tersine atıf teorisinin kendisinden değil, belirli bir yoksulluk anlayışından ha-
reketle formüle edilecek atıf sorusunun, teorik olarak ve politik sonuçları itibarıyla
daha eleştirel bir yoksulluk anlayışına hizmet etme olasılığını gündeme getirir. Ay-
rıca, Harper’ın yoksulluğa yönelik atıf çalışmalarında teşhis ettiği kurbanı suçlayıcı
eğilimin geçersizliği de burada açıklık kazanmış olmalıdır. Yoksulluğa yönelik atıf
çalışmalarında kurbanı suçlama ideolojisini dolaylı olarak destekleyecek en temel
nokta, araştırmalarda ortaya çıkan bireyselci yoksulluk atıflarının, bu makale boyun-
ca sözünü ettiğimiz pek çok nedenden dolayı, ideolojik işlevinin ortaya çıkarıl(a)
mamış oluşudur. Dahası atıf kuramına dair bu tartışma, kurbanı suçlama eğiliminin,
önemli ölçüde sözkonusu edilen bilimsel paradigmaya içkin olmadığını da göstermiş
olmalıdır.

Sonuç

Çok genel düzeyde ifade edilirse, bu çalışmada, bir bilimsel disiplin olarak psi-
kolojinin, toplumsal/politik bir olgu olarak yoksulluğa tarihsel olarak nasıl yaklaş-
tığı eleştirel bir perspektifle ele alınmıştır. Öncelikle, bu tarihsel değerlendirmenin
temelini teşkil eden iki sorun ortaya konmuştur: Psikolojinin açık bir yoksulluk
kavramlaştırması olmaması ve psikolojinin yoksulluğu çalışma konusunda yaşadı-
ğı meşruiyet sorunu. İlk sorunun, psikolojinin yoksulluğu verili bir durum olarak
görmeye ve ana akım yoksulluk yaklaşımlarına eklemlenmeye yol açtığı, böylelikle
kurbanı suçlayan ideolojiye hizmet ettiği savunulmuştur. Yine, psikolojinin kendisini
ve yoksulluğu tanımlama biçiminden dolayı, yoksulluğu çalışmaya dair bir meşruiyet
sorunu olduğu saptanmış ve bu sorunun üçüncü dünya bağlamında nasıl yaşandığı
ortaya konmuştur. Psikoloji ve üçüncü dünya tartışmasında, temel olarak psikoloji-
nin modernleşmeci paradigma içinde hareket ettiği, zira orada da meşruiyet soru-
nunu çözme güdüsüyle ana akıma eklemlendiğini ve hala bu durumun bir biçimde
devam ettiği gösterilmiştir.
Makalenin son bölümünde eleştirel değerlendirmeye tabi tutulan üç psikolojik
yoksulluk yaklaşımından “yoksulluk kültürü”nün, Lewis’in orijinal kullanımında
kurbanı suçlayıcı bir sonuç üretmediği, ama pejoratif yoksulluk kültürü yaklaşımla-
rında bu sonucun açıkça görüldüğü ortaya konmuştur.Bu yaklaşımlarda, yoksulların
sürekli olumsuzluk/eksiklikle tanımlandığı ve özneliklerinin yok sayıldığı ileri sürül-
müştür.
124 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

Diğer yandan, başarma ihtiyacı yaklaşımının tarihsel olarak üçüncü dünya bağ-
lamında nasıl modernleşmeci paradigma içerisinden bir yoksulluk bakışı ürettiği
ortaya konmuş ve Batının bireyselcilik ideolojisinin dayatıldığı bu bakışın “üçüncü
dünya” insanlarını (yoksulları), başarıya yeterince güdülenmiş olmadıkları için suç-
landığı gösterilmiştir.
Yoksulluğa yönelik atıf çalışmalarının ise, hem disiplinin uygulama ideolojisinin
hem de eleştirel bir yoksulluk anlayışının eksikliğinin izlerini taşıdığı iddia edilmiş,
bu teorinin gerçekte eleştirel bir yoksulluk anlayışı açısından taşıdığı potansiyele dik-
kat çekilmiştir. Bu perspektiften yapılan çalışmalardaki kurbanı suçlama yaklaşımının
“yoksullar üzerinde” odaklanmaktan kaynaklanmadığı, olsa olsa yoksulluğu bireysel
atıflarının ideolojik olarak eleştirilmemesinden kaynaklandığı iddia edilmiştir.
Son olarak, gerek ana akım (sosyal) psikolojik teorilere içkin zayıflıklar gerekse
bir ideoloji teorisinin eksikliğinden kaynaklanan sorunların burada anılan yaklaşım-
larla sınırlı olmadığını hatırlatmak gerekir. Başka ana akım psikoloji teorilerinden
son zamanlarda sorulmaya başlanan soruların aynı zayıflıklarla malul olma olasılığı
karşısında, yoksulluk meselesinde psikolojinin oynadığı tarihsel rolü ters yüz etmek
için uyanık olunmalıdır. Hali hazırda, bu tür sorulardan birini, yoksulluğun bir ön-
yargı meselesi olarak formüle edilmesi oluşturur ve bu formülasyon da eleştirel bir
değerlendirmeye tabi tutulmalıdır (Kayaoğlu, 2007).

KAYNAKÇA

Akdoğan, A. A. (2002). Toplumsal sermaye: Yeni sağın küresel yüzü. İçinde: Y. Özdek (der.). Yoksulluk,
şiddet ve insan hakları (s. 71-85). Ankara: TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi.

Bahavnani, K. (1990). What is power got to do with it? Empowerment and social research. In I. Parker & J.
Shotter (Eds.), Deconstring social psychology (pp. 141-152). London: Routledge.

Bauman, Z. (1999). Çalışma, tüketicilik ve yeni yoksullar. Türkçesi Ümit Öktem. İstanbul: Sarmal Yayınevi.

Buğra, A. (2005). Yoksulluk ve Sosyal Haklar. Sivil Toplumun Geliştirilmesi için Örgütlenme Özgürlüğünün
Güçlendirilmesi Projesi (AB Komisyonu destekli). http://www.stgm.org.tr/docs/1207303932Yoksulluk%20
ve%20Sosyal%20Haklar-Ayse%20Bugra.pdf (Erişim: 15 Eylül 2007)

Buğra, A. (2007). AKP döneminde sosyal politika ve vatandaşlık. Toplum ve Bilim, 108: 143-166.

Carr, S. C. & Maclachlan, M. (1998). Psychology in developing countries: Reassesing its impact. Psychology
and Developing Societies, 10 (1): 1-20.

Carr, C. S. (2003). Poverty and psychology: An introduction. In A. J. Marsella (Series Ed.), S.

C. Carr & T. S. Sloan (Vol. Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global
perspective to local practice (pp. 1-15). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.

Chambers, R. (1995). Poverty and livelihoods: whose reality counts? Environment and Urbanization, 7(1):
174-204.

Connolly, K. (1982). Psychology and poverty. Bulletin of The British Psychological Society, 35: 1-9.

Connolly, K. (1985). Can there be a psychology for the Third World? Bulletin of The British Psychological
Society, 38: 249-257.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sefaletin psikolojisi ya da psikolojinin sefaleti: Psikolojik yoksulluk yaklaşımlarının eleştirisi 125

Connolly, K. (1986). Psychology and the third world: A commentary on Moghaddam & Taylor. Bulletin of
The British Psychological Society, 39: 8-11.

Çukur, C. Ş. (2008). Yoksulluğun Psikolojisi: Yoksulluğun sosyal bilişsel olarak yapılandırması ve sosyo-
duygusal sorunlar ile ilişkisi. İçinde: N. Oktik (der.). Türkiye’de yoksulluk çalışmaları (s. 97-162). İzmir:
Yakın Kitabevi.

Dean, H. (1992). Poverty discourse and the disempowerment of the poor. Critical Social Policy, 12(35):
79-88.

Dutton, V. & Collins, A. (2004). Subjects of development: The United Nations sevelopment programme
as technology of neo-liberal imperialism. Critical Psychology (Mainstream Psychology in the Spotlight), 11:
10-29.

Edge, I., Kagan, C. & Stewart, A. (2004 June). Living poverty: Surviving on the edge [Special Issue]. Clinical
Psychology, 38: 28-31.

Ercan, F. (2001). Modernizm, kapitalizm ve azgelişmişlik. İstanbul: Bağlam yayınları.

Furnham, A.(2003). Poverty and wealth. In A. J. Marsella (Series Ed.), S. C. Carr & T. S.

Sloan (Vol. Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global perspective to
local practice (pp. 163-184). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.

Gül, H. ve Gül Sallan, S. (2008). Yoksulluk ve yoksulluk kültürü tartışmaları. İçinde: N. Oktik (der.).
Türkiye’de yoksulluk çalışmaları (s. 57-96). İzmir: Yakın Kitabevi.

Harper, D. (1991). The role of psychology in the analysis of poverty: Some suggestions. Psychology and
Developing Societies, 3(2): 193-201.

Harper, D. J. (1996). Accounting for poverty: From attribution to discourse. Journal of Community &
Applied Social Psychology, 6: 249-265.

Harper, D. J. (2003). Poverty and discourse. In A. J. Marsella (Series Ed.), S. C. Carr & T. S. Sloan (Vol. Eds.),
International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global perspective to local practice (pp.
185-203). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.

Harvey, D. L. & Reed, M. H. (1996). The culture of poverty: An ideological analysis. Sociological Perspectives,
39(4): 465-495.

Haslam, S. A. (2001). Psychology in organizations: The social identity approach. London: Sage Publications.

Hill, V. (2008). Postwar psychology, class, and “Middle Classlessness”. Biannual conference of the Center for
Study of Working Class Life, “How Class Works”, June 6-9, Stony Brook: New York.

İnsel, A. (2001). İki yoksulluk tanımı ve bir öneri. Toplum ve Bilim, 89, 2-72.

Kayaoğlu, A. (2008). Sosyal psikolojinin “uygulama ideolojisi”: Yoksulluğa yönelik yükleme çalışmalarına
eleştirel bir bakış. 15. Ulusal Psikoloji Kongresi, 3-5 Eylül, İstanbul.

Kayaoğlu, A. (2007). Prejudice against the poor: A way of depoliticizing poverty.

International for theoretical Psychology Biennial Meeting, Theoretical psychology beyond borders:
Transdisciplinarity and internationalization, June 18-22, Toronto.

Lott, B. (2002). Cognitive and behavioral distancing from the poor. American Psychologist, 57: 100-110.

Mehryar, A. H. (1984). The role of psychology in national development: Wishful thinking and reality.
International Journal of Psychology, 19: 159-167.

Moghaddam, M. F. & Taylor, D. M. (1986a). The state of psychology in the third world: A response to
Connolly. Bulletin of The British Psychological Society, 39: 4-7.
126 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Aysel Kayaoğlu

Moghaddam, M. F. & Taylor, D. M. (1986b). What constitutes an ‘appropriate psychology’ for the developing
world? International Journal of Psychology, 21: 253-267.

Moghaddam, M. F., Bianchi, C., Daniels, K., Apter, M. J. & Harré, R. (1999). Psychology and national
development. Psychology and Developing Societies, 11(2): 119-141.

Montero, M. (2007). The political psychology of liberation: From politics to ethics and back. Political
Psychology, 28(5): 517-533.

Morçöl, G. (1997). Lay explanations for poverty in Turkey and their determinants. The Journal of Social
Psychology, 137(6): 728-738.

Moreira, V. (2003). Poverty and psychopathology. In A. J. Marsella (Series Ed.), S. C. Carr & T. S. Sloan (Vol.
Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global perspective to local practice
(pp.69-86). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.

Narayan, D. & Petesch, P. (2002). Voices of the poor: From many lands. New York:

Published for the World Bank, Oxford University Press.

Novak, T. (1995). Rethinking poverty. Critical Social Policy, 15(2-3): 58-74.

O’Connor, A. (2000). Poverty research and policy for the post-welfare era. Annual Review of Sociology, 26:
547-562.

Özbudun, S. (2002). Küresel bir “yoksulluk kültürü”mü? İçinde: Y. Özdek (der.). Yoksulluk, şiddet ve insan
hakları (s.53-69). Ankara: TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi.

Özdek, Y. (2002). Küresel yoksulluk ve küresel şiddet kıskacında insan hakları. İçinde: Y. Özdek (der.).
Yoksulluk, şiddet ve insan hakları (s. 1-44). Ankara: TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme
Merkezi.

Özkazanç, A. (1997). Refah devletinden yeni sağa. Mürekkep, 7: 21-38.

Özuğurlu, A. (2002). Yoksulluk kavramına “Çöplük”ten bakmak. İçinde: Y. Özdek (der.). Yoksulluk, şiddet ve
insan hakları (s.175-192). Ankara: TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi.

Parker, I. (1989). The crisis in modern social psychology and how to end it. London: Routledge.

Sampson; E. E. (1988). The debate on individualism: Indigenous psychologies of the individual and their
role in personal and social functioning. American Psychologist, 43 (1): 15-22.

Sánchez, E., Cronick, K. & Wiesenfeld, E. (2003). Poverty and community. In A. J. Marsella (Series Ed.), S.
C. Carr & T. S. Sloan (Vol. Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global
perspective to local practice (pp. 123-146). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.

Sloan, T. S. (1990). Psychology for the third world? Journal of Social Issues, 46 (3): 1-20.

Van Dijk, T. A. (1990). Social cognition and discourse. In H. Giles and W.P. Robinson (Eds.), Handbook of
language and social psychology,(pp. 163-183). New York: John Wiley & Sons Ltd.

Van Dijk, T. A. (1993). Principals of critical discourse analysis. Discourse & Society, 4(2): 249-283.

Yapa, L. (1996). What causes poverty? A postmodern view. Annals of the Association of American Geographers,
86(4): 707-728.

Yeldan, E. (2002). Neoliberal küreselleşme ideolojisinin kalkınma söylemi üzerine değerlendirmeler. Praksis,
7: 19-34.

Wright, S. E. (1993). Blaming the victim, blaming society or blaming the discipline: Fixing responsibility for
poverty and homelessness. The Sociological Quarterly, 34(1): 1-16.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 127

Yen Pyasa Toplumu ve değşen gündelk hayat

Gülcan Seçkn1

ÖZET

1980’ler, 90’lar Türkiye’sinde, iktidara gelen yeni sağ yönetimler neo-liberal politikalara zemin yaratmaya, yeni
piyasa ve piyasa toplumunu inşaa pratiklerine yönelmişlerdir. Toplumsal hayatın her alanına hızla yayılan
çözülme, depolitizasyon, dışlama, dışlanma, yabancılaşma, parçalanma süreçleriyle birlikte hızla bir tüketim
bolluğu görüntüsünün sağlandığı bu yıllarda gündelik hayatın, tüketimci kapitalizmin elinde hızla yeniden şe-
killendirilmesi, sonsuz ayrıntılandırmalarla ticarileştirilmesi, metalaştırılması sürecine girişilmiştir. Herkes için
gündelik hayatın ritmi, işleyişi değişmiş, hayat yeni piyasa anlayışına uygun parsellenmiş, katı biçimde yeniden
programlanmış, yabancılaşmanın giderek her alana yayılması üzerine temellenmiştir. Bu makale Türkiye’nin
özgün koşulları içerisinde 80-90’larda hızlandırılan kapitalizmi geliştirme sürecinde gündelik hayatın sistemli
yeni bir ticari alan olarak örgütlenmesine, giderek incelenen bir nesne olmasına dair örnek ve değerlendirme-
leri sunmak üzere tasarlanmıştır.

Anahtar kelimeler Gündelik hayat, yeni-sağ, neo-liberalizm, tüketim, yabancılaşma, taşralaşma, kenttaşra.

New Market Socıety and Changıng ın Everyday Lıfe

ABSTRACT

In 1980s and 1990s Turkey, new right governments came to power and these governments paved the way for the
neo-liberal politics and tended towards such practices to rebuild the market society. Following the disintegrati-
on spreading all aspects of social life, depolitization, excluding and being excluded, tense alienation, along with
the process of disintegration, there were attempts in these years, when an image of abundance of consumption
was given, in order to reshape everyday life rapidly in the hands of consumerist capitalism and also to commer-
cialize it with endless elaboration. The rhythm and course of everyday life changed for everyone and it was rep-
rogrammed rigidly in a way that was suitable to the new market concept. It was based on spreading alienation
increasingly all the way. This article, within Turkey’s specific conditions in the process of developing capitalism
which was accelerated in the 1980s and 1990s, has been designed to submit examples and assessments regarding
the creation of everyday life as a new commercial sphere and an object.

Keywords: Everyday life, new right, neo-liberalism, comsumption, alienation,

1 Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü


128 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

Giriş

Yeni piyasa toplumunun inşaına yönelik (darbe rejiminin zor siyasetine yaslan-
mış) yeni sağ söylemin yeni piyasacılığının arzusuyla hayatın hızlandığı erken 90’lar,
Türkiye’de renk zıtlıkları silikleştirilerek belirli tonda ağartılmaya çalışılmış yaşan-
tılarımızı arzu ve zevklerimizi coşkunluğa açacak ‘özgür” bir çevrene bırakmış gibi
şamatalı, beklentili, gerilimli ve süprizlidir. Toplumsal kesimler devletin kesinlediği
kamusal alanın parçalanmışlığının farkında, özel alanına değerler katma, içinin çek-
tiğini “alabilme hakkı” peşinde uysallaşmaya koşullanmış gündelik hayata endişeli,
mesafeli, umutlu ve iştihâlı bir itiliş sürecindedir. Kendini görünür kılmanın, yeniden
üretmenin koşulu yeni piyasa anlayışına uyumlanma, yeni yaşam kültürüne başlı ba-
şına bağlanma becerisidir. 80-90’larda toplum yüzünü (maddi güce odaklı) yeni meta
merkezli yaşantıları temsil eden ürün, kültür, eğlence piyasalarının keşfe-keyfe çağıran
sunumlarına, para kazanmayı ve harcamayı öğrenmeye, hazları üretilen kanallardan
yaşamaya, konforun paylaşılmazlığına çevirmiştir. Taşradan gelenler kente mesafeli
eklemlenmeye, öncesine ait bağlarını örtmeye, giderek salt kendi için kaygılanmaya,
ortak yaşam mekanlarına ve ilişkilerine hızla yabancılaşmaya koşu tutturmuş ve ko-
şulları ne olursa olsun esnek işgücü, işveren piyasasına katılma yarışına, ekonomik
özgürlük rüyasına, “imaj herşeydir” coşkusuna bir yerinden kapılmıştır. Olduğun-
dan daha fazla ıssızlaşan politik, toplumsal, kamusal alanları temsil nesnesi edişiyle
(dehşetli birşey olarak) seyirlikleştiren yeni reklam-eğlenti medyasına odaklanmıştır.
Piyasaların programlanmalarıyla mutlu yabancılaşmaların her an yeniden örgütlen-
mesinin ötelerine getirisiz işler, solmuş makro politik düşler olarak bakılması ortak
düşün paydası olarak kurulmuştur. Giderek gündelik hayat meta kıskançlığı ile uyuş-
ma, buna dair yapıların, ilişkilerin, binbir surat göstergelerin üretim koşullarına dahil
olma yarışının aşılmazlığını temsil eder olmuştur. Tüm iletişim olanakları bunların
yeniden üretimi, karşı konulmaz bir yazgısallığa dönüştürümü için kendiliğindenliğe
varan bir doğallıkla işlevlenmiştir. O arada yeri doldurulmaz değildir, insanî olanın
konumu da meta(laşa)nın önceliklerine boyun eğmiştir. Ayrıca, dile getirilmek üzere
bekleşenlere çok şey vaadetmiş yeni pop kültürün birleştiriciliğinde zor geçmiş unu-
tulmuş, siyasi ilgiler eski siyasete ait bedeli ağır anarşik izler olarak gündelik hayattan,
parçalanan kamusal alandan şiddetle dışlanmıştır. Kolektifliğe dair çoğu şey us dışı,
düzen dışı kalmıştır. Kesintisiz meta çeşitliliğine açlık/alışkanlık üzerine kurulan yeni
gündelik hayat, tüm maliyetleri masumlaştıran, en olağan ve güçlü iman edilen bir
yaşamsallığı temsile açılmıştır.
Erken 90’lar sarsılan demokrasinin, yeni yönetim zihniyetinin, daha karmaşık bir
yeni ekonomi ve toplumsal formasyonunun gerilimli yıllarıdır. Bu süreçte gündelik
hayatın yabancılaşmaya hevesli yapılanımına, adım adım ticarileşmesine ilişkin ol-
guların nasıl olağanlıkla örgütlendiğini sıradan ve ıvır zıvır görünen “ayrıntılar” üze-
rinden çözümlemek, gündelik hayatın gücünü ve yeni piyasa toplumunu üretmenin
bir öz mekanı haline gelişini sorgulamak gereği duyulmuştur. Gündelik yaşam içinde
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 129

çelişkilere, bunların etkisizleştirilmelerine, tahakküm ve iktidarın çok katmanlı akış-


kanlık ve kendiliğindenlik düzeylerine en baskın/sıradan gündeliklerin izlerinden
giderek bakılması bunun derindeki bir koşuludur.
Gündelik hayatın (siyasal, kültürel, ideolojik, ekonomik bütünlüklü) inceleme
alanı olarak olağanüstü önem kazanmasının nedenlerini açıklarken gündelik hayat
çalışmalarının kurucularından Lefebvre şunları söyler: “Gündelik hayatın incelen-
mesi çağımızda akılcı ile akıldışı arasındaki çatışmaların mekânını gösterir. Böylece,
geniş anlamda üretimin somut sorunlarının dile getirildiği mekânı belirtir: Kıtlıktan
bolluğu ve değerliden değersize geçişleri, insanların toplumsal varoluşunun üretilme
biçimini belirtir. Bu eleştirel çözümleme, zorlamaların, kısmî belirlenimciliklerin in-
celenmesi biçimini alır. Bu gündelik hayat çözümlemesi belirlenimciliklerin ve zorla-
maların akılcı olarak göründüğü bu tersine dünyayı altüst etmeyi hedefler” (2007:34).
Gündelik hayat alanına bunca odaklanılması giderek modern yaşamın sıkıcılığını
vurgulamaktan çok daha fazla neden gerektirir: “Gündelik hayatı sorgulama nesne-
si edinmek içinde kendimizi kapana kısılmış bulduğumuz belirli bir zaman-uzam
tarzını refleksif biçimde politik eylemliliğimizle dönüştürme çabasına girişmektir.
Ancak gündelik hayat bundan daha fazla birşeydir. Gündelik hayat aynı zamanda
özel bir ritimdir, özellikle kapitalist/modern zaman ve uzam tarzıdır. Ve kapitalizmin
gerekleri uyarınca durmadan yapılandırılan bu alanı, gündelik hayatı araştırmaya,
eleştiri nesnesi edindiğimizde yaşadığımız tecrübelerin bizi soru sormaktan nasıl
alı koyduğunu, devletin gündelik hayatta nasıl üretildiğini, gündelik olanın çeşitli
tarzlarda düşünmeye yönelttiğini, düşünmek ve anlamak konusunda eleştirel kapa-
sitemizi nasıl sınırladığını sormakla başlanmalıdır“(Bratsis, 2007). Lefebvre’e göre,
“toplumsal nedenselliğin karmaşıklığını, kompleks oluşunu anlamak çok temeldir.
Gündelik yaşam kavramı da bu bakımdan herşeyi içerir, hiçbirşey gündelikin alanı
dışında bırakılmaz. Alt yapı ve üst yapı yok. Ekonomik, politik, kültürel olana ayrış-
tırmak, ayırmak, bölmek yok” (akt. Bratsis, 2007). Bu yaklaşımı destekler biçimde
günün birinde “gündelik hayattan başka bir hayatım yok“ diye de bir şikayet yüksele-
bilir. Ancak ardından kaçınılmaz biçimde “gündelik hayat radikal pasifliğin bir alanı
olarak mı alınacak, yoksa pasif radikalliğin mi sorusu sorularak toplumsal üretim ve
değişimin stratejik alanı olarak değerlendirilecektir” (Antoniades, 2007).
Gündelik yaşam eleştirisi esasen öteki, baskın sınıfların bir eleştirisidir. “Toplum-
sal üretim ilişkilerini tanımlayan iktidar ilişkilerini sergilemeye yardım etmek üzere,
çalışma ve üretimin kültürel ve politik ekonomik dinamiklerini vurgulamak bu çö-
zümlemenin ayrılmaz bir parçasıdır” (Davies, 2007).Ve Lefebvre’in vurguladığı gibi
gündelik olan diyalektik bir kavramdır, daima sosyo-tarihsel gerçeklikle ilişkilendi-
ren bir düşünme biçimi gerektirir. Gündelik hayata odaklanma değişim ve politik
eylem örgütlemeyi ölçme biçimi, toplumsal değişime dönük iddiaların olduğu somut
bir düzeyin bulunması gereksinimi ve elit olmayan kitlelerin önemi ve politik güce/
eylemliliğe vurgu yapma yoludur” (Bratsis, 2007). Bu süreçteki önemli güçlüklerden
biri “gündelik hayatta yaratıcılık ve bilinç örgütlenmesinin son derece yoksul oluşu
ki, bir sömürü ve yabancılaşma toplumunda bilinçsizlik ve mistifikasyona duyulan
130 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

temel gereksinimi yansıtırlar. Bu sömürü ve yabancılaşma toplumu insanları izole


edilmiş tüketiciler olarak ayırma ve iletişimi yasaklamaya yönelir. Gündelik yaşam bu
yüzden özel yaşam, ayrılanma ve gösteri sahnesidir” (Debord, 1961). Burada örneğin,
gündelik satılıp duran, tüketilen “ürünler tırıvırı şeylerdir ve alışılmış sıkıcı, sıradan,
gündelik olan karmaşık ve çelişkili toplumsal gerçekleri gizlemektedir. Bunların çok
ayrıntılı ve çok açıdan incelenmesi gündelik hayatın eleştirisine kapı aralar. Tekdüze
konformizim kuşağının sıkıcı değil, dışında kalınması güç ilişkiler ağı olarak yaşan-
dığına dikkat çekmek ihmal edilmemesi” gereken bir koşuldur. “Yarım yüzyıl önce
gündelik hayat yeniden özelleştirilmiştir. Endüstriyel donanımın tanıştırdığı ihtiyaç-
ların odağında özelleşmiş aile hayatı ve bireysel özne vardı. Teknoloji zaman alıcı,
sıkıcı işlere yönelik hızlı bir şekilde bunların yerini alacak, kolaylık ve özgürleştiricilik
vaadeden şeyler vaadetti.”(Law, 2007). Hâlâ üretmeye, bitimsiz, katmerli gereksinim-
ler yaratarak, sonsuzcasına vaadetmeye/bağımlılaştırmaya devam etmektedir. Ancak
“sıkıcı işlerden bu tür bir özgürleşim aslında bizleri kapitalist modernitenin kalbine
vakumladı. Sıkıcılığı, sıradanlığı gözlerden gizleyen bir yaşam tarzı hayatı indirgedi.
Bugün, aslında hayat temel ihtiyaçlara indirgendi, daha fazlasına değil. Heryerde sin-
yaller tüketici bireye bu hayata nasıl uyum sağlayacağını dikte etmektedir. Trafiğin
yoğun olduğu caddelerdeki dükkanlarda sergilenenler doyurulmayan arzulara ses-
lenmektedir. Dijital teknolojilerin, sermayenin biriktiriminin çizgisel zamanı yerleş-
tirme (biyolojik, ve fizyolojik yaşamın maddi süreçlerine dayalı) döngüsel zamanın
elimine edilmesi kolayca mümkün değildir. Ancak teknolojik ıvır zıvırlar (gadget),
dijital teknoloji bunu yapmaya çalışmakta, sanki döngülü zaman yerine (zorunlu, pa-
ralı çalışma zamanından özgürleştirmeden) serbest zaman gelmektedir”(Law, 2007).
Sürekli bir gündelik olanın bizden tüm insan materyalinden güçlü olduğunu dü-
şünme halindeyiz. Buna göre gündelik hayatta yabancılaşmanın nedenleri üzerine
kolektif bir farkındalığı artırıcı adımlar olanaklı mı? Rutinden kaçmak mümkün mü,
vb. sorgulamalar yapılır. Toplumda belli gruplar gündelik olanın /gündelikliğin sınır-
lamalarını daha çok hissetmektedir. Çalışan sınıfların rutinde debelenmesi ve yaban-
cılaşması daha derin değil midir? Burjuva mensubu rutin edimlerden, zorunluklar-
dan, zorunlu üretim faaliyetlerinden kaçıp kendine ait bir mekan, alan sağlayabilir.
Gelişmiş endüstriyel toplumlarda gündeliklik bu yüzden yürüyen bantla çalışma ile
neredeyse eşanlamlıdır: Alt standartta yaşama ve çalışma alanları, toplu taşıma araçla-
rını kullanma zorunluluğu, vs.“ (McNamara, 2007). Beraberinde material haz hakları
için edilen mücadele de devam etmektedir. Gündelik hayat incelemesinde başlangıç
noktasının ne olması gerektiği en öz biçimde söylenirse : “ Çol bildik, çok aşina ge-
len mutlaka bilinen değildir” (Hegel, akt. Schilling, 2008) diyerek başlanmalıdır. Her
boyutu ile çözümleyici yaklaşımı ve eleştirel bir zihin durumu ile bakmayı bırakırsak
gündelikliği yaşama durumunun genellikle nasıl bir şey olduğu şöyle örneklenebilir:
“Öznenin saptadığı, gördüğü ve algıladığı şey, ona göre kendiliğinden gelişir. Bu şey
burada ve şimdi verilidir. Karşılaştığı şeyleri doğru, doğrulanmış ya da doğrulana-
bilir bulmayabilir, fakat durum böyledir. Şeyler ne ise odurlar. Kendi çevresine, ona
“gerçeklik” gibi görünen yüzeye bakar. Bu gündelik yaratık, bir çifte yanılsama içinde,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 131

saydamlık ve açıklık (“Herşey olduğu gibidir”) ve tözel gerçeklik (“İşler başka türlü
olamaz”) yanılsaması içinde yaşar. Gündelik hayattaki dolaysızlık yanılsaması bura-
dan kaynaklanır” (Lefebvre, 2007: 202).
Toplum basit biçimlerde belirlenmiş, kendiliğinden şekillenmiş değildir. Günde-
lik hayat incelemesi de dolayısıyla onu doğuran ve etkileyen iktidar yapılarında ayrı
düşünülemez. Eleştirel bir mesafeden sorgulanan bu alan “insan malzemesine ilişkin
çok değerli bilgiler, ayrıntılar içeren bir potansiyel bilgi deposudur ve bu yüzden de
yabancılaşmamış üretime içsel toplumsal güçlerden ayrılamaz. Totalleştirici muhafa-
zakar yaklaşımlardan uzaklaşarak mikrolojik (micrological) yaklaşımları barındıran
sosyal ve kültürel materyali düzenleyen bireylerin yer aldığı ortaklaşımlı öznelerarası
yollar üzerine odaklanır (McNamara, 2007). Kapitalizm gündelik olanı rasyonel ola-
rak yönetilen alt sistemlere parselleyerek gündelik olanı etkili biçimde programla-
maktadır. Üretici/tüketimci mantık bu alanları yönetirken, kullanım değeri değişim
değerine, çalışma ise ürüne dönüştürülmektedir. Buna karşılık yeniden repolitizasyo-
na ihtiyaç sürerken bu alanın eleştirel bilgisine gereksinim tüm sosyal bilim alanları
için de çoğalmaktadır.
Gündelik hayat alanının Türkiye’de önem kazanmasına gelindiğinde, makro si-
yasetin tüm unsurları ile ve zor yoluyla bitirilip hazcı tüketimin patladığı, bir piyasa
toplumu olmaya doğru gidiş süreci olan 80’ler ve 90’larla birlikte kendi çıkarını ko-
valayan bireyselleşmenin,yabancılaşmanın yüceltildiği, kışkırtıldığı, çok arzulu tüke-
timci kapitalizmin yaşamsal alanı olarak yükselmiştir. “Daha önce bu alanın dışında
kalan kültür, sanat, bilim, vb. tüm yüksek alanlar kendilerini bireysel gündelik tüke-
timin hizmetine sunuyorlar.” “Toplumun tüm kesimleri ürün farklılaştırması mantı-
ğınca çeşitlendirilmiş ama standart bir kitle kültürünü paylaşıyor. Metaların ve gün-
delik hayatın kültürelleştirilmesiyle birlikte tüketim kuru bir ihtiyaç giderme olmak-
tan çıkıyor, sosa ve garnitüre boğuluyor” (Çabuklu, 2003:27-28). Her alanı tüketime
adanan gündelik hayat herkesimi bolluktan payını almak için kışkıtırken, dışlamayı,
dışlanmayı, örgütsüzlüğü, parçalanmışlıkları, yabancılaşmayı, itişmeleri, ürküntüleri
sıradanlaştırarak efendi/köle ilişkilerini yeni formlarıyla yeniden üretmenin zemin-
lerini de sıkılaştırır. “Toplumsal olan gündelik içinde erir” (Çabuklu, 2003:29).

Yöntem, yaklaşım

Bu çalışmada Türkiye’de gündelik hayatın (otoriter rejimin bıraktığı zeminde)


devletin toplumsal bütünleşmenin ağır yara alması pahasına hem ekonomiye, hem de
topluma (toplumun her alanına) eşanlı olarak yoğun müdahalelerde bulunarak neo-
liberal bir anlayışta bir piyasa toplumu ve piyasa ekonomisini geliştirme ve yerleştir-
me çabasına giriştiği ve gündelik hayatın kentsel çevrede bu yeni anlayışı temsil eden,
haklılaştıran tüketim ideolojisinin alanı haline getiriliş süreci üzerinde durulmuştur.
Nötr görünen bu siyasi ve kültürel alanın işlevlerini yerine getirmesinde, sürece ay-
rıcalıklı bir güç olarak katılan medyanın yeni piyasa anlayışının yerleştirilmesi ve ilk
132 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

ele geçirdiği gündelik hayatın, gündelikin ticari programlanmasında nasıl işlevler


üstlendiği ilgili dönem basınının değişen yönelimlerine ait örneklerle sergilenmiştir.
Temelde ekonomi politik yaklaşım izlenerek gündelik hayatın durmadan derinleşen
(rekabet, haz, gereksinim, kolaylık, özgürlük vs. gibi söylemler eşliğinde) ticarileşen,
metalaşan örgütlenmesi, giderek her katmanıyla yabancılaşmanın mekanı haline ge-
lişi gündelik hayatın olağan, sıkıcı ayrıntıları gibi görünen çeşitli örnekler üzerinden
niteliksel olarak analiz edilmeye çalışılmıştır (taşradan parçalanıp, kavuşulan kentle-
rin metaa progamlı, baskıcı gündelik hayatın ana mekanı olarak hızla taşralaştığı da
analize dahil bir başka ayrıntıyı oluşturmuştur). Gündelik, rutin olanın sıradanlığı,
sıkıcılığı, olağan tekrarlanış hali, karmaşık ve çelişkili gerçeklikleri, yaygın iktidar
ilişkilerini gizlemekte, verili kılmaktadır. İşte o sığ, sıradan, alışıldık, verili ve hak-
lılaştırılmış görünenlere yakından bakmak bir gündelik hayat eleştirisine, gündelik
olanın eleştirel yorumsanmasına ve verili gerçekliğin sorgulanmasına bizi götürür.
Bu çalışmanın en sınırlı bir katkı düzeyinde de olsa amacı budur.

Analiz ve tartışma

Yeni piyasa toplumunun (gündelik hayatı) inşaına ilişkin notlar


Medyası, vitrinleri, stadları, konser alanları, mitingleri, yeni popüler kültürleri ile
açılan, renklenen erken 90’larda imarlı, imarsız, planlı, plansız, sadece başını sokacak
ev, iş, eğitim, biraz konfor arayanlarıyla, daha iyisine ulaşan katmanlarıyla, eski kente
eklenip duran yerleşim mekanlarıyla büyüme halindeki şehirlerde gündelik hayata
ilişkin yaşananlar ve gözlenenler ilk başta sıkıcı, tekdüze, karmaşık, giderek ayrın-
tılı şeylerdir. Ancak yakından bakıldığında parçalanan işgücü pazarlarının, istifleyi-
ci, köreltici, sağlıksızlaştırıcı yerleşim, çalışım mekanlarının, kıt ve kısıtlayıcı ortak
alanların, çoğalan gözalıcı meta sergilenim alanlarının, göz ve kulak arayan imge-
lerin üretimgahlarının doldurduğu şehirde, insanların gündelik hayata kendilerini
uydurmaları ve yükselen yabancılaşmalarının süreçlerini küçük ayrıntılar üzerinden
tanımlama ve çözümleme uğraşı bu ayrıntıların ilişkiselliklerini izlemeyi ve sergile-
meyi eleştirel bir düzeye taşımayı gerektirmektedir. Öncelikle dönemin gazetelerinde
gündelik hayatın yeni örgütlenmesine ait olguların haber ve reklam içeriklerindeki
belirimleri veri alınacak bir tablo ortaya koymaktadır.
İki on yıl öncesinde, göç getiren taşraların mahalle ve sokaklarının sıkıcı atmosfe-
rinin taşındığı çoğu kent (örneğin Ankara) henüz görece dağınık mahallesinde toza
bulanmış, gündüz-gece güven içinde erişkinleşe duran çocuk gibidir. Güvenli, sıra-
dan, sıkıcı, bildik, ancak rastgele, hızla, hırsla büyüme halindedir. Bitmesi yıllar alan
yapı kooperatifleri yanında, holding konut firmalarının şehirin merkezine en yakın
yerlere “doğası ve yüksek yaşam standartlarıyla geleceğin uygar yaşantısını bugünden
sağlama”yı, “eğitim (kreş, okul..) birimleri, yüzme havuzu, tenis kortları, yeşil alanları,
özellikli bahçeleri, piknik alanları, barlar, restaurantlar, disko, sinema, tiyatro, kültür-
sanat merkezi, sayısız dükkan ve magaza içeren mega alışveriş merkezi, sosyal hiz-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 133

met binası, sağlık hizmeti binası, Avrupa ve Amerika’daki benzerlerini aratmayacak


olağanüstü bir kent yaşamı” kurma taahhütlü “mega proje”leri, “çağdaş siteler” inşaa
etme planları basın yoluyla sık sık ilan edilmektedir (Hürriyet, 2, 15, Eylül 1994). Dö-
nemin yeni ekonomisinin en gözde yatırım araçları olmuş altın, döviz, faiz, repo, dev-
let tahvili, hisse senedi ve bonodan çok daha kârlı, riski olmayan, yüksek primli, akıllı
yatırım aracı olarak önerilmektedir. Yeni konut alanlarının (bahçeşehirlerin/yatak-
kentlerin) isimleri kent ekleriyle vurgulanmaktadır: Doğakent, urankent, elvankent,
yaşamkent, vb. Bu alanların kente yakınlık durumu önemle vurgulanmaktadır. Kent
merkezi ile ilişkiler canlı ve önemlidir. Bu nedenle mesafe ve kısa sürede ulaşmak
önceliklidir. 80’lerden beri pazarlama kuruluşları, bankalar ve gazetelerin pazarlama
şirketlerince en çok teşvik edilen özel otomobil sahibi olma zorunluluğuna bir neden
daha eklenmiştir. “Çağdaş mimari, ileri teknolojinin kolaylıkları, ticaret ve alışveriş
merkezi, park, bahçe, spor, eğlence, sağlık, okul, sosyal, kültürel tesisleriyle seçkin
ortamda, huzur içinde çağdaş bir yaşam” vaadleriyle pazarlanan evler giderek banka
kredileriyle de satışa sunulmuştur. 2000’lerde giderek maymunlar cehennemi sayılan
kent merkezlerinden banliyölere kaçısı planlayan kurtarıcı lüks konut firmalarının
henüz kendilerini “yaşam mimarı, “masalsı yaşamlar ve yeni yaşam trendleri oluştu-
ran” güçler olarak sunmasına hızlı bir hazırlıktır. Doğayı süsleştiren, taklit eden, yük-
sek duvarlarla çevrili, gece-gündüz güvenlikli, yeni iletişim alt yapılı, marka tüketim
merkezleri, stress atmak, form tutmak, en önemlisi sosyal ilişki ihtiyacını gidermek
üzere pahalı fitnes merkezleri ile donatılı, sağlıklı ve güvenlikli yabancılaşmanın zirve
yaptığı (yüksek maliyeti kendine yakıştırılan) “efsane gibi bir hayat” pazarlamalarının
henüz öncesidir. Bankalar taşıt, ikinci el, evlilik, tüketici, üretici ve üniversite harç-
ları için bireysel krediler vermektedir. Gazetelerde kredi kartı reklamları ile nadiren
karşılaşılmaktadır (Koçbank Diners Club international kredi kartını Türkiye’nin ilk
kredi kartı olarak ilan eder. Hürriyet, 8.9.1994). Statülü bir kamu kuruluşu görünü-
mündeki Migros Türk, “Türkiye’nin ilk süpermarketler zinciri, modern alışverişin
temsilcisi” olarak 40. yaşını kutlarken kırk gün kırk gece indirim ilan eder. Tüketici ile
dostluğunun uzun geçmişinden “dürüst satıcı”lığından, “kaliteli, ekonomik, çağdaş ve
güvenilir hizmet”lerinden sözeder. Seçtiği bir şehirde ”bedava alışveriş kampanyası
çekilişleri “ yaparak gazetelerden duyurur. 90’ların ikinci yarısı yaklaşırken, ana gaze-
telerde gündelik tüketime yönelik, tek tek marka ürünler için reklamlar seyrek de olsa
belirir. Örneğin, Cappy meyve suyunu karton kutuda satarken Türkiye’de ilk kez te-
neke kutuda sunuluşunu, Coca-Cola günlerce yarım sayfa reklam vererek “Türkiye’de
ilk defa en büyük, en ekonomik 2,5 litrelik pet şişede” satışa sunuluşunu ilan eder.
Supermarket zincirlerinin posta kutusuna sıkıştırılan ya da bastırıldığı gazetelerin
arasında tüketiciye ulaştırılan çok sayfalı ürün broşürleri henüz mevcut değildir. Gi-
derleri ürün tedarikçilerinden ve müşterilerden çıkarılan (reklam vereni de olan) iyi
basılmış market “özel alışveriş ve yaşam kültürü” dergileri de henüz yaygın değildir.
Seyrek de olsa, markalar ürün çeşitleri için gazetelere tam sayfa reklam vermenin
yanında müşterilerini ürünlerle daha çok iletişim kurmaya, alışverişe emek vermeye
teşvik etmektedir: Hediye çekilişli ürün kuponları kesilip mektuplarla postalanmak-
ta, ya da para yerine geçen puanlı kuponlar biriktirilip, bakkaldan, marketden aynı
134 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

markanın ürünlerinden “bedava” alınmaktadır. Örneğin temizlik ürünlerinde kutu-


ların üst yüzeyi ve kuponları kesilir, kapaklı ürünlerin kapakları ve kuponları çıka-
rılır, ambalajlı ürünlerin ambalajları ve kuponları saklanır. Yeterince puan birikince
gidilir, bedavası da olan “yeni” bir alışveriş yapılır. “Kazançlı alışveriş” kampanyası,
yeni bir alıştırılma serüvenidir. Ne kadar çok ürün satın alınır, ne kadar çok puan
biriktirilirse o kadar çok liralık alışveriş bedavaya getirilecektir (Hürriyet, 6. 9. 1994).
Bundan başta topyekun bir heyecan duyulur. Giderek tekerlekli alışveriş arabaları ile,
doldukça, eser miktarda doygunluk tadılır ve alış-verişle bir iktidar kurulur, bir çoklu
iktidara mutlu tâbi olunur. Otomatikleşmeye, gündelikleşmeye dönen, orada olma
hali bir değer/anlam kazanır. Bu varoluşsal değer düzenekleri, henüz zorunlu ihtiyaç
eseri olmanın ötesine fazla yayılmamış tüketimcilik devresinde geçen ticarileşen gün-
delik hayatın çocukluk evrelerini, kendinden habersiz parodik masumiyet hallerine
dönüştürmektedir. Çok kısa sürede “günümüz kapitalist toplumlarında yaşana duran
tecrübelerin tümünü ifade eden bir gündelik hayat” (Bratsis, 2007) seyrine erişmekse
hiç zor olmayacaktır.
1980’ler yeni ekonominin içerdeki ve dışardaki temsilcilerinin ekonominin dışa
açılmasını isteme, kapitalist küreselleşme ile bütünleşme, bolluk, kazançlılık, farklılı-
ğı yakalama, devleti maddi zarardan kurtarma, özelleştirme projelerini uygulamaya
koyma, güçlü küresel sermayenin temsilcilerinin uyumlanma çağrılarına yönelme
dönemine açılımdır. Piyasaların önünün açılma, büyük girişimcilerin desteklenme,
vaadedilen tüketim olanaklarının sorgusuz, eğlenceli sunulma, yeni sermaye piyasası
araçları üzerinden kazanç fırsatlarının sürümlenme, ekonominin prenslerine, spekü-
latörlerine, parasal odağa sonsuz koşu tutturma günüdür. Bütün bunları hızlandıran,
üreten, taşıyan iletişim alt yapılarının yaygınlaşma ve hızlanmasının teknolojik muci-
zeleştirilme zamanlarıdır. Üretilmiş yeni tatların yüce keşifler olarak kışkırtılma za-
manlarıdır. Bir tür çocukluktan, ayak bağlayıcı eski ciddiyetten, zaten de giderek gev-
şekleşen, ayak sürümeye zorlanan dayanışırlık halinden, benzeşiklikten (benzeşmez-
likten de) kurtulma, sunulanları merak etme, keşfetme, hergün elde eder gibi olup
sonsuz açlık haliyle tanışma, yeni, çeşitli ve uzaktan çok parlayan eğlenceli ıvır zıvır-
lara gözgezdirme. Olduğu söylenen yoksunluklarının farkına varma, derin yokluk
duygusunun verdiği panik atakla (metaa ile uyarılmaya ayarlı) kışkırtılma halidir .
Bütün bunlara gündelik hayatı dar alanlara kapatan, kendi yaşamsal zeminlerinin
altını oyan kentin, kenttaşralıların mesafelenerek karşılamaya durmaktan başka yak-
laşımı yoktur. Hiç bitmeyecek çok parçalanmış, heyecanlı, endişeli, kaygılı, iteleyen,
sürükleyen bir akışma, yeni kapışım başlamıştır. Artık “normatif olmama norm hali-
ne gelmiştir. Kendisine özgü ilkesi ya da kimliği olmamakla birlikte artık norm para-
dır (Eagleton, 2004: 17). Meta satın alma, arzularını doyurma hakkını kaybetmekten
korkanların (elde edilecekler yanında paranın sözü dahi edilemez) bireysel, biricik
yüce dayanağıdır. Ünlü bir mağazalar zincirinin reklam panolarında yarı bedeni ile
uzanmış çubuğunu sallayan orkestra şefinin karşısında “alışveriş bir iletişimdir” yaz-
dığı gibi hemen her gündelik edime içsel ana koddur. Bu yükselen yeni değerin tartış-
masız tek yol olan yeni liberal politikalar ve piyasaları suretiyle hakeden girişimci el-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 135

lere konacağı yolundaki söylemler, hesapsız, haksız ağır sonuçlarıyla uygulamaya


konulmuştur. “Devletin ekonomik ve sosyal işlevlerini daraltan politikalar tasfiyeye
uğrarken”, beraberinde yaşanan dönüşümle “sosyal ve ekonomik haklara hayat ka-
zandıran kamu hizmeti ve kamu çıkarı anlayışı çok ciddi aşınmaya uğramıştır. Eğitim
sağlık, sosyal güvenlik gibi alanların da ticarileşmesi, müşteri-satıcı bağlantılarına
teslim edilmesi, kamu hizmetlerinin bile satılıp satın alınan ticari işlemlere dönüştü-
rülmesi gündeme gelmiştir” (Boratav, 2000:26-27). “İşgücü piyasası ekonomi dışı (as-
keri, yasal) yöntemlerle disiplin altına alınmıştır”(Boratav, 2005: 150). Bu yaklaşım
serbest piyasa rüyasının bir koşulu olarak çeşitli stratejiler ve uygulamalarla etkisini
devam ettirmiştir. Sınıf ayrımcı hükümetlerce sınıf bilincinden yoksun kitleler yarat-
mak, ya da bu parçalanmayı, yabancılaşmayı pekiştirmek üzere çeşitli alt kesimlere
yönelik politikalar izlenmiştir. Demokratik, doğa, çevre yaşam öncelikli kent planla-
ması gibi uzun soluklu anlayış yerine hızlı ve hırslı bir kent, toprak yağmasını meşru-
laştırma stratejileri bölüşüm ve paylaşım dengesizliklerini giderici, yatıştırıcı siyaset
biçimi olarak izlenmiştir. Sınıf bilinci aykırı, tehditkar kavramlar olarak zihinlere uğ-
ratılmaz, mevcut “sınıf tabanlı ekonomik taleplere” (Boratav, 2005: 153) geçit veril-
mezken çeşitli politikalarla evcilleştirilmiş “orta direk”, “benim işçim, köylüm, me-
murum işini bilir” söylemleri bireysel işbitiriciliğin hükmünü ilan ederken bu kaygan
zeminli yaşamın nasıl şekilleneceği şaşalı bir dille anlatılmış, uygulamalarla gösteril-
miştir. İthalatla, çeşitli finans kolaylıkları ile, basının kampanyalarıyla iç taleplerin
teşvik edilmesi, tüketim ürünlerindeki çeşitlenme, bollaşma bambaşka bir özgürlük,
ferahlama, yaşamın yeni koşulları, yeni hedefleri olarak tüm toplumsal katmanları
kuşatmış ve heyecanlı, arzulu, meraklı, gerilimli, travmatik biçimlendirmiştir. Her
gazetede “Amerika’nın gerçek tadı Winston Filters”, “dünyanın en çok satılan sigarası
Marlbora”, “hafif, modern Parliament gece mavisi ” sayfalar dolusu reklamla arzula-
nası, alkışlanasıdır. Araba, televizyon, santifrüjlü ya da merdaneli yerine full otomatik
çamaşır ve bulaşık makinesi, elektrikli süpürge, bilgisayar, erken “90’lı yılların en di-
namik sektörü iletişim ve en gözde ürünü cep telefonu”, kültürel ürünlerin ecesi an-
siklopedi, vb. reklamları, kampanyaları gazetelerin sayfalarını doldurur. “Paranıza
para kazandıran” finans sektörü de “hayalinizdeki herşey için”, kredi vermeye, hizme-
te hazırdır. Gündelik hayatın her alanı mercek altına alınmalı, zevke ait mevzulara
yani metaa dönüştürülmelidir. Böylece özel yaşam giderek piyasaların en yaratıcı la-
boratuarı, can alıcı mevzuudur artık. Sabah, Hürriyet, Milliyet gibi gazete grupları
kadın ve erkeğin özel yaşamlarını, cinsel hayatlarını, “seksin büyüsü”nü, cinsel hazzı
ve buna ulaşma yollarını, “kadın ne ister?”, “erkek ne ister?” başlıklı eklerini, kadın
dergilerini çıkarır, bu dosyaların reklamlarına geniş biçimde yer verir. Kendini keşfe-
den yeni kadın ve erkek için cinsellik ilgi ve bilgilenilmesi gereken, kültürel birikimin
en temel ve doğal bir unsurudur. Arzu nesnesi olmanın, hazzın bilgisine ulaşmanın
önü açıktır artık. Medyanın bitmez tükenmez bir metalaştırma alanına dönüşecektir.
Öte yandan (70’lerin kaba, kitlesi belli pornoğrafik filmler döneminin ardından) si-
nemada gişede herkesi en olağana, çekincesizlikle çağıran “yerli erotizm” iyi iş çıkar-
maktadır. Yeni, modern pornografi dergileri, bedava erotik çizgi roman ekleriyle
Playboy Türkiye, Penthouse yayımlanır (çoğalan gazete satış büfesi “mobo”lar erotik
136 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

dergileri, diğer yayınlarla birlikte sıradan bir biçimde sergiler, sunar). Yeni ticari tele-
vizyonların büyük bölümü de cinselliği (kırmızı benekli filmler, ilanlar, erotik gece
aerobikleri, gece sohbetlerini) ana yayın unsuru olarak kullanmaya yönelmiştir (daha
çok erotik, flörtik zeminde kaydırılan bir gece programının bir anda popülerleşen
orta yaşlı erkek sunucusu, verdiği tam sayfa röportajda “seks sorunları halledilirse
kalkınırız” saptamasında bulunur). Tan, Bulvar gibi pornografik gazetelerden başka
Sabah, Hürriyet gibi popüler kitle gazeteleri de kadını cinsel arzu nesnesi olarak sun-
ma (arzu nesnesi olmaya davetle), bu süreçte verimkâr, gündelik bir içerik kategorisi
olarak sıradanlaştırma çabasındadır. Diğer yandan kupon biriktiren okurlarına çeki-
liş yaparak radyo, televizyon, müzik seti, otomobil gibi ürünler vererek ödüllendiren
gazeteler tüketici elektroniğine, teknolojiye olan ilginin artmasına, tüketme çoşkusu-
nun keşfine, açlığa ve alışkanlığa dönüşmesine hizmet etmektedir. Sayfalarında me-
rak, emek, zaman ve paranın harcanacağı mal, hizmet, eğlence piyasası çekiliş, ku-
pon, reklam ve çok az sayıda haberle de tanıtılmaktadır. Cep telefonu reklamları ço-
ğalırken mobil telefon sayısının ilk 5 yılda 40 bine ulaştığı çok kısa geçilir, geniş kam-
panyalarından ayrı olarak otomotiv haberlerine sürekli en geniş yer ayrılır. Gazeteler
ingilizce sözlük, set, tarih atlası verdiği gibi kuponla yemek, diyet kitapları; televizyon
ekleriyle, dergileriyle yükselen pop müzik piyasasının genç isimlerinin dev posterle-
rini; “yeni kadın”a seslenen moda, cinsellik vb. başlıklı dergileriyle kozmetik ürünleri
hediye etmektedir. Kadınlar kozmetik endüstrisinin ürünleri ve markaları ile tanıştı-
rılmaktadır. Migros, Gima, Ordu Pazarı gibi seçkinleşmiş marketler artık rakipsiz de-
ğildir. Bazı bankaların “kredili kredi kartı”nı, artık daha çok şeyi arzulamaya açık tü-
keticinin gündelik hayatına sokma girişimleri başlar.Yapı Kredi bankası “Alocard”ı
tanıtır. Dönemin patlama halinde açılmaya devam eden ticari radyo- tv kanalları mü-
zik, eğlence, reklam (“Vur patlasın çal oynasın”, “Saz, caz, tam gaz“, “Çalsın sazlar”
başlıklı programları, yarışma, futbol, erotik filmler, stüdyoya davetli izleyicilerin ka-
tıldığı sinik tartışmalar, telefonla izleyici katılımına olanak veren gece sohbetleri, bu
programlar arasında bir türe dönüşen gösterisel siyaset tartışımları, vb.) içerikleriyle
dönüşüm sürecini desteklemiş, hızlandırmıştır. Kitleleri çekmek, yeni ekonomik, si-
yasi alanda yol almak, ayrıcalıklı rekabet etmek için, güçlenen iletişim endüstrilerinin
içinde yer tutmak önemli bir zorunluluk olarak görülmüştür: Pek çok ana kanal açılır,
bazıları kendi hedef kitlelerini vurgular: “TGRT huzur tv“, liberal merkez basın tara-
fından “tesettürlü tv” diye anılan Kanal 7 yayın hayatına başlar (Hürriyet, Milliyet,
Sabah, Eylül 1994). Böylece, giderek “yatırımlar hizmet, finans ve iletişim sektörleri-
ne kaydırılır. “Büyük iş kotarmak” anlayışı kültürelleştikçe ve imge, ambalaj ve görü-
nüşe daha çok dayalı hale geldikçe, kültür endüstrisi de büyük işe dönüşür” (Eagle-
ton, 2006: 42).
“Sol geriledi, radikal sağ güçlendi”, “sol’un son tangosu” başlıklı tartışmalar er-
ken 90’ların hızla geçilen bir tartışmasıdır. Olacaksa da “ulusalcı, milliyetçi, liberal
sol” zamanıdır. Kolektif düşüncelerin, kolektif bilinç ve kültürün derinleşen aşınması
yeni ve heyecen verici zevkler, kaygılar alanı karşısında sönümlenmesi önemini yitir-
miştir. 80’li yıllar boyunca “bu aşınma, bireyselleşme, dîne sarılma, toplumsal yaşam
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 137

odağının işyerinden ve üretimden, mahalleye, semte, semt (veya kent) takımlarına,


aile içine kayması gibi eğilimler içinde ortaya çıkmaktadır. Kent ekonomisinin ve işçi
sınıfının karmaşık ve heterojen yapısından kaynaklanan çok farklı uyum mekaniz-
malarının varlığı da bu doğrultudaki ideolojik dönüşümlere katkı yapmıştır. Kriz ko-
şullarında emeğin ve işçiliğin maddi ve manevi değerlerinin hızla gerilemesi, emekçi
sınıfın saflarındaki küçük burjuva yaşam biçimlerinin ve bunların ideolojik yansıma-
larının gelişmesi için uygun ortamlar yaratmıştır” (Boratav: 2005: 158).
İçimizde doyurulmamış yanlarımızı “gıdıklama endüstrisi” taşıdığı bilinciyle bir-
likte zevkli, merak uyandırıcı, kışkırtıcı, arzulanası yeni imgeler, simgeler, aygıtlar,
tarzlar vb. olarak öncelikli olarak gündelik hayatın içine ince ince serpilmiştir. Tüm
bunların uzamı vaatkâr, ağzında binlerce sesi dolandıran ve göz alıcı taşrahanelerine
koşulan “kentin giderek bir tüketim mekanı haline dönüşmesi” (Eraydın, 2006: 57)
tüm arzulamaların bir kaynağı ve doğrulaması olmuştur. Kent kapılışılırken herşey
daha kolayca ve hızla gerçekleşmiştir. Kapitalistik pazarın bu çok parçalı keskin me-
kanında yeni gündelik hayat, sonsuz bir doygunluk arayışına koşulanların kaçırıp
koparabildiklerini kendi içine istiflemesini şart kılan, yaşanıp duran gündelik akışın
eşsiz olağanlığının, haklılığının üretildiği makro kültürel bir alandır. Burada herşey
yüzünü, içini yükselen pazara dönmelidir/dönmüştür. Bizi vareden odur, eldeki her-
şey pazarın sundukları yanında sürekli eksiktir, derinleşen ve hiç kavranamayan bir
yoksunluktur. Armağan dağıtan noel baba kılığında dolaşan saf enerji dolu temsil-
cisi “reklam medyası” ise “bolluğun saygın imgesi, herkese karşılıksız bir sunudur”
(Baudrillard, 2004:213), ve esasında “bir türlü nasibimizi alamadığımıza seslenir”.
“Pazarın vaadi daima oraya”, “eldeki her şeyi sönük bir taşraya dönüştüren o eksiğe
yöneltir”. “Pazarin vaadi daima taşraya yöneliktir. Taşra denince, merkezden yayılan
güçlü ışığın sırf daha güçlü diye bir anda sönükleştirdiği her şeyi, ışığın hem cezbe-
dip hem imkansız bıraktığı, kendi gözümüzde bile köhne ve yava kılınmış yanımızı,
kendi imkansız taraflarımızı da düşünelim. Vaad hep o eksiği uyarır; eksikten daima
daha yüksek bir eksik yaratır” (Gürbilek, 2004: 137). “Toplumun tüm üyelerine ye-
tecek miktarda üretilemeyen” ya da üretilmeyen “maddi ve manevi değerlerin elde
edilmesiyle kavuşulacak mutluluğa herkesin “özgürce” erişmek için “kışkırtıldığı” bir
kültürel ortamda yaşıyoruz” (Oskay: 1989:7). Bu yapıda birbirini tehdit olarak gören,
pek çok biçimde yalnızlaşan, yabancılaşan insan özne gündelik hayatın her an, her
yerinde herkes için işleyen iktidarsızlaştırma mekanizmalarının üreticisi, kurbanı,
faili olarak ebedî bir taşrada yaşamaktadır. “Türkiye çok kısa süre içinde hızla bir
mal, imge, istek akışına sahne olmuştur” (Gürbilek: 138). Herkese kollarını açan, en
imrenen yanlarımızı deşeleyen kendi içinde de Eagleton’un söylediği gibi “giderile-
mez bir arzu ve uçsuz bucaksız bir boşluk olan, amaçları uğruna sıklıkla bölünmeler,
dışlamalar yaratan ya da halihazırda varolandan faydalanan” kapitalizm, gündelik
hayatın her hücresini ticarileştirmiştir. “Müşterilerinin türban takıp takmaması, ya
da spor yaparken peştemalden başka hiçbir şey giyip giymemeleri konusunda ulvi bir
tarafsızlığa sahiptir” (2006:19-20). Gittiği her yerde kentleri ve en uzak eski taşrayı
hızla katetmiş, gündelik hayatın en küçük ayrıntısına kadar inmiş (bebekler, çocuk-
138 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

lar, gençler, ileri erişkinler, yaşlılara, ev hayvanlarına dek yaşam tarzları biçimlemiş),
kimlikleri ne olursa olsun ulaştığı herkes kolaylık, konfor, özgürlük, eğlence, şımartıl-
ma, beğeni, yükseliş vs..vaadeden meta ve ilişkileri evreninde daimi bir yokluk, yok-
sun kalma duygusuna topyekun tutulmuşlardır. Buna göre, elde edilmesi gereken çok
şey vardır, bunlar ve eldekilerin atılıp yenilenmeme ihtimali ise içsel bir çoraklaşma
ve parçalanmadır.
80’ler geçip giderken, kendi başınalık içindeki insan-öznenin test edilme ala-
nı mevcut siyasetin şeyleşmesine sükut etmek, ıssızlaşan kamusal alandan piyasa
ve eşsiz yabancılaşma koşullarına en uygun biçimde geçiş yapabilme becerileridir.
Gündelik hayatı düzenlerken harareti dilsel edimlere sıza duran yaşanmış topyekun
şiddet tarafsız, reddedilemez bir anıta dönüştürülürken herşey ondan kaçış için ol-
duğu kadar, yarattığı, yeni yaratılan boşluklara seslenen haz bolluğu ve onu satın
alma olanaklarını gözden kaçırmama telaşına kaydırılmaktadır. Bu toplumsal ve bi-
reysel alt-üst oluşlarla birlikte Batı dünyasının siyasal alanında yükselişe geçen yeni
muhafazakarlık-neo liberalizm için uygun hafriyat da yapılmış olur. Popüler tem-
silcisi T. Özal’la simgeleşen yeni sağ yönetim zihniyeti, dünya ile ortaklaşacak yeni
yaklaşımını “pek çok toplumsal kesimi kökünden sarsma pahasına uygulama” çabası
içine girmiştir: “Siyasal ve ekonomik alanda geçmişi uzun yıllara dayanan kurum ve
ilişkilerin rahatsız edilmesi değil, toplumsal ve kültürel alanlarla, zihin haritamızın
alışageldiğimiz kurgusuna da müdahale etmiştir. Anlamlama pratiklerimiz zaman
zaman dumura uğradı. Değerlerimizin, normlarımızın üzerinde durduğu zeminler
kayganlaşıverdi. Kültürün gerek toplumsal, gerekse bireysel düzlemde giderek çeli-
şen ögelerden kurulmasını olağan görmeye başladık. Gösterişli tüketimle kendilerini
ortaya koyan ama ne ürettiği ya da neyin üretilmesine önayak olduğu asla anlaşıla-
mayan yeni zenginler türedi. Ne kendi konumumuzu ne de başkalarının konumlarını
tanımlayamaz olduk” (Mutlu, 2005: 358, 359). Kamu yararı, vb. kavramlar hızla gün-
delik hayattan çıkarılırken, “popülerleşerek kitleselleşme”ye yönelen eski, saygın kitle
iletişim kuruluşlarının magazinleştirerek verdiği haberler ve diğer içeriklerle hayat
giderek anlık, yüzeysel, apolitik, eğlencelik, parçalanmış, gündelik ve seyirlik bir hal-
de sunulur olmuştur. “Kişisel skandallar ciddi gazetelerde bile ilk sayfada sürmanşet
olarak verilir. Örneğin, bireysel anomaliler çok sayıda insanı ilgilendiren toplumsal
olayların önüne geçecek şekilde haber yapılır.” (Mutlu, 2005: 415). İşlenen hakim söy-
lem odur ki, herkes günden güne kendi başınalıkla başbaşadır ve elde olanın üstüne
kapanmak gerekir.
Bu sürecin hemen biraz öncesindeki katılımın zorunlu ilan edildiği zihinsel dö-
nüşüm sürecine dönülürse, 80’lerde dünya gündemine yerleşen “yeni sağ politikalar,
neo-liberalizm ve neo-muhafazakarlığı eklemleyen sentezle demokrasi-liberalizm
eklemlenimini çözerek demokratik ögeleri geriletmiştir”. Her birinin uyum içinde
işleyeceği beklenen “sınırlı devlet, pazar ekonomisi, ekonomik verimlilik, birey öz-
gürlüğü gibi talepler; otorite ve geleneklere dayalı kanun ve düzen arayışı” (Özkazanç,
2007: 42) gibi talepler uygulama stratejileriyle hesap edilmeyen noktalara savrulmuş,
karmaşık sorunları üretmiştir. Yeni sağ tümünden sorumlu olmamakla birlikte so-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 139

nunda ortaya çıkan dönüşümün önemli bir bölümü: “Örgütlü sistemlerin yokluğu,
her türlü merkezin kayboluşu, kaygan ve silik dayanışmaların ortaya çıkışı, belirsizlik,
raslantı ve bulanıklık, her türlü otoritenin dışında kalan ve sayıları giderek artan gri
alanların gelişimi, aklın ilkel ideolojiler ve boş inançlar yararına silinişi, eylem araç-
larımıza ve hatta analiz olanaklarımıza karşı duyarsızlaşan alanların artması” (Minc,
1995:8, akt.Özkazanç, 2007:46) yönünde gerçekleşmiştir. Öte yandan siyasal alanın
önemli modern kavramları “temsil, katılım, milli irade, kamu yararı gibi kavramlar,
hayat verdikleri anayasa, seçimler, sendika ve partiler gibi kurumlarla birlikte güçle-
rini yitiriyor ya da mutasyona uğruyorlar. Siyasetin kalbi artık kenardaki anti-politik
yapılarda atıyor” (Mulgan, 1995: 17, akt. Özkazanç, 2007: 48). Bütünselleşmesinden
umut kesilmiş görünen, çok parçalanmış, çelişkili ve kaygan, öyle algılandıkça da gi-
derek gündelik hayatın içine ve olanak ölçüsünde, bireysel, grupsal, cemaatsel adacı-
ğına kaçan kesimlerin oluşturduğu gevşek, çözük bir toplum yükselmektedir. Orada
giderek birbirine değmekten kaçınanların farklılık, buluşum, ortaklaşım noktaları,
bunların içsel ve dışsal gerilimleri, maddi çelişkileri, gündelik pratikler ve algılama-
ların akışında yeniden üretilen türlü yabancılaşmaları olağansallaştırılma döngüsünü
kaçırmadan izlemek ve analiz etmek yapışılan ağın düğümlerini sonsuz biçimde çöz-
meye benzemektedir. Hayatta kalmanın şartları tüm toplum için yeniden tanımlan-
mıştır. Kendine güvenmenin zeminini ve araçlarını arayan öznenin yapması gereken
yeni, daralmış siyasetin işgaline, kamusal alanın çözülüşüne uyumlanmak, piyasa ve
eşsiz yabancılaşma koşullarına en güçlü steroidlerle yüklü dalmaktır. Herkesin çıkarı
farklıdır, ve kendi çıkarının peşinden ancak her birey kendisi gidebilir, başka hiçbir
şey bunu onun yerine siyaseten temsil edemez. Hiçbir kişi ya da grubun çıkar müca-
delesi de ötekini ilgilendirmeyecek kadar birbirinden kopuktur.
1980 sonrası (90’lara da damgasını vuran) otoriter yönetim anlayışı tüm aygıtla-
rıyla kamusal alanda siyasetin toplumsal bir ilgi, kaygı alanı olmasını anarşik geçmişe
dönüş arzusu, devlete karşı bir kalkışma sayarak özellikle iktidar bloğunun dışında-
kilere yasa ve uygulamalarla yasaklamıştır. Kamusal alan depolitize edilirken, yeni bir
mecraa sokulan toplumda herkes piyasanın, yeni piyasa toplumunun kazanç ve tü-
ketim normlarına sarılmış arzulu bireyini yetiştirmek üzere özel alanına yönlendiril-
miştir. Önceliği ekonomik, tüketimci öznelik olarak belirlenen, (giderek Lefebvre’in
söylediği gibi insan niteliklerini kaybeden bir otomata dönüşecek 2007:208) birey,
devletle arasındaki mesafenin hem çok az, hem de o oranda geniş (asla başı boşluk,
özerklik değil) olduğunu bilerek, piyasayı yaşamsal aidiyet alanı olarak benimse-
mekle yükümlendirilmiştir. Makro kolektif hareketler, toplumcu düşünceler, siyaset
yordamıyla örgütlü ekonomik-sosyal hak taleplerinde bulunanlar, iktidar bloğunun
dışında siyasete ilgi yeni siyasal ekonomi için ayak bağı ve devlete karşı da anarşik
kalkışma sayılırlar. Toplumsal bütünleşmenin sökülmesi pahasına toplumun siyaset-
ten beklentilerini yok ederek hem devlete, hem de kendine olan inancını yitirmesine
ve yabancılaşmasına zemin ve hız kazandırılmıştır. Bunun yannda devlet aygıtının çı-
kar amaçlı işletilmesi, çok dar bir takım ekonomik çıkar odaklarıyla içiçeliği, organik
yakınlığı buradan dışlanmış olan geniş kesimleri hem iştahlandırmış, hem de eşitsiz
140 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

biçimde pay dağıtan, güvence vermeyen (bir otoriter güç olarak) devlet uzaksanmış-
tır. Toplum ve devlette olan ilişkilerinde bireylerin o güne değin görece istikrar içe-
ren ilişkisel bağlarının devlet kaynaklı maddi ve söylemsel temelleri zayıflamış, hızla
geriye çekilmiştir. Ekonomik, siyasi toplumsal taleplerini zayıflatarak da olsa sürdüre
duran (girişimci-sermayedar olmayan) kesimler, darbe rejiminin bahçıvanlığında
yeşeren kolaylıkları deren yeni sağ yönetimin dilsel ve maddi edimleriyle gözden
düşürülürken, kendi taleplerine ve edinimlerine, artan iç zafiyetlerinin de eşliğin-
de yabancılaştırılmışlardır. Örneğin sendikaların yozlaşmalarını sağlayıcı her strate-
ji yönetimce uygulanmış, işbirliği çeşitli biçimlerde teşvik edilmiştir. Ayrıca hemen
darbe rejiminde ve öncesinde yaşanan şiddetin şiddetle bastırılışı kolektif hafızadan
silinmemesi gereken ve siyasi umut ve heyecanların olduğu yerde derin boşluklar bı-
rakan, ayağı ateşte tutan bir tecrübe olarak korunmuştur. Yeni dönemde devletin da-
yandığı girişimci, dar iktidar bloğunun cemaatleri dışındaki geniş bağımlı kitlelerin
ekonomik, politik, kültürel olarak mûnisleştirilmeye, pasifize edildikleri yerde dura-
rak durumun çelişkiselliğini benimsemeye sevkedilmişlerdir. Ancak kamusal alanın,
toplumsal alanın, siyasetin alanının daraltılması, durma zemini olmaktan çıkarılacak
gibi yıkıma uğratılması ile farklı içe kapanmalar, gerilimler, yaşam tarzlarına sarılma,
aidiyetler kurgulama, yeni ve daha kuvvetli yabancılaşma biçimlerine savrulma, yeni
kutuplaşmalar doğurulmuştur. Söylem ve zor aygıtının tırmandırdığı parçalanma, ce-
maatleşerek, tarikatlara karışarak kendi dilini kendi iç kanallarından konuşma (dinî,
ve şiddetli etnik kimlik siyasetine savrulmalar); meta kültür üretiminin patladığı yeni
imaj aygıtlarının piyasalarında içini gezdirerek sonsuz eğlen-tilendirilmeye bükülüş
yaşantılanmıştır.
Piyasa toplumu hedeflenirken acılı bir birey-cilik söylemi, cemaatleşme (dinî
cemaatler güçlenir ve dışardakilere ayrımcı nazarlarla bakma konumuna çekilir-
ken, devlet nezdinde güçlü biçimde temsil edildikleri, itibarlı bir yakınlık düzeyinde
tutuldukları izlenir), çeşitli kesimlerin sitelere, yatakkentlere/uydukentlere, mahal-
lelere çekilme ihtiyacı, depolitizasyon ve sinikleştirilme sürecine, maddi güç ve ya-
şam tarzı ayrışmalarına eşlik eder. Yeni yabancılaşma düzeylerinde mesafeler alınır.
Herkes yeni toplumsal formasyonu şekillendirecek piyasa toplumu ülküsü adına eski
kamusal, toplumsal, siyasal, ekonomik hantallıkların çözülmesi zemininde değişi-
me ayak uydurma mevkii aramak ya da dışlanmış “sessiz çoğunluk” olarak tâbi ol-
manın olanaklarını bulmak durumundadır. Zenginleşme yollarını değerlendirmek,
girişimcilik gücünü yükseltmek; her bireyin işine, işyerine, işverene bağlılık/aidiyet
duygusu; metaa ve meta ilişkilerine sarılma/aidiyet zorunluluğu; sadece kendi çekir-
dek ailesine, maddi gücüne yaslanması; piyasanın esneklik taleplerine uyumlanması,
çok becerililik ve kendi meta değerini yükseltme adına (istençsiz, muhalif de olsa)
bir yandan pazarın güçlü kriterlerine uygun formasyonlara yatırım yapmayı ihmal
etmemesi, kendi öz yararınadır. Bütün bunları güvenli mesafelerde, belirli düzeylerde
sindirmek üzere dinginleşim alanlarına duyulan ihtiyaçla cemaatlere, zamansal ve
mekansal korunaklarına ve yaşam tarzlarına tutunma çabaları izlenir. Örneğin, bü-
yük kentlerde dinî cemaatlerin mensuplarının belirli konforlara sahip sitelerde yaşa-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 141

ması, yeni sakinlerinin referanslarla kabul edilmesi gibi (bol alışveriş yapacak dingin
müşteri kaynağı cemaati, cemaate yakın çevreleri çağıran zengin, eğlenceli market
hizmetleri, vb.) katı ve esnek çerçevelerin içiçe geçtiği direnme, eklemlenme tarzları
güçlenir. Diğer yandan dinî cemaatler dışarıya karşı duvarları yükseltir, seçkinci bir
tavır geliştirirken hem mistifiye edilir, hem de biçimsel de olsa dışarda tutulanlara da
model oluşturur. Bu yapıların içinden uyumlu söylemsel aygıtlar ve örgütlenmeleri
(gazeteler, televizyonlar ve diğer mecralar) doğar: Zaman gazetesi pek çok insanın
ortak bir zihin etrafında birleşmesiyle kurulurken, idari koordinasyonunda, içerik
üretim ve yönetiminde çalışanlar emeğinin değerini vurgulamadan (ortak bir “hiz-
met” anlayışına yaslanmış halde) aşırı rekabetçi olmayan üretim anlayışı, sıcak iliş-
kiler, insani dayanışma, güven ve duygusal desteklenme, katı hiyerarşik ilişkilerden
uzak olma gibi çeşitli kollamacı değerleri ön plana çıkarmışlardır.
Gündelik hayatı hızla metalaştırmaya, nesneleştirmeye, tüm toplumsal kesimleri,
ilişkileri baskıcı biçimde parçalamaya girişen darbeci rejim destekli (T. Özal başta
olmak üzere) yeni piyasa toplumunun prensleri kendini korumaya odaklı devletin
geniş kesimleri pasifize etmesiyle genişleyen kanallardan yeni sağ zihniyetin destek-
çileriyle yeni siyasal ekonomisini inşaa etmeye girişmişlerdir. Toplumsal parçalanır-
ken, tüm üretim ilişkileri yeniden şekillenirken pasifizasyonun derin boşluklarına
akan iç enerjilerin kendini büken seyir alanları, gündelik olanda yeni anlamlar ara-
ma, kısılmış sesini, dilini başka arzulamalarla dönüştürme heyecanı (apolitik politik)
piyasanın eğlenceli kucağında kendine bin türlü yer bulmuştur. Taşradan akıp gelen-
lerin kaygılı, beklentili, savunmacı, meraklı duruşlarla, kentle gözgöze gelme halle-
rinin ardından bir zaman sonra gerilimli yeni piyasacı formasyonun ve gerisindeki
zihniyetin alternatifsizlik söylemlerine (acı geçmişten kurtarılmışlıkla çözülmüş gibi
bir iklimde), ayağının altındaki zemini kaydırarak her bireyi yakalayan maddi pra-
tiklerin, gündelik söylemsel pratiklerin baskısı ile dağınık, aksak, gönülsüz, gönüllü
yönelişleri sıradanlaşmıştır. Bu akışlar sosyal, kültürel, zamansal, mekansal, zihinsel
ve ritimsel olarak daha da çok parçalanan kenti her yerinden sündürürken, hem gü-
venli mesafede durma, hem de yeni arzuları arzulama hevesleriyle içi kabarmış halde
piyasaların işgücü, müşteri, pazar gücü arayışlarına fırsatlar oluşturmuşlardır. Hiçbir
şey karaborsa değildir. Sokaklar eğlenceli vitrinler, ithal ürünlerle süslenmiştir. De-
rin boşlukları, derinleşen taşraları, taşralaşmaları yerinde soymaya arzulu, meydan
okuyan, beni güçlendirmeyi öneren kostümlerin çok dayanıksız popüler, erotize dili
ile gündelik kuşaltılma hali yaşamsal bir sıradanlıktır. Ve vazgeçilmezdir. Piyasanın,
devletin, cemaatlerin, toplumsal güç/iktidar odaklarının kullanışlı ideolojik temsil
aygıtı, bir başka güç odağı medyanın bolluktan, iletişim teknolojilerinin yeni ürünle-
rinden, yeni kazanç, yatırım araçlarından, reklamdan, eğlenceden, magazinden, imaj-
lardan, bireysel şiddetten, bol bol cinsellikten, tüketme haklarındaki gelişmelerden
heyecanla sözedişleri yeni bir demokrasi tarifine geçisi simgeler. Artan meta bolluğu
ve gündelik hayatı saran (konfor ve özgürleşim vaadeden) durak bilmez ticarileşme,
metalaşma ve meta ilişkilerinin güçlenme süreci; iş gücü piyasalarının parçalanması
ve güçsüzleşmesi; sınıf temelli kolektif kimliklerin, örgütlenmelerin ulu orta aşın-
142 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

dırılması ve karartılması; etnik, kültürel, dinsel cemaatleşmelerin/kimliklenmelerin


yekindirilmesi; devletin organik ilişkiler içinde olduğu kültür endüstrilerinin reklam,
eğlence, şiddet, arzulanan imajlar üzerinden ürettiği parçalanmış gerçeklik, yeni dö-
nüşüm sürecini (çizgiselleştirme uğraşını) temsil eder verili bir insanlık durumudur
çoktan. Zaman ve mekan ise yabancılaştırıcı, herşeyi çok parçalı halde tutan hız tek-
nolojisinin işlevsel birer aracıdır giderek.
80-90’larda girişken iş dünyasını ve etkin muhafazakar cemaatleri sever pre-
postmodern sağ iktidarlar, daralan siyasal alanı sterilize etmeye kalınan yerden de-
vam etmiş, piyasa mantığını kamu kaynaklarını kendi kollamacı, kayırmacı, yozlaştı-
rıcı paylaştırım mantığı eşliğinde sürümleme uğraşını sürdürürken (otoriter rejimin
de önceden düzlediği zeminde ) hızla yükselen dinî, etnik, kültürel güç odaklarının
etkinleşmesine ve gerilim politikalarına daha fazla zemin hazırlamıştır. Bütün bunla-
rın yanında durmadan yeniden üretilen baskıcı söylemlerden, zor uygulamalarından
bunaltılan tüm toplumsal kesimlerin yeni piyasaya, piyasa toplumu rüyasına sevk
oluşu kaçış, huzur, rahat etme, ürkütülmeden yaşama arzularıyla da yer yer çakışmış-
tır. Bu yönel(til)işin tüm toplumsal kesimleri, ilişkileri, yaşamları geri dönülmezcesi-
ne dönüştürmesi gündelik hayatın kolay izlenemeyen iktidar ve tahakküm ağlarında,
baskıcı örgütlenmesinde arzulu insan öznenin daha da parçalanarak hızla kendi bi-
çilmiş işlevlerine sıkıştırılmasını da normalleştirmiştir. Salt kendi öz yararını kolla-
mak ve popüler kültürün soluklanma alanlarında gevşemek, gevşemiş gibi olmak,
tüketimci kapitalizmin gündelik hayatı ele geçirme halini, gerisindeki güç yapılarını,
toplumsal üretim ilişkilerinin seyrini sorgulama noktalarına itilmekten uzak durmak
gerekmektedir. Tam da bu noktada baskıcı gündelik hayatın herşeyi esneten ve sıra-
danlaştıran mekanizmaları, toplumsal güç/iktidar ilişkilerinin gerilimli de olsa verili,
doğal durumsallıkları küçük, sıkıcı ayrıntıların akış düzlemlerinde gözlenebilir.
Bu yazının geri kalanında yeni sağ yönetimlerin ve çok çeşitli müdahalelerle yer-
leştirmeye çalıştığı piyasa mantığının eseri baskıcı gündelik hayatın eleştirisine mal-
zeme sunabilmek üzere örneğin en sıradan gündelik özgürlük, konfor vaadeden ıvır
zıvırlar teknolojik aygıtlar, bireyi becerisiz, köksüz bırakan ürünleştirmelerin/kolay-
lıkların vb. şeylerin gerisindeki ilişkileri ve bilincini doğallaştıran süreçleri, yabancı-
laşmanın her yere yayılışı konu edilmiştir. Ardından piyasanın gündelik hayatı ele ge-
çirmesi, gündelik hayatın içerisinde (çalışmayı, eğitimi, beslenmeyi, sporu, teknoloji
tüketmeyi, medyayı, metaa layık olmayı vb..) sayısız rutin, baskıcı yabancılaşma sü-
reç ve mekanizmalarını, gerisindeki iktidar ilişkilerinin haklılaştırılmasını kavramak
üzere çok sayıda küçük örnekler üzerinden çözümlemelere gidilecektir. İlkin kentsel
çevrene ait gündelik hayata taşradan yönelenlerin eklemlenmesinden gündelik hayatı
yeni arzulama konumundan sözedilecektir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 143

