You are on page 1of 136

ANKARA TARİHİ VE KÜLTÜRÜ DİZİSİ: 5

*w*
ANKARA
TARİHİ VE KÜLTÜRÜ
MANEVİ MİMARLARIYLA ANKARA
ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ 2007

ANKARA BÜYÜKSEHİR BELEDİYESİ


KÜLTÜR VE SOSYAL İŞLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI

ANKARA TARİHİ VE KÜLTÜRÜ DİZİSİ: 5


MANEVİ MİMARLARIYLA ANKARA
Yayın Danışmanları Prof. Dr. Seyfettin Erşahin (Ankara Üniversitesi)
Yrd. Dr. Süleyman Solmaz (Pamukkale Üniversitesi)
Dr. Nazif Öztürk
Yazarlar Abdülkerim Erdoğan
Fotoğraflar
Abdülkerim Erdoğan Arşivi
Tasarım & Baskı
Tel : (0312) 435 15 95 www.sfn.com.tr
ISBN: 9944-473-03-0 Ankara 2007

Manevi Mimarlarıyla Ankara

SUNUŞ

“Ankara hükümet merkezidir ve ebediyyen hükümet merkezi kalacaktır” sözüyle M. Kemal


Atatürk, bizlere, Ankara’yı kurduğu ve emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’ne başkent yapmış,
şehrin geçmiş tarihinin araştırılmasına da öncülük etmiştir. İlk olarak başlattığı arkeolojik
kazılara bizzat katılmış ve “kadim medeniyetlere” ait antik değerlerin tespitini ve korunmasını
emretmiştir.
“Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu
aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek, bizler için bir borçtur” mesajı ile de millî
tarih ve kültür şuurunun gençliğe kazandırılmasını da şart koşan M. Kemal Atatürk, “Türk
çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” sözü ile
de hedefi göstermiştir.
Ankara Büyükşehir Belediyesi olarak, başkent Ankara’nın tarih ve kültür zenginliğini
tanıtmak, korumak amacı ile Ankara’yı çeşitli yönleri ile tanıtan geniş kapsamlı bir başucu
eseri olacağına inandığımız “Ankara Tarihi ve Kültürü Dizisi”ni, Ankaralılara ve tüm
Türkiye’ye armağan ediyoruz.
Bu dizi; “Tarih İçinde Ankara”, “Osmanlı’da Ankara”, “İstiklal Savaşı’nda Ankara”,
“Cumhuriyet ve Başkent Ankara”, “Manevi Mimarlarıyla Ankara”, “Edebi ve Tarihi
Şahsiyetleriyle Ankara”, “Adım Adım Ankara” ve “Örnek Başkent Ankara” adı altında sekiz
kitaptan meydana gelmektedir.
Ankara vilayeti, bilinen tarihi seyir içerisinde bir çok medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır.
Günümüzde de bu medeniyetlerin zengin antik kültür mirasını coğrafi hudutları dahilinde
sergileyen antik bir şehir olma özelliğinin yanında, doğal kültür mirası ile de özel bir
coğrafyaya sahiptir.
Milat öncesi ve sonrası bu coğrafya içerisinde hayat bulan medeniyetler hak-kında bugüne
kadar bir çok eser yayımlanmış ve halen de yayımlanmaktadır. Bu eserlerde anlatılmaya
çalışılan ortak görüş, Ankara vilayetinin zengin bir tarih ve kültür mirasına sahip olduğu, bu
değerlerinin ise yeteri kadar bilinmediği hususudur. Türkiye’de, sahasında ilk çalışma örneği
olan bu kültür dizimiz tetkik edildiğinde, Ankara’nın “saklı ve gizemli” bir şehir olduğu
görülecektir.
3

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Ankara Tarihi ve Kültürü Dizisi yayın çalışmasının bir özelliği de Ankara’ya bağlı 24 ilçe
merkezi, 43 belde, 876 köy, 70 mezra ve yerleşme birimine gidilerek, yerinde inceleme ve
araştırma yapılmış, mevcut bilgilerle karşılaştırma yapılarak bilgiler güncellenmiştir.
Bugüne kadar bilinmeyen bir çok eser, bu çalışma esnasında tespit edilmiştir. Bu bilgiler, yeni
araştırmalarla desteklenerek, “Ankara Ansiklopedisi” çalışması ile bütünleşecek bir bilgi
birikimi sağlayacaktır.
Ankara Büyükşehir Belediyesi olarak Ankara’yı “Dünyanın en yeşil, örnek başkenti”ne
taşırken; “Yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır” hedefine
odaklanarak, kültür ve eğitim hizmetlerimize de devam etmekteyiz.
Milli kültürümüze ve eğitim dünyamıza kazandırılan bu diziyi yayı na hazırlayan araştırmacı,
yazar ve ilim adamlarımıza; basımında emeği geçen herkese ve şehrimizin tanıtımı için emek
veren diğer gönüllü kuruluş ve kişilere teşekkür eder, bu değerli eserlerin Ankaralılara hayırlı
olmasını dilerim.

İ. Melih GÖKÇEK Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı

Manevi Mimarlarıyla Ankara


İÇİNDEKİLER
Giriş 7
MUTASAVVIFLAR 11
Seyyid Hüseyin Gazi 11
Horasan Erleri 24
Kırmızı Ebe (Kırgız Ebe) 30
Oruç Gazi 32
Saraç Sinan (Sinanüddin Yusuf b. Hasan) 33
Baklacı Baba 35
Erdede Sultan (Hallac Mahmud) 36
Tabduk Emre 42
Ahî Yakup 46
Ahî Yusuf bin Ahî İshak 47
Ahî Hüsameddin 48
Şeyh İzzeddin 49
Hüseyin bin Seyyid Şemseddin 50
Ahî Yusuf 51
Bacım Sultan 51
Ömer Şeyh 53
Caferi Sadık 53
Ahî Şerafeddin 54
Şeyh Ali Semerkandi 57
Ahî Bacı (Fatma Bacı) 63
Hacı Tuğrul Baba 64
Baba Yakup 66
Şah Kalender Veli 67
Abalı Baba (Hacı Baba) 68
Ahî Mesut 69
Gül Baba 70
Seydi Yusuf Dede 71
Koyun Baba 72
Felekeddin Bey (Ahî Arap - Kesikbaş) 73
Hacı Bayram-ı Veli (Numan bin Ahmed) 75
Yazıcı Selahaddin 91
Abdülkadir b. Yusuf İsfahanî 91
Baba Nahhas Ankaravî (Bedreddin Efendi) 93
Kazancı Baba 94
Şeyh Elvan 94
Baba Kıbel 95
Ahmed Baba 95
Molla Zeyrek 96
Ali Efendi Dede 96
Hasan Dede 97
Yusuf Dede 97
Şeyh Ebu İshak 98
Kul Derviş 98
Doğan Bey (Yürüyen Dede) 100
Enbiya Dede 101
Yakub Abdal 101
Samut Bali 102
Ahî Elvan 102
Karaca Ahmed 103
Kara Davud 104
5

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Ankaravî Şeyh Ahmed Çelebi 104
Edhem Baba 104
Bünyamin Ayaşi 105
Es-Seyyid eş-Şeyh Hüseyin Nakşibendi 106
Hüsâmeddîn Ankaravî 107
Şeyh Muhyiddin Efendi 110
Aziz Mahmud Hüdâyî 110
Derviş Nidâî 115
Taceddin-i Veli 117
Şeyh Mehmed Baba 119
İsmail Rusuhi Dede (İsmâîl-i Ankaravî) 120
Şeyhülislam Yahya Efendi 125
Meyyal Dede 130
Şeyh Ahmed Kilimi 131
Ayvaşık Dede (İvaz Dede) 131
Alışoğlu 132
Ahmed Nuri Baba 132
İncik Sultan 135
Tıybi Mehmed Efendi 136
Tiritzâde Hüseyin Efendi 136
Beypazarlı Ali Efendi 136
Müderriszâde (Şeyhi Mustafa Efendi) 136
Osman Vehbi Efendi 137
Halveti Mehmed Efendi 137
Kasım Baba 138
Hasan Ziyauddin Efendi 138
Şeyh Mehmed Tayyib Baba 139
Şeyh Şemseddin Efendi (Bayramoğlu) 140
Seyyid Abdülhakim Arvasi 143
Arabacılar Kahyası İsmail Ağa (Gül) 147
Taceddin Şeyhi Mustafa Taceddin Efendi 149
Ahmet Kayhan 149
Dr. Münir Derman 150
Mustafa Asım Köksal 151
Hacı Hasan Burkay 155
Abdullah Çetin Faruki 156
ANKARA’DA YETİŞEN MUTASAVVIFLAR 158
Akşemseddin (Şemsuddin Muhammed b. Hazma) 158
Eşrefoğlu Rûmî 162
Şeyh Emir Sikkinî (Ömer Dede) 166
Şeyh Lutfullah Efendi 167
Yazıcızâde Muhammed Efendi 168
Ahmed Bican 173
Germiyanoğlu Şeyhi 175
Akbıyık Meczûb Sultan 175
İnce Bedreddin 176
Kızılca Bedreddin 177
Şeyh Yusuf Hakîkî 177
Şeyh Ulvan Şirazî 177
Şeyh Muslihiddin Halife 178
Kemal Halveti (Kemal Ümmî) 178
Bardaklı Baba 179
Dipnotlar 181
Kaynaklar 189

Manevi Mimarlarıyla Ankara


GİRİŞ
Türk milletinin gönül aleminde müstesna bir yeri olan manevî şahsiyetlerin Ankara ve
çevresindeki faaliyetleri, İslâm’ın ilk yayılış dönemlerine kadar uzanır. Hz. Ömer (r.a)’in
zamanında başlayan “Rum diyarı” akınlarıyla Güneydoğu Anadolu toprakları, İslâm
ordularının hücumuna uğrar. Mücahid ve gazilerin belirli aralıklarla devam eden bu akınları
karşısında Bizans’ın şehir ve kaleleri tahrip olur. Bu mücadelelerde İslâm ordu birlikleri de
Anadolu’da şehitler verir. Sayısız sahabe, yapılan akınlarda şehit düşer.
Emeviler döneminde, Bizans’ın elinde bulunan Anadolu içlerine ve İstanbul’a yapılan
akınlarda şehid olan İslâm askerleri arasında Türk olanlar da vardır. Şehrimizde kabri bilinen
ve Emeviler zamanında yapılan akınlarda komutan olan, ilk İslâm şehidi Seyyid Hüseyin
Gazi’dir.
Özellikle Abbasîler devrinde, Türkistan ve Horasan’dan Anadolu’ya getirilerek Bizans’a karşı
gazalarda bulunan gönüllü gaziler arasında, çok sayıda Müslüman Türkler bulunmaktadır. Bu
dönemde Ankara ve civarı, İslâm ordularının hedefi olmuş ve Bizans’ın savunmaya elverişli
kalelerinden biri olan Ankara kalesi defalarca muhasara edilmiş ve kale surları tahrip
edilmiştir. Bu akınlarda da sayısız ve günümüzde mezarı bilinmeyen İslâm şehidi, Ankara
topraklarına defnedilmiştir.
Abbasi halifesi Mütevekkil zamanında, hilafet ordusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturması
ve Vasıf et-Türkî, Karinoğlu Fazl, Ferec et-Türkî, Amaçur et-Türkî, Bilgeçur, Ferganah Halef,
Toganoğlu Ahmet, Ebû Sabit et-Türkî, Yazman, Busr Afşinî, Kayıoğlu Ahmet, Burduoğlu
Rüstem, Munis gibi Türk komutanlar, Anadolu’da bulunan Bizans şehir ve kalelerinde büyük
tahribat yapmışlar, pek çok ganimet ve tutsaklar almıştır.
İslâm ordularının akınları karşısında, Anadolu’da bulunan Hristiyan nüfus, Balkanlara doğru
göç etmiş, Bizans şehir ve kasabaları terkedilmiş bir “ören yeri” durumuna gelir. 300 yıla
yakın süren bu akınlarda Anadolu’da, Bizans’a karşı girişilen bu gaza hareketleri sayesinde de
sağlam kaleleri geniş çapta harap olmuş ve Bizans savunması ağır darbeler almıştır.
Günümüzde Ankara Kalesi sur duvarlarında bulunan Roma dönemine ait yapıların
malzemeleri, bu dönemde Bizans tarafından yapılan onarımları göstermektedir.
Malazgirt Savaşı’ndan yıllarca önce gönüllü Müslüman Türk gazilerinin mücadelesi sonucu
Bizans’ın Anadolu’da bulunan askeri ve stratejik noktaları imha edilmiştir. Bu gazalar
esnasında da Ankara ve civarında sayısız İslâm şehidinin mevcudiyeti muhakkaktır.
Şamani Türklerin “kam”larının ve Oğuz Türkmenlerinin “Yabgu”larının yerini, İslâm dinini
kabul etmeleriyle “Seyyid”, “Baba”, “Veli”, “Ata”, “Şeyh”, “Dede”, “Derviş”, “Ahi”,
“Evliya”, “Horasan Eri”, “Eren”, “Ermiş”, “Abdal”, “Bacı” ve “Alperen”ler almıştır.
7

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Malazgirt Savaşı ile Oguz Türkmenlerinin Anadolu içlerinde yaptıkları yurt edinme
mücadelelerinde ve fetihlerinde, bu manevî önderlerlerin rolü oldukça fazladır.
Ankara ve civarına gelen Oğuz boyları, aşiret ve cemaat liderlerininin işareti ile verimli,
savunmaya elverişli boş yerlere; ören ve viran yerlerine; yol güzergahı üzerinde bulunan
nokta yerlere; güvenlik için stratejik önem taşıyan bölgelere yerleşmişler ve “zaviye” diye
anlandırdığımız çok amaçlı yapılar inşa etmişlerdir. Göçer ve yerleşik düzene yabancı Oğuz
Türkmenleri, bu zaviyelerin etrafında yeni yerleşik hayatın gereklerini öğrenerek tatbikata
geçilmiştir.
Zaviyelerin kuruluş amaçları tamamen sürekli iskanı temin, dini tebliğ, güvenlik ve
haberleşme, eğitim, ticari ve sosyal hayatın düzenlenmesi ve inkişafına yöneliktir.
Özellikle Müslüman Türklerin Hz. Peygamber’e, ailesine ve O’nun soyundan gelenlere, yani
“ehl-i beyt” sevgisi bir ülkü olmuş, kendi aralarında onlardan birisinin varlığı, dünyevi en
büyük şeref olarak kabul edilmiş, Hz. Ebubekir (r.a), Hz. Ömer (r.a) soyundan gelenler de
ehl-i beyt sevgisinden sonra yerini almış, “Ömeri” ve “Bekri” olarak anılmışlardır. “Seyyid”,
“şerif” ve “alevi” ünvanları ile anılan ”ehl-i beyt” mensuplarına zaviyeler kurularak, onların
manevi nüfuzları korunmuştur.
İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlıların Maveraünnehir’de kurdukları medreselerde
eğitim görerek yetişen din bilginleri ve Horasan melametiğini benimseyen “sufi”lerce İslâmı
öğrenen Orta Asya Türk topluluklarında “evliya kültü” egemen olmuş, Anadolu fetihlerinde
de bu bilgin ve erenler önemli rol oynamışlardır. Zaman içerisinde gelişen ve çeşitlenen
tasavvufi akımların öncü şahsiyetleri Ankara’da yetişir ve eğitim yerleri olan zikirhaneleri
inşa edilir. Özellikle Ahilik, Kübrevilik, Kalenderilik, Yesevilik, Haydarilik, Kadirilik,
Mevlevilik, Bektaşilik, Halvetilik, Rufailik, Bayramilik gibi tasavvufi ekoller faaliyet gösterir.
Özellikle Ahilerin Ankara’da faaliyetleri ayrı bir konu olacak niteliktedir.
Ankara ve civarında bulunan zaviye vakıflarından bazıları:
Seyyid Hüseyin Gazi, Ahi Hüsam, Ahi Mesud, Şeyh Mehdi, Şeyh Cemaleddin, Sofi Emir
Şah, Şeyh Mahmud, Ebu İshak, Gül Perhun, Hüseyin Nakşibendi, Doğan Bey, Hacı Maksud,
Fatıma Bacı, Şeyh Muzafferuddin, Yakup Abdal, Baba Yakub, Ahi Maksud, Ahi Şerafeddin,
Dede Görmez, Yağmur Baba, Hatib Ahmed, Şeyh Ali İsfahani, Baba Samud, Ahi Elvan,
Fahreddin Hankahı, Şeyh İzzeddin, Şeyh Cüneyt, Hoca Nizam Ahmediye, Hacı Tuğrul, Ahi
Halil Halife, Bayezid Fakih, Şeyh Baklacı, Sungur Dede, Şeyh Nefis, Yılçak Sultan, Zeynel
Dede, Hacı Ulus, Kalender Han, Gelincik, Şeyh Muslihiddin, Şeyh Salih, Şeyh Oruç, Osman
Dede, Ahi Süleyman, Sultan Sofi, Seyfullah, Emir Sultan, Veli Dede, Zive Dede, İncik Dede,
Kutlu Bey, Ahmed Necmeddin Koçhisari, Paşacık, Şeyh Carullah, Ahi Ozan, Ahi Evren, Kara
Davut Dede, Feslek Dede, Bula Hatun, Gül Baba, Şeyh Ayan, Şeyh Mahmud, Baba Sinan,
Şeyh Yakup, Lebib Dede, Aydın Dede, Heybesalan, Seydi Yusup, Seyyid Vakkas, Hacı
Enbiya Dede, Koyun Baba, Şeyh Davut, Ahi Yakub, Hacı Hasbey, Şeyh Yusuf, Şeyh
Mazlum, Hıdır Şeyh, Karpuzlu Hasan Dede, Şey
8