Ticarileşen, metalaşan (nesneleşen) gündelik hayatın baskıcı davetine


uyumlanma

Taşradan, kırdan ayrılmak durumunda kalanlar yaptıkları işleri, doğa ve insan-


larla olan zorunlu ilişkilerini çoğu zaman yıpratıcı, daraltıcı, döngüsel ve tek düze
sayarken, kimliksiz kentlerde doğaya, toprağa yer bırakmayan, yeni ve sığ bir taşra ik-
liminde buluşmuş ve kendine yer bulmanın ötesi çok fazla tartışılmamıştır. Genellik-
le, önce asgari bir konfor düzeyi, eğitim arayışı ve emeğin çeşitli biçimlerde pazarlan-
ması, estetik ve çevre özürlü birörnek yerleşim alanlarından mülk sahibi olarak artan
karmaşada mekansal güvene kavuşma beklentisi yükselmiştir. İçinden çıkılan iklim
zaman, mekan ve çoğu kültürü ile arkada bırakılmıştır. Ancak ilk kuşağın uzun yıllar
boyunca gördükleri rüyalar eski taşraya, daha çok önemli buluşmalar için gidilebilen
ya da gidilemeyen köye, kıra ait biriktirilmiş anılara dayanır. Kentsel zamana ve me-
kana ait yaşantılar rüyalara girecek, anlatmaya değecek bir bilinç altı yaratmada bir
zaman boy ölçüşemeyecektir. Çok sonra, “geride bırakılanlar” topyekun başka maddi
değerler, yaşamsal anlamlar kazanır ve yeniden keşfedilirken, dinlenme ve sağlık ka-
zanmak için bir ayağın orada eski taşrada olmasını istemek de bir lükse dönüşecektir.
Çoktan gündelik hayatlarında ev ürünleri, köyün otantik ürünleri, özgün üretim dü-
zenekleri yabancılaşılmış ve yiritilmişken, kentin lüks alışveriş mekanlarında köy de-
ğerli bir ticari metaa, markaya dönüştürülerek tüketiciye saflık, doğallık ambalajıyla
sunulacaktır. Bir zamanlar koşarak terkedilene yabancılaşarak yeniden kavuşur gibi
olmak hali tüketimci piyasaların gözünü ayırmadığı gündelik hayatın avuntularından
biri olarak, olağanlıkla ölgünleşen anlamına kavuşmuştur.
Kentte, gündelik hayatın katı, rekabetçi, vaatkâr, organize edici, dışlayıcı vs. bi-
çimlerde örgütlendiği yerde kırdan, taşradan gelenler mesafeli durma, eklemlenme
süreçlerinde pek çok dönüşümü birlikte yaşamışlardır. Kente yönelişle birlikte yakın,
ortaklaşa ilişkilerin pek çok formu, verdiği güven ve baskıcı özleriyle birlikte görece
taşrada bırakılmıştır. Doğanın, ve onunla bütünleşik yaşam alanının üretimin ana
mekanları olması halinden, yorucu, kısıtlı, her halikârda kente bağımlı tek düze kırsal
taşradan uzaklaşılmış, istikrarlı bir gelecek ve farklı seçenekler için mücadele etmek
üzere çok çeşitli işgücü formlarının ve girişim biçimlerinin örgütlendiği, biriktirim ve
tüketim seçeneklerinin, “temiz iş” için eğitim olanaklarının bulunabildiği kente yöne-
linmiştir. Tüm süreçlerine çoğu zaman dahil olunan önceki üretim biçim ve ürünle-
rine yabancılaşmayı doğallaştıran bir mal ve hizmet örgütlenmesine katılınmıştır.
Eski taşrayla süren bağlar üzerinden akan özbecerilere dayalı otantik ürünler kültürel
de, ekonomik de olsa yeni süreçler içinde giderek azalmış ve yer yer küçümsenmiştir.
Kentli olamama, pazarın güçlü fantazilerinden, kültüründen nasibini alamama, arzu-
lama isteğinden yoksunlukla birey olamama gibi baskıcı dışlamalara konu olmuştur.
Devletin kamu mal ve hizmetlerini üretmekten vaz geçerek, dış pazarlara açılmanın
önündeki engellerin kaldırıldığı, gündelik hayatın tüketim bolluğunun cömert kış-
kırtıcı zaman ve mekanı (bir sistemi) haline geldiği süreçlerde bu daha da çok belir-
ginleşmiştir. Piyasanın ve temsil edici güçlerinin vaatleri hızla çoğalmış, merak uyan-
dırıcı, “beni” okşayıcı, hayatı genişletmekten, arzuların özgürleşmesinden, bunların
144 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

haklılığından sözeden bir söylem sergilemeye girişmiştir. Yaşamaktan fazlası için,


daha geniş ve zenginleştirilmiş, piyasalarca donatılmış hayatı kucaklamak, hayatı yut-
mak için, kendi diline karşılık gelebilecek haz merkezlerine ulaşmanın eşikleri düşü-
rülmüştür. Kamusal alanda siyasetin dili silikleştirilerek politik öznenin hafızası bas-
kılanırken boşalan yeri “özel hayat alanının kamusallaştırılması, kuşatıcı ve kışkırtıcı
bir söz düzeni içinde tarif edilişi” (Gürbilek,1993:17) almıştır çoktan. Şu halde yeni
normları izlemek ve beraberinde yaşanan parçalanmaları ve dönüşümleri makul bir
düzeyinden yakalamak taşralı, eski ya da yeni kent taşralı herkes için gerekmektedir.
Mal ve hizmet piyasalarının henüz aşırı ticarileşmediği ve kültürelleşmediği evreden,
görece basit bir düzeyden örnek verilirse, daha önce temel ürünleri, hizmetleri üreten
devletin kamuya sundukları ürünler genel ekonominin, siyasetin gidişinin en duyar-
lı göstergeleri olmuştur. “Çay, şeker, yağ, un, kömür, elektirik gibi ürünler yaşamak
için temeldir. O esnada herkesim için bir Migros market yoktur, ancak bakkal (pera-
kendeci toptancılar) en gösterişsiz biçimde mütevazi bir kamu hizmeti görür. Zorun-
lu ürünler aylık, yıllık yetecek kadar, devlet işletmelerinin koyacağı zamların (ana
haberlerin en gerilimli haberleri olmuşlardır) öncesinde stok edilmiştir. Süper mar-
ketler her yere yayılmış değilken sınırlı gündelik tüketimlerin en dar ticari mekanı
bakkal dükkanlarıdır bu evrelerde. Bakkallar bireysel keyiflere geniş biçimde seslen-
mez ancak dayanışmacı ilişkilere görece yatkındır. Zorunlu tüketim ürünlerini sunan
bu dar mekanlarda bizzat bu küçük işletmenin sahiplerinden hizmet almak sözkonu-
sudur. Raflar arasında keyfi gezinme arzusuna imkan olmaksızın, bu kısıtlı ve az se-
çenekli, belirli sirkülasyonlu mekanda, tek hizmet edenin elinden, önceden belirlen-
miş ürünler az miktarlarda alınır. Onun ötesinde çoğu kesim için mevsimlik gidilen
en geniş ticari mekanlar kentin eski merkezi bölümlerine daha çok “çarşı” diye anılan
otantik sayılabilecek alışveriş hanları olmuştur. Gidilmekle, buralar içinde uzun süre-
ler oyalanılan, buluşulan, geniş gezintilere, harcamalara olanak veren mekanlar değil-
dir. Her fırsatta uğranılmak yerine, ihtiyaçların dönemsel dağılımına göre, hesaplı ve
planlı uğranılan küçük mağaza ve dükkanlar topluluğudur. Buralara gidilmekle yine
de her âna yayılan bir bolluk duygusu hissedilemez. Ne marka, ne de ürün reklamına
boğulma yoktur. Her ânı dolduran, rekabetçi bir tüketici kitlesi yoktur. Çoğu kesim
için tüketilen ürünlerin, arzulamaların, keyif alışların çok fazla sergilenmesinden çok
daha fazla saklanması sözkonusudur. Bunun yanı sıra görece toplumsal bir bütünlük
algılaması, devletin ürettiği mal ve hizmetleri ile (özerklik tartışması bitmeyen tele-
vizyonu ile) herkese hizmet veren bir yapılanma görünümü hakimdir. 80’lerin ortala-
rından itibaren darbe rejimi yeni piyasa ekonomisi istikametinde siyasi alanı daralttı-
ğı yerden yeniden tanımlarken, kapitalistik küreselleşmeye, onun kültürel yayılımına
uygun dönüşümler için de alan açmıştır. Yeni sağ yönetimler devletin kamusal mal ve
hizmet üretim politikalarını, görünüşte de olsa toplumsal kesimlere dengeli yaklaşma
politikalarını önemli ölçüde terketmiştir. Yeni piyasa ekonomisi ve onun toplumunu
yapılandırmaya yönelirken dış pazarlardan akan tüketim mallarının göreceli bolluğu-
nu, heyecan uyandıran teknolojileri ödül ve arzuları uyandırıcı seyirlikler olarak sun-
muştur. Dar, sığ, renksiz, herkesi bir örnekleştiren, bireylerin kendi maliyetlerini dü-
şürmesine, özel sektörün güçlenmesine, iç gıcıklayıcı tüketim toplumuna ulaşma
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 145

kanallarını kapatan bir devlet anlayışı, terkedilmektedir. Bunun için girişimcilerin


güçlendirilmesi yolunda adımlar atılırken, eski, yeni iş gücü piyasalarının buna hiz-
met edecek bir esneklik ve parçalanmışlık içinde olmasına özen gösterilmesi de göz-
lerden kaçırılmaya çalışılmıştır (özelleştirmelerle birlikte sözleşmeli personel alımı,
taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma gibi süreçler dünya trendi olarak sunulmuştur).
Yeni sağ’ın eksik bıraktıklarını yeni piyasa ekonomisi olağanlaştırarak derinleştirmiş-
tir. Gündelik hayat hızla buna uygun olarak kültürelleşen, siyasal bir alan olarak yeni
ekonomiyi ve gerisindeki zihniyeti gündelik yeniden üretmek ve yaymak üzere adım
adım yeniden örgütlenmiştir. Yeni siyasal zihniyet ve kurucu unsurlarının alternatif-
sizliği söyleminin olağanlaştırıldığı, maddi olarak üretildiği ağzı kalabalıklaşmış gün-
delik alan baskıcı işlevlenmiştir. Yeni piyasa mantığının çok vurgulu güzellikleri,
özellikleri hemen en kolay tüketim bolluğunu simgeleyen reklamların basında çoğal-
masıyla da kendini göstermeye başlamıştır. Basın reklamları otomobilden, sitelerden,
uydu kentlerden, yeni iletişim teknolojisinin son ürünlerinden, yeni market ürünle-
rinden sözederken, gazeteler de bizzat tüketimin heyecanlı yanıyla okurlarını aralık-
sız, özellikle elektronik tüketim ürünleriyle hediye, kupon, çekiliş gibi yöntemlerle
tanıştırır. Asıl önemlisi yeni piyasanın en çok seslendiği, beslendiği şey: Kendi bede-
nini bir arzu nesnesine dönüştürme, bireysel haz ve keyiflerin, baskılanmış özel haya-
tın nesneleştirilmesine doğru bir açılımı temsil eden diyet, cinsellik, kozmetik ekleri,
çoğalmaya başlamıştır. Sıradan kadın okura ilk kozmetik ürün hediyeleri verilmiş,
markalar sunulmuştur. Yeni piyasanın ve piyasa toplumunun önünün açılmasını
temsil eden bir diğer sektör özel yayıncılık alanı yeni sağ iktidarın desteğinde patla-
mış ve gazetelerle birlikte bu yapılanmanın arkasındaki iktidar bloğunun (organik
ilişkilerin) parçası olarak piyasaların güçlenmesini, büyümesini hızla desteklemişler-
dir. Özelleştirmelerin, tüm sonuçlarıyla birlikte mutlak gerekliliğine dair bir söylem
kurulurken bundan etkilenecek kesimlerin, tarafların daha çok yozlaşan, çözülme
halinde olan (genellikle çok birarada, çok bütünlüklü olmamış) kesimler ve örgütlen-
meler olarak konu edildiği izlenmiştir. Böylece bu kadar parçalı dönüşüm sorunları-
nın tüm toplumu ilgilendirecek mertebede görülmemesi kolaylaşmıştır. Öte yandan
herşey girişimciliğin önünün açılması ve önemli alanlarda tüketileni ve tüketim kri-
terlerini de belirleyen devlet kaynaklı mal, hizmet üretiminin ilkelliğinin sona ermesi
adına da gereklidir. Dünya para kurumları da, dışardan yönelme halindeki yabancı
sermaye de bunu gerektirmektedir. Krizlerden kurtulmanın, ekonomik istikrarın re-
çetesi yeni ekonomik siyasadır. Reklam ve pazarlama bu sürecin nimetlerini demok-
ratik tüketim seçeneklerinin çoğalması ve haz duygularını havalandırmanın, özgür-
leştirmenin gerekliliğine vurgu ile temsil eder. Pazarlama tekniklerine yönelik giri-
şimlerin çoğaldığı izlenir. Ev ev dolaşılarak yapılan pazarlamacılık mal teşhirinin
yaygın tekniklerinden biri haline gelir. Bizzat ev ev dolaşılarak uygulanır. Ucuz işgü-
cünü kullanmaya dayalı, yoğun performans isteyen bu teknikle tüketici elektroniği,
tekstil ve çeşitli ev gereçleri hediyelerle teşvik edilerek ev kadınlarına topluca tanıtılır.
Televizyonların katılımıyla birlikte medyada eğlence ve reklam içeriğinin ağırlıklı
hale gelmesi, yeni pazarlama teknikleri, çoğalan meta pazarları marketler, diğer tüke-
tim mekanlarına yönelmeyi de sağlamıştır. Giderek tasarrufa olanak kalmamacasına
146 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

(toplumun çoğu için gelirler gerilerken) ihtiyaçlar, merak edilmesi, tadılması hak edi-
lenler çoğalmıştır. İnsan özne bekleşip duran derin açlıklarını, farkında olmadığı söy-
lenen hayati gereksinimlerini keşfe davet edilmektedir. Cinsiyeti, yaşı, konumu ne
olursa olsun davetli her bireyin buna yanıt vermekte birbirini teşvik etmesi tüketmek-
ten başka hiçbir emek istemeyecektir. İstenen fazla bir şey değildir. Bu süreçte, çalış-
mayan aile üyelerinin tüketimsel, sosyal, cinsel özgürleşimi piyasanın fırsat verdiği
çok çeşitlenmiş girişim ve iş gücü piyasalarına dahil olmak, kendi maliyetini azalt-
mak, arzulama ve tüketim kapasitesini çoğaltmakla mümkündür. Para kazanma ve
her an kovalayan gündelik tüketebilme baskısı karşısında kendi niteliğini yükselt-
mek, gereken tavizleri vermek gerekmektedir.
1980’li yıllarda ve sonrasında da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı halk eğitim mer-
kezleriyle beceri kazandırma (ve hobi edindirme) kursları ile piyasanın basit düzeyde
işgücü ihtiyacına, üretken olmayan emeğin görece becerilere kavuşmasına da olanak
verilmesinin hedeflendiği düşünülebilir. Devletin sosyalleşme aracı olarak izlediği bir
strateji olmanın yanında piyasanın gereksinim duyabileceği, piyasaya ısınmaya yat-
kın (zihinsel ortam) elemanlar için az da olsa kanal olmuştur. Biçki, dikiş, nakış, yap-
ma çiçek vb. kursların mezunları bu becerilerden para kazanma yoluna gitmişlerdir
(çalışmamış, eğim düzeyi düşük genç kızlar için işe dönüşebilecek becerilere sahip
olmak, evlenmeye aday olmayı da kolaylaştırmıştır ). Bu süreçlerde piyasanın baskı-
larına uyumlanma adına çalışanlara kişisel gelişim, başarım kitapları, iş hayatında ba-
şarılı olmanın yol, yordamlarından sözeden bir yayın sektörü de gelişecektir. Piyasa
alabilme kapasitesine sahip, parası olanlara, borçlanabileceklere seslenmekle kalma-
maktadır, kuşkusuz vaatleri ayrımsız herkese ulaşmakta, herkesi sonsuz bir enerji ile
gıdıklamaktan fazlasını yapmaktadır. Sistemli baskı ve şiddet uygulamaktadır. “Sade-
ce zenginliği ve gücü arttırma peşinde koşan, kendini piyasa ilişkilerine, sömürüye ve
dış otoriteye tabi kılan” rekabetçi insan kavramı “gayri insani ve en derin anlamıyla
hoş görülemez” (Chomsky, 1973: 403, akt. Fox, 2001 :28) olsa da sorgulanan ve uygu-
lanan çelişkisini tutarlılaştıran güç mekanizmaları mücadelerle, olabildiğince geniş,
bağlayıcı faydacı ortaklaşmalarla her düzeyde iş görmektedir.
Çalışma hayatına katılmakla, hem işgücü piyasalarının uyumlu, sadık nesnesi;
uyumlu oldukça ödüllenecek, özerkleşecek bir neferi olarak baskıcı arzu ve ihtiyaç-
larının mahçubiyetsiz tedarikçisi olabilmek için bireyler çok şeye katlanmalıdır. Ne
düşündüğünü bilmediği ötedeki, berideki de katlanmaktadır, edindiği nesnelerle
koyduğu mesafelerinden de anlaşılmaktadır. Hakedildiği söylenenler hakedilmelidir.
Bunlardan özgürleşmek yeniden derinden yaralanmaları, yeni parçalanmaları, ben-
zerliklerine rağmen ötelerde ayrık duranlarla yakınlaşmayı, yeniden siyasallaşmayı
gerektirmektedir. Çalışma yaşamı piyasanın güçlü isteklerine göre parçalanmış, ve
işgücü söz hakkından çok şey kaybetmişken (nitelikli ya da niteliksiz, çalışmanın
kendisi bir arzu nesnesine, gereksinime dönüştürülmüşken) her an yatırım yapılıp
duran hayatın kavranamayacak bir hızla ticarileşmesi, metalaşması, gereksinimlerin
(bunları üretenlerin) baskıcılığını haklılaştırmak daha da kolaylaşmaktadır. Bireyin
gündelik öz gereksinimleri haline gelenler çoğaldıkça, bunları elde etme, doyurma
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 147

süreci de o denli gerilimli ve kaygılı olacaktır. Çalışma hayatının toplumsal bir ge-
reksinim olarak yapılandırılması, tüketilen ürün ve hizmetlerin gündelik doğal ge-
reksinimler olarak içeriklendirilmesi ve işlevlendirilmesi piyasanın tükettirme ka-
pasitesini patlatmıştır, ürünleri, reklamlarını çoğaltmıştır. Çalışanların ve çalışmıyor
görünen herkesin gündelik hayatını, piyasalar her geçen gün daha da çok koordine
etmektedir. Bireyin kendi arzularını çoğaltma, özgürleştirme, sosyalleşme arzusu ile
piyasanın beklentileri ayırd edilemez bir yüzey haline getirilmiştir. Dahası piyasa
güçlerinin hedeflerine uygun ilişkiler ve gereksinimlerin yapılandırılması gündelik
yaşamın en ağırlıklı bölümünü oluşturan iş yaşamının gereksindirdikleriyle de, in-
san özneden alıp götürdüğü, paylaşılmasına zaman bırakmadığı temel becerilerin
hızla yitirilmesiyle de sıradanlaştırılmıştır. Parçalanan depolitize kamusal alanda,
piyasanın toplumsal gereksinimlermiş gibi sunduğu gereksinimlerde/tüketimlerde
kendisini ifade ede(bile)n yabancılaşmış bireyler yol gösterici gereksinimlerle öz-
deşlemektedirler. Gündelik hayatın içindeki tüm iktidar ve tahakküm ağları bireye
durmadan artan, değişen gereksinimlerinin peşine düşüp düşmediğini, yaşam kül-
türünün kurucu öğelerinin neler olduğunu söyleyip durmaktadır. Örneğin derinle-
şen, uçurumlaşan yabancılaşmanın pornografik gereksinimi olarak giysiler, her türlü
iletişimlerde iktidar kurmaya yönelik önemli bir “öz” gereksinim nesnesidir. Bireyin
kendi bedenini nesne edinme, vücudunu en iyi piyasa işi ile sunma, nesnesini daha
iyi ortaya çıkaracak kıyafetlere bürünme, yaşam standardının yüksekliğini ve erotik
bir arzu nesnesine dönüştürülmesi zorunluluğu uyarınca bedenini sergileme gerek-
liliği vardır. Piyasa bu konuda her türlü kültürü kazandırmaya yarayacak reklamlar,
medya mecraaları, diğer tüketenleri görme-gösterme gibi çok çeşitli stratejiler izler.
Giderek daralan zaman ve mekan arasında parçalanmış bir yaşam süren insan özneye
(yoksun yanlarının boşluğunu avuntularla parlatırken) yitirdiklerini çok renkli, çok
çeşitli, çok bol, her an uzanabileceği formlarda yeniden pazarlar.
Kendisine bakabilmenin ötesinde aileden aktarılan çeşitli bilgi ve becerileri bire-
yin uygulama arzusuna, gündelik olarak zaman ve enerji bırakmamaktadır. Giderek
daha çoklaşan biçimde onun yerine, gece-gündüz servise hazır tüketim mekanların-
dan eğlenceli, çok çeşitli, en basit beceriyle hazırlanabilecek tüm ürünleri hazır almak
kolaylığı sunulmakta/dayatılmaktadır. Kendi köken ve kültürüne ait bilgi ve beceri-
lerle oyalanmak, sert rekabet alanını hafife almaktır, Çalışan kadınlar, erkekler en
çok mal ve hizmet piyasalarını, reklam medyasına sevindirmiştir (tüm mecralardan
teşvik edilen en genç yaştan başlayarak yalnız oturmak koşulu da piyasanın kucakla-
dığı bir konfor, özgürlük, sonsuz tüketim seçenekleri ile kelebekler gibi yaşayabilmek
rüyası olarak sunulur). Aileler küçülse de ebatları durmadan büyüyen buzdolapları-
nın içleri, reklamlarda içaçıcı renkli manav, market ürünleri ile tıka basa doludur. Bir
küçük oda ebadına yaklaştırılan buzdolabının sayısız ürünle bolca doldurulması ilk
eksilenlere kadar haz vericidir. Boş bırakılması rahatsızlık uyandırıcıdır.
Bireyin kendi yaratıcılığının hazzını duyumsayabileceği, özgüven verici becerile-
rinin/yabancılaşmamış emeğinin pek çok olası ürününü (teknoloji yoğun çalıştığını
vurgulayan) piyasa, görünürde sonsuz miktarda sunmaktadır. Yabancılaşmış, çok
148 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

parçalanmış emek biçimlerinin ürünü olarak, yabancılaşmayı derinleştirir bir biçim-


de, şenlikli mekanlarda, şenlikli bir kalabalık eşliğinde haz verici tasarımlarla sarılmış
biçimde sunmaktadırlar. Temel besinler artık sade ve eski sıkıcı formundan çıkıp,
yeni tatlar eklenerek, tüketici bireyi şaşkın ve güçsüz bırakacak denli çok çeşitlilik ve
bolluk sıkıntısı ile çevrili dev mekanlarda sergilenmektedir. Birey gündelik hayatında
kendini görece yeniden üretme mekanı evinde, daraltılmış zamanların haklılaştırma-
sıyla, daha önce kendisinin hazırladığı ürünlerin pratik, kolay sunumlarına yönelme-
ye alıştırılmaktadır. Örneğin , ev yemekleri yapabilme, onarma, birşeylerle uğraşma
becerisi ve zamanı, enerjisi, arzusu elinden alınan birey giderek, tüm bunlardan da
ayrı, becerisizleştirilerek bağımlı hale getirilmiştir. Para kazanmak ve satın alabilmek
modern, bağımsız, özgür bireyler olabilmek için akıtılacak enerjinin sıradan uğraştı-
rıcılara harcanmaması gerektir. Piyasalar her aşamada (üretimde, dağıtımda, tüketim-
de) insan öznenin becerilerini, yaratıcılığını, gücünü, özgüvenini zayflatıcı ve bağım-
lılığını arttırıcı, standarlaştırıcı, haklılaştırmacı bir verili sistem olarak çalışmaktadır.
Birey tüketim metaına bağımlılıkla birlikte üretim koşullarına, üretim ilişkilerine ve
yaşamsal bir ana faktör çevresel maliyetler gibi kritik aşamalarına da yabancılaşmak-
la, verili baskıcı hayat tarzını ve taşıdığı güç ilişkilerini zaten dar olan seçeneklerden
en olanaklısı görmeye doğru da sürüklenilmektedir. Giderek yemek yapmak, otantik
ürünler hazırlamak, bu bilgileri diğer bireylere aktarmak, evsel mekana yönelik bir
takım yaratımlar gibi çeşitli becerileri elinden alına duran, yabancılaşmış emeğe her
geçen gün ihtiyacın azaldığı söylenen bireyler gereksinimlerini belirleyen koşullara
daha da bağımlı hale getirilmektedir. “Toplumsal bir içerik ve işlevleri olan yürür-
lükteki bu gereksinimler üzerlerinde bireyin hiçbir denetim uygulayamadığı dışsal
güçler tarafından belirlenmektedir; bu gereksinimlerin gelişim ve doyumları özerk
olmaktan uzaktırlar. Bu tür gereksinimler her ne denli bireyin varoluşsal koşulları
tarafından yeniden üretilen ve sağlamlaştırılan kendi öz gereksinimleri olmuş olsalar
da, her ne denli birey kendisini onlarla özdeşleştiriyor ve doyurulmalarında buluyor
olsa da, bunlar daha başlangıçta ne idiyseler öyle kalmayı sürdürmektedirler – başat
çıkarı baskı gerektiren bir toplumun ürünleri” (Marcuse, 1986: 25).
Özel becerilerini aktarma, kendi becerilerini geliştirme olanağı bulamayan, pi-
yasanın kolaylık ve özgürlük vaadiyle bağımlılaştırdıklarına yine piyasa çözümler
pazarlamaktadır. Yemek örneği üzerinden gidilirse kaybedilen, zayıflayan ya da öğre-
nilme olanağı hiç verilmemiş bu beceriler televizyon progamları, ekler, kitaplar, köşe
yazıları, paralı özel kurslarla yeniden edindirilmekte, yabancılaşmaları teşvik eden
baskıcı gündelik hayatın içerisinde kolaylaştırma vaadi yine stratejist piyasadan gel-
mektedir. Yemek eğitimi için kursa gitmek, reklamı yapılan ülke mutfakları ile ilgili
paralı eğitim almak rekabetçi, yalnızlaşmış birey için yine piyasanın yaşam tarzlarına
yönelik tasarımlarına uygun bir koşullandırmadır. Piyasa gündelik yaşamdaki en sı-
radan emek, beceri gerektiren yiyecek içeçeği dahi hazır, yarı hazır ürüne dönüştüre-
rek, çeşitlendirmelerle sunarken, ayrıca boşluk bırakmamakta, marketlerde reyonlar,
ev yemeği, ev böreği satan dükkanlar açılmaktadır. Piyasanın yarattığı gereksinimler
düzenini politik olarak kullanan yerel yönetimler de gündelik hayatı yakından takip
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 149

etmektedir. Örneğin, sosyal belediyeciliğin örneğini verdiklerini iddia eden büyük


şehir belediyeleri kadınlara yönelik lokallerinde düşük ücretli pek çok servisin yanı
sıra (evlerde yapıla gelen çaylı-çörekli toplantı, altın günü, vs. gibi zahmetli görü-
len buluşmalar, vb. için) isteyen kadın gruplarına düşük ücretlerle hizmet vermek-
tedir. Ev ve el yapımı ürünler, bir zamanlar köylülük, satın alma güçsüzlüğü, yoksul-
luk olarak küçümsenen otantik yiyecekler, kendi topraklarında da kaybolur, üstüne
piyasanın sıradan, bir örnek ürünleri hakim olurken, bu sığlaşmayı kırmak (ürün
gamını genişletmek) üzere hızla taşranın eski otantik ürünleri (piyasanın eli değmiş-
değmemişçesine), doğal lezzetler olmak adına ticari markalara dönüştürülerek köy
ürünleri reyonlarında sunulmuştur.
Gündelik hayatın ritmi, hızını arttıran programlama ürün ve hizmet piyasaları-
nın, ve bütün bunların yaşamsal temsilcilerinden reklam medyasının kârlı çıkmasına
ayarlanıp durmaktadır. Piyasalar toplumun işleyiş hızını arttıracak ve bu ritmi doğal-
laştıracak, üretilenlerin hızla eritilmesini sağlayacak sonsuz bir uğraş içinde gündelik
hayatın en küçük, en sıradan ayrıntılarını yeniden katmerlendirerek ele alarak, yeni
gereksinimlerle sarmalayarak meta üretimine aralıksız konu etmektedir. Kolaylık,
özgürlük, eğlence, konfor ve bir yaşam kültürünü temsil eden çalışkan kapitalist üre-
time şükredilesidir. Bireyler sıkı iş bölümünde, yalıtılmış çalışanlar olarak bulunduk-
ları birimlerde yalnızlaştırılırken- bunu koşullarındıran üretim ilişkileri şeyleşmek-
te- yaşamın ticarileşen, metalaşan her unsuru daha kolayca, kendinden kaynaklanan
konfor, özgürlük, rahatlık, kolaylık, insani temel ihtiyaç olarak sunulmaktadır. Yine
bir çok küçük örnekden biri, gündelik hayatın en doğal keyfi olmuş çay, süzen poşet-
lerde üretilip, çeşitlendirilerek sunulduğunda (bir sektör olduğunda) daha fazla me-
talaştırılmıştır, ve çay demleme güne hızla başlama gereğini kavramayan zaman iste-
yen bir zahmetli uğraşa dönüşürken yeniden tasarlanmış ürün hız, konfor, çeşitlilik,
tempoyu bozmadan keyif olarak sunulmuştur. Buna benzer yüzlerce ayrıntıya, gerek-
sindirmeye karşılık gelen, ürün ve hizmet yarış halindedir. Yine gıda endüstrisinden
bir örnek verilirse, otantik özellikleri bir kenara sıradan gündelik, tüketimi zorunlu
en temel bir besin olan ekmekten bir sektör doğmuş (kepekli, çavdarlı, tahıllı, cevizli,
zeytinli, soyalı, keten tohumlu, tuzlu, tuzsuz, diyet, vitaminli, tam tahıllı, ekolojik, vs.
gibi çeşitleriyle) ekmek lüks bir tüketim nesnesine dönüşmüştür. Hayatın tüm diğer
alanları da benzer şekilde ticari sektörlerin girişim alanları haline gelmiştir. Evlilik
törenleri organizyon firmalarının ellerinde ayrıntılara boğulmuş pahalı ticari pro-
düksiyonlara dönüştürülmüştür. Çeşitli konseptler oluşturulması, gelin ve damada
klasik dans ve belirlenen şarkıları söyleme dersleri verilmesi, fotoğraflarından kurulu
kısa bir film sunumu, kareografik düzenlemeler gibi tasarımlamalarla çok prova edil-
miş birer gösteriye dönüştürülmüştür. Bireyin içinde boğulacağı ayrıntılandırılmış/
dayatılmış gereksinimler, kendi içinde yeni ayrıntılandırmalarla yeni gereksinim kat-
manlarına ulaştırılarak hemen eşanlı çözümcül ürünleri imdada yetiştirilmektedir.
Her biri üretilen bir gereksinimin en küçük ayrıntısına adanmış teknolojik ürünler
özgürleştirme vaadleriyle insan özneyi giderek güçsüz, yetersiz bırakmaktadır (öte
yandan iş ortamında teknolojinin her an kullanılabilirliği, emeğin sömürüsünü de
150 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

sıradanlaştırmakta, meşrulaştırmaktadır. Teknoloji yorulmaz, geç saatlere kadar ça-


lışmak ve onun olanaklarına layık olmak gerekir).
Medyadan akan içerikler metalaşmanın ve ticaretin konusu olurken, medya bunu
artık doğrudan kendi adına yapma konumuna sıçramıştır. Küresel ortaklı bir medya
kuruluşunun küresel ortakları yardımıyla ürün pazarladığı doğrudan satış kanalında
binlerce indirimli, hediyeli ürün eğlenceli prodüksiyonlar eşliğinde 24 saat pazar-
lanmaktadır. Bütün bu ürünlerden bir düzine almak ve kullanmak için daha geniş
bir mekanda yaşamak ve hemen ertesi gün daha üst model olarak sunulan aynı tür
ürünlerin sahne alması ile kullanmadan eskiyeceklerini izlemek, her birini almaya,
kullanmaya para, emek, zaman harcamak gerekmektedir. Tüketim haklarını gerektiği
gibi aralıksız kullanabilsin, 24 saat tüketim yapabilsin diye, tek kişilik ya da çekirdek
aile izole yaşadığı evinde sürekli beslenme, her an tüketilmeye hazır sayısız yiyecek-
içeçekle dolabını doldurma konforuna kavuşturulmuş/koşullandırılmıştır. Bundan
yoksunluk hali düşünülemez bir (işe yaramazlık) çöküştür. Sürekli tüketmek konforu,
sürekli ve çeşitli teknolojik ıvır zıvır kullanma konforu, sağlık ve estetik endüstrisine
de yeni ufuklar açmıştır. Yalnızlaşma, yabancılaşma ve sert rekabetin üzerinden en
çok yürütüldüğü tükenmez bir meta alanı olan bedenin arzu nesnesine, her an sonsuz
emek isteyen bir ölüm- dirim (genç kalımlılık) konusuna dönüştürülmesi piyasaların
yaşam kaynağını oluşturmaktadır. Bedenin her ayrıntısı, durmadan üretilen-değişen
yüzlerce yeni suni gereksinimle kuşaltılmakta; endüstriler ve medya tarafından dur-
madan beden kabuğuna ilişkin günde, haftada, en çok ayda değişen tasarımlar fan-
tazilere bağlanarak pazarlanmaktadır. Bugün metroseksül erkek modasına ait tüke-
tim “trendy” iken, henüz ay geçmeden bu tarzdan maço metroseksüel erkek tüketim
trendine geçiş yaşanmaktadır. Bir tarzdan ötekine koşmak bireyleşmenin en görünür,
gösterişli biçimidir. Üstelik “yaşam tarzları, neredeyse bir gecede bütünüyle yok olabil-
mektedir. İnsanlar hurda yığınına atılmak istemiyorlarsa, yeni yetenekler kazanabil-
mek için çılgınca kapışmak zorundadır. İnsan kimlikleri kıyafetler gibi çıkarılmakta,
yeniden dikilmektedir. Beden durmadan yeniden biçimlendirilmektedir. Et, bir cese-
din pornografik anlamsızlığı içinde yok olup gideceği o ölüm anı akıllardan tümüyle
uzaklaştırılarak, göstergeye dönüştürülmektedir (Eagleton, 2006: 167-8). Kişisel eşya
olarak işlenen, maddi ve söylemsel tacizlerin odağı olan bedenlerin formunu koru-
mak gündelik hayatın en baskılı konusu haline getirilmiştir. Ancak gayri-insanî kent
planlamaları, çalışma ve yaşama koşulları, mekan tasarımları, ortak yaşam alanları,
hızlı akan gündelik hayatın baskıcılığı, tüketim, tüketime harcanan emek ve zamanın
yoğunluğu bu baskıyı daha da artırmaktadır. Kent içinde hemen ulaşılan, sık geniş
parklar, trafikten uzak gezinti ve oyun-spor alanları, geniş sokaklar, caddeler, kent içi
ormanlar, otomobillere yasaklı, ya da sınırlı geniş sokaklar, protesto gösterilerinin,
mitinglerin yapılabileceği ürkütülmemiş meydanlar ve bunlarla uyumlu çalışma ve
yerleşim alan uygulamalarının varlığı ütopya haline getirilmiştir. Yoran, baskılayan
gündelik hayat ritminin dışına çıkarak spor yapmak başlı başına enerji, planlama ve
giderek ciddi harcama gerektirmektedir. Tüm yaşam tarzı endüstrilerinin gözbebeği
lime lime metalaştırılan, kışkırtıcı rekabet aracı bedenlerimiz yine hem tüketen hem
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 151

yeni tüketim alanlarına sevkeden piyasalara havale edilir. İnsani mekanların kıtlaştığı
kentte tek kırılgan nesnesine zorunlu yatırım uğruna, içinde pahalı yeme –içme me-
kanları da olan spor merkezlerine ücretli üyelik, kıyafetlere harcama, özel otomobille
ulaşma, tüm bunlara para, zaman ve enerji ayırma zorunluluğu vardır. İş bölümünün
iyice derinleştiği, rekabet ve yalnızlaşmanın arttığı çalışma mekanlarında teknoloji-
nin hareketsiz kılan tasarım, yürütüm anlayışına uyumlandırılan hareketsiz bireyin
maddi gücü varsa diğer tüketim mekanlarında yeni tüketimlerle rahatlaması, ayıplı
bedenini forma sokmak, ve ayrıca yalnızlıktan uzaklaşmak için de spor merkezlerine
gitmesi ya da moda olduğu üzere kentte çoğalan latin ya da klasik dans kurslarına
yönelmesi başarıyla (ayrıcalık olarak) kişiselleştirilmiştir.
Gündelik hayatta yabancılaşma yalnızca işyeriyle sınırlı değildir, önemli ya da
önemsiz görünen her nokta üretimhanesi durumundadır. Piyasa toplumu olmanın,
ve giderek şeyleştirilen kişisel rekabet söyleminin gereği olarak bireyin ötekinden,
kendi benzerlerinden bile uzaklaşma, parçalanma, yalıtılmışlık hali ifadesini yaşa-
nılan mekanların dönüştürümünde de bulur. Dayanışma biçimleri yeni kapitalistik
sektör haline gelen gündelik hayatın programına çok uymamaktadır. Çalışma hayatı
gündelik hayatın en önemli dilimini oluşturan, insani ilişkilerin geliştirilmesine, da-
yanışmacı ilişkilere zaman ve mekan bırakmayan bir biçimde örgtülenmişken; çok
parçalanmış bir taşraya dönüşen kent buna izin vermeyecek bir düzenlenme için-
de, tamamen rantsal ticari bir mekan olarak tasarlanmışken; varolmak için çalışmak,
tüketebilmek için yalıtılmışlık, katı bireysel rekabet koşullarında ve ötekini dışlayan
bir biçimde bir döngü tutturmak giderek dış dünyayı yabancı, kazanımlarına yönelik
tehdit olarak algılamayı da beraberinde getirmektedir. Herkesin olabildiğince ken-
di maliyetini azaltmak, tüketim haklarının peşinden gitme programına uygun dav-
ranmak üzere çalışma hayatına katılma zorunluluğu yabancılaşmaları derinleştirir,
ilişkilere olanak ve enerji bırakmazken, evler de giderek güvenlik çemberine alınan
korunma, izolasyon alanlarına dönüştürülmüştür. Dışarda artan yabancılaşma, dışla-
ma, dışlanma, rekabet, kışkırtılmış arzular, vaatler, eşitsizlikler giderek daha güvenli
alanlara çekilmeye, kendi konforunu gözlerden korumaya yöneltmektedir. Örneğin,
90’larda gelişen sektörlerden biri de kapı sektörüdür. Oturulan mekanların kapıları,
hızla çeşitli (Kayseri kapı, Amerikan kapı vb.) tarz ve tasarımlarda üretilmiş çelik ka-
pılarla değiştirilmiştir. Evler, içindeki eşyalar, insan öznenin onlara layık olabileceği
gibi bir tarzda (arzu edilmesi gerekenlerden) seçilmiş olmalıdır. Giderek “insanlar
kendilerini metalarında tanımaktadırlar, ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerin-
de, içten katlı evlerinde, mutfak donatımında bulmaktadırlar” (Marcuse, 1986: 29).
Tüketimci kapitalizmin gereklerine göre örgütlenen gündelik hayat, bu yaşam tarzla-
rını olağanlaştırır, haklılaştırırken arkasındaki iktidar ilişkilerini de giderek daha az
anlaşılır ve kavranır hale getirmektedir. Marketler, oyuncakcılar, alışveriş merkezleri,
internet kafeler, AVM’lerde bir köşeye sıkıştırılmış ticari tek tip çocuk oyun salonla-
rı özgürlüğünden (temiz, açık havada, alabildiğine koşmak, çığlık atmak, oynamak,
diğer çocuklarla buluşmaktan) yoksun bırakılan çocukların para sarfedilerek dar me-
kanlara kapatılışlarını hiç farketmemeleri için yapılan devasa kiç oyuncak ve eğlence
152 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

sektörünün beslendiği bir planlamadır. Ancak tüm mekanların, kamusal alanların


düzenlenmesi piyasaların arzularına uygun öylesine yapılmıştır ki, bu güçlü, yaygın
mantığı benimseyecek (şiddetli itirazı abartılı, kişisel mızmızlık bulacak) ve göreceli
bir mutluluk elde edişle avunacak gibi olmamızı kolaylaştırır.
Gündelik hayat içinde verili toplumsal sistemin nimetlerini öne çıkaran ve in-
san öznenin yabancılaşmasını derinleştiren tüketimci kapitalizmin ortaklaşım için-
de olduğu araçlar reklam, pazarlama ve eğlence medyasıdır. Medya hergün yaşam
tarzı haberleri ile (ve ana sayfada bireysel haz ve trajedilere odaklanan magazinsel
haberleriyle), sayısız ekleriyle, reklamlarını ve pazarlamasını yaptığı çok çeşitli ürün
ve hizmetlerle gündelik hayatın içinde yalnızlaştırılmış bireye rehberlik edişiyle kut-
lanmayı beklemektedir. “Medya bir iktidar aracı olmasının yanı sıra sanatı, estetiği,
kültürü, yaşam biçimlerini oluşturan bir güç haline gelmiştir bugün. Popüler müzik-
ten, çizgi filme kadar uzanan alanlardaki ürün çeşitliliğinin arka planında “kültürün
demokratikleşmesi” değil, seri üretimin, değerlerin ve davranışların standartlaştırıl-
masının mantığı yatmaktadır”(Çabuklu, 2003:18). Metanın kutsayıcıları reklam sek-
törüne bakıldığında özgürlüğe adanmış siyasi mesajları dahi parodileştirmiş metaın
sarıldığı ambalaj atığına dönüştürerek arkasındaki zorlu geçmişi bayağılaştırmaktan
kaçınmamıştır: “Özgürlük verilmez alınır” yazısının ardından (ne geleceği tahmin
edilecek gibiyken) 4x4 iri kıyım bir pikap görünür. Bir başka dev reklam panosunda:
“İndirim hakkımız kısıtlanamaz. Ya indirim, ya indirim! Seçenek özgürlüğü herkesin
hakkı! Bizce de 308 mağaza ile seçenek özgürlüğü Ankamall’de! %75’e varan indirim
kampanyaları Ankamall’de”. Dışlanmış bir siyasi söylem parçaçıklarını metalaştıra-
rak, izlenecek yaşam tarzının, gündelik döngüye en uygun verili düzenin haz ve be-
cerilerine giden stratejileri tekrarlar. Sokaktaki birey ise eleştirmenin araçlarına sahip
olamamayı, duruşsuzluğunun gerekçesini, cılız bir itirazın ağızda titreşmesini gizler-
cesine söyle(ni)r: “Burası Türkiye!”

Sonuç

Bu çalışmada (kaotikleşen, durmadan hızlanan, eser miktarda boşluk bırakma-


dan ticarileşmeye, metalaşmaya kucak açan) nesneleşen gündelik hayatın, sıradan,
alışılmış, tekrarlanıp duran, giderek ve kendinden başka birşeyle ilişkili görünmeyen,
katmerlendirilen “janjanlı” tüketim nesnelerinin ve arkasındaki otoriter bilincin (üre-
tim ve tüketim ilişkilerinin bilincini gizleyerek) gündelik hayatı ele geçirişine ilişkin
izler sürülmeye çalışılmıştır. Herşey her kanaldan gündelik hayatın, hemen tüketilen
bir nesnesi olmaya akıtılmaktadır. “Gündelik hayata ait her şey hafif, yadırganmayan,
erişilebilir bir görüntü sergiliyor. Şeylerin ve ilişkilerin ağırlığı olmayan, uçucu işaret-
lere dönüştüğü bir dünyada gündelik hayatın reel zemini ortadan kalkıyor” (Çabuklu,
2003:29). Böyle herkesin çeşitli hız düzeylerinde düşmeden koşmaya çalıştığı, bugü-
ne ilişkin zaman ve mekan algısının kaydığı, herşeyin çok parçalı, ilişkilendirilmeleri
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 153

güç, kaygan zeminlerde, bağları kopuklaşmış akıştığı, verili sistemin otoriter yüzü-
nün baskıladığı, baskılarken yalnız bıraktığı kaotik görünen ortamda politikanın ko-
nuşacağı, ilişkileneceği sağlam bir zeminin kalmadığı düşünülebilir. Gündelik hayat
bu düşünceyi üretmeye yaslanmaktadır. Tüketimci kapitalizmin agresif stratejilerinin
yarattığı ürküntü bu ağır durumun zeminine durmadan form vermektedir. Öte yan-
dan hemen vurgulamak gerekir ki “gündelik hayatımız kendisini oluşturan nesneler,
mekânlar ve simgesel anlamlar siyasetle bağlantısız gözükse de verili toplumsal siste-
min temel aldığı değerlerin kabulüne yönelik düzenlenmiştir”(Oskay, 1989: 7). Gün-
delik hayat yaşadığımız, benimsettiği hayat tarzını, başkalarının yaşantılarını hoşnut
olsak da olmasak da haklılaştırır. Bizi buna kendi ayaklarımızı kullanarak götürür. O
nedenle yabancılaşma olgusunu çözümlemek için “siyasal hayat alanı ile örtüşen gün-
delik hayatın içinde yaşanan ve haklılaştırılan iktidar ilişkilerini anlamak için üzerin-
de önemle durulması gereken bir kültürel/siyasal inceleme alanı olmuştur “(Oskay,
1989:9). Bunun için politik ve toplumsal kurumların, yapıların, stratejilerin de çö-
zümlenmesini içeren bir gündelik hayat eleştirisini tasarımlamak gerekmektedir.
Türkiye’de 80’lerden başlayarak gündelik hayat söyleminin yükselişinin gerisinde
otoriter rejimin bıraktığı zemine yerleşen yeni sağ yönetimlerin ve neo liberal politi-
kalarının uygulanım stratejilerinin (ve kapitalist küreselliğin politika taşıyıcı kurum-
larının uyumlandırma anlayışının) gerilimli toplumsal dönüşüm politikaları uzanır.
İçi boşaltılarak yeni, nesnelleştirilmiş bir istikamete ayarlı dar siyasal zeminde kamu-
sal alanın dağılması ve toplumsal ayrıştırmalarla ilerleyen karmaşık ilişkiler düzeyin-
den çalışan yeni sağ, otoriter ve ışıltılı (piyasacı, kaynak dağıtıcı) bir söylemle coşkun-
laşmıştır. Devletin baskıcı yüzünü öne çıkarsa da gücünü, “katı bir ideolojinin kitleler
üzerindeki hegemonyasından çok baskı ve gündelik yaşamın zorlamalarının yanı sıra
toplumsal parçalanmışlığın yol açtığı alternatifsizlik”ten de almıştır. Yeni sağ ve neo
liberal politikalarının “başarısı sisteme karşı tutarlı ve bütünsel alternatiflerin oluştu-
rulmasını engellemesidir” (Özkazanç, 2007:52). Önceki zor rejiminin düzlediği siyasi
zeminde politik özne kamusal alandan kapı dışarı edilir, kamusal alan çökertilirken
yeni sağ zihniyet bu uygun zeminde piyasa toplumunun yükselişini yeni, parlak bi-
reysel fırsatlar alanı olarak sunmuştur. İçi boşaltılmış, siyasetten soğutulmuş, muha-
lif, muhtelif temsil edici siyasi hareketlerin belirmesine alan bırakılmamış gerilimli
bir toplumsal alanda yerleştirilmeye çalışılan kapitalist ekonominin ellerinde, gün-
delik hayat tüm boşlukları doldurmak, yeni görkemli yabancılaşmaları yükseltmek
üzere soğutulmuş alanların üzerine parlamıştır. Şimdi artık gündelik hayat tüketimci
kapitalizmin kontrolünde tamamen manipüle edilmiş durumdadır.
Gündelik hayatın uyumlandırıcı söylemleri, mevcut toplumsal hayatın ağır çeliş-
kilerini, eşitsizlik ve açmazlarını mistifiye edici işleyiş mantığının çözümlemek ya da
daha iyisi yeni bir toplum tasarımı için mevcut olanın karmaşalı bilgilerine ulaşmak
hedeflenecekse gündelik hayatın tesadüfi, kaçılmaz görünen programını çözümle-
mek gerekmektedir. Herşeyi (istemli, yarı istemli ya da istemsizlikleriyle) en çok es-
neten, olduğu yerine en çok hapseden kaotik gündelik hayatı, orada üretilen yaşam
tarzlarını, her yere, şeye sinen yabancılaşmaların kaynağını, çeşitliliğini, imkanlarını,
154 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

yakınlaşma olanaklarını, haklılaştırılan bağımlılık ve iktidar ilişkilerini, tüketimin


sıradanlaştırılmış otoritesini, alışılmışlıkların arkasındaki dolaysızlık düzlemlerini
yakından izlemek ve tüm ilişkisel boyutları ile çözümlemek gerekmektedir. Günde-
lik hayat incelemesi toplumsal üretim ve değişimin stratejik alanı olacaksa, iktida-
rın orada nasıl kaygan, çok yüzlü, dolaylı, eklektik formlarda işlediğini, toplumsal
farklılıkların, farklı çıkarların mesafeli ve gerilimli koşullarını kavramanın önemini
ve güçlüğünü, hiçbir şeyi dışlamayan bir çözümlemeyi zorunlu kıldığını göze almak
gerekmektedir. Gündelik hayatın söylemlerini, oradaki toplumsal parçalanmışlıkları,
mistifiye edilen doyumsuz piyasanın hangi stratejilerle işlediğini, sıradanlıklar içinde
akışan iktidar ve tahakküm ilişkilerinin farklı görünümlerini çözümlemek, karşılaştı-
ğı farklılıkları indirgemeyen, çok katmanlı bir toplumsal proje adına en temel bir baş-
lama noktasıdır. “Her şeyin eninde sonunda ifadesini tüketimde bulduğu gündelik
hayata ilişkin göstergelerin deşifre edilmesi anlamlarının boşaltılması, hicvedilmesi,
skandalize edilmesi”,(Çabuklu, 2003:30), teşhir edilmesi gibi çeşitli çabalar da bu çok
katmanlı eleştirel çözümlemelerin sonuç almaya yönelik bazı pratikleridir. Bütün
bunlardan yola çıkılarak mutlak söylenmelidir: “Gündelik hayatın eleştirel çözüm-
lemesi ideolojileri açığa çıkaracaktır; gündelik hayat hakkındaki bilgi ise, ideolojik
bir eleştiriyi ve sürekli bir özeleştiriyi kapsayacaktır”( Lefebvre, 2007:39). Gündelik
hayat eleştirisinden beklenenlerle birlikte, umut ve imkanları sürdürmek için söyle-
nirse: “İnsanların itaat etmesini sağlamada maddi etkenlerin ideolojik etkenlerden
daha önemli bir rol oynadıkları iddiası, belirli bir hakikat payı taşır. Ayrıca halkın
bilincinin, egemen ideolojik değerlerin itaatkâr birer örneklenimi olmaktan çok uzak
olduğu ve oldukça önemli açılardan bu değerlere aykırı düştüğü de kesinlikle doğru-
dur “(Eagleton, 2005: 71). Buna göre de Eagleton’un vurguladığı gibi insanlar kendi-
lerinden isteneni yapıyor, öyleyse yaptıklarına dair ne düşündüklerinin önemi yok
demek olanaklı değildir
Bu çalışma da 80, 90’larla birlikte tüketim kültürünün gündelik hayatı ele geçir-
me, kılcal dokularına kadar parselleme ve programlama hedeflerini gündelik tüketi-
min parçası kılınan sıradan ayrıntılar ve onların bağlantılarında izleme çabasından
ibarettir.Herşeyi gündelik hayatın önemsiz bir parçası olmaya indirgeyen medyanın
piyasanın kurucu bir gücüne dönüşerek gündelik hayatın ticari (siyasi) söylemlerinin
en önemli üreticisi, metalaştırıcı ve nesneleştirici temsilcisi konumuna yükselişi de,
süreçteki rolüne ilişkin örnekler üzerinden ifade edilmiştir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Yeni piyasa toplumu ve değişen gündelik hayat 155

KAYNAKÇA

Bratsis, P. (2007). “Everyday life as object and as method; or, can Henri Lefebvre save us from political
science?” Everyday life in world politics and economics konferansında sunulmuş bildiri. Centre for
International Studies, LSE 11 May, 2007. www.lse.ac.uk/collections/CIS/programmeconference2007.htm
(Erişim: 6 Kasım 2008)

Davies, M. (2007). “Works, products, and the division of labour: Notes for a cultural and political economic
critique”. Everyday ife in World Politics and Economics konferansında sunulmuş bildiri. Centre for
International Studies, LSE 11 May, 2007. www.lse.ac.uk/collections/CIS/programmeconference2007.htm
(Erişim: 6 Kasım 2008)

Law, A. (2007). “The critique of everyday life and cultural democracy”. Variant, issue 29, Summer 2007 (J.
Roberts, 2006, Philosophizing the everday: Revolutionary practice and the fate of cultural theory, Pluto
Press, üzerine makale) http://www.variant.randomstate.org/29texts/law29.html (Erişim: 22 Ekim 2008)

Mc Namara, L. (t.y.). “Michael E. Gardiner (2000) in critiques of everyday life”. (NY, London: Routledge)
http://www.culturemachine.net/index.php/cm/article/viewArticle/230/211 (Erişim: 21 Ekim 2008)

Andreas, A. (2007). “Cave! Hic everyday life: Repetetion, hegemony and the social” May 11, 2007, London.
Everyday life in world politics and economics kongresinde sunulmuş bildiri. Centre for International
Studies, LSE 11 May, 2007. www.lse.ac.uk/collections/CIS/programmeconference2007.htm (Erişim: 6
Kasım 2008)

Debord, G. (1961), “Perspectives for conscious changes in everyday life”. (çev: K.Knabb, Situationist
International Anthology). Güncellenmiş baskı, 2006. http://www.bopsecrets.org/SI/6.everyday.htm (Erişim:
19 Ekim 2008)

Schilling, D. (t.y.). “Everday life and the challenge to history in postwar France Braudel, Lefebvre, Certau”.
http://muse.jhu.edu/journals/diacritics/v033/33.1schilling.html (Erişim: 19 Ekim 2008)

Lefebvre, H. (2007). Modern Dünyada Gündelik Hayat. (çev: I. Gürbüz). İstanbul: Ayrıntı.

Boratav, K. (2000). Yeni Dünya Düzeni Nereye? Ankara: İmge.

Boratav, K. (2005). Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002. Ankara: İmge.

Gürbilek, N. (2004). “Yakın taşra”. Kötü Çocuk Türk. (s.135-140). İstanbul: Metis.

Eraydın, A. (2006). “Mekansal süreçlere toplu bakış”. Içinde: A. Eraydın (der.). Değişen Mekan, Mekansal
Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalara Toplu Bakış: 1923-2003 . (s. 25-67). Ankara: Dost.

Brown, B. (1989). Marks, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi. (çev: Y. Alagon). İstanbul: Ayrıntı.

Oskay, Ü. (1989), “Modern topumlarda gündelik hayatın sistemle bütünleşmemiz ve birey olamayışımız
açısından önemi”. (içinde önsöz: B. Brown. Marks, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi. (çev. Y. Alagon). (s.7-
13). İstanbul: Ayrıntı:

Eagleton, T.( 2006). Kuramdan Sonra. (çev. U. Abacı). İstanbul: Literatür.

Eagleton, T. (2005), İdeoloji. (çev. M. Özcan). İstanbul: Ayrıntı.

Baudrillard, J. (2004). Tüketim Toplumu. (çev. H. Deliçaylı, F. Keskin). İstanbul: Ayrıntı.

Mutlu, E. (2005). Globalleşme, Popüler Kültür ve Medya. Ankara: Ütopya.

Özkazanç, A. (2007). “Refah devletinden yeni sağa: Siyasi iktidar tarzında dönüşümler”. İçinde: A. Özkazanç.
Siyaset Sosyolojisi Yazıları, Yeni Sağ ve Sonrası. ( s. 15-56). Anka,ra: Dipnot.

Özkazanç, A. (2007). “Türkiye’de siyasi iktidar tarzının dönüşümü”. İçinde: A. Özkazanç. Siyset Sosyolojisi
156 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gülcan Seçkin

Yazıları, Yeni Sağ ve Sonrası. (s.57-112). Ankara: Dipnot.

Çabuklu, Y. (2003). “Gündelik hayat ve anarşi”. İçinde: Y. Çabuklu. Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde. (s.27-
30). İstanbul: Metis.

Çabuklu, Y. (2003). “Medya küreselleşirken”. İçinde: Y. Çabuklu. Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde. (s.16-18).
İstanbul: Metis.

Fox, J. (2002). Chomsky ve Küreselleşme. (çev: E. Kılıç). İstanbul: Everest.

Gürbilek, N. (1993). Vitrinde Yaşamak, 1980’lerin Kültürel İklimi. İstanbul: Metis.

Marcuse, H. (1986). Tek Boyutlu İnsan, İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine Eleştiriler. (çev: A.
Yardımlı). İstanbul: İdea.

Köyatası, M. (2006, 13 Mart). “Düğün deyip geçmeyin”. Akşam.


İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 157

Gündelk Yaşamda Çn Malları

Derya Nacaroğlu1

ÖZET

Bu çalışma; gündelik yaşam içinde yer alan alışveriş ediminde Çin mallarının nasıl bir yere sahip olduğunu,
ekonomik ve sosyolojik hangi gereksinimlere yanıt verdiğini tartışarak, değişen dünya düzeninde pek çok gün-
delik pratiğin değiştiği gibi alışveriş alışkanlıklarının da bundan payını aldığı öngörüsünü kanıtlamaya çalış-
maktadır. Bu amaçla gündelik yaşam deneyimleri ve gözlemlerden yola çıkılarak; medyaya yansıyanlar, ilgili
kuruluşların raporları ve daha önce yapılmış araştırmaların ışığında amprik ve teorik verilerden yararlanıl-
mıştır. Bu ürünlerin gündelik yaşamın içine nasıl yerleştiği, tüketim kültürünü nasıl etkilediği, ekonomik ve
sosyal yaşamdaki yansımaları tartışması ışığında tüketim toplumları için yeni bir olgu olarak ortaya çıkan Çin
mallarının alışveriş ve tüketimde yarattığı yeni durum değerlendirilmiştir.

Anahtar sözcükler: Çin malları, tüketim, gündelik yaşam.

Chınese Goods ın Everyday Lıfe


ABSTRACT

This paper tries to prove the prediction of what the place of Chinese goods within the act of consumption in
everyday life is, by discussing what economic and sociological needs these goods meet in the changing world
order, just like many changing everyday practices and that how shopping habits also get their share out of it.
For this purpose, empirical and theoretical data have been used, considering everyday life experiences and
observations; what reflected in the mass media, the reports of the relevant institutions and in the light of the
research carried out before. How these goods have taken roots in everyday life, and how they influenced the
shopping habits, in the light of the discussion of their reflection in economic and sociological life, and the new
situation created by Chinese goods as a new phenomenon on shopping and consumption for the consumer
societies has been assessed.

Keywords: Chinese goods, consumption, everyday life.

1 Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü


158 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu

Giriş

Gündelik yaşam denildiği zaman pek çok başlığın yanı sıra belki de akla ilk ge-
lenlerden birisi, çoklukla ihtiyaçların belirlediği ya da belirlemesi gerektiği, sosyal,
ekonomik ve kültürel bir çevrenin içinde gerçekleşen alışveriş alışkanlıklarıdır. Tü-
ketim kültürü ekseninde bir yandan yaşantılanmakta olan tüketim geleneği, tarzı ve
biçimi bu alışkanlıkları tanımlarken; öte yandan pazar ekonomisinin egemen oldu-
ğu ve ileri ya da post-modern dönemi yaşayan toplumlarda farklılaşmaya başlayan
bir olgunun da değişen içeriği olarak alışveriş döngüsü ile karşılaşılmaktadır. İçin-
de kendi değerlerini, normlarını, yaşam tarzını ve ekonomisini barındıran tüketim
kültürü, esasen alışveriş kültürünü de içerimlemektedir. “Toplum bireylerinin ço-
ğunda egemen olan bir tüketim tarzı ile birlikte tüketim toplumunun inşaı da böyle
geçekleşmektedir”(Orçan; 2004:19).
Baudrillard (2004); Tüketim Toplumu adlı eserinde tüketimin artık güncel yaşa-
mın ahlakı haline geldiğini belirterek; kitle iletişim araçları ve özellikle televizyon
tarafından aşırı şekilde desteklenen nesne bolluğunun korkutucu ya da edepsiz dün-
yasının hepimizi tehdit ettiğini söylemekte ve şöyle devam etmektedir: “tüketimin
yeri gündelik yaşamdır”(28). Bireysel harcamaların hızla artmasıyla oluşan tüketim
toplumunda, nesneler insanı mutluluk göndergeleriyle ruhen ve bedenen teslim al-
maktadır artık.
Nesnelerin insan ruhunu teslim almasına ve alışveriş kültürünün yaygınlaşmasına
hizmet eden en önemli gelişmelerden biri dünyada ekonomik alanda yaşanan deği-
şimler olmuştur. 1980’li yıllardan itibaren gözlenen bu değişimler, mal ve hizmetlerin
dolaşımının hızını artırmış ve sınırları ortadan kaldırarak küresel bir alışveriş dün-
yasının kapılarını insanlara açmaya başlamıştır. Ekonomide serbest piyasa koşulları-
nın geçerli olmaya başladığı, deregülasyon ortamında tam rekabet ve kâr güdüsüyle
hareket edilen bir düzen oluşmuş, mal ve hizmetler hızla çeşitlenmeye ve çoğalmaya
başlamıştır. Tüketimi hızlandıran teknolojik iletişim ve etkileşim imkânlarının da
katkısı ile insan türünün ekolojisinde temel bir dönüşüm oluşturan bir tüketim ve
bolluk gerçekliği ile karşı karşıya kalınmıştır. Türkiye de Dünya’daki ekonomik değiş-
melerden payını almış, küresel ekonomik hareketlerin ülkedeki yansımaları çok hızlı
gerçekleşmiştir. Nitekim 2000’li yıllara gelindiğinde Dünya ticaret hacminin bugün
büyük bir bölümüne sahip olan Çin Halk Cumhuriyeti, Türkiye pazarında ciddi bir
yer edinmeye başlamıştır. Kısaca “Çin malları” adı altında ifade edilen pek çok eşya ve
ürün 2004 yılı sonlarına doğru bir çok sektörü istila etmeye başlamıştır (Çetinkaya;
2005,18).
Ankara Ticaret Odası’nın bu konuda yaptığı araştırma bu malların yaklaşık 30
sektörü tehdit edecek düzeyde ülke içine yayıldığını göstermektedir (http://atonet.
org.tr; Tempo,2008/Ağustos). Pek çok sektörde tüketici kullanımına sunulan mal ve
ürünler, kısa sürede tüketici alışkanlıkları ve alışveriş kültürüne ilişkin yeni bir açı-
lım doğurmuştur. Tüketicilerin kendileri bile bu sürecin birer aktörü olmakla birlikte
varolan durumu şaşkınlık ve kaygı karışımı bir psikoloji ile izlemeye başlamışlardır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Güdelik yaşamda Çin malları 159

Piyasanın ürün çeşitliliğine her geçen gün yeni bir şey daha eklenmekte, üstelik iç
piyasanın sunduğu fiyatlarla kıyaslanamayacak ölçüde ucuz fiyatlara mal ve ürünler
tüketicilere sunulmaktadır. İlk kez kilitlerle ülkeye giren mallar; iğneden ipliğe her
alanda tezgâhlarda ve vitrinlerde yer almaya başlamıştır. Yerli sanayii de tehdit edecek
boyuta varan bu durumun diğer yansıması; uygun fiyata istediği ürünü edinebilen
mutlu tüketici görüntüleri olmuştur. Hal böyle olunca, söz konusu mallara rağbet
artmış, “nur artık bitpazarına değil” sosyete pazarlarına yağmaya başlamıştır.
Toplumun ihtiyaçlarını giderme ya da az para ile çok alışveriş yapma potansi-
yel duygusunu, Çin malları karşılamıştır ve halen bu görevini sürdürdüğü gözlen-
mektedir. Yarattığı görece bolluk ve çeşitlilik görüntüsü ile gündelik hayatta bireylere
sağladığı “rahatlık” atmosferi, fiyatların uygunluğu ile de perçinlenmektedir. Bu du-
rumdan siyasal iktidar da kendine pay çıkarmakta, toplumun yaşadığı bolluk atmos-
ferinin aktörü olarak kendisini konumlamakta, her şeye kolayca ve ucuza ulaşabilen,
mutlu ve memnun halk görüntüsü onun da işine gelmektedir.
1990’lı yıllardan itibaren serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşme ile birlikte
artan mal ve hizmet çeşitliliği; yaşamın ayrılmaz popüler pratiklerinden biri haline
gelen alışveriş eylemini farklılaştırmıştır. Özellikle 2000’li yıllarda hayatımıza giren
Çin malları ile bu farklılaşma daha belirginleşmiş, alışveriş kültüründe önemli bir
dönüşüm yaşanmıştır. O güne değin alışverişi edimini ekonomik alım gücünün bü-
yük oranda belirlediği, çeşit ve seçeneklerin sınırlı olduğu, fiyat yelpazesinin günü-
müzdeki gibi farklılaşmadığı, satın alınacak mal ve ürünlerin kendine özgü teşhir
alanlarının olduğu bir ortam mevcut iken bugün bunların tam tersi bir durum söz
konusudur. Bireylerin yaşam standartlarında, ekonomik refah düzeylerinde belirgin
bir yükselme olmamasına karşın alışverişte yaşanan hareketlilik dikkat çekicidir. El-
bette bunun, bütün dünyada yaşanan ekonomik gelişmeler ve küreselleşme ile birlik-
te sürekli şekilde önerilen, yükselen bir değer olarak sunulan tüketimin özendirilmesi
ve bunu teşvik eden kapitalist politikalarla yakından ilişkisi vardır. Çin ekonomisinin
büyüme atılımıyla eş zamanlı olan ve bütün dünyayı saran Çin malları yaygınlığı sözü
edilen gelişmelere eklemlenmiş ve onu besleyen bir olgu olarak karşımıza çıkmakta-
dır. Bu makale; gündelik yaşamın bir parçası haline gelen alışveriş alışkanlıklarının
Çin malları ile nasıl değiştiğini, toplumun ihtiyaç ve beklentilerinin bu değişimdeki
rolünü alışveriş kültürü ve gündelik yaşam söylemi üzerinden sorgulamayı amaç-
lamaktadır. Bu sorgulama yapılırken Çin mallarına ilişkin olarak yapılmış haber ve
araştırmalar önemli bir veri kaynağı olmuş, gündelik yaşamın kullanım alanlarına
yerleşen Çin mallarının nitelik, kalite, estetik ve diğer özellikler bakımından tüketi-
ci açısından performansı ve yeterliliği de tartışılmıştır. Hem tüketiciler, hem de Çin
mallarının satışa sunulduğu iş yeri sahipleri tarafından öncelikle ekonomik, ardından
da sosyal ve kültürel olarak hızla benimsendiği gözlemlenen Çin mallarının, makro
ölçekte dünya üzerindeki etkisi, mikro ölçekte ise gündelik yaşam içindeki yeri yeni-
den düşünülmeye sunulmuştur.
160 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu

Yöntem

Bu çalışmada; özellikle 2000’lerden sonra gündelik yaşamın önemli bir öğesi hali-
ne gelen ve son yıllarda her alandan çok çeşitli ürünle tüketicinin kullanımına sunu-
lan, neredeyse hemen her gün farklı bir haber ya da bilgisiyle karşılaşılan Çin Malları
konu edinilmiştir. Piyasada özellikle tekstilden oyuncağa, zücaciyeden (mutfak eşya-
ları) bujiteriye (takı ve süs eşyaları), kırtasiyeye, saraciyeye (deri ürünleri) kadar çok
farklı sektörlerde pek çok ürün tüketiciye sunulmaktadır. Daha çok orta ve alt gelir
grubu için üretildiği duygusu uyandıran Çin çıkışlı bu mallar; Sosyete pazarları, Bir
Milyoncular ya da Japon pazarı gibi değişik adlar altında alışveriş yerlerinde sunula-
rak, insanların ihtiyaç duydukları her şeye ulaşabildikleri, bolluk duygusunun tatmin
edildiği, aradıkları pek çok ürünü görece kalitelilik ve estetik değerle bulabildikleri
bir alışveriş düzeni oluşturmuştur. Bu süreçte üst gelir grubu tüketiciler ise pek çok
ünlü markanın Çin yapımı versiyonlarıyla büyük alışveriş merkezlerinde karşılaşma-
ya başlamışlar ve onların hayatına da Çin işi mallar farklı bir konseptte girmeye başla-
mıştır. Çalışmada; gündelik yaşamın içinde gelişen, bir yandan da gündelik yaşamın
yeniden ürettiği Çin malları ile alışveriş ve tüketim; gözlem ve incelemelerden elde
edilen veriler eşliğinde bir durum değerlendirmesi ve olay incelemesi olarak sunul-
maktadır. İnceleme, daha çok bu malların satışa sunulduğu alışveriş mekânlarında
yapılan gözlemlere ve bu konuda medyaya yansımış haber ve araştırmalara dayan-
dırılmaktadır. Bu çalışma; gündelik yaşam alışkanlıkları içinde yer alan alışveriş edi-
minde Çin mallarının nasıl bir yere sahip olduğunu, ekonomik ve sosyolojik hangi
gereksinimlere yanıt verdiğini tartışarak, değişen dünya düzeninde pek çok gündelik
pratiğin değiştiği gibi alışveriş alışkanlıklarının da bundan payını aldığı öngörüsünü
kanıtlamaya çalışmaktadır.

Analiz ve değerlendirme

Dünya ekonomisinde Çin’in varlığı


1980’lerden itibaren dünya küreselleşmeye başlarken özellikle 20. yüzyılın son
çeyreğinde ortaya çıkan liberalizasyon ve dışa açılma atılımlarıyla Çin Halk Cum-
huriyeti de uzak doğudan yüzünü göstermiş, bugün dünya ekonomisini ciddi bo-
yutlarda etkilemeye başlamıştır. Dünya nüfusunun önemli bölümünü barındıran
Çin, gerçekleştirdiği sosyal reformlarla da dikkatleri çekmiştir. Yaklaşık 1.3 milyar
nüfus ve 1000 USD kişi başı milli geliriyle Çin, dünya ticaretinde ABD, Almanya,
Japonya ve Fransa’nın ardından beşinci sıraya yükselmiştir (http://english.people.
com.cn). “Neoliberalizmi ve kapitalist küreselleşmeyi doğal bir düzen, evrensel bir
gerçek ve/veya modernleşmenin son durağı gibi kabullenen teslimiyetçi bir eğilim
söz konusudur. Neoliberalizm tüm dünyada küresel sermayenin talep ve ihtiyaçları
doğrultusunda uygulanan çok yönlü bir programa dayanmaktadır”(Kozanoğlu vd,
2008:9). Çin de ekonomik küreselleşmenin bir halkası olmaya aday olmuş ve bugün
dünya ekonomisinin önemli söz sahiplerinden birisi haline gelmiştir. “1985’e kadar
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Güdelik yaşamda Çin malları 161

çeşitli reformlarla kapitalizme hazırlanan Çin’de, bu tarihten sonra fiili hareketlenme


başlamıştır. Çinliler buna “kapitalizm” yerine “Çin Usulü Sosyalizm” adını verse de
yapılanlar kapitalist ekonomik modelle örtüşmektedir. Çin’deki hareketlilik şu anda
pek çok açıdan kural tanımaz biçimde gelişmektedir”(Tempo;2008).
Sermayenin ucuz üretim faktörleri, düşük vergiler, “deregüle” edilmiş piyasaların
bulunduğu mekânları tercih etmesi, haliyle hükümetlerin ekonomiye müdahale alan-
larını iyice daraltmıştır. “Doğu Asya ülkelerinin kalkınma başarılarının devlet strate-
jilerine, özellikle ihracat teşviklerine dayalı olduğu”(Kozanoğlu vd, 2008:60) düşünü-
lürse Çin’in bu anlamda Dünya ekonomisine etkisi daha iyi anlaşılabilir. Özellikle de
Türkiye gibi deregüle edilmiş piyasalarda bu etki daha yoğun yaşanmaktadır.
Büyüme ile bolluk kavramlarının bir tutulduğu bir dönemde Çin ekonomisinin
büyümesinin gelişmekte olan diğer ülkelerdeki yansıları (buna Türkiye de dâhildir)
bolluk ve çeşitlilik şeklinde görülmektedir. “Emek yoğun bir ülke olması, devletin
üreticilere desteği, ülkede sendikal hakların zayıf, ücretlerin, vergilerin ve girdi mali-
yetlerinin düşük olması, marka taklidi gibi önemli haksız rekabet unsurlarının varlığı
Çin mallarının maliyetini düşürmekte ve fiyat cazibesini artırmaktadır”(Çetinkaya,
2005:17-19). Bu durum gelişmekte olan ülkelerde Çin mallarının kalite ve estetik dik-
kate alınmaksızın tercih edilmesine ve her geçen gün bu çeşitliliğe yenilerinin eklen-
mesine yol açmıştır.
2001- Aralık ayında Çin’in Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’ne üye olması bu çerçe-
vede bir takım sınırlamalar getirmiş olsa da bunlar 2005-Ocak’ta kaldırılmıştır(http://
www.wto.org). Çin’de bu tarihe kadar örgüte üyeliğinden ötürü ticari ilişkilerde; “tek-
noloji taklidi yaparak genişletilen üretime izin verilmeyecek, çifte fiyat (içeride pa-
halı, dışarıda ucuz) engellenecek, tüm malların ithal ve ihraç hakları birkaç firmaya
değil tüm firmalara tanınacak, ithalat vergilerinde indirime gidilecek, yabancı ser-
maye firmaları ile yerli sermaye firmalarına eşit davranılacak”(Çetinkaya, 2005:18)
idi. Söz edilen bu sınırlamaların kalkması ve Çin’in dünya standartlarına geçmesi,
ithalat ve ihracatında büyük değişmeleri de beraberinde getirmiştir. Bu durum, ge-
lişmekte olan dünya ülkelerini olumsuz olarak etkileyebileceği gibi Çin’le ekonomik
rekabeti de güçleştirecektir. Şu an Çin’de her çeşit mal üretimi yapılabilmektedir. Bu
çeşitlilik içinde kalite yelpazesi de değişebilmektedir. Bugün bütün dünya Çin’de sipa-
riş üzerine mal yaptırmaktadır. 24 Kasım 2008 tarihli Milliyet gazetesinde Çin mal-
larına ilişkin olarak yapılmış bir haber Çin’in dünya ekonomisindeki yeri konusunda
önemli bir veri içermektedir. Dünya oyuncak pazarının büyüklüğünün 55 milyar do-
lar civarında olduğunu yazan haberde, Çin’in 8 bin civarında oyuncak fabrikası ile
dünya üretiminin %70’ini gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Bugün Amerika Birleşik
Devletleri’nde satılan oyuncakların %80’inin Çin’de üretildiği de yine aynı haber baş-
lığı altında yer almaktadır.
Çin’in sadece oyuncak değil pek çok farklı pazarda dünya piyasalarına girmiş ol-
ması Çin malı ürünlerde kalite kontrolünü önemli kılmaktadır. Çünkü ürün arzının
çokluğu kalite konusunda bazı şüpheleri de beraberinde getirmektedir. Avrupalı ve
162 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu

Amerikalı firmaların büyük bölümü Çin’den mal satın alırken satın alma acenteleriy-
le çalışmaktadırlar. Dahası çalıştıkları acentelerle işbirliği halinde kendi kalite kont-
rol ekiplerini de Çin’e göndererek kalite kontrolünü iki kez sağlamış olmaktadırlar.
Çin’den mal alırken çok büyük miktarlarda mal alma gerekliliğinin olmaması da her
ürünün kolayca ithaline olanak vermektedir. Çin’de yaşanan ve ürünlere yansıyan en
önemli sorun ciddi bir kalite kontrol sistemlerinin olmayışıdır. Bu da doğal olarak
ürünlerin kalitelerine yansımakta ve tartışmalara konu olmaktadır. Nitekim 6 Aralık
2008 tarihli Hürriyet gazetesinde de “Çok Tehlikeli Koltuklar” başlıklı haber yine Çin
malı ürünlerin kalitelerine ilişkin Fransa’dan gelen bir haberdir. Haberin devamında
da, içerdiği kimyasallar nedeniyle bazı cilt enfeksiyonlarına neden olduğu belirtilen
Çin malı koltuk, sandalye ve ayakkabı gibi ürünlerin ithalatının yasaklandığı yer al-
maktadır. “Dimetil fumarate” adlı toksik bir kimyasal madde içeren bu ürünlerle ilgili
benzer vakaların İsveç, İngiltere ve Finlandiya’da da görüldüğü belirtilmektedir. Ha-
berde İngiltere’ye ithal edilen 38 bin Çin malı koltuğun satışının durdurulduğu, Fran-
sa hükümetinin ise ithalatı yasaklamakla birlikte bu yasağın tüm AB üyesi ülkeleri
kapsaması için başvuruda bulunduğu da yer almaktadır. Görülmektedir ki Çin malı
ürünler Avrupa’da da her alanda yaygınlaşmakta ve çoğu kez gündelik yaşamı tehdit
edecek sağlık sorunlarını da beraberinde getirmektedir.

Türkiye Çin malları ile tanışıyor


Türkiye ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilere bakıl-
dığında; 2002 yılından sonra, özellikle de 2004’ün sonlarına varıldığında Türkiye’nin
ithalat hacminde ciddi boyutta bir artış gözlenmektedir. Ankara Ticaret Odası’nın
Çin malları ile ilgili yaptığı araştırma, malların Türkiye’ye girişinin kilitlerle başladı-
ğını, pek çok farklı alanda ortaya çıkan mallarla yaklaşık 30 sektörde Çin mallarının
yaygınlaştığını ve bu durumun yerli üretimi tehdit eder boyutta olduğunu göster-
mektedir (http://atonet.org.tr/yeni/index.php?p=1366&1=1.). 2005 yılından itibaren
Çin’e uygulanan kotaların kaldırılması, Çin’in senelerden beri izlediği politika çerçe-
vesinde devamlı olarak parasını devalüe etmesi, zaten ucuz olan işgücü ve maliyetle-
rin yanında bir de para birimini düşük tutarak dünya pazarlarındaki payını her geçen
gün artırmasına yol açmıştır. Türkiye de Çin için bu pazarlardan biri olmuştur.
Türk insanı, gündelik yaşam sürecinde “Made in China” ya da “Made in P.R.C”
damgalı mallarla 2003-2004’lerde tanışmaya başlamış ve Türk Lirasından henüz sıfır
atılmadığı zamanlarda “Bir Milyoncu” adı altında açılmış dükkânlar, tüketiciye bu
ürünlerin gözde sunum ve satış mekanları olmuştur. Dükkânların içinden kaldırım-
lara kadar taşmış olan her tür plastik, seramik, cam mutfak araç-gereci, oyuncaklar,
süs eşyaları, tekstil ürünleri, takılar, tokalar, kozmetik ürünler, çantalar, terlikler, kır-
tasiye araçları ve daha sayamadığımız birçok kalem mal ve ürünler; özellikle de eko-
nomik olarak alım gücü düşük, orta ve alt kesime adeta sınırsız bir dünyanın alışveriş
kapılarını ardına kadar açıvermiştir. Birbirinin aynı birçok ürün, marka ürünlerin
kötü taklitleri, ertesi gün dayanaksız hale gelebilen ama buna rağmen kolay satın alı-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Güdelik yaşamda Çin malları 163

nan kolay tüketilen ve rağbet gören Çin malları, tüketimi artırmış, gündelik yaşamın
her alanında kendine bir kullanım yeri bulmuştur. Ayrıca Gümrük Birliği nedeniyle
sonraki dönemlerde Avrupa Birliği’nden de Çin mallarının ülkeye girişi, iç piyasada
Çin malı ürün stokunu artıran başka bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ankara Ticaret Odası’nın 2004 yılında yaptırdığı Çin Malları Araştırması; ürün-
lerin çeşitliliği ve sektörel yelpazede nasıl bir yer tuttuğunu göstermektedir (http://
atonet.org.tr). Bu rapora göre piyasada satılan cep telefonu aksesuarlarının yüzde
80’i, elektronik cihazların yüzde 50’si, saraciye ürünlerinin yüzde 100’ü, oyuncakların
yüzde 80’i, bilgisayarların yüzde 50’si, hazır giyimin yüzde 50 ile yüzde 80’i, tıbbi ci-
hazların yüzde 50’si, klimaların yüzde 35-40’ı kırtasiye ürünlerinin yüzde 30’u, hedi-
yelik eşyaların ise yüzde 15-20 olan oranı Çin malıdır ve bu oranlar hızla artmaktadır.
Bu malların ucuzluğu ve aynı malın Türkiye’deki üretim maliyetlerinin pahalı olması-
nın Çin mallarına olan rağbeti arttırdığı belirtilen raporda, maliyetlerini düşürmeye
çalışan Türk firmalarının bile Çin’de fason imalat yaptırdığı ifade edilmektedir. Çin
mallarının tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok hızlı bir şekilde yaygınlaştı-
ğı bir gerçektir. Türkiye’de üretim maliyetlerinin yüksek olması, yerel sektörlerin bu
durumdan çok fazla etkilenmesine neden olmuştur. Pek çoğu kayıt dışı atölyelerde,
gelir vergisi ve sigortası olmayan çalışanlarca üretilen Çin malları ucuz ancak kalite-
siz olmaları nedeniyle medyada da sık sık gündeme gelmiş, özellikle sağlığa elverişli
olup olmamaları ve kaliteleri açısından bugüne değin tartışılmıştır. Türkiye’deki Çinli
satıcılar, “Çin mallarının ucuzluğuna ilişkin ön yargıdan rahatsızlıklarını dile geti-
rirken, esasen Çin’de pahalı ve kaliteli malların da üretildiğini, Türkiye’ye ucuz mal
getirmenin nedeninin burada ucuz mala olan talepten kaynaklandığını” belirtmek-
tedirler. Yine Çinli satıcılara göre; “Türk ithalatçılar bulunabilecek en ucuz malların
peşine düşmekte ve onları Türkiye’de %300’e varan karlarla satmaya çalışmaktadırlar.”
Bu da doğal olarak kaliteyi aşağıya çekmektedir (Tempo, Ağustos:2008).
Çin’e uygulanan kotaların 2007 yılı sonlarında tüm dünyada kalkmış olması, Çin’in
dünya üzerindeki adımlarını hızlandırmıştır. Dünya Çin mallarına karşı önlem alma-
ya çalışırken Türkiye Çin’le dış ticaret hacmini geliştirme yönünde adımlar atmakta-
dır. Son 5 yıl içinde Çin ile Türkiye arasındaki ticaret ilişkilerine bakıldığında baskın
tarafın Çin olduğu çok açıktır. 2000 yılında 1,3 milyar dolar olan Çin’den ithalat, 2006
yılında 9,5 milyar dolara çıkmıştır. 2007 yılının ilk altı ayında Çin, dünyada en çok
ithalat yaptığımız üçüncü ülke konumuna gelmiştir. (http://www.kobifinans.com.tr/
tr/icerik.php?Article=17200&Where=dis_pazar&Category=040604). 2007 yılının
sonunda kotaların kalkmasıyla birlikte, Çin mallarının Avrupa ülkeleri üzerinden
de yurda girişi Türkiye’de hemen her sektörde Çin malı ürünleri yaygınlaştırmıştır.
Türkiye’nin önemli ev tekstili firmalarından birinin genel müdürünün; Tempo genel
yayın yönetmeni Enis Tayman’a Çin ile ilgili yaptığı açıklamalar da Çin’in 2008 Olim-
piyat Oyunları’ndan sonra ihracatının daha da artacağı doğrultusundadır. “Eskiden
sadece hammadde alınan Çin, artık mamul alınan bir ülke olmuştur. Türkiye’nin en
büyük firmalarının dahi kat be kat üzerinde ucuz işgücü ve hızlı bir teknoloji ile yapı-
lan üretim, bugün her sektörü tehdit eder boyuttadır”(Tempo/Ağustos:2008).
164 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu

Türk insanının gündelik yaşamına sadece tüketilmek için yapılmış bu malların gi-
rişi, faydalılık, gereklilik, savurganlık gibi pek çok kavramın da içeriğini değiştirmeye
başlamıştır. Malın zorunlu olarak faydalı olmasına dayanan ahlaki bir tanımlama,
nesnenin kullanım değeri ve dayanma süresi önemini giderek yitirmiştir. Çin malları
ile her alanda çok çeşitli pek çok ürün tüketiciye sunulurken, kalite ve estetik açıdan
sorgulanabilir olan bu bolluğun aslında bir savurganlığı da beraberinde getirdiği göz-
lenmektedir. Bu bolluğu ve çeşitliliği psikolojik, sosyolojik ve ekonomik olarak yöne-
ten kavram “faydalılık” gibi görünse de esasen savurganlığın bu durumu besleyen ve
yeniden üreten temel bir etken olduğu söylenebilir. İnsanlar kolay satın alabilecekleri
ürünlerle karşılaştıklarında faydalılık ya da gereklilik kavramları arkada kalabilmek-
te, salt tüketim duygusunu ve alışveriş hazzını yaşamak adına bu gündelik yaşam pra-
tiğini gerçekleştirebilmektedirler.
Bu durum, gündelik yaşamda kısa vadeli bazı ihtiyaçların giderilmesi için Çin
malı ürünlerin kalite ve estetiklerinin dikkate alınmaksızın tercih edilmesini do-
ğurmuş; sektörü her geçen gün canlandırmış, başka taklit yeni ürünlerin çoğalma-
sını ve çeşitlenmesini de beraberinde getirmiştir. Bazı gündelik yaşam ihtiyaçlarını
karşılamakla birlikte Çin malı ürünlerin içinde yararsız olanların, sahte yeniliklerin
de gittikçe çoğaldığı görülmektedir. Sunulan malların miktarının ve çoğalmalarının
gereksiz yere yinelenmiş göstergesi, yukarıda sözü edilen israfı da beraberinde getir-
mektedir. Bir süre sonra sadece tüketilmek için yapılmış, “işlevsiz” olan şeyler artmış,
bireysel ya da kolektif tüketimler sistemi beslemeye başlamıştır. “Malların tüketil-
mesinden söz edilmesi, boş zamanın giderek daha fazla metanın satın alınmasıyla
dolayımlandığı bir dönemde tüketilen ya da satın alınan malların engin çeşitliliğini
gizlemektedir”(Featherstone, 1996:41). Gündelik hayatın erişilebilir görüntüsü Çin
mallarının çokluğu, ucuzluğu ve yaygınlığı ile örtüşmektedir.

Bireysel tutumlardaki değişim


Televizyon gibi bir aygıtın gerçeklik duygumuzu tehdit eden bir imaj ve enformas-
yon aşırılığı ürettiği bir dönemde, tüketim kültürünün her zaman vaad etmiş olduğu
bireysellik ve farklılığı yakalama çabası bireylerde sosyal ve ekonomik koşulları zor-
lamak güdüsünü harekete geçirmektedir. Bireyselleşmeyi bir seçenek değil, bir kader
olarak tanımlayan Bauman; evrensel bir kuralsızlaşma, piyasa rekabetinin akıl dışı ve
ahlaki körlüğüne verilen şartsız öncelik, sermaye ve finansa bütün diğer özgürlükler
pahasına sunulan sınırsız özgürlükten söz etmekte ve bunun iktisadi kaygıların dışın-
da her şeyin ihmal edilmesine yol açtığını, bunun da hem toplumların içinde hem de
kendi aralarında sürekli bir kutuplaşma sürecine devamlı olarak bir itilim kazandır-
dığını belirtmektedir (2005:108).
“Neo liberalizmin çok tüketen, az tasarruf eden, geliri yetmediği zamanlarda
dahi talebini canlı tutan bir insan modeli kurguladığı bir dönemde”(Kozanoğlu vd,
2008:100), Çin malları ile yaratılan alışveriş sirkülâsyonu sahte, geçici, gündelik bir
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Güdelik yaşamda Çin malları 165

mutluluk imgelemini beraberinde getirmiştir. Bir nesneden öbürüne doğru giden tü-
keticiler, artık mal bolluğunun kendisinden doğan ve ucuzluğun getirdiği satın alma
ve sahip olabilme duygusunu yaşamaktadır. Pek çok Çin malı ürünün işgaliye alanı
haline gelen alışveriş yerleri, insanlara marka ürünlerin iyi ya da kötü taklitlerini su-
narak sınıfsal bir tatmin yaşamalarını da olanaklı kılmaktadır. “İnsanlar kısa süreli
de olsa imkânlarının üzerinde bir yaşam sürerken (kredi kartlarıyla da bu desteklen-
mektedir) sistemi sorgulamaktan, ortak iyiyi aramaktan alıkonulmaktadır. “Mal ve
hizmet satın almak tüketici için en rasyonel davranış olarak sunulmaktadır”(Seçkin,
2005:332). Kredi kartlarının da tüketicilere reel alım gücünün çok üzerinde bir ola-
nak sağlayarak bu “rasyonel davranış”ı sürekli hale getirdiği gözlenmektedir. Nitekim
Newsweek Türkiye dergisinde Sharon Begley yazısında “alışverişlerde kredi kartı kul-
lanımının para ödemenin acısına narkoz etkisi yaptığını, bunun da alışveriş eğilimi-
ni, -peşin ödeme yapılmadığı yani cüzdandan somut bir şeyi kaybetme hissinin o
an oluşmamasından ötürü- artırdığını” ifade etmektedir (2008/Aralık:60). “Modern
kapitalist yaşamda insanlardan üretirken “takım ve grup ruhu”yla hareket etmeleri
istenirken, tüketirken de daha bireysel ve bencil olmaları arzulanır ve insanlar buna
özendirilir. Bu nedenle ideal insan tüketen insan (homo consuming/consumer) ol-
muştur artık”(Orçan,2004:245) .
Kapitalist küresel tüketim toplumunda artık üretim tarafından belirlenen “ihti-
yaçlar” kavramı (Orçan, 2004:19-20), eşitliğin gizemli sisteminde refah kavramıyla
dayanışma içindedir. Tüm insanlar ihtiyaç ve tatmin ilkesi önünde eşittir. Çünkü
tüm insanlar nesnelerin ve malların kullanım değeri önünde eşittir. (Değişim değeri
önünde eşitsiz ve bölünmüşlerdir ve sınıfsal farklılıklar oluşmuştur.) Kullanım değeri
söz konusu olduğunda sınıfsal farklılık ya da ayrıcalıklar diye bir şey yoktur. İhtiyaç-
lar herkes için eşittir. Gündelik yaşamda Çin mallarının kullanımı göreceli de olsa bu
eşitliği sağlamaya yaramıştır. “Her türlü farklılığı tüketim potasında eriten bir piyasa
söz konusudur”(Çabuklu, 2003:28). Nitekim gündelik yaşamın alt kültürleri dışlama-
dığını, piyasanın bunları muteber bir tüketim grubu olarak kabul ettiğinin farkındalı-
ğıyla özellikle alışveriş kültürünün önemli aktörleri haline getirdiği gözlenmektedir.
Zamanla orta ve alt sınıflar için alışverişin bir örnekleşmeye başladığı görülmek-
tedir. Türk gündelik hayatını belirleyen Batılı tüketim kültür ve tarzının yerleşmesi;
tüm toplumsal sınıflarda belirli seviyelerde tüketim olgusunun görülmesine, Orçan’ın
belirttiği üzere (2004:18) “çalışmak için değil de tüketmek için yaşayan bir sınıf için
yapılan bir kavramsallaştırma olan “gösterişçi tüketim”, modern kapitalizmin bu ya-
şanan evresinde çalışan ya da ya da çalışmayan her bireyin az çok yaşamakta oldu-
ğu bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan bağlayıcı tüketim olgusu bir sınıf
olayı olmaktan çıkmıştır. Bugün pek çok büyük alışveriş merkezi her sosyal sınıfa ve
ekonomik gelir grubuna hitap etmektedir. Belli bir düzeyde ekonomik alım gücü;
marka ve orijinal ürünleri edinim konusunda belirleyici olmakla birlikte bunu sosyal
maliyetin oluşturduğu bir ekonomik maliyet olarak görmek gerekir. Markalar dün-
yasına ait, “sofistike bir moda duyarlılığı ve kalite garantisi” vermeye çalışan pek çok
ürünün taklidini görmek, dahası bu ürünleri çok uygun fiyatlarla edinen tüketiciye
166 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu

moda duyarlılığı ve sahip olma, üstünde taşıma anlamında haz duygusunu tatmin
etme olanağı sağlayan Çin yapımı ürünler; alışveriş eyleminin biricik metaları haline
gelmişlerdir.
“Her şeyin gelip geçici, köksüz, yersiz, çok, farklı ve kaosun hüküm sürdüğü post-
modern bir gündelik hayatta, toplumsal konformizmin artması, bireyleri tüketim
odaklı kılmaktadır”(Çabuklu, 2003:29). Bu anlamda insan eylemi adeta standartlaş-
maya başlamıştır. Lefebvre’in belirttiği üzere (1971:114); “çağdaş kent yaşamında tü-
ketime yönelik teşhir ve tüketimin teşhiri, göstergelere yönelik tüketim ve tüketimin
göstergeleri vardır.” Günümüz endüstri toplumu, hayatı eşyalar çevresinde düzenle-
mektedir. Pazar yoğunluklu toplumlar, maddi ilerlemeyi, üretilen eşyaların miktar ve
çeşitliliğindeki artışla ölçmektedir. Toplumsal ilerleme de bu eşyalara ulaşabilmedeki
dağılımla ölçülmektedir. (Illich;1990:26) Bütün bunlar art arda düşünüldüğünde ar-
tık bir alışveriş kültürü oluştuğu ve alışverişin faydayı en çoklaştırmak için yapılan arı
bir hesaba dayalı rasyonel iktisadi bir işten çok, insanların savurganlık ve lüksü çağ-
rıştırmak adına gerçekleştirdikleri bir boş zaman eğlencesi haline dönüştüğü söyle-
nebilir. Nitekim büyük alışveriş merkezleri, büyük çarşılar, büyük mağazalar popülist
görünümleriyle gündelik yaşamın her anında bir kültür tüketicisi haline gelen birey-
leri, bu eğlencenin mekanları olarak kucaklamaktadır. Reklamlar ve kitle iletişimden
gelen iletiler; nesnelerin yüceltilmesine, insanı ruhen ve bedenen teslim almasına
hizmet ederken, hem ihtiyaç hem arzu nesnesi olan pek çok Çin malı, tüketiciye,
özellikle de sosyo-ekonomik düzeyi düşük tüketiciye, Baudrillard’ın sözünü ettiği
(2004:51) “tüketim toplumunun mutlak göndergesi olan mutluluğu” da beraberin-
de getirmiştir. Bu mutluluk pahasına bir alışveriş kültürünün tüketicisi olan bireyler,
gündelik hayata ilişkin estetik algıda da bir değişime neden olmuşlardır. Bu durum
yine Baudrillard’ın sözünü ettiği; (2004:35) “rasyonelleşmenin ve kitlesel üretimin
teknik ve kültürel etkilerinin neden olduğu “kültürel zararları” anımsatmaktadır. Esa-
sen “küresel ortama uygun düşen çok kültürcülüğün kabulü; kitschi, popüler olanı
ve farklılığı selamlamıştır” (Featherstone; 1996: 158) Çin mallarının büyük bölümü
kitsch hatta kitsch ötesi, estetikten uzak en bayağı tüketim kültürü nesneleri olarak
karşımıza çıkmaktadır. Çoğu estetikten yoksun, sağlığa zararlı, baskı ya da renkleriy-
le çirkin ve kalitesiz bir görünümdeki ürünlerin zararını nesnel olarak ortaya koy-
mak mümkün değildir. Ayrıca kişisel ihtiyaçların giderilebilirliğini belirleyen sosyo-
ekonomik faktörlerin değer yargıları anlamında ortak ölçütler tanımlamayı olanaksız
kılması kültürel zararların oluşmasına ilişkin önlem almayı engelleyebilmektedir. Çin
mallarının gündelik hayatta oluşturduğu ekonomik ve kültürel zararların yanı sıra
daha çok sağlığı tehdit eden fizyolojik zararları da gündeme sık sık gelmiştir.

Çin malları ile gelen gündelik yaşam tehlikeleri


Çin malları gündelik yaşamda sadece tüketim ve alışveriş alışkanlıklarını değiştir-
mekle kalmamış, çoğu zaman ciddi fizyolojik hatta psikolojik tehditlerle de karşımıza
çıkmıştır. Pek çok ürüne ilişkin haber, Çin malı ürünlerin tüketiciler için kolay ve
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Güdelik yaşamda Çin malları 167

ucuz edinimin yanı sıra beraberinde getirebileceği tehlikelere de yer vermiştir.


“Büyüyen sihirli su topları, su maymunu, renkli jel top” isimleriyle 1 YTL’ye
satılan, 400 kata kadar büyüyebilen su topları sözünü ettiğimiz fizyolojik zararları
yaratan bu ürünlerden sadece biridir. Pek çok çocuğun ilgisini çeken, bakkal, mar-
ket, kırtasiye, akvaryumcular ile seyyar satıcılarda satılan ve suyun içine atıldığında
bölünerek çoğalan ürünün özelliği suyu içine alıp orada hapsetmesidir. Bu yüzden
bitkilerin uzun yaşaması için kullanılan bu ürün, çocukların ellerinde plastik şişe-
lerin içerisinde oluşturabileceği bütün tehlikelere rağmen bir oyun aracı gibi dolaş-
mıştır. Yanlışlıkla bu renkli maddeleri yutan çocuklar pek çok haber bültenine konu
olmuş, aileler uyarılmıştır. Yutulduğunda midede büyüyen jel şeklindeki topların ha-
yati risk taşıdığını dikkate alan Sağlık Bakanlığı, bu ürünlerin satışına el koymuştur.
(http://www.veterinerhekimiz.com/forum/showthread.php?tid=17291,Milliyet,
4.12.2008). Çocuk tüketicileri hedef alan ve üretiminde kullanılan maddeler nede-
niyle, özellikle üzerlerindeki yüksek düzeydeki kurşundan ötürü sağlık açısından
zararları sıkça gündeme getirilen bir başka ürün grubu ise Çin yapımı oyuncaklar ol-
muştur. Oyuncak yapımında kullanılan sprey boyaların çoğu toksin içermektedir ve
sağlık açısından son derece zararlıdır (Milliyet, 24.11.2008). Sadece ülkede değil yurt
dışından gelen haberler de Çin malı oyuncak tartışmalarını gündemde tutmaya de-
vam etmektedir. Dünyaca ünlü Barbie marka oyuncakların üreticisi ABD’li Mattel’in
dünya genelindeki bazı oyuncaklarını boyalarındaki kurşun oranı yüksek olduğu ge-
rekçesiyle toplama kararı alması ve bu oyuncakların 4 bin 408 adedinin Türkiye’de
olması ilgili firmaların yetkililerini hemen harekete geçirmiştir (Milliyet; 12.9.2007).
Sadece oyuncaklar değil Çin’de üretilen gıdalar da zaman zaman gündeme gelmeye
başlamış, özellikle çocuk mamaları ve şeker içinde yüksek oranda sanayi tipi kimyasal
melamin bulunduğu ve pek çok Avrupa ülkesinin bu konuda önlem aldığı haberleri
bütün dünya ile birlikte Türkiye’de de takip edilmiştir (Milliyet, 26.9.2008). Tüketici
tarafındaki psikolojik travma ve kaygılar da bu haberler eşliğinde her geçen gün art-
mış, her ürüne şüpheyle yaklaşan bir tüketici profili oluşmaya başlamıştır. Bir başka
haberde ise, İzmir’de yapılan bir operasyonla Çin malı zayıflama ilaçları, cinsel gücü
artırıcı haplar, estetik amaçlı kullanıma sunulan çeşitli yağlar ele geçirildiği ve bunla-
rın sağlık açısından son derece zararlı olduğu, ülkeye de kaçak olarak getirildiği var-
dır. Üretici firmalarının belirsiz, taşınma ve saklanma koşullarının bilinmemesi gibi
nedenlerle ürünlere el konulmuş, satışı durdurulmuştur (Milliyet,18 Aralık 2008).
Dünya’da Çin malları rüzgârı eserken üzerinde en çok konuşulan ürünlerden biri
de elektronik ürünler olmuştur. Cep telefonları, bilgisayarlar, televizyonlar, MP3,
MP4’ler uydu alıcıları, ev aletleri ve daha birçok elektronik eşya. Çin’in kendi basını
dahi bu konuda kendi üretimi MP4’lerle ilgili haber yapmıştır. Shangai’de üretilen
MP4 oynatıcıların %75’inin yüksek seviyede radyasyon yaydığı belirtilen haberde, bu
düzeydeki radyasyonun insanlara ve hayvanlara zarar verebileceği belirtilmektedir.
(http://shiftdelete.net)
Esasen Avrupa Birliği’nin direktifi doğrultusunda Türkiye’nin 768 üründe TSE
168 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu

standart zorunluluğunu kaldırması (Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın 30 Nisan-31 Aralık


2005 tarihleri arasında yayınladığı bir dizi tebliğ ile toplam 768 çeşit malda TSE stan-
dardı aranma zorunluluğu kaldırılmıştı), ülkeyi kısa sürede sağlığa zararlı, denetim-
siz ürünlerle doldurmuştur. Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün; “denetimsiz
ithalatın ilk acı sonucu oyuncakta ortaya çıkmıştır. Geride parkeden musluğa, klima-
dan biberona kadar 767 çeşit ürün var” diyerek durumun vahametini dile getirmiştir
(http://atonet.org.tr/yeni/index.php?p=1366&1=1).
Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın 2005 yılında yayınlanan 4 ayrı tebliğine göre TSE
denetiminden çıkan 768 maldan bazıları şunlardır: İnşaat boyaları, diş macunu,
antifiriz, pvc yer döşemesi, elastik yer döşemesi, lavabo, rezervuar, hela taşı, sifon,
pisuvar, kurna, duş teknesi, yağ keçeleri, conta, motosiklet, lastik, jant, eldiven, par-
ke, kadın çorabı, seramik karo, cam, profil, fırın, radyatör, kilit, şofben, yangın sön-
dürücü, vana, musluk, zincir, akü, kereste, dondurucu, klima, batarya, lamba, fiş,
termometre,sabun, deterjan, plastik boru, iskambil kağıdı, iplik, matkap ucu, tuğla,
kibrit, radyo, televizyon, anten, mp3 çalar, güneş gözlüğü, gözlük camları, tuğla, kadi-
fe kumaş (http://atonet.org.tr/yeni/index.php?p=1366&1=1).

Sonuç

Kapitalist küresel tüketim toplumunda ihtiyaçlar üretim tarafından belirlenmek-


tedir ve Çin bugün küresel bir güç olarak bu belirleyicilikte Dünya ölçeğinde önem-
li bir aktör konumundadır. Çin’in makro ölçekte dünya ekonomisinde edindiği yer,
mikro düzeyde gündelik yaşam içerisinde alışveriş ve tüketim alışkanlıklarında da
kendini kaçınılmaz biçimde hissettirmektedir. 2000’li yılların ilk yıllarından itiba-
ren, özellikle orta ve orta-alt sosyo-ekonomik düzeye sahip kitleler için en azından
ihtiyaçların giderimi adına Çin malı ürünler pek rağbet gören, ihtiyaç ve isteklerin
tatmini ölçüsünde kişileri mutluluk paydasında buluşturan ve gündelik yaşamın alış-
veriş alışkanlıklarını değiştiren bir süreci başlatmıştır. Çin malı ürünlerin sadece alt
ve orta-alt sosyo ekonomik düzeye değil; bol alışveriş yapabilecek, ekonomik düzeyi
yüksek, paralı insanlar için de marka ürünlerin çok iyi taklitlerini sunarak, onlara da
hitap ettiği görülmektedir. Bu insanlar için büyük alışveriş merkezlerindeki, elekt-
ronik, tekstil, kozmetik, spor ve dekorasyon malzemeleri gibi pek çok ürün Çin’de
üretilmiş ve dış pazarlarda tüketicinin kullanımına sunulmuş ürünlerdir.
Gündelik yaşamda özellikle alışveriş eyleminin arttığı dönemlerde (bayramlar,
yeni yıl, anneler günü, sevgililer günü gibi özel günler) “hediyelik eşya” kavramının
altını da Çin malı ürün yelpazesinden her ekonomik ve sosyal düzeye hitap eden
ürünle doldurmak mümkündür. Bu tür hediyelik eşya dükkânlarının sayısındaki ar-
tış, içerisindeki ürün çeşitliliği, ziyaretçilerinin hemen her tür sosyal sınıfa ait birey-
lerden ve çok sayıda oluşu, Çin mallarının gündelik yaşamda farkında olunan ya da
olunmayan yerine ilişkin bir başka veridir. Alışveriş potansiyeli yüksek bir kitlenin
ekonomik olarak uygun ürünlerle buluştuğu bu mekânlarda, ürünlerin kalite ya da
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Güdelik yaşamda Çin malları 169

estetiğine ilişkin değerlendirmeler elbette görecelidir.


Bu ürünlerin satıcısı olan kişilerle yapılan görüşmeler ve bu satış yerlerindeki izle-
nimler; özellikle fiyat faktörü, marka ürünlerin iyi taklit edilmesi, ürün çeşitliliği gibi
nedenlerden ötürü Çin mallarının bir takım fizyolojik ve kültürel zararlarına rağmen
talep edildiği yönündedir. Bu malların sosyal sınıfların her kategorisine seslenecek
şekilde çeşitlendiği gözlemlerden elde edilen bir başka veridir. Ürünler bazı çeşitle-
riyle sosyo-ekonomik düzeyi düşük alt gelir grubuna hitap ederken, büyük alışve-
riş merkezlerinin şık ve pahalı vitrinlerinde üst sosyo-kültürel ve ekonomik düzeye
sahip tüketiciye de yönelik olabilmektedir. Dünyaca ünlü bir markanın Çin yapımı
ürününü (bu bir spor ayakkabısı, bir saat ya da elektronik bir ürün olabilir) cazibesi
yüksek alışveriş merkezlerinin mağazalarında görmek mümkündür. Özellikle ekono-
mik alışveriş tüketici için keyifli ve haz verici olmaktadır. Ekonomik durumun öte-
sinde “büyük mağazaların özünde simülasyonlar ve davetkar egzotik hayaller sunan
teşhir alanlarında dolaşabilen tüketiciler için (çoğunluğu kadın) bu yerler, mallara
tapındıkları “tüketim sarayları”, “rüya âlemleri” ve “tapınaklar” olarak tasarlanmış ve
bugün bu işlevi yerine getirmektedir (Featherstone;1996:173). Küresel bir düzenin
sergilendiği alışveriş merkezleri, benzerliği çok fazla, orijinalden ayırt edilmesi çok
güç, üstelik sefil de durmayan pek çok Çin yapımı ürünü tüketiciye sunarken alışve-
riş çılgınlığını hem tatmin etmekte hem yeniden üretmektedir. Bir gündelik yaşam
etkinliğinin ötesinde sosyal bir faaliyet, boş zaman değerlendirmesi, doyumların ço-
ğaltımını sağlayan bir araç, tarz ve sınıflara ilişkin seçeneklerin deformasyonuna yol
açarak tüketim mallarının ve kültürel ürünlerin aşırı arzının oluşturduğu baskılar ile
bir alışkanlık haline gelen alışveriş, bu son dönemde adeta bir bağımlılık olmuştur.
Baudrillard’ın sözünü ettiği şey tam da bu durumu özetlemektedir belki de. “Tüketim
hiçbir anlama gelmediğinde herkese özgü bir şey haline gelmiştir”(2004:63). Nitekim
iş yeri sahipleri ve tüketicilerle yapılan görüşmeler ve edinilen izlenimler de bu tezi
doğrulamaktadır. Tüketim; Çin malları ile altın çağını yaşamakta, alışveriş tutkusu
görece bolluk ve mutluluk getirisi ile yeniden üretilmektedir.
Türkiye’de bireyleri alışveriş kültürünü tüketen birer tüketici konumuna getirdiği
gözlemlenen bu süreç, dünya ekonomisindeki gelişmelere bakıldığında ileriki gün-
lerde de etkisini sürdüreceğe benzemektedir. Bu aşamada tüketim ve alışveriş alış-
kanlıklarında kültürel bir düzeyi ve yüksek nitelikli seçici davranışı yitirmemek ya
da kazanmak için, ekonomik koşullar çerçevesinde bireylerin, alışveriş edimlerini
gereklilik/ucuzluk/kalitelilik/ faydalılık dörtgeninde rasyonel yönlendirmeleri ve bi-
linçli tüketiciler olmaları önerilebilir.

KAYNAKÇA

Ankara Ticaret Odası. (2004). Çin Malları Araştırması. http://atonet.org.tr/yeni/index.php?p=1366&1=1.


(Erişim: 26 Ağustos 2008).

Baudrillard, J. (1982). The Beabourg Effect:Implasion and Deterrence, October 20.


170 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Derya Nacaroğlu

Baudrillard, J. (2004). Tüketim Toplumu. (çev:H.Deliceçaylı ve F.Keskin). İstanbul: Ayrıntı.

Bauman, Z. (2005). Bireyselleşmiş Toplum. (çev: Y. Alogan). İstanbul:Ayrıntı.

Begley, Sharon (2008). Alışveriş Yapan Beynin İçi. Newsweek Türkiye. Aralık: s.60.

Çabuklu, Y. (2003). Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde. İstanbul:Metis.

Çetinkaya, C. (2005). Çin Malları İstilası. Pivolka, 4(16), 17-19.

Featherstone, M. (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. (çev: M.Küçük). İstanbul: Ayrıntı.

Illich;I. (1990). Tüketim Köleliği. İstanbul: Pınar.

Kozanoğlu, H., Gür, N ve Özden, B. (2008). Neoliberalizmin Gerçek 100’ü. İstanbul: İletişim.

Lefebvre,H. (1971). Everday Life the Modern World. Londra: Allen Lane.

Orçan, M. (2004). Osmanlı’dan Günümüze Modern Türk Tüketim Kültürü. Ankara: Kadim.

People’s Daily Online:”China’s Goods Trade Volume Ranks Fifth in the World” http://english.people.com.
cn/200304/24/eng20030424_115732. (Erişim: 20 Eylül 2008).

Seçkin, G. (2007). Piyasanın Tahakküm Yolu, Modern Tüketicinin Kırılgan Bir Kimlik Aracı Kredi
Kartları’nın Reklamlarla Sunumu. İçinde: N.Türkoğlu ve M.Cinman Şimşek (ed.). Medya Okuryazarlığı.
İstanbul:Kalemus.

Tayman;E. (2008). Çin asıl 2008’de patlayacak. Tempo Dergisi. Ağustos.

World Trade Organization: “WTO successfully concludes negotiations on China’s entry” http://www.wto.
org/english/news_e/pres01_e/pr243_e.htm (Erişim: 20 Eylül 2008).

Çin işi viagra operasyonu. (2008, 18 Aralık). Milliyet.

Çin’li oyuncak işçileri. (2008, 24 Kasım). Milliyet.

Büyüyen sihirli su topları. (2008, 4 Aralık). Milliyet.

Çin malı şeker uyarısı. (2008, 26 Eylül). Milliyet.

Çin malı oyuncak tartışması büyüyor. (2007, 12 Eylül). Milliyet.

Çok tehlikeli koltuklar. (2008,6 Aralık). Hürriyet.

http://www.kobifinans.com.tr/tr/icerik.php?Article=17200&Where=dis_pazar&Category=040604)
(Erişim:7 Ekim 2008).

http://shiftdelete.net. (Erişim: 3 Aralık 2008).

http://www.veterinerhekimiz.com/forum/showthread.php?tid=17291(Erişim: 7 Ekim 2008).


İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 171

Gündelk Yaşamın Tyatrosu

Süreyya Karacabey1

ÖZET

Gündelik Yaşamın Tiyatrosu bize, sahnelenmiş bir gerçekliğin deneyimini sunar. Yalın bir varoluşun sessiz
üyeleri, aniden kimin tarafından izlendiği belirsiz bir oyunun rol figürleri haline gelir. Kendilerini sahneledik-
leri bu sahne yaşamında, kimlikleri bir rolün içinde iyice çözülecektir. Bu noktada ise, gündeliğin tiyatrosunun
başladığı tarihsel avangardlar döneminde, negatif bir biçimde tanımlanan yabancılaşma, artarak süren roller
oyununda, pozitif bir anlama kavuşur. Böyle bir dünya algısının içinde sanat, yıkıcı enerjisini yitirir ve işlevsiz-
leşir. Varoluşunu bir hakikat nosyonuna bağlayan kurmaca, hakikat duygusunun kaybolduğu bir uzamda, ya
kurmacanın kurmacasına dönüşür, ya da kendini anlamlandırabilmek için bir gerçeklik iddiasına.

Anahtar sözcükler: happening, gündelik yaşam, avangardlar, teatrallik, kurmaca.

The Theater of Daıly Lıfe

ABSTRACT

The Theatre of Daily Life presents us the experience of a staged reality. The silent members of a plain exis-
tence, all of a sudden, become the role figures of a play with an indefinite audience. Their identities are to be
solved within a role in this stage life where they stage themselves. And in this point, in the age of historical
avangardes where the theatre of the daily had begun, the concept of alienation, which had been defined nega-
tively, receives a positive meaning. In such a world perception, the art loses its destructive energy and becomes
nonfunctional. The fictional, which connects its existence to a truth notion, within a space where the sense of
truth itself is lost, either turns into the fictional of the fictional, or into a claim of reality for being able to give
meaning to itself.

Keywords: happening, daily life, avantgarde, theatrallik, fiction.

1 Dr., Ankara Üniversitesi, DTCF Tiyatro Bölümü


172 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Süreyya Karacabey

Giriş

Geleneksel anlayış, “rol yapmaya” sadece sahnede izin vermiştir, “rol” oyuncunun
sanatsal ediminin bir parçası olarak görüldüğünden, gündelik yaşamda rol yapma’nın
olumsuz bir karşılığı vardır. Herhangi bir kişiye yöneltilen “rolünü iyi yapıyorsun” sö-
zünün bir iltifat olmadığını anlamak için kimsenin İroni Sanatı’nı okuması gerekmez.
Böyle bir kavrayış, bir ayrıma temellenir: Rol, gerçek olmayandır, sahici varoluşun
öteki tarafındaki kurmaca benliktir, dolayısıyla “rol”, daima rol olmayanın ne olduğu
bilgisini gerektirir. Benzer akıl yürütme sahne için de geçerlidir, oyuncudan rolünü,
gerçekle bozmaması talep edilir. Oyuncunun başarısının ölçüsü, kendi gerçekliğini-
fenomenal varlığını, rol aracılığıyla –numenal varlığıyla- unutturmasındadır. Klasik
tiyatro, oyuncu rol ilişkisini böyle görür, kurmaca figürler tarafından oyuncunun sa-
hici varlığının örtülmesi. Tiyatroda oyuncuya bakış, 20. yüzyılın başlangıç yıllarında
değişmeye başlar ve bu değişim günümüze kadar sürer. Değişimin başlangıcında, rol
ve oyuncu arasındaki geçişlerin görünür kılınmasına çalışılırken, oyuncunun rolle
gizlenen bedeni, açığa çıkarılmaya çalışılır. Süreç radikalleşerek ilerleyecek ve tiyat-
roda rol yapmak, neredeyse rol yapmanın, gündelik yaşamdaki olumsuz anlamıyla
birleşecektir. Oyuncu artık kendi sahici varlığını gizlemeyecektir, -mış gibi yapmak-
tan kaçınacak ve seyirciye hakiki bir deneyim sunacaktır. Tiyatronun yakın tarihi, bu
algının sonucunda gerçekleştirilen sayısız örneklerle doludur. Sahnede rol konsepti
olumsuzlandığında, gündelik yaşamda da tam ters yönde bir gelişim gerçekleşir. Bü-
tün dünyanın bir sahne olarak kavrandığı bir zamanda, yeryüzünün sakinleri için rol,
varoluşlarının bir parçası haline gelecektir, bir zamanlar otantik varoluşun dışında bir
sahteliğe denk düşen rol durumu, adeta antropolojik bir değişmez olarak kavrana-
caktır. Gündelik yaşamın tiyatrosu böyle oluşmuştur.
Gündelik yaşamın tiyatrosu, sahici varoluşun imkansız olduğuna yönelik düşün-
celer tarafından belirlenen, bir dünya algısının içinde şekillenmiştir. Bu algının radi-
kal sonuçlarından birini ise sanat ile yaşam arasındaki ayrımın iptali oluşturur. Kate-
gorik ayrımları mümkün kılan bir teorik kavrayışın yokluğunda, sınırlar belirsizleşir,
bölgeler birbirinin içinde dağılmaya başlar ve özellikle de sanat açısından önceden
verili bir alanın ortadan kalkması gerçekleşir. Her şey sanat haline geldiğinde sanat
yok olacaktır ve sanat, mevcut sistem içinde kendini nasıl etkin bir hale getirecektir?
Bu soru, yeni bir soru değil, sanatsal uygulamaların önemli bir bölümünü, bu soru-
ya verilen cevaplar olarak düşünebiliriz. Ünlü “kriz” teşhisi, sanatı da içine almış ve
onun yaşadığı kimlik krizini, modern sonrası dönemin semptomlarından biri olarak
işaretlemiştir.
Bu çalışma, krizin “tarih öncesi” olarak görülen tarihsel avangardların, süreci
nasıl başlattıklarından söz edecek ve daha sonra gündeliğin tiyatrosunu mümkün
kılan “epistemik” değişimin , avangard sonrası dönemdeki etkilerini inceleyecek ve
son olarak ta sanatın, yaşamla giriştiği rekabetin biçimlerinden biri olan gösterile-
rin, happening’lerin dönüştürücü bir güçten neden yoksun olduklarını göstermeye
çalışacaktır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 173

Yöntem

Sanat ve yaşam arasındaki ayrımların ortadan kalktığı bir dünyada, sanatın içine
girdiği kimlik krizinin, nedenleri ve sonuçlarından hareket ederek, gündeliğin tiyat-
rosuyla girdiği rekabeti kaybeden çağdaş sanatı değerlendiren bu makale, sosyal bi-
limlerin çeşitli disiplinleri ile sanat teorisinden yararlanılarak oluşturulmuş disiplin-
ler arası niteliksel bir incelemedir. İçinde yaşadığımız dönemde sanatın sahip olduğu
işlevi ya da işlevsizliği anlamamız için, onun tarihsel bir tasarım içinde neyi temsil
ettiğini bilmemiz gerekmektedir. Bu temsilin değişimindeki durakların belirlenmesi
için, çeşitli disiplinlerin, makalenin “sınırlılığı çerçevesinde”, teorik ve ampirik bilgi-
lerinden yararlanılacaktır.
Analiz ve değerlendirme

Değişimin soykütüğü
Sanatın krizi, insan düşüncesine temellük etmiş bir krizin semptomu olarak oku-
nabilir. Bu krizin anlamsal boyutlarını eşzamanlı bir çözümlemeyle kavramak im-
kansızdır, şimdiki zamanın koşullarına bağlıymış gibi görünen paradoksal manzara,
genellikle 20. yüzyılın başlangıç yıllarında ortaya çıkan, dağınık ve şekilsiz sanat ha-
reketlerinin –tarihsel avangardların- yarattığı sarsıcı etkilerin bir sonucu olarak gö-
rülmektedir.
Avangard hareketleri her şeyden önce, Avrupa’nın yaşadığı dramatik değişim-
lerin, sarsıcı deneyimlerin sonucunda oluşan yıkıcı bir moment olarak görebiliriz,
modernliğin modern eleştirisi olarak. Christopher Innes, avangard hareketlerin be-
lirleyici unsurlarından birini, kendi varoluşunu bile inkar edecek denli ilerlemiş ni-
hilist eğilim olarak görür (Innes, 2004 ) Verili mantık yasalarının tersine çevrildiği
sanat hareketleri, Dieter Mersch’ e göre de üç belirleyici unsura sahiptir: Yapıbozum,
öz- gönderimsellik ve paradoks (Mersch, 2002: 200 ) Peter Bürger ise, tarihsel avan-
gardlarla birlikte gerçekleşen değişimi, tarihsel bir biçimde kavrar ve ona göre, bu
aşamada yaşanan, epistemolojik bir kopuştur (Bürger,1976:26 ) Sanata bakışın değişi-
mi, gerçekliği kavrayan bilincin değişimiyle doğru orantılıdır ve bu yüzden yaptıkları
radikal eleştiri, sanat tarihinin önceki dönemlerinde ortaya çıkan “tepkisel” eleştiri-
lerden, bir “aşma” hamlesini de içinde barındırdığı için farklıdır. Bu noktada Bürger,
değişimlerin mantığını Romantik sanatta bulan kuramcılardan kopar, sanatın bu dö-
nemde –Marksçı anlamda- sisteme içkin eleştiri aşamasından, özeleştiri aşamasına
geçtiği düşüncesindedir.2 Çünkü artık sanat yoluyla dile getirilen eleştiri, sadece geç-
miş ya da mevcut sanatsal biçimlere yönelmez, doğrudan sanat kavramının kendisine
yönelir. Sanatı, bağlantısını yitirdiği yaşamsal dinamiklerle yeniden buluşturmak için
yola çıkan sanatçılar, sanatı Kantçı anlamda, bir boş alan olarak tanımlayan ve bu ala-
nı güzel nesnelerle dolduran klasik estetik paradigmanın öteki tarafına geçmişlerdir.

2 Marx’ın açıklamasına göre sisteme içkin eleştiri, örneğin Protestanlığın Katolikliğe yönelttiği eleştiridir,
eleştiri bir din sisteminin içinden yapılır, oysa özeleştir, sistemin dışından yapılan bir eleştiridir, örneğin
ateizmin din eleştirisi.
174 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Süreyya Karacabey

Örneğin, Duchamp, bir pisuarı imzalayıp, sanat eseri olarak sergilediğinde, kışkırttığı
soru, “sanat nedir” sorusudur, sanatın alanını, ne ile doldurursanız, sanattır demek-
tedir. Dönem, birbirinden farklı yönelimlere sahip hareketleri içinde barındırır, ortak
noktaları, sanat nedir sorusuna cevap vermek için giriştikleri hummalı çalışmalardır.
Sanatın klasik temsil biçimi ve temsil mekanları sorunsallaşmıştır ve döneme dam-
gasını vuran, “hayatın estetikleştirilmesi” çağrısı, düşünceleriyle bir yaşam felsefesini
mümkün kılan Nietzsche’den kaynaklanmaktadır.
Nietzsche’nin yanılsama ve gerçeklik konusundaki klasik ikiliği aşmaya çalışması
ve bütün olgulara estetik yanılsama açısından bakması, dönemin sanatsal uygulama-
larına düşünsel bir temel oluşturması açısından önemli görünmektedir. “Kısacası”
der Allan Megill, “ sanat yapıtı anlamındaki sanattan, asli yanılsama- yaratıcı eğilim
şeklindeki daha geniş anlamında sanata geçilmiştir” (Megill, 1998: 82). Yanılsama,
insanı hakikatin korkunçluğundan koruyacak bir çeşit Apollon’un “maya tülü” dür
ve dünyanın kendisine estetik bir boyut kazandıran bu düşünce, sanat ile yaşam ara-
sındaki bütün ayrımların iptaliyle sonuçlanır. Nietzsche herkese sanatçı olmalarını
önermişti, dönemin gerçeküstücü sanatçıları, sokaklarda dağıttıkları el ilanlarında,
“Gerçeküstücülüğe bilinçten uzaklaşan herkes erişebilir” diye seslenmektedirler (Jo-
ubert, 1993: 56). Şiirsel etkinlik, deha’ya, sıra dışı kişilere özgü bir şey olmaktan çıkıp,
herkese eşit olarak paylaştırılmış bir şey haline gelmiştir ve bu durumda da her insan
şair olabilir.
Dönem sanatının ayırıcı özelliklerinden biri olan öz-gönderimsellik, sanatın meta
bir düzleme geçtiğin işaretidir ve yaşamın estetikleştirilmesi projesinin kaçınılmaz
duraklarından biridir. Bir teknik araç olarak meta- tiyatro ya da meta – kurmaca, sa-
natın dışsal bir şey anlatmaktan vazgeçerek, kendi sürecine, oluşum nedenlerine dik-
kat çekmesi anlamına gelir. Sanat, artık “ne” sorusuna cevap vermez, sanatın sorusu,
“nasıl” sorusudur. Sanatsal oluşumlar, kendi süreçselliklerinin bir ifadesidir, örneğin,
eskiden resmettiği nesne karşısında tefekküre dalınan, bir tefekkür nesnesi olan re-
sim, şimdi hangi unsurlardan oluştuğunu, nasıl yapıldığını gösteren bir tekliftir. Uç
örneklerini, dönemin kolaj- resimlerinin oluşturduğu bu eğilimde, resim gösteren-
lerin özgür bırakıldığı boş bir alandır. Alan, sanata işaret eder ve sanatçı, onu kağıt
parçaları, kumaş kesikleri, ilgisiz nesnelerle doldurarak, onun materyal değerine dik-
kat çekecektir. “Ben bunlardan oluştum” diye seslenir resim. Tiyatro da, hatta müzik
de benzer süreci izler, biri atonal seslerde, melodiye değil, sesin fizikselliğine dikkat
çeker, öteki sahnesel oluşumun içindeki unsurların (beden, müzik, ışık, kostüm, de-
kor, vb.) kendiliklerine dikkat çeker. Kendi hakkında bir düşünce olarak biçimlenen
tiyatroda, ya oyun içinde oyunla, tiyatro durumuna dikkat çekilir (Pirandello: Altı
Kişi Yazarını Arıyor), ya da genel bir üslup ilkesine dönüşen parodiyle, geçmiş tiyatro
metinlerini konulaştırır (Alfred Jarry: Kral Übü).
Tiyatro metaforik bir nitelik kazanmıştır, Helmarr Schramm, tiyatro metoforunun
yaygınlaşmasıyla dünyanın bir tiyatro olarak kavranışı arasında mantıksal bir bağ ku-
rar (Schramm 1990). Özellikle Barok çağın karakteristik bir özelliğidir, tiyatronun
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 175

metafor olarak kullanılması. Schramm, Barok çağın düşünsel ortamında, Tanrı’nın


bir rejisörü olan dünya sahnesinde insanların kendilerini oyuncu olarak gördüklerini
belirtir. Geçici bir dünya imgesi, çağın özelliğidir ve en iyi ifadesini Calderon’un ve
Shakespeare’in oyunlarında bulur. Kararsız, kuşkularla dolu, eski ile yeni arasında
kalmış Barok dönemi ile avangard hareketlerin ait oldukları dönemin özellikleri ara-
sında bir paralellik kurulmuştur. Aslında metafor olarak tiyatro, tam olarak şuna işa-
ret eder, bütün dünyanın bir tiyatro olduğu yerde, tiyatro, zorunlu olarak “tiyatronun
tiyatrosu”dur.
İki dönemin karşılaştırılmasını mümkün kılan çalışmalardan biri de Walter
Benjamin’e aittir, 17. Yüzyıl Alman Yas oyunlarını incelediği bir çalışmasında, Ben-
jamin, Barok ruhunu geçicilikle, güvensizlikle nitelendirmiştir; bozulmuş eski bir
dünya imgesinden arta kalanlarla oluşturamadığı anlamı, sadece nesneleri birbirine
ekleyerek, organik bütünlüğünü yitirmiş parçalarla sağlamaya çalışan bu çağın temel
travmasını, dinsel tasarımdaki değişimle açıklar. Ortaçağın Katolik bilme biçiminin
yerini Calvizm’in getirdiği yeni bilme biçimi almıştır ve ikisi arasındaki temel farkı,
insan edimlerinin Tanrı’nın huzurunda nasıl değerlendirilebileceğine ait eminliğin
yerine geçen belirsizlik oluşturmaktadır. Ortaçağın sıradan bir mümini , ibadetlerini
yerine getirdiğinde, Kilise’nin buyruklarına riayet ettiğinde Tanrı tarafından seçildi-
ğini bilir, oysa artık, Tanrı’nın seçimi, insani edimlere bağlı değildir, yani buradaki
davranışlarla Tanrısal inayete kabul ediliş arasındaki hat, dolayım kazanmıştır. Ye-
rinden oynamış anlamlar dünyası, eskinin tanımlı bölgelerini çözerek belirsiz bir
dünya üretir (Benjamin, 1963: 65). Şüphesiz dinsel duyuştaki bu yarılmaya, bilimsel
gelişmelerin getirdiği yeni bilgilerle, teolojik bir tasarımın etkisinden kurtulmamış
bireyin bilgisi arasındaki çelişkileri de eklemek gerekecektir. Rolünü oynayan insan-
lardan oluşan dünya imgesi, hakikat kuşkusunun içinde gelişir ve böylece ilerlemenin
vaatleri ile modern dünyanın düş kırıklıklarını eşzamanlı yaşayan avangard hareket-
lerin ikilemlerini anlatmak için Barok çağ bir modele dönüşür.
Burada, gerçeklik ve kurmaca arasında, bir şeyden kaçınılmaya çalışıldığı için hala
bir gerilim vardır, sanat yabancılaşmayı, şok ilkesiyle sarsmaya çalışırken, tüm gele-
neksel kurumları yıkmaya uğraşırken devrimci bir ruha, bir protesto gücüne sahip
görünmektedir. Ancak tarihsel süreç, onların niyetlerini sistemin içine dahil ederek
eritecek, avangard olumsuzlama, sonraki tekrarında eleştirel gücünü yitirecek ve me-
talaşmaya karşı bir itirazla başlayan süreç, sanatın kendisini metaya dönüştürecektir.

Şimdinin ontolojisi
Henri Lefebvre (1983), gündelik yaşamda karşımıza çıkan tiyatronun etki gücüne
hiçbir sanatsal tiyatronun erişemediğini düşünmektedir, özellikle politikanın sahne-
si, tiyatronun bütün yaşam enerjisini kendini kamusal yaşamda güçlendirmek için
kullanır ve bu durumda gündelik yaşam, tiyatro sahnesinde gördüğümüzden daha
dramatik, daha etkili figürler üretmektedir. Kamusal yaşamın teatral bir boyut kazan-
ması, tiyatronun varoluşunu tehdit eden bir unsur haline gelmiştir, ancak bu meşru-
176 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Süreyya Karacabey

iyet krizi bütün sanatlar için geçerli görülmelidir. Jean Baudrillard, bu noktayı, klasik
kategorilerin çözüldüğü durumu, sanatın, “vanishing point”i olarak adlandırır. Gele-
neksel sanatlarda yaşanan kimlik ve meşruiyet krizi, “dünyanın estetikleşmesi”nin so-
nucudur ve kendi özerk statüsünü yitiren sanatlar, “sanat ve toplumun estetikleşmiş
mekanı arasında, teknolojinin yönetimi’nin sultası altında, sadece bir tercüme merci
olarak görev yapmaktadır” (Schramm, 1996: 15).
Sanatın temsil edilişinin tür ve biçimlerinin, tekniğin aracısı olduğu genel bir sah-
neleme fikri tarafından tayin edilmesi, zamanın kültürel durumu için doğal kabul
edilmektedir. Gerçekliğin sahnelenmesi, zaten kendisi “senaryolaşmış bir düşünce-
nin” mantığına uygundur ve yaşam giderek, “ kurmaca gerçekliklerin deneyiminin,
seyredilen, ikinci elden bir yaşamı ” (Schramm, 1996: 15) olarak görülmektedir: Kur-
macanın kurmacası olarak. Post bir gerçekliğin içinde yaşayanların, kendini sahnele-
me eğilimi arttıkça, sanatın ifade ediş biçimlerinin eski ayrıcalıkları elinden alınacak
ve algılama odaklarının hızla dönüşüme uğradığı bir zamanda, kültürün merkezine
“oyunun kuralı” yerleşecektir; kültürel çözümlemeler ise, köy olarak dünya, hareket-
sizlik olarak hareket, başarısızlık olarak başarı, dilsizlik olarak dil türünden paradok-
sal nitelemelerin aracılığıyla gerçekleşir. Bugünün kültürel dünyasında kaydedilen
değişimlere paralel olarak, geleneksel tiyatro kavramının kullanımı da yenilenir ve
teatrallik, disiplinler arası kullanılan bir terim haline gelir, artık pek çok disiplin- sos-
yoloji, psikoloji, etnoloji, kültürbilim vb.- nesnesini çözümlerken teatrallik teriminin
yardımına başvurur.
Amerikalı toplumbilimci, Erving Goffman, 1959 yılında yayınlanan kitabın-
da (Goffman, 1983) tiyatro modelinden yola çıkarak ve odağa kendini göstermeyi
yerleştirerek, gündelik davranışların çözümlemesini yapar; toplumsal rol oyuncusu
olarak kişilerin, eylemlerini, dil, jest, mimik ve kostümlerini, sahne üzerinde belirli
dramaturjik ilkelere, kurallara göre hareket eden oyuncularla karşılaştırır. Goffman,
hem bireyin/ tikelin davranış maskelerini, hem de toplumsal grupların üyelerinin bir-
birlerinin davranışları üzerindeki ortak etkilerini, zaman ve mekan kategorilerini de
dikkate alarak, dramaturjik teknikler ve sahneleme süreci gibi inceler. Burada, dina-
mik olduğu varsayılan toplumsal bir yapının, stabil bir sahne düşüncesi içinde don-
durulması söz konusudur. Yine bir başka toplum bilimci, Pierre Bourdieu, Die feinen
Unterschiede başlıklı kitabında, toplumsal ilişkilerin estetik bir taslağını oluşturmaya
girişir; çağdaş ortak yaşamın estetik biçimlenişini, duyusal olarak deneyimlenen, top-
lumsal çatışmaların yarattığı koşulları dikkate alarak anlatan yazar, uçurum, mesafe
ve fark’ı, bu çatışmalar için birincil görür ve algıyı biçimlemede toplumsal, politik ve
kültürel işleve sahip olduklarını belirtir. Görmek, işitmek, dokunmak, hissetmek, tat
almak olarak algı; zevkin, hazzın algısıdır. Oysa Kantçı tasarımda estetik beğeni/zevk,
her türlü çıkar ilişkisinden, herhangi bir gereksinimi karşılamaktan uzaktı, estetik
beğeninin düşünsel tasarımı, böylece doğrudan bedenin gereksinimleriyle birleşir.
Müzik ve mutfak, resim ve spor, edebiyat ve kuaförlük, Bourdieu’ya göre bir birliğin
içine eklenirler.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 177

Teatralliğin toplumsal yapıyı ve gündelik ilişkiler içindeki insanı tanımlamak için


kullanılmasının, daha eski bir örneğini de Marks’ın kapitalist sistem içindeki insanla-
rı, karakter maskesi olarak nitelemesi oluşturur (Münz, 1979). Örnekleri çoğaltmak
mümkündür, toplumbilimcilerin ve antropologların teatrallik kavrayışları, tiyatro te-
orisinde de karşılık bulur, yeni teoriler genellikle antropolojinin ve toplumbiliminin
verilerini kullanırlar. Uri Rapp, “tiyatroyu hem bir toplumsal durum hem de karşılıklı
toplumsal ilişkilerin somutlanışı olarak ele alan Handeln und Zuschauen’de (1973) ya-
kın dönemin sosyolojik ve antropolojik araştırmalarını kullanır (Carlson 2007:50).
Gündelik yaşamın “görünmez” tiyatrosu, normalliğin sahnelenmesi sonucunu
getirir ve bu koşullarda teatrallik, hareketin ve dilin özel bir biçimi değil, algılamanın
özel biçimidir. ”Gösteri Toplumu” nda, algının niteliğini ise gözlemcinin perspektifi
tayin edecektir, bu türden bir gözleme ilişkin Michel de Carteau’nun , iki uç bakış
açısını karşı karşıya getirdiği pasajını, Schramm, örnek olarak gösterir. Yer, New York,
Manhattan’daki Dünya Ticaret Merkezi’nin 110. katıdır ve manzara şöyle betimlenir:
Bu “beton, çelik ve camdan yapılmış sahne”den bakıldığında, şehir bir “me-
tin örgüsü” gibi etki eder ve yüksek mesafe, gözlemcinin, röntgencinin, “bu metni
okumasına, bir güneş gözü olmasına ya da Tanrının bakışı olmasına “ izin verir.
Bakış noktası dışındaki her şey bilmenin kurmacasıdır. “Şehrin bildik kullanıcıları
ama, aşağıda yaşarlar, (…) yayalar, seyyahlar ve onların bedenleri kentsel metnin
yazısı için bir yazısal imgedir, onlar yazarlar, yazdıklarını okuyamazlar (Schramm,
1996:33).

“Oynanan ve yaşanan hayatın” sakinleri, hem turistlerin, röntgencinin bakışına


sunulan bir oyun oynayacak, hem de ortak yaşam mekanlarında kendilerini sahne-
leyecektir. Gerçekliğin kurmaca bir karakter kazandığı bir zamanda, tiyatronun yeni
arayışlara yönelmesi, kendini var edebilmek için yeni ifade biçimleri araması kaçınıl-
mazdır. Seyirciyle yeni bir ilişki kurmak arzusu, avangard sanatın da temel yönelimini
oluşturmuştu, sahne ile seyir yeri arasındaki boşluğu kapatma, tiyatro mekanlarının
dışına çıkma, seyirciye kapalı bir temsil değil, bir “kışkıtma” olarak gösteri sunma, ya
da kendi gereksizliğinin iç bilincini, aşırı anlamsızlaştırmalarla dile getirme, hepsi,
artık sanat olmadığını bilen bir sanatın yarattığı görüntülerdi. Tiyatronun, hakikatin
kurucusu olarak tarif ettiği dile yönelik kuşkusu, zaten metni, tiyatronun “burada
ve şimdi”liğine uymayan bir yabancı beden haline getirmişti. Dolayısıyla, daha çağ-
daş arayışların, örneğin happening’in temelleri, dadacıların yıkıcı gösterileri tara-
fından zaten öncelenmişti. 1950’li yılların yarısından itibaren, Japonya, Amerika ve
Avrupa’da eşzamanlı olarak gelişen, disiplinler arası ifade biçimlerinin farklı formül-
lerini geliştiren sanatsal olaylara verilen bir üst terimdir happening. Sanatsal eylem ve
materyal, happening’le birlikte klasik temsil yerinde sahnelenmez ya da sergilenmez,
kamusal alanların içine giren sanatçılar, burada kendilerini var edecek bir yer ararlar.
Rol ortadan kalkmış, sanatçılar gösterinin, öteki materyalleri gibi bir unsuru haline
gelmiştir. Susan Sontag, happening’in zamandan bağımsızlığı ifade ettiği kanısında-
dır, çünkü gösterinin, önceden belirlenmiş bir süresi yoktur, daha da önemlisi seyir-
ciler, tanık oldukları olayın ne zaman biteceğini bilmeden seyrederler. Çoğunlukla,
bir defalık olan bu olaylar, bir öykü, olay örgüsü ya da gerilime ait herhangi bir unsur
178 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Süreyya Karacabey

taşımazlar. Onun zamanı, mutlak bir şimdidir. Dil, en asal noktasına kadar azaltılır;
dil, sadece bir gerekliliğin dilidir. İçerdiği eylem ve jestler ise, genellikle aynının tek-
rarından oluşur (Sontag, 1999:409-410).
Happening, bir karşılaşma “tezgahlar”, gündeliğin tiyatrosunun içine katılmak
istemiştir, gündelik zamanın –kısa bir süre için, bir belirsizlik içinde- durdurulması,
zamanın bir çeşit esnetilmesi ve kendi varoluş koşullarını elinden alan toplumsalı,
sanatın, sanat dışılığını kullanarak, bildik kalıpları kırarak şaşırtmak ister. Hemen
ve şimdide vuku bulan olay olarak happening, gündelik yaşamın sakinlerini farklı
bir deneyimle yüz yüze getirmek ister, ancak, şaşırmak, bir gösterinin sekanslarında
yaşadığını düşünen oyuncu-seyirci için, artık imkansızdır, çünkü şaşkınlık, oyunun
kuralıdır ve alışılmış bir duygu durumuna dönüşmüştür. Bir olay, anidenliğin sar-
sıcılığıyla, sanatın yitirdiği geleneksel etki gücünü yeniden elde etmeye çalışır, eğer
sokaklar doğal tiyatronun bir sahnesiyse, sanatın temsil yeri olarak bu sokakları seç-
mesi bile, yaratmaya çalıştığı etkiyi daha baştan, tersine çevirir. Gündelik yaşamın
mekanlarına giren sanatçılar için sokaklar tek seçenek değildir, fabrikalara, insan-
ların çalıştıkları büyük iş merkezlerine de giderler ve kendilerini “yerin misafirleri”
olarak nitelendirirler. (Lehmann, 1999: 306) Tiyatro ya da gösteri, gündelik yaşamın
farklı mekanlarında kendine bir yer arar. Estetik yaşamın kendi bedeninde, her gün
yeniden ürettiği biçimler oyununa karşı, sanatsal hamlelerin onunla giriştiği tuhaf
rekabetin sonucunda, rolünü elinden kaptıran oyuncu, artık rolün yeni sahiplerine,
eskiden olduğu gibi, hakiki bir yaşamın kurmacasını sunamayacaktır. Tersine dön-
müş bir ilişkinin yeni gramerine uygun olarak rolden vazgeçecek, kendi fenomenal
bedeninin mevcudiyetine dikkat çekecek, çabuk sıkılıp, çabuk tüketen bir kitlenin
karşısına gerçeklik iddiasıyla çıkacaktır. Ya da onun dolaştığı, çalıştığı, dua ettiği,
alışveriş yaptığı mekanlara “dalarak”, kendini göstermeye çalışacaktır. Ama gerçek
yaşamın teatralleştiği bir yerde, sanatın kendini bir gerçeklik olarak sunması hiçbir
biçimde bir fark yaratmaz, ikisi de aynı bütünün bir parçası olarak işlevselleşirler.
Sokakları atölye haline getiren sanatçılar, sokakta “yani herkesin marjinal olduğu bir
toplumsal ortamdaki herhangi bir marjinal kişiliğe dönüşerek merkezden yoksun”
(Kuspit, 2006: 70) kalacaklardır, çünkü “sokakların merkezi yoktur.”
Sanatın kişisel bir alan yaratmaksızın, toplumsal alanı işgal ettiği bu konumda,
dışsal dünyanın koşullarına karşı bir seçenek geliştirmesi imkansızlaşır, çünkü, o,
kalabalığın içinde hüküm süren koşulları yeniden üretmektedir. Donald Kuspit, sa-
natın, bu biçimde yaşamdan üstün bir şey olarak görülmediğini, yaşam yarışı kazan-
dığı için, sanatın yaşama katılmaktan başka bir şey yapmadığını söylemektedir. Allan
Kaprow’un şu sözleri, gündelik yaşamın tiyatrosunun gerisinde kalan sanatı çok iyi
betimlemektedir:
(…)gettolarda yaşayan ailelerin antropologlar tarafından (bu ailelerin izniyle)
uzaktan kumanda edilen kameralarla çekilen yaşamları o ünlü, gerçekçi yer altı
dünyası filmlerinden daha muhteşemdir;(…)
Süpermarkette alışveriş yapan insanların rasgele, esrik hareketleri modern
danst yapılan her tür hareketten daha zengindir;(…) vb.., vb.. sanat olmayan şeyler
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 179

sanat olan sanattan daha çok sanattır (Kuspit, 2006).

Allan Kaprow, happening’in Amerikalı öncülerindendi, sanatın yaşam tarafından


yok edilmesinin gerekliliğini dile getiren biri olarak, sanatçı olarak adlandırılmayı
arzu edenlere yapmaları gereken tek şeyin çevrelerine sanatsal açıdan bakmak, bunu
açıklamak ve çevrelerindeki insanları da buna ikna etmek olduğunu söylemiş ve
“buna da reklam denir” diye de eklemişti.
Gündelik yaşamın içine, sokağa, ondan uzaklaşmak için, onu dönüştürmek için
değil, eklemlenmek üzere “sızan” sanat, kendini görünür kılmaya çalıştıkça görün-
mez ve etkisiz hale gelir; sokakların sakinleri için karşılarına çıkan ve can sıkıntılarını
bir süreliğine durdurmaya çalışan eylemler, onun kendi yaşamının bir uzantısıdır.
Sanatın yaygınlaşan bu post biçimini, Kupshid, sokağın bir atığı olmakla suçlar, bu
benzetme, gündelik nesneleri, çöpleri seçip dizerek, alımlayıcının karşısına getiren,
atıklarla oynayan sanatçıya yapılan bir göndermedir. Gündelik yaşam, bu durumda,
sanatla ilişkisini onu eğlendiren ya da canını sıkan metalarla kurduğu ilişkiler gibi
kurar; sabırsızlıkla bir an gözünün önünde beliren manzaraya, kısacık bir bakış atar,
sonra da yoluna devam eder, gösteri ise, dünya sahnesinde oynanan gündelik temsil-
lerden sadece biridir. Sanat, bu biçimiyle, ne farklı bir varoluşun deneyimini sunar,
ne de içinde kaybolunan yüzey görüntüsünü aralayacak bir seçenek olarak görülür.
Yeniden üretmenin sonsuz döngüsüne eklemlenerek, farksızlığını olumladığı yaşam
gösterisinin unsurlarından biri haline gelir, toplumun bütün üyeleri gibi kendini gö-
rünür kılmaya çalışır, onların arasında dolaşır, ancak herkesin kendini sahnelediği bir
mekanda bütün bu olanları kim izleyecektir, barok çağın hiç değilse bir Tanrı seyircisi
vardı.
Sonuç

Sanatı yaşamla birleştirme hamlesinin tarihteki ilk belirişi tarihsel avangardlara


aitti; yakın zamanların sanatı da aynı arzuyu dile getirmektedir, ancak tarihsel bir
olayın tekrarı elbette “fars” olarak görülecektir. Avangard hareketlerin içerdiği yıkıcı
eleştiri, burada aşılmıştır, çünkü eleştiri her şeyden önce mesafeyi gerektirir. “Mesa-
felerin gözden kaybolduğu” bir dönemde sanat, eleştirel konumunu yitirecektir. 20.
Yüzyılın başlarında yabancılaşma negatif bir anlama sahipti, oysa yabancılaşma eski
negatif anlamını yitirmiş ve pozitif bir içerikle karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi
yabancılaşma, Marks’a göre kapitalist sistemin ortaya çıkardığı, tarihsel bir durumdu.
Tarihsellik aynı zamanda tarihselleşebileceğinin işaretlerini içermekte, bir zorunlu-
luktan çok geçici bir semptom olarak görülmektedir. Oysa yabancılaşmanın Hegelci
konseptinde, bir zorunluluk söz konusudur, kaçınılmaz bir biçimde Tin’in kendini
gerçekleştirme hamlelerine bağlanmış, kendini tanımanın zorunlu biçimi olarak
kavramsallaştırılmıştır. Yabancılaşmanın bu biçimiyle uzlaşıldığında, yabancılaşma
negatif anlamını yitirir. Ayrıca, avangard hareketlerin ortak biçimsel ilkesi olarak gö-
rülen şok ilkesi, yadırgatma, otomatikleşmiş algının yarattığı körlüğü ortadan kaldır-
mak türünden bir hedefe sahipti. Artık, şok gündelik hayatın tiyatrosunun vazgeçil-
mez unsurlarından biridir, hızla geçip giden görüntülerin yarattığı “görme baskısı” ile
180 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Süreyya Karacabey

aşırı uyarılan algı körleşmiş, sürekli yeni bir olaya maruz kalan insan kayıtsızlaşmış ve
geçmişte devrimci bir teknik olarak görülen yabancılaştırma, araçlar tarafından aşırı
kullanıldığından, hatta sömürüldüğünden bütün etkisini yitirmiştir. Gündelik yaşa-
mın tiyatrosuna sarsıcı bir olay olarak giren sanat, en marjinal duruşunda bile sistem
tarafından tanımlanarak, onun bir fazlası olarak görev alarak işlevini yitirmektedir.
Yaşanan Herbert Marcuse’ün sözünü ettiği türden bir “olumsuzlama” eksikliğidir, an-
cak günümüzde sanatın bu olumsuzlamayı hangi araçlarla, nasıl elde edeceği hala
bilinmemektedir.
Sokağın tiyatrosu, her türden beklenti bozmayı, süreklileştirmek yoluyla normal-
leştirir, fazla eğlenmekten, uyaranların aşırılığından canı sıkılmış insanı, canının ne-
den sıkıldığı konusunda düşünmeden eğlendirmeye ve oyalamaya geçen pop-sanat,
neyi, nasıl değiştirebilir? İnsanlar işlerine gidecek, modern hayatın yarattığı “boş za-
man” baskısının altında hazlarının bir listesini çıkaracak ya da televizyonda naklen
savaş izleyecektir, akşam yemeklerini kopmuş kafaların, yanmış derilerin görüntüsü
eşliğinde yiyen insanı, sanat, şaşırtmaktan belki de vazgeçmelidir. Çağdaş yaşamın
getirdiği bütün yeniliklere hızla uymanın bir anlamı var mıdır, ya da hız ilkesinin
başatlığıyla uzlaşmanın. Belki de gerçekten şu atasözünde söylendiği gibi “akıntıda
yüzebilen sadece ölü balıklardır” ve sanat, akıntıda yüzmekten vazgeçtiğinde, gün-
deliğin sahnesini değiştirmeyi ya da insanlar için bir anlama sahip olmayı, yeniden
başarabilir. Şimdi, oturalım ve hep birlikte sokağın tiyatrosunu seyredelim.

KAYNAKÇA

Benjamin, W. (1963) Ursprung des deutschen Trauerspiels, Suhrkamp Verlag.

Bürger, P. (1974) Theorie der Avangard, Suhrkamp Verlag.

Bourdieu, P. (1984) Die feinen Unterschiede. Kritik der gesellschaftlichen Urteilskraft. Frankufurt a. Main.

Carlson, M. (2007) Tiyatro Teorileri, Çev. Eren Buğlalılar,Barış Yıldırım, De Ki Yay.

Goffman, E (1983) Wir alle spielen Theater. Der Selbstdarstellung im Alltag, München.

Innes, Christopher (2004) Avant-Garde Tiyatro. Çev.Beliz Güçbilmez, Aziz V. Kahraman, Dost Yay.

Jourbert, J- L (1993). Şiir Nedir? Çev. Ece Korkut, Öteki Yay.

Kuspit, Donald (2006) Sanatın Sonu, Çev.Yasemin Tezgiden, Metis Yay.

Lefebvre, H (1974) Kritik des Alltagslebens, Frankfurt a. Main.

Lehmann, H-T (1999) Postdramatisches Theater, Verlag der Autoren.

Megill, A. (1998) Aşırılığın Peygamberleri, Çev. Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat Yay..
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gündelik yaşamın tiyatrosu 181

Mersch, D (2002). Ereignis und Aura, Suhrkamp Verlag.

Münz, R. (1979) “Charaktermaske und Theatergleichnis bei Marks.”, Das Andere Theater, Studien zu einem
deutschsprachigen Teatro dell’arte der Lessingszeit, Berlin.

Schramm, H. (1990) “Theatralitaet und Öffentlichkeit”, Aesthetische Grundbegriffe Studien zu einem


historischen Wörtebuch, hrsg.,K.Barck, M.Fontius, W.Thierse, Berlin.

------------------(1996), Karneval de Denkens, Akademie Verlag.

Sontag, S. (1999) Kunst und Antikunst, Çev.Mark W. Rien, Fischer Taschenbuch Verlag.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 183

Zaven Bberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gtmed’


Adlı Romanında Varlık Vergs Kanunu ve
Devrmsz Gündelk Hayatlar

Hülya Göğerçn Toker1

ÖZ
Bu çalışmada Zaven Biberyan’ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı romanında Varlık Vergisi Kanununun gün-
delik yaşama olan etkileri incelenmiştir. Çalışma niteliksel bir analizle, siyaset dışı sayılan gündelik yaşamın,
alınan siyasi kararlardan nasıl doğrudan etkilendiğini ortaya koymaktadır. Varlık Vergisi Kanununun ilanının
ardından, kanundan doğrudan etkilenen azınlıkların insanlarla ve nesnelerle olan ilişkisi yani gündelik yaşamı
tamamen değişmiştir. Çalışma ayrıca, toplumun amacını tatmin olarak ifade eden ve bireyler gündelik ha-
yatlarını sürdüremez hale geldiğinde devrimin başlayacağını söyleyen Lefebvre’nin aksine, söz konusu roman
bağlamında bakıldığında devrimin imkansızlığını da göstermektedir.

Anahtar Kelimeler Zaven Biberyan, Varlık Vergisi Kanunu, gündelik hayat

Everyday Lıfe Wıthout Revolutıon ın Zaven Bberyan’s


Novel: My Father Dıd not Go to Aşkale

ABSTRACT
This article was designed to study the effects of Wealth Tax Law to everyday life in Zaven Biberyan’s novel, “My
Father Did Not Go To Aşkale”. The study reveals that how everyday life that is generally regarding as out-politcs,
influences directly from the political decisions. It seems that in the aftermath of the political decision, relation
of the minorities that effected directly by the law, with both people and objects, say their everyday life, have
entirely changed. On the other hand, in contrast to Lefebvre that explains the aim of the society as satisfaction
and the revolution as a concequence that comes into being when individuals could not be able to continue their
everyday life, study tries to indicate that revolution also could be impossible, especially as it seen clearly in the
context of the Biberyan’s novel.

Keywords: Zaven Biberyan, Wealth Tax Law, everyday life

1 Araştırma Görevlisi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
184 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

Giriş

Gündelik olan farkedilemeyecek kadar sıradandır. Dağınık ve belirsiz sıradan-


lıklardan oluşan bir döngünün söz konusu olduğu gündelik hayatta bu döngünün
farkedilip sıradanlıkların ortaya çıkarılması toplumların ve bireyin anlaşılmasında
önem taşımaktadır. Gündelik hayatın izini edebiyat üzerinden sürmek, yaşamda sı-
kışıp kalmış bireye tekrar ses verecek ve eserin yazarının duyuşunu olduğu kadar bir
dönemin dikkat edilmeden geçilmiş ayrıntılarını da gösterecektir.
Edebiyat 19. yüzyıldan bu yana, toplumun anlaşılmasında bir referans noktası
olarak kabul edilmektedir. Stael ve Taine, edebiyatı toplumun diğer kurumlarından
farklı görmeyerek ilk sosyolojik edebiyat kuramlarını geliştirmiş; her coğrafyanın ve
tarihsel dönemin kendine özgü anlatım biçimlerine sahip olup edebiyatın bunları
ortaya koyduğunu söylemişlerdir (Parla, 2001: 36-37). Lucien Goldman da bir ede-
biyat eserinin, ortaya konulduğu dönemden bağımsız düşünülemeyeceğini belirtir.
Egemen ideoloji nasıl ki bireylerin düşünüş ve yaşam biçimlerini belirliyorsa edebi
metinler de döneminin, ortaya konulduğu zaman ve mekanın egemen ideolojisi ile
şekillenir (Parla, 2001: 39).
Lefebvre, “Gündelik olanın edebiyat alanında aniden belirivermesini büyük bir
özenle incelemek gerekir.” demektedir. Çünkü gündelik hayatın edebiyat alanına gir-
mesi demek düşünce ve bilincin de alanına girmiş olması demektir (1998: 8). Böyle
bir bakış açısıyla baktığımızda, bir roman, öykü ya da şiirin, ait olduğu zamanın ve
mekanın gündelik yaşamına, insanların birbirleriyle ve nesnelerle olan ilişkisine yö-
nelik anlatacağı çok şey vardır.
Bu çalışmada “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı romandan hareketle, İkinci Dünya
Savaşının ekonomik, sosyal ve siyasal etkilerinin son derece şiddetli hissedildiği bir
döneminde gündelik hayatın analiz edilmesi amaçlanmıştır. Savaş ekonomisinin yan-
sımalarının yaşandığı Türkiye’de, ekonomik darboğaza bir çözüm olması düşüncesi
ile yürürlüğe koyulan ve uygulama sürecinde en çok azınlıkları hedef aldığı ortaya
çıkan bir siyasi kararın, Varlık Vergisi Kanununun, Ermeni bir aile özelinde, azınlık-
ların yaşamlarını ne ölçüde değiştirdiğinin incelenmesi önemli bulunmuştur.
Söz konusu roman, Tarhanyan ailesini anlatmaktadır. Tarhanyan ailesinin yaşamı,
aile içi ilişkileri ve aile bireylerinin kişilikleri ödenen vergi nedeniyle büyük değişiklik
yaşamış; Tarhanyan ailesinin gündelik yaşamı yeni bir biçim almıştır. Adı geçen ka-
nunun etkilerini, bu kanundan doğrudan etkilenen bir yazarın kaleminden okumak,
kanunun azınlıkların gündelik yaşamında yarattığı kimileri için olumlu kimileri için
de olumsuz olan yeni durumu ortaya koyacaktır. Roman kökten değişip dönüşmekte
olan bir yaşamı yani gündelik yaşamı anlatmaktadır. Yeni olan yaşanmaktadır. An-
cak yeni, henüz bir sıradanlık döngüsü haline gelmemiştir. Romanın her sayfası, eski
sıradanlıkların sürekli zihinlerde ve sözlerde olduğunu göstermektedir. Biberyan’ın
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 185

romanı, beraberinde toplumun çeşitli kesimlerini “yabancılaşma” ile (her seferin-


de yeniden) tanıştıran Varlık Vergisi Kanununun yani siyasetin, siyaset dışı sayılan
gündelik yaşama olan etkisini ve dolayısıyla gündelik yaşamın siyaset dışı olmadığını
açıkça ortaya koyan bir örnek olması açısından önem taşımaktadır.

Yöntem

Gündelik hayat araştırması roman, gazete, biyografi gibi farklı kaynaklara ba-
kılarak yapılmalıdır. Böyle bir araştırma, sıradanlık içinde yaşayan ve alınan büyük
kararlardan etkilenen küçük insanların sistemle olan ilişkisini, direniş yollarını orta-
ya koyacaktır. Niteliksel tasarım karakteri taşıyan bu çalışmada, dönemi betimleyici
dökümler yapılmış, açıklayıcı bir analizle de 12 Kasım 1942 ile 15 Mart 1944 tarihleri
arasında yürürlükte kalan Varlık Vergisi Kanunu ile gündelik hayat arasındaki ilişki-
ler araştırılarak ortaya çıkarılmıştır. Söz konusu kanun ile ilgili olarak yazılmış aka-
demik kaynaklar ile anı kitapları incelenmiş, dönemin günlük gazetelerinden Ulus ve
Cumhuriyet gazeteleri veri kaynağı olarak kullanılmış, Henri Lefebvre ve Michel De
Certeau’nun gündelik hayat kuramları çerçevesinde, insanların birbirleriyle, nesne-
lerle, iş ve boş zaman ile olan ilişkileri analiz edilmiş; niteliksel sonuçlar ve anlamlar
çıkarılmıştır.

Analiz ve değerlendirme

Zaven Biberyan ve “Babam Aşkale’ye Gitmedi”


Herkül Millas’a göre Türk edebiyatının yazarları, Osmanlı ya da Türkiye halkına
Türkçe olarak seslenen yazarlardır. Bu yazarların Osmanlı oluşu ya da farklı etnik ya
da dinsel gruplara bağlı oluşu herhangi bir ayrım yaratmaz, Türkçe yazdıkları sürece
hepsi Türk edebiyatının yazarıdır (Millas, 2000: 213). Aynı bakış açısıyla, ancak Türk-
çe seslenmiş olmak şartı aramadan; bu topraklarda doğan, yaşayan, çabalayan, seven,
acı çeken, mutlu olan, alınan siyasi kararlardan herkes kadar ve bazen herkesten çok
etkilenen, en çaresiz anında bu toprakları terkedip sonra da ilk fırsatta geri dönen,
bu topraklarda ölen ve gömülen; Zaven Biberyan’ı “Türk edebiyatının yazarı” olarak
görmekteyiz.
Çalışmaya konu olan “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı romana Biberyan, “Mır-
çünneru Verçaluysı” (Karıncaların Günbatımı) adını vermiştir ve roman 1970 yılın-
da İstanbul’da Ermenice olarak yayınlanan Jamanak gazetesinde 294 gün boyunca
tefrika halinde yayınlanmıştır. “Mırçünneru Verçaluysı” Biberyan’ın ölümünden bir-
kaç hafta önce, 1984 yılında, kitap olarak basılmıştır. “Mırçünneru Verçaluysı” adı-
nın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” haline getirilip, kitabın Türkçe’ye çevrilmesi “Salkım
Hanımın Taneleri” adlı filme gösterilen tepki ile birlikte, Varlık Vergisi Kanununun
gündeme geldiği 1990’ların sonuna denk düşmektedir.
186 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

Zaven Biberyan, 1956 yılında Ermenice yazdığı “Lıgırdadzı” (Sürtük) adlı ro-
manını 1966 yılında kendisi “Yalnızlar” adı ile Türkçe’ye çevirmiştir. “Karıncaların
Günbatımı”nı da Ermenice yazmış ancak Türkçe’ye çevirmemiştir. Ermenice’yi ter-
cih etmesi, Ermeni toplumuna ulaşmak dışında bir çabasının olmadığını düşün-
dürtebilir. Yazarın, 1960’ların özgürlükçü ortamında “Lıgırdadzı”yı Türkçe’ye çevi-
rerek hem Türk hem de Ermeni toplumuna seslenmiş olması; ancak “Karıncaların
Günbatımı”nın kitap olarak basıldığı 1980’li yıllarda Türkçe’yi seçmemiş olması, Er-
meni toplumunun içine kapanmış olduğunu gösterebileceği gibi bir başka askeri dar-
benin ardından gelen dönemin siyasi ortamı hakkında da bilgi vermektedir. Ermeni
bir yazar olmak hem de “solcu” bir Ermeni olmak, ömrünün sonlarına doğru Zaven
Biberyan için de bir kapanmanın söz konusu olduğunu gösterebilir. Bu nedenle, Aras
Yayınlarının kitabı Türkçe yayınlaması ve Biberyan’ın “saklamaları”na rağmen onu
gün ışığına çıkarması önemlidir.