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Ali Semerkandi, Şeyh Elsiz Dede, Tabdık Emir(Tabduk Emre), Hızır İlyas, Baba Kıbel, Hacı
Baba, Turasan Bey.
Hz. Mevlana’ya muhip ve mürid olan Ankara ahileri, Yunus Emre’yi diyar diyar dolaştırıp
Anadolu insanına tasavvuf muhabbetini tattıran Tabduk Emre, Osmanlı’nın fetret döneminde
manevî bir diriliş sağlayan Hacı Bayram-ı Veli ve onun halifeleri, Ahmet Yesevi’nin aşk
kütüğünü taşıyan Horasan melametiliği öncüleri olan “eren”ler ve nice isimsiz “şehid”
alperenler.
Ankara, Müslüman Türke vatan olduğu tarihten bugüne kadar manevî mimarların yetiştiği bir
şehir olmuş, “kuruluş”larda ve “kurtuluş”larda bu mimarların manevi destekleri tarihi bir
vakıa olarak kayıtlara geçmiştir.
Bu çalışmamızda halk arasında bilinen, kaynaklarda ve belgelerde ismi zikredilen manevî
şahsiyetleri sizlere anlatmaya çalışacağız.
Abdülkerim Erdoğan

Manevi Mimarlarıyla Ankara


MUTASAVVIFLAR
SEYYİD HÜSEYİN GAZİ

Emeviler döneminde İslâm ordularının Anadolu’da Bizans üzerine yaptıkları akınlarda şehit
olmuş bir İslâm mücahididir. Seyyid Hüseyin Gazi’nin hayatı ve kimliği hakkında yazılı
kaynaklarda bilgi oldukça azdır. Mevcut bilgilere de “Battal Gazi Destanı”, “Battalnâme”,
Evliya Çelebi “Seyahatname”si ve “Dânişmendnâme”de rastlıyoruz. Kaynaklardaki bilgiler,
daha ziyade oğlu Seyyid Battal Gazi hakkındadır. Ankara’da kendi adı ile anılan Hüseyin
Gazi Dağı’nın zirvesinde türbesi vardır.1
Seyyid Hüseyin Gazi ve oğlu Seyyid Battal Gazi hakkında destanlar yazılmış, sözlü halk
edebiyatımızda dilden dile dolaşan efsaneleri anlatılır olmuştur. Baba ve oğul, Endülüs’ten
Orta Asya’ya kadar bütün Müslüman milletlerin ortak kahramanı olarak, gönüllerde
abideleşmiştir.
Battal Gazi Destanı’nda Seyyid Battal Gazi’nin soyu hakkında: “Efendiler efendisi,
saadetlerin kaynağı olarak bilinen

Seyyid Hüseyin Gazi Türbesi


ve zaviyesi kalıntıları
(1978, A.E.)

11

Manevi Mimarlarıyla Ankara

1940 lı yıllarda
Seyyid Hüseyin Gazi Türbesi
(Hikmet Tanyu)

Abdülmenaf ın sülalesindendir. Bu sülale, iftihar duyulan, şerefli ve itibarlı bir sülaledir.


“Taha ve Yasin”in gizli sırrıdır. Cafer (Seyyid Battal Gazi), Allah’ın resulünün bahçesinin
nuru, milletin ve dinin kemali ve efendisidir. O, kahramanlığı ve cesurluğu ile dillere destan
olan bir şehittir. O, Seyyid Zeyd’in torunudur. Seyyid Ali’nin oğlu Hüseyin Gazi’nin de
oğludur.” ifadesi kullanılır.
Seyyid Hüseyin Gazi’nin Cafer isminde bir evladı olacağı Hz. Muhammed (a.s.) tarafından
müjdelenir. Bu müjde Battal Gazi Destanı’nda şöyle nakledilir:
O sadaret sahibi ve dünyanın karanlık gecelerinin dolunayı, yaratılmış bütün insanların
efendisi ve en seçkini, kainatın övündüğü “safa-suffesi”nin en büyüğü, vefa kubbesinin ayı,
nura gark olmuş Muhammed Mustafa (a.s.) kelamından ve şeker saçan dilinden şöyle rivayet
ederler:
Bir gün o iki cihanın övdüğü, Muhammed Mustafa (s.a.v.), sabah namazını kılmış, ashabı ile
oturuyordu. Resûl Hazretlerinin mübarek gönlü hoş değildi. Zira, üç gün olmuştu ki Cebrail-i
Emin, Hazreti Rabbü’l-alemin’den vahiy getirmemişti. Yüzünü görenlere döndü ve:
- “Ya ashaplarım! Diliyorum ki biriniz bir güzel hikaye veya
bir macera söyleyiniz. Biraz onunla meşgul olayım. İnşallah
kardeşim Cebrail gelsin ve vahiy getirsin.” dedi.
Ashap arasından Abdülvahab adlı uzun boylu, güzel yüzlü bir yiğit çıktı ve ResuluIlah’ın
önünde dua ederek:
- “Ya Resulullah! Çok seferlerde bulundum ve çok değişik
bölgeler tanıdım. Fakat gördüğüm yerlerde Rum (Anadolu)’dan
güzelini görmedim. Rum’un şehirleri birbirine yakın, suları
iyi ve çeşmeleri çoktur. Havası güzel ve nimeti boldur, ancak
adamları garip dostu, ama kafirdir. İnşallah o vilayeti Hakk Teala
Müslümanlara nasip eder” dedi.
Seyyid Hüseyin Gazi Türbesi
civarında bulunan Fatih
Sultan Mehmed dönemine ait
kitabe parçaları
(1978, A.E.)
12

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Bu kadar vasıflarından bahsettikten sonra Resül Hazretlerinin gönlü Rum’a (Anadolu)
meyletti ki o anda Cebrail-i Emin, Hazreti Rabb’ül-alemin’den haber getirdi ve dedi ki:
- “Ya ResulluIah! Halik-i alem (c.c.) sana selam gönderdi ve şöyle buyurdu:
- “Benim resulûmün gönlü şimdiye kadar Rum’a meyletmedi ki o ülkeyi ümmetine
nasip edeyim. Kiliseleri yıkıp yerine mescid ve medreseler yapalar. Peygamberlik hükmü
tamam olduktan ikiyüz yıl sonra, Malatya’dan Cafer adlı uzun boylu, güzel yüzlü, buğday
renkli bir yiğit doğacak. Bu yiğit pehlivanlıkta Hamza gibi, heybette Ali gibi, kurnazlıkta
Amr’dan üstün olacak. Tek başına ve korkusuzca yürüyecek. Dört kitabı ezbere bilecek. Nara
attığında havadaki kuşlar yere dökülecek. Ülkeyi o köşede kuracak. Kiliseleri yıkıp yerine
mescidler ve medreseler yapacak. İstanbul’un kapısını açıp keşişlerin ciğerini kebap
eyleyecek. Bu sebeple resulümün mübarek hatırı şen olsun” dedi. Cebrail yine
göğe ağdı Seyyid Hüseyin Gazi Türbesi
güneybatı cephe (1982, A.E.)

13

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Seyyid Hüseyin Gazi zaviyesi


kalıntıları
(1978, A.E.)

Resül aleyhisselam bu haberi işitti ve şad oldu. Mübarek yüzü güldü. Başını yukarı kaldırdı ve
ashaba seslendi:
- “Padişah-ı Alem-perverdigar, Rum ülkesini bana ve benim ümmetime bağışladı.” dedi.
Ashab bu sözü işitip şad oldular. Sonra Abdülvahab ayağa kalktı ve:
- “Ya Resulullah! Bu ashaptan o zamana kadar kim kalacak ki o yiğidin yüzünü
görebilsin.” dedi. Yine Cebrail aleyhisselam geldi:
- “Ya Muhammed! Hakk Teala şöyle buyurdu ki:
- “Sual soran kişi o zamana kadar yaşayacak ve yiğidin
yüzünü görüp, onunla çok gazalar edecektir. Benim habibim,
Abdülvahab’ın başını sıvasın, ağzındaki tükürüğünü onun ağzına
bıraksın. Bugünü ve bu saati tarih olarak kaydedip ona görev
versin. Abdülvahab o yiğide erişince resulûmün mübarek mektubunu ona versin.” dedi.
Cebrail yine göğe ağdı.
Sonra Hazret-i Resül buyurdu ve Abdülvahab’ı çağırdılar. Hazret-i Resül, Abdülvahab’ın
başını sıvazladı ve mübarek ağzındaki tükürüğü onun ağzına koydu. Tükürük Abdülvahab’ın
boğazında durdu ve aşağı inmedi, çünkü o emanetti. Hazret-i Resül, Abdülvahab’a çok
nasihat etti ve dedi ki:
- “Cafer’e eriştiğinde benim selamımı söyle ve bu emaneti
ona ilet.”
Abdülvahab böylece bu elçilik görevini üzerine aldı.
Battal Gazi Destanı’nda, Seyyid Hüseyin Gazi’nin büyük atalarından olan Ali el-Medeni alim
ve cengaver bir kişidir. Babası Ali Zeydi’dir. Ali Zeydi’nin lakabı “Rabi”dir. Zeyd
Muhammed el-Erdeşir’in oğludur. Muhammed el-Erdeşir ise Yahya el-İdris’in oğludur.
Yahya el-İdris’in atası ise Zeyd el-Enver’dir. İmam Zeynel Abidin’in oğludur. İmam Zeynel
Abidin ise İmam Hüseyin’in oğludur. İmam Hüseyin ise Hz. Ali (r.a.)’nin oğludur. Hz.
Hüseyin’in annesi Fatimatü’z-Zehra ise Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın kızıdır. Allah’ın
selamı hepsinin üzerine olsun.
Ali el-Medeni, Medine’den ayrılarak Bağdat’a yerleşir. Bir yıl orada kaldıktan sonra
Malatya’ya hicret eder. O sırada Malatya emiri olan Ziyad, şehrin hatiplik görevini Ali el-
Medeni’ye verir. Ali el-Medeni’nin vefatından sonra oğlu Ali Zeydi (Rabi) Malatya hatipliği
görevini devralır. Rabi bu görevi 30 yıl sürdürür ve vefatından sonra bu görevi oğlu Enihe Ali
devralır. Seyyid (Enihe) Ali’nin Hasan ve Hüseyin adında iki oğlu vardır. Hasan son derece
güzel sesli ve alim olduğu için hatiplik görevi ona verilir.
Hüseyin (Seyyid Hüseyin Gazi) ise, gayet güçlü bir pehlivan olup Bizans kralı Kayser ile sınır
boylarında devamlı olarak savaş halindedir. Malatya Beyi Emir Ziyad’ın önemli
komutanlarından birisidir. Emir Ziyad ölünce yerine oğlu Numan geçer. Numan, gönlü geniş,
inançlı biridir. Şehrin seraskerlik görevini Hüseyin Gazi’ye verir. Hüseyin Gazi’nin saldırıları
karşısında Bizans kralı Kayser aciz kalır, barış imzalanır ve haraç vermeye başlar.

14

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Malatya emiri Numan’ın bir oğlu olur ve adını Ömer koyarlar. Hüseyin Gazi, dağlarda
avlanırken, bir geyik görür. Geyiğin sırtında altın simli bir çul vardır. Bu güzel geyiği
yakalayıp Emir Numan’ın oğlu Ömer’e hediye etmek ister ve kaçan geyiği kovalamaya
başlar. Geyik bir mağaraya girer. Hüseyin Gazi’de onu takip eder ve atından inip mağaraya
girer. Mağarada bir iki adım yürüyen Hüseyin Gazi’nin karşısına sarı renkli bir at çıkar.
Gökkuşağına benzeyen eğerine bir bohça, bir kılıç ve büyük bir gürz tutturulmuştu. Gördüğü
bu sahne karşısında hayran kalan Hüseyin Gazi ata yaklaşır ve geminden tutmak ister. Lakin
bir türlü atın yularından tutamaz. O esnada mağaranın içinden bir nida gelir ve at
huysuzluğunu bırakır. Bu sesin sahibini bir türlü göremeyen Hüseyin Gazi hayrete düşer ve
atın yularını tutar. Eğere asılmış olan kılıcı alır. Kılıcın üzerinde “Bu süngü Keyyus’un
süngüsüdür.” ibaresi yazılıdır. Bohçayı açar. Bohçanın içinde Hz. Adem’in iki bölük saçı, Hz.
Davut ve Hz. İshak’ın zırhları, Hz. Ömer ve Hz. Hamza’nın silahları vardır. Her silahın
üzerinde kime ait olduğu yazılıdır. Bu gördüklerine çok sevinen Hüseyin Gazi, sarı atı ve atın
üzerinde bulunan kutsal emanetlerle birlikte mağaradan çıkar, Malatya’nın yolunu tutar. Yol
boyunca mağarada duyduğu nidayı düşündü ve “Cafer kimdir ki böyle silahlar ona
verilecek?” Bu düşüncede iken uykusu gelir. Atından iner ve bir kayaya yaslanır, uyur.
Rüyasında bir pir gelerek:
- ”Ya Hüseyin! Müjdeler olsun sana ki, o Cafer, senin oğlundur. Doğumuna az kaldı. O Rum
(Anadolu)’u Müslüman edecek. Öyle işler yapacak ki, hiçbir pehlivan yapmamış olacak.”
dedi.
Hüseyin Gazi uyanır, abdest alır ve şükür secdesi yapar. Atına binerek Malatya’ya gelir.
Aradan yıllar geçer Malatya emiri Numan ibni Ziyad vefat eder, yerine oğlu Ömer geçer.
Hüseyin Gazi’nin yiğit ve pehlivan bir eri vardı. Adı Tevabil’di. Günlerden bir gün divan
toplantısında iken Tevabil, Hüseyin Gazi’ye bir oğlu olduğunu müjdeledi. Emir Ömer,
Hüseyin Gazi’nin oğlunun adını Cafer koydu. Hüseyin Gazi şükür nişanesi olarak ziyafet
verdi.
Cafer büyür ve üç yaşına girer. Onu gören herkes on yaşında sanır. Öyle güzelleşir ki benzeri
yoktur. Kim kucağına alsa onu yere koymaz olur. Hüseyin Gazi ise her gün ava çıkar, Bizans
Kralı Kayser’de her yıl halifeye haraç verir. Mamuriye (Ankara) tarafına avlanmaya çıkan
Hüseyin Gazi’nin önüne bir geyik çıkar. Geyiğin sırtında bir atlas çul ve kıymetli taşlar
vardır. Bu geyiği yakalayıp oğlu Cafer’e hediye etmek ister. Birkaç kement atar ama
yakalayamaz, geyik kaçar. Geyiğin peşine düşen Hüseyin Gazi farkında olmadan Bizans
topraklarına girer. Yüksek bir dağın tepesine çıkar. Dağın eteğinde bir kale, kalenin eteğinde
de muazzam bir şehir vardır. Şehrin önünde de 40 bine yakın asker vardır. Bu şehir
Mamuriye’dir. Şehrin beyi ise Mihriyayil (Mihrail)’dir. Bizans kralı Kayserin
kayınbiraderidir. Bunlar üç kardeş olup, büyüğü Mihriyayil, ortancası Mihran, küçüğü de
Şamasep’dir.

Seyyid Hüseyin Gazi Türbesi


ve zaviyesi kalıntıları
(1978, A.E.)

15

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Kovaladığı geyik ise Mihriyayil’indir. Geyik her tarafta gezer, ama kimse ona bakmaya bile
cesaret edemez.
Hüseyin Gazi’nin yakalamaya çalıştığı geyik yorulmuş bir vaziyette Mihriyayil’in çadırına
varır. Geyiğin bu durumunu gören Mihriyayil sinirlenir ve askerlere geyiği kovalayan kişinin
yakalanmasını emreder. Askerler sağa sola koşturup, geyiği kova-
Eski Malatya’da bulunan
bede sten layan kişiyi aramaya başlarlar. Dağın zirvesinde duran Hüseyin
Gazi’yi farkederler. Mihriyayil’in askerleri ile Hüseyin Gazi arasında çetin bir mücadele
geçer. Hüseyin Gazi yaralanır, yalnız olmasına rağmen çok düşman askeri öldürür ve şehit
olur. Düşman askeri atını yakalamak ister, fakat yakalayamazlar. At kanlı bir vaziyette
Malatya’ya varır. Emir Ömer bu duruma çok üzülür. Hüseyin Gazi’yi Bizans’ın Ankara valisi
Mihriyayil’in askerlerinin şehit ettiğini, Yahya bin Mansur gördüğünü söyler. Bu şehadet
olayı Emir Ömer tarafından bir mektupla Bağdat’ta halifeye bildirilir. Halife Tavamık bin
Bağdadi, bu olaya çok üzülür ve Emir Ömer’e Bizans üzerine akınların başlatılmasını
emreder.2
Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak “İslâm Ansiklopedisinde Seyyid Battal Gazi’den bahsederken
özetle:
Mevcut rivayetler tarihî tenkide tâbi tutulup menkıbeler bir kenara bırakılınca, Battal Gazi
hakkında elde çok az ve yetersiz bilgi kalmaktadır.
Hemen hemen bütün kaynaklar, “Battal” kelimesinin onun asıl adı değil kahramanlığını
belirten lâkabı olduğunu ve asıl adının Abdullah olduğunu bildirirler. Buna karşılık aynı
kaynaklar künyesi için Ebû Yahyâ, Ebû Hüseyin veya Ebû Muhammed, babası için Hüseyin,
Ömer yahut Amr gibi farklı isimler kaydeder. Ayrıca ailesi hakkındaki bilgiler de birbirini
tutmaz. Hatta İbnü’l-Esîr’e göre Battal Gazi, aslen Arap bile olmayıp Emevîler’e intisap etmiş
âzatlı bir köle ailesinden gelmektedir.
Bazı rivayetlerde, IX. yüzyılda, yani Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd zamanında (786-809)
Malatya civarında yaşamış gösterilirse de bu doğru değildir. Onun bu şekilde Abbâsiler
devrine yerleştirilmesi, Battalnâme’deki menkıbelerin tesiriyledir. Bundan dolayı Taberî ve
zikredilen kaynakların çoğunluğunun da gösterdiği gibi Battal Gazi’yi VIII. yüzyılda,
Emevîler devrinde yaşamış kabul etmek gerçeğe daha yakındır. Nitekim Battal Gazi’den
bahseden Bizanslı Theophanes ve Süryânî müellif Tell Mahreli Denys gibi klasik hıristiyan
yazarlarının eserleri de bunu teyit etmektedir.
Bu durumda Battal Gazi’nin bilhassa 717-740 yılları dolaylarında, Emevîler’in Bizans’a karşı
yürüttükleri mücadelelerde rol aldığını ve hem Müslüman hem de Hristiyan kaynaklara
yansıyan efsanevi şöhretini bu sırada kazandığını kabul etmek gerekiyor. Belirtilen kaynaklar
Battal Gazi’nin, Bizanslılarla Anadolu’da yaptığı mücadeleleri ayrıntılı olarak zikrederler.
Târîhu’t-Taberî’nin Ebû Ali Bel’ami tarafından yapılan Farsça tercümesine göre o, ilk defa
717 yılında Mesleme b. Abdülmelik’in
16

Manevi Mimarlarıyla Ankara

yönettiği İstanbul kuşatmasında kendini göstermiştir. Öteki kaynaklar da Battal Gazi’nin


katıldığı, yahut bizzat idare ettiği muharebeleri, menkıbevî bir üslûpla ve bütün teferruatıyla
anlatırlar. Bu hikâyelerde onun yanında, Abdülvehhâb b. Buht adında bir başka kahraman
daha dikkati çeker ki, biz bu şahsiyete Abdülvehhab Gazi adıyla Türkçe Battalnâme’de de
rastlıyoruz.
Battal Gazi’nin muharebelerini anlatan söz konusu kaynakların zikrettikleri bölge, şehir ve
kasaba isimlerine bakıldığında onun başta Kayseri, Afyon ve Eskişehir yöresi olmak üzere, el-
Cezîre (Güneydoğu Anadolu dahil) ve Suriye bölgelerinde faaliyet gösterdiği görülür. Hiç
şüphesiz bu coğrafya, gerçek muharebelerin vuku bulduğu coğrafyanın aynı olmalıdır.
Battalnâme başta olmak üzere Evliya Çelebi, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Müneccimbaşı gibi
Türk kaynakları ise onu daha ziyade Malatya yöresinde savaşmış gösterirler ki, bu tamamiyle
Abbâsîler dönemi Bizans mücadelelerinin menkıbeleşmiş şekillerinin, Battal Gazi’nin
şahsiyeti etrafında toplanmasından ileri gelmiştir.
Osmanlı kaynakları bunları tarihi vakalar olarak kabul etmişlerdir.
Battal Gazi’nin ölümü ile ilgili rivayetler de muhteliftir. Fakat bunların gerçeği yansıtanı
Theophanes, Taberi, İbnü’l-Esîr ve İbn Kesîr tarafından kaydedilen rivayet olup, buna göre
Battal Gazi, bugün Eskişehir’in güneybatısında yer alan Seyitgazi kasabasının bulunduğu
antik Akroinon mevkiindeki bir muharebe sırasında şehid olmuş ve oraya defnedilmiştir.
Belirtilen kaynaklar onun ölüm tarihini (731), (740) ve (741) olarak zikrederler. Buna göre
Battal Gazi’nin milâdi 730’lu veya 740’lı yıllarda Akroinon mevkiinde şehit düştüğü kabul
edilebilir.
Battal Gazi’nin menkıbevî şahsiyeti ise, Arap vekâyinâme-lerinde o, hristiyanların çok
korktuğu bir cengâverdir. Anneler yaramazlık yapan çocuklarını onunla korkuturlar,
çocuklarına onun

Eskişehir Seyyid Battal Gazi Külliyesi


Seyyid Hüseyin Gazi’nin mezarı (2000)

Seyyid Hüseyin Gazi Türbesi (1997, A.E.)


17
Manevi Mimarlarıyla Ankara

Seyyid Hüseyin Gazi Türbesi (2005, A.E.)

kim olduğunu öğretmek için kiliselerinde Battal Gazi’nin resimlerini bulundururlar. Battal
Gazi sık sık kilise ve manastırlara saldırır, rahiplerle iyi ilişkiler kurar. Ele geçirmek istediği
kale ve şehirleri bazan kılıç kuvvetiyle bazen de zekâsını kullanarak fetheder.
Anadolu Türkleri arasında da Seyyid Battal Gazi çok sevilmiş, şehit düştüğü yerde, eski bir
Bizans manastırının yanında bulunan mezarı, Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad’ın
annesi tarafından bir rüya sonucu keşfedilmiştir.
Selçulu Sultanı I. Gıyâseddin Keyhüsrev, hanımının isteği üzerine buraya türbe ve bir mescid
yaptırmıştır. Osmanlılar döneminde de ilave binalar yapılarak külliye haline gelmiştir. Daha
sonra bir yerleşme merkezi olmuş ve günümüzdeki Seyidgazi ilçesi kurulmuştur.
XIII. yüzyıldan itibaren Kalenderî dervişleri Seyyid Battal Gazi’yi kendilerine pîr kabul
etmişler ve türbesinin yanındaki eski Bizans manastırını tekke olarak kullandılar.
Kalenderilerin merkez tekkesi konumuna gelen bu mevki özelliğini, XVI. yüzyılın son
çeyreğine kadar korudu. Kalenderîlerin kurban bayramına rastlayan ve Osmanlı hudutları
dahilinde bulunan bütün Kalenderiler’i bir araya toplayan “Mahya” denilen yıllık törenleri de
bu tekkede icra ediliyordu.

18

Manevi Mimarlarıyla Ankara

XVI. yüzyılın bafllarında Kalenderîliğin içinden geliflip bağımsız bir tarikat halini alan
Bektaflilik de, Seyyid Battal Gazi’yi kendilerine malederek, XVI. yüzyıldan itibaren Bektafli
flairleri, gerek Battal Gazi’yi, gerekse babası Hüseyin Gazi’yi hürmetle yâdeden nefesler
söylemeye baflladılar. Aynı flekilde alevî zümreler de Seyyid Hüseyin Gazi ve oğlu Seyyid
Battal Gazi’yi kendi büyük flahsiyetleri arasına aldılar. Alevî flairleri terennüm ettikleri
nefeslerin bir kısmını ona adadıkları gibi, bir kısmında da onu tebcil ettiler; ayrıca Battal
Gazi’nin ve babasının kahramanlıklarını anlatan uzun manzum destanlar yazdılar.
Battal Gazi, sünni halk flairleri tarafından da XV. yüzyıldan beri hem gazilik ve kahramanlık
hem de evliyalık yönleri vurgulanarak methedile gelmifltir. Bu gün de ona methiyeler yazan
flairler vardır. Battal Gazi, erken devirlerden itibaren Osmanlı gazileri arasında da büyük bir
saygıya mazhar olmufl ve XV. yüzyıldan itibaren savafla giden gaziler onu “gazileri ulusu”
olarak kabul etmifllerdir. Seyyid Hüseyin Gazi’nin ve oğlu Seyyid Battal Gazi’nin kahraman
birer evliya olarak günümüzde, hâlâ halk tarafından saygı gördüğü bir gerçektir.3
Seyyid Battal Gazi’nin Türkler arasında yayılan kahramanlık menkıbelerinin
destanlafltırıldığı bir halk hikâyesi de Battalnâme’dir.
Battalname’nin yazma nüshaları “Menâkıb-ı Gazavât-ı Seyyid Battal Gâzî”, “Hikâyet-i
Seyyid Battal Gâzî” gibi isimler taflımaktadır. Hikâyenin yazıya geçirilifl tarihi henüz kesin
olarak tayin edilememekle beraber, XI. yüzyılın sonları ile XIII. yüzyılın bafllarıdır.
Ancak Battalnâme’den bazı kısımlar alınarak 643’te (1245-46) yazıldığı kesin olarak bilinen
Dâniflmend-nâme’de, Melik Dâniflmend’in Battal Gazi soyuna bağlandığı dikkate alınırsa,
eserin meçhul müellifinin kitabını bu tarihten önce yazdığı anlaflılmaktadır.
Battalnâme, tarihi bir flahsiyet olduğunda flüphe bulunmayan Battal Gazi’nin menkıbevi
hayatını, Anadolu’ya yerleflen Müslüman Türklerin gözüyle aksettirir.
Bu menkıbelere göre Battal Gazi, Hz. Ali soyundan Hüseyin Gazi’nin oğludur.
Fevkalâde güçlü ve zeki, çocukken dinî ilimleri çok kısa bir zamanda öğrenmifl, savafl
usullerini iyi bilen bir mücahiddir. Hz. Peygamberin tükürüğü Abdülvehhâb Gazi tarafından
kendisine ulafltırılmıfl, bu özelliği sayesinde bütün dilleri konuflur. Keflifl kılığında
manastırlara girip İncil’den vaazlar verir. Rahiplerle tartıflarak onları mağlup eder ve İslâma
davet eder. Hızır’la yoldafltır; sıkıflık zamanlarında ondan yardım görür. Aynı flekilde
perilerle de dosttur. Devler ve cadılarla savaflır, okuduğu dualarla büyülerini bozarak onları
yener. Ateflte yanmaz. Vahfli hayvanlar emrine âmâdedir. Tabiat kuvvetlerine hâkimdir. Göz
açıp kapayıncaya kadar uzun mesafeler aflar. Kullandığı silâhlar Dahhâk, Rüstem ve Hamza

Eskişehir, Seyyid Battal Gazi Türbesi giriş kapısı

19

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Seyyid Battal Gazi Külliyesi

gibi eski ünlü cengâverlerin silâhları, bindiği atlar onların atlarının soyundan gelen atlardır.
Bunlarla hıristiyanlara karşı savaşır. Onları İslâm’a davet eder, davetini kabul etmeyenleri
öldürür.
Türk gazi tipini mükemmel bir biçimde aksettiren Battalnâme, sadece halk arasında değil,
XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlılar’ın Rumeli topraklarında başlattıkları
fetihler ve mücadeleler çağında da, gaziler arasında sevilerek okunmuştur. Kısaca o, Anadolu
ve Rumeli coğrafyasıyla bütünleşmiştir. Battalnâme, Anadolu dışında yaşayan Türk
toplulukları arasında da sevilmiş, yazılıp okunmuştur. Bilhassa XIX. yüzyılda Rus işgali
altında kalan Asya Türkleri Battalnâme menkıbeleriyle âdeta teselli bulmuşlardır. Battal
Gazi’nin Türkçe Battalnâme’den başka bir de Arapça “Zâtül-himme” yahut “Zül-himme”
adında bir başka destanî romana daha konu olmuştur. Battalnâme, başta Doğu Anadolu olmak
üzere Anadolu’nun bazı bölgelerinde bugün de, eski geleneğin bir devamı olarak, halk
ağzında hâlâ anlatılmaktadır. Ayrıca bazı köylerde zaman zaman Battalnâme nüshalarına
rastlanması, eserin Müslüman Türk kültür hayatıyla ne ölçüde bütünleştiğini göstermesi
bakımından dikkat çekicidir.
Bilinen tek gerçek Emeviler döneminde, İslâm ordularının Anadolu üzerine yaptığı akınlarda
şehid olmasıdır.4
Dânişmendnâme’de de Hüseyin Gazi’nin oğlu Seyyid Battal Gazi’den sıkça bahsedilir. Prof.
Dr. Ahmet Yaşar Ocak “İslâm Ansiklopedisinde “Dânişmendnâme”den bahsederken:
Bu konuda Dânişmend-nâme, Melik Dânişmend Gazi’nin doğumu, çocukluk ve yetişme
devresiyle başlar. Asıl adı Melik Ahmed olup, Malatya Emîri Ömer’in kızı ile Ali b.
Mızrab’ın oğlu olarak Malatya’da dünyaya gelir. Battal Gazi’nin torunu Sultan Turasan ile
arkadaş olur. Bir taraftan ondan silâhşorluk öğrenirken diğer taraftan İslâmî ilimlere çalışır ve
kısa zamanda âlim olur. Bu sebeple kendisine “Dânişmend” lakabı verilir. Bir gece rüyasında
Hz. Peygamberi görür, ondan cihad ve gaza için emir alır. Aynı gece Sultan Turasan da
rüyasında dedesi Seyyid Battal Gazi’yi görüp, ondan benzer bir talimat almıştır. Bunun
üzerine Bağdat’a gidip halifeden cihad ve gaza için izin isterler. Halife kendilerine izin verir
ve Battal Gazi’nin sancağı ile Ebû Müslim-i Horasâni’nin alemini onlara teslim eder. Böylece
360 (970-71) yılında Rum diyarında gaza ve cihada başlarlar. Çavuldur Çaka, Hasan b.
Meşiyya, Eyyûb b. Yûnus, Süleyman b. Nu’mân, Kara Doğan, Kara Tegin gibi şahıslar da
kendilerine katılır. Harap olan Sivas Kalesi’ni tamir ederek kendilerine merkez yaparlar ve
civar şehirleri fetih için harekete geçerler. Dânişmend Gazi, ünlü bir Rum cengâveri olan
Artuhi ile karşılaşıp onu yenerek müslüman eder ve arkadaşları arasına alır. Artık bu kişi onun
en yakın dostu olacaktır.
Dânişmend Gazi, bir ara Sultan Turasan’ı bir grup gazi ile İstanbul’u almaya yollar; fakat
onlar başarılı olamazlar; hatta Sultan Turasan, Alemdağı’nda şehid düşer. Mâmûriye
(Ankara),