Varlık Vergisi Kanunu ve Tarhanyan ailesinin değişen gündelik yaşamı

Zaven Biberyan’ın romanı, başından sonuna kadar bir yabancılaşma olan yanlızlı-
ğı ve yalnızlık duygusunu anlatmaktadır. Roman bir yabancılaşma eleştirisidir. İnsan
ancak çalışarak birşeyler ürettiği ve bu ürettiklerinin bilincinde olduğu sürece ken-
disini gerçekleştirebilir. Romandaki bireyler ise kendilerinin farkında olduğu ya da
olmadığı bir biçimde nesnelere, eşyalara dönüşmüşlerdir. Biberyan, sosyo-ekonomik
statüleri gerileten, üretim-bölüşüm ilişkilerinde bireylerin payına düşen oranı azal-
tan ve bu nedenle yabancılaşmaya yol açan Varlık Vergisi Kanununun bir aileyi nasıl
yalnızlaştırdığını anlatmaktadır. Yabancılaşma söz konusu olduğunda temel sorun
olarak karşımıza, yabancılaşmanın bilinmemesi çıkmaktadır. Ancak Biberyan, yazdı-
ğı roman ile yabancılaşmayı, bireylerin yalnızlaşmasını ve bu yalnızlaşma nedeniyle
de gündelik yaşamın kişiler ve toplum için daha önemli olan değerler yerine nasıl da
kişisel çıkarlarla biçimlendiğini gözler önüne sermektedir.
“Babam Aşkale’ye Gitmedi”nin kahramanlarını, Türkiye’nin azınlıklarını yeni bir
yalnızlığa sürükleyen Varlık Vergisi Kanunu, İkinci Dünya Savaşının sıkıntılı koşul-
larının ülkedeki milliyetçiliği ve daha çok ırkçılığı harekete geçirmesinin ardından
gündeme gelmiş bir kanundur. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı yıllarınca savaş dışı kal-
mak için büyük mücadele vermiş ve savaş dışı kalmayı başarmışsa da savaşın ve özel-
likle savaş ekonomisinin ülkeye yansıması karşısında ağır bedeller ödenmiştir. Her
an savaşa girme zorunluluğu ile karşı karşıya kalınabileceği olasılığına karşın, bazı
görüşlere göre yaklaşık bir milyon kişi (Tokgöz, 1999: s.99; Kafaoğlu, 2002: 74), bazı
görüşlere göre de bir buçuk milyon kişi (Zürcher, 1998: 289) silah altına alınmıştır.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 187

Söz konusu romanın kahramanı olan Baret Tarhanyan, askere alınan bu bir mil-
yon kişiden biridir. Baret, evine üç buçuk yıl süren Nafıa askerliğinin2 ardından 1945
yılında, İkinci Dünya Savaşı devam ederken döner. Döndüğünde ise hiçbir şey ve
hiçkimse bıraktığı gibi değildir.
Zaven Biberyan romanı boyunca sadece anlatıyormuş gibidir. Ayrıntılar üzerin-
de, nedenler ve sonuçlar üzerinde fazlaca durmadan Baret’i, Arus’u, Hilda’yı, Diran’ı,
Suren’i..., onların değişen yaşamlarını, duygu ve düşüncelerini, ilişkilerini anlatıyor
gibidir. Yaşanmakta olanın “neden”i üzerine nadiren vurgu vardır. Bu nadir vurgular
arasında Nafıa askerliğine yönelik olan vurgu, Baret’in çocukluk aşkı Alis ile sinema-
da karşılaşmasının ardından dillendirilmeyen bir isyan olarak gelir:
İstanbul’dan ayrıldığında on dokuz yaşındaydı. Son güne kadar, anası tarafın-
dan bebek gibi bakılmıştı Tam ‘birşeyler’ yapma çağını ise kurt köpeklerinin ulu-
masını dinleyerek dağlarda geçirmişti. Hayatının en güzel günlerini kaybetmek ne
demek diye, gelip ona sorsalardı ya! Kimse bunu sormayı akıl edemiyordu. Alis mi
akıl edecekti? (Biberyan, 1998: 51)3∗

Baret’teki değişimin nedeni, asker olarak geçirdiği üç buçuk yıl ise, döndüğünde
bıraktıklarını eskisi gibi bulamayışının nedeni de “Varlık Vergisi”dir. Varlık Vergisi,
Biberyan’ın romanı boyunca Varlık diye geçer, sanki öylesine bir kelime gibi. Varlık’ın
da altı çizilmez romanda. Bu nedenle de okuyucunun romanın akışına kendisini kap-
tırıp, anlatılanların Varlık Vergisinden kaynaklanan sonuçlar olduğunu gözden kaçır-
ması çok da olasıdır. Baret’in babası Aşkale’ye gitmemiştir...
Erzurum’a bağlı ve Kop Geçidi eteğinde bulunan bir kasaba olan Aşkale, İkinci
Dünya Savaşı yıllarında ilan edilen Varlık Vergisi’ni ödemeyen mükelleflerin, taşınır
ve taşınmaz mallarının haczedilmesinin ardından gönderildikleri çalışma kampının
olduğu yerdir. İstanbul’da yayınlanmakta olan Cumhuriyet gazetesinden, ilk kafi-
le ile Aşkale’ye gönderilenlerin Yerman’lar, Kesimidis’ler, Fındıklıyan’lar, Kazez’ler,
Benardato’lar, Barkyan’lar, Franko’lar, İstavridis’ler... olduğunu öğreniyoruz (Cum-
huriyet, 28.1.1943). Aşkale’ye gönderilen vergi mükellefleri, İran-Trabzon yolunda
kar temizleyecekler, Erzurum-Sivas yolunda taş kırıp toprak kazacaklardı (Ulus,
6.4.1943). Bu amaçla Aşkale’ye 1.229’u İstanbul’daki azınlıklardan olmak üzere 1.400
mükellef gönderilmiştir.
Varlık Vergisi Kanunu4, 12 Kasım 1942’de yürürlüğe konmuş ve 15 Mart 1944
tarihine kadar 16 ay yürürlükte kalmıştır. “Varlık”, bazı kesimlerce azınlık düşmanlığı
olarak görülerek ırkçı bir uygulama olarak nitelendirilen (Yetkin, 1992: 252; Aktar,

2 “Bayındırlık Bakanlığı anlamındaki Nafıa Vekaleti’nin kısaltılmış hali olarak sıkça kullanılan bu sözcük,
İkinci Dünya Savaşı sırasında özel bir anlam da kazanmıştır. Askere çağrılan gayrimüslim vatandaşların bir
bölümü demiryolu ve havaalanı yapımı işlerine verilirken, büyük çoğunluğu da yol yapımı, taş kırma gibi
işlerde çalıştırılmak üzere, özel kahverengi elbise giydirilip Nafıa hizmetine verilmiş, kendileri de “Nafıa
askeri” olarak adlandırılmıştır.” Biberyan, 1998, s. 13’e yayınevi tarafından eklenen dipnot.

3 İtalik ve tırnak işaretleri romana aittir.
4 Kanun ve uygulandığı süreç hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akar, 1999; Aktar, 2000; Kafaoğlu, 2002;
Koçak, 1996; Ökte, 1951.
188 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

2000: 136; Nadi, 1964: 178-179), bazı kesimlerce sonuna kadar savunulan (Uran,
1959: 252) ve kentlerin “savaş zengini” yüksek kazanç sahiplerini vergilendirmeyi
amaçlayan bir kanundur. “Varlık” yürürlüğe girmeden önce basın sıklıkla ülkede
ihtiyaç duyulan malların piyasada bulunmayışı, bulunanlarınsa alınamayacak kadar
pahalı oluşu üzerinde durmuş; ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durumdan tüc-
carları sorumlu tutmuş ve onları ahlaksızlıkla suçladığı gibi sürekli olarak da hedef
göstermiştir.
Gazetelerde 1942 yılı Kasım ayına gelene kadar ülkedeki pahalılığa çare olacak
yasal düzenlemeler beklentisini görmek münkündür. Böyle yazılardan birinde Kemal
Zeki Gencosman “...milli bünye sağlamdır. Bu kollar, bacaklar, kısaca bozukluğa uğ-
ramış bu ihmali kabil parçalar, kanunun sert bıçağı altından kaçamıyorlar ve kaçama-
yacaklardır.” (Ulus, 1.11.1942) demektedir. Pahalılığa neden olanlar, karaborsacılar
“ihmali kabil parçalar”dır. Bu anlayış “milli bünye”yi sağlam kabul ettiğine göre, aynı
anlayış için bu sağlam yapıda sorun çıkaranlar ya zaten o yapıya dahil olmayanlardır
ya da daha önce sağlam oldukları halde bozulmuş olanlardır ki her iki durumda da
bu parçaları yok saymak ya da yok etmek mümkündür.
“Varlık”, önce CHP grup toplantılarında gizli oturumda görüşülmüş ve ele alınan
konular ile yapılan konuşmalar hakkında dışarıya bilgi sızdırılmamış; zaman zaman
basına yapılan açıklamalar ise kısa ya da önemsiz açıklamalar şeklinde olmuştur
(Akandere, 1998: 130). Döneme ait anıların yer aldığı kitaplarda “Varlık”ın görü-
şüldüğü gizli oturumda dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun “Bu kanun aynı
zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir
fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak,
Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz” (Barutçu, 1977: 263) ve “Varlık Vergisi ih-
tilal kokan bir kanundur.” (Us, 1966: 554) dediği belirtilmektedir.
İkinci Dünya Savaşı yılları Türkiye’de, az gelirli vatandaşlar vatanı canlarıyla ko-
rurken geliri çok olanların da vatanı mallarıyla koruması gerektiği fikrinin genel ka-
bul gördüğü yıllardır. Tüm vatandaşların vatanın korunmasında birleşmesi beklenir-
ken, vatanı silahla korumakta olanların yeri daha ayrıcalıklı ve özel kabul edilmiş,
gerçek vatan savunmasının da aslında bu olduğu fikri daima var olmuştur.
Genel kabul gören anlayışa göre “Her Türk asker doğar” ve tarihsel olarak Türk
milletinin en belirgin özelliği “iyi asker” ve “asker millet” olmasıdır. Türk Tarih Tezi
ile ileri sürülen bu fikirde etnisist milliyetçilik anlayışının etkisi ağır basmaktadır
çünkü askerlik, savaşçılık Türk kültürünün özünde olduğu kabul edilen “değer”lerdir
(Altınay ve Bora, 2002: 142-143). Vatanın kutsallığı, vatan savunmasına fiili olarak
katılanlara da neredeyse aynı ölçüde kutsiyet atfeder. Bu nedenle, askerlik-vatandaşlık
arasındaki ilişkide “en kutsal vazife” olan askerlik yoluyla birinci sınıf vatandaşlık er-
keklere bahşedilmiştir.”(145). Dönemde askeri okullara öğrenci ve personel alımında
“T.C. tebaasından” ve “Türk olmak” koşullarının ikisi de aranmıştır (145). “T.C. teba-
ası” ifadesi Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi kapsamak-
tadır. Bunun içinde Türkçe konuşan ve konuşmayan, müslüman olan ve olmayan tüm
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 189

unsurlar mevcuttur. Ancak böylesine kapsayıcı bir ifadeye “Türk olmak” ifadesinin
de eklenmiş olması bu kapsayıcılığı daraltma/sınırlandırma anlayışının göstergesidir
ve ilk akla gelen de bu daraltma/sınırlamanın gayrimüslim vatandaşları yani azınlık-
ları dışarda bırakmak amacı taşıdığıdır. Fakat Lozan Antlaşması’nın 37.-44. madde-
lerindeki azınlık hükümlerinde yer alan gayrimüslim-müslüman ayrımının (Oran,
2001: 152-165) burada biçim değiştirerek gayrimüslim-Türk ayrımına dönüşmesinde
laiklik ilkesinin belirleyici rolü olduğu düşünülebilir. Bu durumda Türkiye’nin birinci
sınıf vatandaşları “gayrimüslim olmayan Türk erkekler”dir.
Nitekim, “sağlam olan milli bünyenin ihmali kabil parçaları” ile birinci sınıf vatan-
daş olarak kabul edilmeyenlerin kimler olduğu, kısa bir süre sonra servet ve kazanç
sahiplerinin servetleri ve fevkalade kazançları üzerinden bir defaya mahsus olmak
üzere yürürlüğe giren “Varlık”ın uygulandığı süreçte yaşanan keyfilikler ile netleşe-
cektir. Bu süreçte komisyonlar oluşturulmuş ve komisyonlar vergi mükelleflerini M
(müslüman), E (ecnebi), D (Dönme) ve G (gayrimüslim) olmak üzere gruplara ayı-
rarak vergi miktarlarını gösteren cetvelleri illerde çeşitli yerlere asarak ilan etmiştir.
Bu cetvellere göre M ve E grubu toplam matrahın 1/8’ini, D grubu 1/4’ünü, G grubu
da 1/2’sini ödeyecekti. (Ökte, 1951: 86-92) Rıdvan Akar da, G grubunda yer alan mü-
kelleflerin toplam mükellef sayısı içindeki oranının % 87 olduğunu ve tüm ülkede
tahakkuk edilen 349.483.419 liralık verginin yaklaşık 290 milyon liralık kısmının G
grubundaki mükelleflere düştüğünü yazmaktadır (1999: 87 ).
Baret’in babası, G grubundaki 54.377 mükelleften biridir. Baret’in babası Diran
Tarhanyan, Varlık Vergisi borcunu ödemiş ve Aşkale’ye gitmemiştir. Borcunu ödeye-
bilmek için neyi var neyi yoksa elden çıkarmıştır. Diran Tarhanyan kalp hastası oldu-
ğunu, yaşayacağı günlerin sayısının az olduğunu, giderse kalbinin buna dayanama-
yacağını bilmektedir. Ama bunu sadece o bilmektedir. Yaşanmakta olanın “neden”ine
yönelik nadir vurgulardan biri de yine isyan ile, yine dillendirilmeden Aşkale’ye git-
meyen babadan, bu gitmeyiş üzerine gelir:
...Belki de herkes, bütün tanıdıkları, bütün dünya kendi hakkında aynı şeyleri
düşünüyordu. Ailesini, çocuklarını düşünmeyen bencilin biri! Gerçekten de aile-
sini, çocuklarını düşünmemek kötü bir şey miydi? Niçin önce ailesini düşünmek
zorundaydı? Kim koymuştu böyle bir kuralı? Niçin ailesi onu düşünmesindi? Ni-
çin Arus karşısındakinin zayıf noktasını bulmuş bir insanın sömürücülüğü ile her
şeyi durmadan yüzüne vuruyordu? Aileni düşünmedin. Onların rahatını, sosyal
durumunu, keyfini düşünmek, onların mutluluğu için kendini feda etmek zorun-
daydın. Ülkesi için kendini feda eden bir asker gibi. Neden feda eder insan kendi-
ni? Neden feda olmalıydın? Niçin feda olan asker hep sen olmalıydın? (Biberyan,
1998: 58-59).

Ömer Türkeş, Ermeni yazarların romanlarının ve öykülerinin, sanılanın aksine


kin ve düşmanlıktan beslenmediğini, onların ortak noktalarının sahip çıkarak, tarih-
lerine, sevdiklerine, acılarına “benim” diyerek ve elbette ki ortak bir bellek yaratma
arzusu ile yazmaları olduğunu söyler:
Sadece anlatırlar. Anlattıkları birgün ansızın değişen kaderleri, parçalanmış ailele-
ridir. Oraya buraya savrulan çocukları, artık kaybolmuş kültürleri, hayata tutunmaya
190 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

çalışan sıradan köylüleri, kendileriyle birlikte o toprakları paylaşan diğerlerini, ortak


dertleri, ortak sevinçleri, kısacası geçmişte cereyan etmiş olayların bireyin hayatına
yaptığı etkileri anlatırlar. Ermeni edebiyatı, değiştirilmesinin mümkün olmadığını
bilen, ama acıların dindirilmesinin, hatta daha iyi bir başka durumun mümkün ola-
bileceği umudunu barındıran bir bilinci yansıtır (Türkeş, 2001: 120).
Zaven Biberyan da diğer Ermeni yazarlar gibi yazmış ve nedenler ile sonuçları
sessizce anlatmıştır. Nedenlere vurgu yapmadan, altını çizmeden; sonuçlardaki deh-
şetin peşine düşmeden, kelimelerinden kin ve düşmanlık akıtmadan sadece ve aslın-
da sessizce anlatmıştır.
Bir başka önemli noktaya daha dikkat çeker Türkeş:
Varlık Vergisi, İkinci Dünya Savaşı’nın siyasal, düşünsel ve ruhsal atmosferinin
Türkiye’deki üzücü bir tezahürüydü şüphesiz. Ama bu kabul edilemez uygulama-
nın Cumhuriyet tarihinin kara bir deliğine dönüşmesi, unutmak ve unutturulmak
istenmesi, sonuçları, yani “öteki”ni yok sayan bir zihniyetin süreğenleşmesi açısın-
dan daha önemli görünüyor. Resmi tarihin, tarihin resmisini sevenlerin ve siyaset
erbaplarının 1940’lı yılları bir bellek yitimi ile nakletmeleri alıştığımız, kabul etme-
sek bile anladığımız bir ideolojik duruş; ne var ki, toplumların vicdanı, halkların
ya da tarih dışı bırakılanların vakanüvisti olması gereken edebiyatın bu dönemlere
ilişkin sessizliğini anlamak biraz zor. Doğrudan Varlık Vergisi meselesine duyulan
bir uzaklık değil kastettiğim: İkinci Dünya Savaşı’na doğrudan katılmamış olsalar
bile savaşın etkilerini yokluk, açlık, yaygınlaşan karaborsacılık, uzayıp giden kuy-
ruklar gibi toplumsal sorunlar olarak yakından hissetmişti bu coğrafyada yaşayan
insanlar. Neredeyse bütün temel ihtiyaç maddelerini kapsayan karaborsa ekono-
misinin ve karneli hayatın bir efsane olarak toplumsal bilincimize kazındığı o ka-
ranlık dönem, tarihçilerin, toplumbilimcilerin ve edebiyatçıların -gerek o yıllarda
gerek sonrasında verdikleri- ürünlerine yeterince yansımadı (2002: 204-205).

Zaven Biberyan’ın romanında da “yokluk, açlık, yaygınlaşan karaborsacılık, uza-


yıp giden kuyruklar gibi toplumsal sorunlar” yoktur. Olan, “Nafıa” ile “birgün ansızın
değişen kaderi” kendi kaderi, “Varlık” ile “birgün ansızın değişen kaderi” ailesinin ve
yine kendisinin kaderi, Suren’in yine “Varlık” ile ama bu sefer başka biçimde değişen
kaderidir. Olan, değişen/çöken/dağılan gündelik hayat, değişen/çöken/dağılan iliş-
kilerdir.

Babam Aşkale’ye Gitmedi’de gündelik hayat ve ilişkiler

Gündelik hayat dediğimiz “maddi kültür” olarak da adlandırabileceğimiz “beslen-


medir, giyinmedir, eşyadır, evdir, barınmadır, komşuluktur ve çevredir.” “Ekonomik,
psikolojik veya sosyolojik” olan gündelik hayat “özel yöntemler ve yollarla kavran-
ması gereken özel nesneler ve alanlardır”. “Tarih ya da ekonomi-politik gibi bir bilim
dalının gündelik hayatın incelenmesinde katkıda bulunması” (Lefebvre, 1998: 28) da
son derece olağan ve gereklidir.
Gündelik hayat hem işte hem boş zamandadır, hem aile yaşamının içinde hem
de dışındadır. Yani gündelik hayat işte, aile ile özel yaşamda ve boş zaman etkinlikle-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 191

rindedir. Bu şekilde gündelik hayatın birliği bütünlüğü oluşur ve oluşunca da somut


bireyi ortaya çıkarır (Lefebvre, 2002: 228). Lefebvre’nin bu yaklaşımına karşın de Cer-
teau bireylerin ilişkilerini önplana çıkaran bir yaklaşım içindedir. Ve de Certeau’nun
yaklaşımı yaşam pratikleri üzerinden işler (1988: xi).
Biberyan, Babam Aşkale’ye Gitmedi’de “Varlık”tan sonra menkul ve gay-
rımenkullerini kaybetmiş bir aile reisinin, kaybettiklerini yeniden elde etmek için
çaba harcamamasına ailenin kadınlarının gösterdiği tepkiyi anlatır. Diran Tarhanyan,
“Varlık” ilan edildikten kısa bir süre sonra kendisine çıkarılan vergi borcunun tama-
mını ödemek için elindeki herşeyi satmış; Diran’ın sattıklarından elde ettikleri bor-
cunu kapatmaya yetmediği için evine haciz gelmiş ve eşyalarına da bu şekilde el ko-
nulmuştur. Diran bu sayede Aşkale’ye gitmekten kurtulmuş/Aşkale’ye gitmemek için
bu yolu seçmiştir. Çünkü “çalışma kampı” ya da “toplama kampı” olarak adlandırılan
Aşkale, bu dönemde özellikle azınlıklar için Nazi toplama kamplarını çağrıştıran bir
etkiye sahip olmuştur. Varlık Vergisi’nin özellikle gayrimüslim vatandaşlara katı ve
tavizsiz bir şekilde uygulanması, vergi borçlarını ödemek isteyenlerin özel mülkleri-
nin çok büyük bir kısmını değerinden çok düşük fiyatlarla elden çıkarmak zorunda
kalmalarına neden olmuştur. Bir tarafta “en dürüst, vatansever, yumuşak veya ürk-
müş vatandaşlar” (Clark, 1984-1985: 34) vergilerini büyük bir yoksulluk pahasına
öderken diğer tarafta da sembolik bir miktar yatırıp sonra da gelişmeleri bekleyen ve
böylece maddi kayba uğramayan ya da çok az bir maddi kayıp ile kurtulan vatandaş-
lar yer almıştır.
Resmi kanallarla ifade edilmemiş olsa da kanunun ilan edilmesinde önemli bir
amaç olan “ticareti Türkleştirme” amacına, özellikle gayrimüslim azınlığın yoğun bir
şekilde ticari faaliyette bulunduğu İstanbul’da mal varlıklarını kaybedip piyasadan
çekilmeleri sonucunda büyük ölçüde ulaşılmıştır. (Akar, 1999: 144-145) İstanbul bu
dönemde Anadolu’dan yoğun göç almış, İstanbul’da olup da daha önce ticaretle hiç
uğraşmamış olanlar da bu alana yönelmiştir.
Biberyan’ın Suren karakteri “Varlık”tan sonra ve “Varlık” sayesinde zenginle-
şenlerdendir. “İşini bilene” “Varlık”ın bile engel olamadığının göstergesi olan Suren,
anne Arus tarafından bu nedenle sürekli örnek gösterilir. Aslında daha çok Arus’un
kendisinin, vaktiyle “adam yerine” koymadığı, evine geldiğinde rahatsızlık duydu-
ğu, çocuklarının çocukları ile vakit geçirmesine izin vermediği bu uzak akrabası,
“Varlık”tan sonra ticarete atılmış; önce Aşkale’ye gönderilen bir arkadaşının malları-
na el koyarak, ardından savaş ekonomisinin çalkantılı döneminde para kazanmanın
ideal yolu olan karaborsaya başvurarak, Arus’un gözlerini kamaştıran bir zenginliğe
ve yaşam tarzına kavuşmuştur. Bir zamanların “isteyen” Suren’i şimdi kendisinden
“istenen” Suren’dir. Diran’ın çok sıkıştığında borç istediği, belli belirsiz, kendisine ye-
diremeden oğlu Baret için iş istediği...
Suren’in zenginliği Tarhanyanlar’ın iki erkeğinin gözlerini kamaştırmaktan uzak-
tır oysa. Diran, onun dükkanına gittiğinde Suren’in seyyar satıcıdan paket yaptırıp
“eve götür de çocuklar yesin” diye eline tutuşturduğu iki kilo kiraz, Diran’ı dönüş yolu
192 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

boyunca ağlatır:
‘Bu hale düştüğü’ için kirazı almak zorunda mıydı? Mevkiini kaybetti diye
gururunu da mı kaybetmeliydi? Onurunu da mı? İnsan olarak kendisine biçtiği
değeri de mi? Tam da şimdi kibirlenmek istiyordu? Şimdi, tam yapamadığı an.
Oysa evvelce her şeyi yapmaya imkanı varken yapmamıştı, yapmak istememişti,
yapmayı sevmemişti. Nefret duydu. Suren’in hep bugünü beklediğini anladı. Onun
için önemli olan gururunu göstermek değildi. Gururunu gösterebilecek durumda
olmaktı (Biberyan, 1998: 61).

Baret, Suren’in yanına gittiğinde ısrarla yedirilen yemekte de “lokmalar Baret’in


boğazına diziliyor, taş gibi inip midesine oturuyordu. Midesi bulanıyordu.” (Biber-
yan, 1998: 69).
Veblen’in dediği gibi maddi varlık beraberinde onuru getiriyor ya da giderken
götürüyordu. Ve bu adil olmayan bir ilişki (Veblen, 2005: 33) olmasının yanı sıra,
insanların maddi varlıklarına göre değerlendirildiği bir süreç olması nedeniyle de
haksız bir karşılaştırmaydı (2005: 38). Suren’in Diran ve Baret Tarhanyan’ın saygısını
kazanmak ve koruyabilmek için yalnızca servete ya da güce sahip olması yetmiyordu.
Servetini ya da gücünü kanıtlaması gerekiyordu; çünkü saygı ancak kanıt varsa gös-
terilirdi (2005: 40).
Lefebvre, gündelik hayatın bütün sıradanlığı içinde tekrarlardan oluştuğunu
söylemektedir. “İşteki ve iş dışındaki tavırlar, mekanik hareketler (eller ve vücudun
hareketleri, aynı zamanda parçaların ve tertibatların hareketleri, rotasyon veya gidiş-
gelişler) saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar; çizgisel tekrarlar ve döngüsel tekrarlar,
doğal zaman ve akılcı zaman, vs.” (Lefebvre, 2002: 25). Arus ve kızı Hilda’nın Diran’dan
ümidi kesmişliği, onun eve para getirmeyeceğine inanmışlığı Diran’la kavgalarla, ha-
karetlerle sürüp giderken ümitle Baret’in iş bulması beklenmektedir.
Ancak Baret’in “iş”le olan ilişkisi sorunludur. Baret’in kafası karışıktır. Aynı anda
hem para hem de özgürlük istemektedir. Parası olmadığı için çalışmak zorunda ol-
ması kapana kısılmışlık hissi vermektedir. İsteksizdir “iş”e. Neden çalışmak zorun-
da olduğunu sorgular sıklıkla, ailesi ile bu sorgulamalarını paylaşmasa da. Paylaştığı
Dırtad amcası olur: Amcası bu sorgulamayı hayranlık ve ilgi ile karşıladıktan sonra
“Dikkat et, bizim toplum filozofları sevmez, karıncaları sever” der ve ekler: “Özgür
olmayı kolay mı sanıyorsun? Hayatına karışma hakkını başkasına vermemek için öz-
gürlüğünü feda etmek zorundasın. Özgürlük bile, bedeli özgürlükle ödenerek koru-
nur.” (Biberyan, 1998: 83).
Baret eşiktedir. “Gündelik hayatta, hayat[ını] çifte bir anlamda (varlığını sürdür-
memek veya varlığını sürdürmek, sadece varlığını sürdürmek veya dolu dolu yaşa-
mak) kazan[acak] ya da kazanma[yacaktır]. Gündelik hayatta, şimdi ve burada zevk
alınır veya acı çekilir.” (Lefebvre, 2002: 25). Baret’te, çok istemesine karşın zevkten
eser yoktur.
Arus ve Hilda, Baret’i çalışmaya zorlamak için evde yiyecek olmadığını, ihtiyaçları
alacak para olmadığını söylemeye başlarlar...
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 193

Ağzına bir lokma koymadan dışarı çıkmıştı. İki gündür, akşamdan akşama iki
lokma bir şey yiyordu. Mümkün olsa onu da yemeyecekti. Emin değildi, acaba ana
kız kendisine duyurmak için mi bu ümitsiz tabloyu çizmişti? Şeytan içine girmişti
bir kere. ‘Bu adam’ın artık gündelik ekmeği bile düşünmediği yollu şikayetlerini
yüksek sesle söylemek için, kendisinin Suren’in teklif ettiği işi reddetmesini mi
beklemişlerdi? Evde aç kalıyordu. Kahvaltılık bir şey yoktu. Bir çeşit yemek zar zor
pişmekteydi. Hilda’ya da yeni iş çıkmamış...Ne yapacakmışız? Bunun sonu nereye
varacakmış?...İki gündür öğlenleri simitle geçiştiriyordu. Sürekli açlık hissediyor-
du. Eski elbiselerinden birini satmaya karar vermişti; ama Suren’e evet deme fikrine
karşı koyuyordu. Bunu, açlıktan ve evdekilerin suçlayıcı bakışlarından bile daya-
nılmaz buluyordu.” (Biberyan, 1998: 96).

Arus ve Hilda’nın hazırladığı sofralar lüks ve bolluktan uzak sofralardır. Baret as-
kerden döndüğünde Tarhanyanlar’ın kutlama yemeği, annesinin aldığı bir parça pir-
zola ile babasının da akşam yemeği için getirdiği balık olmuştur. Kutlama yemeğinde
eski günlerden kalan tek şey Baret için çıkarılan bir tek gümüş çataldır. Kırmızı ve
beyaz ete bir gümüş çatal eşlik eder eski günlerin anısını yaşatırcasına. Mükellef bir
kahvaltı da sütün, zeytin ve peynirin bir arada olabildiği bir kahvaltıdır.
Kahve ve şeker neredeyse adı bile unutulan tüketim maddeleri olmuştur. Dırtad
amca, Baret kendisini ilk ziyaret ettiğinde “Senle karşılıklı bir güzel...Az kalsın kah-
ve içelim diyecektim. Çoktan unuttuk. Birer çay içelim, pekmezle. Biz burada şeker
yerine pekmez kullanıyoruz, biliyor musun?” sözleriyle anlatır durumu. İçine dahil
olunmamış bir savaşın ağır ekonomik koşulları kendisini ülkenin her yanında yokluk
ve yoksulluk olarak göstermektedir. Faik Ahmet Barutçu “Açlık ıstırabı giderek ge-
nişlemekteydi. Pirinç, yağ, et gibi ana maddeleri bulmakta güçlük çeken kentlerimiz
eksik değildi. İstanbul gibi en önemli bir merkez yiyecek sıkıntısına düşmüştü.” (1977:
250) sözleri ile anlatır ülkede yaşanan koşulları. Diğer yandan Suren gibi misafirleri-
ne kolaylıkla kahve ikram edebilenler de vardır: “Bir kahve söyle bize. Biri sade olsun.
Yine sade içiyorsun, değil mi Müsü Diran” (Biberyan, 1998: 55).
Suren’in Baret’in karnını doyurma zevkini elinden alan, Baret’e eskiden çalıştığı
uluslararası şirkette iş bulan amca Dırtad olur. Baret “okumuş” olması işe yarayacağı
için mutludur. Kendisini ve babasını “çok kitap okumakla” suçlayan, kitap okumanın,
okur-yazarlığın karın doyurmayacağını ısrarla vurgulayan Suren dayısının karşısında
şimdi daha güçlüdür. Kendisine iş bulan amcası olduğu için, Suren’e karşı kendisini
daha da güçlü hissetmektedir.
Baret’in iş hayatına başlamasıyla, biz de romanda son derece sınırlı sayıda olan
Türk karakterlerden ilki ile karşılaşıyoruz. Baret’in masa arkadaşı ve yine Baret’in ilk
gördüğü andan itibaren gülmeyi unutmuş bir insan olduğuna karar verdiği Necla
Hanım. Necla Hanım’ın romandaki tek yeri “Burada hızlı çalışmak doğru değildir.”,
“Sonra bin türlü iş yüklerler. Ağır çalışıp hep meşgul görünün.”, “Daha yenisiniz, an-
larsınız.” (Biberyan, 1998: 108) cümleleri ve bu cümlelere uygun olan kendi tavırla-
rıdır. Necla Hanım, de Certeau’nun “la perruque” adını verdiği hileyi uygulayan ve
bunu öneren bir çalışandır. Necla Hanım, işvereni için çalışıyormuş gibi gözükerek
kendi işini yapmakta ya da işleri yavaşlatarak daha az çalışmanın yolunu bulmaktadır.
194 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

De Certeau “la perruque”un “işten kaytarmak olmadığını, çünkü işçinin resmi olarak
işinin başında olduğunu” söyler (De Certeau, 1988: 25).
Baret’in çok ve “hızlı” çalıştığı, severek yaptığı bir işi vardır. İş yaşamının anla-
tıldığı sayfalar boyunca ne kadar iyi Fransızca, Osmanlıca bildiği ortaya dökülür.
Cümle kuruşları, kelimeleri, düzeltmeleri hatasızdır. O kadar hatasızdır ki şefinin
önerisi ile bir üst serviste çalışmaya başlar. İşe başlamasının ardından da “boş zaman”
düşüncesinin varlığı ve bu zamanlarda neler yapabileceğini düşünmesi, iş arkadaşı
Tonietta’dan hoşlanması, parasızlık nedeniyle Tonietta’dan vazgeçmesi gelir.
Çalışmaya başlayarak emek piyasasında bir pozisyon elde edilir. Bu pozisyona
bağlı olarak da birey genel olarak, aktif ekonomik hayat devam ederken harcama ile
ilgili kendi kararlarını verebilmekte, tüketim seçenekleri geliştirmekte ve bazı alış-
kanlıklar kazanmaktadır. Bu süreç ekonomik sosyalleşmenin de en önemli evresidir
(Webley, Burgoyne vd., 2001: 44). Ancak Baret için burada farklı bir durum söz konu-
sudur. Çünkü sadece ekonomik bir pozisyon elde etmiş olmak ekonomik sosyalleş-
menin gerçekleşeceği anlamına gelmediği gibi, ne kazanılan para tüm bu sayılanları
sağlayabilecek miktardadır ne de nasıl harcanacağına tek kişi karar verecektir:
Diyelim ki ‘evet’ dedi. Sonra? Her akşam birlikte çıkarsınız, sonra? Her akşam
Baylan, her akşam sinema, pazarları plaj...Aylığın bir hafta dayanmaz. Evine davet
edebilir misin? Hikaye mi anlatacaksın? Biz zamanında şöyleydik, böyleydik mi
diyeceksin! Yoksa Ada’ya götürüp, bunu görüyor musun, zamanında bu bizim evdi
mi diyeceksin?...Gömleği ıslanmaya başlamıştı. Kız ter kokusunu duyacak, ondan
tiksinecekti. Bu havada terlememek imkansızdı. Bari hafif bir yazlık ceketi olsaydı.
Arada bir denize girmek yeter miydi yazın?...Peki ya hamam? Her gün gidebilir
miydi? Zamanı olsa bile bütçesi elvermezdi. Evde bir duş bile yoktu! (Biberyan,
1998: 136).

Ardından her akşam meyhanelere gitmeler, genelevlerin bulunduğu “Abanoz So-


kak” ile tanışmalar gelir...Bunlar parasızlık nedeniyle Tonietta’dan vazgeçen Baret’in
“boş zaman” etkinlikleri olarak karşımıza çıkar.
Babasına karşı annesinin ve ablasının düşündüklerini paylaşmaya, içten içe onla-
ra hak vermeye başlar Baret de. Onlardan tek farkı parasını babasından saklamaması,
onun için birşeyler yapmak istemesidir:
Daha ilk lokmasındayken, Diran bir gölge gibi mutfağa girdi. Arus’un parça
parça olmuş eski terliklerini ağır ağır sürüyerek yürüyordu. Ceketini omzuna al-
mıştı. Altında uzun bir don vardı. ‘Anamın hakkı var, bir pijama almıyor, kaç para-
lık şey ki? Paran var derler diye korkuyor’ Ben alayım demiş, Diran kabul etmeyin-
ce, o da ısrar etmemişti; ama yılbaşında bir pijama hediye etmeyi aklına koymuştu.
Babasının bu döküntü görünüşünden dolayı morali daha da bozuldu. Neredeydi o
eski Müsü Diran, fötr şapka, eldivenler... (Biberyan, 1998: 146).

Babam Aşkale’ye Gitmedi’nin her sayfasından “Neredeydi o eski günler” cümlesi


çıkar ortaya. Diran ve Baret dışındaki karakterlerde daha çok yeme-içme ve giyim
ile eşyalardaki değişiklikler bağlamındadır bu eskiyi arayış. Baret ise ilişkilerdeki
eski özeni, saygıyı, sevgiyi, sıcaklığı da arar sıklıkla. Yoksulluğun en net göründü-
ğü noktalardır yeme-içme ve giyim-kuşam. Bunlardaki yoksulluk da aile ilişkilerine
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 195

yansımaktadır. Tüketim maddelerinde yaşanan yoksulluktan en çok ailenin kadınları


muzdarip olurken, erkekler daha çok aile ilişkilerindeki güzel duyguların yoksun-
luğunu hissetmektedirler. Tarhanyan ailesinin ilişkileri şeyleşmiş, ilişkiler tıpkı me-
taların değişim değeri gibi değişim değeri kazanmıştır. Yani erkekler ancak evin ek-
sikliklerini giderdiklerinde güleryüz görebileceklerdir. Çünkü yabancılaşmış bilinçler
herşeyi nesneleştirmektedir.
Aile ilişkilerinin en çok gerginleştiği anlarda, iletişim kuramaz hale geldiklerinde
Baret’in eli sürekli artık olmayan, “Varlık” ile gelen hacizde el koyulan radyonun düğ-
mesine gitmekte, Diran saatlerce gazete okur gibi yapmaktadır. Baret, artık olmayan
bir radyonun olmayan düğmesine gayri ihtiyarı elini uzatırken duymak istemediği
seslerin yerine başka sesler, özellikle de müzik gibi eğlendirici, huzur verici sesler
koymaya çalışırken, Diran gazete okumakta olduğunu, yani söylenenleri dinlemedi-
ğini göstermeye çalışarak huzursuz edici tüm hakaretlerin, söylenmelerin, bağırma-
ların bitmesini istemektedir. Bireylerarası, yüzyüze iletişimin koptuğu her an ya da
iletişime dahil olunmak istenmeyen her an kitle iletişim araçlarından medet umul-
maktadır.
Moretti edebiyat ürünlerinde kıyafetin, bir tür statüye (toplumsal, coğrafi, genç-
yaşlı vs.) işaret ettiğinde, kişiye fiziksel olarak bile sıyrılamayacağı bir yer, yaş, meslek
ve konum yüklediğinde analiz için bir ipucu değeri taşıdığını söylemektedir. Kıyafet
bu şekilde sabitlemekte, bağlayıp ele vermekte ve kategorize etmektedir. Yaptığı bir
başka şey de zamanda sabitlemeyi içermesidir. Yani zaman, yetki alanına giren her-
şeyin değişmezliğini öngörüp buyurmaktadır. Yine Moretti’ye göre moda söz konu-
su olduğunda farklı bir durum ortaya çıkmaktadır. Moda olan kıyafet, bir edebiyat
eserinde ipucu olmaktan çok bir totolojik göstergedir. Bu nedenle modaya uygun
nesneyi “tasvir” etmeye çalışmak da boşunadır. Burada esas önemli olan moda olup
olmadığını saptamaktır. Çünkü moda, zamanın kendisinden başka bir şey değildir.
Kişinin modayı takip etmesi demek zamana ayak uydurmak için çabalaması demek-
tir (Moretti, 2006: 141-142).
Baret ve ailesi, bu bağlamda zamana ayak uyduramamaktadır. Baret, askerden
döndüğünde üzerindeki beş yıllık takım elbiseyle dönemin bobstil modasını takip
etmekten çok uzaktır. Amerikalı oyuncu Robert Taylor’ın Bob olarak kısaltılan adın-
dan gelen bobstil modası, 1940’lı yıllarda özellikle genç erkeklerin tercih ettiği omuz-
ları sarkık uzun ceketler, kısa ve dar paçalı pantolonların altından beyaz ya da parlak
renkli çorapların göründüğü, kalın tabanlı spor ayakkabının tercih edildiği, yüksek
yakalı gömleklerin üzerine küçük düğümlü uzun kravatın takıldığı bir giyim biçimi-
dir. Güneş gözlüğü ile tamamlanan bu modada alına bir parça da perçem düşürül-
mektedir (Biberyan, 1998: 393; Cantek, 2001: 59).
Baret, en çok da karşı cins sözkonusu olduğunda modaya uygun giyinemediği
için kendisini gülünç bulup, kendisinden utanmaktadır. Bir işi olduğunda da önce bir
takım elbise diktirmek için terziye gidecektir. Bu hazırlık daha çok the dansant için-
dir. Bu müzikli, danslı, eğlenceli toplantı gençlerin katıldığı, birbirini gördüğü, yeni
196 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

ilişkilerin de başlamasına vesile olan bir toplantıdır. Baret, eski günleri hatırlatıcı bir
biçimde terziye elbise diktirirken, Hilda da gece gündüz uğraşıp, the dansant elbisesi-
ni dikmekte, yakasını boncuklarla işlemektedir; bir yandan da hala kendilerini “adam
yerine koyanların” varlığı sayesinde, the dansant’a “davet edilmiş” olmanın gururunu
ve mutluluğunu yaşamaktadır.
Giyimlerinde modadan uzak, zamanda sabitlenmiş insanlardır hepsi de. Ev içinde
lime lime olmuş terliklerle, yamalı ve kirli giysilerle dolaşılmaktadır. Kıyafetlerde mi-
safir geldiğinde değişiklik olmakta; Arus böyle durumlarda ipek çorap, temiz elbise,
terlik yerine de ayakkabı giymekte, saçlarını tarayıp başının üzerine taç şeklini verdiği
bir bant takmaktadır. Yalnız bu değişiklikte eksik kalan yüzdeki pudradır. Yüzde pud-
ranın olmayışı geçmişe dönülemeyeceğinin simgesidir.
Evdeki eşyalar zamanın, kendi yetki alanına giren herşeyin değişmezliğini ön-
görüp buyurmakta olduğunun göstergesidir. Bir zamanların harika acem halılarının
yerine sıradan halılar gelmiş; tahta sandalyeler kullanılır olmuş; eski demir karyola-
nın gıcırtıları, tüllerin değiştirilememesi, misafir için yatak ve yedek temiz pijama
olmayışı, çarşafların yaması ayrı birer kavga vesilesi haline gelmiştir. Çarşaflar kirli ve
tahtakuruları nedeniyle kanlıdır. Geceleri rahat uyku yüzü göstermeyen tahtakuru-
ları gün boyu yaşanan, bir türlü alışılamayan, değişmesi için çabalanmayan, insanları
içten içe yiyen maddi ve manevi her türlü yoksunluk ve yoksulluğun vücut bulmuş
bir biçimde gecelere de yansımasıdır.
Ve bu yoksulluk nedeniyle Hilda’yı evlendiremediklerini sık sık dillendirir Arus.
Ev görücü kabul edecek durumda değildir, hele hele bir nişanlıyı bir tek gece bile olsa
misafir edebilecek durum hiç yoktur. Hilda’nın bir terzi yanında, eskiden kendileri
için kat kat elbiseler diktirdikleri bir terzinin yanında çalışmaya başladığı da eve para
vermekten iyice vazgeçeceği korkusuyla babadan saklanırken; çok daha büyük kor-
ku ile, Hilda’nın çalışıyor olduğunun duyulması korkusuyla, saklanmaktadır. Çünkü
“sınıf ayrımında en göze çarpan özellik belli işlerin belli bir sınıfa özgü olmasıdır.”
(Veblen, 2005: 19) ve “her günkü geçim derdiyle doğrudan ilgili olan işler, alt sınıfın
üstlendiği işlerdir” (2005: 20). Sınıflarının artık değişmiş olduğunu kabullenemeyen
Arus ve Hilda, alt sınıfa özgü olan ama kendilerinin de aynısını yapmakta oldukları
işleri, paylaştıkları yaşam biçimini saklamaktadırlar. Bu, durumun değişeceği ümidi-
ni taşıdıklarını ya da en azından içinde oldukları durumu kabullenmeyi reddettikle-
rini göstermektedir.
Eskinin fötr şapkalı, eldivenli Müsü Diran’ı uzun zamandır yoktur artık. Diran,
ömrünün son yıllarını -Müsü Diran’ın parasız kalması bir türlü kabul edilemediği
için belki de- parası olduğu halde ailesi için harcamamakla, savaşın yarattığı fırsatları
kullanıp eski varlıklı hale dönüş yapmak için çabalamamakla suçlanarak, bir yandan
ailesinden gizlediği hastalığı için uğraşarak geçirir.
Zayıf kalbinin aldığı sondan bir önceki ağır darbe, belki de Amerika’nın Japonya’ya
attığı atom bombalarının haberidir. Oğlu ile sohbet eder “son”a en yakın olduğu
anda:
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 197

Bizim zamanımızda kolejde bir hocamız vardı. Mr. Hooks derlerdi, Protestan
vaiziydi. Bize tüm dünyadaki değerlerin, hep beraber, bir insanın tırnağı kadar
bile değerli olmadığını söylerdi. Kitabı Mukaddes’ten alıntılar yaparken araya Ba-
ğımsızlık Bildirgesi’nden bölümler katardı. Jefferson’un, Tom Paine’in, Franklin’in,
Lincoln’ün sözleriyle yetiştik biz. Öleceğimi bilirdim de, Amerika’nın böyle bir şey
yapacağı aklıma gelmezdi. Nasıl yaptı, neden yaptı? Savaşın sonuna gelmişken (Bi-
beryan, 1998: 153).

Aynı günün akşamında Diran, belki de son darbeyi Arus’un, parası olduğu halde
sakladığı, ailesi için harcamadığı yönündeki suçlamasını yüzüne haykırması ile alır.
Amerika’nın atom bombası atarak milyonları öldürmesini anlayamadığı, kabullene-
mediği şaşkınlığın aynısı ile karşılar bu durumu da: “Ben mi, param var da saklıyo-
rum, yok diyorum ha! Ben mi...” (Biberyan, 1998: 155). Gürültüyü duyup yanlarına
gelen oğluna titrek bir sesle “Duyuyor musun, param varmış, kasten vermiyormu-
şum! Ben...Dediklerini duyuyor musun?” (Biberyan, 1998: 155) der isyan, şaşkınlık
ve hayal kırıklığı içinde. Bir sonraki gün sokakta çamurun içine düşüp orada yığılıp
kalan Diran, etraftakilerin yardımıyla eve getirildikten sonra yaşama gözlerini açmaz
bir daha.
Diran’ın ölümünün ardından eve gelenlerin kalabalığı dağıldığında Arus, Diran’ın
ölümünü ve sonrasını, işten gelip evdeki kalabalıkla karşılaşan Baret’e ayrıntıları ile
anlatırken yine aynı yerden konuşmaktadır: “O odaya çıkacaklar, o yatak, o yırtık
çarşaflar... Rezil olacağız... Tüm mahallede konuşulacağız.”, “Siyah çorap yok...İnsan-
lar gelecek, rezil olacağız... Evi öyle bırakıp dışarı çıkamayız... Neyse ki Zımaro, si-
yah neyi varsa toplayıp gelmiş... Sağolsun...”, “Neyse ki kahve vardı evde.” (Biberyan,
1998: 163), “Bu şapka giyilir mi? Modası geçmiş ama üstüne tül gelince belli olmaz.”,
“Bak, ne kadar ters oldu! Bir ay sonra olsaydı bir manto giyerdim, her şey kapanırdı...
Şunun eteğini uzatabilir misin?”... (164) “Muhteşem bir cenaze olmalı”, “Koca Müsü
Diran öyle mi kaldırılır!” diyen Suren, tüm cenaze işlemlerini kendisi yapar. Cenaze
töreninin Kadıköy kilisesinde değil Beyoğlu bölgesindeki Ermeni kiliselerinin mer-
kezi olan Yerrortutyun kilisesinde yapılmasına karar verir. İstanbul’da yayınlanan Er-
menice günlük gazeteler öğleden sonra piyasaya çıkan akşam gazeteleri olduğu için,
cenaze ilanı tören düzenlenene kadar iki gün boyunca ve çift sütunda yayınlanabilsin
diye hemen gazeteler aranır. Diran, piyasada sevilen tanınmış biri olduğu için Türkçe
gazetelere de ilan verilir.
Arus daha sonra günlerce cenaze törenini, tabutun “harikalığını”, gelen çelenk-
lerin sayısını, cenaze töreninin bütün ayrıntıları ile gazetede yer alışını, törene kaç
kişinin katıldığını, gelenlerin nasıl giyindiğini, ne kadar bağış yapıldığını... konuşa-
caktır. Çünkü gündelik olanda, “her şey hesabedilir. Çünkü, orada her şey sayılır:
para, dakikalar. Her şey metreyle, kilogramla, kaloriyle ölçülür. Sadece nesneler değil,
aynı zamanda yaşayanlar ve düşünenler de...Ve bu arada insanlar doğarlar, yaşarlar ve
ölürler. İyi ya da kötü yaşarlar” (Lefebvre, 2002: 31).
Romanda sıklıkla üzerinde durulan meta fetişizmi, mücevherler söz konusu oldu-
ğunda daha net ortaya çıkmaktadır. İnsanlardan daha değerli görülen mücevherler,
198 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

bir kader gibi Tarhanyan ailesinin erkeklerinin eşlerinden, ailelerinden kaçmalarının


nedeni olarak ortaya çıkar “Babam Aşkale’ye Gitmedi”nin büyük olaylarının araların-
da. Kadınlar, Tarhanyan erkeklerinden mücevherlerini saklamakta, zor günlerde or-
taya çıkarıp satmamaktadırlar. Israrla saklanan bu mücevherler erkeklerin yaşamla-
rında hep bir kırılma noktasıdır ve kaçışlara oradan güç alarak başlarlar. Dırtad amca
yıllar önce işinden atıldığında karısı ile olan ilişkisini bitiren mücevherler olmuş, ar-
dından da boşanmalar, yıllarca farklı farklı yerlerde dolaşıp durmalar gelmiştir:
Beni şirketten attıklarında bu benim için bir şey ifade etmedi...Tekrar sıfırdan
başlamak için hemen aklımdan hazırlıklara başladım; ama bir de bizimkine sor...
Cenaze evine döndü evimiz. Korkusu neydi anlamıyordum... Sonradan anladım;
karım bir gün bana, eğer paraya ihtiyacım olursa halıları satmamamı söyledi. Ben
de halıları istemediğimi, mücevherlerini satacağımı söyledim. Çok ciddiye aldı. O
zaman beni hiç tanımamış olduğunu anladım. Hangi kadın kocasını tanır ki? O
mücevherleri ben vermiştim. ‘Biliyorum, gözün onlarda zaten’ dedi. Gözlerinde
gördüm, o gün nefret etti benden. O lafı söylediğinde anladım ki aramızda her şey
bitmişti (Biberyan, 1998: 87).

Baret’in kaçışının ilk nedeni de babasının ölümünden sonra, annesinin ‘Varlık’tan


kaçırdığı, kaç parça olduğu belli olmayan mücevherlerden birkaç parçayı satıp evi de-
ğiştirme, eşya ve yeni giyecekler alma planları yaptığında oluşur. Ardından, ne zaman
olduğu belli olmayan bir “aldatma”dan bahsettiklerinde, o belirsiz zamanda “Diran’ın,
çocuklarının hakkını bir başkasına yedirdiğini” söylediklerinde. Baret bunu duydu-
ğunda, yaşamlarının neden babası annesini aldattığında değil de “Varlık”tan sonra
parasız kaldıklarında değiştiğini sorgulamaya başlar.
Baret’in düşüncelerinin yerli yerine oturması, kafasındaki karışıklığın gitmesi, an-
nesinin atmaya hazırlandığı kağıtlara atmadan önce Baret’in bakmasını istemesinden
sonradır. Kalem kalem en ufak harcamaların not edilişini, bütçeye alınmış bir borçla
giren en küçük miktarın yazılışını, askerde kendisine gönderilen paraların kaydının
tutuluşunu, sağlık harcamalarını, kalbi için aldığı ilaçların fiyatlarını, “Oğlumu gö-
türdüler” cümlesini, “Baret döndü” cümlesini, “peynir, çay, şeker” harcamalarının
tek tek kayıt altına alınışını görüp annesinin “eve şeker bile almıyor” gibi çeşit çeşit
cümlelerini hatırladıktan sonradır. Babasının doktoruna gidip, uzun yıllardır “kalp
hastası” olduğunu ve ilaçla yaşadığını öğrendikten, doktorun “Aşkale’ye gitseydi ölür-
dü” cümlesinden ve ilaçla yaşayan babasının hesap defterlerinde uzun zamandır ilaca
para ayrılmayıp şekere, çaya, ete, sebzeye, tereyağı ve zeytine... harcama yapıldığını
hatırladıktan sonradır (Biberyan, 1998: 169-195).
Baret, yabancılaşmaya karşı bireysel bir isyan olarak her şeyi bırakıp gitmeyi seçer.
Bilinmeze doğru gidip yaşanmaz yerlerde barınıp, çok ağır koşullarda ve çok çalışıp
karnını zor doyurabildiği bir yaşama gider. “Eşlerinin zor zamanlarında mücevher-
lerini onlara vermeyen” kadınları da beraberinde taşır bu yaşama. Bu taşıyış Lula ile
karşılaştığında da zihnindedir. Kaldığı pansiyonun yatalak sahibinin kızı olan Lula
ile yaşadığı ilişki boyunca sık sık “Kocan bir gün ihtiyaç duysa, ona mücevherlerini
verir misin?” diye sorar. Lula kimi zaman kendisi gibi yoksul bir insanın mücevher
alacak parası olan bir kocası olamayacağı cevabını verir; kimi zaman da “Veririm tabi,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 199

kocam değil mi, neden vermeyeyim ki?” der. Lula’nin cevapları tatmin etmez Baret’i,
çünkü artık kadınların, kocaları için bile olsa mücevherlerinden vazgeçmeyeceğine
inanmıştır.
Baret yaşamaktadır. Öylesine, sadece, yaşamakta; ne plan yapmakta, ne hayal kur-
makta, çokça içmekte ve yaşamak için nefes alıp vermektedir. Lula’nın hamile kalışı
bu sessiz yaşayışı değiştirmez. Lula, Baret’in eski yaşamını, hikayesini bilmese de ken-
disininkinden farklı olarak yaşamının bir döneminde varlıklı bir hayat sürdüğünü
hissetmekte ve belki de hala öyle olduğu düşüncesiyle kendisiyle hiçbir zaman evlen-
meyeceğine inanmaktadır.
Lula’nın hamileliğinin ilk ayları bekleyiş içinde geçer. Ne bebekten kurtulmak
ne de anne olmak yönünde bir karar verebilmektedir. Karnı büyüdüğünde her şeyin
anlaşılacağından ve bu nedenle bir daha asla evlenemeyeceğinden korkan Lula bu
süreci tam bir kabus içinde geçirir. Baret ise sadece beklemektedir. Bir gerilim içinde
beklemektedir ikisi de, sanki sonsuza kadar bekleyebilirlermiş gibi. Bu gerilim nede-
niyle zaman bazen çok hızlı bazen de çok yavaş geçiyor gibi gelmektedir. Moretti, bu
gerilim retoriğinin, insanları zamanın hızlı ya da yavaş ama bir şekilde akmakta oldu-
ğu gerçeğini bir şekilde kabullenmek, hazmetmek zorunda bıraktığını söyler. Ancak
Baret’in bu gerçeği kabullenmek ister bir hali yoktur. Çünkü aslında Baret’in herhangi
bir hali yoktur: kabullenmek ya da kabullenmemek, çaba sarfetmek ya da bırakıp
kaçmak, hiçbiri yoktur. Lula zamanın akmakta olduğu gerçeğini kabullendiği için
kendi kendine, ilaç içip çocuğunu düşürerek ondan kurtulma yolunu seçer. Ancak
seçtiği yolu tamamlaması, ilaçtan zehirlenip ölmesi nedeniyle mümkün olmaz. “Şok
anında yoğunlaşıp patlayan bir zaman” vardır artık (Moretti, 2006: 147). Hem Lula
için, ki onun ölümü ile sonuçlanır, hem de Baret için. Baret’in Lula’nın bu nedenle
ölüm haberini alıp yine kaçması ama bu sefer “güneydoğuda bir yerlere” kaçması ve
yaklaşık 10 yıl boyunca İstanbul’a dönmemesi zamanın yoğunlaşıp patlamasından
sonraya denk gelir.
Baret’in tekrar İstanbul’a dönüşü Dırtad Amca’sının ölümü ile birlikte Ada’daki
evin kendisine kaldığı haberini alışından sonradır. İstanbul’a döner, evi istemediğini
avukata bildirir. Annesi ile ablasının oturduğu evi bulup yanlarına gider. Arus, kızını
kendisine şekerleme ve çikolata almıyor diye suçlayan bir yaşlı, Hilda evlenememiş;
komşularının çocuklarına anne ve babalarından çok daha fazla yakınlık göstererek,
yaşlılara çocuklarından ve torunlarından daha çok hizmet edip hürmet göstererek
onların sevgisini “çalmaya” çalışan orta yaşlı bir kadındır artık. Arus paha biçilmez
bir değer taşıdığına inandığı, kendisine bir zamanlar yaşadığı hayatı hatırlatan ve o
hayatla arasındaki tek bağ olan tüyleri, tül, saten ve dantel parçalarını bu sefer ko-
casının değilse de kızının satacağı korkusuyla saklamakta, şekerleme ve çikolataları
sakladığı yerleri de unutmaktadır.
Baret, eve döndüğü bir akşam annesini yatağında gözleri yarı açık, çenesi sarkık
ve ağzının kenarından birkaç damla beyaz köpük akar halde bulduğunda, onu öylece
bırakıp yine çekip gitmeyi seçer...
200 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Göğerçin Toker

Sonuç

Lefebvre’e göre toplumun amacı tatmindir. Bilinen, tasarlanan tüm ihtiyaçlar ya


tatmin edilmektedir ya da bir gün edilecektir. Bu ihtiyaçlar karşılanabiliyorsa, bu kar-
şılanma anında süratli bir şekilde doygunluk da gerçekleşir. Doygunluk gerçekleşti-
ğinde birey tekrar tahrik edilir ve tekrar tatmin için ihtiyaçların karşılanması, tekrar
doygunluk, tekrar tahrik...İhtiyaçlar kışkırtılan tahrik ve tatmin arasında salınım ha-
lindedirler (Lefebvre, 1998: 83-84). Lefebvre, kısaca gündelik hayatın bir denge yeri
olduğunu, insanlar gündelik hayatlarını yaşayabildiği sürece eski ilişkilerin yeniden
oluştuğunu söyler. Ama diğer yandan bu yerde yani gündelik hayatta tehdit edici
dengesizlikler de ortaya çıkabilmektedir. Dengesizlik ortaya çıkıp da insanlar günde-
lik hayatlarını sürdüremez hale geldiğinde ise devrim başlar (1998: 39).
Zaven Biberyan, Varlık Vergisi Kanununun ardından gündelik yaşamda ortaya çı-
kan değişiklikleri aynı zamanda bir yabancılaşma öyküsü olarak anlatmaktadır. Babam
Aşkale’ye Gitmedi, büyük bir bölümü ile “tatmin edilemeyen ihtiyaçlar” üzerinden
şekillenmektedir. Küçük küçük doygunlukların yaşandığı bir ailede karşılanamayan
ihtiyaçlar karşılanma olasılığı olmaksızın bir dağ yığını gibi beklerken, amacına ulaşa-
mamış bir toplum söz konusudur. “Varlık” nedeniyle Tarhanyan ailesi ve Tarhanyan-
lar gibi bir süreç yaşamış pek çok azınlık ailesi, diğer yandan “Varlık”ın hedef almadığı
ama İkinci Dünya Savaşının etkisiyle benzer, aynı ve belki daha ağır koşulları yaşamış
olan memur, işçi, köylü aileleri; tatminin gerçekleşmediği bir toplumun varlığı, “dev-
rim” karşısına “uyum sağlama”yı yerleştirmemize ve yabancılaşma varolduğu sürece
devrimin imkansızlığını düşünmemize yol açmaktadır. Çünkü gündelik hayat sürdü-
rülemez hale geldiğinde sürdürülebilir bir başka gündelik hayat halini çoktan almıştır.

KAYNAKÇA

Akandere, O. (1998). Milli Şef Dönemi, İstanbul: İz.

Akar, R. (1999). Aşkale Yolcuları, İstanbul: Belge.

Aktar, A. (2000). Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İstanbul: İletişim.

Altınay, A. G. ve Bora, T. (2002). “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
Milliyetçilik, 4: 140-153.

Barutçu, F. A. (1977). Siyasi Anılar (1939-1954), İstanbul: Milliyet.

Biberyan, Z. (1998). Babam Aşkale’ye Gitmedi, İstanbul: Aras.

Cantek, L. (2001). “Cumhuriyet Türkiye’sinde Modernliğin Tekinsiz Suretleri Kadınlar, Gençler ve


Bobstil”. Birikim. 146: 56-63.

Clark, E. C. (1984/1985), “Türk Varlık Vergisine Yeniden Bakış”. Yapıt (Toplumsal Araştırmalar Dergisi).
8, İnönü Özel Sayısı.

De Certeau, Michel (1988). The Practice of Everyday Life, Berkeley: California University Press.

Gencosman, K. Z. (1942). “Korkutucu Ölçüde Ahlak Buhranımız Yoktur”. Ulus, 1 Kasım.


İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında... 201

Kafaoğlu, A. B. (2002). Varlık Vergisi Gerçeği, İstanbul: Kaynak.

Koçak, C. (1996). Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), İstanbul: İletişim.

Lefebvre, H. (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat, İstanbul: Metis.

--------------- (2002). “Work and Leisure in Everyday Life”. The Everyday Life Reader, New York:
Routledge.

Millas, H. (2000). Türk Romanı ve “Öteki”, İstanbul: Sabancı Üniversitesi.

Moretti, F. (2005). Mucizevi Göstergeler, İstanbul: Metis.

Nadi, N. (1964). Perde Aralığından, İstanbul: Cumhuriyet.

Oran, B. (2001). Küreselleşme ve Azınlıklar, Ankara: İmaj.

Ökte, M. F. (1951). Varlık Vergisi Faciası, İstanbul: Nebioğlu.

Parla, J. (2001). Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim.

Tokgöz, E. (1999). Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi (1914-1999), Ankara: İmaj.

Türkeş, Ö. (2001). “Kıyım Romanları”. Birikim. 214: 113-120.

------------- (2002). “Romana Yazılan Tarih”. Toplum ve Bilim. 91: 166-212.

Uran, H. (1959). Hatıralarım, Ankara: Ayyıldız.

Us, A. (1966). 1930-1950 (Atatürk, İnönü, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Devri Hatıraları,
İstanbul: Doğruluk.

Veblen, T. (2005). Aylak Sınıfın Teorisi, İstanbul: Babil Yayınları.

Webley, P., Burgoyne C. B. vd. (2001). The Economic Psychology of Everyday Life,

New York: Routledge.

Yetkin, Ç. (1992). Türkiye’nin Devlet Yaşamında Yahudiler, İstanbul: Afa.

Zürcher, E. J. (1998). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim.

Cumhuriyet

Ulus
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MAKALE 203

MTV’nn Küreselleşme Serüvennde Yen


Durak: MTV Türkye

Sevg Can Yağcı1

ÖZET
Bu makale, dünyada 160’tan fazla ülkede yayın yapan küresel müzik kanalı MTV’nin, Türkiye’de yayına başla-
ması sürecini değerlendirmek için hazırlandı. Yerelleşme kavramının, günümüzde küreselleşme stratejisi olarak
nasıl kullanıldığı, MTV Türkiye örneğinde niteliksel bir analizle incelendi. MTV Türkiye’nin kuruluş süreci,
küresel ve yerel hedefleri, kültür endüstrisinin yeni bir boyutu olarak ele alındı. Küresel medya endüstrilerinin
ekonomik çıkarlar doğrultusunda yerel kültür içinde bir dönüşüm yaratma hedefleri, MTV Türkiye örneğinde
MTVI’nin genel yayın politikası ve tarihsel-küresel gelişimi ışığında tartışıldı.

Anahtar Kelimler: MTV; MTV Türkiye, Küreselleşme, Küresel Medya Endüstrileri

Mtv Turkey: Next Desınatıon ın the Mtv’s Global


Journay

ABSTRACT
This article aims to study the local establishment process of MTV, a cable network spanning more than 160 co-
untries. Article describes a qualitative analysis of glocalization strategies of “MTV-Turkey”. The establishment
of the channel, targets and aims both locally and globally is examined as a case study for the culture industry.
The global media industry, towards its economic benefits, aims at cultural transformation. The process is ang-
ved in accordance with MTVI’s global brodcasting consept in a historical perspective, using MTV Turkey as a
case study.

Keywords: MTV, MTV Turkey, Globalization, Global Media Industries

1 Ar. Gör. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü
204 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

Giriş

Günümüzde küresel medya endüstrileri, küresel örgütlenme stratejileri aracılığıy-


la, özgün ekonomik-siyasal koşulları, kültürel farklılıkları ve yerel dirençleri aşarak
hızla gelişmektedir. Sunulan yeni tüketim kültürü, ekranlardan gündelik yaşamlara
sızarak yaygınlaşırken, Amerikalı, Avrupalı ve Uzakdoğulu medya endüstrileri, bu
yaşam tarzını taşıyabilecekleri yeni pazarlar peşindedir.
Bu çalışmada, küresel medya endüstrilerinin ekonomik hedeflerinin temelini
oluşturan kültürel dönüşümün, hangi hedeflerle ve nasıl gerçekleştirdiği, popüler
müzik kanalı MTV’nin Türkiye’ye geliş serüvenine bakarak irdelenmiştir. Bu amaçla,
medya devi Viacom’un dünya gençliği için bir fenomen haline gelen kanalı MTV’nin,
küreselleşmesi ve Türkiye’yi de kapsayacak biçimde yerelleşmesi, tarihsel bağlamı
içinde ele alınmıştır. MTV örneği, gerek kuruluşu gerekse yerelleşme biçimi ve dünya
gençliğine sunduğu tüketim alışkanlıkları ile, küreselleşmenin stratejik adımlarının
betimlenmesi konusunda tatmin edici yanıtlar vermektedir. Bu süreçte kültüre öz-
gülüklerin bilgisine sahip olmanın, özgünlüğü korumaktan çok endüstriyel gelişimin
artalanını oluşturacak kültürel zeminin hazırlanmasında değerlendirildiği de görül-
mektedir.
Yüz altmıştan fazla ülkede, 400 milyon civarında evin ekranına, 1 milyarın üzerin-
de izleyiciye ulaşan MTV, popüler kültür ürünlerini tanımlayarak küresel dolaşıma
sokan ilk kanaldır. MTV İzleyiciyi, “Mega-olaylar”la, “Mega-starlar”la tanıştırmış,
bunları yaparken güçlü sponsor kaynakları yaratmış ve popüler kültür için eşsiz bir
imgesel varlığa dönüşmüştür (Jones, 2005). Bu yönüyle bir fenomen olarak tanım-
lanan MTV, Asya ve Avrupa’ya yaptığı bölgesel yayınlarla yetinmemiş, Amerika’dan
Çin’e, Avrupa’dan Hindistan’a farklı kültürlere yönelmiş ve birçok yerel MTV yayına
başlamıştır. MTV Türkiye bu halkanın en yeni üyesidir. Kanal Türkiye’ye nasıl gel-
miştir? Halihazırda MTV Europe’un zaten izlendiği ve benzer formatta, ulusal müzik
kanallarının yayının sürdüğü ülkede, rekabeti ve riski göze alarak kurulan kanalın
başarı iddiası neye dayanmaktadır? Kanalın“MTV Türkiye’de, Türkiye MTV’de” slo-
ganı bu iddia ile nasıl bir ilişki içerisindedir? Çalışmada bu sorulara kanalın küresel-
leşme stratejilerine bakarak yanıt aranmıştır. Konu küresel etkinlik gösteren medya
devlerinin, gözardı edemediği “yerellik” kavramının, neoliberal ekonomi politikalar
doğrultusunda başarıyla kullandığı düşüncesiyle irdelenmiştir.
MTV Türkiye’nin yeni olması, küresel ve yerel etkileşiminin uzun vadeli sonuç-
larını görmeye henüz olanak tanımadığından, burada ileride gerçekleştirilecek araş-
tırmalara bir zemin oluşturması açısından, yayın hayatının başındaki kanalın, kendi
varlık nedeni ile ilgili açıklamaları, tanıtım kampanyaları ve tüm bunların Merkez
kanal olan MTV international (MTVI) ile bağlantıları açısından ele alınmış, izlediği
strateji incelenmiştir.
Çalışmada küreselleşme ile birlikte sıkça söz edilen “çeşitliliğin korunması” ve
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 205

“yerelleşme” kavramlarının, küresel sermaye çıkarları doğrultusunda nasıl değerlen-


dirildiği üzerinde durulmuş, ayrıca tektipleşme amacı gütmediğini ifade eden kana-
lın, bu iddiasının olanaklılığı sorgulanmış, kanalın, tek tip izleyici ve tüketici oluştur-
madaki gücü, yerel kültürel kodlardan sonuna kadar yararlanmasına dayandırılarak
irdelenmiştir.
Yöntem

MTV Türkiye, günümüzde, küresel medya endüstrilerinin küreselleşme stratejisi


olarak belirledikleri “Küresel düşün, yerel davran” sloganının nasıl hayata geçtiğine iyi
bir örnek oluşturmaktadır. Kanalı bu yönüyle ele alan çalışma, niteliksel–betimleyici
biçimde tasarlanmıştır.
Makalede öncelikle MTV’nin tarihsel bir değerlendirmesi yapılmış, kanalın kü-
reselleşme stratejilerinde önemli yer tutan yerelleşme hareketi ana hatlarıyla betim-
lenmiştir. Küreselleşme-yerelleşme ekseninde Türkiye’nin yeri ve kanalın nasıl bir
ortamda yayına başladığına ise ikinci bölümde yer verilmiştir. Çalışmanın üçüncü
bölümü MTV Türkiye’ye ayrılmış, kanalın kuruluş serüveni ve kendisini, amaçlarını,
hedeflerini, yayın akışını ve içeriğini neye göre belirlediği aktarılmaya çalışılmıştır. Bu
doğrultuda, MTV üzerine yazılan literatüre başvurulmuş, MTV yetkililerinin basın
bültenleri, medyada çıkan MTV haberleri, kanalın tanıtım ve reklam filmleri, MTV
Türkiye’de yayın akışında yer alan programlar veri kaynağı olarak incelenmiştir.

Analiz ve değerlendirme

A. MTV fenomeni

“…Biz yola izleyiciye ulaşabilmek için yerel olmak gerektiğini sezerek çıktık. Bu da markamı-
zın dünya çapındaki değişmezliğini korumanın yanı sıra, yalnız dil ve müziğin değil, anlayışın da
yerelleştirilmesiyle mümkün olabilirdi…”
Bill Roedy, MTV Uluslararası Ağı Yönetim Kurulu Başkanı

“…MTV hem bir küresel olgu hem de sıra dışı bir işletmedir. Dünyanın her yanındaki yaklaşık
385 milyon evde izlenebilen gerçek anlamda bir kuşağa seslenen bir markadır. İnanılmaz ölçüde
kârlı olmasının yanı sıra Viacom’un en önemli varlıkları arasında yer alan olağanüstü bir büyüme
makinesidir…”
Sumner Redstone, MTV Y.K. Başkanı ve CEO’su.

MTV’nin doğuşu, popüler kültürden soyutlanarak algılanamaz. Bu nedenle,


MTV’nin tarihine gelmeden önce, kanalın içine doğduğu popüler kültür atmosferine
kısaca değinmek gerekmektedir.
20.yy.da müzik, teknolojik gelişmeler sayesinde yalnızca işitsel bir deneyim olmak-
206 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

tan çıkmıştır. Müzik sektöründeki gelişmelerin zeminini hazırlayan sinema olmuştur.


Başlangıçta sessiz filmlerin fonunu oluşturan müzik, 1930’lardan sonra müzikallerle,
görüntünün vazgeçilmez eşlikçisi haline gelir. 1950’lerde gençlik odaklı filmler saye-
sinde, müziğin ve seslendirenin ünlenerek, popüler kültür ürünü olarak yayılmasına
tanık olunur. 50’lerden itibaren gençlik, özellikle de ergen grup önemli bir sayısal
çokluğa ulaştığından, programcılık, compact diskler, müzik klipleri MTV’nin kurul-
duğu yıllara gelindiğinde kayıt endüstrisinin önemli öğelerini oluşturmaya başlar.
1970’lerde, Grease (1978), Hair (1979), Flash Dance (1983), Dirty Dancing (1987)
gibi ses getiren müzikal filmler, sinema ve müzik sektörlerinin işbirliği yaparak So-
undtrack albümler üretmesine yol açar. Bu arada sözü geçen filmlerdeki yıldızların
saç stillerinden kostümlerine ve davranış biçimlerine, özellikle gençler tarafından
önemsendiği ve benimsendiği görülür. Kuşak çatışmaları, sınıf çatışmaları, anlık
duygu halleri, öfke, coşku, umut, düş kırıklığı, müziğin bağlamsal gücüyle, popüler
müzik aracılığıyla yayılmaktadır. Bir kültür pazarı oluşturma çabasına girişmiş olan
televizyonların, Michael Jackson’un Billie Jean örneğinde görüldüğü gibi yeniyi ta-
nımlama, alışılageldik program türlerinin yayınlanmasının yanı sıra, müziği kullan-
mayı keşfedişine paralel olarak, televizyon için uygun hale getirilen müzik videolarını
pazarlamakla işe başlanmıştır. Bunlar, pop müziğin küresel bir ergen tüketici yarata-
cağının belirtileridir (Schucker, 2001).
Scott’a göre (1997), Popüler kültür endüstrisinin gösterdiği bu gelişim, küreselleş-
me kavramının önemli bir basamağını oluşturmuştur. MTV de bu basamakta yerini
alacak, müzik endüstrisini 1980’lerden itibaren girdiği durgunluktan kurtaracak ve
pop müziği dünya çapında tanıtan bir pop kültür peygamberi olarak tüm dünyada
ne tür müziğin dinleneceği konusunda büyük bir belirleyici olacaktır (Barnet ve Ca-
vanagh, 1995).
MTV, Kuzey Amerika’da, 1981’de WASEC bünyesinde kurulur. WASEC’in CEO’su
John Lack, müzik yapımcıları tanıtım bantlarını ücretsiz verdiğinden, kanalın mali-
yetinin fazla olmayacağına WASEC’in sahiplerini ikna edince, MTV yayına başlar.
Kanalın kütüphanesinde yalnızca 125 video vardır ve kendilerine gönderilen her şey
ekranda yer bulmaktadır. Amerikanlaştırma nosyonunun aksine, kanalda İngiliz
grupları daha yoğun ye almıştır. O yıllarda Amerika’da rock yıldızlarının klipleri he-
nüz pek yoktur (Adelt, 2005). New York’ta ve Avrupa’da şehir merkezindeki kulüpler-
de yavaş yavaş klip yayınları da başlamıştır. Kanalın şimdiki yönetim kurulu üyelerin-
den Freston, kanalın önündeki engelleri kaldırmaya koyulur. İlk sorun kablolu yayın
operatörlerinin kanalı ciddiye almamalarıdır. İçlerinde ancak bir iki tanesi MTV’ye
sıcak yaklaşmıştır. Diğer bir sorun plak şirketlerinin tutumu olmuştur. Plak şirketleri
başlangıçta karşılıksız içerik vermek konusunda çekinceli davranmışlarsa da kanal
yayına başlayıp da sanatçılar kendilerini ekranda görmek için kendi plak şirketlerine
“neden ben de orada yokum?” diye baskı yapınca bu sorun da kısa sürede çözül-
müştür (Tungate, 2006). MTV’nin önünde çözülmeyi bekleyen bir sorun daha var-
dır: Markalaşma. Televizyonda markaların olmaması, kanallardan çok programların
tercih edilmesi yönündeki izleyici alışkanlığının değiştirilmesi gerekmiştir. Freston,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 207

klipten klipe kesintisiz bir geçiş yaparak izleyicinin ilgisinin dağılmasını engellemek
gerektiğini fark etmiştir. İlgiyi tutmanın ön koşulu, öncelikle ilgi çekebilmek oldu-
ğundan hazırlıklar bu doğrultuda gelişir. Bunun için de öncelikle “kibar ya da resmi
görünmeyen, acemice ama isyankâr bir grafiti çağrışımı olan” bir logo tasarlanır, Neil
Amstrong’un aya MTV bayrağı dikerken gösteren logo, kanalın yayına başlamasıyla
yayına girer. İlk video klipse manidar biçimde, The Buggles’ın, “Video Killed The Ra-
dio Star” (Video Radyo Yıldızını Öldürdü) adlı parçasıdır.
Sıradaki adım, basının sonra da reklam verenlerin ilgisini çekebilmektir. Bu da
kanal yöneticilerini iyi bir marka çalışması yapmaya yönlendiren diğer nedendir.
MTV’nin başarısı gitgide kabul görür. Plak mağazası sahipleri, MTV’nin satışlar üze-
rindeki etkisini gözlemlemişler, kanalın pazarlama kampanyasına katılmaya istekli
hale gelmişlerdir. Plak şirketleri de gönderdikleri klip sayısını çoğaltmışlar, sanatçılar
da kanalın kendi yıldızlarının parlamasına büyük katkı sunduğunu fark etmişlerdir.
Bu arada MTV kablolu TV operatörlerine baskı yapmasının bir yolunu geliştirmiş-
tir. Rock yıldızlarının oynadığı, “I want my MTV” (MTV’mi istiyorum) adlı reklam
filmleri çekilir, bu reklamlar MTV yayınlarının izlenemediği bölgelerdeki büyük ka-
nallarda yayınlatılır. Bu reklam bombardımanının maliyeti, 2 Milyon dolar olmuştur.
Reklamlar o kadar etkin olur ki, kablo operatörleri, kanalı izlemek isteyen gençlerin
büyük tepkileriyle karşı karşıya kalır. Freston o dönem de tek tek şehirleri hedef al-
dıklarını, bir kent için bir hafta yoğun reklam verdiklerini, sürecin kusursuz işlediğini
ifade etmiştir (Tungate, 2006).
Adelt’e göre (2005), MTV Music Networks’ün hisselerinin büyük kısmı Warner
Amex’in elindedir ama halka açık bir şirkete dönüşür, ertesi yıl American Express
şirketteki hissesini Warner’a satınca Warner da kanalı Viacom’a satar. Kanal iki yıl
sonra Sumner Redstone’un idaresine geçer. 1986’da gerçekleşen bu el değiştirme, bir-
çok değişimin de habercisidir. Kanal yayın politikası olarak alternatif bir görünüm
sunmuş, 1980’lerin başında kanalda daha çok beyazlar ekrandayken, Michael jack-
son, rap müzik ve hiphop için farklıların adresi haline gelmiştir.
Ancak 90’larda MTV, müzik endüstrilerinin, bir sanatçını kamusal kimliğinin
oluşumunun, satış artışlarının belirleyicisi olmuştur. Yüksek kâr edebilme özelliğine
sahip olan kanal, ergenlere ve genç yetişkinlere yönelik reklamları hedeflemiştir. Kab-
lolu TV sorununu da çözünce, 1992 yılında ilki düzenlenen MTV Müzik ödülleri,
139 ülkede yayınlanmış ve starların katılımıyla gerçekleştirilen bu tören, MTV’nin
küresel bir fenomen haline gelmesinde önemli bir adım olmuştur (Schucker, 1998).
Çağdaş gençliği hedef alan, önemli bir reklam aracına dönüşen kanal, hedef kitle-
sini özgün medya marketleriyle bir araya getirmeyi, daha o yıllarda başarmıştır. MTV,
tüketim alışkanlıklarına yön verecek, üründen çok ürünü tüketeni şekillendirmeye
yönelecek bir anlayışla, hedef kitlesi gençlik olan her sektörün iştahını kabartmaya
başlar (Young, 2001:65). Başarı grafiği gittikçe yükselen kanal, Adorno tarafından ka-
pitalizmin siyasal ve estetiksel ilişkilerin yeniden üreticisi olarak tanımladığı popüler
müzik aracılığıyla (Alemdar ve Erdoğan, 2004:38), kapitalist endüstriyel standartlaş-
208 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

manın taşıyıcılarından biri olarak sınır ötesi fetihlere hazırdır.

B. MTV’nin küreselleşme-yerelleşme stratejileri


“Küreselleşme, yöntem ve pazarlama uzmanları dünyasının şifresidir. Bu şirket mantığını
yöneten parola entegrasyondur. Bu sözcük, büyük ekonomik şirketlerde işlevsel örgütlenmenin
sibernetik anlayışı anlamına gelmektedir.” Armant Mattelart

Günümüzde toplumsal yaşam içinde yeni bir durumu simgeleyen küreselleşme


kavramı (Keyman ve Sarıbay, 2000), özellikle ekonomik, kültürel ve siyasi yönlerinin
toplumla ilişkisi yönüyle ele alınmaktadır. Medya, küreselleşmenin bu üç yönünün
kesişim ve etkileşim noktasıdır. Küresel medya devleri bu “nokta”nın sınırlarını aş-
mak için yeni bir strateji geliştirmişler, bu stratejilerin temeline de Mattelart’ın vur-
guladığı gibi (2001), alışverişin akışkanlığının sağlanması hedefini her sektörde ana
amaç olarak belirlemişlerdir. 1990’lardan itibaren, kültürel sömürünün adı, kültür
yaratma eylemiyle harmanlanınca, kültürel imajlar ve enformasyonun üretilip dağı-
tılması, teknoloji sayesinde en hızlı büyüyen endüstri olarak görülmektedir. Bu en-
düstri, kültür emperyalizmi tezlerine karşın, “kültürel alışveriş”, kültürel zenginleşme”
gibi kavramlarla, üçüncü dünya ülkelerine küresel kurtarıcılar olarak sunulmaktadır
(Erdoğan, 2000).
Ulusötesi medya hareketlerinde yerelleşme (localization) neoliberal politikala-
rın başlıca strateilerinden biri olarak sıkça anılmaya başlanır. Özellikle melezleme,
küreselleşmede kültür karşıtlığı şokunun önlenmesinde en çok başvurulan yöntem-
dir (Mattelart, 2001:100). Buradan hareketle, “küreselin yerelleşmesi” ya da “yerelin
küreselleşmesi” tekil toplumların gitgide daha büyük bütünlere katıldığı bir süreci
betimler. Küresel şirketin stratejik yaklaşımında, ülkelerin özgün yerel koşulları,
alışkanlıkları ve gizleriyle uyum sağlayabilen özerklik taktikleri, teknolojinin esnek-
liğinden de yararlanarak kullanılmaktadır. Özellikle de popüler kültürel hareket söz
konusu olduğunda, Rana Aslanoğlu’nun “kültürel karışım” olarak ifade ettiği kav-
ram (aktaran, Keyman ve Sarıbay, 2000), küresel medya endüstrilerinin, bu araştır-
ma için düşünecek olursak MTV’nin içeriği söz konusu olunca uygun bir tanımdır.
Özellikle melezleme konusunda popüler müzik iyi bir malzemedir. Katmanlaşmalar
aynı zamanda monopolileşmiş müzik sektörlerinin oluşumuna da hizmet etmektedir.
Dünyanın birçok ülkesinde yabancı müzik, yerli müzikten daha fazla pazarlanmakta,
elbette bu ülkelerin politik ve kültürel tarihsellikleri, deneyimleri ve müziğe toplu-
mun yüklediği kültürel anlamla da beslenen bu süreçte, MTV çok önemli bir aktör
olarak karşımıza çıkmaktadır. Giddens’a göre (2000: 30-35), küreselleşme, iletişimsel
bir kavram olarak ekonomik olarak standartlaşmayı kültürel olarak çoğulluğu koru-
mak yoluyla sağlamaktadır. “Küresel kapitalizm”sürecinde, uluslararası işbölümünün
oluşumu, ürünlerin aracılar vasıtasıyla sınır ötesi hale gelişi ve yerel politikalarla yay-
gınlık kazanması, MTV’nin de izlediği yol olmuş, ancak kanal, doğası gereği bu yolda
öncü teknik ve deneyimleriyle yürümüştür.
Küreselleşme için sözü edilen yerel politikaları geliştirmek, günümüzde pek çok
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 209

uluslararası şirket gibi, Viacom’un da başarılı küresel ticaret stratejisinin temelini


oluşturmaktadır. Bu stratejilerin özelliği atipik eğilimler gösterme, özgün çözüm ve
yaklaşımlarla yerel kültüre kendini kabul ettirme, yereli dönüştürürken, belli oranda
değişmeyi göze alabilme esnekliğine sahip olma, olarak sıralanabilir (Fung, 2006:80).
“Küresel düşün, yerel davran” sloganıyla hareket eden Viacom’un MTV’si, sınır öte-
sine, 1 Ağustos 1987’de, MTV Europe, yayınlarıyla geçmiştir. MTV Europe, kanalın
küresel bir markaya dönüşmesinde ilk adımdır. MTV’nin tek tip kültürden beslenen
ve onu sunan yapısı, sınır ötesine geçişiyle birlikte değişim göstermeye başlamıştır.
İzleyici tutum ve beklentileri ülkeden ülkeye farklılaştığından, uluslararası platform-
da standart bir izleyici ilgisini sağlayabilmenin olanaksızlığını kavrayan yetkililer,
MTV’nin yerele adapte olmayı göze almadığı takdirde yerel rekabette başarısız olma
ihtimalini çabucak fark etmiştir. Ülkelerin yerli müzik kanalları, MTV formatını
kopyalayabilmekte, üstelik kendi kültürel kodları ve müzikleriyle, kendi izleyicileri-
ne ya da başka bir deyişle tüketicilerine çok daha kolay ulaşabilmektedir. Bu bilgi
ve deneyim, MTV’nin uluslararası stratejisini tamamen değiştirmesine yol açmıştır
(Chalaby’den aktaran Jones, 2005).
MTV Europe ile başlayan bu küresel serüvende, talep edilecek bir marka olmayı
gerektirmek şarttır. Bu nedenle yayıncı, yerel sanatçılar ve sanat olaylarına sponsor
olarak, Avrupa turneleri düzenlenmesini destekleyerek ve MTV Europe Müzik Ödül-
leri düzenleyerek kendisini kabul ettirmeye çalışmıştır. MTV Europe’un başkanı ve
CEO’su Brent Hansen, tüm Avrupalılara hitap eden bir yayın içeriğinin zor olacağı-
nın bilinciyle şöyle der:
Kanal belirli bir ülkeden çok, hareket özelliği olan genç insanları hedeflemek-
teydi, dolayısıyla uluslararası bir tadı olması gerekiyordu… Kanal her ne kadar
kendini uluslararası gören insanları hedeflese de, izleyici tarafından bazı ulusları
hor gördüğü sanılması tehlikesi az da olsa vardı…Yayınımız ne kadar ilginç ve de-
ğişik olursa olsun, izleyicilerimizin yaşam tarzlarına uzak kalabileceğimizi hisset-
tim. Bunu önlemek için onların gündelik yaşamlarının parçası olmalıydık (aktaran
Tungate, 2001:61).

1994 yılında teknolojik bir gelişme, MTV’nin yayın stratejisini son derece ko-
laylaştırarak, küreselleşme adımlarına katkı sağlayacaktır. Jack Banks’in aktardığına
göre MTV rekabetçi olmayan, büyük plak şirketleriyle işbirliğine dönük bir strateji
izleyerek bu başarısının temelini oluşturmuştur (Jones, 2005:83-88).
Dijital yayıncılığa geçen kanal, Avrupa’nın farklı bölgelerine ulaşmaya başlar. Bu
da her ülkenin kendi MTV’sine sahip olması anlamında bir ön hazırlıktır. Ülkele-
rin kendi dillerinde sunucular, klipler ve programlarla MTV kanalında buluşması,
kanalın genel stratejisinin müzik ödülleri gibi belli başlı programlarla sürekliliğinin
sağlanması hedeflenir. Asya, Avustralya, Kanada, Latin Amerika ve Rusya’da bölgesel
yayınlar yapan kanal, MTV Uluslararası Başkanı Bill Roedy’nin yürüttüğü stratejiyi
izlemektedir. Bu da kablo erişiminin bulunmadığı yerlerde, ulusal frekanstan yayın
yapma önerisidir. Kendisi bu sistemi “agresif, yaratıcı, yılmayan bir dağıtım” olarak
tanımlamıştır (Tungate, 2001: 63).
210 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

MTV içeriğinin yüzde 70’e kadar olan kısmını yerelleştirmeyi göze almakta, “clas-
sic Coke” dediği klasik formatını, aynen taşımak yerine, yerel politikacılar ve kültüre
göre yeni içerikler inşa ederek küreselleşmektedir. Bu, yerel politikacılarla, reklamcı-
larla ve tüketici talepleriyle her mekânda yeniden tanışmayı, alanı yeniden düzenle-
meyi gerektirmektedir. Yerel bir kültüre küresel bir müdahale olduğunda, yerel kültür
küresel tarafından bozulmaya başladığında, çok ulusçu reklamcıların ve şirketlerin
MTV gibi genç tüketici odaklı bir kanaldan fayda umarak, onunla hareket etmele-
ri doğaldır, çünkü dünyada en iyi tüketici grubu gençlerdir. MTV onları yeni ve el
değmemiş pazarlara tanıtmakla kalmamakta, sadece bu ekonomik fayda değil, kültü-
rel olarak da yeni pazarlar yaratılmasına aktörlük etmektedir. Jones’un (2005), Chip
Walker’ın düşüncelerini şöyle aktarır:
“Televizyon küresel bir köy değil, küresel bir alışveriş merkezi yarattı” Bu
sözün gerçekliğine uygun olarak, MTV’de bu küresel alışveriş merkezinin yara-
tanıdır. Uydu teknolojileri ile kuşatılan dünya gençliği, ortak tüketici davranışları
sergilemektedir çünkü ortak televizyon programlarının izleyicisidirler

Bu strateji Viacom’a çok para kazandırır. Yerelleşme, yerel sanatçıların ve izle-


yicilerin de hoşuna gitmiş, Shakira gibi, yalnız kendi topraklarında satan albümler,
MTV’de yayınlandıktan sonra bütün dünyaya dağılmıştır. Ancak, yerelleşme strate-
jileri, her ülkede küresel “star”lar yaratmaya muktedir değildir. Burada kimin ün-
leneceği, küresel pazarda kimin, neyin dolaşıma gireceği neye göre belirlenmekte-
dir? Kanalın ifadesi, MTVI’da ve MTV Europe’da çok beğenilen şarkıcıların diğer
MTV’lerde de dolaşıma sokulduğu yönündedir. Eğlence ve haz odaklı kitle iletişimi
anlayışı, toplumsal insanlık durumundan çok bireysel insanın doyumunu öne çıkaran
(Erdoğan, 2000) yayıncılık üslubuna uygunluk, özellikle metalaştırılan kadın bedeni
ve kadın erkek ilişkisi temsilleri, dolaşıma girme konusunda belirleyici görünmekte-
dir. Bu seçicilik, her yerel MTV’de yer alan şarkıcının, küresel dolaşımda eşit şekilde
yer almadığını da göstermektedir. Ancak, baştan beri kurduğu her yerel kanalda, ye-
reli uluslararası platforma taşıma iddiasıyla işe başlamaktadır.
Sınırları aşma girişimi kapsamında, MTV 1995 yılında, Çin’de de yayına başlar.
Çin’deki kablolu TV pazarına giren ilk yabancı yayın kuruluşu olmuştur. MTV Chi-
na, genç tüketicilerin uluslararası markalara erişebilmelerini sağlamıştır. Ayrıca, New
York’ta Çin halk çalgılarının filarmoni orkestrası tarafından çalınması gibi Çin kül-
türünün tanıtımı için de kullanılabilirliği, Çinli yöneticilere cazip gelmiştir (Tungate,
2006:63-64). (2006), Bil Roedy, durmaksızın süren küreselleşme hamleleri için şun-
ları söyler:1
… Biz sınırları aşan bir yaklaşım benimsedik. Gençlik, enerji, müzik tutkusu
ve biraz da başkaldırı. Ancak bu formül kendisini farklı pazarlarda farklı biçim-
lerde gösterebilir. Tayvan’da keskin ve dobra, Hindistan’da Bollywood ve renkli,
Brezilya’da canlı ve erotik, Çin’de ise aile ve değerlere saygılı.

1 Akyıldız, T (2006) http://74.125.77.132/search?q=cache:raDYSb96a10J:hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/


haber.aspx%3Fid%3D5415912%26yazarid%3D47+bu+nas%C4%B1l+tan%C4%B1t%C4%B1m+aky%C4
%B1ld%C4%B1z&hl=tr&ct=clnk&cd=1
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 211

Kanalın formatı da tüm bu gelişmelere uygun olarak değişim gösterir. Çizgi film
karakterleri, Ozzy Osbourne’un yaşamı, belgeseller, Türkiye’de de çok popüler olan,
“Biri Bizi Gözetliyor”un ilk ve özgün hali “Real World” 360 derece MTV gibi prog-
ramlar, yalnızca müzikle yetinmeyen kanalın başlıca programlarıdır. Kanal, aşırı bi-
reyci, tüketici kimlikler oluştururken, toplumsal duyarlıklar sergilemedeki eksikliği
yönünde eleştirilince başta AIDS olmak üzere, Amerika ve Avrupa’da önemli sorun-
lar olarak tanımlanan konularla ilgili toplumsal duyarlık projelerine de ekranlarda yer
vermeye başlar. Bu programlar, kanalın yerelleşme stratejilerinde de ya aynen taşıdı-
ğı, ya da yerel versiyonlarının oluşturulduğu yapımlardır. Bu ortak yapım programlar,
yabancı yapımlar ortak telifli programların yerel ekiplerce versiyonunun üretilmesi,
program değiş-tokuşları, ortak etkinlikler, ödüllerin ithalat ve ihracatı anlamına gel-
mekte, yabancı sermayenin yerel kültürle buluşması popüleri oluşturan elementlerin
bu kanallar eliyle melezlenerek tanımlanmasını sağlamaktadır (Allan, 1997: 77-84).
Görüldüğü gibi küreselleşme yalnızca üretim boyutuyla sınırlı değildir. Dağıtım-
da da önemli bir aktör olarak karşımızdadır. Ürünlerin dolaşımı, albümler, filmler, tv
kanalları, bu ağın parçalarıdır. Time Warner’in duyurduğu gibi, dünya artık küresel
endüstride söz sahibi olanların izleyicisi, dinleyicisi, alıcısıdır (Scott, 1997: 77-84).

C. MTV Türkiye
...Global bir marka olmamız çok önemli... MTV gençleri ilgilendiren bir yaşam kanalıdır.
Sadece müzik kanalı olarak değerlediremeyiz. Esra Oflaz. MTV Türkiye Genel Müdürü

a- MTV’nin Türkiye’ye Geliş Süreci


MTV Türkiye’nin yayına başlayış sürecini irdelerken, yayına başlama tarihi olan
Ekim 2006’da öncelikle göze çarpan, küresel yarışta medya endüstrilerinin rekabeti-
dir. Uluslararası medya endüstrileri, AB’ye uyum sürecindeki eğilimlere, medyada
yabancı sermayeyi kısıtlayan yüzde 25 oranının kaldırılmasına yönelik çalışmalara,
ve Uluslararası Yatırım Bankası adına Morgan Stanley’in derlediği raporun sonucu-
na bakarak, yeni pazar olarak Türkiye ile daha çok ilgilenmeye başlamıştır2. Viacom
yerel bir pazar arayışı içinde şüphesiz baş rakibi Murdoch’un manevralarını yakından
izlemekte ve adımlarını ona göre atmaktadır. MTV China sürecinde de olduğu gibi,
Türkiye’de sahnede önce Murdoch belirir. Murdoch’un adımı, Viacom için öncü ve
yüreklendirici bir adım olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’nin MTV ile tanışması MTV Europe aracılığıyla, on yıl önce olmuştur.
Aslında başlangıç, Türkiye’de alışıldığı üzere bir deneme yanılma süreciyle gelişmiştir.
Star televizyonun yeniden iletimiyle, MTV 1994 yılında Türk ekranlarında izlenmeye
başlanır, ancak 3984 sayılı kanun yürürlüğe girince, yayınına ara verilir. MTV Europe
1996’dan itibaren MTV Türkiye yayına başlayana kadar kablolu ve uydudan yayınla-
nabilmiştir. Multi-Channel Developers, 2000 yılından itibaren MTVI’ın Türkiye’deki

2 Bu yasa, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilince, ilgili madde değiştirilmiştir
212 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

ortağı rolünü üstlenir ve Viacom’un ülkedeki tüm markalarının temsilciliğini yap-


maya başlar. MCD ile Mayıs 2005’te yapılan lisans anlaşmasıyla yaklaşık 2 milyon
izleyiciye ulaşan Nickelodeon, kabloludan yayınlanır. MTV’den önce Nickelodeon’un
yerel pazarda görülmesi de MTV ‘nin uluslarası pazarda kullandığı bir stratejidir.
Önce çocuklar, Nickelodeon kanalı ile belli bir kültürel bilinçlendirmeyle karşı kar-
şıya kalmakta, ergenliğe ulaştıklarında, MTV gençliğine dahil olmaya hazır hale gel-
mektedir. MTV Türkiye’nin açılışı için piyasanın ve izleyicinin uygunluğu, başka bir
deyişle, Viacom’un beklentilerini karşılayacak bir pazarın oluşması yaklaşık on yıllık
bir zaman alır. MTV Türkiye Genel Müdürü Esra Oflaz bu konuda Hürriyet’e yaptığı
açıklamada3, ilk teklifi 1996’da götürdüklerini, Viacom tarafından yürütülen uzun
soluklu araştırmalar sonucunda Türkiye’deki yayın ve reklam piyasasının henüz hazır
olmadığı yanıtını aldıklarını, son dönemde gerçekleşen küresel hamlelerin ve AB gö-
rüşmelerinin Türkiye’ye yönelik “olumlu” imajı pekiştirerek yerel MTV kurulmasını
kolaylaştırdığını belirtmiş, Viacom için genç nüfus ve köklü bir kültürün iştah ka-
bartıcı olduğunun altını çizmiştir. Viacom’un CEO’su Sumner Redstone ise Türkiye
girişimi için şunları söylemiştir:
Türkiye ile birkaç yıldır sessizce ilgileniyorduk. Daha fazla sessiz kalmak iste-
medik..Multi-Channel Developers (MCD) ile lisans sözleşmesi imzaladık. Şimdi
Türkiye’de kendi MTV kanalına kavuşuyor. Global bir şirket olarak yerel hareket
ediyoruz. Türkiye MTV de lokal özellikler içeren bir kanal olacak.4

Murdock gibi Viacom da yerelleşme hamlelerine iktidarla iyi ilişkiler kurarak baş-
lar. Viacom’un sahibi Sumner Redstone, Türkiye’ye gelerek başbakanı ziyaret eder.
Bu görüşmeden sonra yapılan basın açıklamasında, Stone, Türkiye’de yabancı medya
sahipliği için belirlenen yüzde 25 sınırının kaldırılması ve çoğunluk hisselerinin sa-
tın alınabilmesi durumunda ulusal Türk kanallarını satın alabileceklerini ifade etmiş,
dünya devi medya kuruluşlarının yakından izlediği Türkiye’ye gelmeme sebeplerinin
yüzde 25’lik ortaklık sınırlaması olduğunu belirtmiş ve önemli yatırımlar yapmak is-
tediklerinin belirtmiştir.5 Başbakanın, MTV Türkiye’ye sıcak yaklaştığı açıklamasıyla
yani destekleyici tavrıyla birlikte tanıtım çalışmaları da hız kazanır.
MTV Türkiye’nin yayına başlayışı sinemalarda ve televizyon kanallarında göste-
rilen tanıtım filmleri, yerli ve yabancı ve yazılı, görsel basında haberlerle duyurulur.
Reklamların yaratıcısı, Mc Donalds gibi pek çok küresel kimliğin oluşmasına hizmet
etmiş Leo Burnett’tir Bu filmler, kültürlerarası buluşmayı ve Türkiye’nin bu buluş-
madaki şaşkınlığını vurgulamıştır, İlk Müslüman yerel kanal olarak da vurgulanan
kanalın tanıtım filmlerde hard rock’ın efsane grubu Kiss’in solisti Paul Stanley rakı
içerken ve Marilyn Manson karpuz keserken rol almıştır. Şiddet, seks ve ötekilik üze-

3 http://64.233.183.132/search?q=cache:TbsnhQaMpYcJ:kelebek.hurriyet.com.tr/magazin/4998372.asp%3F
m%3D1+esra+oflaz+ilk+teklifi+1996&hl=tr&ct=clnk&cd=9&gl=tr
4 Bilgin, D (2006). “MTV Türkiye Eylül’de Yayında” http://74.125.77.132/
search?q=cache:TULnFChgusEJ:www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp%3Fid%3D8831+T%C3%
BCrkiye+MTV+de+lokal+%C3%B6zellikler+i%C3%A7eren+bir+kanal+olacak&hl=tr&ct=clnk&cd=1&
gl=tr 17.05.06
5 http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=4424786 18.0506
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 213

rinden kodlanmış bu reklamlar kanalın nasıl bir izler kitle aratmak istediği konusun-
da henüz netleşmediği ancak bir yandan da gelen ve yadırganan yabancının, evsahibi
“yerli”leri dönüştüreceği, anlaşılmaktadır.
MTV Türkiye, tanıtım çalışmalarını takiben, 23 Ekim 2006’da Nil Karaibrahimgil’in
kanal için özel olarak hazırlanan “Peri” adlı video klibiyle yayına başlar. Kanalın ku-
ruluş açıklamasını bizzat Viacom’un kurucusu Sumner Redstone yapar. Kanal açılı-
şını da uluslararası bir açılış partisiyle kutlar. Partide yerli ve yabancı sanatçılar bir
aradadır.
b- MTV Türkiye’nin Hedef Kitlesi ve Amaçları
Kanalın hedef kitlesi, diğer MTV’lerde olduğu gibi 15 ila 34 arası yaş grubundaki
izleyiciler oluşturmaktadır. Yeni televizyon kanalını izleyen kitlenin çapının ne oldu-
ğunu anlamak için vakit henüz erkendir. Kanal, reklamlarında, 10 milyon eve, 40 mil-
yon kişiye ulaştıklarını sık sık vurgulamaktadır. Türkiye, genç nüfus yoğunluğuyla,
kanalın yeterli izleyici kitlesini oluşturmada tatmin edici bir sayı sunmaktadır. Ancak
tanıtım filmlerinden de göreceğimiz üzere kanal, nasıl bir izler kitleye sesleneceğini,
niteliksel olarak çok da netleştirmiş görülmemektedir.
MTVI yetkililerinin ifadelerine bakarak, Türkiye’den beklentilerini şöyle sıralana-
bilir6: (1) Müzik sektöründe “eğilim”i belirlemek, (2) Gençlerin sosyal konularda bi-
linçlenmesini sağlamak, (3) Genç Türklerin yüksek kaliteli müzik programlarına olan
büyük iştahını doyurmak, onları tüm ekranlardan farklı izleyicilerle buluşturmak, (4)
Yaratıcılık yönü çok yüksek olan Türkiye’den, bu yaratıcılığı dünyanın geri kalanına
taşımak, (5) MTV Türkiye aracılığıyla Türk gençliğiyle olan bağları güçlendirmek, (6)
Ayrıca bu yeni oluşum ile bölgedeki Nickelodeon ve VH1 yayınlarını genişletmek, (7)
Yeni marka ve tarzları mümkün olan tüm medya platformlarına tanıtmak için fırsat
sunmak, (8) Türkiye’den şarkı ihracı ve Türkiye’yi küresel anlamda kültürel bir etki
merkezi bir olarak dünyanın geri kalanına yaymak, Türk starlarla yapılan programla-
rı, MTV Avrupa’da yayınlatmak.
MTV’nin diğer yerel kanallarına bakarak, Banks’ın söylediklerini Türkiye için
de öngörülebilir, Bu durumda, klipler, filmler, film müziği albümleri, stüdyo kayıtları
ve canlı müzikler, bu müzikli görüntülere eşlik eden moda ve yaşam stili önerilerine
bakarak (Jones, 2005:86), burada da, küresel tüketici ve tüketilecekler listesine yeni
bir halka eklendiği söylenebilir.

c-MTVI, MTV Türkiye için nasıl yerelleşti?


MTV’nin Uluslararası Başkanı Bill Roedy’e göre MTV Türkiye’nin sloganı ile de
vurgulandığı gibi, kanalın yerelleşme politikasında, Türkiye durağında da önemse-
nen ve vurgulanan kültürlerin buluşmasıdır. Tek bir kültürün aşılanması eleştirilerine
karşı çıkan Roedy, “Bizim işimiz Amerikan kültürünü ’ihraç’ etmek değil. Türkiye

6 ““MTV Türkiye Eylül’de İzleyiciyle Buluşuyor” http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=187645 .


214 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

MTV kültürüne harika bir boyut ekleyecek” demiş ve kanalın eklenerek büyüme
stratejisini ifade etmiştir. Roedy, MTV’yi bir Amerikan şirketi olarak tanımlamanın
yanlış olduğunu vurgulayarak homojen bir içeriğin vizyonları olmadığını, dünyada-
ki kültür çeşitliliğini yansıtmaya önem verdiklerini belirtirken, 18 yıldır, yerelleşme
politikalarında diğer MTV’ler gibi, MTV Türkiye’de de, Amerikan kültürünü ’ihraç’
etmek gibi bir amaçlarının olmadığını, bütün dünyada sadece Amerika’dan çıkan bir
ürüne sahip olmayı hiç düşünmediklerini ifade etmiştir (Akyıldız, 2006). Bu uğurda
daha fazla masraf yapmayı, daha ciddi yatırımları, göze aldıklarını, tek bir formülle
bütün dünyayı dolaşan ürünlerin aksine yerel ekibe, içeriğe, yerel altyapıya yatırım
yaptıklarını ancak bunun ekonomik anlamda uzun vadede kazanmak için tek yön-
tem olduğunu bildiklerini belirtmiştir. MTV Türkiye’nin MTVI’den içerik olarak far-
kı, yerli pop müziğe yüzde 10-15 oranında yer vermesi, yerli pop haberlerine yer ver-
mesi ve en önemlisi de tüm yabancı programların Türkçe alt yazıyla yayınlanmasıdır.
MTV Türkiye kanalında dönüşümlü olarak yer alan 70 civarı programın yüzde 10’u
MTV Türkiye imzalıdır. Bu yüzde 10’luk dilim içinde yalnızca iki program Türkçe
adlandırılmıştır. Onlar da tekrarı yayınlanan açılış partisi ve MTV Müzik ödülleri
adlı yapımlardır. Kalan beş program içinde yalnızca biri salt yerli müziğe ayrılmış
olan Hits Lists’tir.7 MTV TR Private Zone8, MTV News9 Turkey, MTV TR Best of
2006, uluslararası içerikli programlardır. Best of 2006, Türk izleyicinin oylarıyla oluş-
turulan müzik listesi programıdır. Bu programlar içinde, reality show türündeki yerli
yapım MTV Doritos TYTZ VJ Search10, yeni bir VJ yaratma iddiasında olan MTV
Türkiye’nin seçmelerini ekrana taşıyan yerel üretim programlara örnektir. Burada
Türkiye’ye özgü bir diğer durum da MTVI’nın MTV Türkiye ile yaptığı anlaşmada VJ
seçiminde kararı kendilerinin belirlediği şartlara göre verileceğidir (Gözler, 2006).

d- MTV Türkiye’nin MTV’den ve Türkiye’deki diğer müzik kanallarından farkı


Dünyanın en büyük müzik ağı, Türkiye’ye gelince nasıl bir fark yaratacaktır?
Uzun vadeli etkileri araştırmak için henüz erken olduğu göz önünde bulundurulursa,
kuruluş evresini değerlendirmekle sınırlı kalınacağı açıktır. Bu doğrultuda kanalın

7 Hit List TR, MTV Türkiye’nin tamamı yerli kliplerden oluşan tek liste programıdır. 1 saat boyunca Türkçe
pop ve rock’tan oluşan 10 şarkının geriye sayımının yapılacağı bu haftalık liste programının sunuculuğu
MTV Türkiye’nin VJ yarışmasının galibi olan VJ tarafından yapılımaktadır. Programda, Türkiye müzik
piyasasına yön veren en kaliteli ve sevilen parçalara yer verilecektir. Programın listesine giren 10 klip MTV
Türkiye’nin web sitesinden toplanan veriler, satış rakamları ve popülerlik gibi kriterler baz alınarak belir-
lenmektedir. www.mtv.com.tr
8 Her perşembe MTV TR Private Zone’da konserler, ödül törenleri, filmler ve MTV organizasyonları, sevi-
len sanatçıların MTV Unplugged konserleri 21:00’de yayınlanacaktır www.mtv.com.tr
9 MTV News, yarım saat süreli olarak haftada bir yayınlanan, yerli ve yabancı tüm müzik ve gençlik ha-
berlerini derleyerek Türkiye ve dünya gündemini yansıtan bir haber programıdır. Haber sunumları her
hafta farklı bir dış mekanda gerçekleştirilen programın akışı içinde sevilen sanatçılarla yapılan kısa özel
röportajlara da yer verilir Programın kapsamı; başta müzik olmak üzere gençleri ilgilendiren “haber” nite-
liğindeki her konudur. www.mtv.com.tr
10 “Türkiye’nin yeni yüzleri olmayı beklerken, sen de onların dünyasına göz atmaya ne dersin?” kanal bu
programı bu şekilde tanıtmaktadır MTV Doritos TYTZ VJ Search, www.mtv.com.tr
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 215

oluşumunda getirdiği yenilikleri şöyle tanımlamak mümkündür: MTV Türkiye’nin


yüksek maliyetli bir yatırım olduğu ifade edilmektedir. Türkiye’de tek olan bu sistem,
2006’da MTV’nin Avrupa’da kullandığı sistemdir. Çok büyük bir stüdyo kurulmuş
ve Hollywood’dan Berfin Haymes’i transfer edilmiştir. MTV Türkiye MTV Europe
ekibiyle birlikte aynı binada ortak çalışmaktadır. Bu işleyişte yeni VJ’ler konusu da
gündeme getirilmiş, VJ konusunda, diğer müzik kanallarında daha önce görülmemiş
bir önem verilmiştir. Bu önem MTVI standartlarında, altyapı ve görünümünde VJ
hedefiyle ilişkili durmaktadır. Daha önce başka kanallarda çalışmamış, yeni yüzler
ve yeni bir VJ’lik anlayışı peşinde olduklarını ifade eden kanal, Türkiye’de de kendi
VJ’lerini yaratmak amacıyla Doritos TYTZ sponsorluğunda bir VJ arama progra-
mı oluşturmuştur. MTV Türkiye VJ kültürü konusunda bir değişime yön vereceğini
düşünmektedir.11 Kanalın Türkiye’ye özgü diğer bir uygulaması, altyazı kullanma-
sıdır. Kanalda İngilizce tüm programlar Türkçe altyazılı olarak verilmektedir. Bu bir
yandan MTV İngilizcesi öğretirken, bir yandan da programları anlaşılır hale getir-
mektedir. MTV İngilizcesi, MTV’nin taşıyıcısı olduğu küresel kültürün, en önemli
aktörüdür. Bütün dünya birbirini anlamak için, İngilizce kullanmakta, öğretilen dille,
kültürel kodlar da, Eradam’ın ifadesiyle (2004), “bütün mitik kavramlarıyla” izleyiciye
benimsetilmektedir. Bu da yerelliğe yayılan küresel, üstelik tüketim kültürünün alfa-
besi haline gelmiş bir dilin öğrenilmesi deneyimidir.
MTV Türkiye MTV’nin tüm yerel kanallarında gösterilen klasikleri, Amerika ile
aynı anda ekranlarda yer alacağı bildirilmiştir. Şovlar ve programlar ve tamamen yerli
Türkçe pop ve programlar, yayın akışında düşünülmüştür. Kanalın Genel Müdürü
Esra Oflaz’ın formatla ilgili açıklamalarına göre Punk’d, Jackass, Pimp My Ride gibi
MTV’de en çok izlenen programlar aynen devam ederken, yerel programlar da basa-
mak basamak devreye girecektir. İlk basamak olarak, Türk kliplerine ve yerli müzik
haberlerine yer verilecektir. Yerli programlar da ilk etapta MTV’nin sevilen yapım-
larının versiyonları olacaktır. Üç tane stüdyo programı olacağını ifade eden Oflaz,
Bunları da seçmeler sonucu belirlenen MTV Türkiye VJ’nin iki yeni yüzü sunacağını
ifade etmiş ve kanalı şöyle tanıtmıştır:
”Yaklaşık %10 oranında Türkçe Pop’a yer verilen kanalda, hangi klipin
yayınlanacağına altı kişiden oluşan bir komisyon karar verecektir. Klip se-
çerken en önemli kriterimiz MTV’nin global yayın politikasına uygun olma-
sı. Burada dikkate alınan, müziğin tınısı, yüksek mastering kalitesi ve klibin
görsel kalitesidir. MTV ailesinin 72. üyesi olarak MTV Türkiye bu halkaya,
ana kanalın belirlediği standartlara uyarak dahil olmuştur”12
Kanalın yüzde 10’luk yerli müzik kotası, diğer MTV’lerden daha yüksek bir oran
olarak durmakla birlikte, yerellik vurgusu ile yola çıkan kanalın, yerellik anlayışını da
çok iyi örneklemektedir.
MTV Türkiye için ele alınması gereken diğer bir konu yukarıda da değinildiği
gibi iktidarla ilişkiler olmuştur. Viacom’un sahibi Sumner Redstone, Başbakan Recep

11 www.pazarfolio.com/mtv-turkiye-yayinda
12 www.funsat.com.tr.
216 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

Tayip Erdoğan ile görüştüğünde, başbakan kanalın açılışına davet edilmiş, kendisi-
ne MTV’nin Türkiye’de yapacağı sosyal kampanyalar, anlatılarak bu sosyal kampan-
yalarda yer alması rica edilmiştir. Başbakanın konuya sıcak yaklaştığı öğrenilmiş,
kanalın başbakanın gençlerle buluşacağı bir söyleşi düzenlemek çok istediği ifade
edilmiştir. Bill Clinton’ın MTV’de gençlerle buluşması ve Recep Tayip Erdoğan’ın
MTV Europe’tan gençlere seslenmesi hatırlatılarak, gençliğin siyasetçilerle bir ara-
ya gelmesini önemsedikleri ifade edilmiştir. Başbakanla yapılan görüşme sonrasında
Capital dergisinde görüşleri yer alan Sumner Redstone, Türkiye’deki yabancı yatırımı
artırmak için düzenlemelerin değişmesinden söz etmiştir. Burada önemli düzenle-
melerden biri de RTÜK olarak belirecektir. Basında, Türkiye’nin bazı programlarının
RTÜK tarafından incelemeye alındığı yer bulmuş, daha önce kablolu yayın yapan
MTV Europe’un denetlenemediği ancak, aynı içerikle yayın yapan MTV Türkiye’nin
RTÜK’le sürtüşme olasılığından söz edilmiştir (Gülşan, 2006).

e-MTV Türkiye ve Türkiye’deki diğer müzik kanalları


Türkiye’de MTV Türkiye’den önce en çok izlenen yerli kanallar Star Grubu’nun
kanalı Kral TV, Power Türk, Number One’dır. Bunlardan Kral arabesk ağırlıklı, tama-
mı Türkçe müzik ve magazin programlarına yer verirken, Power Türk, tamamı Türk-
çe, pop ağırlıklı, benzer içerikli bir kanaldır. Number One ise yabancı müziğe ağırlık
vermekte, arada arabesk olmayan Türkçe müzik de yayınlamaktadır. Şarkı sözlerini
İngilizce alt yazılı vermektedirler. Böylece MTV’ye benzer bir nitelik taşıyabilir ama
MTV’nin avantajı kendisi gibi 71 kanalın daha olduğu bir ağa dahil olmasıdır. Rek-
lamdan, uluslararası müzik piyasalarına her şey MTV’nin elindedir.
MTV yayıncılık anlayışı, yerli müzik kanallarında bir dönüşümü tetikleyebilir. VJ
seçimi, reklam rekabeti, diğer müzik kanallarını da etkileyebilir. Gerçekten de ba-
sında ses getiren 30 yaş tartışmaları13 bunun iyi bir örneğini oluşturmuştur. MTV
Türkiye’nin varlığı hem yapımcılar, hem diğer kanallar tarafından izlenmektedir. Se-
zen Aksu için Kral TV’nin ardından Number One TV de harekete geçmiş, Kanalda
o hafta sonu Sezen Aksu için özel bir program düzenlenmiştir. Klipleri belli bir ücret
karşılığı yayınlayan Kral TV Medya Grup Başkanı Yüksel Evsen, MTV’nin bu kara-
rını Türk müziğine ve Türk sanatçılarına yapılmış bir nezaketsizlik olarak yorumla-
yarak tepki olarak Ajda Pekkan ile Sezen Aksu’nun kliplerini maksimum düzeyde
yayınlayacaklarını söylemiş, yapımcıların da katıldığı ve tepki gösterdiği bu tartışma-
da kriterleri ‘halk mı belirlemeli, kanal mı’, konusu gündeme gelmiştir. Daha sonra
yasaklılıkar listesine Haluk Levent ve Funda Arar da dahil olunca şarkıcılar da kana-
lın tektipleştirme ve yerelleşmenin aslında yereli nasıl zedelediğine dikkat çekmiştir.
Şarkıcı Haluk Levent de bu konuda tartışmalara katılanlardandır14:

13 Sezen ve Ajda MTV’ye Çıkamaz”, http://arsiv.sabah.com.tr/2006/11/16/gun110.html,16.11.2006.


14 www.haberler.com/rockcilara-yasak-geldi-haberi/+30+ya%C5%9F+krizi+Sezen+Aksu+MTV&hl=tr&ct
=clnk&cd=5&gl=tr
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 217

Hepimizi bir kalıba sokmaya çalışıyorlar. Anadolu ritimleri bu kalıbın çok dı-
şında, bizler zaten onlara göre müzisyen de değiliz, hatta hiçbir şeyiz onlar için.
Ben şahsım olarak hiçbir rahatsızlık duymuyorum. Zaten beni PowerTürk’de ya-
yınlamıyor. Herkes benim ABD karşıtı şarkılarımı da biliyor. Niye beni yayınlasın-
larki... Benim de böyle bir talebim zaten olmadı, bundan sonra da olmayacak

Funda Arar ise “Ben müziğe kalite getirmesi açısından kanalın Türkiye’ye gelme-
sine çok sevinmiştim. Ama onların formatları bir tarza yönelik. Neticede Türkeye’nin
MTV’si olarak algılamıyorum” diyerek, MTV’nin format konusundaki dayatmacı
tavrını gündeme getirmiştir. MTV’nin formatı, Türk Pop müziğinin beslendiği Ana-
dolu motiflerini ve hedef kitlesine meta olarak sunamayacağı şarkıcıları ekranlarına
taşımama eğilimindedir.

D. Yeni mecralar peşinde


Turkcell ile gerçekleştirdiğimiz işbirliği sonucunda 30,8 milyon Turkcell abonesi MTV’nin
mobil içeriğine ulaşabilecek. Bu işbirliğinin zamanlamasından da çok mutluyuz, MTV Türkiye
kanalımızla ve Turkcell mobil içeriğimizle izleyicimize her yerde ulaşabileceğiz
Esra Oflaz Güvenkaya, MTV Türkiye Genel Müdürü.

Bilindiği gibi, 1990’lar öncesinde analog sistemin kısıtlıklarından dolayı, farklı ile-
tişim teknolojileri farklı alanda gelişim gösterirken, dijitalleşme ile birlikte teknolojik
engellerin ortadan kalkmaya başlamasıyla, bilgisayar, yayıncılık ve telekomünikasyon
endüstrileri arasında bir yakınlaşma başlamıştır. Yöndeşme denilen kavramla açıkla-
dığımız bu yeni durum, her bir mecranın temel ifade yapılarının bir araya getirilme-
siyle, tek tip bir kültürel formun oluşumuna doğru gidilmektedir (Çaplı, 2002: 51).
Bu bağlamda, MTV Türkiye’nin önemli bir hamlesi de Turkcell, MTV ile içerik anlaş-
ması imzalayarak, içeriğini cep telefonu kullanan kitleye de ulaştırması, yöndeşmeyi
de başarıyla kullanmasıdır. MTV Türkiye Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Esra
Oflaz Güvenkaya ise, MTV Türkiye’nin sadece TV’de değil, her platformda gençliğe
seslenmeyi planladığını ve bu nedenle Turkcell ile yaptıkları anlaşmanın kendileri
için büyük önem taşıdığını belirtmiştir15. Redstone da Türkiye’nin hızla gelişen cep
telefonu piyasası sayesinde programlarını dijital medya aracılığıyla daha geniş kitle-
lere yayma şansı bulacakları için bu girişimden memnuniyetini dile getirmiştir.16
MTV Türkiye’nin gerçekleştirmesi gereken önemli bir sorun Dijitürk ile yaşadığı
anlaşmazlık olarak görülmektedir. MTV Europe’a ödeme yaparak kanalı yayınlayan
Digitürk, Yerel MTV Türkiye’ye yerli kanallara uyguladığı sistemi uygulamış ve on-

15 Mobil pazardaki yeni formatlar deyince pek çok uygulama dikkati çekmektedir. GSM sektörünün üç ak-
törü Turkcell, Avea ve Telsim için de bu formatlar yeni rekabet alanı oluşturmuştur. Turkcell-im’de, zengin
içeriği sağlayan çok sayıdaki ulusal iş ortağının yanı sıra dünyanın en köklü, en büyük müzik şirketlerinden
EMI, dünyanın en büyük ve en üretken eğlence şirketlerinden biri olan Warner Bross ve dünya gençliğinin
yakından takip ettiği MTV gibi birçok uluslararası şirket de içerikleriyle yer almaktadır. Ancak bu gelişme-
ler Türk müzik sektöründe çözülmeyi bekleyen telif sorunu karşısında elbette yalnızca küçük bir adımdır
(Türkel, F (2007). “Müziğin Dijital Dünya İle İmtihanı” http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=25939.
17 Mayıs 2007
16 http://www.medyatava.com/haber.asp?id=31885,26.10.2006
218 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

lardan para istemiştir. MTV Türkiye öngörmediği bu sorun karşısında Türkiye’de alı-
şık olunan o refleksif politika üretimi tutumu burada da görülmüştür.

Sonuç

Günümüzde, homojenleştirme yerine yerelleştirme ve melezleme, küresel kapi-


talizmin tercih ettiği bir stratejidir. Bu stratejinin temelinde, yerelden kâr elde etme
(Adelt, 2005: 292). ve yerel kültürü uygun tüketiciler haline getirme amacı yatmakta-
dır. Başlıca kitle iletişim aracı olan televizyon, bu sürecin en etkin aktörülerindendir.
Küresel Medya Endüstrilerinin en önemlilerinden biri olan Viacom’un yaygın
müzik kanalı MTV, küresel bir güç haline, yerelleşme stratejileri sayesinde gelebil-
miştir. MTV Türkiye’nin kuruluş serüveninin, MTV International’ın yerelleşme poli-
tikalarını örneklemesi açısından ele alındığı bu çalışmada konu iki bölümde irdelen-
miştir. İlk bölümde MTV International kanalının bir fenomen haline geliş süreci, tek
kutuplu dünyanın siyasal ve ekonomik uygun koşullarının da sayesinde gerçekleştiği
ifade edilmiştir. Çalışmada, kanalın küreselleşme ve yerelleşme stratejilerini, neolibe-
ral politikalarla uyumlu biçimde sürdürdüğü, yayın içeriği ile tüm kültürel kodlarını
göstermelik bir kültürel zenginlik ve çeşitlilikle soktuğu anlaşılmıştır.
MTV International önce pazar araştırmasını yapmış, piyasanın ve izler-kitlenin,
tüketici yaş grubunun kârlılık açısından yeterliğine inanınca iktidarla ilişkilerini
geliştirmiş, ana yayın politikasıyla çelişmeyen, kültüre özgü yerel içerikler üreterek
MTVI’ya eklemlenen yeni yerel bir kanalı hayata geçirmiştir.
Çalışmanın ikinci bölümünde ele alınan MTV Türkiye konusunda, ise kanalın
ülkeye geliş süreci, hedef kitlesi, beklentisi, kuruluşundaki yayın akışı ve kuruluşuy-
la yaşanan tartışmalar değerlendirilmiş, MTV I ve MTV Türkiye’nin ilişkisi, yerel-
küresel etkileşim açısından ele alınarak, kültürel çoğulluğu destekleyen değil, dönüş-
türüp tektipleştiren yönü vurgulanmıştır. MTV Türkiye’nin ülkeye gelişi, diğer müzik
kanallarını, yapımcıları ve izler kitle olarak hedeflenen gençleri etkilemesi beklenen
bir süreçtir. Bu süreçte, MTV’nin yalnızca bir müzik kanalı değil, bir yaşam biçimi
oluşturucusu olma iddiası, gençlikle ilgili pek çok sektörü ve doğrudan gençlik kül-
türünü etkileyecektir.
MTV Europe ile MTV Türkiye’nin şu anki içeriği birbirine çok yakındır. MTV’nin
alışılmış birçok programı benzersizlik ve seçeneksizlik iddiası taşıyamamaktadır.
MTV’nin kültürel zenginlikten öte, gittiği her yere birbirine benzer bir tüketim
kültürü götürdüğü açıktır. Toplumlar böylesi ağlarla birbirine bağımlı hale geldik-
çe, kültürel açıdan tek biçimliliğe yönelim kaçınılmazdır. Yerel olanın varlığı ancak
ehlileştirilerek, küresel kapitalizmin çıkarlarına zarar vermeyecek hale getirilmesi
koşuluyla değer görmektedir. Bu durumda, pazar tarafından, pazar amaçlı oluşturu-
lan müzik kanalı MTV’nin rolünü; Adorno’nun ifade ettiği gibi (aktaran Kejanlıoğlu,
2005: 174), yaratılan “yıldız kültü” ile üretilen “fetiş karakter”e katkısını ve kanalın
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
MTV’nin Küreselleşme sürecinde yeni durak: MTV Türkiye 219

çeşitlenerek çoğalma stratejisinin “kültürün şeyleşmesi” ile ilişkisini, gözden kaçır-


madan değerlendirmek gerekmektedir. Yerel nitelikler, çeşitliliğin sunumu yalnızca
ekranda çeşitlilikle ya da yerelin küçük bir katılımıyla sınırlı kalmaktadır. Bu melez
yapı, yeni tüketici kalıplarını ve tüketici kimliğini, yerel kültürün anlayacağı kodla
sunarken, alım gücüne aldırmaksızın, reklam sayesinde gençliğe tüketimi meşru ve
vazgeçilmez olarak sunmaktadır. Doğan Tılıç’ın da belirttiği gibi (2001) söz konusu
tüketim yalnızca reklama da sınırlı değildir. Reklam tüketimin yalnızca bir parçasıdır.
Medyanın kendisi, tüketilmek için üretilen ürünler yaratandır. Bu bağlamda, MTV
Türkiye, küreselin yerel kültürü ve dili nasıl kullandığına iyi bir örnek oluşturan, genç
izleyiciye yüz altmış ülkede de benzer kültürel bir kimlik ve yaşam biçimi seçeneği
sunan küresel bir medya ürünü olarak anlaşılmalıdır.

KAYNAKÇA

Adelt, U. (2005). Ich Bin der Rock’n Roll-Übermensch: Globalization and Localization in German Music
Television. Popular Music and Society. Vol(28)3, 279-295.

Alemdar K. ve Erdoğan İ. (1994). Popüler Kültür ve İletişim. Ankara: Ümit Yayıncılık.

Barnet, R. ve Cavanagh, J. (1995). Küresel Düşler İmparator Şirketler ve Yeni Dünya Düzeni. İstanbul: Sabah
Kitapları.

Çaplı, B (2002). Medya ve Etik. Ankara: İmge Kitabevi.

Eradam, Y. (2004). Vanilyalı İdeoloji. İstanbul: Aykırı.

Erdoğan, İ. (2000). Kapitalizm, Kalkınma, Postmodernizm ve İletişim. Ankara: Erk.

Fung, A. (2006). Think globally, act locally. Global Media and Communication. Vol.2(1), 7188.

Giddens, Anthony. Runaway World: How Globalization Is Reshaping our Lives. New York: Routledge, 2000

Jones, S. (2005). MTV:The Medium was the Message. Critical Studies in Media Communication. 22 (1), 83-
88.

Kejanlıoğlu, B. (2005). Frankfurt Okulunun Eleştirel Bir Uğrağı: İletişim ve Medya. Ankara: Bilim ve Sanat.

Mattelard, A. (2001). İletişimin Dünyasallaşması, (Çev. Yücel, H.). İstanbul:İletişim.

Schucker, R.(2001). Understanding Popular Music. London: Routledge.

Scott, A. (ed.) (1997). Across the Universe: The Limits of Global Popular Culture. İçinde: Limits of Globalization:
Cases and Arguments. London:Routloedge, 77-84.

Tılıç, L. D (2001). 2000’ler Türkiyesinde Gazetecilik ve Medyayı Anlamak. İstanbul: Su Yayınları.

Tungate, M. (2005). Medya Abideleri. (çev. Günhan, G.). İstanbul: Rota Yayınları.

Young, Ch. K. (2001) Advertising, Consumer, Culture, Youth Cultures and Media Technologies: A cultural
approach to MTV. Illionis: University of Illinois.

Internet adresleri:

Akyıldız, T. (2006) “MTV Türkiyeli Olacak mı?”. http://74.125.77.132/search?q=cache:raDYSb96a10J:hur


220 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sevgi Can Yağcı

arsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx%3Fid%3D5415912%26yazarid%3D47+bu+nas%C4%B1l+tan%C4
%B1t%C4%B1m+aky%C4%B1ld%C4%B1z&hl=tr&ct=clnk&cd=1 Erişim: 11 Kasım 2006

Bilgin, D. C. (2006). “MTV Türkiye Eylül’de Yayında”. http://74.125.77.132/


search?q=cache:TULnFChgusEJ:www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp%3Fid%3D8831+T%C3%B
Crkiye+MTV+de+lokal+%C3%B6zellikler+i%C3%A7eren+bir+kanal+olacak&hl=tr&ct=clnk&cd=1&gl=
tr Erişim: 17 Mayıs 2006

Gülşan R. (2006). “MTV’yi Rahat Bıraksak” http://arsiv.sabah.com.tr/2006/11/21/gny/yaz1424-200-117-


20061121-200.html. Erişim: 21 Kasım 2006

Pfunner, E.(2006). http://www.referansgazetesi.com Erişim: 12 Aralık 2006

Tezel, M (2006). “Bayramda Yayındayız”. http://64.233.183.132/search?q=cache:TbsnhQaMpYcJ:kelebek.


hurriyet.com.tr/magazin/4998372.asp%3Fm%3 Erişim: 5 Ocak 2007

Türkel, F (2006). “Müziğin Dijital Dünya İle İmtihanı” http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=25939.


Erişim: 4 Ocak 2007

”medyanın bugününü hayal bile etmemiştim” (2006). http://64.233.183.132/


search?q=cache:fOGc91D4RiIJ:www.capital.com.tr/haber.aspx%3FHBR_KOD%3D3913+capita+dergisi+l
+mTV+t%C3%BCrkiye&hl=tr&ct=clnk&cd=1 Erişim: 1 Aralık 2006

““MTV Türkiye Eylül’de İzleyiciyle Buluşuyor”. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=187645 .


Erişim: Ocak 2007

Rakçılara Yasak Geldi”. www.haberler.com/rockcilara-yasak-geldi-haberi/+30+ya%C5%9F+krizi+Sezen+A


ksu+MTV&hl=tr&ct=clnk&cd=5&gl=trDiva Dergisi (2007). http://www.divadergisi.com.Erişim: 28 Eylül
2007

“Sezen ve Ajda MTV’ye Çıkamaz”, http://arsiv.sabah.com.tr/2006/11/16/gun110.html,16.11.2006. erişim:


17 Kasım 2006

“Turkcell MTV ile İçerik Anlaşması İmzaladı” http://www.medyatava.com/haber.asp?id=31885,26.10.2006


Erişim: 17 Mayıs 2007

http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=4424786 18.0506

http://www.funsat.com.tr Erişim: 5 Ocak 2007

http://www.mtv.com. Erişim: 5 Ocak 2007

http://www.pazarfolio.com/mtv-turkiye-yayinda Erişim: 7Ocak 2007

www.pazarfolio.com/mtv-turkiye-yayinda
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
ÇEVİRİ 221

“Sosyal Gruplar, Örgütler ve Kurumlar”1

Robert Berstedt

Çeviri: MehmetYüksel

Kimyacılar ve fizikçiler, yeryüzünde bulunan bütün maddeleri elementler ve bi-


leşikler adını verdikleri az sayıda sınıflara ayırdılar. Benzer şekilde biyologlar da bit-
kileri, hayvanları ve böcekleri cinsler ve türler olarak sınıflandırdılar. Ancak bugüne
kadar sosyologlar, sosyal grupların tatminkâr bir sınıflandırmasını yapamadılar. Bu,
zor bir görevdir. Öğrenci, kompleks bir toplumun kapsadığı muazzam sayıdaki grubu
bir an için olsun dikkate alarak bu güçlüklerden birini kavrayabilir. Gerçekten, her-
hangi bir büyük toplumda, o toplumdaki birey sayısından daha fazla sayıda grubun
bulunması muhtemeldir.
Bununla beraber, bir toplumdaki grupların toplam sayısını tespit etmek nere-
deyse çözülemeyecek ölçüde zor bir problemdir. Açıkçası grupların sayısı tamamıyla
bir grubu nasıl tanımlamakta olduğumuza bağlıdır. Örneğin, Salı günü sabah saat
10.00’da doğanlar bir sosyal grup oluştururlar dediğimiz takdirde; böyle grupların
sayısı çok fazla olacaktır. Çünkü, insanların hafta içinde doğabileceği çok sayıda an
vardır. Eğer, dünyadaki herhangi bir sokakta, sokak köşesinde, patikada ya da bir köy
meydanında bulunan çok ya da az sayıdaki herhangi bir insan topluluğunu bir sosyal
grup olarak kabul edersek, ne kadar anlık veya geçici nitelikte olabileceklerini dikkate
almadığımız takdirde, yine grupların sayısı çok olacaktır. Eğer, bazı grupları önemli,
diğerlerini önemsiz bulabileceğimiz için böyle örneklerin herhangi bir anlamı olama-
yacağını söylersek, bu durumda da “önemli” ve “önemsiz” le ne demek istediğimizi
belirtmek gibi karmaşık bir sorunla yüz yüze gelmiş oluruz. Açıkçası burada çözümü
güç sorunlar var olup, bu sorunların çözümü için çaba harcamak sosyoloğun sorum-
luluğundadır. İşte bundan dolayı, bu bölümde gruplar ve onların sınıflandırılması
problemiyle karşı karşıyayız.

1. Hiçbir insan bir ada değildir

Normal şartlarda hiç kimse yalnız başına yaşamaz. Antik çağın ve belki de bütün
çağların en büyük filozofu Aristoteles, sık sık atıfta bulunulan bir ifadesinde, insanın
sosyal bir hayvan (zoon politikon) olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Aristoteles, tek
başına yaşamanın sadece bir canavar ya da tanrı için söz konusu olabileceğini be-

1 Robert Bierstedt, The Social Order, New York, McGraw-Hill Book Company, 1974: 280-336.
222 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

lirtmiştir. Münzevi kimseler, çobanlar, fener bekçileri, hücre hapsindeki mahkûmlar


ve bunlara benzer durumda olanlar hariç olmak üzere, hiçbir insan uzunca bir süre
yalnız başına yaşayamaz. Bundan dolayı, hemcinslerimizle bir arada olmamız zorun-
ludur. Diğer insanlarla birlikteliğimiz olmaksızın yaşamı sürdürmek mümkün ola-
mayacağı gibi, kişilik gerilemesi de ortaya çıkacaktır. Bir kimsenin içinde bulunduğu
gruptan tümüyle sürgün edilmesi belki de cezaların en zalimcesidir.
Büyük bir çoğunluğumuz tek başına yaşayamayız, sonuçta çeşitli gruplar içinde
hayatımızı sürdürürüz. Çok büyük bir kısmımız kaçınılmaz olarak bir ailenin üyesi-
dir. Arkadaşlarımız ya da en azından tanıdığımız bildiğimiz kimseler vardır. Belli bir
mekânda yaşarız. Bunun sonucu olarak, sokağımız, semtimiz, şehrimiz, devletimiz
ve ülkemiz vardır. Bütün bunlar, içinde yer aldığımız grupların türlerini gösterirler.
Erkek ya da kadın, yaşlı ya da genciz. Bundan dolayı, biyolojik niteliklere dayalı en az
iki grubun mensubuyuz. Bir iş veya mesleğimiz, ya da en azından bir tür meşguliye-
timiz, faaliyetimiz veya hobimiz vardır. Bu nedenle benzer meşguliyeti olanlarla sık
sık birlikte oluruz. İster birlikte olalım isterse olmayalım, onlarla ortak olarak sahip
olduğumuz bir şeyler vardır. Muhtemelen bu kitabı okuyan herkes bir kurul ya da
komisyonda görev alabilir. Hiç kuşkusuz bir kurul ya da komisyon da bir tür gruptur.
Belli bir kitabı okumuş olan herkes bir grup oluşturur. Sınıf bir grup türüdür ve bun-
dan dolayı da birliktelik oluşturan bir topluluktur. Üniversite bir çeşit gruptur ve aynı
şekilde bütün kolej öğrencileri de bir grup oluşturur. Ancak bunlar aynı tür gruplar
değildir. Aynı dine iman edenler, aynı bayrağa sadakat duyanlar, aynı etnik kökene
sahip olanlar, aynı gelir vergisi diliminde yer alanlar, aynı gazeteye abone olanlar ve
sınırsız sayıda örnek verilebilecek diğerleri, şu ya da bu anlamda aynı grupların üye-
sidirler.
Bütün suçlular ve sahtecilik yapanlar, bütün öğretmenler ve profesörler, bütün
sanatçılar ve ozanlar birer grup oluştururlar. Bu gruplandırmaların her birinde ilk
grubun ikincisini bütünüyle kapsadığı görülebilmektedir. Aynı zamanda bazı gruplar
vardır ki, onların üyeleri tek tek bireyler değil, yalnızca diğer gruplardır. Amerikan
Demiryolları Birliği ve Amerikan Bilim Adamları Dernekleri Konseyi gibi. Tuhaf gö-
rünebilir ama, Amerikan Kadın Lokomotif Mühendisleri gibi hiçbir üyesi olmayan
gruplar da vardır. Son olarak denebilir ki, Mars’ta veya kayıp kıta Atlantis’te oturanla-
rın oluşturduğu hayali gruplar bile vardır.
Mevcut veya muhtemel, gerçek ya da hayali bütün grupları sınıflandırma prob-
lemi, ciddi güçlüklerden birisidir. Bir sosyolojiye giriş kitabında bu sorunu ele alıp
bütün detaylarıyla incelemek amaca uygun bir çaba olmayacaktır. Bütün sosyolog-
lar, şu ya da bu zamanda, bu sorunla ilgilendiler ve bir çoğu onu çözmek için etkili
girişimlerde bulundular. Hatırlatmamız bile gereksizdir ki, başlangıç seviyesindeki
öğrencinin bizzat kendisi de bu girişimlerden en ünlülerine aşinâdır. Böyle bir ça-
lışmayı üst düzey bir ders ya da mezuniyet sonrası seminerinde yapmak daha uygun
olacaktır. Onun yerine, başlangıç aşamasına uygun olacağı umuduyla kendi sınıflan-
dırmamızı sunacağız.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 223

Bunu yapmadan önce şunu da söylemeliyiz ki; grupları sınıflandırmanın birçok


basit yolunun olmasına rağmen bu yaklaşımlardan bazıları ya kullanışsız, ya man-
tıksız, ya da hem mantıksız hem de kullanışsızdır. Bu şekildeki bir alternatif, bütün
muhtemel grupları basit bir şekilde listelemek ve onları isimlerine göre alfabetik
düzende sıralamaktır. Ancak alfabetik bir düzen mantıksal bir düzen değildir; bu
alternatifin sonucu, sadece bir rehber ortaya koymak olacaktır. Böyle bir rehberin
ise sosyolojik anlamı olmayacaktır. Böyle bir rehber, eğer biz sokak adresleri ya da
telefon numaraları ile ilgileniyorsak kullanışlı olabilir, ancak bu tür bilgi sosyolojik
olmaktan ziyade pratik niteliktedir. Dahası kalabalıklar ve klikler gibi bazı tür grup-
lar, herhangi bir isme de sahip değildir. Sonuçta böyle bir listeleme, zorunlu olarak bu
tür grupları yok sayacaktır. Bazı gruplar da herhangi bir bölgesel ya da yerel mevkiye
sahip değildir. Bir başka deyişle, onların üzerinde yerleşebilecekleri herhangi bir yer
yoktur. Bu nitelikteki gruplar da doğal olarak böyle bir listede olmayacaklardır. Örne-
ğin, şiir yazanların tamamını kapsayan grubun belli bir mekânı yoktur. Bu durumda,
şiir topluluklarının bütün türlerini listeleyebiliriz, fakat bu topluluklara üye olmayan
şairler bu listeye dahil edilemeyecektir. İster alfabetik düzende, isterse bir başka şe-
kilde düzenlenmiş olsun hiçbir rehber ya da liste, istediğimiz sınıflama türünü bize
sağlayamaz. Böyle bir listenin, belirli amaçlar için pratik kullanırlığı ne olursa olsun,
ne mantıksal ne de sosyolojik bir öneme sahip olacaktır.
Grupları sınıflandırmanın oldukça mantıksal başka bir yolu; Amerika gibi bel-
li bir ülkenin toplam nüfusunu ele alıp, bu nüfus bakımından matematiksel olarak
mümkün olabilecek muhtemel diziler ve bu dizilerdeki sıra değişikliklerinin ne kadar
olabileceğini araştırmaktır. Bu hesaplamaların iyi bilinen cebirsel formülleri vardır.
Oldukça astronomik genişlikte olsa da bu hesaplamaları yapmak kolaydır. Bir vakitler
Amerikalı bir sosyolog, grupları sınıflandırmak için bu yöntemin bir versiyonunu sa-
lık verdi.2 Ancak burada grupları sınıflandırma problemi sosyolojik olmaktan ziyade
matematiksel bir problem olarak ortaya çıkmaktadır. Sonuçta; ulaşılan kategoriler,
mantıksal olmasına rağmen pek kullanışlı olmadığı gibi fazla bir anlama da sahip
değildir. Böyle bir sınıflandırma, gruplar hakkındaki bilgimize herhangi bir katkıda
bulunmayacaktır.
Kısacası, grupları sınıflandırmanın şartları bir ölçüde zıt niteliktedir. Sınıflandır-
mamız ne kadar çok pratik olursa, o kadar az mantıksal, ya da ne kadar çok mantık-
sal olursa, o kadar az pratik olacaktır. Bir başka deyişle, başka birçok durumda da
görüldüğü gibi, herşeye aynı anda sahip olamayız. Grupların sosyolojik analizi bakı-
mından hem mantıksal tutarlılık, hem de pratik kullanışlılık özelliğine sahip bir şeyi
istemekten vazgeçmemiz gerekir. Sınıflandırma, sosyolojik anlamını kaybetmeksizin
ne çok soyut ne de çok somut olabilecektir.
Bu bağlamda, sınıflandırmanın herhangi bir fenomenin doğasında zaten bulun-

2 George A.Lundberg, “Some Problems of Group Classification and Measurement” , American Sociological
Review, Vol.5, June, 1940, PP.351-360.
224 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

madığı gerçeği kabul edilmelidir. Kategoriler, değişik amaçlarla fenomenlere dışarı-


dan empoze edilmektedir. Bundan dolayı, aynı fenomenlerin farklı sınıflandırılmala-
rı, bütünüyle eşit şekilde mantıksal ya da kullanışlı olsalar bile, eşit ölçüde doğru ya
da yanlış olabileceklerdir. Bir başka deyişle, oldukça fazla sayıdaki şeyi birçok farklı
tarzda sınıflandırabiliriz. Sonuçta, tercih ettiğimiz sınıflandırma, özgül amaçlarımı-
za en uygun düşen sınıflandırma olacaktır. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nin
nüfusu, cinsiyet açısından kadın ve erkek olarak iki kategoriye ayrılabilir. Aynı nü-
fus, yaş bakımından otuz yaşın altındakiler ve üstündekiler şeklinde iki kategoriye ya
da daha fazla sayıda yaş kategorisine bölünebilir. Bununla, kategorilerimizin zaman
zaman birbiriyle kesişebileceğini söylemek istiyoruz. Benzer şekilde; kitaplığımızın
raflarındaki kitaplar, boy, ağırlık, renk, içerik, sayfa sayısı, baskı tarihi veya yazar
isimlerine göre sınıflandırılabilir. Bu durumda biz aynı kitapların, tamamı eşit şekil-
de doğru, ancak tamamı eşit ölçüde kullanışlı olmayan, yedi farklı sınıflandırmasını
elde etmiş oluruz. Aynı gözlem, sosyolojideki grupları sınıflandırma problemi için
de ifade edilebilir. Aynı gruplar, bizim belli bir zamanda ilgi duyduğumuz özelliklere
bağlı olarak birçok değişik tarzda sınıflandırılabilir.
Mantıksal söylem düzeyindeki bu tartışmayı bir tarafa bırakıp, hayali bir lisans
öğrencisini ve onun bağlı olduğu bazı grupları ele alalım. Herşeyden önce, bu öğren-
ci, bir yaş grubunun üyesidir. Bu öncelikle biyolojik bir belirlenmişlik meselesi olsa
da, hepimizin bildiği gibi, aynı zamanda bir kültürel belirlenmişlik de söz konusudur.
Biyolojik yaş, bu örnekte olduğu gibi, birçok gruba üyeliğin önemli bir belirleyicisi
olup, grup üyeliğine kabul edilebilirlik veya edilemezliğin bizzat kurucu etkenidir.
Öğrencimiz, 18 yaşında değil de 8 veya 80 yaşında olduğu takdirde, hiçbir şekilde
yüksekokula kabul edilmeyecektir. Onun yaşı, bazı gruplara katılmasına yardım-
cı olurken, onu diğerlerinden uzaklaştıracaktır, özellikle daha gençlerin ya da daha
yaşlıların dahil olduğu grupların dışında kalacaktır. Yaşı değişen öğrencimiz, buna
bağlı olarak bazı gruplardaki üyeliğinden ayrılırken diğerlerine kabul edilmek için
başvuracaktır.
Aynı zamanda açıkça görünmektedir ki, öğrencimiz cinsiyet bakımından kadın
değil erkektir. Çünkü, onu ifade etmek için erkeğe ilişkin zamiri kullanmaktayız. Bu,
onun davranışıyla yakından ilgilidir. Çünkü hem biyolojik hem de kültürel etken-
ler onun grup üyelikleri ve bağlılıklarının çoğunu belirlemektedir. Hiç şüphesiz, yaş
ve cinsiyet grupları, üyelik için aidat ödenen ve kabul merasimi yapılan gruplar gibi
örgütlü gruplar değildirler. Ancak bu gruplar, bireyin toplum içindeki statülerinin
çoğunu belirlemek bakımından azımsanamayacak bir öneme sahiptirler.
Öğrenci, kendi ülkesinde bir aileye sahiptir ve kuşkusuz bu grup onun açısın-
dan son derece önemlidir. Bununla beraber aile grubunun önemi gelecek birkaç yılda
azalacaktır; şimdi okulda öğrenci olup uzakta yaşayan öğrenci, günün birinde bizzat
kendi ailesini oluşturacaktır. O, hem kendi memleketinin bir sakini, hem de üniversi-
tenin bulunduğu yerin geçici bir sakini olarak iki farklı topluluğun üyesidir. Bunlar-
dan her biri, bizzat onun için özgül birer mekânı ifade eder. Babasının geliri, mesleği,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 225

babasının evinin bulunduğu yer onun ait olduğu sosyal sınıfa ilişkin bir şeydir. Sosyal
sınıf da bir tür sosyal gruptur. İlçesi, ili, bölgesi ve ülkesi onun mevkiini ve yerel grup-
larını gösterir.
Onun, yaşamı boyunca bir çok arkadaşı, tanıdığı ve bildiği kimseler olmuştur.
Bunlar, çocukluk devresi çete ve kliklerini de içeren akran gruplarıdır. Bunlar, sürekli
bir şekilde değişmekle beraber aynı zamanda sosyal grupları da oluşturmaktadırlar.
Öğrencimiz bir basketbol takımının ve bir orkestranın üyesidir, üniversitedeki toplu-
lukların saygın bir üyesi olarak hizmet etmektedir, birçok dinleyici topluluğunda ve
sayısız toplantıda bulunmaktadır. Yapmakta olduğu bir dizi kısa dönemli işin sonucu
olarak birçok mesleki grubun üyesidir. Onun, üniversite ve kilise gibi, biçimsel olarak
katıldığı değişik birlikler ve dahil olduğu birçok başka grup vardır. Doğrusunu söy-
lemek gerekirse, öğrencimizin şu veya bu zamanda dahil olduğu grupların tamamını
tasavvur etmeye ve listelemeye çalıştığımız takdirde, listemiz oldukça geniş, içinden
çıkılamaz ve karışık olacaktır. Eğer biz, onun anlık ve geçici gruplarının tümünü
kapsamaya çalışırsak, listemiz gerçekten bitip tükenmez olacaktır. Grupların kesin
sayısına ulaşmaya çabaladığımız takdirde, bu girişimimiz elbette başarısızlıkla sonuç-
lanacaktır. Bu kaostan kurtulmak için, sosyolojide esas olarak kabul edilen sistematik
grup sınıflandırması yapmak zorunludur.

2. Bir grup sınıflaması

Biz, istatistiksel düzenleme suretiyle birçok grubun üyesi haline geliriz. Bazı nite-
lik ya da özellikleri diğer insanlarla birlikte paylaşmaktan kaynaklanan ortak bir bi-
lince sahip olduğumuz için başka gruplara dahil oluruz. Diğer insanlarla sürekli sos-
yal ilişkiler kurduğumuz için, yine bazı başka grupların içinde yer alırız. Son olarak,
katıldığımız ve isimlerimizi üyelik sicillerine kaydettirdiğimiz grupların üyesiyiz. Bu
gözlemler, dört farklı grup çeşidi arasındaki ayrılıkları görmek konusunda ipuçları
sağlamaktadır. Bu grup türlerini sırasıyla; (1) istatistiksel, (2) toplumsal (societal), (3)
sosyal (social) ve (4) örgütsel (associational) olarak isimlendirebiliriz. Belki de bunlar,
dört farklı tür grubu en iyi şekilde nitelendirecek isim ya da etiketler değildir. Fakat
daha iyilerinin yokluğunda onlar kullanılmak zorundadırlar. Şimdi, bu grup türlerini
sırasıyla incelemeye ve bazı detaylarıyla açıklamaya çalışalım. Bununla beraber, he-
men belirtelim ki; bu gruplar, kendilerini, (1) benzer olmanın bilinci (consciousness
of kind), (2) sosyal etkileşim ve (3) sosyal örgütlenme gibi bazı önemli sosyolojik
hususiyetlerin mevcudiyetine dayalı bir tür mantıksal sürekliliğe göre düzenlerler. Bu
sosyolojik hususiyetler çok farklı özelliklere sahip grupların oluşumuna yol açarlar.
İstatistiksel Gruplar. İstatistiksel gruplar, bizzat grubun kendi üyeleri tarafından
değil; sosyologlar ve istatistikçiler tarafından biçimlendirilir. Böyle grupların üyele-
rinde o gruplara ait olduklarına ilişkin bir bilinç genellikle yoktur. Böyle gruplarda
grup üyeliğinin ne yükümlülüklere ne de ayrıcalıklara yol açtığını dikkate alarak “ait
olma” deyişinin gerçekten iddialı bir söz olduğunu söyleyebiliriz. Bazı sosyologlar,
226 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

gruplar hakkındaki tartışmasının kapsamına bu tür grupları hiçbir şekilde dahil et-
mezler. Çünkü bu tür gruplarda gerçekleşen herhangi bir sosyal etkileşim ve sosyal
ilişki yoktur. Oysa sosyal ilişkiler, sosyolojinin özgül inceleme alanını oluştururlar.
Bu öylesine doğrudur ki; bir kimse ne kadar geniş ölçekte istatistiksel gruplar oluştu-
rursa oluştursun, bunların hiçbir sosyolojik anlamı olmayacaktır. Salı günü doğmuş
insanlar, şu veya bu zamanda bir çalgı aletinden müzik notası çıkarmaya çalışanlar,
Missisipi Irmağını seyredenler ve kitapları tam tamına 376 sayfa olan yazarlar şek-
lindeki sınıflandırmalar saçma örneklerdir. Böyle tuhaf örnekler sınırsız bir şekilde
çoğaltılabilir.
Bununla beraber, tam anlamıyla istatistiksel nitelikte olan bazı gruplar, yalnızca
istatistiksel anlama sahip olmaktan daha fazlasını ifade ederler. Bazı tür istatistiksel
gruplar, bir toplumun genel karakteriyle yakından ilişkilidir. Örneğin, nüfusunun
yüzde onu okur yazar olmayan bir toplum, nüfusunun yüzde doksanı okur yazar ol-
mayandan farklı bir toplum olacaktır. Nüfusunun büyük çoğunluğu 35 yaşın üstünde
olan bir toplum, nüfusunun çoğunluğu bu yaşın altında kalandan farklı olacaktır.
Nüfus içinde sağ elini kullananların sol elini kullananlardan daha fazla olması, maddi
kültür ve belki de aynı zamanda toplumun normları üzerinde elbette bir etkiye neden
olacaktır.

Benzer Olmanın Bilinci Sosyal Etkileşim Sosyal Örgütlenme

Consciousness of Kind) (Social Interaction) (Social Organization)

A. İstatistiksel Hayır Hayır Hayır

Herhangi bir yılda belli bir hastalıktan, örneğin difteriden etkilenen insanların
sayısı tıbbî araştırmalara tahsis edilen fonun miktarıyla yakından ilişkilidir. Bununla
beraber, böyle bir hastalığın sırf mevcudiyeti, bu hastalığa yakalananlar arasında bir
sosyal etkileşimi kendi başına harekete geçiremeyecektir. Örneğin, bir aşı izine sa-
hip olmaktan başka ortak noktaları bulunmayan kimseler, muhtemelen birbirleriyle
sosyal ilişki kurmayacaklardır. Ancak, bu tür istatistiksel grupların önemi de küçüm-
senmemeli. Evlenmemiş resmi okul öğretmenlerinin sayısı, bu grubun üyelerinin
birbirleriyle etkileşime girmesini zorunlu kılmaz. Ancak bu gerçek, resmi okul eğiti-
mi üzerinde bir etkiye, ülkemizde resmi okullardaki eğitimle ilgilenenlerin merakına
sebep olabilir. Bir kez daha belirtmeliyiz ki, birçok istatistiksel gruplama, toplumun
genel karakteri ve profiliyle yakından ilişkilidir. Bu tür gruplandırmalar, sosyalden zi-
yade istatistiksel düzenlemeleri oluştururlar. Fakat bu, onların herhangi bir sosyolojik
inceleme ya da araştırma boyunca tamamen ihmal edilebilecekleri anlamına gelmez.
Toplumsal Gruplar (Societal Groups). Seçmiş olduğumuz sıfat pek uygun olmasa
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 227

da, ikinci kategoriyi toplumsal gruplar olarak adlandırıyoruz. Toplumsal gruplar, ben-
zer olmanın bilinci (Consciousness of kind) gibi çok önemli bir niteliği ile istatistiksel
gruplardan ayrılırlar. “Consciousness of kind” kavramı, Columbia Üniversitesi’nde
uzun yıllar uygarlık tarihi ve sosyoloji dersleri veren Franklin Henry Giddings tara-
fından sosyolojiye getirilmiştir. Giddings, her nerede olursa olsun insanları bir diğer
insanla birlikte, yani grup halinde yaşarken gördüğümüz gerçeğini açıklamaya çok
istekli olmuştur. Bu olgu, içgüdüyle açıklanamayacağı gibi, insanların grup halinde
yaşamanın yararlarını bildikleri için birlikte yaşadıkları şeklinde bir varsayımla da
açıklanamaz. Sadece şunu söyleyebiliriz ki, insanlar benzer olmanın bilincine sahip-
ler, diğerlerinin kendilerine benzediğini düşünürler ve onlarla birlikte olmak isterler.
Bu sorunun bugün hâlâ niçin çözülmediği meselenin ana noktasıdır. İnsanların
gruplar halinde birlikte yaşamaya ne zaman başladıklarını araştırmak yararsızdır.
Gerçekten, onların başka türlü davranmalarını tasavvur etmek mümkün değildir.
Sosyal sözleşme ekolünden bazı siyaset felsefecilerinin yaptığı gibi, bütün insanların
bir zamanlar tek başına yaşadıklarını, yalnızca diğer türlere ve etkenlere karşı değil,
bizzat kendi türlerinin zalimlerine karşı güvenliklerini sağlamak için, günün birinde
ansızın birlikte yaşamaya karar verdiklerini varsaymak kesinlikle mantıklı değildir.
Toplu halde yaşamaya, yani birlikte yaşamaya yol açan bir içgüdünün varlığından
söz etmek de sorunun çözümüne yardımcı olmayacaktır. Bu tarz bir açıklama, hiç
de açıklama anlamına gelmemekte; ancak “toplu yaşama içgüdüsü” etiketi sadece bu
konudaki cehaletimizi gizleyen bir nevi örtü olarak kullanılmaktadır.
Biz, sosyologlar olarak, ana sebep ya da temel güdü ne olursa olsun, insanların
sadece kendi türünün diğer bireyleriyle değil, kendileri için özel ve özgül anlam taşı-
yan gruplarla birlikte yaşadıklarını söylemekten hoşlanırız. Tür bilincine sahip olmak
sosyal ilişkilerin kurulmasına yönelik kuvvetli bir uyarıcıdır. Bazı insanların belli ba-
kımlardan bize benzediğinin, ortak bir eğilime sahip olanlarla gruplar oluşturduğu-
muzun farkında oluruz. Diğer taraftan, daha sonraki bölümlerde göreceğimiz birçok
olayda olduğu gibi farklılık bilinci (consciousness of difference), şüphesiz cinsiyet
bakımından farklılık bilinci hariç olmak üzere, karşılıklı etkileşime sık sık engel ol-
maktadır.
İşte bu bakımdan, toplumsal gruplar, istatistiksel gruplardan ayrılırlar. Toplumsal
gruplar; tür bilincine sahip, hep birlikte sahip oldukları eğilim ya da özelliklerin ben-
zerlik ya da özdeşlik taşıdıklarının farkında olan insanlardan meydana gelirler. Bu tür
gruplarda; genellikle dışsal ve görünür benzerlik işaretleri vardır. Grup üyeleri, yaş,
cinsiyet, deri rengi, giyim tarzı, dil, aksan, özel yurtsever sembollere tepki ve benze-
ri işaretlerle birbirlerini tanırlar. Kadınlar, yaşlılar, zenciler, Güneyliler, Bostonlular,
sirk insanları, musluk tamircileri, golf oyuncuları ve körler gibi gruplar toplumsal
gruplara örnek olarak verilebilir. Ayrıca bütün etnik, bölgesel, ulusal ve mesleki grup-
ları da kapsayan toplumsal gruplar, toplumda farklı ve önemli bir yere sahiptir. An-
cak bunları söylemekle; musluk tamircilerinin sırf musluk tamircileri oldukları için
grup oluşturduklarını, parlamenterlerin de sırf parlamenter oldukları için bir birlik
228 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

oluşturduklarını da îma etmiyoruz. Böyle benzerliklerin bilincine ulaşmanın, sosyal


etkileşim ve örgütlü grupların şekillenmesi bakımından güçlü bir uyarıcı olduğunu
söylemek istiyoruz. Karışık gruplarda ve heterojen insan topluluklarında benzer özel-
liklerin farkında olanlar birbirlerini çekecekler ve birbirleriyle birlik oluşturabilecek-
lerdir.
Sosyal gruplar (Social groups) Burada sosyal sözcüğünü en dar anlamında, yani,
sosyal temas ve iletişimi, sosyal etkileşim ve karşılıklı ilişkiyi ifade etmek üzere kul-
lanmaktayız. Bir kez daha belirtelim ki, burada kullandığımızı etiket de, yeterli olma-
dığı gibi açık da değildir, ancak yerine konabilecek daha iyisi de ortada görünmüyor.
Her halükârda sosyal gruplar, aralarında sosyal ilişkiler bulunan ve gerçekten birlik-
telik oluşturan insanlar topluluğudurlar. Sosyal gruplar birçok türde olabilirler. Bu
gruplarda; sadece aynı cinsten olmanın bilinci (benzer olmanın bilinci-consciousness
of kind) ya da bazı benzer ilgiler değil, aynı zamanda kısa bir sohbet ya da öylesine
karşılıklı haberdarlıktan en içten, samimi ilişkilere kadar uzanan bir sosyal etkileşim
vardır. Arkadaşlık ya da dostluk grupları, sınıf grupları, klikler, kalabalıklar, dinle-
yiciler topluluğu, cemaatler, akrabalık grupları, aynı gemide seyahat eden yolcular,
komşuluk grupları, oyun grupları ve sayısız diğerleri gibi.