20

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Manküriye (Çankırı), Kastamonu, Gerede taraflarına seferler düzenlenir. Bundan sonra
Dânişmend Gazi, esas olarak bütün faaliyetlerini Yeşilırmak havzasının fethine hasreder.
Yankoniya (Çorum), Sisiya (Gömenek), Dokiya (Tokat), Karkariye (Zile), Harsanosiya
(Niksar) vb. kaleler, Haç Deyri, Deryanos Deyri gibi büyük manastırlar Dânişmend Gazi’nin
gücüne dayanamaz. Dânişmend Gazi en son, Efromiya adlı yenilmez bir cen-gâver olan ve
ihtida ederek Artuhi ile evlenmiş bulunan genç kızın babasının elindeki Harşana (Amasya)
Kalesi’ni alır. Canik tarafını da ele geçirmek isterken yolda yaralanarak Niksar’a döner ve
orada vefat eder; türbesi Niksar’dadır. Ondan sonra fetihleri oğulları sürdürür.5
Evliya Çelebi “Seyahatname”sinin Malatya ile ilgili bölümünde:
Hicri 200 (816) tarihinde Hazret-i Ömer’in evlâdından Mîr Ziyâd, onun oğlu Emir Lokman ve
onun oğlu Emir Ömer’in, iki yüz bin asker ile gelip Malatya kalesini kuşattıklarını,
kuşatmanın kırk yedinci günü Seyyid Battal Gazi’nin babası Hüseyin Gâzi tarafından
fethedildiğini, Emir Ömer’in de, Malatya’nın mülkiyetini Hüseyin Gâzi’ye verdiğini
kaydeder. (Burada bahse konu tarihde yazılış hatası vardır, bu tarihin hicri 100 (719) olması
gerekir.) Seyyid Battal Cafer Gâzi’nin bu şehirde doğduğunu, Hicrî 239 (Bu tarihinde 139
olması gerekir) senesinde Elina Tekfuru’nun Malatya’yı ele geçirdiğini, yine aynı sene
Abbâsilerden Yahya bin Ali, Hüseyin Gâzi ve oğlu Battal Gâzî’nin, elli bin askerle
Malatya’yı fethederek kalesini temelinden yıktıklarını beyan eder.6
Yine Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, Malatya Aspuzu bağlarından bahsederken şu ifadeleri
kullanır:
Özellikle bu İrem bağı içinde, Seyyid Battal Cafer Gazi’nin doğduğu ev vardır. Bu evin
etrafında olan üzüm başka bir ülkede bulunmaz… Hasılı bu İrem bağını övmekte dil âciz
kalır. Bu İrem bağı Malatya’nın kıblesinde ve çeyrek saat mesafededir.7
Evliya Çelebi 1648 yılında Ankara’ya gelir ve Seyyid Hüseyin Gazi Tekkesini ziyaret eder.
Bu ziyaretini anlatırken:
Hüseyin Gazi köyüne geldik. Çubuk Ovası kazasında yüksek bir tepe üzerinde Hüseyin Gazi
Türbesi vardır. Bu zât, Malatyalı Seyyid Battal Cafer Gazi’nin muhterem pederidir. Kabri
üzerinde bir Yâsin okuyup, ruhâniyetleriyle tanıştık. Nurlu mezarının dört çevresinde çeşitli
yaldızlı şamdan, kandiller ve âyetler vardır. Ayrı ayrı yaz ve kış meydanları vardır. Çubuk ve
Yaban Ovaları ile Mürted Ovası buradan ayak altında gibi görünür. Tekkesinin vakıfları
çoktur. Senede bir kere burada mevlid okunup, kırk elli bin adamı toplanır. Amma Hüseyin
evlâdından ve Peygamber evlâdından ve Peygamber sülalesinden olan bu Hüseyin Gazi,
burada din uğrunda şehit olmuştur. Bu tekkedeki fakirlere on kuruş sadaka verip, kurban
keserek şeyhi Muhyican Dede’nin duâsını aldık. Asıl Hüseyin Gazi, bu yüksek tepenin
eteğindedir.
21
Manevi Mimarlarıyla Ankara
Oraya varıp, devlet sahibi efendimizle buluştuk.
…….
1058 (M.1648) senesi Rebiülevvelinin birinde, yine Hüseyin Gazi köyüne geldik. Birer ikişer
kere misafir olduğumuz evler pek çok amma, burada türbeyi ziyâret ederken kendiliğinden
hatırıma şu beyit geldi:
Gelip ettik duâ ile niyazı
Bize himmet ede Hüseyin Gazi8
Kâtip Çelebi’de “Cihannüma”sında:
Ankara’da kendi ismi ile anılan yerde Hüseyin Gazi Tekkesi vardır. Burada dervişler oturur.
İngiliz müsteşrik F. R. Haslok ise:
Malatya Seraskerinin kardeşi olan Hüseyin Gazi, yöresel menkibeye göre Ankara taarruzunda
kesilmiş başını, şehrin bir buçuk saat doğusunda bir tepeye götürmüş ve orada ölmüştür.
Burası üzerine bir tekke yapılarak anılmış ve on yedinci asırda çok kalabalık bir ziyaretgah
olmuştur.
Hüseyin’in ölümünün intikamını, oğlu Cafer Hıristiyanlardan Kırşehir yakınındaki kaleyi zapt
ve kumandanı Şemas’ı teke tek çarpışmada (mübarezede) Müslüman etmek suretiyle almıştır.
Ankara civarında, Ankara’nın doğusunda yerleşmiş “Hüseyin Dağ” üzerinde, Bektaşîler
tarafından mücahid bir ermiş olarak kabul edilen bir Arab’ın, yani Hüseyin Gazi’nin mezarı
vardır. Ermiş zamanında burada, yüz Bektaşi dervişini barındıran bir tekke vardı ve her sene
çok kalabalık bir ayin yapılırdı. Şimdi yalnız Ankara “Bayramî” dervişleri tarafından idâre
edilen bir türbe vardır.9
Kanaatimizce Seyyid Hüseyin Gazi, Emevi komutanı Mesleme b. Abdülmelik tarafından 707-
712 yılları arasında Anadolu içlerine yapılan akınlarda şehit olmuştur.
Hüseyin Gazi türbe ve tekkesinin yapımı ile ilgili olarak günümüze ulaşan ilk belge 1459
tarihli mermer kitâbedir. Fatih Sultan Mehmed Han tarafından bu zaviye yeniden
yaptırılmıştır.
Osmanlılar döneminde de bu türbe ve zaviyeye Çubuk, Sincan ve Kazan ilçelerinde bulunan
köylerin yıllık gelirleri vakfedeilmiştir. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf
Kayıtlar Arşivi’ndeki belgelerdeki kayıtlarda:
“Anadolu’da medine-i Ankara kazasında vaki’ kutbü’l-ârifîn gavsü’l-vâsılîn merhum ve
mağfûrünleh Seyyid Hüseyin Gaazi tâbe serâh hazretlerinin tekyesi vakfının” ifadesi
kullanılmıştır.
Anadolunun manevi hamisi Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin evladları, yüzyıllarca bu türbe
ve zaviyede görev yapmışlardır.10
Ömer Lütfi Barkan “Kolonizatör Türk Dervişleri”nden bahsederken:
22

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Türbeler ve bazen türbelerin etrafında teşekkül eden zaviyeler, daha başka mahiyette ve daha
manalı müesseselerdir ve çok defa zaviyede yatan ölüler, o zaviyenin tesisinde bir gaye değil,
ancak bir vesile ve timsal hizmetini görmektedirler... Seyyid Battal Gazi ve Hüseyin Gazi’nin
mezarlarının bir rüya veya keramet vak’ası ile keşf ve tesbit edildiğini zikreder.11
Prof. Dr. Hikmet Tanyu da bizzat Hüseyin Gazi Tekkesi’ni görmüş ve o günkü mevcut
durumu şöyle anlatır:
Hüseyin Gazi Türbesi, Hüseyin Gazi Dağı’nın (1400 metre) zirvesine yakın bir yerdedir.
Yıktırılmadan önce geniş bir teşkilatı olduğu anlaşılıyor.
Halen Hüseyin Gazi’nin türbesi ve etrafı harap duvarlarla çevrili olup, çatı, kubbe gibi şeyler
kalmamıştır. Altı metre kadar uzunluktaki Hüseyin Gazi mezarı dahi yıkık bir durumdadır.
Bu Hüseyin Gazi ziyaretgâhı sahası 17-20 yıl önceye kadar mamur vaziyette imiş. Türbe
bakıcılarına mahsus odalar, türbenin güzel bir kubbesi varken yıktırılmış, aynı zamanda
türbenin içerisindeki halılar, kilimler ortadan kaldırılarak götürülmüş.
Fakat burasını bir harâbe yığını haline getirişte alâka ve sevgiyi sarsmak şöyle dursun bilâkis
artırmış. Bunu açıkça isbat eden duvarlardaki binlerce tarih ve imzayı ihtiva eden, muhtelif
kalem ve şahıslardan çıktığı aşikâr bir surette görülen yazılardır. Bunlar orada sıra sıra, bazen
üst üste durmaktadır.
Türbenin kırk elli metre kadar aşağısında, yarın altında kapı genişliğinde bir taşın arkasında
bir mağara mevcut olup, bunun güzel, soğuk bir suyu kayadan sızmakta ve rivâyete göre
Hüseyin Gazi’nin buradan su aldığı ve dar yerde efsanevî bir maharetle atını suladığı
söylenmektedir. Bu çevredeki mezarlardan birisi Hüseyin Gazi’nin çobanına ait imiş.
Halk arasındaki söylentiye göre Hüseyin Gazi, Battal Gazi’nin babası olup, Ankara’yı
İslâmlaştırmıştır. Çetin ve kanlı savaşlarda yaralanan Hüseyin Gazi’nin “ayağını bastığı,
kanının damladığı yerlerde çimen ve çiçek bitmiş” asasını vurunca “su çıkarmış.” “Suyu hem
soğuk hem de şifalıdır. Fakat tepeye çıkınca artık takati kalmamış ve şehit düşmüş.”
Hüseyin Gazi hakkındaki söylentiler ne yolda olursa olsun bu söylentilerden çıkan netice
onun bir İslâm ve fetih şehiti olduğu noktasında iştirak ediyor.12
Seyyid Hüseyin Gazi Tekkesi’nin 1858 yılında tamir edildiğine dair bir belgeye ulaşıyoruz.
Belgede: “Ankara’da Hüseyin Gazi Hazretleri Türbesi’ndeki mescid ve misafir odalarının
tamiri ve hitamında keşf-i sani defterinin tanzim olunması.”13
Ankaralı yazar Şeref Erdoğdu da Seyyid Hüseyin Gazi ile ilgili olarak:
Ankara’nın doğusunda kocamış, yaşlanmış tabiatla boğuşa boğuşa soyunmuş, çıplak
kayalarla kaplı bir dağ yükselir. Bir
23

Manevi Mimarlarıyla Ankara


zamanlar yeşil ormanlarla kaplı bu güzel dağın eteklerinden kıvrılıp çıkan dereden yıkanıp, su
içen ve doruklara kanat açan bulut gibi güvercinler, tepelerde cıvıl cıvıl öten kuşlar, çatal
oyuklarında kuşkulu gezinen av hayvanları bu dağa başka bir güzellik verirdi.
Güneşin ilk ışıklarının pırıltısıyla Ankara’yı uykudan uyaran yeşilin de yeşili koca dağ!.. Ya!
Şimdi insanoğlunun işlediği günahın acısını çeker gibi.. Ta! uzaklardan bir bakışı var ki,
Ankara’ya küsmüş gibi.. Üzgün ve dargın...
Şu küçük şiirimle huzurunda huşu ile eğiliyorum.
Ey!. Allah uğruna vuran
Koca dağa adını koyduran
Müsterih ol! rahat uyu
Kırık dökük mezarında
Üzgünüm elimden gelmiyor
Sadece bir fatiha14
Hüseyin Gazi Dağı’nın şehre bakan yamacınca, halk arasında Hüseyin Gazi Mağarası olarak
bilinen bir mağara vardır. Bu mağara günümüzde askeri saha içinde kalmaktadır. Rivayete
göre Seyyid Hüseyin Gazi hazretleri yaralanınca atı ile birlikte bu mağaraya sığınmış ve bir
müddet kalmıştır. Mağara’da bir ince su sızıntısı vardır.15 Ayrıca Çorum Alaca ilçe
merkezinde Hüseyin Gazi medresesi bulunmaktadır.
Günümüzde Seyyid Hüseyin Gazi Türbesi ziyarete açık olup, bakımlı bir durumdadır.
HORASAN ERLERİ
Konya, Hz. Mevlana Külliyesi (2006, A.E.)
Hicri 3. yüzyılda, Horasan bölgesinde faaliyet gösteren ilk sufiler arasında yaygınlaşan
“Horasan Melamiliği” düşüncesini benimseyen, Türk asıllı “Anadolu erenleri” için kullanılan
bir deyimdir.16
III. (IX.) yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında ortaya çıkan tasavvufî akımların en önemlileri,
Haris el-Muhâsibî’nin temsil ettiği “Bağdat ekolü” ile Hamdûn el-Kassâr’ın temsil ettiği
“Nîşâbur (Horasan) ekolü”dür. Bağdat ekolü daha ziyade tevhid ve marifet, Horasan ekolü ise
melâmet ve fütüvvet konuları üzerinde durmuştur.
Nîşâbur ekolünün önde gelen isimleri Ebû Nasr es-Serrâc et-Tûsî, öğrencisi Ebû
Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ve onun öğrencisi Abdülkerîm el-
Kuşeyrî’dir. Sülemi “Haka’iku’t-tefsîr” isimli eserinde, melâmet ve fütüvvet konuları
üzerinde duran “Horasan Melâmîleri”nin görüşlerine yer vermiştir.
Horasan’da yetişen ilk sûfîler şunlardır: Ahmed b. Hadraveyh el-Belhî, Bâyezîd-i Bistâmî,
Ebû Hafs el-Haddâd,

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ebû Türâb en-Nahşebî, Ebû Abdullah es-Siczî, Muhammed b. Fazl el-Belhî, Sehl b. Abdullah
et-Tüsterî, Mimşâd ed-Dîneveri, Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî. Ebû Bekir b. Tâhir el-Ebherî, Ali
b. Sehi el-İsfahânî, Ali b. Muhammed er-Râzî, Ebû Muhammed Hasan b. Muhammed Ruhanî,
Abbas b. Fazl ed-Dîneverî, İbn Yezdânyâr.
Horasan Hanefî mezhebinin yayıldığı, görüşlerinin öğretildiği ve hükümlerinin uygulandığı
ilk bölgelerin başında gelir. Hanefî bilginlerinin (fakih) en yoğun bulunduğu şehir Belh olmuş
ve bu sebeple Hora san bölgesinde yaşayan Hanefî alimlerine genellikle “Belh meşâyihi” adı
verilmiştir. Belh meşâyihlerine fıkıh eserlerinde yer yer “Horasan meşâyihi” de denilmiştir.
Kur’ânî ilimlerin, hadis, fıkıh ve tefsir ilimlerinin de öğretildiği, özellikle altı hadis kitabı
olarak bilinen “Kütüb-i Sitte”nin dördünün yazıldığı yerdir Horasan bölgesi.
Hamdûn el-Kassâr, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr gibi büyük sûfîler tarafından temsil edilen Horasan
Melâmetiyyesi’nin tasavvuf anlayışı, daha sonra pek çok sûfî tarafından benimsenerek devam
ettirilmiştir. Bunlar arasında Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Evhadüddîn-i Kirmânî, Fahreddîn-i
Irâkî, Necmeddîn-i Dâye, Sadreddin Konevî, Müeyyidüddin Cendî, Saîdüddin el-Fergânî,
Afîfüddin et-Tilimsânî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi isimler bulunmaktadır.
Kaynaklarda sık sık geçen “Horasan erenleri” tabiri melâmet anlayışını benimseyen sûfîler
için kullanılmıştır.17
Günümüzde Horasan, İran’da bir eyaletin ismidir. Tarihte ise İran’ın kuzeydoğusunda yer
alan, geniş bir coğrafi bölgedir. “Güneşin doğduğu yer, güneş ülkesi; doğu bölgesi” anlamına
gelir. Tarihi Horasan bölgesi günümüzde üç parçaya ayrılmış; Merv, Nesa ve Serahs yöresi
Türkmenistan’da, Belh ve Herat yöresi Afganistan’da, Meşhed, İsferayin, Bucnurd, Bircend,
Tayyibat, Türbeticam, Türbetihaydari, Darrıgaz, Sebzevar, Şirvan, Tabes, Firdevs, Kabnat,
Küçan, Kaşmir, Gunabad ve Nişabur vilayetleri de İran’da kalmıştır.
Horasan, tarih içinde bir çok medeniyetlerin kurulduğu bölge olmuş, göç ve istila yollarının
kavşak noktası olması sebebiylede, çeşitli ırklardan meydana gelen bir nüfus yerleşmiştir.
Hindistan ve İran’a yayılan Hint-Avrupa kökenli “Ari” ırkı burada ortaya çıkmış, Hun ve
Göktürklere bağlı çeşitli Türk boyları, Ortaasya’da bulunan Anavatan’dan göç edince bir
kısmı Horasan bölgesinin doğusuna yerleşmiş ve Göktürk Hakanlığı hakimiyetinde
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri ile cazibe merkezi olmuş,
Yahudilik, Nestûrîlik, Ortodoksluk, Zerdüştîlik, Maniheizm, Budizm, Şamanizm gibi din ve
mezhepler de taraftar bulmuştur.
İslâm orduları ilk defa Hz. Ömer zamanında bu bölgeye akınlar başlatmış, zaman içinde
birçok sahabe ve tabiin cihad için Horasan’a gelmiş, yerleşmiştir. Bölgede bulunan ve daha

Konya, Hz. Mevlana Külliyesi (D. Ossamen)


Konya, Hz. Mevlana sandukası (D. Ossamen)

^^

1▼ |( # l

■»1
rl

25

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Konya, Sadreddin Konevi Türbesi (2006, A.E.)