Benzer Olmanın Bilinci Sosyal Etkileşim Sosyal Örgütlenme

A. Statistical Hayır Hayır Hayır

B. Societal Evet Hayır Hayır

C. Social Evet Evet Hayır

Bazı gruplara istatistiksel düzenlemeler nedeniyle, bazılarına diğer insanlarla bir-


likte ortaklaşa sahip olduğumuz eğilim ve özellikler dolayısıyla, bazılarına da dör-
düncü kategorimizde olduğu gibi, biçimsel olarak katılmak ve resmi anlamda üyesi
olmaktan dolayı ait olabiliriz. Ancak biz üçüncü kategorimiz olarak ele aldığımız sos-
yal grupların sadece birer üyesi değiliz. Aslında, üyelik oldukça biçimsel ve resmi bir
ifadedir. Sosyal gruplar, içinde yaşadığımız, bizzat tanıdığımız, hoşlandığımız ya da
hoşlanmadığımız insanlardan meydana gelen gruplardır. Bir başka deyişle biz, bu tür
gruplarda yalnızca benzer olmanın bilincinden (Consciousness of Kind) daha fazla
bir şeye sahibiz. Yani sosyal etkileşim halindeyiz.
Örgütsel (associational) gruplar Nihayet, grupların modern karmaşık toplum-
lardaki en önemli çeşidi olan örgütlü gruplara gelmiş bulunuyoruz. Bir örgütsel grup
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 229

ya da daha basitçe ifade edersek bir örgüt, organize olmuş örgütlü bir gruptur. Diğer
tür grupların ayırıcı niteliklerine sahip olan bu tür grup, fazla olarak, biçimsel bir
yapıya yani bir örgüte de sahiptir.
Yaşamakta olduğumuz toplumda örgütlü grupların önemini abartmamak nere-
deyse imkansızdır. Hepimiz bu tür grupların çoğuna üyeyiz. Kolejimiz ya da üniver-
sitemiz örgütlü bir gruptur. Genel yardım sandığı bir örgütlü gruptur. Kızıl Haç da
örgütlü bir gruptur. Ayrıca örgütlü gruplara örnek olarak şunları da sayabiliriz: bir
futbol takımı, orkestra, rotary kulübü, kadın seçmenler ligi, Amerikan Üniversiteli
Kadınlar Birliği, Birleşik Devletler Çelik Şirketi, Birleşik Devletler Hükümeti, Kara
Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri, Hayvanlara Zulmü Önleme Cemiyeti, Ulusal Zenci-
leri Geliştirme Örgütü, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gibi.
Kısacası örgütlü gruplar, benzer bilince ya da ilgilere sahip olup bu ilgilerini ha-
yata geçirmek için örgütlü bir şekilde bir araya gelen, ilişki kuran insanlardan oluşan
gruplardır. Örgütlü gruplar, bir metalin madenciliğini yapmak, bir imparatorluğu
zayıflatmak gibi herhangi bir amaç için biçimlendirilebilirler. Bu tür gruplar, mahre-
miyet sağlamak ve daha içten sosyal ilişkileri zayıflatmak amacıyla bile biçimlendiri-
lebilirler. Londra kulübü böyle bir gruba tipik bir örnek olarak verilebilir. Bu tür bir
durum, merdiven üzerindeki bir yaşlı üyeye kazayla çarpan ve mahcubiyet duyarak
ondan özür dileyen genç üyenin hikayesinde tasvir edilmektedir: “Özür dilemek zo-
runda değilsin” diye cevap verdi yaşlı üye ve devamla, “Gerçekten sana müteşekkirim.
Otuz yıldır bu kulübün üyesiyim ve sen şimdiye kadar benimle konuşan ilk kişisin”
dedi.
Yukarıdaki hikayenin temel noktası şudur ki, şu anda var olan veya oluşturulabi-
lecek örgütlü gruplar, insan usunun tasavvur edebileceği en katı, acımasız etkinlikleri
kendilerine fonksiyon olarak alabilirler. Özellikle örgütlü gruplara tahsis edilen aşağı-
daki bölümde; modern karmaşık toplumlarda örgütlü grupların muazzam ölçülerde
yaygınlaşmasını ve çoğalmasını vurgulayacağız ve örgütün doğası ile örgütlü grupları
diğer grup türlerinden ayırt eden kriterin ne olduğunu bazı detaylarıyla inceleye-
ceğiz. Biz, şu anda sadece grupları sınıflandırma işlemiyle; istatistiksel, toplumsal,
sosyal ve örgütlü grupların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu gösteren basit bir tablo
oluşturmakla ilgilenmekteyiz.
Bu grup türlerinden birinin, nasıl diğerinden çıktığını göstermek için bir örneği
ele alalım. Kızıl saçlı insanlar, genellikle örgütlü bir grup oluşturmazlar, çünkü onlar
sadece kızıl saçlıdırlar. Bununla beraber kızıl saça sahip olan bütün insanlar istatistik-
sel bir grup oluştururlar. Giysi üreticileri, elbise tasarımcıları, kuaförler için ne kadar
kızıl saçlı insanın bulunduğunu bilmek önemlidir. Bu, henüz yeterince sosyolojik ol-
mayan, istatistiksel anlama sahip bir olgudur.
Bununla beraber, keyfi bir şekilde yapılan bir yasayla kızıl saçlı insanlar üzerine
vergi yükü getiren bir hükümetin olduğunu varsayalım. Bu insanlar, bir toplumsal
grubu oluştururlar, yani daha ziyade ortak yönlerinin bilincine dayalı olarak böyle
bir grubu meydana getirirler. Onlar, sadece kızıl saçlara sahip olmak gibi, sosyal iliş-
230 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

kileri tek başına başlatmaya yeterli olmayan bir faktör dolayısıyla değil; aynı zamanda
hükümet tarafından konulan yeni vergiye muhalefetleri nedeniyle bir araya gelirler.
Daha sonra aynı ayrımcılıktan ıstırap çeken arkadaşlar olarak birbirlerini selamla-
maya, konuşmaya, tartışmaya ve hükümeti şiddetli bir şekilde eleştirmeye başlarlar.
Böylece, bir dizi sosyal grubun meydana gelmesine sebep olurlar. Eğer, yeni vergi ya-
sasına karşı direnmek için resmen organize olup bir Kızıl Saçlılar Ligi tesis ederlerse,
bu lig, dördüncü tür bir grup olan örgütlü bir grup olacaktır.
Hemen belirtilmelidir ki, grupları dört kategori halinde sınıflandırma olgusal ol-
maktan ziyade mantıkî bir nitelik taşımaktadır. İstatistiksel gruplar, bazı kaçınılmaz
sosyal süreçler yoluyla, zorunlu olarak toplumsal bir grup haline gelmediği gibi; top-
lumsal gruplar da mutlaka sosyal gruplar haline, sosyal gruplar da örgütlü gruplar
haline gelmez. Bir istatistiksel grubun doğrudan doğruya bir örgütlü gruba dönü-
şebileceği pek tasavvur edilemez, ancak örgütlü grupların dağılmasıyla istatistiksel
gruplar ortaya çıkabilir.
Biz burada; bazı sosyal süreçler hakkında konuşmuyoruz, sadece grupların olduk-
ça basit bir sınıflamasını sunmaya çalışıyoruz. Bu sınıflandırma, bir yandan grupla-
rın tamamını kapsarken, diğer taraftan bazı önemli grup türleri arasında farklılıkları
göstermektedir. Bunu söylemekle; ne bu sınıflandırmanın diğerlerinden daha üstün
olduğunu, ne de muhtemel her sosyolojik amaç için en iyisi olduğunu kesinlikle söy-
lemek istemiyoruz.
Daha önce de bahsedildiği üzere, bir grubun ne olduğuna, ya da nasıl bir terimin
kullanılması gerektiğine karar vermek, sosyologlar için her zaman kolay olmamakta-
dır. Yağmurdan korunmak üzere koşturarak sığınacak yer arayanlar, aynı kapı aralı-
ğında kendilerini hep birlikte sıkışmış bulanlar bir grup teşkil eder mi? Aynı gazete-
nin başmakalesini okumakta olanlar ya da aynı televizyon programını seyretmekte
olanlar, aralarında başka bir şekilde bağ olmadığı ve gerçekten de çok farklı yerlerde
bulundukları halde, birer grup mudurlar? Belli bir anda, bir devletin sınırında veya
Chicago’daki bir sokakta ya da New York’ta bir meydanda ansızın bir araya gelmiş
bulunanlar, bir Cumartesi günü öğleden sonra Londra’daki bir yolda gezinti yapan-
lar hakkında ne denebilir? Aynı metro aracında ya da kıtalararası uçan büyük bir
uçakta bulunanlar nasıl nitelenebilirler? Son olarak, örgütlü bir grubun üyesi olup,
toplantılara hiçbir zaman katılmayan ve diğer üyelerin hiçbirini tanımayanlar için ne
söylenebilir?
Bazı sosyologların halen düşündükleri gibi, sosyal grup olmanın biricik kriteri
sosyal etkileşimse, az da olsa karşılıklılık ya da birbirinin varlığından haberdarlık
gerekliyse, o zaman yukarıda sözü edilen gruplardan çoğu sosyolojik araştırmanın
kapsamı dışında kalacaktır. Burada yapılan sınıflandırma, bu grupların tamamını
sosyolojik araştırmanın kapsamına almamıza ve birbirleriyle sosyal ilişkileri olan in-
sanlardan oluşan grupların önemini vurgulamamıza yardımcı olacaktır.
Değişik gruplar arasındaki sınırları net çizmek elbette her zaman kolay olma-
yacaktır. Örneğin, aynı zamanda aynı yerde öylesine bir araya gelen insanların bir
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 231

toplumsal grup olabileceğini, fakat bir sosyal grup olmayacağını söylemeliyiz. An-
cak onların çok kolaylıkla bir sosyal grup haline de gelebileceğini söyleyebiliriz. New
York’taki metro yolcuları, bir diğerine göre oldukça önemsiz bir örnektir. Fakat, yal-
nızca çok az derecedeki bir güdü, böyle bir toplumsal grubu sosyal bir gruba dö-
nüştürmeye yetecektir. Bu kitabın yazarı, gençliğinde bir gün oldukça kalabalık bir
metro vagonunda iken bitişik vagonda oldukça sarhoş bir İskandinavyalı denizcinin
dolaşmakta olduğunu gördü: Denizci, yüksek sesle kendi yerli dilinden bir şarkıyı ne-
şeli bir şekilde söylemeye başladı, Yolcular derin düşüncelerinden ve gazetelerinden
başlarını kaldırarak denizciye sıcak bir şekilde karşılık verip, birbirlerine gülümse-
diler. Metro yolcuları için beklenmedik ve gerçekten alışılmadık bu durumda; orada
bulunanların birkaçı denizciye nereye gitmekte olduğunu sordular ve ineceği durağı
henüz geçmediğinden emin oldular. Denizci, metrodan indikten sonra, kalan yol-
cular yeniden derin düşüncelerine ve gazetelerine döndüler. Kısa süren bir an sona
ermiş oldu. Oldukça geçici bir süre için sosyal grup haline gelen topluluk, bir kez
daha yeniden toplumsal gruba dönüşmüştü. Bu insanlar aynı yerde ve yanı zamanda
tesadüfen birlikte olmaktan daha öte bir ortak yöne sahip değillerdi. Ancak bu du-
rum, onların bazı benzer yönlere sahip olduklarının bilincine varmalarına yetmişti.
Başka ekstra uyarıcılar olmaksızın sadece böyle bir olay, onların birbirleriyle sosyal
ilişkiler kurmaları için yeterli olamazdı.
Okurların hoşgörüsüne sığınarak kendi tecrübemizden bir örnek daha verelim.
İngilizler, dünyadaki insanlar arasında en soğuk; yabancılarla sohbete katılmayan
veya bir sohbeti başlatmaktan çoğunlukla hoşlanmayan kimseler olarak bilinirler.
Bununla beraber, yazar, Folkestone’dan Londra’ya doğru trenle seyahat ederken, bir
anda kendini, birbirlerini de tanımayan dört ya da beş İngilizin içinde olduğu kom-
partımanda buldu. Herhangi bir konuşma yoktu. Yazar ilk kez İngiliz parasıyla; ster-
lin, şilin ve peni’nin karmaşıklığıyla şaşırmış vaziyette masumane bir şekilde yanında
oturan İngilizden açıklama yapmasını rica etti. Kompartımanda seyahat eden bütün
yolcular, yazarın bir yabancı olduğunu fark eder etmez İngiliz para sisteminin kar-
maşıklığını ona açıklamaya, birbirlerine cevap vermeye başladılar. O andan itibaren
sohbet devam etti; İngilizler ülkelerinin güzellikleri, turistlerin kaçırmaması gereken
cazibeli yanlarını anlatmaya devam ettiler. Sonuçta Londra’ya kadar hep birlikte mut-
lu bir yolculuk oldu. Bu örnekte ve buna benzer diğerlerinden belli bir öneme sahip
sosyolojik çıkarım yapabiliriz ve bunu takip eden bölümde yapmaya çalışacağız.

3. Grupların biçimi ve içeriği

Yukarıda sunulan temel grup sınıflamasını aklımızda tutarak, şimdi görüş nokta-
mızı değiştirerek; bir grubun sosyolojik biçim ve sosyolojik içeriği arasındaki ayrım
üzerinde düşünelim. Çok açıktır ki, biçim ve içerik iki farklı özelliktir. Örneğin, bir
grubun küçük ya da büyük olup olmadığını sorabiliriz. Bu, oldukça biçimsel bir so-
rudur. Bir grubun temel etkinlik alanının veya işlevinin ya da amacının ne olduğunu
da sorabiliriz. Bu, daha çok içeriğe, esasa yönelik bir sorudur, cevabı da bir sosyolo-
232 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

jik içerik meselesidir. İlk soruya cevap verildiğinde; onun küçük bir grup olduğunu,
ikinci soruya cevap verildiğinde ise onun bir basketbol takımı ya da eğlence grubu
olduğunu görebiliriz. Sosyolojik biçim ve sosyolojik içerik arasında yapılan bu ayrım
bakımından gruplar konusuna yaklaşabiliriz. Bu tarz bir yaklaşımla, grupların en
önemli özelliklerini birer birer ortaya koyabiliriz.
Şimdi sırayı tersine çevirip, ilkin sosyolojik içeriği dikkate alalım. Bu, grupları
alışılmış bir şekilde sınıflandırma eğiliminde olan sade vatandaş açısından karakte-
ristik olacaktır. O, belli bir grubun basketbol ya da futbol takımı, büyük bir mağaza
ya da belli çeşit malları satan küçük bir mağaza, bir otomobil işçileri sendikası ya da
elektrik işçileri sendikası, bir kardeşlik cemiyeti veya bir yardım cemiyeti, bir hukuk
firması veya bir sabun fabrikası olup olmadığını bilmek isteyecektir. Bu elbette doğ-
ru bir yaklaşım olup böyle ayrımlar önemlidir. Halen birçok sosyolog, bir grubun
en önemli karakteristiği olarak onun amaç ya da işlevini almakta ve onu bir grubu
diğerinden ayırmanın en iyi kriteri olarak düşünmektedir. Bu, kuşkusuz ihmal edi-
lemeyecek bir özellik ya da niteliktir. Bununla beraber kabul etmeliyiz ki; işlev, amaç
ya da içerik, grupların birçok özelliğinden sadece birkaçıdır. Ve bu özellik sosyolojik
analizin bütün olanaklarını tek başına tüketemez.
İnsanların tek başlarına yapamayacakları şeyleri gerçekleştirmek isteğiyle grup-
ları oluşturdukları görüşü şüphesiz doğrudur. Tek başına hiç kimse bir tenis oyunu-
nu oynayamaz, buharlı bir gemiyi işletemez, bir üniversiteyi yönetemez, büyük bir
mağazayı idare edemez. Bunlar grupların gerekliliğini göstermektedir. Daha önce de
bahsettiğimiz gibi, gruplar hemen her türlü işlevle varolabilirler ya da biçimlendiri-
lebilirler. Grupları, sadece içerikleri bakımından sınıflandıracak olursak, kendimizi
birkaç geniş kavramsal kategoriyle sınırlandırmış oluruz. O zaman, bu görüş açısın-
dan, modern karmaşık toplumlarda belli bir öneme sahip şu gruplara ulaşırız: Kan,
aile, etnik, bölgesel, yaş, cinsiyet, siyaset, hükümet, dil, din, yerleşim, sınıf, meslek,
eğlence, iş, milliyet, bilim, yardım, sigorta, eğitim ve öğrenim gibi. Bu sıralamayı yap-
makla en önemli grup tiplerinden bazılarını isimlendirmiş olduk. Hiçbir liste mutlak
anlamda bütün grupları kapsayamaz. Biraz önce de söylediğimiz gibi, bunlar büyük
gruplardır. Grupları nitelendirmek için yukarıda sıralanan sıfatlar, grupların içeriğin-
den söz ederken neyi kastettiğimizi göstermektedir. İçerik hususu, herhangi bir grup
hakkında belki de bilmek istediğimiz ilk şeydir.
Yukarıda da belirtildiği üzere, böyle bir bilgiye ulaşmakla sosyolojik araştırmanın
tüm olanaklarını tüketmiş olmuyoruz. Gruplar aynı zamanda biçimsel özelliklere de
sahiptirler. Bu özelliklerin yardımıyla, grup teorisinin bazı önemli ilkelerini sosyoloji
disiplinine takdim edebiliriz. Bu biçimsel özelliklerin her birinde bir dizi ikili katego-
riyle karşılaşırız. Bunları, aşağıda sırasıyla tartışacağız.

Birincil gruplar ve ikincil gruplar Birincil grup kavramı, Amerikan sosyolojisine


Charles Horton Cooley tarafından getirilmiştir. Cooley, birincil gruplarla; arkadaş,
eş-dost, aile gibi, içlerinde; içten, kişisel, yüz yüze ilişkilerin yaşandığı grupları ve
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 233

günlük yaşamdaki birliktelikleri anlatmaktadır. Bu gruplardaki kimseler, daha içten


sosyal ilişkiler kurmaktan hoşlandığımız, yakın ve sürekli sosyal ilişkilerimizin oldu-
ğu insanlardır. Yoksa, sadece tanıdık ya da ünlü olma gibi özelliklere sahip değillerdir.
Yüz yüze ifadesi, somut anlamda değil, daha soyut, mecazi anlamda yorumlanmalı.
Birincil gruplarımızın üyesi olmayan insanlarla yüz yüze ilişkilere girmemiz müm-
kün olduğu gibi, tam tersine birincil gruplarımızın üyeleriyle yüz yüze ilişkilerimizin
olmaması da mümkündür. Örneğin, banka veznedarları, otobüs sürücüleri, berber-
ler, yüz yüze görüştüğümüz kişiler oldukları halde, zorunlu şekilde birincil grup iliş-
kilerine sahip olduğumuz insanlar değildir. Diğer yandan da bizler yaşlandıkça çok
uzun yıllar görüşemediğimiz yakın arkadaşlarımız ve dostlarımız olacaktır. Birincil
gruba asıl niteliğini kazandıran öğe fiziksel mesafe değil, sosyal mesafe ya da içtenli-
ğin derecesidir.
Örneğin, Fransızca ve Almanca gibi bazı dillerde, farklı hitap biçimleri birincil
ve ikincil grup ilişkileri arasındaki farkı sembolize etmektedir. İngilizce “you” (siz)
anlamına gelen “Fransızca “vous” ve Almanca “sie” sözcükleri, daha önce tanınmayan
kimselerle konuşurken kullanılan nazik hitap biçimleridir. Daha önce tanınan kim-
selerle konuşurken ise “you” (sen) anlamına gelen Fransızca “tu” ve Almanca “du”
kullanılmaktadır. Bu ikinci kullanım daha samimi ve kişisel bir kullanım olmaktadır.
İngilizcede; Mr. Ya da Mrs. yerine ilk ismin kullanılması ya da başka deyişler, benzer
bir değişimi yansıtmaktadır. Ancak bu, her zaman mutlaka kesinlik taşıyan bir du-
rum da değildir. Kısacası, birincil grup şahsi bir grup olurken, ikincil grup gayri şah-
si bir grup olmaktadır. Birincil grup üyeleriyle aramızda kişisel ilişki varken, ikincil
grup üyeleriyle statü ilişkileri bulunmaktadır.
Birincil grupların, bir bireyin tüm yaşamı boyunca devam etmediği gözlenebilir.
Örneğin, çocukluk çağında erkek ve kız kardeşlerimizle olan içten ilişkilerimiz ye-
tişkinlik yılları boyunca da sürmeyebilir. Sonuçta; farklı ve uzak ilgiler, özellikle de
akrabalık ilişkilerinin fazla önem taşımadığı toplumlarda, sosyal etkileşim sürecine
engeller yaratabilir. Bir kuşak öncesinin arkadaşları bizimkinden oldukça farklı bir
yaşam akışı sürdürmekte, bizleri selamlamaktalar, en azından yılda bir kez de olsa yıl-
başı kartı göndermekteler. Dost çevremiz, kısacası birincil gruplara üyeliğimiz sürekli
değişmektedir. Zaten değişme, zamanın akışı içinde kaçınılmazdır. Ancak her nerede
ve her ne yaşta olursak olalım, yeryüzünde yaşayan münzevi veya amaçsız dolaşan bir
kimse değilsek, mutlaka bazı birincil grupların üyesiyiz.
Birincil grubun her zaman küçük bir grup olduğu da gözlenebilir. Oldukça ünlü
bir kişinin üye olduğu tüm örgütlü ikincil grupların listesini çıkarmak için “Kim Kim-
dir?” kitaplarının birkaç sütunu incelenebilir. Ancak oldukça uzak küçük bir mezrada
yaşayan, dış dünya ile temasları olmayan bir erkek ya da kadın, Birleşik Devletlerin
başkanıyla aynı büyüklükte bir birincil gruba mensup olabilir. Hakikaten, bir başkan
dünyadaki en yalnız insan olabilir. Çünkü, başkanlık konumuna oldukça resmi bir
şekilde atfedilen prestij, içten samimi ilişkilere bir engel oluşturur. Kısacası, birincil
grup içten, kişisel ilişkiler sağlar. Bu tür grup, içinde isteklerimizi karşılayabildiğimiz,
234 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

ihtiyaçlarımıza karşılık bulduğumuz bir gruptur.


Bir önceki bölümde tartıştığımız E.T.Hiller’in kavramları, bu bağlamda tekrar
karşımıza çıkmaktadır. Mensubu olduğumuz birincil grupların üyeleriyle kişisel ve
içsel nitelikte ilişkilerimiz varken, üyesi olduğumuz ikincil grup üyeleriyle ilişkimiz
ise kategorik ve dışsal niteliktedir. Bir başka deyişle, birincil grup içinde insanları
kişisel nitelikleri bakımından içsel bir şekilde değerlendirirken; ikincil gruptaki in-
sanları, işgal ettikleri sosyal statüler açısından dışsal bir şekilde değerlendiririz.
Örneğin, John Jones bizim de mensubu olduğumuz bir orkestranın üyesiyse,
onun ne tür bir müzisyen olduğunu, kullandığı müzik aletindeki performansının na-
sıl olduğunu bilmek isteriz. Bu dışsal bir değerlendirmedir. Diğer yandan, eğer John
Jones bizim de içinde olduğumuz bir birincil grubun mensubuysa, onun ne tür bir
kişi olduğunu, argo bir ifadeyle iyi bir herif olup olmadığını bilmek isteriz. Bu içsel
bir değerlendirmedir. Burada hemen belirtilmelidir ki; mensubu olduğumuz birin-
cil grupların üyelerinden her zaman hoşlanmayız. Husumet ilişkileri de aynı şekilde
içten olabilir. Çok zaman söylendiği gibi, bir kişiden nefret etmek için de olsa onu
oldukça iyi bir şekilde tanımamız gerekir.
Bütün sosyologların çalışmalarında, birincil grup ve ikincil grup ya da birincil
grup ilişkileri ve ikincil grup ilişkileri tarzında bir ayrım yapıldığı görülmektedir.
Kullandıkları etiketler farklı olsa bile, sosyologların tamamı benzer bir sınıflama yap-
maktadır. Cooley’in çalışmalarında birincil ve ikincil grup ayrımı ortaya çıkarken,
Tonnies’de cemaat (Gemeinschaft) ve cemiyet (Gesellschaft) kavramıyla karşılaşmak-
tayız. Durkheim mekânik danışma ve organik danışma ayrımı yaparken, Sorokin’de
ailesel (familistic) ilişkiler ve sözleşmesel ilişkiler şeklinde bir sınıflandırma görmek-
teyiz. Talcott Parsons’un kalıp değişkenleri, bu temel ayrımın işlenmiş halidir. Bu tür
temel bir sınıflandırma, bir toplumun bütünsel niteliğini tasvir etmek üzere Spencer,
Durkheim, Tonnies, Maclver ve başkaları tarafından kullanılmaktadır.
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki; karmaşık toplumlarda ikincil ilişkilerin ço-
ğalması, birincil gruplara olan ihtiyacı ortadan kaldırmadığı gibi, onlara üyeliği de
azaltmamaktadır. Üyesi olduğumuz gruplar ne kadar büyük, ne kadar yüksek düzey-
de örgütlü olursa olsunlar, biz her zaman bu grupların üyelerinden bazılarını diğer-
lerine göre kişisel bakımdan daha yakından tanımak isteriz. Bunlardan bazıları gele-
cekte arkadaşımız olabilirler. Kısaca, mensubu olduğumuz birincil grupların üyeleri
olabileceklerdir. Samimiyet ihtiyacı ve birincil gruplara yönelim süreklidir. Burada
söz konusu olan, birliktelik ve ait olma duyusuna sahip olduğumuzdur. Sonuç olarak
denebilir ki, sadece ne yapabileceğimize göre değil ne olduğumuza göre değerlendi-
rilmekteyiz.
Bazen birincil grubumuzu aniden değiştiririz. Örneğin öğrenim görmek veya bir
işe başlamak için ilk kez evimizden ayrıldığımızda olduğu gibi. Neredeyse evrensel
nitelik gösteren ve sıla hastalığı olarak bilinen şey, aslında mensubu olduğumuz bi-
rincil gruptan ayrılmanın yarattığı bir tür geçmişe özlemdir. Söz konusu olan, ister
yeni bir okula başlamak, ister yeni bir işe girmek, ister askere gitmek, isterse yeni bir
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 235

şehirde yaşamak olsun; böyle bir durum yeni şartlara uyum sağlamayı güçleştirir. Sa-
vaş sırasında, kendi arkadaşlarıyla güçlü birincil grup bağları geliştirmiş olan askerle-
rin, böylesine bir bağ yaratamayanlardan daha dirençli oldukları gözlenmiştir. Böyle
askerler diğerlerine göre, ulusal ihanet şokları karşısında da daha dayanıklı olabil-
mekteler. İlk kez büyük Fransız sosyoloğu Emile Durkheim tarafından ileri sürülen,
intihar oranlarının birincil grup bağları zayıf olanlar arasında daha yüksek olduğu
olgusu, birçok kez doğrulanmıştır.
Böylece, sosyoloji tarihindeki klasik incelemelerinden biri olan Durkheim’in ça-
lışmasında; Batı Avrupa’da intihar oranlarının Katoliklere göre Protestanlar arasında
daha çok olduğu sonucuna varıldı. Bu sonuç, ilk başta Durkheim’ı şaşırttı, çünkü hem
Protestanlık hem de Katoliklik bir kimsenin kendi yaşamına son vermesini yasaklı-
yordu. Durkheim’a göre bu farklılık, Katoliklerin dinsel pratiklerinin daha sürekli ve
düzenli, onların arasında dayanışmanın daha sıkı ve dinsel topluluğa ait olma duyu-
sunun daha güçlü olmasından kaynaklanmaktadır. Katoliklerin tek bir kilisesi var-
ken, protestanlar birçok fraksiyon ya da gruba bölünmüş durumdalar. Katolikler ile
Protestanlar arasında bir konumda olan Museviler, Katoliklerden ziyade protestan-
lara yakın gözükmekteler. Fakat Museviler, ayrımcılığa maruz kalmalarından dolayı,
çok yoğun bir topluluk duyusuna da sahiptirler. Medeni hal değişkeni de aynı profili
çizmektedir. İntihar olasılığı, evli olup çocuğu olanlardan, çocuğu olmayanlara, dul-
lara, boşanmışlara ve evli olmayanlara doğru, giderek artmaktadır. İntihar oranları
arasındaki bu farklılıkları yine birincil grup bağları açıklıyor görünüyor. Birincil grup
bağlarının zayıflığından kaynaklanan intihar olgusu, bencil intihar olarak adlandırıl-
maktadır.
Biz grubu ve onlar grubu Biz grubunun ve onlar grubu’nun belli bir ölçüsü yok-
tur. Gerçekten bu tür gruplar oldukça değişkenlik gösterebilirler. Bir “Biz Grubu” aile
kadar küçük de olabilir, dünya kadar büyük de olabilir. Bu durum karşısında basitçe
ifade edecek olursak, “Onlar Grubu” nun ailemiz ya da dünyamız dışında kalan her-
kesi kapsayabileceğini söyleyebiliriz. Biz grubu, hem kendimizi, hem de “biz” zamiri-
ni kullanırken bu kapsama soktuğumuz kimseleri içerir. Onlar grubu ise, başkalarını
yani “biz” zamirini kullanırken bu kapsamın dışında bıraktığımız herkesi kapsar.
“Biz” dediğimiz zaman sadece kendi ailemizin üyelerini kastederiz. Yalnızca bun-
lar biz grubunu oluşturur, bunların dışında kalanlar ise onlar grubu içinde yer alırlar.
Örneğin, “biz” derken kendi sosyoloji sınıfımızdaki kimseleri kastedebilir ki; bu du-
rumda sınıf biz grubu olup, sınıfa dahil olmayanların tamamı onlar grubunu oluş-
turur. Bizimle aynı kasabada yaşayan, aynı üniversiteye giden, aynı eyalette yaşayan
kimseler veya Mississippi Irmağı’nın doğusunda ya da batısında yaşayan herkes ya
da bütün Amerikalılar vb. birer “biz” grubu olabilir. Carson McCullers, yazdığı “The
Member of the Wedding” adlı tiyatro oyununda; on iki yaşında bir kız çocuğu olan
Frankie ile on yedi yaşındaki kuzeni John Henry arasında geçen aşağıdaki diyalogda
“biz grubu” olgusunu göz önüne serer:
Frankie: Sus! Tam şimdi bir şeyin farkına vardım. Uzun zamandır devam etmekte
236 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

olan sorunum, sadece “ben “ diyen bir kişi olmamdır. Bütün diğer insanlar “biz “ di-
yebilirler. Berenice “biz” dediği zaman, kendi evini, kilisesini ve zencileri demek iste-
mektedir. Askerler de “biz” dediğinde ordudan söz etmiş olmaktalar. Benim dışımda
bütün insanların ait olduğu bir “biz” vardır.
John Henry: Ne yapacağız?
Frankie: Bir “biz”e ait olmamak insanı oldukça yalnız kılıyor. Bugün öğleden son-
raya dek ait olduğum bir “biz” yoktu. Fakat şimdi, Janice ve Jarvis’i gördükten sonra
aniden bir şeyin farkına vardım.
John Henry: Ne?
Frankie: Erkek kardeşim ve evleneceği kızın, benim “biz” grubumu oluşturduk-
larını biliyorum. İşte bundan dolayı onlarla birlikte gidiyorum ve düğünlerine katı-
lıyorum.
Kısaca, biz grubu ve onlar grubu, insanların “biz” ve “onlar” zamirlerini kullana-
rak bu grupları yarattıkları durumlar hariç olmak üzere, gerçek gruplar değillerdir.
Bununla beraber, yaptığımız ayrım önemli biçimsel bir ayrımdır. Çünkü, böyle bir
sınıflandırma, birazdan inceleyeceğimiz iki önemli sosyolojik ilkeyi ortaya koyma-
mıza yardımcı olabilir.
Bu ilkelerden birincisi, biz grubu üyelerinin onlar grubu üyelerine stereotip çiz-
mek eğiliminde olduklarıdır. Bu önerme, Hiller’in kavramlarını tekrar kullanacak
olursak, içinde yer aldığımız “biz grubu”nun üyelerini kişisel ve içsel şekilde, onlar
grubunun mensuplarını ise kategorik ve dışsal şekilde değerlendirme eğiliminde ol-
duğumuz anlamına gelmektedir. Daha basit olarak ifade edersek, biz grubunun üye-
lerine bireyler olarak, onlar grubunun üyelerine ise bir sınıf ya da kategorinin üyeleri
olarak tepkide bulunma eğilimindeyiz. Yine, kendi grubumuzun üyeleri arasındaki
farklılıkları görmeye yönelirken, onlar grubunun üyeleri arasındaki benzerlikleri
bulmaya çalışırız. Amerikalılara göre bütün Çinliler birbirlerinin benzeri olup biri
diğerinden hiç de ayırdedilemez görünüme sahiptir. Benzer şekilde, Amerikalılar,
İngilizleri humor (mizah, neşe vb.) yoksunu, Fransızları şarapçı, Almanları lahanacı
olarak görme eğilimindedirler. Bu yargıların tümü yanlıştır. İşin doğrusu şudur ki;
bazı Fransızlar hem hiç içmezler hem de içki yasağı taraftarıdırlar. Bazı Almanlar
lahananın görünümüne bile katlanamazlar. Bütün bunlar, gruplar arasında ortaya çı-
kan stereotiplerdir (kalıp yargılar).
İkinci dünya savaşı sırasında Amerikan asker ve sivillerine göre, Japonlar hilekâr
ve güvenilmez kimselerdir. Japonlara göre ise, Amerikalılar ikiyüzlü kimseler olup
kıllı şeytanlardır. Japonların en iyi tanıdığı Amerikalılar, misyonerler ve satıcılar gibi
farklı bir ahlâk anlayışına sahip kimseler oldukları için, iki yüzlü olarak değerlendiri-
liyorlar. Yine, beyaz ırka mensup olanlar, diğer insanlara göre daha iri vücutlu ve gür
saçlı-sakallı olduklarından kıllı şeytanlar olarak nitelendiriliyorlar. Yukarıda sözünü
ettiğimiz sosyolojik ilkeden kaynaklanan bu tür etnisite ve milliyete dayalı stereotip-
leştirmeler dünyanın her yanında yaygın olarak görülmektedir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 237

Şüphesiz, böylesine haksız genellemeler sadece diğer milliyetlerle sınırlı değildir.


Amerika Birleşik Devletlerinde beyazların ve siyahların birbirleri hakkında sahip
oldukları stereotipler (kalıp yargılar) vardır. Beyazlara göre, özellikle ırksal gerilim-
lerin olduğu zamanlarda, siyahlar yanlarında sürekli şekilde bıçak taşıyan ve bunu
kullanmaya can atan karanlık ve tehlikeli karakterde insanlardır. Bu arada Ameri-
kalı, insan ırkına ait yeteneklere sahip birçok siyah yazarın, diplomatın, oyuncunun,
atletin, romancının oyun yazarının ve profesörün varlığını görmezden gelmektedir.
Diğer taraftan siyahlara göre, beyazlar siyahları toplum içinde sürekli aşağı statülerde
bırakmaktan hoşlanan güvenilmez baskıcılardır. Siyah, Beyaz’ın aynısı yaparak, Ro-
dezya, Güney Afrika gibi yerlerde bile, ırk ayrımına karşı çıkan, yaşamını adalet ve
insanlığa adayan birçok beyazın var olduğu gerçeğini düşünmek bile istememektedir.
Önyargısız bir yaklaşım, stereotip yaratma eğiliminin bulunduğu herhangi bir yerde
çok az bulunabilecek bir özelliktir.
Aynı şekilde politik, mesleki ve dinsel stereotipler de vardır ki, bunlara özellik-
le karikatüristler anlamlı katkılarda bulunmaktadırlar. Örneğin, işletme sahipleri ve
yöneticileri, sol eğilimli gazetelerde şişman, puro içen, koca kafalı kapitalistler olarak
çizilirken, işçiler iri cüsseli, adaleli, dürüst çalışanları temsil etmektedirler. Sağ eği-
limli gazetelere bakıldığında; kapitalistler, birikimlerini kamu hizmetine yönelik giri-
şimlerde değerlendiren yaşlı, fedakâr, birçok şeyden yoksun kalan kişiler olarak kar-
şımıza çıkarken, işçiler kışkırtıcı ve şantajcı bir kimliğe büründürülmektedir. Çiftçi,
kentliyi damarlarında kan yerine soğuk su akan bir kimse olarak düşünürken, kentli
çiftçiyi kaba, anlayışsız birisi olarak görmektedir. Yine bu tür tipleştirmelerde; bütün
bankerler mağrur ve mesafelidirler, beysbol oyuncuları batıl itikatlıdırlar, musluk ta-
mircilerinin tamamı aletlerini unutur, profesörlerin hepsi zekâ yoksunudur. Yahudi-
ler insafsız tefeci ya da aç gözlü yankesicidirler.
Kısacası, her biz grubu, onlar grubuna ilişkin stereotipleri yaratmaktadır. Sosyal
mesafe, kategorileştirmeyi teşvik ederken bireysel farklılıkların görülmesini engel-
lemektedir. Bir başka ifadeyle, hepimiz sosyolojik bakımdan ister tecrübesiz, isterse
çok bilgili olalım, benzer şekilde fazlaca düşünmeksizin, kendi grubumuzun üyele-
rini ayrı birer kişi olarak görürken, onlar grubunun mensuplarına bir sınıfın üyeleri
olarak bakma eğilimindeyiz. Bununla beraber, bu husustaki bilgimiz, birinci ilkenin
talihsiz sonuçlarını azaltmaya ve diğer insanlarla kolayca etkileşimi önleyen engelleri
ortadan kaldırmaya yardım eder.
Biz grubu-onlar grubu ayrımından kaynaklanan ikinci ilke, şudur: Onlar grubu-
nun hayalî ya da gerçek bir tehdidine maruz kalan biz grubunun birlik ve dayanış-
ması güçlenme eğilimine girer. Bu, her büyüklük ve düzeydeki grupta gözlenebilecek
bir ilkedir. Örnek olarak aileyi alalım. Olağan aile yaşamında; erkek kardeşler ve kız
kardeşler birbirleriyle zaman zaman çatışabilirler. Aile dışında bir kimse erkek ya da
kızkardeş hakkında küçümseyici bir söz söylediğinde, hem söylenen şeyi hem de onu
söyleyen kişiyi püskürtmek üzere bütün aile bir birlik olacaktır. Çinli bilge Mencius’un
yüzyıllar önce belirttiği gibi, “Kendi evlerinin duvarları arasında birbiriyle çatışabilen
238 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

erkek kardeşler, davetsiz bir misafiri uzaklaştırmak için hep birlikte hareket edecek-
lerdir.” Benzer şekilde koca ile karı arasındaki çatışmaya müdahale etmek pek makul
bir davranış olmaz. Eşlerin her ikisi de arabulucuya karşı çıktığında tehlike daha da
büyüyecek, ona bunun bir özel mesele olduğu hususu hatırlatılacaktır.
Diktatörler bu prensipten yararlanma konusunda ustadırlar. Tarih boyunca güç-
süz, dengesiz birçok rejim, devletin saldırgan bir güç tarafından tehdit edildiğini
söyleyerek kendini korumaya çalışmıştır. Onlar grubunu oluşturan bu saldırgan güç,
coğrafik bakımdan yurt içinden olabileceği gibi yurt dışından da olabilir. 1935-1936
yıllarındaki İtalya-Etiopya savaşında saldırgan güç ya da tehdit dıştan gelmektedir.
Mussolini, Etiopyalıların hükümete ve İtalyan İmparatorluğunun şerefine bir tehdit
olduğunu söyleyerek; bir yandan taraftarlarının birliğini güçlendirirken, diğer yan-
dan muhaliflerini zayıflattı. Almanya’da Hitler, aynı amaca yönelik olarak ülke için-
den bir onlar grubu yarattı. Bu grup yahudilerden oluşuyordu. Hitlere göre; yahudiler
Aryen ırkının saflığına ve büyük Almanya’nın kültürel değerlerine bir tehdit oluştur-
maktaydı.
Benzer gözlemler, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bazı sosyal ve tarihsel olgular
hakkında da yapılabilir. Grup içinden kaynaklanan eleştiriye karşı daha anlayışlı ve
toleranslı bir tavır sergilenirken, grup dışı eleştiriye karşı daha sert tepki gösterilmek-
tedir. Örneğin, Güneyli yazarlar, Mason ve Dixon hattının altında kalan bölgedeki
koşulları dostane bir şekilde inceleyebilirler. Ancak böyle bir şeyi Kuzeyli bir yazar
yapacak olursa onun görüşleri “Kuzeyli Müdahalesi” olarak görülecek ve bu görüşler,
genellikle olduğu gibi, yazarın esas niyetinin aksi yönde değerlendirilecektir. Güney
eyaletlerindeki seçmenler, politikalarını benimsemedikleri politikacılara, bunların
politikaları kuzey basını, özellikle de New York basını tarafından sansür edildiği için,
oy verebilmektedirler.
Ünlü Amerikan deyişi “suyun bittiği yerde politikalar da sona erer.”, grup dışın-
dakilere karşı grup içi dayanışma ilkesini ulusal düzeyde yansıtmaktadır. Bu, gerek
Demokratların gerekse Cumhuriyetçilerin ulusal meseleler üzerinde birbirlerini öz-
gürce eleştirirken, Birleşik Devletlerin diğer ülkelerle ilişkilerini ciddi bir şekilde et-
kileyen meselelerde Amerikalılar olarak birleştiklerini ifade etmektedir. Başlangıçta
yukarıda ifade edilen ilkeyle zıtlık içinde görünen Vietnam savaşı, gerçekten grup içi
dayanışma ilkesini doğrulamıştır. Başta; Amerikalılar birleşmek yerine bölündüler.
Çünkü önce bir azınlık, ardından çoğunluk, küçük, zayıf, sanayileşmemiş bir Güney-
doğu Asya ülkesinin Birleşik Devletlerin güvenliğine tehdit oluşturabileceğine ikna
edilemedi. Sonuçta; ortak düşmana karşı ittifakla karşı duranlar, savaş bittikten sonra
çok sıkça ayrışabilmekte ve kendi içinde çatışabilmektedir. Tarihin sayfaları böylesi
örneklerle doludur.
Gruplar arası mücadele yalnızca ulusal düzeyde ortadan kalkmıyor. Grup daya-
nışması ilkesi bakımından, sosyoloji öğrencisi, Birleşik Devletler ile Rusya arasında-
ki çatışmayı etkin bir şekilde çözmeyi hayal edebilir. Yeryüzüne uzaydan yönelecek
bir işgal tehdidi karşısında ülkeler arasındaki çatışma derhal sona erecektir. Örneğin
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 239

Mars’tan gelecek bir saldırı karşısında, Amerikalılar ve Ruslar, aralarındaki ayrılıkları


unutarak işgalcileri püskürtmek üzere birlikte karşı koyacaklardır.
Onlar grubunun her zaman düşman bir grup olması gerekmez. Dost bir dış gru-
bun varlığı da grup dayanışması ve bütünlüğü üzerinde olumlu bir etki yaratabilir. Bir
yabancı grubun varlığı, grup üyelerinde benzerlik bilincini artırır ve onların sosyal
etkileşimini motive eder. Benzer şekilde, birçok gözlemcinin de belirttiği üzere, ola-
ğan İngiliz soğukluğu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra ve diğer şehirler bomba-
landığı sırada ortadan kalkmış ve tüm yabancılar birbirleriyle yakın etkileşime ve di-
yaloğa girmeye başlamışlardır. Grup dayanışmasına ilişkin prensibin başka bir yüzü,
kendi memleketlerinde iken birbirlerine karşı nispeten kayıtsız olan kimselerin, ya-
bancı bir ülkede, kendi ülkelerinden binlerce mil uzakta karşılaştıklarında, derhal
dostluk kurabilmeleri olayında gözlenebilir.
Kısaca biz grubu, bizim içinde olduğumuz gruptur, onlar grubu ise bizim dışımız-
da kalan herkestir. Bu husustaki tartışmamızı sonuçlandırırken okuyucuya bir kez
daha hatırlatabiliriz ki; bu tür grupların önceden belirlenmiş özgül, değişmez ölçüleri
yoktur. Biz grubu, bir bağlamda sadece aynı evde oturanlardan oluşuyorken, başka
bir bağlamda yeryüzünde yaşayanların tamamını kapsayabilir. Yukarıda sözünü etti-
ğimiz sosyolojik ilkeleri bir kez daha belirtelim: (1)Biz grubu, onlar grubu hakkında
stereotip üretme eğilimindedir, (2) Onlar grubundan gelen hayalî ya da gerçek bir
tehdit, biz grubunun dayanışmasını ve bütünleşmesini yoğunlaştırır.
Büyük gruplar ve küçük gruplar Grupların biçimsel özelliklerinden bazıları, daha
bildik olup fazlaca tartışma gerektirmezler. Gerçekten de bu özelliklerden bazıları
neredeyse kendi kendini açıklayıcı niteliktedir. Bazı grupların küçük, bazılarının da
büyük olması bu tür özelliklerdendir. Bununla beraber, bir grubun büyüklüğü sosyo-
lojik bakımdan oldukça anlamlı sonuçları olan çok önemli bir özelliktir. Bir grubun
büyüklüğü arttıkça birçok şey vukubulur. Büyüklükteki artış ya da azalış, benzer şe-
kilde, başlangıçtaki düzenlemeleri değiştirebilir, grubun yapı ve fonksiyonunda de-
ğişmelere yol açabilir.
Bazı amaçlara ulaşmak bakımından küçük gruplar büyüklere göre daha etkili
olurken, diğer bazı amaçlar bakımından büyükler küçüklerden daha elverişli olurlar.
Bazı belli amaçlar için optimum ya da en iyi bir ölçü vardır, ancak bu ölçü nedir?
Bunu tespit etmek her zaman kolay olmaz. Diğer koşullar eşit kalmak şartıyla, büyük
bir ordu küçük bir ordudan üstündür, büyük bir ülke küçük ülkeye göre daha güç-
lüdür, büyük bir şirket küçük şirkete göre piyasa üzerinde daha fazla kontrol gücüne
sahiptir. Fakat birçok komite ya da komisyon, üye sayısı arttığı zaman etkinliğini yi-
tirmeye başlar. Büyük liglerin hiç birinde on iki takımdan daha fazlası hemen hemen
hiç istenmez. Beysbol takımı için dokuz üye uygunken, futbol takımı için on bir üye
elverişlidir. Elli öğrenci ve on profesör bir üniversiteyi hemen hemen hiç oluştura-
maz. Ancak üniversite çok büyüdüğü zaman da bazı şeyleri kaybetmeye başlar. Örne-
ğin, öğrenciler ile danışmanları arasındaki temaslar zayıflamaya, biçimsel olmaya ve
seyrekleşmeye başlar. Çok büyük üniversitelerde öğrenciler, kendi kimlik duyularını
240 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

kaybedip, kendilerini belirli işlemlerden geçirilen nesneler gibi görmeye başlarlar.


Burada bu konuyu daha detaylı bir şekilde incelemek mümkün olmamakla bera-
ber, grup büyüklüğünün bazı sonuçlarına kısaca değinilebilir. İlkin şunu belirtmek
gerekir ki; bir grubun büyüklüğü arttıkça işbölümü de artar. Çok küçük gruplarda,
üyelerin hepsi aynı işleri yapar ve aynı etkinliklere katılır. Büyük gruplarda ise, üye-
lerin fonksiyonları farklılaşır ve etkinlikleri de uzmanlaşmaya başlar. Mesela küçük
bir lisede, aynı kişi hem ingilizce, tarih ve matematik derslerini okutabilir, hem de bir
sınıf temsilini yönetip basketbol takımının yardımcı antrenörü olarak hizmet verebi-
lir. Büyük bir lisede ise, bu farklı etkinlikler, birçok kişinin hizmetinden yararlanmayı
gerektirir; İngilizce dersi kompozisyon ve literatür, tarih dersi Amerika ve Avrupa
tarihi, matematik dersi de cebir ve geometri olarak ayrılır. Benzer gözlemler herhangi
başka bir grup hakkında da yapılabilir. Büyük toplumlar ile küçük toplumlar arasın-
daki temel sosyolojik farklardan birisi büyük toplumların karmaşık bir işbölümüne
sahip olmasıdır. Gerçekten de, birçok ünlü teori, örneğin Herbert Spencer ve Emile
Durkheim’inki gibi, bu temel üzerine inşa edildi. Durkheim, daha önce de söz edil-
diği üzere, toplumları mekânik ve organik dayanışmayla karakterize olmalarına göre
ayırır. Mekânik dayanışma kollektif bilinçle sağlanırken, organik dayanışma işbölü-
müyle sağlanır.
İkinci olarak da denebilir ki, örgütlü grupların büyüklüğü arttıkça, yapıları daha
katı olmaya başlar. Bu durumda; daha fazla organizasyona, norma ve kırtasiyeciliğe
ihtiyaç duyulur. Küçük gruplarda birçok fonksiyon gayri resmi bir şekilde görülür.
Büyük gruplarda ayrıntılar daha detaylı bir şekilde ortaya konur. Mesela The New
York Times gibi büyük bir gazete, küçük bir yerel gazeteye göre, daha yüksek ölçüde
organize olmuştur.
Yukarıda zikredilen iki hususun sonucu olarak diyebiliriz ki; büyük gruplarda-
ki sosyal ilişkiler, küçük gruplardaki ilişkilere göre daha resmi ya da biçimsel olup
daha az kişisel niteliktedir. Grup büyüklüğündeki artış, ikincil ilişkilerin ya da statü
ilişkilerinin sayısındaki arıtışla birlikte gidiyor. Ancak grup büyüklüğündeki artış ile
birincil ilişkiler ya da kişisel ilişkilerin sayısındaki artış arasında bu tür bir uyum yok-
tur. Hatta bu tür ilişkilerin miktarında bir azalma olur. Mesela, bir uçak gemisinde bir
destroyere göre daha fazla ikincil ilişki vardır. Büyük bir şehirdeki ikincil ilişki sayısı
da küçük bir köydekinden daha fazladır.
Çoğunluk grupları ve azınlık grupları. Bir grubun çoğunluk ya da azınlık grubu
olduğunu belirleyen özellik, yukarıda sözü edilen büyüklük kriteriyle ilişkili olmakla
birlikte, onunla özdeş değildir. Şüphesiz, çoğunluklar ve azınlıklar her zaman diğer
grupların unsurudurlar. Çoğunluk ve azınlık terimlerinin kendi başlarına bir anlamı
yoktur. Aynı bağlamda olmamakla beraber, çoğunluklar çok küçük olabilirken (üç ki-
şilik arkadaş grubunun iki üyesi gibi), azınlıktakiler de oldukça fazla sayıda olabilirler
(bir başkanlık seçiminde yenilen adayı destekleyen seçmenler gibi). Hatta aynı grup
içinde de, çoğunluk daha büyük veya küçük olabilir. Mesela yüz kişiden meydana
gelen bir grubun, hem elli biri hem de doksan dokuzu birer çoğunluk teşkil edebilir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 241

İşte bundan dolayı, çoğunluk grubu-azınlık grubu ayrımı, grubun büyüklüğüne göre
yapılan büyük-küçük grup ayrımıyla özdeş değildir.
Grupların çoğunluk ya da azınlık grubu niteliğinde olmasının, hem sosyal hem
de politik nitelikli sonuçları vardır. Mesela çoğunluk grubunun çok büyük, azınlık
grubunun da çok küçük olduğu durumlarda etnik grup gerilim ya da çatışması daha
az olabilir. Azınlık sayıca çoğunluğa yaklaştığı zaman, gerilim ya da çatışma daha faz-
la olabilecektir. Bir süredir, azınlık ve çoğunluk grubu olmanın politik sonuçlarının
neler olduğu bilinmekle birlikte, sosyolojik sonuçları hakkında yeterli düzeyde bulgu
yoktur. Çoğunluk yönetimi ilkesi, demokratik devlet için politik bakımdan eşsiz bir
öneme sahiptir. Bazı grupların (siyasi partilerin) birincil fonksiyonu, çoğunluk haline
gelebilmektir.
Uzun ömürlü gruplar ve kısa ömürlü gruplar Bir grubun ömrü ya da varoluş sü-
resi, onun çok önemli özelliklerinden birisidir. Bazı gruplar oldukça kısa ve geçici bir
ömre sahiptir. Bazıları ise yüzyıllarca varlıklarını sürdürebilir. Sadece para toplamak
veya bir akşam yemeği düzenlemek için teşkil edilen bir komite, kendisine verilen
görevi yerine getirir getirmez ortadan kalkar. Bir yangını seyretmek üzere toplanan
kalabalık, ya da bir kazaya tanık olanlar, merak ve heyecanları geçtikten sonra dağı-
lacaktır.
Bazı gruplar ise, tek tek bireylerin yaşamından bağımsız bir varlığa sahiptir. Çün-
kü bu tür grupların, üyeliğe giren ya da çıkanların varlığı dışında bir süreklilikleri
vardır. Üniversiteler ve uzun ömürlü firmalar bu kategoriye girer. Son olarak da çağ-
ları aşan bir sürekliliğe sahip gruplardan söz edilebilir. İzlanda Parlamentosu, Mason
Locası ve Roma Kilisesi bu tür gruplara örnek olarak sayılabilir.
İsteğe bağlı gruplar ve istek dışı gruplar Bazı gruplara biz katılırız. Bazılarının ise,
herhangi bir seçim hakkımız olmaksızın üyesiyiz. Biyolojik özelliklere dayalı olarak
şekillenen yaş, cinsiyet ve etnik gruplar istek dışı gruplardır. Benzer şekilde, dahil
olduğumuz dil grubu da istek dışıdır. Çünkü, çocuklar olarak dilimizi, ana-babamız
ya da büyüklerimizden öğreniriz. Sosyal sınıfımız, dinsel, bölgesel, ya da milliyet
grubumuz, sonradan değişebileceği ve toplumumuzda bir ölçüde de olsa isteğe bağlı
gruplar haline gelebileceği halde, başlangıçta istek dışı gruplar niteliğindedir. Üyesi
olduğumuz meslek, eğlence, eğitim ve diğer bütün ilgi grupları isteğe bağlı gruplardır.
Belli bir gazeteyi okumak, bir radyo programını dinlemek, pantolon askısı yerine sa-
bun almak, bakkal ya da kasap olmak konusunda bizi zorlayan hiçbir yasa yoktur. Bu
tür grupların hepsi isteğe bağlıdır. İsteğe bağlı gruplar ile istek dışı gruplar şeklinde
yapılan bu ayrım, bir önceki bölümde yaptığımız sonradan edinilmiş statü-doğuştan
verilmiş statü ayrımına tam olarak tekabül etmektedir. İsteğe bağlı gruplarda statüler
sonradan kazanılıyorken, istek dışı gruplarda statüler baştan verilmiştir. Okuyucu,
bazı toplumlarda isteğe bağlı grupların, başka toplumlarda istek dışı gruplar haline
geleceği hususuna da dikkat etmelidir.
Açık gruplar ve kapalı gruplar Şüphesiz bütün gruplar, gruplar teşkil edilirken
öngörülen belli kriterlere sahip olmayan kimselere kapalıdır. Mesela, erkekler sadece
242 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

kızların devam edebildiği okullarda öğrenci olamayacağı gibi, kızlar da yalnızca erkek
öğrencilere açık bir okula gidemeyeceklerdir. Bununla beraber, bazı gruplar nispeten
açık bir nitelikteyken bazıları da nispeten kapalı bir yapıdadırlar. Oy verme çağına
gelen hemen herkes bir siyasi partiye kolayca üye olabilir, herkes satranç topluluğuna
katılabilir, bilet alan herkes bir konseri veya futbol maçını izleyebilir veya bir sokak
kalabalığına katılabilir.
Birçok grup, ister örgütlü isterse örgütsüz olsun, nispeten kapalıdır. Mesela bir
klik, seçici ve tekelci bir niteliğe sahip olup sosyolojik anlamda kapalı bir gruptur.
Herhangi bir arkadaşlık grubu da böyledir. Aileler, biyolojik ve hukuksal bakımdan
kapalı gruplar oluştururlar. Meslekî gruplar, esnaf ve zanaatkar toplulukları da nis-
peten kapalı gruplardır. Bir kimse, Amerikan Barolar Birliğine üye olmadan önce bir
baronun üyesi olmak zorundadır. Üniversite öğretim üyesi olacak bir kimse dokto-
ra derecesine veya ona eş bir niteliğe sahip olmalıdır. Okur yazar olmayan ve New
York’ta oturmayan bir kimse orada oy kullanamayabilir. New York Princeton Klüb,
Princetonlular dışında kalan herkese kapalıdır. Aynı şekilde, Uluslararası Elektrik
İşçileri Sendikası elektrik işçisi olmayanlara kapalıdır.
Yatay gruplar ve dikey gruplar. Biz, şimdiye kadar bu kitapta, sosyal sınıftan ve
toplumların sınıf yapısından bahsetmedik. Bu oldukça önemli ve evrensel olgu, bir
sonraki bölümün konusudur. Burada, yalnızca üyelerini bütün sosyal sınıflardan alan
gruplarla, üyelerini yalnızca belli sosyal tabakalardan alan gruplar üzerinde duraca-
ğız. Üyelerini bütün sosyal sınıflardan alan grupları dikey gruplar, üyelerini sadece
bazı tabakalardan alanları ise yatay gruplar olarak adlandırıyoruz. Bir dinsel birlik, en
azından teorik olarak, genellikle dikey gruptur, emekli askerler birliği de dikey grup-
tur. Diğer taraftan bir belediyeden kamu yardımı alanların meydana getirdiği top-
lumsal grup ise bir yatay gruptur. Mesleki gruplar yatay olma eğilimindedir. Çünkü,
karmaşık toplumlarda mesleklerin bizzat kendileri tabakalanmış haldedir. Öte yan-
dan etnik gruplar dikeydir. Çünkü bu tür gruplar, çok değişik sosyal sınıflara mensup
bireylerden oluşmaktadır.
Bağımsız Gruplar ve Bağımlı Gruplar. Burada oldukça basit bir ayrım yapmış
oluyoruz. Bazı gruplar kendi başlarına bir grupturlar. Bazıları ise, sadece daha bü-
yük grupların alt gruplarıdır. İlki bağımsız bir grup iken, ikincisi bağımlı bir gruptur.
Bir şirketin alt birimi, bir kamu kuruluşunun yerel bürosu, ulusal birliklerin mahalli
şubeleri vb. birer bağımlı gruptur. Bir komisyon ya da kurul hemen her zaman bir
bağımlı gruptur. Özel bir kolej veya üniversite bağımsız örgütlü grup iken, bir devlet
üniversitesi veya yerel yönetim okulu bağımlı örgütlü bir gruptur. Çünkü, bir devletin
ya da belediye yönetiminin bir alt dalı ya da birimidir.
Bir toplumda, bağımlı grupların sayısı astronomik oranlara ulaşabilir. Birçok ba-
ğımlı grubun diğer bağımlı gruplarla birlik çatısı altında bir araya gelmeleri halinde
bu oranlar daha da artar. Mesela, bir üniversitedeki satın alma elemanları bir bağımlı
grup oluşturur. Ancak değişik üniversitelerin satın alma elemanları bir araya gelip
örgütlenirlerse bağımsız örgütlü bir grup meydana gelmiş olur. Yukarıda da söyle-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 243

diğimiz gibi, yaptığımız ayrım basittir, ama bu ayrımı karakterize etmeye yardımcı
olacak şartlar oldukça karmaşık olabilir.
Örgütlü gruplar ve örgütsüz gruplar Son olarak, grupların biçimsel özelliklerin-
den en önemlisine gelmiş bulunuyoruz. Bazı gruplar, istatistiksel, toplumsal ve sosyal
gruplar gibi, kendiliğinden, herhangi bir işleme ihtiyaç olmaksızın vardır. Bazıları
ise, organizasyon adı verilen, biçimsel bazı aşamalardan oluşan bir sürecin sonunda
ortaya çıkarlar. O halde organizasyon ne demektir? Burada dikkat edilmelidir ki, biz
organizasyon derken bizzat toplumun organizasyonundan değil -ki bu tüm kitabın
konusudur- toplumun içindeki grupların, birliklerin organizasyonundan söz etmek-
teyiz. Bu çok önemli bir olgudur. İçinde yaşamakta olduğumuz karmaşık toplumlar-
da organizasyonların önemi küçümsenemez.
Bu tür toplumlarda, insanlar arasındaki sayısız sosyal ilişki ve etkileşimin çok bü-
yük bir kısmı örgütlü gruplarda gerçekleşmektedir. Organizasyon faktörü sayesinde
insanlar, kişisel ilişki ve etkileşimleriyle ulaşamayacakları ortak hedeflere varabilirler.
Organizasyon faktörü otoriteyi yaratır; toplum içinde kimin emir vereceğini, kimle-
rin itaat edeceğini, karar verme sürecinde kararları kimlerin alacağını, kimlerin ve-
rilen kararlara rıza göstereceğini belirler. Organizasyon, grupları uzun ömürlü kılan
bir faktördür. Bu faktörün yokluğunda birçok grubun geçici topluluklar haline geldiği
görülür. Kısacası, içinde yaşamakta olduğumuz, büyük karmaşık ve teknolojik top-
lumun varoluşunu mümkün kılan faktör organizasyondur. Günümüz modern top-
lumlarını, uzak adalarda ya da ormanlık bölgelerde yaşayan kabile topluluklarından
ayırdeden öğe de, gelenek değil organizasyondur.
Organizasyon, çok detaylı ve analitik inceleme isteyen bir konu olup, bir sonraki
bölümde ayrıntılı bir şekilde tartışılacaktır. Biz, burada sadece onun önemini vurgu-
lamak ve grupların en önemli biçimsel özelliği olduğunu göstermek istedik.
Şimdi, grupların biçimsel özelliklerine ilişkin notlarımızı tamamladık. Biçim ve
içerik açısından yapılan gruplandırmaların kesiştikleri görülmektedir. Yani, biçimsel
bir grubun içeriksel özellikleri olabileceği gibi, bir içerik grubu da biçimsel özellikle-
rin bir bileşimi olarak ortaya çıkabilir. Mesela, bir ticaret şirketi büyük ya da küçük,
açık veya kapalı, uzun ömürlü ya da kısa ömürlü, yatay veya dikey olabilir ve liste
böylece uzatılabilir. Ancak bu şirket aynı zamanda bir eğlence-dinlence grubu, bir et-
nik grup, bir dinsel grup veya başka tür bir içerik grubu da olabilir. İşte bu nedenden
dolayı, grupların sosyolojik içeriği ile sosyolojik biçimi arasında ayrım yaptık. Bir “biz
grubu”, bir bölge, meslek veya dil grubu vb. haline gelebilir. “Biz” demekle, New York-
luları, öğrencileri ya da İngilizce konuşanları kastetmekteyiz. Şu anda, gruplara iki
farklı açıdan bakma olanağına sahibiz; birincisi, onların içeriği, amacı ya da fonksi-
yonu bakımından, ikincisi onların biçim, özellik ve nitelikleri bakımından. Gruplara
ilişkin bu iki bakış tarzını birlikte kullanarak herhangi bir grubu analiz edebiliriz ve
onu diğer gruplarla karşılaştırmak bakımından bir temele sahip olabiliriz.
244 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

4. Özet

Bu bölüm, sosyolojik araştırmanın tam merkezinde bir problem olan grupların


tartışılmasına tahsis edildi. İstisnasız bütün insanların şu veya bu zamanda, grup-
lar içinde yaşadıklarını söylemekle söze başladık. Hiçbir kimse yalnız değildir. John
Donne’nin oldukça şiirsel söylemiyle “hiçbir insan bir ada değildir”. Grupların insa-
nı hayrete düşürecek kadar çokluğu, modern uygarlığın ve karmaşık her toplumun
evrensel karakteristiği olup en kapsayıcı sosyal fenomenler arasındadır. Gerçekten,
başta da belirtildiği üzere, bu tür toplumlarda bireylerin sayısından daha çok gruplar
vardır.
Bu durumda; bu grupları nasıl sınıflayabileceğimizi ve sosyolojik amaçlar bakı-
mından onları nasıl bir düzen içinde sunacağımızı düşündük. Bu sorun, çeşitli ne-
denlerden dolayı, çağdaş sosyolojinin en zor problemlerinden birisidir. Birçok sos-
yolog, bu sorunu çözmeye teşebbüs etti, ancak henüz standart bir sınıflandırmaya
ulaşılamadı. Dahası, böyle sınıflandırmalar ne kadar mantıksal olursa o kadar da kul-
lanışsız olma eğilimi gösteriyor, ne kadar kullanışlı olursa o kadar az mantıksal olu-
yor. Bu durum karşısında; başlangıç seviyesindeki öğrencinin sıkıntısını hafifletmek
için oldukça basit bir sınıflama sunduk. Bunu şimdi bir kez daha özetleyebiliriz:

Benzer Olmanın Bilinci Sosyal Etkileşim SosyalOrganizasyon

A. İstatistiksel Hayır Hayır Hayır

B. Toplumsal Evet Hayır Hayır

C. Sosyal Evet Evet Hayır

D. Örgütsel Evet Evet Evet

Grupların yukarıda belirtilen dört türünü bazı detaylarıyla açıkladık ve böyle ay-
rımların yeterli olmamakla beraber önemli olduğu hususuna işaret ettik. Bütün mo-
dern toplumlar bu dört türü kapsamaktadır.
Bir sonraki işimiz, grupları iki farklı bakış açısından; sosyolojik içerik ve sosyolo-
jik biçim bakımından tartışmak oldu. Bir grup; ister bölgesel, ister dinsel, ister dilsel,
ister sportif, isterse akademik vb. olsun, bu grubun özelliği bir anlamda onun işlevi,
amacı veya niteliğidir. Bir grubun biçimi ise, onun belli sosyolojik özelliklere sahip
olup olmadığına dayanır. Bu özellikleri ikili gruplar halinde şu şekilde sıralayabiliriz:
(1) birincil gruplar-ikincil gruplar, (2) biz grupları-onlar grupları, (3) büyük gruplar-
küçük gruplar, (4) çoğunluk grupları-azınlık grupları, (5) uzun ömürlü gruplar-kısa
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 245

ömürlü gruplar, (6) isteğe bağlı gruplar-istek dışı gruplar, (7) açık gruplar-kapalı
gruplar, (8) yatay gruplar-dikey gruplar, (9) bağımsız gruplar-bağımlı gruplar, (10)
örgütlü gruplar-örgütsüz gruplar. Gruplar hakkındaki herhangi bir detaylı ve kap-
samlı inceleme, bu kategorileri dikkate alacaktır. Böyle bir yaklaşım, modern toplum-
lardaki grupların temel karakterini aydınlatacaktır.

11 Örgütlü gruplar ve kurumlar

Toplumun yapısı hakkındaki analizimize devam etmek için, çok önemli iki olgu
olan örgütlü gruplar (associations) ile kurumları (institutions) biraz detaylı şekilde
incelememiz gerekir. İnsanların toplum halinde birlikte yaşamalarının ve kişisel ola-
rak önceden tanımadığı kimselerle etkileşime girmelerinin nasıl mümkün olduğunu
gördük. Mesela, üniversiteye giden bir öğrencinin bir oda kiralaması, bazı derslere
kaydını yaptırması, derslere katılması, restaurantlara müşteri olması, kütüphaneyi
kullanması ve hatta önceden hiçbir ilişkisi olmayan insanların isimlerini bile bilmek-
sizin para değiş tokuşu yapması durumunda bunun nasıl mümkün olduğunu gördük.
Toplum içinde kabul edilen statülere sahip olduğumuzu, bu statülerin kendilerine
bağlanan normlarla birlikte; kendimizin ve tanıdıklarımızın günlük yaşamına düzen,
istikrar ve öngörülebilirlik sağladığını da gördük. Aynı şekilde, istatistiksel, toplum-
sal, sosyal ve örgütlü birçok grubun mensubu olduğumuzu ve grup mensubiyetimiz
kadar çok statüye sahip olduğumuzu da görmüş bulunuyoruz. Ancak, üye olarak bi-
çimsel şekilde mensubu olduğumuz, görevli olarak bünyesinde bulunduğumuz, aidat
ödeyerek katıldığımız grup türlerini henüz tartışmadık. Kısacası mensubu olduğu-
muzu örgüt ya da organizasyonları tartışmadık.
Sosyologlar, “organizasyon” sözcüğünü oldukça sık şekilde kullanmak zorunda
kalıyorlar. Bu sözcüğü, özellikle de toplumun yapısını açıklamaya teşebbüs ettikle-
rinde kullanıyorlar. Sosyologlar, bu tür grupları “organizasyonlar” olarak değil, “ör-
gütlü gruplar” olarak adlandırmaktadırlar. Bir önceki bölümde de belirtildiği üzere,
bir örgütlü grup aslında bir organize gruptur. Örgütlü grupların temel karakteristiği;
istatistiksel, toplumsal ve sosyal grupların aksine, organizasyon özelliğine sahip ol-
malarıdır.
Şimdi, bu organizasyonun ne anlama geldiğini, örneğin bir üniversitenin bir et-
nik gruptan, bir yaş grubundan, bir arkadaş grubundan, bir tanıdık grubundan nasıl
ayrıldığını tam olarak açıklamamız gerekir. Şüphesiz, bir üniversite örgütlü ya da or-
ganize bir gruptur. Aynı şekilde bir şirket, bir orkestra ve bir futbol takımı da organize
bir gruptur. Bu grupların organize oldukları için örgütlü gruplar olduğunu söylemek
yeterli değildir. Bu niteliklerini detaylı bir şekilde incelemeliyiz. Çünkü bu tür grup-
lar, her kompleks toplumda oldukça önemli roller oynamaktadırlar.
246 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

1. Organizasyonun önemi

Organizasyon sadece toplum içinde ortaya çıkar. Organizasyon olmaksızın yapa-


mayacağımız bir çok şeyi onun sayesinde yapabiliriz. Yine, yapabileceğimiz birçok
şeyi de organizasyon sayesinde daha iyi bir şekilde yapabiliriz. Bir an için bu olgu
üzerinde duralım. Organizasyon olmadığı takdirde birden fazla oyuncuyla oynanan
hiçbir oyun gerçekleşemez. Şüphesiz beysbolu, futbolu veya briç oyununu kendi ken-
dimizle oynayamayız. Organizasyon olmaksızın bir üniversite, orkestra, bir mağaza
ya da bir mahkeme veya hükümet gibi oluşumlar ortaya çıkamaz. Kompleks bir top-
lumun üyelerinin katıldığı kompleks aktiviteleri mümkün kılan şey, organizasyon-
dur. Biz bireyler olarak bir kültürü tamamıyla özümsemiş olsak bile, diğer insanlarla
organize etkileşimlere girmeksizin yine de birçok şeyi başaramayız.
Bir kimse, bir kitabı kendi başına yazabilir. Elbette yazma, tek başına yapılan bir
etkinliktir. Fakat bir kimse, genel olarak bir kitabı yazma ve basma işini kendi başına
yapamaz. Metni yazan kimse, onun basım işini finanse etmez, basılacağı kağıdı üret-
mez, cildini yapamaz, dizgi işini gerçekleştiremez, basın yoluyla tanıtımını yapamaz,
nihai ürünü kitapçılara ulaştıramaz ve onu satışa sunamaz. Bütün bunlar, ayrı ayrı et-
kinlik alanlarıdır ve nihai ürün olarak kitap, ancak örgütlü bir şekilde birlikte çalışan
birçok kişinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Giydiğimiz ayakkabılar, yediğimiz be-
sinler, işimizi yaparken kullandığımız maddi kültür ögeleri, okuduğumuz gazeteler,
sürdüğümüz otomobiller, bunların hepsi ve milyonlarca başkaları, birleşik organize
etkinliklerin ürünleridir. Organizasyon olmaksızın bu nesnelerden çok azı gerçekle-
şebilir ve başarmış olduğumuz etkinliklerimizden çok azı mümkün olabilir.
Hepimiz, bir konserden önce müzik aletlerini akort etmeye çalışan müzisyenlerce
çıkarılan gıcırtılı ve cızırtılı seslere aşinayız. Bununla beraber, birkaç dakika sonra
orkestra şefi sahneye çıkar, kısa süren bir sessizlikten sonra değneğinin vuruşuyla
orkestra Beethoven’in baş yapıtlarından birini icra etmeye, biz de müzik dinlemeye
başlarız. Bu durumda sesleri müziğe, ahenksiz sesleri bir senfoniye dönüştüren şey
nedir? Bu sorunun cevabı organizasyondur. Ayrı ayrı müzisyenleri bir orkestraya dö-
nüştüren şey nedir? Cevap yine organizasyondur. Organizasyon olmaksızın, böyle
şeyler hiçbir şekilde bir orkestra oluşturamaz.
Bakışımızı bir maç sırasında stadyuma çevirdiğimizde, benzer şekilde organizas-
yon olmaksızın bir futbol oyununun gerçekleşmeyeceğini görebiliriz. On bir insan
zorunlu olarak bir takım oluşturmaz. Takım organize bir gruptur ve bu organize grup,
sahada kendi kabiliyetleri ölçüsünde futbol oynayan organize olmamış on bir kişiden
çok çok üstündür. Böyle on bir kişi, her biri 150 kilogramdan daha ağır olsa bile, bir
takımın karşısında hiç bir şansa sahip olmayacaktır. Kısacası, bireysel ağırlık, kişisel
güç veya kaba kuvvet, bir futbol takımını oluşturmaz. Bir takım, ancak koordineli ve
organize etkinliklerle gerçekleşebilir. Bir takım, on bir kişiden oluşan örgütsüz bir
grubu her şartta yenebilir. Gerçekten de, organize olmayan on bir kişi birlikte futbol
oynayamaz. Onlar organizasyon sayesinde bir takım, bir örgütlü grup oluştururlar.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 247

Yine aynı nedenlerden dolayı, oldukça küçük örgütlü bir polis gücü, oldukça bü-
yük bir kalabalığı kontrol altında tutabilir. Bir hükümeti oluşturan çok az sayıda insan
bir ulusu yönetebilir. Yönetim kurulunu oluşturan oldukça az sayıdaki kişi büyük bir
şirketi yönetebilir, binlerce, bazen on binlerce çalışanın görevlerini belirleyip koordi-
ne edebilir. Aynı şekilde, az sayıda kişiden meydana gelen yönetim kurulu, bir üniver-
siteyi yönetebilir. Bütün bunlar, organizasyon sayesinde mümkün olabilmektedir.

2. Organizasyonun sürekliliği

Bir kalabalık örgütsüzdür. Bir şirket ise örgütlüdür ya da organizedir. Bu iki ör-
nekteki zıtlık açıktır. Organizasyonun ne anlama geldiğini tam olarak bilmeden önce
bile, bu zıtlığı gözlemek kolaydır. Bir kimsenin, grupları örgütlü ya da örgütsüz olarak
nitelemesi dahi, sosyolojik bakımdan gerçekten hoş bir şeydir. Çünkü bu durumda;
grupları birbirine karıştırmaksızın iki ayrı sınıfa ayırabiliriz. Ancak, bunu yapmak
her zaman kolay değildir. Bir kalabalık, örgütsüzken, şirket örgütlüdür. Fakat bir aile,
bir çete, briç oynamak için her Perşembe günü öğleden sonra toplanan bir grup kadın
hakkında ne söyleyebiliriz. Bu ve benzeri durumlarda örgütlülük ile örgütsüzlük ara-
sındaki sınır o kadar da açık değildir. İşte bundan dolayı belirtmeliyiz ki; örgütlülük
ve örgütsüzlük kesin olarak ayrılan kategoriler olmaktan ziyade iç içe geçen katego-
rilerdir. Bir başka deyişle, organizasyon, bir ucunda bütünüyle örgütsüz grupların,
diğer ucunda da örgütlü grupların yer aldığı bir sürekliliği ifade eder.
Gruplar, kendilerini bu süreklilik çizgisi üzerinde herhangi bir noktaya yerleş-
tirebilirler. Birçok grup tam ortadan veya ortaya yakın bir noktada bulunabilir. Bu
durumda biz bunların kısmen organize ya da örgütlü olduklarını söyleriz. Burada
organizasyon dereceleri söz konusudur. Kısacası organizasyon, başı ve sonu belli bir
öğeden ziyade, bir sürekliliği ifade eder. En örgütlü gruplar, üyelik yapısında bütü-
nüyle bir değişim gerçekleştirebilen gruplardır. Bunlardan bazıları, daha önce de gör-
düğümüz gibi, çok uzun süre yaşayabilirler, bazen yüzyıllarca varlıklarını sürdürebi-
lirler. Böylesi örgütlü gruplar, kendi personelinin tümünden bağımsız olmasa bile,
herhangi bir personelinden bağımsızdırlar. En düşük düzeyde örgütlü gruplar ise,
tek tek özel şahıslara daha fazla bağımlıdırlar. Şüphesiz, örgütsüz gruplar kendilerini
oluşturan ayrı ayrı kişilere bütünüyle bağımlıdırlar. Örgütsüz bir grup, personelinin
sürekli değişimi yoluyla kendini sürdürebilecek bir yapıya sahip değildir. Bu konuya
tekrar döneceğiz. Ancak burada ilkeyi ifade etmek istiyoruz: Bir grubun ayrı ayrı özel
personele bağımlılığı, örgütlülük derecesiyle ters orantılı olarak değişmektedir. Yani
örgütlülük derecesi yükseldikçe; grubun tek tek şahıslar olarak kendi mensuplarına
olan bağımlılığı azalmaktadır.

3. Organizasyon kriteri

Şimdi organizasyonun kriterini; örgütlü bir grubu örgütsüz bir gruptan ayırdede-
248 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

rek, diğer gruplar karşısında örgütlü bir gruba ayırıcı niteliğini veren özgül faktörleri
tartışmaya başlayabiliriz. Bu faktörleri şöylece sıralayabiliriz: (1) Özgül bir fonksiyon
ya da amaç, (2) örgütsel normlar, (3) örgütsel statüler, (4) otorite, (5) üyeliğe kabul
sınavı, (6) mülkiyet, (7) bir isim ve diğer ayırdedici simgeler. Bu faktörleri sırasıyla
inceleyelim.
Özgül fonksiyon: Her örgüt, özel bir ilgi veya etkinliği gerçekleştirmek üzere şe-
killendirilir. Tekrar tekrar vurguladığımız gibi, bu etkinliğin ne olabileceği konusun-
da hemen hemen hiçbir sınır yoktur. En güçlü hayal gücü bile, bu konudaki olasılık-
ların neler olabileceğini sayıp dökemez. Mesela; barışı korumak için, zambak neslinin
ortadan kalkmasını önlemek için kurulan örgütler olduğu gibi, margarin tüketimini
teşvik etmek, egzotik bitkileri ithal etmek amacıyla kurulan örgütler de vardır. Ger-
çekten de bir örgüt iyi, kötü, ilgisiz ve hatta gülünç olabilecek, hemen hemen tasavvur
edilebilecek her amaca hizmet etmek üzere teşkil edilebilir.
Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, örgütleri tek bir fonksiyon ya da ilgi bakı-
mından sınırlandırmak gerekmez. Nispeten az rastlanmakla beraber, bazen bu fonk-
siyonlar bütünüyle en temel fonksiyonlar olabilir. Bir çok durumda genel olarak bir
temel fonksiyon ya da etkinlik ve onun yanında da yardımcı ya da yan fonksiyonlar
bulunur. Mesela, bir kilisenin temel fonksiyonu dinsel etkinliktir. Ancak bunun ya-
nında daha başka etkinlikler de bulunabilir; ahlak, sportif, eğitimsel, sosyal ve hatta
politik faaliyetler gibi. Ayrıca dinlence ve eğlenceye yönelik etkinlikler de varolabilir.
Temel fonksiyonu eğitim olan bir üniversite, aynı zamanda bir futbol takımına sahip
olabilir. Bazen, hangi fonksiyonların temel, hangilerinin yardımcı olduğunu tespit et-
mek kolay olmaz. En küçük örgütlerin bile birçok amacı vardır.
Rober K.Merton, konumuzla ilgili başka bir sınıflama ortaya koydu. Açık ve gizli
fonksiyonlar arasında ayrım yaptı. Mesela, bir şekerci dükkanı gangesterlerin düzen-
lediği bir tür piyango için yer olarak kullanılabilir. Aynı şekilde bir motel veya daha
büyük bir çapta yer, suç sayılan eylemlerin paravanı olarak kullanılabilir. Bir siyasi
partinin açık fonksiyonu, seçim çalışmalarını yürütmek ve taraftarlarının oylarını
almaktır. Bununla beraber, seçim bölgesinde birçok gizli fonksiyonların varlığı far-
kedilebilir. Burada parti; kendi üyelerine iş bulur, aday listelerini iptal eder, yardım
listelerine gözkulak olur, tartışma ve çatışmaları yatıştırır, bürokrasiyi azaltır ve genel
olarak kendisine bağlılık duyan herkese bir yardım kuruluşu gibi hizmet sunar. Şüp-
hesiz, yapılan hizmetlerin karşılığı beklenir. Benzer şekilde, yerel bir taverna veya
eczane, mahalli yardım bürosundan daha fazla kent sakinlerine danışma, görüşme
imkanı sağlar. Barmenin sesi, tıpkı kulağı gibi, bürokratik eğilimlerden oldukça uzak
olup neşelidir. Barmen, hiçbir şeyin karbon kopyasına ihtiyaç duymaz.
Böylece, toplumda özellikle kendi toplumumuzda, kendi üyelerinin ilgilerini ger-
çekleştirmeye çalışan muhteşem sayıda örgütlerin varlığını görüyoruz. Bu ilgiler; din-
sel, askerî, sportif, sosyal, eğitimsel, siyasal, regreasyonel, hayırsever, yurtsever veya
başka tür bir ilgi olabilir. Dinsel olanı hariç, bu etkinliklerden hiç birinin tek başına
gerçekleştirilemeyeceği kolaylıkla görülebilir. Ne münzevi kimseler ne de Robinson
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 249

Crusoe gibileri; yardımsever, yurtsever ya da politik etkinliklere ihtiyaç duyar. Bir


başka deyişle, ilk aşamada, bu tür etkinlikler insanlar hemcinsleriyle birlikte hareket
ettikleri için mümkün olur. Bu tür ilgiler, kökenini toplumdan alır ve sadece toplum
içinde geliştirilip gerçekleştirilebilirler. Hatta bireylerin tek başlarına gerçekleştirebi-
lecekleri faaliyetler bile, diğer kişilerle işbirliği içinde daha etkin şekilde icra edilebi-
lirler. İşte burada, toplum içinde örgütlerin niçin ortaya çıktığı konusundaki temel
nedeni anlıyoruz.
Sonuç olarak belirtirsek, örgütlerin ilk özelliği onların fonksiyonudur, yani üyele-
rinin gerçekleştirmeye çalıştığı temel ve yan ilgilerdir. Bir örgütü başka bir örgütten
--bir orduyu siyasal partiden, bir üniversiteyi kiliseden, bir kütüphaneyi büyük ma-
ğazadan, bir satranç topluluğunu çelik şirketinden-- ayırdeden şey, yerine getirmeye
çalıştıkları fonksiyonlarıdır. İşte bu ilgi ya da etkinlikler, grupların içeriği derken söy-
lemek istediğimiz şeyi ifade ederler. İçerik, bir örgütün bünyesinde bir etkinlik veya
fonksiyon haline gelir.
Örgütsel normlar Bir örgütün ikinci özelliği, bizzat kendi normlarına sahip olma-
sıdır. Bir üniversite sınıfında, fabrikada, bir ofiste, bir büyük mağazada, bir hastanede,
bir bakanlıkta, bir askeri birlik ve benzeri örgütlerde uygun düşen belli bazı davranış-
lar vardır. Öğrenciler ve öğretmenler, formenler ve işçiler, müdürler ve sekreterleri,
yöneticiler ve tezgahtarlar, doktorlar ve hemşireler, direktörler ve yardımcıları, örgüt
içinde gerçekleşen etkileşimde normları dikkate alırlar. Eğer, bu normları değil de
başka örgütleri ve başka şartları takip etmeye kalktıkları takdirde, uygun olmayan
davranışlar ortaya çıkar. Örgütlerde belli prosedürler tesis edilmiştir. Bu prosedür
veya normlar, bir örgütü başka bir örgütten, bir örgütü içinde ortaya çıktığı toplu-
luktan ayırır.
İster bir fabrika, bir ofis ya da bir sınıfta olsun, belli bir örgütte etkileşim halin-
deki insanlar, aynı zamanda genel, yaygın normları da dikkate alırlar. Mesela nazik
davranışa ilişkin normlar, belli bir örgüte özgü olmayıp toplum içindeki her yerde
karşımıza çıkarlar. Bir örgüt içinde gözlenen normların hepsi örgütsel normlar de-
ğildir. Ancak bazı davranış biçimleri ile belli prosedürler, yalnızca bir örgüt içinde
yer tutarlar. Mesela, her doktora adayının hazırlayacağı tezin bilime orijinal bir katkı
getirmesi gerektiğine ilişkin norma, sadece üniversitelerde rastlanılabilir. Benzer şe-
kilde, dereceler, transkriptler, krediler, sınavlar, diploma törenleri ve benzeri şeyler,
kolej ve üniversite normlarının göstergesidirler. Bunlardan hiçbirine, tam olarak aynı
şekilde bir fabrika, ofis, mağaza veya askeri birlikte rastlanamaz. Bu saydığımız örgüt-
ler de kendi örgütsel normlarına sahiptirler. Çalışma talimatları, hesap cetvelleri, satış
fişleri, stratejik planlar gibi .
Bundan dolayıdır ki, bu normlar her ne olursa olsunlar, her örgütün normları
vardır ve bu normlar yalnızca o örgütün kendisine özgüdürler. Aslında farklı olmakla
birlikte; aynı fonksiyonlara, amaçlara ya da ilgilere sahip benzer örgütlerin normları-
nın da benzer olma eğiliminde oldukları görülür. Birazdan tartışmaya başlayacağımız
bu gözlem, farklı bir olgunun, kurumların varlığını bize göstermektedir.
250 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

Örgütsel statüler Eğer örgütler özgül normlara sahiplerse, onlar aynı zamanda bu
normlarla bağlantılı özgül statülere de sahiptirler. Genel ve örgütsel statüler arasında-
ki ayrımı şu anda yapmaktayız. Burada dikkatimizi yönelteceğimiz statüler, örgütsel
statüler olacaktır. Sağ açık oyunculuğu, sadece bir beysbol takımındaki bir statüdür.
Şüphesiz beysbol takımı bir örgütlü gruptur. Bu statü, toplum içinde başka hiçbir
yerde bulunamayacağı gibi, genel, yaygın bir statü de değildir. Aynı şekilde, üretim
sürecinde ya da halkla ilişkiler birimindeki başkanlık statüsü de örgütsel bir statü
olup, bir organizasyona özgüdür. Bu tür statü, koca ya da baba statüsü gibi, toplum-
da genel bir anlama sahip statülerden değildir. Bir örgütsel grubun organizasyonunu
oluşturan ve böyle bir grubun üyelerinin birbirleriyle sosyal ilişkilerini belirleyen öğe,
örgüte özgü statüler dizisidir.
Örgütlü grupların yapısını oluşturan ve sadece bu tür gruplar içinde anlam taşı-
yan örgütsel statülerin oldukça uzun bir listesi hiç kuşkusuz sunulabilir. Mesela bir
üniversite öğrencisinin genel ya da yaygın statüsü, diğer öğrencilerden farklılaşma-
mış bir şekilde yalnızca öğrenci olmaktır. Bununla birlikte; bir üniversitedeki herhan-
gi bir öğrenci; birinci sınıf, ara sınıf, son sınıf ya da mezuniyet sonrası öğrencisidir.
Bu statüler, örgütsel statülerdir. Örgüt içindeki bir öğrenci, aynı zamanda sosyoloji
öğrencisi, fizik öğrencisi, mühendislik öğrencisi veya başka bir alanda öğrencidir. Bir
örgüt hacim ve karmaşıklık bakımından ne kadar büyürse, bir üniversite veya büyük
bir şirkette olduğu gibi, örgütsel statülerin sayısı da o kadar yüksek olur. Örgüt içinde
örgütsel statüler ve normlar, belli üyeler arasındaki örgütsel nitelikte olmayan statü-
lerden önce gelir.
İki kişi, çok iyi arkadaşlar ve hatta birbirlerinden ayrılamaz dostlar olabilirler. Bu-
nunla beraber, onların ait oldukları bazı örgütlerde, A’nın statüsü B’nın statüsünün
altında, bazılarında da B’nin statüsü A’nın statüsünün altında olabilir. Her ikisinin
de mensup olduğu bir orkestrada, A orkestra şefiyken B birinci klarnet olabilir. Yine
aynı şekilde bir satranç topluluğunda, B şef konumundayken, A sade bir üye olabi-
lir. Bunlar ve daha başka verilebilecek örnekler, örgütsel statülerin önemini ortaya
koymaktadır. Bu tür statüler, örgütlere özgü olup zorunlu olarak örgüt dışı ilişkileri
kapsamazlar.
Böylece bir örgütün yapısının, kısmen özgül, yani o örgüte özgü normlardan ve
statülerden oluştuğunu görmüş bulunuyoruz. Normların ve statülerin örgüte göre
özgülleşmesi, çok önemli bir sosyolojik fenomen olan işbölümünün göstergesidir.
Gerçekten de, işbölümü çok önemlidir; işbölümü hem örgütsüz ve örgütlü gruplar
arasındaki farklılığı, hem de basit ve karmaşık toplumlar arasındaki farklılığı geniş
ölçüde açıklar. İşbölümü, bütün organizasyonların bir özelliği olup, bir anlamda or-
ganizasyon işbölümünün anlamdaşıdır. İşbölümü, grup içindeki insan davranışları ve
kollektif faaliyetler bakımından oldukça fazla sonuçları olan bir fenomendir. İşbölü-
mü, başka türlü ulaşılamayacak belli amaçları başarmayı mümkün kılan bir olgudur.
Bir beysbol takımının sadece topu atan oyunculardan, bir futbol takımının yal-
nızca orta saha oyuncularından, bir kent yönetiminin yalnızca polislerden, bir ban-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 251

kanın veznedarlardan, bir üniversitenin dekanlardan, bir lokantanın aşçılardan, bü-


yük bir mağazanın tezgahtarlardan oluştuğunu tasavvur etmek mümkün değildir.
Bu organizasyonlarda işbölümü olduğu için örgütlü davranışlar mümkün hale gelir;
bazıları bazı işleri yaparken, diğerleri de başka görevleri yerine getirirler. Daha önce-
den de belirtildiği üzere, gol atmaya çalışan bir futbol takımı, aynı şeyi yapmaya ça-
lışan örgütsüz on bir insandan daha üstündür. Örgütlü grup içindeki statüler, uyum
içinde olup birbirlerini tamamlarlar. Futboldaki işbölümü, kamuoyunun dikkati ile
profesyonel spor yazarlarının ilgisini çekecek ölçüde gelişti. Futbolda takım sistemi,
biri hücum, diğeri savunma takımı olan iki takımı ifade eder. Ancak işbölümü bu
noktada kalmaz. Profesyonel takımlar, hiçbir şey yapmayan ancak gollerden sonra
puan yazan bir kimseye ve topu tekmeyle uzaklaştıran bir kimseye sahiptirler. Bunlar
hemen akla gelenler. Ayrıca orta saha oyuncuları, kaleciler, sağ bek-sol bek oyuncu-
ları, takım kaptanları vb. vardır. Bu şartlar altında futbolun bir oyun olup olmadığı
tartışılabilir. Ancak hiç tartışmasız olan nokta şudur ki; işbölümü örgütün etkinliğine
katkılarda bulunur.
Bununla beraber belirtilmelidir ki; futbol takımı, günümüzde ulaştığı işbölümü
düzeyiyle, modern toplumun örgütlerini karakterize eden yoğun uzmanlaşma dere-
cesinin nispeten basit ve küçük bir örneğidir. Mesela, modern bir hastane kliniğini
gözlerimizin önüne getirelim. Kendi toplumumuzda; son yıllarda tıp uygulamasında
giderek yükselen uzmanlaşma olgusunu görmekteyiz. Doktorların genel pratisyen
olarak hizmet ettiği günler geride kaldı, onun yerini hemen hemen her doktorun bir
uzman olduğu günler aldı. Orta büyüklükteki bir şehirdeki klinikte; bir kimse, birlik-
te çalışan, bilgi ve hüner bakımından birbirini tamamlamayan farklı dallarda uzmanı
bulabilir. Bunlar; kadın hastalıkları ve doğum uzmanları, çocuk doktorları, cerrahlar,
anestezistler, dermatologlar, göz uzmanları, kalp uzmanları, ortopedistler, hemato-
loglar, ürologlar, nörologlar, psikiyatristler, dahiliye uzmanları ve röntgen uzmanları-
dır. Bu durumdaki bir kimse, aile doktorunun kişisel ilişkisinden yoksun kalmaktan
dolayı kederlenebilir. Ancak çok az kimse, bu işbölümünün tıbbi bakım ve tedaviye
olan katkısını inkâr edebilir.
Bu tür işbölümü dahi, uluslararası şirketler ve holdingler gibi devasa organizas-
yonlarda gözlenen işbölümüyle karşılaştırıldığında nispeten basit kalır. Bu tür büyük
organizasyonlarda; örgütsel karmaşıklığın derecesini tasavvur etmek, neredeyse kav-
rayış sınırlarının ötesindedir. Dıştan bakan bir kimse, bu işbölümünü detaylarıyla
kavrayamaz. Aynı şekilde, örgüt üyesi bir kimse de çoğunlukla kavrayamayacaktır.
Çünkü o, kendi çalıştığı kısım ya da bölümü tanıyabilir. Şurası açıktır ki; bu büyük-
lükteki organizasyonların farklı, koordinasyon gerektiren ve kompleks faaliyetleri, sa-
dece ayrıntılı bir işbölümünün yardımıyla başarılabilir. İşbölümünü mümkün kılan
etkenler, özgül normlar ve statülerdir. Modern organizasyonların girift etkinliklerini
mümkün kılan öğe ise işbölümüdür.
Otorite Biz genellikle otorite kavramını hükümet olgusuyla birlikte düşünürüz.
Ancak otorite, fonksiyonu sadece hükümet etmek olan organizasyonlarda değil; bü-
252 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

tün örgütlerde ortaya çıkan bir olgudur. Bir anlamda denebilir ki, her örgüt, ne kadar
küçük olursa olsun, kendi hükümetine sahiptir. Toplumdaki her örgüt oldukça ge-
niş anlamda politik bir olgudur. Kuşkusuz her örgüt kendi otorite yapısına sahiptir.
Gerçekten, örgüt otoriteyi yaratır. Organizasyonun olmadığı yerde otorite, otoritenin
de olmadığı yerde organizasyon yoktur. İşte bundan dolayı, otorite organizasyonun
en önemli kriterlerinden birisidir. Oldukça önemli bir konudaki bu tartışmayı, takip
eden bölümde detaylı bir şekilde ele almak üzere, burada bırakıyoruz.
Üyelik yoklamaları Bazı örgütlere katılmak kolayken bazılarına katılmak zordur.
Bununla birlikte, bütün örgütler, çok az da olsa, kendi bünyelerine katılacak kişiler-
den belli bazı niteliklere sahip olmasını isterler. Mesela bir kimse, herhangi bir ulusun
ordusuna katılmanın hiç de kolay bir şey olmadığını kolayca tasavvur edebilir. Askeri
ihtiyacın yoğun olduğu dönemlerde, insan gücüne ihtiyacın acil olduğu zamanlarda;
tıbbî kontrolle görevli uzmanlar göz muayenelerini bir tarafa bırakarak onları sadece
sayarlar. Buna rağmen, her orduda yine bazı testler vardır. Aksi takdirde, sadece yaşa
göre sınıflandırılan insanlar, görevin gerektirdiği fiziksel ve zihinsel standartları ye-
rine getiremeyebilirler. Üyeliğin isteğe bağlı olmadığı örgütlerde bile üyeliğe kabule
ilişkin testler vardır.
İstisnasız bütün örgütler nispeten kapalıdır. Bunların hepsi üyeliğe kabul testleri
uygularlar. Bu testler çok basit olabileceği gibi, cevap verilemeyecek kadar zor da ola-
bilir. Ancak her durumda şu ya da bu tür testler vardır. Silahlı kuvvetlere katılmak,
cumhuriyetçi partinin üyesi olmak kolaydır. Fakat, Amerikan Barolar Birliğine ya
da Amerikan Devriminin Kızları Örgütü’ne katılmak o kadar kolay değildir. Ancak,
tamamıyla açık bir örgüt yoktur. Bir grubun, aynı zamanda nasıl hem kapalı hem de
zorunlu olduğunu şimdi görebiliriz. Mesela, silahlı kuvvetler gibi bir örgütlü grubun
hem üyeliğe kabule ilişkin testleri vardır, hem de bu testlerde aranan şartlara sahip
olanların orduya katılma mecburiyeti vardır.
Bu bakımdan örgütlü gruplar istatistiksel ve toplumsal gruplardan açık bir şekilde
ayrılırlar. Bir örgütte üyelik, hemen her zaman kazanılmış bir statü olup, nadiren do-
ğuştan edinilmiş bir statüdür. Bir örgüte giren herkes, en azından o örgütü karakteri-
ze eden statülere, kurallara ve düzenlemelere uymayı kabul etmek zorundadır. Bunu
yapmadığı zaman üyeliğine son verilebilir, normlara uymayı sağlayacak işlemler dev-
reye sokulabilir. Herşeyden önce, üyeliğe kabulün kendisi bir testtir. Sadece bu şart
bile, bir örgütü açık bir gruptan ayırmaya yeter. Ayrıca, bir çok örgütün özel kabul tö-
renleri, üyeliğin ayrıcalıklı bir statü olduğunu ifade etmeye yönelik başka etkinlikleri
de vardır. Orduya katılan kimselerin yemin etmesi, hem simgesel hem de hukuksal
anlama sahip bir eylem olarak bu fonksiyona hizmet eden bir merasimdir.
Mülkiyet Bütün örgütlerin kendi mülkiyeti vardır. Mesela, üyelerden toplanan ai-
datlar, veznedar veya başka bir üyeye değil örgüte aittir ve toplanan bu paralar örgüt
adına ve hesabına harcanır. Örgütün toplanan bu paralardan başka da sahip olduğu
şeyler vardır. Örgüt mülkiyeti, maddi kültür öğelerinin tamamını kapsayabilir. Her
örgütün, tıpkı kendi normları gibi, kendi maddi varlıkları vardır. Mesela bir okulun
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 253

tebeşir ve siyah yazı tahtaları varken, bir mağazada hesap makinaları ve yazar kasa,
bir beysbol takımının da beysbol sopası ile topları vardır.
Kuşkusuz, maddi kültür öğeleri kendi kendilerine mülkiyet kavramını yaratmaz-
lar. Mülkiyet kavramı sadece maddi kültür nesnelerini değil, aynı zamanda mülkiyete
ilişkin normları, eşyadan yararlanma ve onu kullanma hakkını da içerir. Sonuç olarak
mülkiyet kavramı, hem nesneleri hem de normları kapsar. Bir toplumda mülkiyet ola-
rak kabul edilen şey, başka bir toplumda mülkiyet olarak görülmeyebilir. Çünkü, bu
toplumların mülkiyete ilişkin normları birbirinden farklıdır. Bu konudaki tartışmayı
burada kesip, mülkiyetin doğası hakkında bir analize burada girmeyeceğiz. Ancak,
mülkiyetin sadece ekonomik bir fenomen değil, aynı zamanda sosyolojik bir olgu
olduğu konusunda ısrarlıyız. Hiç şüphesiz mülkiyet, sadece fiziksel bir fenomen de-
ğildir. Toplum içindeki her örgütün kendi normlar dizisine ve kendi ayırdedici maddi
nesnelerine sahip olduğunu düşündüğümüzde, en azından bir anlamda, her örgütün
kendi kültürüne sahip olduğunu ve her örgütün toplumun kültürüne nazaran bir alt
kültürü bir ölçüde de olsa temsil ettiğini söyleyebiliriz. Mesela Doğu Sosyoloji Der-
neği gibi, her örgüt, aynı zamanda benzersiz bir topluluk, daha büyük toplum içinde
daha küçük bir toplumdur.
İsim ve diğer ayırdedici simgeler Örgütlü grupların formel özellikleri hakkında-
ki tartışmamızı, her bir örgütün, ister Venezuela Hükümeti, ister Manx Kedilerini
Koruma Cemiyeti; isterse Mısır Ordusu olsun, bir isme ve diğer ayırdedici simgelere
sahip olduğunu belirterek sonlandırabiliriz. Oldukça yüksek derecede örgütlenmiş
örgütler, isimlerini, kendi anayasalarının, anasözleşmelerinin, tüzüklerinin, statüle-
rinin veya normlarını ortaya koyan diğer formel metinlerin ilk cümlesinde belirt-
mektedirler. Ancak, ismiyle ayırdedilebilen örgütlü gruplar sadece büyük örgütler
değildir. Her komite, bağımlı bir örgütlü grup olsa bile, amacını gösteren bir isme sa-
hiptir. Kuşkusuz, örgütler isimlerden başka diğer ayırdedici, kimliklerini tanımlayıcı,
sloganlar, şarkılar, renkler, armalar, ticarî markalar, mühürler, nişanlar ve taçlar gibi,
sembollere de sahip olabilirler. Bunlar bazen sembolik kültür öğeleri olarak adlandı-
rılır ve onlar, isimler gibi, örgütlü grupları tanımaya ve başkalarından ayırdetmeye
hizmet ederler.
Gizli toplulukların kendilerine özgü dilleri, kodları ve parolaları vardır. Bunlar da
benzer bir fonksiyon görürler. Reklamcılığın gelişmesi, üretim ve ticaret şirketleri ta-
rafından kullanılan simgelerin muazzam şekilde artmasına yol açtı. Bu tür firmaların
ayrıca ayırdedici birer logosu da vardır.
Buraya kadar, örgütlü grupların temel özelliklerini incelemiş ve bu özelliklerin ör-
gütlü grupları örgütsüz gruplardan nasıl ayrıldığını göstermiş bulunuyoruz. Bu özel-
likleri şöylece özetleyebiliriz: (1) Özgül fonksiyon, (2) örgütsel normlar, (3) örgütsel
statüler, (4) otorite, (5) mülkiyet, (6) üyelik yoklamaları, (7)isim ve diğer tanımlayıcı
simgeler. Bu özelliklerden bazıları diğerlerinin doğal sonucudur; diğer bir deyişle,
işbölümü statülerin farklılaşmasının bir fonksiyonudur, otorite statülerin tabakalan-
masının bir fonksiyonudur, mülkiyet örgütsel normların ve maddi öğelerinin, bileşik
254 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

bir fonksiyonudur. Bununla beraber biz, onları daha anlaşılır kılmak için ayrı ayrı
tartıştık.
Bütün bu özelliklerin; örgütlerin kendi doğasıyla, iç örgütsel yapıyla ilgili olduğu
kolaylıkla gözlenebilir. Bir sonraki bölümde, birbirleriyle bağlantılı farklı örgütlerin
ilişkilerini, yani örgütler arası ilişkileri dikkate alacağız ve büyük ölçekli örgütlerin,
karmaşık bir toplumun karakterini nasıl etkilemekte olduğunu bazı detaylarıyla gös-
tereceğiz.

4. Formel ve informel organizasyon

Statüler hakkındaki bölümün sonunda; başlangıçta kasap ve müşteri olarak statü


ilişkileri içinde etkileşime giren Bay Smith ile Bayan Jones’in birbirlerini belli bir süre
tanıdıktan sonra statü ilişkileri yanında aynı zamanda kişisel ilişkiler geliştirdikle-
rini belirtmiştik. Bu türden bir şeyin gerçekten de toplum içinde olağan bir oluşum
olduğunu, bir statü ilişkisi içinde sık ya da düzenli şekilde etkileşime giren iki veya
daha çok kimse arasındaki ilişkinin doğasının değişebildiğini ve ilişki sürecinde kişi-
sel öğelerin ortaya çıkabildiğini söylemiştik. Şimdi de, aynı olgunun örgütlü gruplar
içinde de ortaya çıktığını belirtmek istiyoruz.
Bir örgütlü grubun değişik üyeleri arasında bir zamanlar hemen hemen tama-
mıyla statü ilişkileri niteliğinde olan ilişkiler, giderek kişisel ilişkiler niteliğine bürü-
nebiliyor. Böylece örgütün formel organizasyonun yanında formel olmayan bir orga-
nizasyon da ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayıdır ki; toplum içindeki her örgütün
yapısında, biri formel organizasyon diğeri de formel olmayan organizasyon olmak
üzere, iki farklı organizasyon türüyle karşılaşırız. Formel organizasyon statü ilişki-
lerinden oluşurken, formel olmayan organizasyon kişisel ilişkilerden meydana gel-
mektedir. Bir örgütün üyelerinin sosyal etkileşimleri, o örgütün formel yapısını teşkil
eden statülere ilişkin normlarla hiçbir zaman tam olarak çakışmaz. Kişisel faktörler
her zaman etkileşim sürecine nüfuz ederler. Üzerinde tartışmakta olduğumuz ayrımı
mümkün kılan şey, bu hususun kabulüdür.
Bir an için, yeni inşa edilen ve deniz kuvvetlerinin hizmetine sunulan bir gemiyi
düşünelim ve varsayalım ki bu bir destroyer olsun. Bu gemi sefere konulacağı zaman,
denizcilik terminolojisiyle söyleyecek olursak, onun bir mürettebat ekibiyle donatıl-
ması gerekecektir. Önceden birbirini hiçbir şekilde görmeyen ve tanımayan bir dizi
insan, organizasyon içindeki belli statülere yerleştirilmek üzere atanacaktır. Böylece,
bunlardan bazıları; gemi komutanlığı statüsüne, komutan yardımcılığına, mühendis
subay statüsüne atanırken, diğerleri de başka statülere yerleştirileceklerdir. Böylece,
tam bir organizasyon tablosu ortaya çıkacaktır. Organizasyon tablosunda yer alan bu
kimselerin, formel bir şekilde belirlenen statüler bakımından herhangi bir karışıklığa
yol açmaksızın birbirleriyle etkileşime girdikleri görülür. Gemiyi limandan hareket
ettiren ve onun denizlerde dolaşmasını mümkün kılan etken, işte bu etkileşim süreci-
dir. Bunun başka bir yolu yoktur. Sık sık vurguladığımız gibi, bu süreç bir mucizedir,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 255

sosyal organizasyonun bir mucizesidir.


Analizimizi bu noktada bırakacak değiliz. Deneme seferleri sırasında; gemi or-
ganizasyonunda yer alan üyeler, birbirlerini tanımaya başlayacaklar, subaylar ve
diğer personel kendi kaptanlarını, kaptan da onları değerlendirmeye başlayacaktır.
Kısacası, deneme seferi sadece geminin mekânik donanımının test edilmesine değil,
aynı zamanda gemi mürettebatını oluşturanların ustalıklarının ve karakterlerinin de-
ğerlendirilmesine yol açacaktır. Bu kimselerden bazıları, resmi pozisyonlarından ya
da örgütsel statülerinden nispeten bağımsız liderlik eğilimleri sergileyecekler, diğer
bazıları, otorite kullanmayı gerektiren mevkilerde olmalarına rağmen, liderlik rolüne
isteksiz görüneceklerdir. Mürettebat, kaptan hakkında oldukça çabuk hüküm vere-
cektir. Kaptan kurallara titizlikle uyan bir kimse mi? Sert bir amir mi? Lakayt bir
kimse mi? İyi bir insan mı? Gemiyi kullanacak yetenekte biri mi? Bu konuda yanlış
yapan bir kimse mi? Gemide görevli subaylardan hangisi, işgal etmekte olduğu statü-
den bağımsız olarak, diğer personelin sadakat ve güveninin kazanacak? Hangi birey,
grup ruhuna ya da dayanışmasına en büyük katkıyı yapacak? Kim, gemide bulunan
kimselerin kendi gemisinden ve grubundan gurur duymasına katkıda bulunacak?
Şüphesiz bütün bu sorular, gemi organizasyonunu oluşturan normlara ve sta-
tülere göre cevaplandırılabilecektir. Gemi komutanı, gerçekten de bir lider olabilir.
Çevresine, çalışma arkadaşlarına ilham kaynağı bir kimse olabilir. İstekleri sorgusuz
kabul edilen bir insan olabilir. Karar ve tahminleri ekseriya doğru çıkan biri olabilir.
Ancak muhtemeldir ki, bu her zaman böyle olmayabilir. Gemi komutanlığı statüsüne
atanan kimse bazen astlarının saygısını kaybedebilir ve bazen de kendisi bu duru-
ma kayıtsız kalabilir. Her olayda, gemi personeli kişisel bakımdan birbirini tanımaya,
birbirlerinin güçlü ve zayıf taraflarını, olumlu yönlerini ve eksikliklerini değerlendir-
meye başlarlar. Diğerleri karşısında bazı kimseler dikkati çekecektir, sık sık onların
görüşlerine baş vurulacak ve diğerleri kararları onlara bırakacaklardır. Bazılarından
kaçınılırken, bazılarıyla arkadaşlık ve dostluk kurulmaya çalışılacaktır. Başka bir
deyişle, bu durumlarda formel olmayan bir organizasyondan söz edilebilir. Bu tür
organizasyon, deniz kuvvetleri mevzuatıyla kararlaştırılan formel ya da resmi orga-
nizasyonla çakışmayabilecektir. Gemi organizasyonundaki üyeler belli statüleri işgal
ederler. Onlar aynı zamanda belli roller de oynarlar. Onların oynamakta olduğu rol,
her zaman öngörülemeyen bir tarzda formel ya da resmi organizasyonun karakterini
değiştirebilir.
Aslında bir gemi organizasyonunda vukubulan her şey toplum içindeki her ör-
gütte de kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bütün örgütlerde; formel organi-
zasyonla eş zamanlı olarak informel bir organizasyonun da ortaya çıktığını gözleye-
biliriz. Şimdi bu ayrımı, sosyolojik analiz diliyle tartışmaya başlayabiliriz. Bir örgütün
formel organizasyonu, üyelerinin işgal etmekte oldukları pozisyonlarla ve görevlerle
uyumlu bir şekilde resmen tanınan ve tesis edilen statülerden oluşur. Örgüt, aynı za-
manda bu pozisyonlara bağlanan hakları, yetkiler, görev ve sorumlulukları belirle-
yen kural ve düzenlemeleri de kapsar. Üyelerin görev ve yetkileri de kuşkusuz formel
256 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

organizasyonun bir parçasıdır. Çünkü resmi bir şekilde belirlenmiş ve birbirleriyle


uyumlu kılınmışlardır. Üyeler arasındaki sosyal ilişkiler; resmen belirlenmiş statü-
lere göre formel bir şekilde, açıkça yazılı normlarla uyum içinde, kişilerin dışsal ve
kategorik değerlendirmelerine uygun biçimde vukubulurlar. Formel organizasyonun
bünyesinde statüler, bu statüleri dolduran kimselerin varlığında bağımsız olarak fark-
lılaşan prestije sahiptirler.
Örgütsel yaşamın dinamiği içinde, böyle bir bağımsızlığı sürdürmek imkansız
değilse bile oldukça zordur. Formel organizasyonun yanı başında, bir informel or-
ganizasyon ortaya çıkar. İnformel organizasyon; statülerden ziyade rollerden, kişisel
üstünlük ve sadakat, kişisel etki, düşmanlık ve ilgisizlik kalıplarından oluşur. Bu rol
kalıpları resmi ya da formel organizasyonun statü hiyerarşisi ile çakışabileceği gibi ça-
kışmayabilir de. İnformel organizasyonda, sosyal ilişkiler, kişilerin statülerinden ba-
ğımsız şekilde birbirlerine karşı duydukları saygı temelinde kurulur. Kısacası, formel
organizasyonlarda sosyal ilişkiler statülerin prestij hiyerarşisine ve açıkça belirlenmiş
normlara göre oluşurken, informel organizasyonda bireylerin birbirlerine saygılarına
ve yaygın genel toplumsal normlara göre gelişir. Prestij skalası statülere özgü iken,
saygı kişilere yöneliktir. Prestij hiyerarşisi formel organizasyonların bir özelliği iken,
saygı ya da hürmet informel organizasyonların bir niteliğidir.
Bu durum karşısında , bazı örgütlerde formel ve informel organizasyonlar arasın-
da yakın bir çakışma bulunabileceği ve bu çakışmanın nispeten sürekli de olabileceği
söylenebilir. Böyle durumlarda, en yüksek prestije sahip statüler en yüksek saygınlığa
sahip kişiler tarafından doldurulur. Bazı örgütlerde ise, formel ve informel organizas-
yonlar arasında ciddi bir kopukluk ortaya çıkabilir. Böyle durumlarda statüye atfe-
dilen resmi ya da biçimsel prestij var olmaya devam eder. Fakat o statüyü işgal eden
kimseye gösterilen saygı yitirilir ve o kimse sözde yetkili sembolik bir kimse haline
gelir. Bu durumdaki resmi bir görevli kendi pozisyonunun biçimsel otoritesine sahip-
tir. Fakat, saygıya dayalı informel etkiyi yitirmiştir. Bir örgüt, informel organizasyon
formel organizasyonu desteklediği zaman fonksiyonlarını en iyi şekilde yerine getirir.
Bu iki tür organizasyon arasındaki kopukluk çok arttığı takdirde, örgütün varlığını
sürdürmesi tehlikeye düşer. Şimdi, bu gözlemleri alışılmış bir tarzda; formel organi-
zasyonun niteliklerini bir sütunda, informel organizasyonun özelliklerini de diğer bir
sütunda listeleyerek özetleyebiliriz:

Formel Organizasyon İnformel Organizasyon

Örgütsel normlar Genel, yaygın normlar


Statüler Roller
Prestj Saygı
Otorite Liderlik
Hâkimiyet Kişisel üstünlük
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 257

Boyun eğme Kişisel sadakat


Kişiler hakkında dışsal değerlendirme Kişiler hakkında içsel değerlendirme
Statü ilişkileri Kişisel ilişkiler

Bir kimse, sol ve sağ sütunlarda görünen fenomenler arasında daha da geniş bir
ayrım yapabilir; formel organizasyon başlığı altındaki sütunun esasında sosyolojik
karakterde olduğunu ve sosyolojik analiz yoluyla açıklanabileceğini, buna karşılık in-
formel organizasyon başlığını taşıyan sütunun, genel, yaygın normlar hariç olmak
üzere, bireylerin kişilik ve mizaçlarıyla ilgili olup, sosyal psikolojiye ait bir konu oldu-
ğunu söyleyebilir. Kısacası, kişilerarası ilişkiler sosyal psikolojinin yardımı olmadan,
satatüler arası ilişkiler de sosyolojinin yardımı olmaksızın anlaşılamazlar.
Bu ayrımın önemi, motivasyon problemleriyle ilgilenenlerin çok defa gözünden
kaçıyor. Formel organizasyonun doğası, daha geniş anlamda sosyal yapısı, genellikle
psikolojiye atfedilen meselelerle yakından ilgilidir. Bu konuda iki örnek verebiliriz.
Birinci olarak, Dünya Beysbol şampiyonluk karşılaşmalarında yedi maçtan dördünü
kazanan takımın başarısı üzerinde durabiliriz. Oyunculara sağlanan mali imkanlar
çok yüksek olduğundan, oyuncular, yedi oyundan oluşan tüm müsabakaları kazan-
mak üzere güçlü bir şekilde güdülendiler. Bu, muhtemelen önceden planlamaksızın
ve üzerinde pek de düşünmeksizin yapıldı. Başka bir deyişle, oyunda şike yapmak
gibi bir durum söz konusu değildi. Ancak, kolay kolay sezilemeyecek, çok ince, üstü
örtük bir şey vardı.
Bu olasılığı önleyen şey nedir? Bu sorunun cevabı dünya beysbol yarışmalarında
geçerli normlarda bulunabilir. Belli bir sonuca ulaşmak için gerekli maç sayısı kaç
olursa olsun, oyuncular sadece ilk dört oyunun gelirini paylaşıyorlar. Bundan dola-
yı, müsabakaları mümkün olduğu kadar erken bitirmek bir avantaj olmaktadır. Eğer
dört oyundan fazlası gerekli görüldüğü takdirde, onlar belli bir süre hiçbir şey yap-
mayacaklar, bütün sezon çalışmak zorunda kalacaklar. Halbuki onlar hep birlikte ava
gitmeye de oldukça hevesliler. Bu durumda; grup normlarının, motivasyonu açık bir
şekilde etkilediği görülmektedir.
İkinci bir örnek olarak, bir savaş eğitim gemisinde vukubulan bir durum üze-
rinde durulabilir. Bu birliğe bağlı subay adaylarından kahvaltıdan önce bir ast suba-
yın komutasında düzenlenen egzersizlere katılmaları istenir. Bu egzersizlerden muaf
tutulmak oldukça kolaydır. Basit bir soğuk algınlığına veya başka bir rahatsızlıktan
revire veya eczaneye giderek, orada görevli arkadaşlarından istirahat veya uyku verici
ilaç alarak muaf sayılmaları mümkündür. Arkadaş grubunun oldukça yüksek ölçüde
işbirliği yaptığı görülür. Sonuç olarak, sağlık servisi tarafından belgeli ve imzalı ma-
zeretli personel sayısı giderek artan ölçüler de, neredeyse toplam personel sayısının
yarısına ulaşır.
Birlik komutanı, yalandan hasta olmak gibi hassas bir problemi çözmek duru-
mundadır. Komutan, sağlık subayına her vakayı kişisel olarak belgelemesini emrede-
258 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

rek veya eczacı arkadaşlarını uyarmasını ondan isteyerek ve onların çalışmasını daha
yakından denetleyerek mazeretlilerin sayısını kolayca azaltabilirdi. Ancak o arzu edi-
len sonucu verecek daha etkili bir yol buldu ve bir kuralda değişiklik yaptı. Birlik
komutanı, sabahleyin yapılan jimnastik egzersizinden muaf olanların, bu egzersizleri
yapamayacak kadar hasta olduklarına göre, bütün personele tanınan akşamları şehire
gitme hakkından da yararlanamayacak derecede rahatsız olacakları için, bu haktan
yararlanamayacaklarını kararlaştırır. Problem, sağlık servisinin kararına müdahale
etmeksizin ve yalandan hastalanma sorununa meydan verilmeksizin çözümlenir. Yu-
karıda verilen örneklerin her ikisi de örgütsel yapının insan davranışıyla yakından
ilgili olduğunu göstermektedir. Sosyologlar, sosyolojik esasları ilgilendiren bu tür ör-
nekleri ortaya koymak durumundadırlar.
Şimdi, formel ve informel organizasyon arasındaki ilişki konusunda iki genel göz-
lemde bulunabiliriz. Bunlardan birincisini şöyle ifade edebiliriz: En iyi şekilde tasar-
lanan formel organizasyon, informel organizasyondan destek almadıkça başarılı bir
örgüt olamaz. Başka bir deyişle, en düzenli ve etkili yapı; eğer üyeleri arasında birbir-
lerine karşı güven yoksa, kişisel dostluklar geliştirmemişlerse, birbirlerini sevmiyor
ve birlikte olmuyorlarsa, başarılı bir örgütsel yönetim sergileyemez. Böyle durumlar-
da otorite kullanımı hiçbir sonuç yaratmaz. Ancak kırgınlığa neden olur. Kırgınlık da
kişiler arası etkileşimi imkansız kılmasa bile oldukça güçleştirir. Daha aşırı ya da uç
durumlarda otorite tamamen ortadan kalkar ve kaba güçten ya da zordan başka bir
şey ortada kalmaz.
İkinci gözlem ise zıt bir duruma ilişkindir. Formel organizasyon yetersiz olduğu
takdirde, dünyadaki en iyi niyetli tutum ya da davranış bile, örgütsel faaliyetin ba-
şarılı bir şekilde sürdürülmesi bakımından yeterli olmaz. İşte bu nedenledir ki; üst
kademede sorumluluğun bölünmüş olması arzu edilen bir durum değildir. Mesela,
bir organizasyonu etkileyen meseleler hakkında nihaî kararları almak üzere yetkilen-
dirilen iki kişinin varlığını düşünelim. Böyle bir pozisyona konan iki iyi arkadaş, çok
kısa bir sürede düşman almaya başlayacaklardır. Çünkü, statü ilişkileri bakamından
aralarında çatışma çıkması kaçınılmaz olacaktır. Bu olgu, bazı örgütlerin tarihçesinde
tekrar ve tekrar ortaya konabilir. Kısacası, en etkin ve tatmin edici örgüt, bünyesin-
de informel organizasyonla desteklenen formel organizasyonu barındıran örgüttür.
Daha önce de söylediğimiz gibi, formel ve informel organizasyon arasında kopukluk
oldukça yüksek bir düzeye vardığı zaman, örgüt çözülme tehlikesiyle yüzyüze gele-
cektir.
Formel ve informel organizasyon arasındaki bu ayrımdan kaynaklanan son bir
gözlemde daha bulunabiliriz. Toplumun bizzat kendisi, bu iki organizasyon türünü
sergiler. Çünkü, biz devlet hakkında konuştuğumuzda aslında toplumun formel orga-
nizasyonundan; topluluk hakkında konuştuğumuzda ise aslında toplumun informel
organizasyonundan söz etmiş oluyoruz. Yasalar, formel organizasyonlara ait örgüt-
sel normlarken; örf ve adetler, informel organizasyona ait genel, yaygın (topluluksal,
grupsal) normlardır. Hükümet ya da devlet görevlileri, hem atanmış hem de seçilmiş
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 259

olanlar, formel organizasyon içindeki statüleri işgal ederken, politikacılar informel


organizasyon içinde roller oynarlar.
Bununla beraber, bu durum, politik ilgilerini gerçekleştirmek üzere örgütlenen
insanlar gerçeği nedeniyle oldukça komplike bir durumdur. Hükümetin informel or-
ganizasyonu, oldukça iyi örgütlenmiş özel ilgi gruplarının bir resmini sunar. Mesela
bu gruplardan biri olan siyasi partiler de bir örgütsel gruptur. Bu konuya bir sonraki
bölümde tekrar döneceğiz. Burada biz, sadece devletin toplumun formel organizas-
yonunu, topluluğunda informel organizasyonunu temsil ettiğini vurgulamak istiyo-
ruz.
Bu bölümde, örgütlerin formel ve informel organizasyonu arasındaki önemli ay-
rımı kısaca tartıştık. Örgütlerin büyümesi ve örgütsel ilişkilerin çoğalması, kompleks
bir toplumun en önemli özelliklerinden birisidir. Bununla beraber hemen belirtmek
gerekir ki, ne bütün sosyal ilişkiler örgütsel ilişkilerdir ne de bütün örgütsel ilişkiler
statü ilişkileridir. Bir örgütün üyeleri arasındaki sık ve düzenli etkileşim, onları, bir-
birlerini kişisel ve içsel bakımdan değerlendirmeye yöneltir. Böylece, kişisel ilişkiler
statü ilişkilerine dahil olur; bazen onları desteklerken, bazen onlara karışır. Sonuç
olarak diyebiliriz ki, bir örgüt ne kadar katı şekilde yapılandırılmış olursa olsun, her
örgütte formel organizasyonla birlikte ortaya çıkan informel bir organizasyonun var-
lığıyla yüz yüze geliriz.
Formel organizasyon; statülerden ve bu statüleri işgal edenlerin kişiliğinden ba-
ğımsız olarak statülere atfedilen prestijden meydana gelir. İnformel organizasyon ise,
rollerden ve işgal ettikleri statülerden bağımsız olarak kişilere duyulan saygı ve gü-
venden oluşur. Otorite, yalnızca formel organizasyonda bulunur. Buna karşılık lider-
lik, informel organizasyonda ve örgütlenmemiş toplulukta ortaya çıkar. Mesela bir
polis memuru, liderliği değil otoriteyi temsil eder.
Örgütsel normlar ve statüler, örgüt üyelerinin sosyal etkinliklerini belirler. Karşı-
lık olarak bu etkinlikler de örgütlerin yapısını etkiler. Süreç içerisinde kişilerin değiş-
mesine rağmen bir örgütün varlığını sürdüren şey onun yapısıdır. Yapıdaki değişme-
ye rağmen örgütün varlığını devam ettiren de bizzat o örgütün üyeleridir. Bir örgütün
formel ve informel organizasyonu arasındaki ilişkiler, her zaman derin, komplike ve
ilginç ilişkilerdir. Bu saha, özellikle to0plumun politik organizasyonu bakımından,
sosyoloji ile siyaset biliminin aynı ortak temel üzerinde buluştukları alandır.

5. Kurumlar

Kurumlar kavramı, sosyoloji sahasındaki en önemli kavramlardan birisidir. Bu-


nunla beraber, oldukça muğlak, anlamı açık olmayan bir kavramdır. Sosyoloji lite-
ratüründeki tanım ve değerlendirmeleri arasında tutarsızlıklar vardır. Mesela bazı
yazarlar geniş ölçekli örgütlü grupları bir “institution” (kurum) olarak adlandırıyor-
lar ve toplum içindeki daha küçük çaplı örgütlü gruplar için “association” (örgüt)
260 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

sözcüğünü kullanıyorlar. Aslında kurumlar ve örgütler arasındaki farklılık, basit bir


ölçek ayırımı değildir.
Bununla beraber, basitlik her zaman için açıklığa yol açmaz. Bu bakımdan hiç
kimse kurum adını almaya layık bir grubun ne kadar büyük olması gerektiğini bile-
mez. Şurası da bir gerçektir ki; böyle bir kullanımı teşvik etmek, makul bir şey olma-
yacaktır. Kurumlar ve örgütler arasındaki çok daha önemli başka bir ayrım, Robert
M. Maclver tarafından yapılmıştır. Bu ayrım oldukça açık ve kullanışlı olduğundan,
onu önce inceleyip, ardından kendi amaçlarımız için benimseyeceğiz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir organize grup, ister küçük isterse büyük ol-
sun, bir örgüttür. Organizasyonundan dolayı örgüt, bir ölçüde yapıya ve devamlılığa
sahiptir. Dahası, onun bir adı ve kimliği vardır. Diğer taraftan bir kurum, ister örgüt-
lü isterse örgütsüz bir grup söz konusu olsun, hiç de bir grup anlamına gelmez. Bir
kurum organize olmuş bir prosedürdür. Bir kurum; toplum içindeki bazı etkinlikleri
sürdürmenin formel, kabul edilmiş, tesis edilmiş, istikrarlılık kazanmış bir tarzıdır.
Daha öz bir ifadeyle, örgüt organize bir grup iken kurum organize bir prosedürdür.
Ayrıca, kurum tıpkı gelenekler, görenekler ve yasalar gibi bir normdur. Ancak bu
normlardan farklı olup, biraz özce açıkladığımız tarzda bir normdur.
Ayrımdan söz ettiğimize göre, şimdi bu ayrımın ne olduğunu tasvir etmemiz ve
onu daha açık ve anlaşılır hale getirmemiz gerekir. Bundan dolayı, kurum sözcüğünü
bir süre için unutalım ve kurumsallaşma sözcüğü üzerinde duralım. İnsanlar, hayat
akışları içinde binlerce aktivitede bulunurlar. Bu etkinliklerden bazıları kurumsallaş-
mışken bazıları değildir. Mesela, bir toplumdaki hemen hemen tüm erkekler şu veya
bu zamanda beysbol oynamıştır. Kolej kampüslerinde ve mahalle aralarındaki boş
sahalarda oynanan anlık oyunlar yaygın olup, sezon boyunca hemen hemen her gün
görülebilir. Aynı oyun Dünya Beysbol müsabakaları çerçevesinde de oynanır. Anlık
oyunlarla dünya müsabakaları arasındaki fark şudur; birinci durumdaki beysbol ku-
rumsallaşmamışken, ikinci durumdaki oyun kurumsallaşmıştır.
Benzer şekilde, eğlence için birbirleriyle boks yapa iki çocuk ile, aynı şeyi ödül için
yapmaya çalışan iki dövüşçü esasında aynı etkinlikte bulunmaktadırlar. Ancak birin-
ci durumdaki karşılaşma kurumsallaşmamış iken ikincisi kurumsallaşmıştır. Başka
bir deyişle, aynı etkinlik bir durumda kurumsallaşmış değilken, diğer durumda ku-
rumsallaşmış olup, özel, belirlenmiş, kesin kurallara göre formel bir şekilde yapılır.
Başka bir örnek verelim. Toplumumuza her kişi, şu veya bu zamanda bir öğret-
men rolünü oynar. Yani herkes bir diğerine bir şeyi nasıl yapacağını öğretir. Mesela bir
üçüncü sınıf öğrencisi, kendisinden küçük kız kardeşine 2 rakamını nasıl yazacağını
öğretir. Bir anne, çocuğuna ayakkabılarını nasıl giyeceğini öğretir. Bir kız, arkadaşına
nasıl briç oynanacağını öğretir. Bir baba, oğluna arabayı nasıl süreceğini öğretir. Er-
kek çocukları, birbirlerine marifetlerini öğretirler. Ancak, herkes şu veya bu zamanda
öğrenme ve öğretme etkinliklerinde bulunmakla beraber, hiç kimse öğretmen ya da
öğrenci statüsünde değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi statü kurumsallaşmış bir
roldür. Öğrenme ve öğretme bütün toplumlarda görülebilen etkinliklerdir. Ancak bu
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 261

etkinlikler kurumsallaştıkları bazı toplumlarda çok önemli olurlar. Bu tür toplumlar-


da bir eğitim kurumunun varlığından söz ederiz. Aynı etkinlik hem sınıflarda hem
sınıflar dışında binlerce yerde yapılır. Ancak, sınıftaki etkinlik formel, düzenli ve tesis
edilmiştir, kısacası kurumsallaşmıştır.
Haberlerin yayılması, bütün toplumlarda görülen bir şeydir. İnsanlar, ilgilerini çe-
ken meseleler hakkındaki bildiklerini karşılıklı olarak birbirlerine aktarırlar. Ancak,
kompleks toplumlarda bu etkinlik kurumsallaşmış olup, basın kurumu şeklinde kar-
şımıza çıkar. Bütün toplumlarda insanlar, bir şeylere taparlar ya da kendi yazgılarını
kontrol eden görünmez güçlere inanırlar. Tanrıya yakarma düzenli, kabul edilmiş,
bilinen şekilde ve bazen törensel tarzlarda icra edildiğinde karşımızda din kurumu
var demektir. Bütün toplumlarda insanlar, hayatlarını kazanma ya da idame ettirme
sorunuyla yüz yüze gelirler. Bu etkinlik evrensel ölçüde kurumsallaşmıştır. Bundan
dolayı tüm toplumlarda ekonomi kurumu vardır. Son olarak, bütün toplumlarda has-
talıkları tedavi etmenin bazı tarzları vardır. Kompleks toplumlarda bu tarzlar tıp ve
hemşirelik kurumlarına dönüşmeye başlar.
Kısaca, bir kurum, bir şeyi belirli, formel ve düzenli bir şekilde yapma tarzıdır. O,
tesis edilmiş bir prosedürdür. Her toplumda belli eylemler hep tekrar edilir ve bu tek-
rarlanırlık eylemi kalıplaştırır. Böylece o eyleme ilişkin kabul edilmiş, tanımlanmış
ya da belirlenmiş bir prosedür oluşur. Bu prosedür yerleşip kökleştiğinde bir kurum
ortaya çıkmış olur. Toplum, her zaman olayları modellere ya da kalıplara, kalıpları
da kurumlara dönüştürür. Bununla beraber, toplumda bir etkinlik kurumsallaşmış
olduğu zamanda da aynı etkinliğin kurumsallaşmamış yollardan da icra edildiği göz-
lenebilir. Mesela, basın kurumuna sahip olduğumuz halde, bazı haberler halen ağız-
dan ağıza yayılmaya devam eder. Yine, eğitim kurumuna sahip olsak bile, öğrenme ve
öğretme etkinliği informel tarzlarda da vukubulur.
Aynı zamanda, farklı toplumların değişik etkinlikleri kurumsallaştırdıkları da
gözlenebilir. Bu farklılıklar, basit yapılı toplumlarda daha kolaylıkla ortaya konabilir.
Mesela, bütün toplumlarda din adamları olduğu halde, bazı toplumlarda ne büyü-
cü hekimler ne de politik fonksiyona sahip kabile reisleri vardır. Bazılarında da biri
varken öteki yoktur. Başka bir deyişle, bazı toplumlarda hastalıkların bakım ve teda-
visi kurumsallaşmışken, bazılarında politik liderlik, bazılarında da tanrıya yakarma
etkinliği kurumsallaşmıştır. Çok basit yapılı toplumlarda, kurumlar nispeten fark-
lılaşmamıştır. Yani, bu toplumların bazılarında, büyücü hekimler, politik reisler ve
din adamları birbirinden ayrılmazlar. Tıp, hükümet ve din gibi farklılaşmış kurumlar
yoktur. Bütün bu etkinlik alanlarını, ayrı kurumları bütünüyle birleşmiş şekilde bir
bütün olarak görebiliriz. Toplumlar gerek büyüklük gerekse karmaşıklık bakımından
geliştikçe; kurumlar giderek artan ölçülerde birbirinden farklılaşır, yaşamakta oldu-
ğumuz toplumlarda bu farklılaşma, çok detaylı ve belirgin bir hale gelmiştir.
Tesis edilmiş bir prosedürler bütünü olarak tanımladığımız kurumu, diğer norm-
lardan, özellikle de örf ve adetlerden farklı kılan şey nedir? Bu sorunun cevabı olduk-
ça basit olup, bu cevap kurumun başka bir özelliğini bize sunar. Bir toplum içinde örf
262 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

ve adetler, örgütlü olmayan gruplar ve topluluklar tarafından sürdürülüp yaptırıma


bağlanırlar. Kurumlar ise, her zaman kendilerini sürdürecek özgül örgütlere ihtiyaç
duyarlar. Her nerede bir kurumla karşılaşsak, aynı zamanda en azından bir örgüt
–genellikle daha çok örgüt- le yüz yüze geliriz. Bu örgüt ya da örgütlerin fonksiyonu
kurumsallaşan etkinliği sürdürmektir.
Mesela, el sallama alışkanlığı, organize olmayan topluluk tarafından desteklenen
bir adettir. Buna karşılık selamlaşmak, silahlı kuvvetler ve deniz kuvvetleri gibi örgüt-
ler tarafından desteklenen kurumsallaşmış bir selamlama niteliğindedir. Daha önce
de belirttiğimiz gibi, öğretme ve öğrenme bütün toplumlarda rastlanan geleneksel
etkinliklerdir. Buna karşılık eğitim kurumu, okullar ve kolejler gibi örgütler olmak-
sızın ortaya çıkamaz. İşte bundan dolayıdır ki; kurumlar ve örgütler birbiriyle ilişkili
olup bir arada bulunan olgulardır. Örf ve adetler kurumsallaşmamış normlar olup,
kendilerini destekleyip sürdürecek örgütlere ihtiyaçları yoktur. Buna karşılık, kurum-
sallaşmış normlar olarak hukuk kuralları yalnızca toplumun politik organizasyonu
içinde ortaya çıkarlar, hükümet adı verilen yasaları çıkaracak ve uygulayacak bir ör-
güte ihtiyaç duyarlar. Sırası gelmişken belirtelim ki, hükümet bir kurumdur, belli bir
hükümet ise bir örgüttür.
Basın kurumunun olduğu bir toplumda, aynı zamanda gazeteler ve bu gazete-
leri hazırlayıp çıkaran örgütler vardır. Basın bir kurumdur; The New York Times,
The St. Louis Post, Dispatch, The Baltimore Sun ve benzerleri, birer örgüttür. Böyle
örgütler olmaksızın, basın gibi bir kurum da ortaya çıkamaz. Benzer şekilde eğitim
bir kurumdur; Hawaii Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, İndiana Üniversitesi, Smith
Kolej, Bennington Kolej, Thomas Jeferson Yüksekokulu ve benzerleri birer örgüttür.
Kısaca, örgütler olmaksızın kurumlar varolmaz. Birçok örgüt, kurumsallaşmış
bir şekilde işler. Başka bir deyişle örgütler, temel ve yardımcı fonksiyonlarını toplum
içinde tesis edilmiş bulunan tarzlarda yerine getirirler. Formel eğitim süreci, yukarıda
zikredilen bütün örgütlerin bünyesinde benzer şekilde işler. Bu açıdan bu örgütlerin
birindeki sınıf ortamını bir diğerindeki sınıf ortamından ayırdetmek güç olacaktır.
Daha önce de işaret edildiği üzere, örgütler ve kurumlar arasındaki ayrım genel,
yaygın kullanımda birbirine karıştırılacaktır. İki basit test, bu karışıklığı giderebilir.
Bunlardan biricisi, her örgütün bir yere, mekâna sahip olduğu gerçeğidir. Buna karşı-
lık, bir kurumun belli bir yer ya da mekânı yoktur. Mesela bir üniversite, yeryüzünde
belli bir yer üzerinde kuruludur. Halbuki eğitim kurumunun böyle somut, belirli bir
yeri yoktur. İkinci test ise şudur; bir örgüte ait olmak mümkündür. Mesela bir kimse
bir komitenin, klübün ya da bir şirketin üyesi olabilir, fakat basının, eğitimin ya da di-
nin üyesi olamaz. Bir kimse kilisenin cemaatine katılabilir ve bir ailenin üyesi olabilir.
Bundan dolayıdır ki bir kilise ve bir aile bu anlamda örgütlü gruplardır. Din ve evlilik
ise birer kurumdur. Bu ayrım ve testler, örgütler ve kurumları karşılaştıran aşağıdaki
liste incelenerek daha iyi bir şekilde ortaya konabilir:
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 263

Örgütler Kurumlar
Bir şirket Ekonomi
Bir demiryolu Ulaşım
Bir ordu Savaş
Bir kolej Eğitim
Bir gazetecilik şirketi Basın
Bir kilise Din
Bir televizyon ağı Televizyon
Bir beysbol takımı Beysbol
Bir aile Aile
Bir hükümet Hükümet
Bir hastane Tıp
Bir gece kulübü Eğlence
Bir tiyatro topluluğu Drama

Çok açıktır ki; bir kimse, sol sütunda listelenenlerden herhangi birine katılıp üye
olabilirken, sağ sütundakilerden hiç birine katılıp üye olması söz konusu olmaz.
Yukarıdaki listede sunulan birkaç terim ele alınıp işlenebilir. Bir aile bir örgüt ola-
rak adlandırılır; buna karşın aile bir kurumdur. Bir aile özgül, belli bir aile anlamına
gelir, mesela Adams Ailesi, Kenedi Ailesi, Jukes Ailesi birer örgüttür. Belli bir aile,
evlenme kurumu yoluyla bir araya gelen iki insan tarafından oluşturulur. Bu aile, üye-
leri yaşadığı sürece sürer. Herhangi bir aile (a Family) bu anlamda bir örgüttür. Buna
karşın genel anlamda aile (The family) bir kurumdur. Hiç kimse bu anlamda aileye
üye değildir. Kişiler ancak belli, somut bir aileye mensup olabilirler. Belli bir aile öz-
güt nitelikte somut bir birimdir. Kurum olarak aile ise, genel ve evrensel nitelikte bir
olgudur. Bu anlamıyla neslin çoğalmasını, genç kuşakların yetiştirilip eğitilmesi fonk-
siyonlarını gören bir kurumu ifade eder.
Sırası gelmişken belirtelim ki; aile evrensel bir kurumdur. Yeryüzünde aile kuru-
muna salip olmayan hiçbir toplum yoktur. Tarihin her döneminde bütün toplumlarda
üreme ya da çoğalma işlevi kurumsallaşmıştır. Bizimki de dahil tüm toplumlarda üre-
me ya da çoğalma kurumsallaşmış bir tarzda ortaya çıkar.
Başka bir örnek olarak, örgüt olarak belli bir hükümet (a government) ile kurum
olarak hükümeti (the government) ele alıp inceleyebiliriz. Mesela, Amerika Birleşik
Devletleri Hükümeti veya Fransa Hükümeti, oldukça yüksek düzeyde örgütlenmiş
gruplar olarak seçilmiş, atanmış ve diğer şekillerde istihdam edilmiş personeli kapsar.
Bunlar Amerikan ya da Fransız Hükümeti üyeleridirler. Buna karşın, genel anlamda
hükümet (the government) hükümet etmenin düzenli, kabul edilmiş, tanınmış bir tar-
zı olarak, yani politik kararları alan, yasaları çıkaran ve uygulayan, toplumun formel
anlamda düzenini sağlayan bir olgu olarak, hiç kuşkusuz bir kurumdur. Bu kurum,
ailenin zıddına, her toplumda ortaya çıkmaz. Bazı toplumlar öylesine ilkel düzeyde-
264 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

dirlerdir ki, kendi bünyelerinde ayrı bir hükümet kurumu çıkaramazlar. Bu toplum-
lar, politik bir organizasyona sahip olmadıkları gibi toplumu yöneten bir örgüte ve
bu örgüte üye kimseye de sahip değildirler. Buna karşın, bütün kompleks toplumlar,
kurum olarak hükümete ve kurumsallaşmış hükümet etme ya da yönetme etkinliğini
icra ederek kurumun varlığını sürdüren örgüt olarak belli bir hükümete sahiptirler.
Kompleks bir toplumda; şüphesiz, farklı kurumlarla karşılaşırız. Bu kurumlar tüm
topluma karakteristik bir profil verirler ve farklı toplumların karşılaştırmalı analizini
mümkün kılarlar. Mesela, tarihi süreç içerisinde, bu kurumlardan birinin veya diğeri-
nin başat konumda olduğunu ve bu kurumlara dayanan dinsel, askeri, ailesel, politik
toplumların ve benzerlerinin varlığını gözleyebiliriz. Ortaçağ toplumunun baskın ka-
rakteri, dinsel bir toplum olmasıdır. Roma Katolik Kilisesi, bu toplumun en önem-
li örgütüdür. Buna karşın, Antik Isparta ile modern Prusya, askeri statülerin en üst
rütbeye sahip oldukları askeri toplamlardır. Eski Çin toplumunda aile başat kurum-
dur. Totaliter devletlerde ise, politik kurum diğer kurumların hepsinden önce gelir.
Yirminci yüzyıldaki kendi toplumumuz, endüstriyel toplum olarak nitelendirilebilir.
Çünkü, endüstrinin genel olarak en önemli kurum olduğuna inanılmaktadır.
Örgütler ve kurumlar hakkındaki bu bölümü bitirirken son bir gözlemde bu-
lunmak isteriz: farklı örgütler aynı kuruma hizmet edebilir ve tek bir örgüt bir dizi
kurumsallaşmış etkinliği yapabilir. Biraz önce de belirttiğimiz gibi, birçok kolej ve
üniversite, eğitim kurumuna hizmet sunmaktadır, bir dizi gazete basın kurumuna
hizmet etmekte, çok sayıda şirket de ekonomi kurumuna hizmette bulunmaktadır.
Bu, şüphesiz çok açık bir husustur. Buna karşın şu husus ta çok açıktır ki, bir tek örgüt,
hem temel hem de yardımcı nitelikte fonksiyonlara sahip olabilir ve birçok değişik
kuruma hizmet sunabilir.
Mesela, Çağdaş Amerikan toplumundaki bir üniversite öncelikle eğitim kurumu-
na özgülenmiştir. Bu üniversite aynı zamanda üniversiteler arası atletizm kurumuna
yönelik hizmette de bulunur. Aynı şekilde ekonomik etkinlikler de yapar. İster özel
isterse kamu üniversitesi olsun, büyük üniversiteler patentlere sahiptirler, borç para
alırlar ve verirler, askeri araştırmalarla hükümete hizmet sunarlar, emlak satıp kira-
larlar, bir yatırım girişimini idare edebilirler ve buna benzer ekonomik faaliyetlerde
bulunurlar. Özetle büyük bir üniversite, eğitimden başka kurumları da temsil eder.
Aynı olgu diğer örgütlerde de gözlenebilir. Mesela, büyük bir basın şirketi, özel-
likle basın kurumuna özgülenmiş bir işletmedir. Fakat bu şirket, bastığı el kitaplarıyla
eğitim kurumuna da hizmet eder. Bundan başka, şirket bilimsel alanlardaki araştır-
maları teşvik edip güdüler. Basın kurumuna hizmet etmek üzere kurulan The New
York Times gazetesi, Thomas Jefferson’un yazılarının toplanması ve basılması için bir
milyon dolar fon sağlayarak öğrenme ve eğitim sürecine katkıda bulunur. Son olarak,
Birleşik Devletler Hükümeti, temel fonksiyonu hükümet kurumuna hizmet etmek
olan bir örgüt olarak, makul bir şekilde listelenebilecek kurumlardan daha fazlasına
hizmet eder.
Burada görüyoruz ki; kompleks bir toplumun en önemli sosyolojik olgularından
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Sosyal gruplar, örgütler ve kurumlar 265

birisi, tek tek örgütlerin yerine getirdikleri kurumsal fonksiyonların sayısındaki ar-
tıştır. Örgütler büyüdükçe bu örgütler ister üniversiteler, şirketler, gazeteler, kiliseler;
isterse hükümetler olsunlar, kurumsal etkinliklerini de arttırma eğilimine girmekte-
dirler. Bir tek örgüt tarafından temsil edilen kurumların sayısı, o örgütün büyüklü-
ğünün doğrudan bir fonksiyonudur. Bu ifade, şüphesiz, sosyolojik bir ilkeyi ortaya
koymaktadır.
6. Özet

Bu bölümde örgütler ve kurumlara, yani örgütlü insan grupları ile bir şeyleri yap-
manın organize tarzlarına giriş yapmış olduk. Sonuç olarak, örgütlenmenin önemi-
ni vurgulamamız gerekir. Örgütlenme olmaksızın ne üniversiteler, kolejler, okullar,
çelik şirketleri, otomobil fabrikaları, petrol rafinerileri, ne de bankalar, gazeteler ve
hükümetler olur. Bütün bunlar, insanlar örgütlenmiş bir tarzda birbirleriyle işbirliği
ve koordinasyon yaptıkları için mümkün olmaktadır. Eğer örgütlenme olmasaydı, biz
hâlâ ilkel atalarımızın köy ve kabile yaşamını sürdürüyor olurdur.
Şüphesiz organizasyon toplum içindeki değişmez bir öge değildir. Toplumda çok
düşük ölçüde örgütlenmeye sahip gruplar ile neredeyse hiç örgütlü olmayan gruplar
da vardır. Başka bazı gruplar ise oldukça yüksek düzeyde örgütlenmişlerdir. Başka bir
deyişle, toplum içindeki örgütler, bir ucunda en alt düzeyde örgütlenen gruplar, diğer
ucunda da en üst düzeyde örgütlenen gruplar olmak üzere, kesiksiz bir dizi oluşturur-
lar. Bu bağlamda denebilir ki; gruplar oldukça yüksek düzeyde örgütlendikleri zaman
kendi personellerinden oldukça bağımsız olmaya başlarlar. Bu tür örgütler, kendi ya-
pılarında önemli bir değişiklik olmaksızın kendi üyeliklerini baştan aşağı değiştir-
meyi gerçekleştirebilirler. Böyle oldukça yüksek ölçüde örgütlü gruplar, uzun yıllar,
bazen yüzyıllar boyunca varlıklarını sürdürebilirler.
Bu durumda, organizasyonun ne demek olduğunu tam olarak ortaya koymamız
gerekir. Bu sorunun cevabında; örgütlü bir grubu, örgütsüz bir gruptan ayırmaya
yarayan yedi tane karakteristik veya kriterle karşılaşırız: (1) Özgül fonksiyon veya
amaç, (2) Örgütsel normlar, (3) Örgütsel statüler, (4) Otorite, (5) Mülkiyet, (6)
Üyelik testleri, (7) İsim ve diğer tanımlayıcı simgeler. Bu kriterleri ele alarak örgütsel
normlar ve statülerden kaynaklanan işbölümünün büyük bir öneme sahip olduğunu
ortaya koyduk ve işbölümünün büyük bir öneme sahip olduğunu ortaya koyduk ve
işbölümünün, basit bir toplumu karmaşık bir toplumdan ayırdetmeye nasıl yardımcı
olduğunu gösterdik.
Bir sonraki bölüm, örgütlerin formel ve informel organizasyonu arasındaki ayrım
konusuna ayrılmıştır. Bu noktayı şöyle özetleyebiliriz: formel organizasyonda üyeler
arasındaki ilişkiler, onların işgal ettikleri statülere ve örgütün açık normlarına göre
oluşurken, informel organizasyonda bu ilişkiler, üyelerin oynadıkları rollere ve ge-
niş ölçüde topluluğun açıkça yazılı olmayan ancak genel ve yaygın nitelikteki örtük
normlarına göre oluşur. Formel organizasyonda üyeler, birbirlerini statülerine atfedi-
len otorite bakımından kategorik ve dışsal bir şekilde değerlendirirler. Buna karşılık
266 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Robert Bierstedt

informel organizasyonlarda üyeler, birbirlerini duygusal etki, düşmanlık ve kayıtsızlık


ya da ilgisizlik bakımından içsel ve kişisel şekilde değerlendirirler. Sonuç olarak, bir
örgütün işleyişi formel ve informel organizasyonun ince bir bileşimini yansıtır. Daha
önce de belirttiğimiz üzere, bazı örgütlerde; informel organizasyon formel organizas-
yonu destekler ve sürdürür. Otorite makamlarını işgal edenlerin sergiledikleri liderlik
eğilimlerini buna örnek verebiliriz. Bu iki tür organizasyon arasındaki kopukluk, çok
küçük ölçüdedir. Buna karşın bazı örgütlerde ise; formel ve informel organizasyon
tipleri arasındaki kopukluk daha büyüktür. Bu tür örgütlerde; liderlik eğilimleri oto-
rite makamlarını işgal etmeyenler tarafından sergilenir, otorite makamında oturanlar
yalnızca sözde makam sahibidirler, formel organizasyon informel organizasyondan
çok küçük ölçüde destek alır. Açık bir gerçektir ki; formel ve informel organizasyon
arasındaki kopukluk çok büyüdüğü takdirde, örgüt çözülme tehlikesiyle yüz yüze ge-
lir.
En güçlü formel organizasyon, eğer informel organizasyonda formel organizas-
yonu işletmeye yönelik irade yoksa boş bir çaba olmaktan öteye geçmeyecektir. Diğer
yandan da, eğer formel organizasyon yetersizse, informel organizasyonda ortaya çıkan
en güçlü niyet ya oda irade, örgütü verimli bir şekilde işletme konusunda hiçbir katkı-
da bulunamaz. Bu çerçevede, formel organizasyonun yapısının genel olarak davranışı
ve özel olarak da motivasyonu nasıl etkileyebildiği hususunda iki örnek sunmuştur.
Bu bölümün son kısmını, kurumların başlangıç düzeyinde bir analizine ayırmış-
tır. Eğer örgütler birşeyler yapma amacıyla organize olmuş insanlardan meydana ge-
len gruplarsa, kurumlar da bu şeyleri yapmamın organize olmuş tarzlarıdır. Sonuçta,
kurumu, birşeyleri yapmanın düzenlenmiş, formelleştirilmiş, kabul edilmiş ve tesis
edilmiş tarzı veya bir prosedür tarzı olarak tanımlamıştır. İnsanlar, örgütlere ait olup
kurumların mensubu değildirler. Örgütlerin belli bir mekânı varken, kurumların bel-
li bir mekânı yoktur. Bu ayrıma ilişkin olarak; üniversitenin bir örgüt, eğitimin bir
kurum; şirketin bir örgüt, ekonominin bir kurum olduğunu örnek olarak vermiştik.
Ayrıca, basit toplumlara göre, karmaşık toplumlarda daha fazla etkinliğin kurumsal-
laşmış olduğundan söz etmiştik. Bir örgütün bizzat kendi yapısı, kendine özgü özel
norm ve statüleriyle sosyal etkileşimin kurumsallaşmış bir kalıbını temsil eder. Birçok
aktivitenin kurumsallaşmış olduğu kompleks toplumlarda da buna benzer etkinlikler
aynı şekilde kurumsallaşmış bir tarzda yapılmaktadır.
Son olarak, çok sayıda örgütün aynı kurumu temsil ettiğini ve bir tek örgütün de
farklı bir çok kurumu temsil edebileceğini belirtmiştik. Bütün insan oluşumları gibi,
örgütler ve kurumlar da zamanın akışı içinde değişme eğilimindedirler. Ancak hem
örgütlerde hem de kurumlarda sürekliliği sağlayan ögeler vardır. Bir örgüt kurumsal
bir fonksiyonda meydana gelecek değişmeye destek olabilir ve bir kurum bazı örgüt-
lerin çözülmesine rağmen varlığını sürdürebilir. Farklı fenomenler oldukları halde,
görüldüğü gibi, örgütler ve kurumlar arasında yakın bir ilişki vardır.
Şimdi dikkatimizi otoritenin doğasına yöneltebiliriz. Daha önce de belirttiğimiz
gibi, bu husus örgütlü grupların evrensel bir özelliği ve başat bir kriteridir.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
FORUM 267

Tanzmat Kadınlarının ‘Gündelk hayat’


algısının Fatma Alye’nn Romanlarındak
İzdüşümü

Hülya Bulut1

19. yüzyılın ikinci yarısı Osmanlı toplumunda, sosyal ve politik olaylarla bir-
likte toplumda kadının rolünün tartışıldığı, kadın-erkek ilişkisinin gündeme ya-
zarlar bağlamında geldiği, evlilik kurumunun özellikle kadının bu kurumdaki yeri
bağlamında sorgulandığı tartışmaları da gündeme getirmiştir. Tanzimat Fermanı’yla
belirginlik kazanan “kadın sorunu“ yüzyılın ikinci yarısında, dönemin önde gelen
aydınlarından Namık Kemal, Şinasi, Şemsettin Sami gibi isimler tarafından sıklıkla
işlenir. Bu yazarlar, gazete ve dergilerde kadın konusuna ağırlıklı olarak değinmişler,
görücü usûlü evliliğin zararlarının yanı sıra, kadınlara uygun mesleklerin uygulanıp
yaygınlaştırılması, evlilikte karı-koca hukuku gibi konulara da yazılarında sık sık yer
vermişlerdir. Bu dönemde, edebiyat dünyasına egemen olan erkek roman yazarlarının
çoğunlukla otoriter ama aynı zamanda şefkatli bir baba edasıyla okurunu eğitmeye
çalışmalarla göze çarpar. Babalık rolünü en çok üstlenen isimlerden birisi Ahmet
Mithad Efendi’yse, Fatma Aliye de ‘annelik’ rolünü üstlenip kadınlara belirli mesa-
jlar vermesi bağlamında değerlendirilmesi gereken önemli isimler arasında yer alır.
Bu çalışmada annelik rolünü üstlenen Fatma Aliye’nin kaleme aldığı kadın karak-
terlerin gündelik hayattaki yeri ve bu rolün yazar tarafından okuyucuya yansıtılışı
ve mesaj kaygısıyla dolu bu romanlardan yola çıkarak, Harry Harootunian ve Henri
Lefebvre’in de kuramsal yardımlarıyla, Tanzimat kadınlarının gündelik hayattaki rolü
tartışılmaya çalışılacaktır. Gündelik hayatın edebî boyutunun incelenmesinin önemi
konusunda Henri Lefebvre’in Modern Dünyada Gündelik Hayat adlı kitabındaki şu
sözler dikkat çekicidir: “Gündelik olanın edebiyat alanında aniden belirivermesini
büyük bir özenle incelemek gerekir. Bu olgu daha çok, gündelik hayatın edebiyat yani
dil ve yazı aracılığıyla düşünce ve bilincin alanına girmesidir. Bu belirme, yazarın
ölümünden, kitabın yayımlanmasından, kitapta anlatılan günden yıllar sonra bizim
gözümüzde olduğu gibi, o zaman da gürültü koparmış mıydı?” (2007: 8) Fatma
Aliye’nin romanları çerçevesinde konuya bugünden baktığımız için dönemi içindeki
tartışma konularını algılayabilmek ve bu soruya yanıt bulabilmek yazı için önemli
duraklardan birisi olacaktır. Ayrıca, Harry Harootunian’ın Tarihin Huzursuzluğu adlı
kitabında “gizemli” olarak kabul ettiği ve içinde “gündeliklik”i barındırmasının onun
gizemini arttırdığını vurguladığı “gündelik hayat”ın gizeminin bugünden baktığımız-
da bir nebze olsun çözülmesi de bu çalışma çerçevesinde değerlendirilecek konular

1 Boğaziçi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türkçe Dersleri Koordinatörlüğü.


268 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Bulut

arasındadır.
Modern Türk edebiyatının ilk kadın yazarlarından olan Fatma Aliye 1862 yılın-
da İstanbul’da dünyaya gelir. Babasının valilik görevi nedeniyle değişik yerler görüp
farklı çevrelerle ilişki kurar. Ailesi tarafından eğitimine özel önem verilir. Matema-
tik, Fransızca, felsefe, edebiyat gibi dersler alır. “Manevi pederim” dediği Ahmet
Mithat’ın yazarın edebiyat dünyasına girmesindeki emeği büyüktür. Fatma Aliye’nin
Fransızca’dan bir eser tercüme ederek, “Bir Kadın” imzasıyla yayımlaması dönemi
içinde çok tartışılır. Daha sonraki çevirilerini kadınlık kimliğini gizleyerek “Merâm
Mütercimi” olarak imzalar. Mahasin, Tercümân-ı Hakikat, Kadınlara Mahsus gibi
önemli dergi ve gazetelerde de kadın, din konusunda çeşitli yazılar kaleme alır. Fat-
ma Aliye 1936 yılında hayata gözlerini yumar.
Hayâl ve Hakîkat’(1891-1892) “bir kadın ve Ahmet Midhat” imzalarıyla
Tercümân-ı Hakikat gazetesinde yayımlanır. İki bölüm ve sonunda Ahmet Midhat’a
ait bir makaleden oluşan bu romanın “Vedad” isimli ilk bölümü Fatma Aliye’ye aittir.
Yazar, Türk kadınının sosyal hayata ve çalışma hayatına girmesini destekler, özendi-
rir. Bu romanda Ahmet Midhat da kadın yazarı desteklemektedir. Fatma Aliye’nin
ikinci babası olarak değerlendirdiği Ahmet Midhat’ın ve babası Ahmet Cevdet
Paşa’nın onu yazarlık konusunda desteklemeleri dönemi için önemli bir ayrıntıdır.
Çünkü yazarın eşi, yazı yazmasına uzun yıllar karşı çıkmıştır. Hayâl ve Hakîkat’te ök-
süz ve yetim Vedâd, dönem kızlarından farklı bir kimlik olarak okuyucuya sunulur.
Süslenmeyi, makyaj yapmayı sevmez. Yirmi yaşını geçmiş olmasına rağmen evliliği
düşünmez. Vaktini okumaya ve el işine ayırır. Öte yandan, kitabın erkek karakteri
olan ve Ahmed Midhat’ın kaleme aldığı ikinci bölümün kahramanı Vefâ’nın babası
yaşı yirmi biri geçtiği için oğlunun evlenmesi gerektiğini söyler. Bir görüşte Vedâd’a
aşık olan Vefâ’yla Vedâd nişanlanırlar; fakat nişanlılık dönemlerinde nikâh olmadığı
için karşılıklı konuşamazlar. Vedâd’ın kendisini başkalarının derdine deva olmak için
feda edemeyeceğini söylemesi ve evlenmeyi değil öğrenimine devam etmeyi isteme-
siyle roman son bulur. Ahmet Midhat, romanın sonuna yazdığı “İsteri” bölümünde
Vefâ’nın tarafını tutar. Histeri hastalığı bulunan kızları tarif eder. (Bu kızlar, çocukları
ve kendi arkadaşlarını çok severler. Çok ağlarlar. Sık sık esnerler. vs. Bu hastalığa en
güzel çare de müzik, resim gibi en hünerleriyle vakit geçirmelerini sağlamaktır. Tüfek
attırmak, ata bindirmek, deniz hamamlarına götürmek de bu kızlara iyi gelir.) Evinin
işleriyle uğraşan kadın-kadıncıklara bu hastalık pek uğramaz. Ama bütün gün giyi-
nip kuşanıp köşede oturan kızlar hasta olabilirler. Seyahat ve ciddi kitaplar okumak
da faydalı olabilir. Romanda, Fatma Aliye’nin ilk bölümde anlattığı, Vefâ’nın yirmi
yaşına kadar kocayı düşünmemesi histerik bir haldir Ahmet Midhat’a göre, kadın
olup da süsü sevmemesi de tuhaftır. Dolayısıyla bu romanda iki farklı ses görülmek-
tedir. Kadın sesi kadında olması beklenen bakım, makyaj gibi konuları arka plana
iterken (fakat kadının aşık olduğu zaman evlenmesini destekler), erkek sesi, böylesi
kadınlara hastalıklı olarak bakıp tedaviye muhtaç görür. Ve bu tür kadınlarla evliliği
onaylamaz.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Tanzimat kadınlarının ‘gündelik hayat’ algısının Fatma Aliye’nin romanlarındaki izdüşümü 269

Fatma Aliye’nin yalnız başına kaleme aldığı ilk eseri ise Muhaderat adlı romanıdır.
(1892) Burada Fatma Aliye’nin sonraki romanlarında da (Refet dışındaki) sıkça vur-
gulayacağı üst düzey ailelere mensup kadınların sorunları, entrikacı, kötü-masum, iyi
niyetli kadın karşılaştırmaları, okuyucuya da ders verme amacıyla yazılır. Ekrem Işın,
“19. Yüzyılda Modernleşme ve Gündelik Hayat” adlı makalesinde gündelik hayatı,
bir toplumun zaman ve mekân değişkenleri çerçevesinde geliştirdiği değişimlerle iç
bünyesinde gerçekleşen iktisadî, kültürel, dinsel pratiklerin birbirleriyle örtüşerek
belli bir tarih kesitinde somutlaşması olarak tanımlar. Muhaderat’taki düğün sahnesi
dönemin gündelik hayatını anlatması ve kültürel ve dinsel pratikleri bütünleştirmesi
bakımından konumuz bağlamında ilginçtir. Düğün sırasında düğün evine girebilen
damat için “O gün gelin ile damada da çok saygı duyulur. O kadar ki damat mahrem
bile görülmeden birer küçük mendil başlara örtülecek kadar bir örtüyle içeri kabul
edilir.” denir (1996: 6) Bu dönemde evlenilecek kızın seçimi ise erkek anneleri ta-
rafından yapılır. Ve eğer kız beğenilmezse “Anası olacak budalanın aklı nerdeymiş.
Zavallı çocuğu yaktılar. Gözleri kör müydü? Oğlana kinleri mi vardı?” türünden eleş-
tirilerle karşılaşılır. (1996: 8) Düğünler oğullarını evlendirmek isteyen anneler için
de önemli bir mekândır. Annelerin bu mekânlarda birden fazla kızı görüp seçme ih-
timali doğmaktadır. Udî’de (1899) (bu romanın çoğu Şam-Kahire’de, bir bölümü de
İstanbul’da geçer) “Bedia artık gelinlik çağına gelmiş, hatta Şam taraflarının âdetince
biraz da çağı geçmişti. Bu aile İstanbullu olduğundan yerliler gibi onbir, oniki yaşında
kızlarını gelin etmezlerse de, on dokuz yaşını bulmuş Bedia, İstanbul âdetince de bi-
raz geçe kalmış sayılabilirdi” (2002: 39) denir. Levâyih-i Hayât’ta (Hayattan Sahneler)
ise Fatma Aliye, (1897-1898) Tanzimat Dönemi’nde sıkça görülen müdahil yazar
tekniğini kullanmaz. Dönemin iyi ailelerinde yetişmiş, zengin ve kültürlü üst sınıftan
kadınların evlilik, aldatma sadakat vs. üzerine düşünceleri mektup türüyle okuyu-
cuya anlatılır. Toplam 11 mektubun bulunduğu romanda, beş kadının kaleminden
çıkan mektup sahiplerinin üçü evlidir. Mektup yazarlarından Mehabe, yanlış bir ev-
lilik yaptığını düşündüğü erkek kardeşinin karısı için şunları söyler: “Biz piyanosunu
dinledik, Fransızcasını da işittik. Her görücü bu kadarını da öğrenemez, bir kere gör-
mekle alır. Herkes gibi biz de soruşturduk.” “Papağan gibi birkaç dil bildiğini işitip,
babasının zoru, anasının tokadıyla piyanosunu dinleyip, mükemmel tahsil gördüğü-
nü zannederek açgözlülük yaptım” (2002: 2) Gündelik hayatın akışındaki varlıklı ka-
dın piyano çalmayı bilip, Fransızca öğrenince dışarıdan makbul sayılmaktadır; fakat
bu özellikler yetmez; huyunu, içsel dünyasını bilmeden yapılan-yaptırılan evlilikler
sonradan yaşanacak pişmanlıklara sebep olur.
Türk kadınının sosyal hayata ve çalışma hayatına girmesini destekleyip özendiren
Fatma Aliye, Refet’te, gururlu, inatçı ve akıllı bir kız olan Refet’in maddi ve manevi
tüm zorluklara rağmen okuyup öğretmen olmasını okuyucuya aktarır. Bu romanda
başına türlü olumsuzluklar gelen Refet’i, Fatma Aliye’nin bir kadın olarak desteklediği
ve romanın sonunda bu amacına ulaştırdığı göze çarpmaktadır. Romanda Refet için,
etraftan ‘güzel değil fakat ne kadar hâlâvetli kız! Ve ‘gözlere bak gözlere zekâsını nasıl
gösteriyor. Tevekkeli, birinci olmamış” deniyor idi” (2007: 185) der. Bu mutluluğun
270 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Hülya Bulut

sonunda annesini kaybeden Refet’in, yoluna yalnız ama kararlı adımlarla (evlenme-
den) devam edeceği romanın sonunda yazar tarafından vurgulanır. Sadece çalışmak
değil, aldatılmaktan korktuğu için de evlenmeyi istemeyen kadınlar yazarın roman-
larında yer almaktadır. Dönemin iyi ailelerinde yetişmiş zengin, kültürlü kadınlar
evlilik, sadakat, gayrimeşru ilişki gibi benzer sorunları tartışırlar. Bu tartışma sonun-
da romanlarda, çoğu kadın karakter aldatılmayı affetmeyerek yalnız yaşamayı tercih
eder. Enîn’de (1912-1913), nişanlısından yalnız sadakat isteyen Sabahat’ın şu sözleri
dikkat çekicidir. “Evvelce İslam kadınlarında genç kızlarla erkekler görüşerek, tanı-
şarak evlenirken el öpmek falan gibi şeyler olmazdı. Elleri ellerine dokunmaksızın
nişanlılık dönemi geçerdi. Bizim nişanlılık dönemimiz de öyle alaturka geçmelidir”
(2006: 44). Nişanlısının kendisini akrabası Nebahat’le aldattığını anlayan Sabahat
onu affetmeyerek, yaşının yirmi iki olduğunu hatırlatan ve ‘kara baş mı olacaksın?’
diye sorular soran komşularına tahsiline devam edeceğini, evlenmeyeceğini söyleye-
rek yalnız bir hayatı tercih edeceğini vurgular. Bu kadınlar aynı zamanda eşleri olacak
insanları çok sevmekten de korkarlar. Örneğin (Enîn, Levâyih-i Hayâ)’taki kadınlar
eğer severlerse aldatılma ihtimallerinde çok bocalayacaklardır, bu da onları evliliği
düşünmemeye yönlendirir.
Evin, Klasik Osmanlı toplumu için önemi, aile yaşantısını dış dünyadan soyut-
layan, ona dinsel anlamda bir mahremiyet kazandıran alan olmasındadır. Kadın
zorunlu durumlar ve komşu ziyaretleri dışında sokakla irtibat kurmaz. Bu kısıtlılığı
gidermek için bahçelere başvurulduğu söylenebilir. Fatma Aliye’nin romanlarında,
örtüsüz olarak bahçeye çıkan kadını konakları birbirinden ayıran duvarlarda tesadü-
fen açılan küçük delikler sonucu gören ve ona aşık olan erkeklere rastlanır. (Örnek:
Enîn) Osmanlı toplumunda, köşk-konak hayatı da 19. yüzyılda ağırlığını daha çok
duyurmaya başlar. Konaklarda bir kaç ailenin bir araya gelerek (bazen dönemin ünlü
sanatçılarını da davet edip) aile içi davetlerin düzenlenmesi gerçekleştirilir. Sadece
konak hayatı ve bu hayatın içinde gerçekleştirilen aktiviteler değil, diğer yenilikler de
birbirini takip eder. “Üst tabaka ailesinin yaşantısı bu dönemde yeni bireylerin ka-
tılmasıyla genişlemiştir. Zenci dadı, Çerkes hizmetçi gibi işlevleri belli bir toplumsal
kökene sahip yabancı elemanların yanına Fransız mürebbiyenin de alınmasıyla aile
yaşantısının modern çerçevesi tamamlanır.” (Işın, 1985: 100) Udî’de “Evin içindeki
yedisi beyaz, ikisi siyah dokuz cariye, hânenin sevgili küçük hanımına hizmet beğen-
dirmek, onu rahat ettirmek için çalışıyorlar” (2002: 25)dır. Daha sonra bu kadrolara
Fransız mürebbiyeler de eklenecektir.
Harry Harootunian, Tarihin Huzursuzluğu’nda, “Gündelikliğin, onun gerçekli-
ğini yaşayan ve onun yazdığı tarihi okuyan tüm insanlar için ifade ettiği şey, şu anın
geçmişi, halihazırda bugünde beklemekte olan geçmişi, olmuş olanı değil, ‘unutul-
muş fakat yine de unutulmaz olanı’ nasıl edimsel kıldığıydı” (2006: 27) der. Dolayısıy-
la küçük ayrıntılardan yola çıkarak dönemin içinde ‘unutulmuş ama unutulmaz olan’
bazı ayrıntıları gün ışığına çıkartmak önemlidir. Fatma Aliye’nin romanlarında da bu
küçük ayrıntılar ve bu ayrıntılardaki dönüşüm okuyucuya aktarılır. Örneğin, Ahmet
Midhat’la kaleme aldığı Hayâl ve Hakîkat’ te, diğer kadınlardan farklı olarak, kadının
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Tanzimat kadınlarının ‘gündelik hayat’ algısının Fatma Aliye’nin romanlarındaki izdüşümü 271

giyim-kuşam ya da makyaja çok önem vermemesine rağmen aşık olduğu için evliliği
hayatın merkezine koyan genç kız yer alırken, ilerleyen zamanlarda kaleme alınan
romanlarda artık yalnız başına yaşayabilecek ve hatta bunu tercih eden kadın kimlik-
lerine rastlamak mümkündür. Bu kimlik değişimiyle birlikte, yine kadının evleneceği
eş üzerine düşünmesi, bu konuya daha ayrıntılı yer verilmesi de göze çarpmaktadır.
Konak hayatı da gündelik hayatın içindeki kadın için önemlidir. Çünkü burada veri-
len davetlerle birlikte sosyalleşmenin önü biraz daha açılmış olur. Bu tespitlerle bir-
likte, incelediğimiz romanları o tarihte eleştiren, o günkü gündelik hayat tecrübesine
sahip insanların gözünden aktaran eleştirel metinlerden yoksun olmamız bir eksiklik
olarak dile getirilebilir. Fakat bu konuların ve Fatma Aliye’nin dönemi içinde çok tar-
tışıldığı ve kadınların gelişimi konusundaki eşsiz katkılarına hem Türk Edebiyatı ve
hem de Türk sosyal hayatının çok şeyler borçlu olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

KAYNAKLAR

Ahmet Midhat-Fatma Aliye. Hayâl ve Hâkikat. İstanbul: Eylül Yayınları, 2002.