Konya, Sadreddin Konevi Camii kitabesi (2006, A.E.)

sonra buraya gelen Türklerin cesur, disiplinli, sadık, güzel görünüşlü ve gösterişli olmaları
İslâm komutanlarını cezp eder. Özellikle Bizans’a karşı yapılan akınlarda önemli başarılar
kazanmışlardır.
Tarih içinde kurulan Müslüman Türk devletleri de bu bölgeyi ana üs olarak kullanmış, bir çok
Türk devleti kurulmuştur. Kısacası Horasan, Türklerin İslâm orduları ile ilk karşılaştığı ve
onların karşısında yenilgiye uğradığı bölgedir. İslâmî ilimlerde ve tasavvuf hayatında ayrı bir
yeri olan Horasan bölgesi, Türklerin Anadolu sevdasının tohumlarının yeşerdiği yerdir.
Âşıkpaşazâde’nin Târihinde, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında faaliyet gösterdiği
belirtilen dört zümreden olan “abdâlân-ı Rûm”u, Merhum M. Fuad Köprülü “Horasan
erenleri”nin meydana getirdiğini ileri sürer. Köprülü’ye göre XIV. yüzyıl kaynaklarında
“abdal” veya “baba” lakablarıyla anılan bu dervişler topluluğu, ilk fetihlere iştirak ederek
büyük yararlıklar göstermişlerdir. Bunlar arasında Abdal Musa, Abdal Murad. Kumral Abdal,
Geyikli Baba gibi Türkmen babaları bulunmaktadır.18
Emevi ve Abbasîler devrinde, Türkistan ve Horasan’dan Anadolu’ya getirilerek Bizans’a
karşı yapılan gazalara gönüllü olarak katılan gaziler arasında, çok sayıda Müslüman Türk
vardır.
Abbasî halifesi Mehdî, İslâmlar tarafından fethedilmiş olan Türkistan, Harizm ve
Horasan’dan, başta Müslüman Türkler olmak üzere, İran, Sogd v.s. milletlerden çok sayıda
gönüllü kuvvetleri, Anadolu’da fethedilen askerî bölgelere yerleştirdi. Bu bölgeler eski ticaret
ve hac yolları geçtiği için, ticarî faaliyetler yanında, geniş çapta ziraat de yapılarak, buradaki
şehirler zenginleşti ve halkın refah seviyesi yükseldi. Bu bölgelerde medreseler kuruldu.
Yerleştirilen Türklerin sayısı, halife Harun Reşid, Memun ve Mutasım devirlerinde, oldukça
yüksek bir dereceye ulaştı. Özellikle halife Mütevekkil zamanında, hilâfet ordusunun
çoğunluğunu Türklerin oluşturması sonucunda, bu askerî bölgelerin yönetimi Türk
kumandanları tarafından yürütüldü. Vasıf et-Türkî, Karinoğlu Fazl, Ferec et-Türkî, Amaçur
et-Türkî, Bilgeçur, Ferganah Halef, Toganoğlu Ahmet, Ehû Sabit et-Türkî, Yazman, Busr
Afşinî, Kayıoğlu Ahmet, Burduoğlu Rüstem ve Munis ismindeki komutanlar bunlardan
bazılarıdır. Tarsus’ta oturan bu Türk kumandanları, biri yazın, diğeri kışın olmak üzere, yılda
iki kez Bizans’a karşı Anadolu içlerine gazalarda bulunuyorlardı. Sivas, Niksar,
Şarkikarahisar, Amasya, Zamantı, Ulukışla, Çankırı, Ankara, Eskişehir ve hattâ Bergama’ya
kadar uzanan bölgelerdeki Bizans şehir ve kaleleri büyük tahribata uğratıldı, bu arada pek çok
ganimet ve tutsaklar da alındı.
Halen Türkiye’nin birçok yerlerinde görülen höyük, kale v.s. gibi müstahkem yerlerin büyük
bir kısmı, bu gazalar sonucunda

26

Manevi Mimarlarıyla Ankara

harabe haline getirildi. Bununla beraber Bizanslılar da aynı şekilde, islâm memleketlerine
yağma ve tahrip akınlarında bulundular. Bu mücadeleler böylece uzun bir süre devam edip
gitti, özellikle Makedonya sülâlesinin Bizans tahtına geçmesinden sonraki dönemlerde, islâm
mücahidleri saldırıları bırakıp, savunmaya geçmek zorunda bırakıldılar. Dolayısıyla
çoğunluğunu Türk mücahidlerinin oluşturduğu bu uç bölgelerindeki islâm kuvvetleri, X.
yüzyılın ikinci yarısında, buralardan çekilmek zorunda kaldılar. Böylece Müslüman Türk
gazilerinin Anadolu’da Bizans’a karşı sürdürdükleri gazalar sona ermiş oldu.
Malazgirt Savaşı’na kadar geçen süre içerisinde Anadolu’da, küffar Bizans’a karşı girişilen bu
gaza hareketleri, Anadolu’da bulunan Bizans şehir ve kalelerin geniş çapta harap olmasına
sebep olmuş ve dolayısıyla buradaki Bizans savunmasına ağır darbeler indirilmiştir. Bunun
neticesinde de Anadolu’da birçok İslâm mücahidi ve gönüllü Müslüman Türk şehid oldu.19
Bu akınlarda ve daha sonra Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna kadar geçen zaman içerisinde,
Bizans’a karşı yapılan askeri mücadelelerde şehid düşen komutanlara ve askerlere, “Horasan
Eri” veya “Horasan Erenleri” denilmiştir. Emeviler döneminde başlayan ve Danişmedlilerin
Ankara ve civarında hakimiyetine kadar geçen süre içerisinde, bir çok islâm mücahidi
Ankara’da şehid olmuştur. Seyyid Hüseyin Gazi bunlardan biridir. Ayrıca halk tarafından adı
bilinmeyen ve kitâbesi bulunmayan müslü-man mezarlarına, gerek “evliya” muhabbetinden,
gerekse o bölgeye teveccühün artması için “Horasan Erenleri” denmektedir.
Ankara ve civarında yaptığımız yerel araştırmada, halk arasında “Horasan Eri” olarak tesbit
ettiğimiz isimler şunlardır:
Yakub Evliya, Abalı Baba, Baba Sultan, Kalender Veli, Baba Yakub, Emir Dede, Fatma Bacı,
Garip Baba, Haydar Baba, Hacı Bayram Dede, Hacı Murad Baba, Hacı Tuğrul Baba, Hasan
Dede (üç ayrı yerde), Demirli Baba, İncik Sultan, Karaağaç Dedeleri, Karaca Ahmed, Kargılı
Baba, Kazancı Dede, Kaygusuz Abdal, Kesikbaş Dede, Koyun Baba, Malkoç Baba, Kılıç
Dede, Mehmet Dede, Oruç Baba, Osman Sin, Ömer Şeyh, Seydi Yusuf, Şaban Dede, Şeyh
Ahmed, Şeyh Ali, Toprak Dede, Um Um Dede, Veli Dede, Yakub Abdal, Yunus Dede,
Evliya Dede, Hamdi Sultan, Turasan. Bu isimlerden bazıları “ahi” büyüklerinden olup,
zaviyesi olan şeyhlerdir. Bazıları ise o köyün ilk kurucusu olan aşiret veya kabile reisidir.
Kısacası “Horasan Erenleri” geniş ve ciddi araştırmalarla aydınlatılacak bir konudur. Tarihi
olaylar ve şahsiyetler menkıbelerle karışmış, “evliya” kültürü yozlaştırılmıştır. İslâmi esaslara
dayalı “veli” kul ile tasav-vufi hayatın öğreticileri olan “mürşid” kimliği unutulur hale
gelmiştir.

Bağlum Beldesi,
Yakub Evliya mezarı
(2005, A.E.)
Bağlum Beldesi, Sadık ve
Yusuf Evliya mezarları
(2005, A.E.)
Kalecik, Alışoğlu mezarı (2005, A.E.)

27

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Çamlıdere, Osman Sini Türbesi (2005, A.E.)

Akyurt, Baba Sultan Mezarı (2005, A.E.)

Elmadağ, Seyyid Cemali Türbesi (2006, A.E.)

Kalecik, Koyun Baba Kabri (2005, A.E.)

28

Balâ, Afşar Beldesi, Dud Dede Türbesi (2005, A.E.)

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Nallıhan, Taptuk Emre Türbesi (2005, A.E.)

Polatlı, Karaca Ahmed Türbesi (2005, A.E.)

29

Manevi Mimarlarıyla Ankara


KIRMIZI EBE (KIRGIZ EBE)

Kırmızı Ebe’nin menkıbevi ayran taşı ve anıtı (2005, A.E.)


Ankara ve çevresinin Müslüman-Türklere yurt olması için öncülük eden fütüvvet ehli
veliyyelerdendir. Anadolu Selçukluları zamanında yaşadığı bilinir. İslâm aleminde “Diyar-ı
Rum” olarak bilinen Anadolu’nun isim anasıdır. Günümüze kadar intikal eden bu yaşanmış
olay şöyledir:
Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat (1220-1237) sıcak bir yaz günü ordusuyla Yabanabad
(Kızılcahamam) kazasına bağlı Taşlı Şeyhler köyünde konaklar. Köy Horasan Erenleri veya
Gaziyan-ı Rum’un merkezlerinden biridir. Ancak onlar gazaya çıktıklarından köyde Bacıyan-ı
Rum (Rum Bacıları) temsilcilerinden “Kırmızı Ebe” (Kırgız Ebe) adında bir kadın eren
vardır.
Koca Sultan’ın ordusunu ağırlamak, zaten uzun yıllardır Bizans Hıristiyanlar ile
savaştıklarından, fakr-u zaruret içinde bulunan köylüler için kolay değildir. Onları “nasıl
ağırlayacakları telaşı” almışken, sırtında yetim yavrusu Oruç sarılı olduğu halde Kırmızı Ebe
elinde bir helke (bakraç) ayranla çıkagelir. Kocası gazalarda şehit olan bu cefakar nur yüzlü
ananın içinden, “hem yetim yavrusuna babasının gaza arkadaşlarını göstermek, hem de
onların içlerini soğuk bir ayranla da olsa serinletmek” gibi karışık duygular geçmiştir.

30

Manevi Mimarlarıyla Ankara

“Çam sakızı çoban armağanı” kabilinden, meşelerin arasındaki konaklama yerinde bulunan
küçük bir taş oluğa elindeki bakraç ayranı döker ve başına oturur. Ordunun bütün neferleri
sırayla gelip hem içerler hem de mataralarını doldururlar, fakat bir bakraç ayran koca orduya
yeter de artar bile.
Dedik ya bu ana, sıradan birisi değildir. Bacıyan-ı Rum’dan gönül ehlinden, tasavvuf
ehlindendir. Bu olayda. Allah ona, “keramet” dediğimiz olağanüstü ihsan eder.
Askerler ayranı içerken ve mataralarını doldururken Kırmızı Ebe ile aralarında devamlı şu
ikili konuşma geçer:
-Doldurun gazilerim! -Doldur ana! -Doldurun yavrularım! -”Ana dolu!”
İhtiyar ananın oluğunu daima dolu gören askerler “Ana dolu” diyerek buz gibi ayranla
Ağustosun kavurucu sıcağında serinlerler.
Kırmızı Ebe Türbesi ve mezarı
Bu esnada askerlerin içini bir de şu duygu ve düşünce
kaplamıştır: “Bu ülke, askerine sahip çıkacak, onu her yerde bir (2005, A.E.)
bakraç ayranıyla da olsa serinletecek ve Allah yolunda gazaya hazırlayacak “Analarladolu”,
Derler ki, işte o günden sonra bu topraklara “Anadolu” dene gelmiştir.
Bütün bir orduya bir bakraç ayranın yetmesini otağından şaşkınlıkla seyreden Sultan
Alaaddin, bu kutlu anayı hürmetle huzuruna davet eder. Kadının yüzündeki nur, taşıdığı
heybe ve vakar, karşısındakini etkileyecek kadar muhteşemdir. Sultan sıradan bir durumla
karşı karşıya olmadığının farkındadır. Kırmızı Ebe ile arasında şu konuşma geçer:
-Dile benden ne dilersen Ebe!
-Sağlığını dilerim Sultanım, Allah sizi başımızdan eksik etmesin!
Kırmızı Ebe’nin menkıbevi ayran taşı ve bulunduğu çevre (2005, A.E.)
Bu asil cevap karşısında irkilen, iyice duygulanan Alaaddin Keykubat, ısrarla teklifini
tekrarlar. Bu ısrar karşısında Kırmızı

31
Manevi Mimarlarıyla Ankara

Oruç Gazi Kabri (2005 A.E.)

Ebe şöyle der:


-Sultanım! Şu kucağımdaki yetim yavrum Oruç için biraz yiyecek ve büyüdüğünde babası
gibi kafire karşı gaza yapması için ona hayır duanızı dilerim.
Bunun üzerine Sultan;
-Bu topraklar sana ve oğluna yurtluk ve ocaklık ola; buraya atlılar (vergi tahsildarları)
uğramaya” diye ferman buyurup Kırmızı Ebe’ye bir berat verir.
Bu fermana uygun olarak Taşlı Şeyhler köyü, Oruç Gazi’ye vakfedilmiş olur.
Halk arasında Kırmızı Ebe olarak bilinen bu ermiş ananın, sonradan yapılmış türbesi, Taşlıca
köyünden Balcılar köyüne giden yol üzerindedir. Kırmızı Ebe’nin tarihi “Ayrantaşı” da
korumaya alınmış ve Taşlıca Köyü yakınındadır.20

ORUÇ GAZİ
Anadolu Selçukluları döneminde yaşamış, “fütüvvet ehli” bir alp-erendir. Meşhur “Anadolu
hikayesi”nin isim anası olan Kırmızı (Kırgız) Ana’nın oğludur. Yeniden yapılan türbesi
Kızılcahamam Taşlıca köyündedir. Bu köyün eski ismi Taşlı Şeyhler’dir. Selçuklu Sultanı
Alaaddin Keykubat (1220-1237) tarafından Oruç Gazi’ye yurtluk olarak verilen bu köy
Cumhuriyetin ilanına kadar muafiyetini sürdürmüştür.
Celali isyanlarında köy ahalisi isyancıların işgaline maruz kalınca mahkemeye başvurmuşlar
ve gerekçe olarak da “Ecdadımız

Ta şlıca Köyü,
Oruç Gazi Türbesi
(2005, A.E.)

32

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Oruç Gazi Türbesi (2005, A.E.)

Oruç Gazi Sultan’a, Sultan Alaeddin rahmetullah hazretleri bir çiftlik yer vakf edüp ol
zamından beri tasarruf eylediğimiz topraklar” diye savunma yapmışlar ve dava lehlerinde
neticelenmiştir.
Osmanlı belgelerinde “Şeyh Oruç” adıyla zikredilir ve vakıf kayıtlarında da “Şeyh Oruç
zaviyesi” olarak geçer.
Kızılcahmam İlçesine bağlı Taşlıca Köyü’nde bulunan Oruç Gazi Sultan Türbesi, Kırmızı Ebe
Türbesi, “Ayrantaşı” ve Gelinkayası tarihi önemleri göz önünde bulundurularak Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 12.11.1991 tarih
ve 2056 sayılı kararıyla koruma altına alınmıştır.21
SARAÇ SİNAN (SİNANÜDDİN YUSUF B. HASAN)
Ankara’da yaşamış bilgin ve mutasavvıf. Hayatı ve kişiliği hakkında vakfiyelerin haricinde
bilgi yoktur. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, 592 numaralı defterin 49 ncu
sahife, 45 nci sırasında kayıtlı “Hasan Çelebi oğlu Hacı Sinanüddin Yusuf”un 20 Şaban
687/1288 tarihli vakfiyesinin örneğinde “Alimlerin ve fazılların dayanağı, şeyhlerin büyüğü
Hacı Sinaneddin Yusuf bin Hasan” Ankara’da yeniden yaptığı mescid ve bitişiğindeki
medresenin tamir, bakım masrafları, müderris ve imama ödenecek ücret için şehir içinde ve
dışında arazi ve emlak vakfeder. Vakfiyede yazılan künyeden mutasavvıf ve alim bir şahsiyet
olduğunu anlıyoruz.22
33

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Saraç Sinan Mescidi (1998, A.E.)

Saraç Sinan Türbesinde bulunan mezarlar (2005, A.E.)

Ankara-Altındağ Nazımbey Mahallesi, Berber Sokağı’nda yaptırdığı mescidin bitifliğinde


bulunan oda içerisinde mezarı vardır.
Saraçlık mesleği ile uğraflmıfl ve “Sarac Sinan” olarak anılmıfl, esas ismi ise Sinaneddin
Yusuf dur. (Saraç: At, eflek ve deve gibi binek hayvanlarına eğer, gem ve koflu takımlarını
yapan ve satan zenaat sahibi kiflidir.)
Saraç Sinan Ankara flehir merkezinde bir mescid ve bir medrese yaptırmıfl ve bu eğitim
kurumu için araziler vakfetmifltir.
Dikdörtgen planlı, sade ve Türk üçgenleri ile geçilen kubbe ile örtülmüfl olan ve Saraç Sinan
Mescidi olarak bilinen bu mabed, flehrimizde bulunan en eski mabedlerdendir. Medrese ise
harap bir vaziyettedir. Mescidin Arapça kitâbesinde flu ibare yazılıdır:

“Şüphesiz mescidler Allah içindir. Artık Allah ile beraber başka bir kim-seye ibadette
bulunmayınız.
Bu mescidi Hasan oğlu zayıf kul Yusuf 687/1288 yılında yaptırmıştır.”

34

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Saraç Sinan Mescidinin içinde, sağ tarafda bulunan odadaki mezarların birisinin mezar
taşında:
“Allah’ın rahmetine kavuşan Hasan oğlu el-hac Sinaneddin Yusuf. Allah’ın rahmeti üzerine
olsun.”
Ayak ucundaki taşta ise:
“13 Cemaziyelahir, Sene 711(1311).” yazılıdır.
Bu oda içerisinde, 1372 yılında vefat eden Süleyman b. Aslan’a ait bir mezar daha vardır.23

Saraç Sinan Türbesinde


bulunan mezarlar
(2005, A.E.)

BAKLACI BABA
Halk arasında “Baklacı Baba” olarak bilinen, esas ismi ve hayatı hakkında bilgiye sahip
olmadığımız ermiş bir maneviyat eri.
438 numaralı “Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri”nde “Baklacı Mescidi Vakfı” kaydı
mevcuttur. Baklacı Baba’nın hayatı

Baklacı Baba Mescidi’nin Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde bulunan ahşap kapısı (2005, A.E.)