Brown, Bruce. Marks, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1989.

Bulut, Hülya. “Fatma Aliye ve Halide Edib Adıvar’la Birlikte Gündelik Hayatın Ritimlerine Bakış” Karaburun
Bilim Kongresi, 4-7 Eylül 2008.

Durakbaşa, Ayşe. Türk Modernleşmesi ve Feminizm. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.

Fatma Aliye, Enîn. İstanbul: BU Yayınları, 2006.

----------------.Levâyih-i Hayât (Hayattan Sahneler). İstanbul: BU Yayınları, 2002.

----------------.Muhaderat. İstanbul: Enderun Kitabevi, 1996.

----------------. Nisvan-ı İslam. İstanbul: Mutlu Yayıncılık, 1993.

----------------.Ref ’et. İstanbul: LM Yayıncılık, 2007.

----------------.Udi. İstanbul: Selis Kitap, 2002.

Harootunian, Harry. Tarihin Huzursuzluğu. İstanbul: BU Yayınları, 2006.

Işın, Ekrem. “Tanzimat, Kadın ve Gündelik Hayat” Tarih ve Toplum, IX/51 (Mart 1988), s. 22-27.

----------------. “19. Yüzyılda Modernleşme ve Gündelik Hayat” Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye


Ansiklopedisi, II, (1985), s. 538-563.

Lefebvre, Henri. Modern Dünyada Gündelik Hayat. Metis Yayınları. İstanbul: 2007.

Meriç, Nevin. Âdâb-ı Muâşeret: Osmanlı’da Gündelik Hayatın Değişimi (1894-1927). Kapı Yayınları. İstanbul:
2005.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
FORUM 273

Konu başlıklarına göre hazırlanmış


Gündelk Hayat Bblyografyası
Dr. Mehmet Kemal Sevgsunar

Gündelik hayat, herhangi bir konu üzerinden değil de, kendi başına bir kavram
olarak ele alındığında, yaşamın neredeyse tamamını ifade eden “genel” bir biçime
dönüşüyor. Türkçe Sözlük’te “gündelik”; “Her günkü, yevmî” (1983:482), “günlük”
ise “o günkü, o günle ilgili…her gün yapılan “(Türkçe Sözlük, 1983:483) gibi yaşam
içerisinde sıradan ve kesintisiz bir “rutini” işaret eden anlamlar içeriyor. Sosyoloji’de
ise sıradan ama kesintisiz bir devamlılığı işaret eden bu “dengenin” tarifi diğer tanım-
lara göre daha gerçekçi:
“Gündelik olan”, bilebildiğimiz bütün toplumlarda insan soyunun varlığını
sürdürmek için geliştirdiği etkinliklerden oluşur: yeme, içme, barınma, üretme,
güvenlik, soyun yeniden üretimi gibi basit insani gereksinimleri karşılamak üzere
yapılan tüm etkinlikler. “Gündelik” rutinlerin yığılmış bilgilerin, ritüellerin, top-
lumsal işbölümünün arasına dağılmış bir yığın işi kapsar (Şahin, 2001:185).

Konu üzerinde çeşitli açılardan ele alınmış farklı tanımlar, başka bazı açıklamalar
da yapılabilir. Ancak, yukarıda verilen açılımda gösteriyor ki, “gündelik hayat, günlük
yaşam” ya da benzer başka adlandırmalarla ele alınan kavramın sınırları, sanılandan
çok daha geniş. Bu genişliğin sınırlarının ortaya çıkartılması için, yapılmış olan çalış-
maların hemen tamamının bilinmesi gerekiyor. İşte sadece bu bilginin elde edilebil-
mesi için bile, anılan kavram üzerinde bibliyografik özellikte bir çalışmanın yapılması
gerekmektedir.
“Günlük hayat” konulu bibliyografik çalışmada, “bibliyografik kimlik” saptama
temelinde ve olabilen en geniş yaklaşımla bir veri taraması yapılmıştır. Konu; -yuka-
rıda da belirtildiği gibi- bir kavram olarak neredeyse bilinen bütün konu başlıklarıyla
birlikte ya da ayrı ayrı ele alınabilecek bir içerik ve özelliktedir. Bu nedenle, konuyla
ilgili olduğu düşünülen bütün araştırma ve çalışmalar bibliyografya kapsamına alın-
mıştır. Yine ilk bakışta çalışma kapsamına mutlaka alınması gerektiği düşünülen bir-
çok çalışma, içeriği itibarıyla araştırmanın amacı dışında kaldığı düşünüldüğünden
dolayı da araştırmada yer almamıştır.
Kuşkusuz, her bibliyografya anlaşılabilir bazı nedenlerden kaynaklı olarak, bir
biçimde eksik olarak nitelenebilir. Eksik nitelendirmenin birden çok nedenleri olabi-
lir: Bibliyografın dikkatinden kaçan, incelense bile eksik ya da yanlış değerlendirilen
çalışmalar olabilir. Hiçbir şekilde konuyla ilgi kurulamayacak adlandırmaları olan,
bu nedenle tespit edilemeyen ya da başka çalışmaların içinde yer almasına karşın,
asıl konusu anılan kavram olan, belki de çalışmaya dahil edilen yayınlardan çok daha
derinlikli ve konuya katkı sağlayabilecek kimi çalışmalar da vardır ve yapılan bu ça-
lışmanın dışında kalmış olabilir. Sadece, bu ayrıntılara ulaşabilmek için bile, öncelikle
274 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

bir toplulaştırma çalışmasını gerçekleştirmek gerekmektedir.


Bibliyografyada; “günlük hayat” kavramı; bütün bilgi disiplinleri ve konuyla ilgili
diğer alanlar içerisinden yapılan derinlikli bir veri taramasıyla ve toplulaştırıcı bir an-
layışla ele alınmıştır. Bu yaklaşımdan hareketle, hazırlanan bibliyografya bütün bilgi
disiplinlerindeki araştırmacılar için; bir biçimde yönlendirici, yol gösterici ve konu
üzerinde onlar açısından bir yaklaşım oluşturabilecek içeriktedir.
Çalışmadan amaç; sosyoloji ve yine temelde bu bilgi disiplininden hareketle, ileti-
şim alanında bir ders konusu olabilecek kadar gelişen ve giderek daha bir çok alanda
araştırmacıların ilgisini çeken bu kavrama; bilgi ve belge yönetimi alanının teknik-
leri kullanılarak “kolaylaştırıcı” bir altyapı, bir veri tabanı hazırlayabilmektir. Ayrıca,
önceden bilineni tekrar veya kötü niyetli bir yaklaşımla “intihal” gibi olumsuz yakla-
şımlara açık olan bu konunun üzerinde bir düşünsel çerçeve oluşturarak kavramın
disipline edilmesinde işlevli olabilecek bir ön çalışma gerçekleştirebilmektir.
Gelecekte, benzer çalışmalarla giderek genişleme eğiliminde olan anılan konu
için; bu ön çalışma ile, bilginin bilinmesi veya tekrar üretebilmek için saptananın
gözden geçirilmesi, hazırlananın kontrolü anlamında değerlendirilecek “çok işlevli”
bir temel de atılmış olacaktır.
Veri toplama çalışmaları için öncelikle: Türkiye Bibliyografyası, Türkiye Maka-
leler Bibliyografyası, Cumhuriyet Dönemi Makaleler Bibliyografyası gibi bibliyog-
rafik nitelikte kaynaklar gözden geçirilmiştir. Ayrıca, Milli Kütüphane Katalogu ile,
TBMM Kütüphanesi Katalogu ve YÖK Tez Tarama Merkezi, Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü katalogları da incelenmiştir. Ayrıca bir çok kitapevinin katalogları, inter-
net ortamından oluşturulan konu başlıkları temelinde yapılan taramalar ile konuyla
ilgili çalışan kimi araştırmacıların sahip oldukları arşiv ve ilgili diğer bilgilerinden de
yararlanılmıştır.
Araştırma sonucunda elde edilen bibliyografik kimlikler; makale, kitap, yüksek li-
sans ve bilim uzmanlığı tezleri, sanatta yeterlilik tezleri ile, tıp’ta uzmanlık ve son ola-
rak da doktora tezlerinden oluşmuştur. Konu, anılan yayınlarda ele alınırken, birden
fazla konu başlığı altında yer alabilecek nitelikte olanlar, ilk elde bir kavram karmaşa-
sına neden olmamak için, tek bir konu başlığı altında nitelenmiştir. Oluşan bibliyog-
rafya bu aşamada denetlenebilir bir genişliktedir. Bu nedenle çalışmada uygulanan
teknik, aranan bilgiyi gözden kaçırma veya atlama gibi olumsuzluklara ağırlıkla yol
açmayacak niteliktedir.
Çalışmanın bibliyografik düzeni açısından, Dewey On’lu Sınıflama Sistemi’nde
kullanılan bilgi sıralama düzeni esas alınmıştır. Ancak, konunun ve eldeki verilerin
özelliği bazı konu başlıklarının birleştirilerek verilmesini gerektirmiştir. Yine bazı ko-
nular ise, -toplum bilimleri genel başlığında olduğu gibi- önce bir genel başlık ve anılan
bu başlığa bağlı olarak, başka alt konu başlıkları düzeninde sunulmuştur.
Bibliyografyanın kullanımı süresinde ortaya çıkabilecek bazı eleştiri ve öneriler,
çalışmanın geliştirilmesi için yol gösterici nitelikte olacaktır. Ayrıca, bibliyografya-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 275

nın bir dergi sınırları içerisinde yayınlanıyor olmasının yarattığı sınırlılık nedeniyle
hazırlanmış olan “yayın adı” ve “yazar adı” dizinleri bu çalışma kapsamında yer ala-
mamıştır.
Yine, bibliyografyada yer alan yayının iç kapağında bulunan başka dilde -örneğin
İngilizce- yapıt adları bibliyografik kimliklere aynen aktarılmıştır. Ancak, iç kapakta
başka dilde yapıt adı bulunmayan kaynaklar ise doğrudan Türkçe adları ile çalışmaya
alınmış, bibliyografik kimliğe herhangi bir ek yapılmamıştır.
Sonuç olarak “günlük hayat, gündelik hayat” kavramı üzerinden yapılan bibli-
yografik taramada ortaya çıkan veriler, konu üzerinde çalışacak hemen her alandan
araştırmacı için, önemli bir veri tabanı oluşturacaktır. Ayrıca bibliyografya; konu
üzerinde çalışacak araştırmacılar için “bibliyografik temelli” yeni başka çalışmalar
üretilmesinde de yol gösterici, farklı bir işlev görecektir.
Kavram üzerinde ülkemizde uluslararası temelde belirlenmiş ve yine uluslararası
bir sınıflama sistemine dayanan konu başlıkları geliştirilmemiş olduğundan, hazırla-
nan çalışma, geliştirilen konu başlıkları açısından ilgili araştırmacılar için yol gösteri-
ci ve teşvik edici bir nitelik de taşımaktadır.

Şahin, Özlem ve Balta, Ecehan (2001). Gündelik yaşamı dönüştürmek ve Marksist düşünce. Praksis, 4:
185-217.

Türkçe Sözlük.(1983). Ankara: Türk Dil Kurumu. 2 cilt.

Felsefe, metafizik ve psikolojide günlük hayat

Makale
Aşan, Mihriban (1971). Günlük hayatımızda büyük rol oynayan ruhi olay[:] Dik-
kat 2. Türk Silâhlı Kuvvetleri Malûlleri Dergisi, 136: 17-18.
Cuny, Hilaire (1958). Gittikçe günlük hayata giren bir bilim: Psikoloji (çev. Hüse-
yin Demirhan). Köy ve Eğitim, 57: 29-31.
Yalçın, İsmet (2002). İnsan ve alan kavramının günlük hayata getirdikleri. Ruh ve
Madde, 43(510): 20-23.
Kitaplar
Freud, Sigmund (1996). Günlük yaşamın psikopatolojisi=The Pyschopathology of
everday life (çev. Şemsa Yeğin). İstanbul: Payel Yayınları.
Menderes, Işık (2004). Sahi nedir gerçek dediğimiz şey?: Günlük yaşam için metafi-
zik çözümler. İstanbul: Sistem Yayıncılık.
276 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

Sartwell, Crispin (2000). Yaşama sanatı: Dünya tinsel geleneklerinde gündelik ha-
yatın estetiği= The Arf of living aesthetics of the Ordinary in World spiritual traditions
(çev. Abdullah Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri

Buğan, Mehmet Gökhan (1999). Yetişkin zihin engelli kadınların günlük yaşam
becerilerini gerçekleştirme durumlarının belirlenmesi=Identifying mentally retarded
women’s acqusition of daily living skills. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilim-
ler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Toman, Aylin (2007). Aristoteles’te mükemmel yaşam üzerine bir inceleme=A
study on perfect life in Aristotle. Muğla: Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Din’de günlük hayat kavramı

Makale
Altınay, Ramazan (2005). Erken dönem İslâm toplumunda zaman (gün-ay-
mevsim-yıl) zaman anlayışı ve günlük hayata etkileri. Dinî Araştırmalar, 7(21): 223-
235.
Aslan, Ahmet Turan (1988). İmam Birgivî ve günlük hayatı. İlim ve Sanat, 19:
52-57.
Çiçek, M. Halil (1994). Nuzûl sebebine göre gündelik hayatın İslamileştirilmesi.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1: 126-144.
Mazahéri, Aly (1953). Orta zamanlarda İslamların günlük hayatı. Ankara Üniver-
sitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 2-3: 295-298.
Şafak, Ali (1977). Hâkkari ve civarında halkın dînî ve ahlâkî yaşayışının günlük
hayatta tezahürü üzerinde bir araştırma. Atatürk Üniversitesi İslami İlimleri Fakültesi
Dergisi, 2: 73-113.
Kitaplar
Bir günlük hayat:Râmûz el-Ehâdis’ten seçmeler (Hazırlıyanlar:L. Doğan, M.C. Ak-
şit, Osman N. Catalık). İstanbul: Millî Gazete [Hadisler].
Döndüren, Hamdi (1991). Delilleriyle İslam ilmihali: İnanç-ibadet-günlük hayat.
İstanbul: Erkam Yayınları.
Döndüren, Hamdi (2004). İslam ilmihali: İnanç-ibadet-günlük hayat. İstanbul: Er-
kam Yayınları.
Erginer, Gürbüz (1997). Kurban: Kurbanın kökenleri ve Anadolu’da kanlı kurban
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 277

ritüelleri. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık


Gündelik ekmeğimiz (2002). İstanbul: Yeni Yaşam Yayınları [İncil, ibadetler, gün-
lük dualar].
Meriç, Nevin (2004). Gündelik hayat ve fetvalar. İstanbul: Pınar Yayınları.
--------,-------- (2005). Modernleşme, sekülerleşme ve Protestanlaşma sürecinde de-
ğişen kentte dini hayat ve fetva soruları. İstanbul: Kapı Yayınları.
Poorta, Gerdien ve Poorta, Sjoerd (2001). Herşeyden önce.İstanbul: Yeni Yaşam
Yayınları [İncil- günlük ibadetler].
Subaşı, Necdet (2004). Gündelik hayat ve dinsellik. İstanbul: İz Yayıncılık.
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Demirkan, Yaşar (2003). Kentleşme sürecinde dini yaşam (Eryaman örneği)=The
Religion life of urbanization proce (Eryaman model). Ankara: Ankara Üniversitesi Sos-
yal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kavaklı, Rukiye (2007). İlk dönem kaynaklarına göre Sufi’nin günlük
hayatı=According classical Works Sufi’s ordinary life. Bursa: Uludağ Üniversitesi Sos-
yal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Sündal, Fatma (1993). An Islamic tarikat and everday life in a small Turkish
town=Küçük bir Türk kasabasında İslami bir tarikat ve gündelik hayat. Ankara: Orta
Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Şenat, Fatma Asiye (1995). Kur’an-ı Kerim’in günlük hayatta karşılaştığımız maddi
nimetlere bakışı. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Engin, İsmail (1993). Akçaeniş tahtacılarında dinin ve dini örgütlenmenin günlük
yaşama etkisi.
Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Dok-
tora Tezi.

Toplum bilimlerinde gündelik hayat

Makale
Aytaçlar, Semih (1989). Günlük hayat krizinin taşıdığı devrimci potansiyel. Biri-
kim, 3: 64-65 [kitap eleştirisi].
Berger, Peter L. ve Luckmann, Thomas (2003). Gündelik hayatın gerçekliği (çev.
278 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

Ejder Okumuş). Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, 1(1): 43-51.


Berksoy, Taner (2001). 1992’den 2001’e ekonomik kriz: vatandaş, enflasyon ve
gündelik hayat. Görüş, 35: 95-97.
Braudel’le önemli buluşma[: Fernand Braudel’in “Maddi uygarlık ekonomi ve
kapitalizm XV-XVIII. yüzyılla gündelik hayatın yapıları” adlı yapıtı üzerine](1993).
Milliyet Sanat Dergisi, 313: 52.
Çabuklu, Yaşar (2000). Gündelik hayat ve anarşi. Varlık, 68(1114): 18-19.
Demirtaş, Nedim (1989). Marks, Freud ve günlük hayatın eleştirisi[Bruce
Brown’un aynı adlı kitabı üzerine]. Milliyet Sanat Dergisi, 224: 52-53.
Ergüden, Işık (2003). Yazı, sol ve gündelik hayat. Birikim, 167: 52-55.
Evren, Süreyya ve Öğdül, Rahmi G. (2001). Gündelik hayatın sponsoru kim? Var-
lık, 1125/ Kitap eki-109: 49-53.
Harootunian, Harry D. (2005). Kaplanın ininde: sosyalist gündeliklik: Mao sonra-
sı Çin’de [Michael Dutton’un “ Çin’in sokak hayatı” adlı yapıtı üzerine kitap eleştirisi].
Praksis, 13: 311-322, 350.
Lefebvre, Henri ve Régulier, Katherine (2005). Rit[i]m çözümlemesine dayanan
bir proje: Gündelik Hayat ve rit[i]mleri (çev. Elçin Gen). Birikim, 191: 79-85.
Olcaytu, Turhan (1984). Günlük hayatımızda laiklik. Kemalist Atılım, 28: 9-10,
24.
------, ------ (1985). Günlük hayatımızda laiklik. Kemalizm ve Türkiye,104-105:
11-13.
Öğdül, Rahmi G. ve Evren, Süreyya (2000). Kim gündelik hayatı keşfetmek ister?
Varlık, 68(1114): 20-22.
Sündül, Fatma (2005). Kaypak zeminlerde günlük yaşam. Birikim, 191: 86-88.
Şahin, Özlem ve Balta, Ecehan (2001). Gündelik yaşamı dönüştürmek ve Mark-
sist düşünce. Praxis, 4: 185-217.
Utkucu, Murat (2005). Gündelik hayatta otoriterizm[:] Nasıl otoriter olunur?
Mülkiyeliler Birliği, 249-7: 11-15.
Kitaplar
Brown, Bruce (1989). Marks, Freud ve günlük hayatın eleştirisi (çev.Yavuz Alogan).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Geiges, Adrian (1990). Gündelik hayatta Perestroyka(çev. Cem Sey). İstanbul: İle-
tişim yayınları.
Kalkandelen, Zülal (2003). New York’u yaşamak. İstanbul: Remzi Kitabevi [New
York’ta günlük yaşam].
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 279

Lefebvre, H. (1998). Modern dünyada gündelik hayat (çev.Işın Gürbüz). İstanbul:


Metis.
Turgut, Serdar (2003). Şahsi bir New York bibliyografyası: Yaşantı. İstanbul: Yapı
Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.

Uğur, Aydın (1991). Keşfedilmemiş kıta: Günlük yaşam ve zihniyet kalıplarımız.


İstanbul: İletişim Yayınları.
Vassaf, Gündüz (1999). Cehenneme övgü: gündelik hayatta totalitarizm. İstanbul:
İletişim Yayınları.
------, ------ (1999). Cennetin dibi: Modern zamanlarda eğlencelik hayat. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Zamanın düşündürdükleri: çevreyi düşünenler için günlük yaşam tavsiyeleri (1989).
Berlin: Umweltbundesamit.

Yüksek Lisans Tezleri


Aydıngül, Kaan (2006). Türkiye’de gündelik (plansız) yaşam pratiklerinin çözüm-
lenmesi: Yamalı toplum=Analysing that informal life practises in Turkey: patched so-
ciety. Kütahya: Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Ekici Beşpınar, Fatma Umut (2001). The Lower middle class neighborhood in the
metropolitanContext: The case of Batıkent (Ankara)=Kent ölçeğinde orta alt sınıf kom-
şuluk çevresi: Batıkent Örneği (Ankara). Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sos-
yal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Erdem, Türkan (1992). Caddeleri-istasyonları-fabrikaları-trafiği-hava kirliliğiyle
büyük kentte yaşam. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayın-
lanmamış Sanatta Yeterlilik Tezi.
Ersin, Meral (1985). Kapıcı aile yapısında yaşam biçimi Mithatpaşa caddesindeki
apartmanlarda çalışan kapıcılar üzerine bir araştırma. İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal-
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kara, İsmail (2004). Kent yaşam alanında siyasal şiddetin ortaya çıkışı ve nedenleri:
İzmir örneği=Appreance of political violence in urban living area and the reasons: İzmir
case. İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Külekçi, Ozan (2002) Türkiye’de apartmanlaşma olgusu ve apartman
yönetimleri=The Apartment housing faet and apartment management in Turkey. İstan-
bul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
280 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

Toker, Feyiz (1991). İstanbul halkının günlük yaşam biçimi ve tüketim davranışla-
rının istatistik yöntemlerle incelenmesi. İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Avar, Adile (2000). A Sociological analysis of the discursive formation of life scien-
ces and the nation building Project in Turkey=Türkiye’de yaşam bilimlerinin söylemsel
oluşumu ve uluslaşma projesinin sosyolojik analizi. Ankara: Orta Doğu Teknik Üni-
versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Güzel, Serkan (2004). Temel iş-güç biçimi değişiminin yaşam tarzı üzerindeki
etkileri:Afyon-Sandıklı Örneği. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
tüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Keser, Aşkın (2003). Çalışmanın anlamı, insan yaşamındaki yeri ve yaşam doyu-
mu üzerine bir uygulama=Meaning of working importance in human life and research
on life satisfaction. Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Doktora Tezi.
Kurt, Hacı (2003). Türkiye’de kent-kır karşıtlığı=Antithesis of town and country in
Turkey. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Dok-
tora Tezi.
Leblebici, Çiğdem (1991). Günlük hayat olaylarına ilişkin atıfların incelenmesi. İz-
mir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Orcan, Mustafa (2002). Batılılaşma sürecinde Türk tüketim kültüründe değişme=In
the Period of westernization the changes in Turkish consumption culture. İstanbul: İs-
tanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Özen, Sevinç (1989). Sanayi kasabasında yaşam biçimi ve aile yapısında meydana
gelen değişmeler: Soma örneği. İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Doktora Tezi.
Özuğurlu, Aynur (2005). Poverty or social reproduction of labour: Life in çöplük
distric=Yoksulluk ya da emeğin toplumsal yeniden üretimi: Çöplük mahallesi’nde ya-
şam. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Doktora Tezi.

Antropolojide Günlük Hayat

Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri


Demiray, Funda (2006). Küreselleşmenin Türkiye’de meydana getirdiği sosyo-
kültürel değişikliklerin, günlük hayattaki izlerinin, 18-25 yaş arası gençler üzerinde sos-
yal antropolojik açıdan incelenmesi=Analysis of the social and cultural changes caused
by globalization in Turkey and its everyday life traces on young people aged between
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 281

18-25 from an social anthropological view. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Duyan Çamur, Gülsüm (2000). Aile işlevleri ile ailenin sosyal, demografik ve eko-
nomik nitelikleri ve yaşam döngüsü arasındaki ilişkiler=Relations between family func-
tions and social, demographic, economic characteristies and family. Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Ok, Nergis (1993). Bir aile biçimi olarak birlikte yaşama. İstanbul: Marmara Üni-
versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Yurtkuran, Semra (1996). Kentleşme sürecinde geleneksel yaşam tarzının değişimi:
Ankara’da yaşayan Tillolular örneği= The Change of traditional life style in the processof
urbanization: The case of the migrated Tillo to Ankara. Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Gitmez, Şengül (2000). Yaşlıların farklı kentsel koşullarda yaşam uyumları, tutum
ve davranışları: Sosyal antropolojik açıdan değerlendirme=Life conditions, adaptation,
life satisfactions and attitudes of aged people in different urban settings: A social anthro-
pological study. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Doktora Tezi.

Türkiye’de bazı yiyecek, içecek, giysi, alet ve eşyaların günlük hayattaki


yeri

Makaleler
Demirhan, Ayşegül (1981). Günlük hayatta çok kullanılan keyif verici bazı mad-
delerin Türk Tıbbi folklorundaki yeri (alkol, çay, kahve ve tütün). Türk Dünyası Araş-
tırmaları, 15: 57-116.
Kitaplar
Akçura, Gökhan (2002). Gramofon çağı: Ivır zıvır tarihi II. İstanbul: Om Yayın-
ları.
Orcan, Kemal (1980). İçki ve içki sohbetleri: Tüm içki türleri hazırlama ve sunulma
şekilleri. [İstanbul: yayl.y.].
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Kıray, Hüseyin Selçuk (2003). Ayakkabında yaşam=Life in shoes. İstanbul: Mar-
mara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, Yayınlanmamış Sanatta Yeterlilik Tezi.
[Belgesel Film de var]
Özgündoğdu, Mehmet Doğan (1992). Fincan ve kahvenin Türklerin yaşamındaki
yeri ve günümüzdeki kullanımı. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
282 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

tüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans.


Ulusoy, Duygu (2002). Çamlıhemşin yöresi Hemşin halkının toplumsal yaşamında
tulum ve horonun yeri ve işlevleri=Position and functions of tulum and horon in social
life of Hemshin people, who live in Camlihemsin. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sos-
yal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Veziroğlu, Ceren (1997). İnsan yaşamında baş örtüsü ve şalın yeri=The Role of the
head covering and shawl in human life. İstanbul: Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

İletişimde günlük hayat

Makale
Cantek Şenol, L. Funda (2004). Modernleşen gündelik hayatın reklamlara yansı-
ması: Reklamlarda Cumhuriyet’in medeniyetle imtihanı. Toplumsal Tarih, 125: 14-
21.
Kitaplar
Akçura, Gökhan (2004). Aile boyu sinema: Ivır zıvır tarihi 7. İstanbul: İthaki Ya-
yınları.
Gündelik hayat ve medya: Tüketim kültürü perspektifinden okumalar(ed.Selda İçin
Akçalı) (2006). Ankara: Ebabil Yayınları.
Orcan, Mustafa (2004). Modern Türk tüketim kültürü:Osmanlı’dan günümüze.
Ankara: Kadim Yayınları
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Acar, Yeşim (2002). İdeolojik bir araç olarak reklamların tüketime dayalı bir kimlik
ve yaşam tarzı oluşturmadaki rolü=The Role of advertisements as an ideological tool in
creating an identity and lifestyle based on consumption. Ankara: Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Altan, Zeynep (2001). Reklamın günlük yaşamdaki eyletim işlevi=The Manipulati-
on function of advertisment in daily life. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Erol, Devrim Deniz (2004). Tekelleşen Türk medyasında yazılı basın ekleriyle su-
nulan yaşam tarzları=Presenting lifestyles with print newspapers’ supplements in mo-
nopolizing Turkish media. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi
Konukman, Emrah Alparslan (2006). Medya ve kültür: Son dönem televizyon di-
zilerinin yaşam tarzı üzerindeki imgeleri=Media and culture: Images on lifestyle about
last period television film series. Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 283

Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.


Örem, Ayşın (1996). Günlük yaşamımızdaki değişim ve televizyon reklamları. Es-
kişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Li-
sans Tezi.
Özgün, Aras (1997). Televisual apparatus and video as an emancipatory teknolo-
gical form for the re-construction of everyday life=Televizüel aygıt ve günlük hayatın
yeniden inşasına yönelik özgürleştirici bir teknolojik form olarak video. Ankara: Orta
Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Tazebay, Burcu (2005). The role of television in rural women’s everyday life:The case
of Topraklı village=Televizyonun köydeki kadınların gündelik yaşamlarındaki rolü:
Topraklı köyü örneği. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü-
sü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Ünlütepe, Sibel (2004). Kahramanmaraş Çiğli köyü örneğinde kadının gündelik
yaşamında iletişim araçlarını kullanımı üzerine halkbilimsel bir inceleme=Wihtin the
example of Kahramanmaraş Çiğli village a folkloric research on usage of mass commu-
nication means in daily life of women. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Yazıcıoğlu, Filiz (2002). Sinema kültürünün Türk kadınının eğitimsel ve toplumsal
yaşamına etkileri=The Effect of cinema culture on the Turkish woman’s education and
social life. Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Cantek, Levent (2005). Gündelik yaşam ve basın (1945-1950)[:] Basında gündelik
yaşama yansıyan tartışmalar. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Gülmez, Esra (2007). Televizyonun kadınların gündelik yaşamlarına etkisinin
sosyolojik açıdan incelenmesi: Elazığ örneği=Investigation of the effect of television on
women’s daily life in terms of sociological aspects: Elazığ sample. Elazığ: Fırat Üniver-
sitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Karaçor, Süleyman (1999). Sosyo-kültürel bir olgu olarak yaşam tarzının reklam
metinlerine yansıması (Teorik ve uygulamalı bir çalışma)=The Reflection of life style
in advertisement texts as a socio-cultural phenomenon (An emprical and theoretical
study. Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora
Tezi.
284 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

Kadın da günlük hayat

Makale
Ete, Fazilet (1950). Türk ev kadınının günlük hayatı. Nilüfer, 61: 3-4.
Kibar Çinli kadının bir günlük hayatı (1928). Yeni Kitap, 12: 2-9.
Kitap
Eyüpoğlu, İsmet Zeki (2007). Osmanlıdan Cumhuriyete Türk kadını. İstanbul:
Pencere Yayınları.
Goodwin, Godfrey (1997). The private world of Ottoman women. London: Sagi
Boks.
Yüksek Lisans ve Bilimde Yeterlilik Tezleri
Kennedy Fehim, Nilgün (1999). A comparison betwwen women living in tradi-
tional Turkish houses and women living in apartments in historical context=Tarihsel
süreç içerisinde geleneksel Türk Evi ve apartman yaşantısındaki kadınlar arasında bir
karşılaştırma. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Kültür ve günlük hayat

Kitaplar
Kültür fragmanları: Türkiye’de gündelik hayat (hazl. Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktan-
ber, çev.Zeynep Yelce) (2005). İstanbul: Metis Yayınları.
Troçki, Lev (2000). Gündelik hayatın sorunları[:] Bilim ve kültür üzerine diğer
yazılar(Çev.Yılmaz Öner). İstanbul:Yazın Yayıncılık.
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Bingöl, Osman Doğu (2006). Günümüz kent yaşamında sözlü kültürün yeni sa-
natsal ifade aracı olarak kullanımı=Oral culture practices in contemporary urban life
as artistic expressions. İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Bardavid, Beki (2007). Judeo-Espanyol atasözlerinde 1850-1950 arası Çorlu Mu-
sevilerinin günlük yaşamı=Proverbs of daily life Jews in Çorlu between the years 1850-
1950. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Dok-
tora Tezi.
Vural, Aynur (2004). Mizah ve gülmenin insan yaşamındaki yeri ve önemi=The
Currency and importance of humour and laughter in human life. Ankara: Eğitim Bi-
limleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 285

Hukuk ve günlük hayat

Sözen, Edibe, Ayten, Alem ve İri, Murat (2006). İnsan hakları: Bir gündelik hayat
pratiği. İstanbul: Alfa Yayınları.

Eğitim-öğretimde günlük hayat

Makale
Kara, Rüksan (1967). Oyun ve oyuncakların çocuk eğitimindeki önemi ve çocu-
ğun günlük hayatındaki yeri. Mesleki ve Teknik Öğretim, 178: 13-14.
Özgüven, İsmail (1954). İlk okuma ve yazma öğretimine büyük harflerle mi, gün-
lük hayatta olduğu gibi küçük ve büyük harflerle mi başlamalı? İlköğretim, 373: 6-8.
Kitaplar
Nilsson, Lars-Gunnar (1980). Yuvada günlük yaşam: Çocuklar ve yetişkinler için
yuvadaki günlük yaşamın öyküsü(fotog. Ollle Âkerström, çev. İlker Anadol). Uddevalla:
Bokförlaget Cikada AB.
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Çakır, Cihat (1988). Ortaokul öğrencilerine müzik derslerinde kazandırılan bilgi ve
becerilerinin günlük hayatlarına yansımalarının incelenmesi. Ankara: Gazi Üniversi-
tesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi
Dalkıran, Ömer (2000). Günlük hayatta kullanılan malzemelerin fizik eğitiminde
kullanılması= Using in physic education of the equipments. Eskişehir: Osmangazi Üni-
versitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Dinler, Tuğba (2005). Günlük hayatta kullanılan araç ve gereçlerle yapılan bazı fi-
zik deneylerinin ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerinin fizik dersini kavramalarına
etkisinin incelenmesi = Investigation of offects of physics experiments performed
by some instruments and materials use in daily life on student conceptions in primary
and secondary schools. Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitü-
sü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Erduran, Dilek (2002). Lise 2. sınıf öğrencilerinin manyetizma kavramlarını algıla-
ma düzeylerinin ve günlük hayata uygulama becerilerinin tespiti=The Determination
of second class high scholl students comprehension levels and practice skills to the daily
life of magnetism concepts. Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Küçük, Murat (2001). Okul yaşamında törensel etkinlikler=Ceremonial activities in
public schools. Eskişehir: Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Yüksek Lisans Tezi.
Özdayı, Filiz (2001). İstanbul ilindeki lise öğrencilerinin yaşam tarzları ile lise öğ-
286 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

retmenlerinin yaşam tarzları arasındaki farklılıklar=Differences between the life styles


of high school teachers and high school students in İstanbul. İstanbul: İstanbul Üniver-
sitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Özşahin, Nida (2005). Lise öğrencilerinin günlük yaşamdaki akış deneyimlerinin
incelenmesi=Investigation of flow experiences of high school students in daily life. An-
kara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans-
Tezi.
Rutbil, Emel (2004). Bazı kimyasal olayların günlük yaşama etkileri ve bunların
medyadaki yansımasının kimya eğitimine katkıları=The effects of some chemical inci-
tens on daily life and additions to chemistry education that supplied by their appearance
at the media. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Yüzbaşıoğlu, Aydın (2003). Öğrencilerin günlük yaşamla ilgili biyoloji konularını
öğrenme düzeylerinin belirlenmesi=Students learning level of biological subjects on da-
ily life. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yük-
sek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Aykut Esirgemez, Çığıl (2007). Zihinsel yetersizlikten etkilenmiş öğrencilere gün-
lük yaşam becerilerinin kazandırılmasında sabit bekleme süreli ve ipucunun sistematik
olarak geri çekilmesi işlem süreci ile yapılan öğretimin etkililiklerinin ve verimliliklerin
karşılaştırılması=Comparasion of effectiveness and efficiency of constant-time delay
and most to least prompts in teaching of daily living skills for children with mental retar-
dation. Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora
Tezi.
Özuçucu, Aynur (1995). Yuva çocuklarının gündelik yaşamdaki davranışları: 4-5
yaş çocuklarında paylaşma. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Doktora Tezi.

Görgü kuralları, Pratik bilgiler ve günlük hayat

Kitaplar
Gökçe, Hüseyin (2005). Yaşamın her anında lütfen efendim.İstanbul: Hayat Yayın-
ları [Görgü Kuralları].
Günlük yaşam: Ev ve aile ansiklopedisi(1983-1984). İstanbul: Kardeş Yayıncılık.
Her eve lazım (derl. Emine Eroğlu), (2006). İstanbul: Timaş Yayınları[Günlük ya-
şam: pratik bilgiler].
Pratik bilgiler (derl. Yasemin Yentur), (2003). İstanbul: Mozaik Yayınları.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 287

Pratik hayat rehberi (derl. Emine Eroğlu), (2003). İstanbul: Timaş Yayınları.
Willis, Susan (1993). Gündelik hayat kılavuzu (çev. Aksu Bora, Asuman Emre).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Yahyaoğlu, Recai (2005). Günlük yaşamdan gerçek hayat hikayeleri. İstanbul: Ha-
yat Yayınları.
Yaşamı kolaylaştıran pratik bilgiler ( ed. Rahime Demir), (2004). İstanbul: Moza-
ik.
Fen bilimleri ve teknolojide günlük hayat

Makale
Berkem, Ali Rıza (1940). Fizik-Fizikî Kimya- Kimya ve Kimyanın günlük hayatı-
mızdaki rolü. Fen ve Teknik, 10: 299-302.
Dede, Naim (1997). Elektrolitik kaplamanın günlük hayatımızdaki yeri. Metal
Makine, 93: 53-55.
Görgeç, Hüsnü (1984). Günlük hayatta kullanılan bilgisayarlar. Teknik Konferans-
lar (Ankara, 05.01-24.05.1984), 57-76.
Karagölge, Zafer ve Ceyhun, İlhami (2002). Öğrencilerin bazı kimyasal kavramla-
rı günlük hayatta kullanma becerilerinin tespiti. Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim
Dergisi, 10(2): 287-290.
Kurşun, Ömer (1960). Günlük hayatta otomasyon. Teknik Haberler, 132: 4.
Laçin, Mustafa Kemal (2003). Elektrolitik kaplamanın günlük hayatımızdaki yeri.
Yüzey İşlemler, 36: 4-6.
Laçin, Mustafa Kemal (2005). Elektrolitik kaplamanın günlük hayatımızdaki yeri.
Yüzey İşlemler, 36: 4-6.
Sargın, Güven Arif (2003). Popüler kültürü üretmek: Seçkinci kültürden gündelik
hayata kayışın ideolojisi. Arredamento Mimarlık, 159: 39-41.
Sezik, Ekrem (1990). Günlük hayatın bir parçası[:]Bitkisel laksatifler. Bilim ve Tek-
nik, 268: 13-15.
Kitaplar
Sproule, Anna (1996). Thomas A. Edison: Elektriğin gündelik yaşamda kullanıl-
masını sağlayan zamanımızın en büyük mucitlerinden biri (çev. Leyla Onat). Ankara:
İlkkaynak Kültür ve Sanat Ürünleri
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Aksoy, Derya (2006). Akademisyenlerin e-ticareti mesleki ve gündelik yaşamların-
daki kullanım düzeylerinin araştırılması: Akdeniz Üniversitesi örneği= A survey on the
usage of electronic commerce by academicians for Professional and daily life:Akdeniz
288 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

University sample. Antalya:Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlan-


mamış Yüksek Lisans Tezi.
Demir, Emel (2006). Birey ve aile yaşamına ilişkin konularda internet kullanımının
etkisinin belirlenmesi=Assesment of the effect of internet usage on individual and family
life issues. Ankara: Ankara Üniversitesi Fen bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yük-
sek Lisans Tezi.
Demir, Nihat (2004). Elektromanyetik kirlilik ve kent yaşamına etkileri. Ankara:
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Erdoğan, Samiye (1994). Gelişen teknolojinin geleneksel ev yaşamında meydana
getirdiği değişimler=The Changes in traditional home living caused by the developing
technology. Ankara: Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Dok-
tora Tezi.

Sağlık alanında günlük hayat

Kitaplar
Drahe, Jonathan (2001). Günlük yaşamda Alexander tekniği (çev. Semra Tuna).
İzmir: Ege Meta Yayınları [sağlıklı yaşam için].
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Biçer, Sema (1996). 60+ yaş ve kronik hastalığı olan bireylerin günlük yaşam akti-
vitelerinin etkilenme durumu. Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
tüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Boşnak, Meral (2003). İnme hastalarındaki depresyonun yaşam kalitesi ve günlük
yaşam aktivitelerine etkilerinin araştırılması=The Effects of postroke depression on acti-
vities of daily living and quality of life with time. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Ciritçi, Ela (2002). Multipl sklerozis’li hastalarda fizyoterapi ve rehabilitasyonun
günlük yaşam naktivitelerine ve yaşam kalitesine etkisi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Çetin, Züleyha (2004). Prostat cerrahisi geçiren bireylerin taburculuk sonrası erken
dönemde günlük yaşam aktivitelerinin etkilenme ve komplikasyon gelişme durumu. Si-
vas: Cumhuriyet Üniversitesi,Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Çuhadar, Döndü (2005). Huzurevinde yaşayan yaşlılarda bilişsel işlevler ve günlük
yaşam aktivitesi düzeyi=The level of cognitive functions and activities of daily life in
elderly people who live in rest home. Gaziantep: Gaziantep Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 289

Değirmenci, Şule (2000). Gülveren sağlık ocağı bölgesindeki 25-64 grubu kadınla-
rın, obes[z]ite ile ilgili bilgi düzeyleri, günlük yaşam alışkanlıkları ve obes[z]ite görül-
me sıklığı.Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Erbahçeci, Fatih (1989). Amputelerde amputasyon nedenleri ve günlük yaşam ak-
tivitelerinin değerlendirilmesi. Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Ersöz, Burcu (2004). İnmeli hastalarda motor fonksiyon değerlendirme sonuçları
ile günlük yaşam aktiviteleri ve yaşam kalitesi arasındaki ilişki=.Relation of activities
of daily living and quality of life with motor function assessment results in stroke pati-
ents. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi.
Günal, Ayla (2007). Otistik çocuklarda duyu motor ve kognitif yeteneklerin günlük
yaşam aktiviteleri ve yaşam kalitesine etkisi=Sensory, motor and cognitive functions’
effects on daily living activities and quality of life in autistic children. Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Karabulutlu, Elanur (2001). Hemodiyalize giren hastaların günlük yaşam aktivi-
telerinin etkilenme durumunun incelenmesi=The investigation of impact situation of
daily life activities of the patients undergoing hemodialysis. Erzurum: Sağlık Bilimleri
Enstitüsü,Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Karakaya, Gülfer (2002). Hemiplejik unilateral görsel- uzaysal ihmal ve kognitif-
algılama fonksiyon bozukluklarının günlük yaşam aktivitelerine etkisi= The Effects of
unilateral visuospatial neglect And cognitive-perceptual dysfunction on activities of da-
ily living in hemiplejik patients. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Ensti-
tüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kaya, Çiçek (2006). Ortopedik özürlülerin günlük yaşam aktivitelerindeki bağım-
sızlıklarının aşam kalitelerine etkisi=The impact of independence in activities of daily
living to quality of life in orthopedically disabled people. İstanbul: Marmara Üniversite-
si Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kayıhan, Hülya (1982). Hemiplejik hastaların günlük yaşam aktiviteleri eğitimin-
de bağımsızlık kazanmalarına değişik faktörlerin etkileri üzerinde karşılaştırmalı bir
çalışma. Ankara: Hacettepe Üniversitesi [Sağlık Bilimleri Enstitüsü], Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Kurucuoğlu, Özlem (2001). Ankara/Gülveren’de günlük yaşayışın halk sağlığına
etkilerinin bilimsel incelenmesi=The Folkloric study of daily life’s effects on public health
in Gülveren gecekondu area in Ankara. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Öztürk, Gülşah (2002). Hemiplejik hastalarda üst ekstre mite motor yeteneklerinin
ve kognitif becerilerin günlük yaşam aktivileri ile ilişkisi=The Relationship of upper ext-
290 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

remity motor function performance and cognitive ağabeylities to activies of daily living
in hemiplegic patients. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Pehlivanoğlu, Aysel (2001). Huzurevinde ve kırsal evde yaşayan 60 yaş ve üzeri
yaşlıların günlük yaşam aktiviteleri ve yararlı günlük yaşam aktivitelerinin karşılaştı-
rılması= The activities of daily living and instrumental activities of daily living of the 60
years of age and older elderly at nursing homes to that of the 60 years of age and older
elderly living at homes. Ankara: Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Yüksek Lisans Tezi.
Şahbaz, Muazzez (2004). Evde yaşayan 65 yaş üzeri bireylerin günlük yaşam ak-
tiviteleri ile ev kazaları arasındaki ilişkinin belirlenmesi=Determination of the relation
between home accidents and basic activities of daily living of people over 65 years old
living at home. Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Yüksek Lisans Tezi
Şencan, Yeşim (2002). Serebral palsili çocuklarda iş-uğraşı terapisinin üst extremite
fonksiyonu ve günlük yaşam aktivitelerine etkisi=The effect of occupational theraphy on
upper extremity function and daily life activities in children with cerebral palsy. İstan-
bul: İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Taşçı, Sultan (1991). Hastaların günlük yaşam aktivitelerini olumsuz etkileyen
faktörler. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi.
Tekeoğlu, Anıl (2000). Parkinson hastalığında günlük yaşam aktiviteleri üzerine
fizyoterapi ve rehabilitasyonun etkileri=Effects of physical therapy and activities of
daily living in Parkinson’s disease. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Ens-
titüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Tuncay Özkan, Fatma (2004). Öz bakım eğitim programının serebrovasküler hasta-
lığı olan bireylerin günlük yaşam aktiviteleri üzerine etkisi=The effect of self care educa-
tion programme, on daily living activities of persons with serebrovasküler disease. Sivas:
Cumhuriyet Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Ünsal, Ayla (2001). Kronik obstrüktif akciğer hastalığı olan bireylerin günlük ya-
şam aktivitelerinin etkilenme durumunun incelenmesi=The investigation of the impact
situation of daily life activities of individuals with chronic obstructive lung disease. Er-
zurum: Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Yazıcı, Resmiye (1994). Yaşlı bireylerin ölüm kaygısı ve bunun günlük yaşama ak-
tivitelerine olan etkisinin araştırılması. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 291

Zarif, Meral (2006). Yaşlı kişilerde algı ve bilişsel bozuklukların günlük yaşam akti-
vitelerine olan etkisinin değerlendirilmesi=Evaluation of the effects of the cognitive and
percepul disorders on activities of daily life in elderly. Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Tıpta uzmanlık Tezleri
Beler, Nüket (2000). Yaşam olaylarının stres verici etkisinin başlatıcı etken olarak
psikoz ve panik bozukluğu üzerine etkisi. Ankara: Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ya-
yınlanmamış Tıpta Uzmanlık Tezi.
Berberler, Hüseyin (1983). Günlük yaşamımızda göz içi basıncını etkileyen faktör-
lerin değerlendirilmesi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Yayınlanmamış
Tıpta Uzmanlık Tezi.
Doktora Tezleri
Işıl Gürkan, Özlem (1994). Zeka özürlü çocukların günlük yaşam aktivitelerine
uyumunda annelere verilen eğitimin etkinliği. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Ökdem, Sevda (1997). Gecekondu bölgesinde yaşayan kadınların karşılaştık-
ları krize nede olabilecek yaşam olaylarının saptanması ve ruhsal belirtilerinin
değerlendirilmesi=Life events that might lead to a crisis among gecekondu women and
evaluation of their psychological symptoms. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Ulusel, Banu (2004). İzmir Balçova 2 no’lu sağlık ocağı bölgesi’nde yaşlı bireylerin
günlük yaşam etkinlikleri, bağımlılık düzeyi ve etkileyen risk faktörlerinin incelenme-
si= Dependence in daily living activities among community-dwelling elderly: Prevalen-
ce and risk factors. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayın-
lanmamış Doktora Tezi.

Mimarî’de günlük hayat

Makale
Gündelik hayat [Mimarlık üzerine söyleşi] (1997). Mimarlık, 34(273): 21-30.
Yazgan, Kerem (2002). Mimari tasarımın “öteki”si mimari tasarımın gündelik ha-
yatının keşfi. Arredamento Mimarlık, 144: 82-89.
Yıldırım [Özgencil], Sercan (2003). Gündelik hayat içinde durak. Dosya: XXI Mi-
marlık Tasarım ve Kent Dergisi,14: 90-91.
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Adınır, Tolga (2006). Metropol gündelik yaşamının konutun dönüşümüne etkisi=The
Effect of everyday life of metro polis to the transformation of housing. İstanbul: Yıldız
292 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.


Akyalçın, K. Yeşim (1998). Sosyo-kültürel yaşamın kent formuna etkisi=The Effec-
tion of socio-Cultural life to the city form. Adana: Çukurova Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Bilgin, Melike (2006). Karma kullanımlı merkezlerin kent ve günlük yaşam içe-
risindeki yeri: İstanbul’dan örnekler.=The place of mixed-use centres in urban life and
daily life: examples From İstanbul. Ankara: Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Dayıoğlu, Esra (2001). Trabzon “Araklı” bölgesi örneğinde insan davranışları ve
toplumsal yaşam biçiminin konut tasarımına olan etkileri=The Effect of human at-
titudes and the style of social life upon the housing design in the example of Trabzon
“Araklı” regions. İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayın-
lanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Ekiz, Armağan (2000). Yaptakçılık: Gündelik yaşamda mimarlık=Bricolage, as the
architecture of everyday life. İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Ens-
titüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Güngen, Burçin (2001). Metropol kültürü, yaşamı ve mimarlık=Metropolitan life,
culture and architecture. İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitü-
sü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kahveci, Özgür Esra (2004). Metropol deviniminde gündelik yaşam ve konutun
dönüşümü=Transformation of everyday life and the house with in the perpetual motion
of the metropolis. İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Sanatta Yeterlilik Tezleri

Artıkoğlu, Pınar (2006). 1950-1970 arası süreçte sosyal yaşam ve iç mekanın


değişenleri=Social life and transformations in interior spaces between 1950 and 1970.
İstanbul: Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Sanatta
Yeterlilik Tezi. [İç mimarî]
Doktora Tezleri
Kurtay, Nevin (2001). İstanbul’da 19. yüzyıl kentsel yaşamında koşut olarak değişen
saray ve konut mimarlığı. İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
tüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Özaloğlu, Serpil (2006). Transformation of Ankara between 1935-1950 in re-
lation with everyday life=Ankara’nın günlük yaşam ve mekansal pratikler açısından
dönüşümü:1935-1950. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitü-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 293

sü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.


Alpan, Açalya (2005). Integration of urban archaeological reseurces to everyday life
in the historic city centers Tarragona, Verona and Tarsus=Kentsel arkeolojik kaynakla-
rın tarihi kent merkezleri Tarragona, Verona ve Tarsus’ta günlük hayatla bütünleşmesi.
Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yük-
sek Lisans Tezi.
Sanat ve yazın alanlarında günlük hayat

Makale
Abadan, Nermin (1952). Sanatın günlük hayatımıza girişi. Mülkiye, 3: 5.
Ateş, Nihat (2004). Gündelik hayattan romana bir ince çizgi. Evrensel Kültür, 154:
48-49.
Güreli, Mehmet (1988). [Müziğin kültür ve gündelik hayatla olan ilişkileri konu-
sunda bir söyleşi]. Müzik, 2: 60-63.
İyi polisiye öykülerin harcanmaması niçin gerekiyor?[:] Gündelik hayatın reali-
teyi algılama yöntemi karşısında iyi polisiye öykülerin hayatı algılama yönteminin
farklılığı (1991). Varlık, 1007: 2-4. Yazıcı, Gülgün (2004). Kâmî’nin şiirlerinde günlük
hayat. Akademik Araştırmalar Dergisi, 6(21): 93-108.
Uçan, Hilmi (2001). “Senin hikayen” ya da modern olan ile geleneksel olanın gün-
delik hayattaki çatışması. Hece, 57: 32-40.
Kitaplar
Akçura, Gökhan (1991). Ivır zıvır tarihi. İstanbul: Cep Kitapları.
---------, ---------- (2005). İnsanlar alemi: Ivır zıvır tarihi 8. İstanbul. İthaki Ya-
yınları.
---------, ---------- (2003). Kedi kitabı: Ivır zıvır tarihi arşiv II. İstanbul: Om Ya-
yınları.
--------, --------- (2003).Şen gönüller diyarı: Ivır zıvır tarihi 5. İstanbul: Om Yayı-
nevi.
--------, --------- (2002). Turizm yıl sıfır: Ivır zıvır tarihi 3. İstanbul: Om Yayıne-
vi.
---------, -------- (2002). Uzun metin sevenlerden misiniz?: Ivır zıvır tarihi III.
İstanbul: Om Yayınevi.
-------, ---------- (2002). Yılbaşı kitabı: Ivır zıvır tarihi arşiv I. İstanbul: Om Yayın-
ları.
Kaya, Cazım (1970). Gündelik hayat: Şiirler. Ankara: [Yayl. y.].
294 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri


Aslıhan, Gül (2006). Günlük yaşamın basit olgularından hareketle resimde form
renk ilişkisinin Çağdaş grafik anlatım aracılığıyla çözümlenmesi. Antalya: Akdeniz
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Aybar, Dilek (1988). Alman Edebiyatı’nda sanat ve yaşam ilişkisi. İstanbul: İstan-
bul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Çelik, Emre (2005). Dansta güncel yaşamın ivmesi=Momentum of the moment.
İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayın-
lanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Dikmen, Benal (2004). Yaşamsal gündelik nesnelerin sanat bağlamında metaforu
üzerine=The metaphors of daily vital objects in the artistic contex. İstanbul: Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi.
Tamer, Tuğba (2000). Müziğin insan yaşamı üzerine etkileri=The Effects of music
in human life. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Yüksek Lisans Tezi.
Sanatta Yeterlilik Tezi.
Can, Kemal (1991). Bir düşünsel sorgulama biçimi olarak kavramsal sanatın sı-
radan yaşam içindeki yeri. İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Sanatta Yeterlilik Tezi.
Çelebi, Elif (2004). Gündelik yaşamın sanatta kullanımı (1960-2000)=Usage of da-
ily life in art (1960-2000). İstanbul: Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü,
Yayınlanmamış Sanatta Yeterlilik Tezi.
Demirkalp, Mümtaz (1993). Gündelik yaşamda tüketilen nesne ve çevrenin plastik
kaygılarla sanatsal olana dönüşüm denemeleri. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Sanatta Yeterlilik Tezi.

Antik dönemlerde günlük hayat

Makale
Dingil, Filiz (2000). Antik Yunan’ın gündelik hayatı. Virgül, 28: 20-22.
Kitaplar
Gür, Ö. Selçuk (2005). Antik dünyada günlük yaşam. Antalya: Ö.Selçuk Gür.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 295

Antik dönemlerden Osmanlı öncesine Anadolu’da günlük hayat

Rice, Tamara Talbot (1998). Bizans’ta günlük yaşam: Konstantinepolis Bizans’ın


mücevheri= Everday Life in Byzantium (çev. Bilgi Altınok).İstanbul: Göçebe Yayınları.
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Acar, Suat (1998). Anadolu’nun ilk yazılı kaynaklarına göre (Asur ticaret kolonileri
devri) Anadolu’da sosyal yaşam=Social life in Anatolia, according to the first written so-
urces of Anatolia (The age of Assyrian trade colonies). Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Çelebi, Binnur (2007). Anadolu’da Hitit sosyal yaşamında kadının yeri ve
önemi=The place and Signifinance of women in Hittitte social life in Anatolia. Ankara:
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi.
Sanatta Yeterlilik Tezi.
Çakı, Muammer (1999). Neolitik dönemden İlkçağa seramiğin kültürel nesne ola-
rak insan yaşamındaki yeri=The Place of seramic as a cultural abject from neolithic age
to the first age. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Sanatta Yeterlilik Tezi.
Doktora Tezleri
Çiğdem, Süleyman (1996). Eski Anadolu insanının geçim kaynakları ve yaşama
biçimleri= The Way of life and the sources for existence of people in ancient Anatolia.Er-
zurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Gezgin, İsmail (1997). Pers yönetimi döneminde Batı Anadolu şehir devletlerinin
politik ve sanatsal yaşamı. İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Doktora Tezi.
Ulusların tarihsel gelişim sürecinde günlük hayat
Menteşaşvili, A. M. (2004). Dünden bugüne Kürtler: Toplumsal-ekonomik ilişkiler,
kültür ve günlük yaşam üzerine bir deneme (çev. Ayşe Hasanoğlu). İstanbul: Evrensel
Basım Yayım.
Omay, Cihat (2002). Ortaçağda Alman günlük yaşamı=The German daily life in
middleage der deutsche alltag im mittelalter. Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bi-
limler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Soytemel, Ebru (2002). Yaşam anlatılarında farklılaşan Musevi kimliği ve Musevi
cemaatindeki dayanışma örüntüleri=The Changing nature of communal culture and
identity differentiation within the İstanbul Jewish community. İstanbul: Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Yörük ve Türkmenlerde günlük hayat sempozyumu bildirileri, 17-18 Mayıs 2002
296 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

(Yay. Haz. Şenol Göka). Ankara: Yörtürk Vakfı.


Uluyurt, Mete (2005). Bulgaristan sosyal ve siyasal yaşamında Türkler=Turks in
Bulgaria’s social and political life. Kocaeli: Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti-
tüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
İpkırmaz, Yılgün İlkay (1994). Eski Hind’de şehir ve şehir yaşamı. Ankara: Ankara-
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora tezleri
Gürsoy, Şahin (2006). Sosyal ve dini yaşam açısından Orta Anadolu Abdalları-
Kırşehir Örneği-=Middle-Anatolian wondering Dervishs (Abdallar) from the point of
view of Social and religious life-the case of Kırşehir- Ankara: Ankara Üniversitesi Sos-
yal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.

Osmanlı’da günlük hayat

Makale
Arıkboğa, Erbay (2004). 19. yüzyıl İstanbul’unda gündelik hayattan kesitler. İstan-
bul: şehir ve ve medeniyet(.ed. Şevket Kamil Akar). İçinde, s. 273-282.
Berktay, Fatmagül (1985). Kanuni Sultan Süleyman ve halefleri zamanında
İstanbul’da günlük hayat. Tarih ve Toplum, 16: 65-66.
Işın, Ekrem (1988). Tanzimat, kadın ve gündelik hayat. Tarih ve Toplum, 51: 22-
27.
Lewis Raphaela (1984).Osmanlı Türkiyesi’nde gündelik hayat: Adetler ve gelenek-
ler [kitap tanıtımı](çev. Mefkure Poray). Tarih ve Toplum, 9: 65.
Mustafa Ali(1984). 1599’da Kahire’de günlük hayat [Mustafa Ali’nin “ Yaşamakta
olan adetleri Yönünden Kahire” adlı kitabından]. Tarih ve Toplum, 4: 65-67.
Şentürk, A. Atillâ (1993). Klâsik Osmanlı edebiyatı ışığında eski adetler ve günlük
hayattan sahneler. Türk Dili, 495: 175-188.
----------, ----------- (1993). Klâsik Osmanlı edebiyatı ışığında eski adetler ve gün-
lük hayattan sahneler. Türk Dili, 500: 211-223.
Kitaplar
Doğru, Halime (1995). XVIII. yüzyıla kadar Osmanlı kentlerinin sosyal ve ekono-
mik görüntüsü. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi.
Düşlerin kenti İstanbul: Suna ve İnan Kıraç Vakfı Koleksiyonu’ndan seçilmiş yapıt-
larla 17. Yüzyıldan
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 297

20. Yüzyıl başlarına Osmanlı’da gündelik yaşam ve İstanbul manzaraları(Hazırlayan:


Barış Kıbrıs), (2008). İstanbul: Suna ve İnan Kıraç Vakfı.
Faroqhi, Suraiya (2003). Osmanlı dünyasında üretmek, pazarlamak, yaşamak (çe-
virenler: Gül Çağalı Güven, Özgür Türesay). İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayın-
cılık.
--------,-------- (1998). Osmanlı kültürü ve gündelik yaşam: Ortaçağdan yirminci
yüzyıla (çev. Elif Kılıç). İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı.
--------,-------- (2006). Osmanlı şehirleri ve kırsal hayatı (çev. Emine Sonnur Öz-
can). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
--------,-------- (2004). Osmanlı’da kentler ve kentliler: kent mekânında ticaret za-
naat ve gıda üretimi 1550-1650 (Çev. Neyyir Kalaycıoğlu). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları.
Korkusuz, M. Şefik (2007). Eski Diyarbekir’de gündelik hayat. İstanbul: Kent Ya-
yınları.
Lewis, Raphaela (1973). Osmanlı Türkiye’sinde gündelik hayat: Adetler ve gelenek-
ler (çev. Mefkure Poroy). İstanbul: Doğan Kardeş Yayınları.
Mantran, Robert (1991). XVI. Ve XVII. Yüzyılda İstanbul’da gündelik hayat( Yay.
haz. Muhittin Salih Eren, çev. Mehmet Ali Kılıçbay). İstanbul: Eren Yayıncılık.
Meriç, Nevin (2007). Adab-ı muaşeret: Osmanlı’da gündelik hayatın değişimi
(1894-1927).İstanbul: Kapı Yayınları.
Ortaylı, İlber (2004). Osmanlı toplumunda aile. İstanbul: Pan Yayıncılık.
Özbaran, Salih (2004). Bir Osmanlı kimliği: 14.-17. Yüzyıllarda Rûm/Rûmî aidiyet
ve imgeleri. İstanbul: Kitap Yayınevi.
Sertoğlu, Midhat (1974). Topkapı Sarayı’nda gündelik hayat. İstanbul: Doğan Kar-
deş Yayınları.
Timur, Taner (1986). Osmanlı kimliği. İstanbul: Hil.
Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Tezleri
Ergin, Hayri (2006). 18. yy. fetvalarına göre Osmanlı’da günlük hayat (behçetü’l-
fetava) örneği=Pattern of Daily life of Ottoman according to 18th Century Fetvas.
Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Turna, Boğaç Babür (2000). The Everyday life in the Otoman Empire: an
interpretation=Osmanlı İmparatorluğu’nda gündelik hayat: Bir yorum. Ankara: Bil-
kent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Tekiner, Halil (2006). Kayseri eczacılık tarihi ve eczacılık işletmelerinin Kayse-
ri sosyal yaşamı ve ekonomisine katkıları üzerinde bir çalışma=A study on history of
298 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Mustafa Kemal Sevgisunar

pharmacy of Kayseri and contributions of pharmaceutical enterprises on social life and


economy of Kayseri. Ankara: Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yayın-
lanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Duman, Ali ( 1994). Şer’iyye sicillerine göre 18. yüzyılda Kastamonu’da günlük ha-
yat (1115 tarihli Kastamonu şer’iyye sicilinin katalogu). Kayseri: Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Etöz, Zeliha (1998). 19. yüzyıl Ankara’sında sosyal ve kültürel yaşam=Social and
cultural life in Nineteenth century of Ankara. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bi-
limler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Yılmaz, Gülgün (2004). 19. yüzyıl Osmanlı sosyal yaşamında sanat eseri olarak yeni
objeler=New Objects as work of arts in Otoman social life during 19th century. İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.

Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde günlük hayat

Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri


Cerezci, Serap (2003). 1919-1922 yılları arasında İzmir’de gündelik yaşam=Daily
life in İzmir Between 1919-1922. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve
İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Ünüvar, Süleyman (1996). Milli Mücadele Dönemi’nde İç Anadolu’da günlük hayat
(1919-1922). Ankara: Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlan-
mamış Doktora Tezi.

Cumhuriyet döneminde günlük hayat

Makale
Subaşı, Necdet (2007). Konya’da modernleşme ve gündelik hayatın yeniden üreti-
mi. Şehir Araştırmaları Dergisi, 1: 15-27.
Kitaplar
Emiroğlu, Kudret (2002). Gündelik hayatımızın tarihi. Ankara: Dost Kitabevi.
İstanbul’da gündelik hayat: İstanbul: İnsan, kültür ve mekân ilişkileri üzerine top-
lumsal tarih denemeleri(ed. Ekrem Işın), (2006). İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat
Yayıncılık.
Polis için günlük yaşam (2002). Ankara: İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdür-
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Konu başlıklarına göre hazırlanmış gündelik hayat bibliyografyası 299

lüğü Araştırma Planlama ve Koordinasyon Dairesi Başkanlığı.


Tanyer, Turan (2006). Cumhuriyet dönemi Ankara’sının sosyal hayatından sahne-
ler. Ankara: VEKAM.
Tunç, Ayfer (2001). Bir mâniniz yoksa annemler size gelecekler: 70’li yıllarda haya-
tımız: yaşantı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Yüksek Lisans ve Bilimde Uzmanlık Tezleri
Bilgi, Selma Güler (2006). Erken cumhuriyet döneminde Bursa’da gündelik yaşam
(1923-1950)=The story department ass stant department of republic. Bursa: Uludağ
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi.
Güneş, Gönül (2004). İkinci Dünya Savaşı yıllarında Ankara’da günlük yaşam=The
Daily life in Ankara during World War II. . Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bi-
limler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Karacaer, Gül (2006). Türkiye kent yaşamı ve mübadiller (1923-1930)=The City life
and emigrants in Turkey. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap
Tarih iEnstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Üstün, İsmail (2003). Cumhuriyet’in ilk döneminde İstanbul’un ekonomik yaşamı:
Arnavutköy’de meslekler (Takibat defteri örneği ve yerel tarih anlatıları) (2 cilt). İstan-
bul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma-
mış Yüksek Lisans Tezi.
Doktora Tezleri
Bülbül, İrfan (2005). Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı döneminde savaşın sosyal ya-
şam üzerindeki etkileri=The effects of World War II on the social life in Turkey. İstan-
bul: İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış
Doktora Tezi.
Gedikler Gölgesiz, Hülya (2006). 1950-1960 yılları arasında İzmir’de gündelik
yaşam=Daily life in İzmir between 1950-1960. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Ata-
türk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Öztimur, Neşe (1999). Professonal veiled women: The everyday life strategies of pro-
fessional Islamic women in 1990’s Bursa=Tesettürlü meslek sahibi kadınlar: 1990’lar
Bursa’sında tesettürlü kadınların gündelik yaşam stratejileri. Ankara: Bilkent Üniversi-
tesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
FORUM 301

Televson s a Gude of an Auethetc


Educaton
Gafar Askerzadeh1

The behavior of a human being, his/her life style and moral world are being formed
under the influence of a family, school, public organization, social environment and etc.
However, the role of a television is very great in this field.
Talking about this issue nationwide leader President Heydar Aliyev noted: “It is im-
possible to imagine our modern life without television. Television is the most public mean
among other means of mass media. Our national television is a national wealth of Azer-
baijan people”. Nowadays a number of scientific centers, different institutions, specialists
deal with the problems of young people in Azerbaijan.1However, they carry out this work
only in a common-sociological direction. As a result of it the television which is a power-
ful, rich, concrete and visual mean of education is remaining in the shadow somehow and
it does not attract the attention of the scientific community. However, ignoring television
and providing carelessness to television may strike a firm blow to the work of common
education.
Studies show that 90 % of young people obtain their life orientations, recommendati-
ons and consultations through just mass media, in particular through television.
Television is really very unique, because from the standpoint of the time and space
neither a newspaper nor a radio and other means of information could attract a man as
the television (“home screen”) does.2
We can call with responsibility the sixties-seventies years of the twenties century “the
golden years of a television” because at that period the television and television programs
had appeared and later developed.3
At the moment the activities of youth editorial staff have special interest because a role
of the television in the ideological and moral education of young generation is increasing.
The actuality of this editorial staff is that its programs are directed to an audience having
a concrete age limit.
Aesthetic development of the young generation is first of all in the unity of a reality and
an art, in the unity of a beauty and a reality, as well as in the peculiarity of a perception of
this unity. However, the aesthetic education of the young generation and its content is not
evaluated only with a criterion of a beauty. It formalizes a human being the spirit of love
to a labor, respect for environment, belief in progressive public ideals. It makes a human
responsible in front of a society and itself.

1 Author of dissertation of the Institute of Education Problems of Azerbaijan Republic


302 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gafar Askerzadeh

In the reforms conducted in the field of education in Azerbaijan Republic special at-
tention is given to the education of school pupils as a personality, the development of their
aesthetic sense and culture. In the period of childhood and youth, a human feels always
the influence of a family and school. Just in this period their creative forces and abilities
became stronger and this in its turn creates a favorable condition for moral and ethical
development. As a result their intellect and senses are being developed.
N.G.Chernishevski wrote about a perfect and educated human: “A perfect and edu-
cated human is a human who has enough knowledge as well as realizes quickly and truly
what is good and just, what is bad and unjust or in one word has a skill of “thinking”. They
have high sense of realizing high feelings and nobility. They have strong love for charity
and beauty”.4 All these three qualities – comprehensive and all-round knowledge, a skill
of thinking and nobleness of feelings are important for a man in order to be educated and
perfect. When a man is always in communication with an artistic cultural environment it
helps him not only to obtain a skill of thinking, comparing and evaluating, but also helps
directly to develop noble feelings and thoughts in him. In this respect artistic-emotional
tools as well as aesthetic television programs which are embodiment of a television have
a special importance for formation of young people. The parents and teachers regulate to
some extent the flow of information in the mind of children and teenagers.
Attitude of children and teenagers toward to a television passes mainly through 2
stages:The first one is related with their independence in selecting television programs.
These cases are mainly observed in preschool and first school years. Gradually by realizing
the environment the children begin to select independently. At that time children have the
ability to analyze unknown realities and facts. And children are not under the guardians-
hip and control of their parents. Thus, the 2nd stage begins and this stage is related with a
choice of selecting independently by teenagers of their television programs. The teenagers
define by themselves what programs they want to watch and when they want to watch.
And this related with a specificity of a child’s psychology. The under-ages prefer to watch
television programs in comparison with movies. But teenagers prefer to go to the cinema
and to communicate with their friends there.
Children start to contact with a television after they are 10 -11 years old. To be in
contact with a television, to take an interest in a television, searching and selecting of te-
levision programs which require a comprehensive thinking – all these are explained with
aesthetic, moral and intellectual peculiarities of a child’s personality. Some parents cla-
ims that their children show great interest to the television programs for adults. Without
taking into consideration the content and general tendencies of all television programs
broadcasted on all television channels it is impossible to give an objective evaluation to the
auethetic influence of a television on children.5
In television employees’ and teachers’ opinion a television and a school should be
allies in increasing inner world and auethetic culture of teenagers. However, a practice
shows that the activities carried out in this field are not still satisfactory. In spite of the
teachers and the staff of a television make attempts to prepare programs of this sort they
can not achieve it completely. Above all the staff of a television must be interested in it.
They must know that cooperation between school and television in the field of auethetic
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Television is a guide of an auethetic education 303

education and auethetic culture can be productive only when a strict limit is applied to
the public-political and auethetic television programs and when their sphere of influence
and peculiarities are taken into account. A television which fulfils its main functions in
the field of authetic education is a source of various authentic ocean of information and
the dissemination channel. In this respect the school is not in a position to compete with
a television.
When building up relations of school pupils with a television the school must direct
first of all these relations to auethetic information ocean. Thus, there must be created a
situation allowing children to feel auethetic events more deeply. The function of a school is
to help young people to perceive independently and creatively all auethetic beauties of an
environment and to give a key for it. Irreplaceable role of a school in the auethetic educati-
on of young people is to turn the young people from observers into auethetic subject. Do-
ing so the school can play a leading role in auethetic education of the young generation.
If the television could enter into the school both as a technical tool and effective kind
of an art then it would give more benefit in the sphere of education. We think that here the
below –mentioned plan of a television can be helpful for a teacher:
A plan of television programs with their contents and dates. Also, manuals showing
brief contents of the planned television programs;
A monthly plan of the commented television programs.
After the necessary condition is established for the use of a television in school both
the school and the television must prepare special programs. The school play a leading role
in this field and it must solve 2 issues related with the television. First, to teach the school
pupils to select television programs based on high auethetic values. In other words to give
an authetic taste to the school pupils through a television material. The second, to teach
the skills for the understanding of the art of television. In other words to deepen commu-
nication of school pupils with a television activities. The employees of the television such
as producers, cameramen, editors of the programs, actors, playwrights can help the school
in solving of these issues. They can also participate in the work of optional sessions and
circles organized in schools. Another productive method in this field is to prepare relevant
programs about the auethetic of the art of television. For the special pedagogical purposes
the teacher subordinates information to the work of the forming of a creative personality.
The successful solution of this issue depends on the degree of the teacher’s knowing of his/
her subject and the teacher’s ability to coordinate the problems with the contents of televi-
sion programs ensuring their auethetic influence on the young audience.6
The television has the possibility to give a show material that the teacher is not able to
use in other places except the school. Just this aspect must be taken into consideration by
the teacher when selecting and planning television materials.
In other words, the school provides feedback to a certain group of the television’s au-
dience and this assists the television to work productively.
The sociological studies reveal that when financial position, cultural demands, the le-
vel of education and other factors of a family occupies very little space in the complex
304 İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Gafar Askerzadeh

television programs, then it influence negatively to moral education of the young people.
During the recent years having influenced more deeply into the moral world of a hu-
man the television comprises many kinds of art. In this way the television has a synthetic
character. The television is becoming rich by its form and content.
The importance of the television of today is that the dynamic groups of the population
- the young people watch the television more than other people. It is impossible to forbid
the young people of 20 years of old from watching TV. Discotheques, young theater –stu-
dios, cultural sites, slide-clubs and others have the same effect.
The Azerbaijan National Television is somehow is a center of education for the young
people. Original approach to the work of art, materials of art such as a literature, music,
fine arts as well as a circus having being included into the circle of interest of the television
creates a background for making the television more interesting and attractive. Nowadays
the most important task is to increase in the system of mass media the level of the republi-
can television to the level of modern requirements of the society, to reveal effective forms
and methods meeting the requirements of a social-moral progress. If the newspapers need
a long period in order to demonstrate their impact, but the television achieve this aim in
a short period.
Including of the television into the tools of mass media, of course, enriches its ideo-
logical impact on the crowds. Besides, increasing quickly by the television its audience
has “an irritating” role for radio and newspapers. This leads to an activization of creative
searches in many newspapers and radio programs.

Literature

1 Khudiyev N.M. Radio, Television and Literary Language. Azerbaijan State Publishing House, Baki, 2001, 648 p.
2 Firsov B.M. Television with the Eyesof Sosiologist. Moskow, 1971, p. 6
3 Birukov M.C. Bourgeois Television and İts Doctrine. Moskow, 1977, p. 25
4 Chernishevski N.Q. Aesthetic Attitude of Art to the Existance. Azerneshr Publlishing House, Baki, 1956, p.197
5 Talibov J.R, Agayev A.A, Isaev I.N, Eminov A.I. Pedagogy, Education, Baki, 1993, p.298
6 Khalilov B.C. Ways of Development of the Aesthetic Education in the Secondary Schools. Education, Baki, 1991,
P176

Adebiyyat

1 Xudiyev N. M. Radio, Televiziya ve adebi dil. Azerbaycan Dövlet Neşriyyatı, Bakı, 2001-648 s.
2 Firsov B.M. Televideniye qlazami sosioloqa. Moskva, 1971, s. 6
3 Biryukov M.C. Burjuaznoye televideniye i ego doktrinı. Moskva 1977, s. 25
4 Çernişevski N.Q. Senetin varlıa estetik münasibetleri, Azerneşr, Bakı, 1956 -197 s.
5 Talıbov J.R., Aqayev ∂ .A., İsayev İ.N., Eminov A.İ. Pedaqogika, Maarif, Bakı, 1993-289 s.
6 Halilov B.C. Ümumtehsil mekteblerinde estetik tarbiyenin inkişafı yolları. Maarif, Bakı 1991-176 s.
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi
Television is a guide of an auethetic education 305

You might also like