35

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Baklacı Baba Mescidi ahşap kapı süslemeleri (2005, A.E.)

ve kişiliği hakkında ise yazılı kaynaklarda başka bir bilgiye rastlayamadık.24


İ. Hakkı Konyalı, Ulus semtinde Hayırlı Sokak’ta, Kavaklı Camii diğer adıyla “Baklacı Baba”
ismiyle bilinen caminin, Ankara’nın eski yapılarından biri olduğunu, mimari ve tarihi kıymete
haiz olan bu eserin, o tarihlerde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce depo olarak kullanıldığını,
camide bulunan kabrin Baklacı Baba’ya ait olduğunu, son cemaat yerinin kıble duvarında:
“Ya hazreti pir sultan Şaban-ı Veli el-halveti kuddise sırruhu. Ya hazreti pir-i sani Mehmed
Nasuhi” ibaresinin güzel bir hatla yazılı bulunduğunu belirtir.25 Halvetilik Anadolu’da
Türkler arasında taraftar bulan ilk tasavvuf ekollerindendir.26
1940’lı yıllarda yıkılan bu eserin, Türk ahşap oymacılık sanatının güzel bir örnegi olan kapı
kanatları, Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde teşhir edilmektedir. Baklacı Baba’nın kabri nereye
nakledilmiştrir, bilmiyoruz. Ahşap kapı üzerindeki kitâbede şu ibare yazılıdır:
“Bu mescidin imarını Çoban oğlu Yakub 697 hicri - 1297 miladi yılında emretti.”27
Bu mescidin Kastamonu ve civarına yerleşen Çandaroğullarından Süleyman Paşa’nın en
küçük oğlu Çoban Bey’in oğlu Yakub Bey tarafından yaptırılmış olması kuvvetli
ihtimaldir.28
Bu mescid Halveti dergâhı olarak kullanıldığına bakılırsa, Baklacı Baba’nın da Halvetiyye’ye
mensup olabileceği akla gelmektedir.
Şaban oğlu Mevlana Kemal Baklacı Mahallesinde bir “mual-limhane” yaptırır ve 16000 akçe
vakfeder. Bu okulda fakir ve yetim çocukların eğitim görmesini, öğretmeninin de kimseden
hediye almamasını şart koşar.29

ERDEDE SULTAN (HALLAC MAHMUD)

Hallac Mahmud Mescidi İnşa Kitabesi (1998, A.E.)

Evliya Çelebi’ye göre Şeyh Hamidüddin Aksarayi’nin şeyhi ve Hacı Bayram-ı Veli’nin
hocası olan bir sufidir.
“Duâsı kabul olunan, kerâmet nurlarının kaynağı, gizli yollara mazhar olan, hakiki sırların
keşfedicisi, sağlam mü’min Şeyh Hazreti Er Sultan: Mübârek isimleri Mahmud’dur. Bu zât,
Ankara’da doğmuştur. Şeyh Hamid Hazretlerinin şeyhlerinden-dir. Nice keşif ve kerâmetleri
görülmüştür. Allah’a hamdolsun, ziyâreti bana da nasib oldu. Rüyamıza girerek dünyada iken
irşâdlarından faydalandırdılar. Engürü içinde, Ağaçpazarı’nda küçük bir kubbede yatarlar.
Türbesi herkes tarafından ziyaret edilir.”30

36
Manevi Mimarlarıyla Ankara
Yukarıdaki ifadeler Evliya Çelebi’ye ait olup, 1560 yılında Ankara’ya geldiğinde Er Sultan
hazretlerinin türbesini ziyaret eder. Çelebi bu ziyareti gördüğü bir rüya üzerine yapar.
Gördüğü bu rüyayı bizzat Evliya Çelebi’nin “Seyahatnamesi”nden okuyalım:
“Ben riyasız Evliyâ, Engürü’ye girdiğimiz gün doğruca Hacı Bayram-ı Veli’nin nurlu
türbesine varıp ziyareti ile şereflendikten sonra bir hatm-i şerife başladım. Konağımıza gelip
akşamdan sonra ibadetimizi yaparak duâ ve istihare ile uykuya daldım. Rüyamda gördüm ki,
orta boylu, sarı sakallı, bal rengi sof hırka giymiş, başındaki külâh üzerine on iki dolama
Muhammedî sarık sarmış bir zât gelip, bana şöyle hitap etti:
- “Bak oğlum! Lâyık mıdır ki, benim talebem olan Bayram-ı Velîye giderken beni basıp
geçesin? Onu ziyaret edip bir hatm-i şerife başlıyorsun da bana bir Fâtiha niçin
okumuyorsun?” Ben hayret içinde:
- “Sultanım! Cenâb-ı şerifiniz kimdir? Ben sizi bilmem, nerde oturuyorsunuz?” dedim.
Cevabında:
- “Sen uyanık iken Güreşçiler Tekkesi’nde ve Sultan Dördüncü Murat huzurunda
pehlivanlara duâcılık ederken, “Engürü’de Er Sultan yatar, Rum’da Sarı Saltık” demez mi
idin? İşte, Engürü’deki Er Sultan benim. Kalealtı yakınında, Odunpazarı’nda bir kalın kubbe
içinde kaldım. Gelip ziyâret edip, bir Fâtiha ile memnun edesin.
Dünyada ve âhirette istediğini elde edesin. Sabah namazından sonra sana bir adam
göndereyim. Hemen bana benzer. Onunla elele verip bu şehir içinde yürüyerek bana gelip,
ziyâret eyle.”
“Esselâmü aleyküm” deyip kayboldu. Hemen uykudan uyandım. Temiz abdest alıp sabah
namazı vaktini bekledim. Namazdan sonra Paşa’dan Enderun mehteri gelip, “Buyurun
kahvaltıya” dedi. “Hayır oğlum, bugün oruçluyum” diyerek mehteri savdım.

Hallac Mahmud Mescidi (1998, A.E.)

37

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hallac Mahmud’un mezarı (1998, A.E.)

Sonra baktım, akşam rüyamda gördüğüm kimse çıka geldi:


- “Evliyâ Çelebi siz misiniz. Buyurun, Er Dede Sultan rüyamda
beni size gönderdi. Ziyâretine gidelim.” dedi.
Amma sözü sanki yeraltından geliyordu. Yüzü nurlu, sözü tesirli bir zât idi. Hemen feracemi
giyip, Bismillâh ile kapıdan dışarı çıktım. Yaya giderken ileride şehir içinde on bir yerde,
evliyanın büyüklerini isim ve künyeleri ile tanıtıp ziyâret ettirdi. Bazısına, “Bizim
çırağımızdır” der idi. Bazısına, “Azizim Hamid Efendinin halifesidir” derdi. Böylece, türbe
türbe gezdik.
Hemen elime yapıştı. Yokladım, elinde hiç kemik yoktu. Ne tarafa eğsem, hamur gibi
eğiliyordu. Hemen elini elimden çekip sağ eliyle bir türbe gösterdi ve yine elimden tuttu.
Sonra âhirete ait şeyler konuşarak, Odunpazarı denilen yere vardık. Meydanın batı tarafında
küçük bir kubbe göründü. “İşte Er Sultan kubbesi şudur” diye sağ eliyle gösterdi. Ben o tarafa
bakıp, sonra tekrar yanıma baktım. O kimse kaybolmuştu, “Bre meded! O’nun elini elimden
bırakmasam gerekti. Bre meded! Halim neye varır?” diye, dört tarafa, seher vaktinde sersem
sersem gezerdim: “Belki şu keçe kaplı küçük kapıdan girmiş ola.” diye hemen kapıdan içeri
girdim. Meğer bozahâne imiş. Birçok paşalı eşekcinin kimi çöğür, kimi tanbur çalıyorlar. Bir
hayhuy ki, tarif olunamaz. Hemen biri:
- “Evliya Çelebi, gel bir bozacığımızı iç” dedi. “Hay bozahâne-ye girdiğimi gördüler!”
diye utancımdan yerlere geçtim. Hemen dışarı çıkıp doğru Er Sultan kubbesine vardım.
Kapısını açıp içeriye girerek:
- “Esselâmü aleyküm azîz pîr!” diye ağlayarak eşiğine bu âsi yüzümü sürdüm. Sonra:
-”Ey Sultanım! Rüyama girip: “Sana bir olgun yol gösterici gönderdim” dedin. Sözünde
durup gönderdin. Henüz irşad olmadan aldın. Kapına yüz sürmeye gelip, ziyâret ettim. Habîb-
i Hüdâ aşkına, beni dünya ve âhirette boş koma. Allah ile ahdım olsun, mübarek ruhun için bir
hatm-i şerif okuyacağım.” diyerek, hatm-i şerife başladım. Mübârek kabrinin sandukası olan
yeşil sof ile örtülü örtüsünün altına girip, “Himâye yâ Er Sultan, himâye!” dedim. O saat
uyuya kaldım. Öyle terlemişim ki, ter elbiselerimden çıkıp sırılsıklam olmuşum. Önceden
rüyamda gördüğüm gibi, Er Sultan şekliyle gelip selâm verdi. Ben de “Aleyk” alıp:
- “Sultanım bana gönderdiğin adamı kaybedip, kapına geldim. Beni eli boş çevirme!”
dedim. Hemen söze başlayarak:
- “Hafız olduğundan ve velileri sevip onların mezarlarına yüz sürdüğün için mahrum
kalmazsın. Biz sana olan sevgimizden rüyana girip sana adam göndeririz. Onun eline yapışıp
bize gel dediğim sabahı, yine biz varıp eline yapıştık. Seni hak yoluna getiren yol
göstericinim, üzülme. Akibet, yolun Sırat-ı müstakim’dir. Amma sen de bu adamlarla
gezerken doğru hareket et, fukara ve zayıflara merhamet üzere ol. Onları bunlardan
kurtarmaya çalış.

38

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Paşana da söyle, benim himayemde Engürücükte kapanıp celali olmasın. Allah’ın kullarına
zulmetmesin.
Sana Cenab-ı Hak dünya da tam seyahat, son nefesinde iman-ı kâmil verip, Hazreti
Peygamberin şefaatini nasip ede... Vücut sağlığı ile dünyayı gezip dolaştıkça, az yemek ye, az
konuş, az uyu, ilim ile çok amel eyle.
Doğru yolu bulmak için lazım olan ameldir ki, Cenab-ı Hakk Kur’ân-ı Keriminde “İleyhi
yesadül kelimüttayyib..” buyurmuştur. Bu nasihatlerimi tut. Ana baba hakkını ve bizi hayır
duadan unutma. Pirlere riayet eyle. Allah işini rast getirip, sonun hayır ola...Bu niyete Fatiha!”
Buyurdular.
Ben Fâtiha-i şerifeyi okuyup mübarek elini öperken, türbe kapısından bir gürültü koptu, “Ya
bu türbenin türbedarı yok mudur?” denilirken, ben Er Sultan’ın sanduka örtüsü altından
çıktım. Kan ter içinde kalmışım.

Hallac Mahmud’un mescidi mihrabı (2005, A.E.)

39

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hallac Mahmud Mescidi Kubbe kalem işleri (2005, A.E.)


Hallac Mahmud Mescidi alçı mihrabı (2005, A.E.)
Türbeye gelen ziyâretçiler:
-”Siz türbedarmısınız?” dediler. -”Evet türbedarız”
diye onlarla dahi ziyaret edip veda Fatiha’sını okuduk. Yine kapısını kapayıp, ağlayarak
konağıma geldim. Rüyamı doğru paşaya söyledim. Paşa “Estağfurullah. Tübtü illallah
tevbeten nasuhan” deyip bölükbaşılara, sekban ve sarıca askerlerine cephane ve tüfenkleri ve
silahlarını getirmelerini emretti. İstedikleri gelince de:
- “Engürü kalesine kapanıp, celali olmak bundan sonra haramdır.” deyip, askerler silah ve
takımları alıp rahata erdi. Meğer Paşa da benim gördüğüm Er Sultan rüyasını görmüş! O da
bana anlattı. Rüyalarımız birbirini tuttu. Meğer Paşa’nın zihninde Engürü’ye kapanıp celali
olmak korkusu da varmış! Sonra her gün Er Sultan ve Hacı Bayram-ı Veli’yi ziyaret etmeyi
üzerime borç bilip, başladığım hatm-i şerifleri de tamamladım.”31
Evliya Çelebi’nin anlatımına göre Er Sultan hazretleri Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin
hocasıdır. Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin mürşidi olan Şeyh Hamidüddin Aksarayi
(Somuncu Baba) hazretlerinin de şeyhidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’da “Beş Şehir” isimli eserinde:
“Bir Türk şehrinden bahsedip de Evliyâ Çelebi’yi hatırlamamak kabil değildir. Cetlerimizden
iki kişi vatan haritasını benimsemişlerdir. Bunlardan birincisi Mimar Sinan’dır. XVI. asır
Türkiyesini onun eserlerinden bulmak daima mümkündür. İmparatorluğun bu dehadan payını
almamış pek az büyük şehri vardır. O kadar ki Sinan denilince gözümün önünde son derece
nisbetli yontulmuş bir mücevher dizisine benzeyen irili ufaklı binalar, tâ Macaristan
içerisinden başlayarak Akdeniz’e ve Basra Körfezine kadar iner. İkincisi başlı başına bir vatan
aynası olan Evliya Çelebi’dir. Bu ayna bazen ufak ilâvelerle, fakat daima aslın büyük
çizgilerine sadık kalarak, bütün XVII. asır Türkiyesini verir. Evliya Çelebi’nin Ankara’sı,
muasırı olan yahut sonradan gelen seyyahlarınkine pek benzemez. Daha ziyade fantastik bir
sergüzeştin etrafında toplanır. Ankara’ya gelen Evliya, vâkıa bu şehri kalesi, hisarı, Paşa
sarayı, serdarı, hususi kazanç kaynakları, bahçelerinin meyvası, mektep ve medrese, cami
sayıları ve âdet-leriyle tasvir etmekten geri kalmaz, fakat asıl orkestrasyonunu bugün, yattığı
yerin adı bile unutulan bir Türk evliyasında yapar... Verdiği izahlara göre, tasavvuf tarihinde
mühim yeri olması lâzım gelen bu Erdede Sultan’ı bu sefer Ankara’da epeyce aradım. Bu
vesileyle bilmediğim birçok şeyi öğrendiğim halde, onu bir türlü bulamadım. Yalnız bu işlerle
yakından ilgili bir Ankaralı’dan Kuşbaba diye anılan bir eski yatırın bu Erdede Sultan olması
ihtimali bulunduğunu ve mezarının da şimdiki Hal civarında yeni yapılan bir mektebin altında
kaldığını öğrendim...
...

40

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Zaten ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum. Ve bu yüzden
de daima kârlı çıkarım. Hikâyesini okuduktan sonra kale ve eski Ankara’da yaptığım
gezintilerden dönerken çok defa bu yollarda bir sabah vakti, Evliya Çelebi’nin yanında gayp
âleminden gelmiş rehberiyle konuşa konuşa yürümüş olması ihtimali benim için şehrin
mazisiyle yaşadığım saati birleştiren garip bir zevk oldu.”32
Prof. Dr. Hikmet Tanyu ise Ankara çevresindeki adak yerlerinden bahsederken:
“1923 yılını müteakip Ankara şehirinin içerisindeki büyük mezarlıklar kaldırılmış, hattâ bazı
türbeler inşaat ve yol dahiline rastladığından yıktırılmıştır. Bu itibarla eski Ankara’da şehrin
merkezinde birçok ziyaretgâhlar, veya bir mezar kenarında bulunan, etrafını çalıların
çevrelediği, parmaklıklı mezarlar, bez, çabut bağlariyle kuşatılan bu yerler (Hamamönündeki
eski mezarlık, Etnografya Müzesi, Türk Ocağı çevresi v.b.) tamamen kaldırılmış, yerlerine
binalar, apartmanlar, dernekler ve okullar almıştır…
Keza Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Evliya Çelebi’nin tam bir inançla zikrettiği Erdede
Sultan adlı yatırı aradığı, bunun Kuşbaba adlı bir yatır olabileceği, fakat onun da Yeni Hal
civarındaki okulun (hâlen o okul da oradan kaldırılmıştır) altında kalmış olabileceği, bu
itibarla çok aramasına rağmen bu yatırı bulamadığı hakkındaki düşüncesini naklederken,
Ankara’nın şimdiki Işıklar Caddesi çevresinde büyük bir yangına uğradığı (1917), ayrıca
Cumhuriyet çağında da şimdiki Hal’in bulunduğu yerle, Anafartalar, eski adları ile Tahtakale,
Balıkpazarı ve Karaoğlan yakınlarında birçok tarihî eserler, mescit, türbenin yanmış olduğunu
kaydetmek yerinde olur sanırız.
Otuz yıl kadar önce, eski, Tahtakale denilen semtin, Keresteciler yakınında Kurtbaba türbesi
vardı. Yakınlarda yıktırılan İnkılâp (Devrim) İlkokulu ile Hal binası arasına, yola veya yolla
bina arasındaki bir yere rastlıyan bu türbe, Ankara’nın büyük yangınlarından ikincisi olan
Tahtakale yangınında yanmıştır. Üstü kapalı idi. İçeri girilip namaz kılınırdı. Huysuz, bağırıp
çağıran, söz dinlemeyen (aksi) çocukları oraya götürerek türbeye kapatırlardı. Beş dakika
bıraktıktan sonra çıkarırlardı. Mum adanır, mum dikilirdi. Bez, iplik bağlayanlar da olurdu.
Bu türbedeki zatın adı Kuşbaba değil Kurtbaba idi. Halk öyle bilirdi.
(Prof.) Ahmet Hamdi Tanpınar’ı Erdede Sultan’ı araştırmağa sevkeden sebebin Evliya Çelebi
olduğu anlaşılıyor.

Yukarda bahsettiğimiz ve büyük bir yangınla ortadan kalkan Tahtakale semtinde, Tahtakale
Hamamı (şimdiki hal binası çevresinde), Odunpazarı veya sonraları Keresteciler denilen
mahalde bulunan türbe; o çevrenin en meşhuru idi. Kurtbaba türbesi orada idi. Bunun
Ersultan’a ait olması muhtemeldir. O yangından kurtulamamıştır.”33

Mescidin kubesine yazılan Fatiha Suresi (2005, A.E.)

41

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hallaç Mahmud Mescidi giriş kapısı ve kitabesi (2005, A.E.)

Araştırmacı-Yazar Kamil Şahin ise bu konuda: “Ankara’nın yaşlılarından edindiğimiz bir


bilgiye göre Hacı Bayram-ı Veli’nin bir başka hocası da Hallaç Mahmud Efendi’dir. Hacı
Bayram-ı Veli hazretleri, şimdiki Ulus’ta bulunan, eski ismiyle Hallaç Mahmud
mahallesindeki (952/1545) yılında Hallaç Mahmud adına yaptırılmış olduğu bilinen caminin
yanındaki türbe önünden geçerken ayakkabılarını çıkarıp yürürmüş, bunun sebebi sorulunca
da:
“Burada benim hocam Hallaç Mahmud hazretleri yatıyor. O’na saygıda bulunmak için
ayakkabılarımı çıkarıyorum” dermiş.”34
1522 tarihli Tapu-Tahrir Defterinde Ankara’da “mahalle-i Hallaç Mahmud” adında bir
mahalle olduğu, 22 nefer, 17 hanenin varlığı kayıtlıdır. 438 numaralı “Muhasebe-i Vilayet-i
Anadolu Defteri”nde “Hallac Mahmud Mescidi vakfı” kaydı mevcuttur.
Hallaç Mahmud Mescidinde bulunan 952 hicri - 1545 miladi tarihli Arapça kitâbede mescidin
Ali oğlu Abdullah tarafından imar edildiği yazılıdır.
“Hallaç”; pamuk, yatak ve yorgan mesleğiyle uğraşan kişi anlamına gelmektedir.
Kubbeli Mescid olarak da bilinen Hallaç Mahmud Mescidi’nin kıble yönünde Hallaç
Mahmud’un kabri mevcuttur. Daha önceleri mescidin kuzeybatısında iken sonradan mescidin
güney cephesine nakledilmiştir.35

TABDUK EMRE

Anadolu’nun manevi mimarlarından ve Yunus Emre’nin şeyhidir. Türbesi, Nallıhan ilçesine


bağlı Ermemsultan Köyündedir. Hayatı ve kimliği hakkında tarihi kaynaklarda bilgi olmayıp,
menkıbevi şahsiyeti yazılı ve sözlü kültürümüzde kabül görmüştür.
Tabduk Emre, Cengiz istilası üzerine Buhara tarafından Anadolu’ya gelmiş Sinan Efendi,
yahut Sinan Ata adlı Orta Asyalı bir Türk şeyhi tarafından irşad edildiği hakkındaki görüş
Anadolu dervişleri arasında kabül görmüştür.36
Menkıbevi hayatında ismi Emre’dir. Sakarya ırmağı kenarında bir köye yerleşmiş bir
“Anadolu (Rum) eri”, ermişidir. Günümüzdeki Ermemsultan köyü olarak bilinen köyde
kurduğu dergâhta irşad faaliyetlerini sürdürmüştür.
Hacı Bektaş-ı Veli de Horasan bölgesinden Anadolu’ya gelmiş ve irşada başlamıştır. Sakarya
boylarında bulunan erenler Hünkar’ın gelişi duymuşlar ve ziyaret etmek için bir araya
gelmişler, Emre’nin de kendileriyle gelmesi için davet etmişler. Bunun üzerine Emre
gelemiyeceğini söyler. Erenler sebebini sorunca, Emre şu cevabı verir:

42

Manevi Mimarlarıyla Ankara

“Erenlere Dost divanında nasib verildiğinde, Hacı Bektaş Hünkar adlı bir kimseyi görmedik,
işitmedik.”
Erenler topluluğu Hünkar’ı ziyarete varınca, Emre’nin bu sözünü Hacı Bektaş-ı Veli’ye
söylerler. Hünkar müridi Sarı İsmail’i, Emre’ye gönderir ve dergâhına davet eder. Davete
icabet eden Emre’ye Hünkar şu suali sorar:
“Dost meclisinde erenlere nasib veren erin nişanı nasıldı?” Bu suale Emre şu cevabı verir:
“Yeşil perde ardından biri çıkıp, cümle erenlere nasip dağıttı. Avuç içinde güzel, nurani, yeşil
bir ben vardı.”
Hacı Bektaş sorar: “O eli görsen tanırmısın?”
Emre: “Evet” cevabını verir.
Bunun üzerine Hünkar elini açıp, avucunu gösterir. Hacı Bektaş’ın avucundaki yeşil beni
gören Emre:
“Tapduk, Hünkarım, Tabduk.” diye üç defa tekrar eder. Hemen ayağa kalkar ve kapının
eşiğine yüz sürer. Özür diler ve tacını Hünkar’ın önüne koyar. Hacı Bektaş Emre’nin özrünü
kabul eder, tacını giydirir, dua eder. Bu olaydan sonra “Tabduk Emre” olarak anılır. Hünkarla
sohbet edip, Sakarya kıyılarında bulunan derğahına geri döner.
Hacı Bektaşi Veli’nin irşad gücü ve kerametleri Anadolu’da duyulur. Her taraftan mürid
olmak için dergâhına akınlar başlar ve muhipleri çoğalır.
Halk arasında ve menkıbelerde Yunus Emre’nin, Tabduk Emre ile tanışması şöyle anlatılır:
Yunus isminde, çiftçilikle geçinen, çok fakir bir adam vardır. Bir sene kıtlık olur. Daha da
fakirleşen Yunus, bir çok kerametlerini duyduğu Hacı Bektaş-ı Veli’den yardım almak için
ziyaretine

Tapduk Emre Türbesi


batı cephesi
(2005, A.E.)

Tapduk Emre Türbesi güney cephesi (2005, A.E.)

43

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Tapduk Emre Türbesi yakınında bulunan bir mezar (2005, A.E.)

gider. Hacı Bektaş-ı Veli’ye dağdan topladığı bir miktar alıçı (yabani elma) hediye götürür.
Suluca Karahöyük’te (Hacıbektaş kazası) bulunan dergâha gelir ve Pirin ayağına yüz sürer,
hediyesini verir ve müşkilini şöyle anlatır:
“Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden ürün alamadım, sizden bir miktar buğday almaya
geldim.” Hacı Bektaş “kabül” der ve birkaç gün misafir kalmasını söyler. Yunus ise köyüne
dönmek için acele eder. Dervişler Pir’e Yunus’un acelesini anlatırlar. O da:
“Sorun bakalım ne ister, buğday mı, yoksa erenler himmeti mi?”
Dervişler Yunus’a şeyhin arzusunu ilettiler. Yunus ise düşünmeden “buğday isterim” der. Bu
cevabı öğrenen Hünkar:
“Getirdiği her alıç adedince himmet edelim, kendisine söyleyin.” Yunus bu söze şu cevabı
verir:
“Nefes (himmet) karın doyurmaz, evladı iyalim var, bana buğday gerek.” Bu sözü Hünkar’a
arz ederler. Hünkar’da:
“Her alıçının çekirdeği karşılığında on nefes verelim.” Yunus isteğinde ısrarlı olup, cevabını
tekrarlar:
“Nefes (himmet) istemiyorum. Çocuklarım var, evladı iyalim var, bana buğday gerek.” Bu
sözü üzerine Hünkar istediği kadar buğday verilmesini emreder. Buğdayı Yunus’un öküzüne
yüklerler ve uğurlarlar. Yunus köyün çıkışına varınca ayıkır. Kendi kendine şöyle söyleşir:
“Hünkar bana himmet (nefes) vermek istedi. Ben ise buğday istedim. Halbuki buğday yenince
biter, nefes ise öyle değil. Hünkar’ın himmetini reddederek ona karşı edep hatası da yaptım”
der ve geri dergâha döner. Hünkar’ın dervişlerine yaptığı hatayı anlatır ve:

Tapduk Emre Türbesi yakınında bulunan kapalı hazire (2005, A.E.)

44

Manevi Mimarlarıyla Ankara

“Hünkar’a arzedinde buğdayı geri alsın, bana himmet (nefes) versin” der. Durumu Hünkar’a
arzederler, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli:
“Biz Yunus’un anahtarını Tabduk Emre’ye verdik. Gitsin nasibini ondan alsın” cevabını verir.
Yunus Emre büyük bir nedametle dergâhtan ayrılır. Tabduk Emre’nin dergâhına gelir,
başından geçenleri şeyhe anlatır. Tabduk Emre de:
“Safa geldin, halin bizce malumdur. Hizmet et, emek ver, nasibini al” der. Yunus Emre,
Tabduk Emre’nin dergâhında kırk yıl hizmet eder.37
Yunus şiirlerinde Tabduk Emre’yi onaltı yerde zikreder.
Taptuk’un tapusunda kul olduk kapusuna Yunus miskin çiğidi bişdi elhamdülillah

Taptug’um aydur Yunus’a bu ışk Hakk’a irse gerek Kamulardan ol yücedir ben ana niye
varayım Baktuğum yüzde gördüm Taptuk’umun nurunu, Maksudum bugün bildim niderem
ben yarını. Aşk Sultanı Taptuk dürur Yunus gedadır kapuda, Gedalar lütfeylemek kande dürur
Sultana. Şeyh ü Danişmend ü Veli cümlesi birdir er yolu, Yunus dur dervişler kulu Taptuk
gibi serveri var. Sorun Taptuklu Yunus’a, Bu dünyadan ne anladı. Bu dünyanin kararı yok
Sen neyimiş, ben neyimiş Yine esirdi Yunus Taptuk Yunusu gözler. Meğer anin gönlünden
bir cür’a şerbet içti. Yunus sen Taptukuna kıl dualar,

Tapduk Emre Türbesi


giriş kapısı
(2005, A.E.)
Türbe duvarında kullanılan
antik malzeme
(2005, A.E.)

Tapduk Emre’nin Türbesi’ndeki kabri (2005, A.E.)

45

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi (2003, A.E.)

Dime kim ne kılam bu aşk elinden.


Taptuk diyem cümle dile ananmışam değme kula,
Yunus dahi hod kim ola bu sözleri diyen benem.
Hey Emrem Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan sara
Şöyle garib bencileyin
Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, kendisinin Selçuklu Devletinin son zamanları
ile Ertuğrul ve Osman Gazi dönemlerinde yaşamış olduğu sanılmaktadır.38
Yunus Emre ekseri görüşe göre 1320’li yıllarda vefat ettiğine göre, şeyhi Tabduk Emre’nin de
1200 lü yılların ikinci yarısında yaşadığı tahmin edilebilir. Menkıbelerde Tapduk Emre ile
Hacı Bektaş-ı Veli aynı tarihlerde yaşadığı gösterilir. Tabduk Emre’nin irşad metodu ile ilgili
bilgileri ve tasavvufi terbiye esaslarını en büyük eseri olan Yunus Emre’de görmekteyiz.
Hanefi mezhebi esaslarına ve sunni akidelere bağlı, Horasan melamiyetliğini benimsemiş
olduğu, Yunus Emre’nin şiirlerindeki dile getirdiği tasavvufi düşünceden anlaşılmaktadır.

AHÎ YAKUP
Ankara’da yaşamış fütüvvet ehli ahi reislerinden ve mutasavvıflardandır. Yıldırım Han
zamanı “tımar” sahiplerin-dendir. Günümüzde Hacı Bayram Camii’nin kuzeyindeki Çamlıca
Sokak’ta bulunan Ahî Yakub Mescidi’ni ilk yaptıranlardan birisidir. Ayrıca Ahî Yakub
Medresesini yaptırmış ve şehrin imarında, eğitiminde, dini yaşamında önemli bir yer alan Ahî
Yakup zavi-yesininde ilk şeyhidir.

Ahi Yakup Camii


ve bitişiğindeki aile mezarlığı
(2005, A.E.)
46

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ahi Yakup Camii onarım kitabesi (2005, A.E.)

Ahî Yakup Mescidi’nin tamir kitâbesinde:


“Ahî Sinan oğlu Ahî Çelebi oğlu Ahî Yakub yediyüzdoksandört yılında bu camiyi tamir etti.
Bundan evvel Ahî Şüca ve Ahî Melik ve Ahî Ai ve Ahî Sera-feddin ve Ahî Yakub bina
etmişlerdi. Sonra imam için elli dirhem, müezzin için yirmi dirhem ve kandil yağı için
mahsülden otuz dirhem tayin edildi.”
Bu kitâbeye göre mescid 1392 yılında Ahî Yakub tarafından tamir edilmiştir. Mescidi ilk
yaptıranlar Ahî Şüca, Ahî Melik, Ahî Ali ve Ahî Şerafeddin’dir.39
“Ahî Yakub Zaviyesi” vakfının tasarrufu Ahî Muslihiddin’e verilmiş ve zaviye şeyhine günde
iki akçe, mütevelliye günde bir akçe, “ferraş”a günde bir akçe ödenmesi şart edilmiştir.
Zaviye binası günümüzde mevcut değildir.
“Ahî Yakub Medresesi” vakfının tevliyeti Ahî Şerafeddin evladından Seyyid b. Ali Paşa’ya
beratı hakani ile verilmiş ve Mevlana Hızır’ın tasarrufundadır. Medresenin gelirleri ise
oldukça fazladır. Çifteviran mezraası, Bademlü Köyü hissesi, Ahî İsmail Köyü yarı hissesi,
Mamak-Bayındır Köyü yarı hissesi, Sincan-Alpağut (İlyakut) Köyü yarı hissenin gelirlerinin
bu medreseye ait olduğunu öğreniyoruz. Medresenin yerini bilmiyoruz.40
Ahî Yakub Mescidi’nin onarım tarihine göre Ahî Yakub, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin
müderrislik döneminde yaşadığını ve tanışıklıklarının olacağı kanaatindeyiz. Ahî Yakub’un
mezarı ise mescidin kuzey tarafındaki hazire (mezarlık) içinde olup, mezar kitâbesi yoktur.
Bu hazirede ki mezarlara sonradan konulmuş Türkçe yazılar, mescidi ilk yapan ahilerin
isimleridir. Hazireler genellikle aile mezarlığı durumundadır. Halbuki Ahî Şerafeddin’in
mezarı Ahî Şerafeddin türbesindedir. Durum böyle olunca günümüzde kabirlerin üzerinde
bulunan Türkçe yazılara itibar edilmez.
AHÎ YUSUF BİN AHÎ İSHAK
Ankara’da yaşamış ahi büyüklerindendir. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde
bulunan Ahî Şerafeddin’e ait şecerede şu bilgiler vardır:
47

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Yiğitlik ve mürüvvet ehli idi. Cesareti, cömertliği, sabrı, nesebi, fakirleri yedirmesi, güzel
ahlakı ile biliniyordu. 54 yaşında vefat etti. Kabri oğlu Seyyid Şemseddin’in yanındadır.
Allah aziz ruhunu mukaddes eylesin.
Ahî Yusuf bin Ahî İshak’ın kabri Şeceredeki ifadelere göre Ahi Şerafeddin Türbesi
yanındadır. 41
AHÎ HÜSAMEDDİN

Muhammed bin Ahî Hüsameddin’in babası Seyyid Şemsed-din Ahî Yusuf’dur. Ahî
Hüsameddin, Ahî Şerafeddin’in babasıdır. Künyesi “Efendi”dir.
Ahî Şerafeddin’in şeceresinde Ahî Hüsameddin şu ifadelerle anlatılır:
Ahi Hüsameddin mezarının bulunduğu Ahi Şerafeddin Türbesi ve Şeceresi
Fütüvvet ve mürüvvet sahîbi idi. Cömertliği, cesareti, zühtü, takvası, miskinlere yemek
yedirmesi, alimlere ve fukaralara ikram etmesi, güzel yüzü, doğru sözü, az konuşması ile
bilinir. Hiç kimse onun ağzından yalan söz veya geleceğe dair kelam işitmemiştir. Faydası
olmayan söze girmezdi. Bu itaat lütfu iyiliği emir kötülüğü nehyedenindir. Cenab-ı Hakkın
farzlarını korurdu. Tebessümle güler, uykusu da ayık idi. Rıza ile hareket eder, nefsine
muhalefet ederdi. Fütüvvet (yiğitlik) cübbesini ilk önce babası Seyyid Şemsed-din Ahî Yusuf
dan, ondan da bir çok halk kitlesi giymiştir.42

695 yılının Şevval ayında (25 Ağustos 1296), 72 yaşında iken Ankara’da vefat etmiştir. Kabri,
Ahî Şerafeddin Türbesi içindedir. Alçı süslemeli, başı serpuşlu büyük sandukada bir kitâbe
vardır. Mubarek Galib bu kitâbeyi:
“... Ahî Hüsameddin el mağruf bi Ahî Fahreddin...” olarak okumuştur.
Samanpazarı semtinde Can Sokakta minareli, çatılı, duvarları moloz taş ve devşirme malzeme
ile yapılmış olan Ahî Şerafeddin Camii’ni (halk arasında bu cami “Arslanhane” ismiyle anılır)
M. 1290 yılında kardeşi ile birlikte yapmıştır. Camiin batı cephesinde bulunan kapının
sağında belli belirsiz selçuk nesihi ile yazılmış bir kitâbe vardır. Bu kitâbeyi ilim adamlarımız
farklı farklı okumuşlardır. Günümüzde ise bu kitâbe okunacak durumda değildir. Bazıları
“merhum Emir Şerefeddin”, bazılarıda “Allahümmağfir’il-emir’il-merhum Seyfeddin” olarak
okumuşlardır. Bu kitâbenin bir parçası olduğu kanaatini taşıdığımız bir kitâbe parçası da
Sakalar İlköğretim Okulu’nun bahçe duvarındadır.
Caminin ahşap minberi bir sanat şaheseri olup, Ebu Bekir oğlu Marangoz Mehmed tarafından
yapılmış, minberin kapısı üstünde iki sıra halinde sülüs hatla yazılmış camiye ait inşa kitâbesi
yer alırken, hain ve gaddar kişiler tarafından 1999 yılında yerinden sökülerek çalınmıştır. Bir
sanat şaheseri olan bu ahşap kitâbenin Türkçe metninde:

Manevi Mimarlarıyla Ankara


“Din ve dünyanın imdatcısı Keykavus oğlu Sultan ebu’l-feth Mesud -Cümle mahlukatı doğru
yola sevkeden, Allah sultanlığını ebedi kılsın,- saltanatı zamanında fütüvvet ve mürüvvet
sahiplerinden iki kardeş Allah’ın rızasını dilemek için bu camii 689 (1289-1290) yılında
yaptılar. Allah her ikisinin ömürlerini uzun etsin ve hasenatlarını kabul buyursun ve suçlarını
bağışlasın.”
Bazı araştırmacılar “Yeşil Ahî Camii”nin bânisini Ahî Hüsameddin olarak gösterirler.
Halbuki Ahî Hüsameddin 1296 yılında vefat etmiştir ve Ahî Murad isminde evladı yoktur.
Yeşil Ahî Camiini yaptıran Ahî Hüsam’dır. Ahî Hüsam ise Ahî Murad’ın babasıdır. Ahî
Hüsam daha sonraki yıllarda yaşamıştır.43
ŞEYH İZZEDDİN

Ankara’da yaşamış ve vefat etmiş sufilerdendir. Şeyh İzzed-din (k.s.)’in hayatı ve kimliği
hakkında yazılı kaynaklarda bilgi yok denecek kadar azdır. Halk arasında Hacı Bayram-ı
Veli’nin Arapça hocası olduğu rivayeti yaygındır.
Ankara camileri hakkında araştırma yapan rahmetli İ. Hakkı Konyalı, Ankara Etnoğrafya
Müzesi’nde bulunan Şeyh İzzeddin Türbesi kitâbesindeki tarihi 1306 miladi yılı olarak
okumuştur. 1306 yılında vefat eden Şeyh İzzeddin’in 1340 yılında doğan Hacı Bayram-ı Veli
(Numan b. Ahmed)’nin hocası olması mümkün değildir. Bu konuda Hacı Bayram-ı Veli
soyundan gelen rahmetli Fuat Bayramoğlu ise Şeyh İzzeddin’in vefat tarihinin miladi 1352
olarak kabul edilmesi ve Hacı Bayram-ı Veli’nin de doğum tarihinin kendisince ileri sürülen
1339/1340 senesi kabul edildiği takdirde, halk arasında yaygın olan görüşün doğru olabilecegi
kanaatini taşır. Buna rağmen bu görüşlerin varsayımdan öte geçemiyeceğini kabul eder.
Ankara şehri üzerine araştırma yapan E. Mamboury ise Şeyh İzzeddin’in vefat tarihini 1350
olarak kabul eder.

Şeyh İzzeddin Türbesi (2005, A.E.)

Şeyh İzzeddin Cami alçı mihrabı (2005, A.E.)


Şeyh İzzeddin kabri (2005, A.E.)

49

Şeyh İzzeddin Türbesi duvarında bulunan kitabeler (2005, A.E.)


Şeyh İzzeddin Türbesi bahçesinde bulunan kabirler (2005, A.E.)

Manevi Mimarlarıyla Ankara


İ. Hakkı Konyalı “Ankara Camileri” isimli eserinde:
“Yıkılan türbesine ait kitâbe taşı Ankara Etnoğrafya Müzesi’ndedir. Bu kitâbe aynı zamanda
vakfiye olduğu için fevkalade mühimdir.
Şimdi üç satır halindeki kitâbeyi okuyalım:
Şeyh İzzeddin yediyüzbeş hicri senesinin Şaban ayında Allah’ın rahme-tine kavuştu. Bütün
emlakini vakfetti.
Etnoğrafya Müzesi Müdürü Osman Ferit Sağlam’ın bana söylediğine göre “türbe mahruti
şekilde yapılmış ve çok kıymetli bir esermiş. Bakımsızlık yüzünden çökmüş, kitâbesi de
müzeye nakledilmiştir.”
Günümüzde Ulus semtinde, kendi adı ile anılan Şeyh İzzeddin Mahallenin Sonevler
Sokağının 6 kapı numarası taşıyan yapıda kabri, aynı mahallede Yay ve Yokuş sokaklarının
birleştiği köşede de Şeyh İzzeddin Mescidi vardır. Mezarının bulundugu yapının dış
duvarında, giriş kapısının sağında ve solunda birer adet kitâbe taşı parçası mevcuttur. Bu
kitâbelerin birisinde 752 hicri - 1352 miladi yılı yazılıdır. Diger kitâbe taşı parçasında ise bir
hatun’dan bahsedilir. Kanaatimizce bu iki kitâbe parçası onarım esnasında sonradan buraya
konulmuştur.
438 numaralı “Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri”nde “Şeyh İzzeddin Zaviyesi Vakfı” ve
“Şeyh İzzeddin Mahallesi Mescidi Vakfı” kaydı vardır. 1522 tarihli Tapu-Tahrir Defteri’nde
Şeyh İzzeddin mahallesinin nüfusu takriben ellidir. Bu tarihlerde de Şeyh İzzeddin
Zaviyesi’nin şeyhliğini ise Mustafa oğlu İbrahim yapmaktadır.
25 Ağustos 1798 tarihli bir belgede de: “Medine-i Ankara’da medfun es-seyyid eş-şeyh
İzzeddin kuddise sırruhu’l-aziz hazretleri evkafından...” ibaresinden “seyyid” ve bir tarikata
mensup olduğunu anlıyoruz.44
Kabrinin olduğu yer sonradan imar edilmiş ve kurulan der-nekçede fakirlere her gün yemek
verilmektedir.

HÜSEYİN BİN SEYYİD ŞEMSEDDİN


Ankara’da yaşamış ahi büyüklerindendir. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde
bulunan 692 hicr - 1293 miladi tarihli Ahî Şerafeddin’e ait şecerede; künyesi “Ebu’t-Takvâ”
olarak zikredilir.
Seyyid Şemseddin takvâ ve zühd sahibi olarak bilinir ve güzel ahlaklarla sıfatlanmıştır.
Sıhhatli hadis rivayetiyle meşhurdur. Emanet ve diyânette sağlam, gündüzleri oruç tutup,
geceleri namaz kılarmıştı. Yüksek derece sahibi olup, 82 yaşında Ankara’da vefât etmiştir.
Kabrinin Ankara’da olduğu şecerede zikredilir.45
Ancak günümüzde kabrinin nerede olduğu bilinmemektedir.
50

Manevi Mimarlarıyla Ankara


AHÎ YUSUF

Ankara’da yaşamış ahi büyüklerindendir. 692 hicri - 1293 miladi tarihli Ahî Şerafeddin’e ait
şecerede Ahî Yusuf ile ilgili şu bilgiler vardır:
Ahî Kemaleddin olarak bilinir. Fütüvvet ve mürüvvet ehli idi. Güzel ahlaklı, diyanet ve takvâ
sahîbidir. Tevazu sahibi olup, fakirlerin hizmetçisi idi. İnsanların dertlerini paylaşırdı.
Emirler, sultanlar ve büyükler yanında söz sahîbiydi. Ahlakıyla sevilen biri idi. Yiğitlik
elbisesini Ahî Hüsameddin’den alarak giydi. 66 yaşında vefat etti. Başkanlık talebi dolayısıyla
Süleyman onu zalimce öldürdü. Allah onun (Süleyman) neslini ve nesebini kesti ve tez
zamanda kökünü kazıdı.46
Ahî Yusuf’un kabri Ahi Şerafeddin Türbesi yanındadır.

Aslanhane Camii ve Haziresi (A. Yüksel Arşivi)

BACIM SULTAN

Yunus Erme’nin şeyhi Taptuk Emre’nin kızıdır. Kaynaklarda Tapduk Emre’nin menkıbevi
hayatından bahsedilirken Bacım Sultan da zikredilir.
Menkıbelerde Bacım Sultan, Tapduk Emre’nin tek kız evladıdır. Tabduk Emre günümüzde
Ermemsultan Köyü olarak bilinen köyde zaviyesini kurmuş ve irşad faaliyetlerini
sürdürmektedir. Sakarya nehri civarında da Oğuz boylarına ait Müslüman Türk boylarına
mensup aileler yerleşmişler ve köyler kurmuşlardır. Hamza Sultan da Nallıhan ilçesinde,
günümüzde Tekke Köyü olarak anılan köye yerleşmiş bir Türkmen atasıdır. Onunda Hulbiye
isminde bir oğlu vardır. Bacım Sultan evlilik çağına gelince Hamza Sultan oğlu Hulbiye’ye
Tabduk Emre’den ister. Tarafların uygun görüşü üzerine iki gencin evliliğine karar verilir.
Düğün haftası kurulur ve gelin alayı Tabduk Emre’nin dergâhına varır. Tabduk’tan “destur”
alınır ve Bacım Sultan, gelin alayı eşliğinde Tekke köyünün Erenler mevkiine getirilir. Öğle
namazı vaktinin daralması üzerine gelin alayı mola verir ve namaza dururlar. Namazı
kıldıktan sonra bakarlar ki Bacım Sultan yok. Alayın ileri gelenleri telaşa düşerler ve Hamza
Sultan’a acele bir haberci gönderirler. Haberci Bacım Sultan’ın köye gelmediğini öğrenir ve
gelin alayına geri döner. Bunun üzerine Tabduk Emre’nin huzuruna bir elçi gönderirler.
Haberci durumu Tabduk Emre’ye anlatır. Tabduk Emre ise hiç telaşa düşmeden, sanki
haberdarmış gibi şu cevabı verir:
- “Gelin (Bacım Sultan) yerini buldu. Orada arayın.”
Bu söz üzerine haberci gelin alayına gelir ve Şeyhin sözünü aktarır. Alay köye gelir.
Baksalarki köyün yakınında bulunan tepedeki bir ardıç ağacının altında oturur bulurlar Bacım
Sultanı. Köylüler sevinir ve Bacım Sultan’ı Hamza Sultan’ın evine götürmek isterler.

Bacım Sultan Türbesi içinde


bulunan mezarlar ve çevrede
bulunan antik malzemeler
(2005, A.E.)

51

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Nallıhan,
Tekke Köyünde
bulunan Bacım Sultan Türbesi
(2005, A.E.)
Bacım Sultan Türbesi onarım öncesi

Bacım Sultan:
- “Ben buraya kadar geldim. Oğlunuz da buraya gelsin” der. Durumu Hulbiye’ye bildirirler.
Hulbiye Sultan, Bacım Sultan’ın yanına gelir ve evine getirir.
Bacım Sultan köyde odalar açarak, gelen gidenlere yemekler ikram eder, misafirlerine daima
ikramda bulunur. Bu sebeple bu köye “Tekke” adı verilmiştir. Bacım Sultan’ın menkıbevi
hayatından başka bilgi yoktur. Bazı menkıbelerde de Bacım Sultan’ın Yunus Emre ile
evlendiği söylenir.

Ankara Vilayeti Salnamelerinde, Nallıhan kazası Emrem Sultan Köyünde Kibar-ı


Evliyaullahtan Emrem Sultan hazretleri ve Tekke Köyünde de Ermem Sultan’ın kızı Bacım
Sultan hazretlerinin kabirleri olduğu zikredilir.47

52

Manevi Mimarlarıyla Ankara

ÖMER ŞEYH
Taptuk Emre’nin öğrencisi olduğu kaynaklarda zikredilir. Hayatı ve kişiliği hakkında bilgi
yoktur. Türbesi, Nallıhan İlçesine bağlı kendi adı ile anılan Ömerşeyhler Köyü’ndedir.48
Türbesi, mahalli bir yapı olup, doğum ve ölüm tarihine delil teşkil edebilecek herhangi bir
kitâbe veya işaret bulunmamaktadır.
CAFERİ SADIK
Halk arasında Tabduk Emre’nin müridi bilinir. Nallıhan İlçesi Emremsultan Köyü’nün
batısındaki Nallıkozlu Köyü’nde bulunan kabri su altında kalacağı için, yine aynı mevkideki
Nallıkozlu Yaylasına nakledilerek, orada kendisine bir türbe yapılmıştır. “Şeyh Cafer” adıyla
anılan bu maneviyat eri bölgenin önemli bir ziyaret merkezidir. Emremsultan, Ömerşeyhler ve
Nallıkozlu Köylerinde hala devam etmekte alan bir geleneğe göre bu köylerde, bütün düğün
merasimleri davul ve zurnasız yapılmaktadır. Bu gelenek de gösteriyor ki, halkımızın bu
büyük şahsiyetlere verdiği manevi değer, sevgi ve saygı hala devam etmektedir.
Taptuk Emre’nin talebesi olan Şeyh Cafer’in sağlığında çok sert mizaca sahip olduğu
söylenmektedir. Bu büyük zatın Türbesinin bulunduğu yere, köylülerin bütün ısrarına rağmen
çadır kuran ve orada ateş yakan göçebeler, ertesi sabah kendilerini Sakarya Irmağının
Mihalıççık yakasına atılmış olarak buldukları rivayeti mevcuttur. Ayrıca Türbe çevresinde
bulunan ağaçlıktan hiç kimse -günümüzde dahi- erene olan saygı, korku ve sevgileri neticesi,
küçük bir odun parçasını dahi evlerine götürememektedir. Bu inanış bize gösteriyor ki, bu
büyük zat, sağlığında ağacı ve yeşili çok sevip, onlara büyük önem verirmiş.49
53

Manevi Mimarlarıyla Ankara


AHÎ ŞERAFEDDİN

Ahi Şerafeddin Zaviyesi giriş kapısı (2005, A.E.)

Ankara’da yaşayan “tımar” sahibi “ahi” büyüklerindendir. Başbakanlık Vakıflar Genel


Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan ve daha önce Ahî Şerafeddin (Aslanhane) Camii’nde
muhafaza edilmiş olan 692 hicri-1293 miladi tarihli şecere (soy kütüğü), 12,21 metre
uzunluğunda 0.21 metre genişliğindedir. Samani aharlı kâğıt üzerine bölüm başları ve asıl
isimler sülüs, diğer isim ve bilgiler nesih ile ya zılmış, dışına mumlu bez yapıştırılmıştır. Bu
şecere Bursa Mebusu Tahir Bey’in tavsiyesi üzerine, 1910 yılında Tarih-i Osmanî Encümeni
adına İstanbul’a götürülmüş, merhum Ahmet Tevhid Bey tarafından kopya edilerek aslı
Vakıflar Genel Müdürlüğüne iade edilmiştir. Bu şecerenin kaybolduğuna dair bazı yayınlarda
bilgi mevcuttur. Kanaatimizce bu bilgiler sehven yazılmıştır.
Şeceredeki bilgilere göre Ahî Şerafeddin, Hazreti Ali’nin oğlu Hazreti Hüseyin soyundandır.
Atalarından Muhammed Caferi oğlu Hasan, Huy şehrinde kalmış ve orada “fütüv-vet” libasını
giymiştir. Arapların “Ahî Ali Bessâk” dedikleri şahsiyettir. Ahî Şerafeddin sülâlesinde ahilik
buradan başlar. Ahî Şerafeddin’in ecdadı II. Kılıç arslan zamanında Ankara’ya yerleşir. Ahî
Şerafeddin’in altı batın yukarı dedesi olan Abdullah oğlu Süleyman ve bunu takiben
ecdadından İbrahim oğlu İshak, Seyit Ali, İshak oğlu Seyit Hüsam, Alâeddin İshak oğlu Ali
ve Ahî Şerafeddin’in babası Ahî Hüsameddin Hüseyin, dedesi Seyit Şemseddin Ahî Yusuf,
amcası Ahî Kemaleddin Hasan’ın kabirlerinin Ankara’da olduğu şecerede zikredilir.50
“Bu şecere Allah’ın zayıf ve aciz kulu Mehmed bin Ahî Hüsam el-Hüseyni’nin şeceresidir.”
Ahî Muhammed, Ahî Şerafeddin diye bilinir. Babaları Mehmed bin Ahî Hüsameddin,
Hüseyin bin Seyyid Şemseddin

Ahi Şerafeddin
Türbesi ve haziresi
(BELKO Arşivi, 1920)

54

Manevi Mimarlarıyla Ankara


oğlu Ahî Fethuddin Hüseyin ve oğulları Mehmed, Ahmed ve İbrahim.
Ahî Yusuf bin Ahî İshak bin İsmail bin Seyyid Ali bin Abdullah ve çocukları Ali, Hasan ve
Hüseyin.
Seyyid Ali bin Abdullah oğlu Ali’nin oğulları Mehmed, Ahmed, İbrahim.
Seyyid Ali bin Abdullah oğlu Hüseyin, ondan Ali ve oğulları Yusuf, Cafer ve Mahmud bin
Muhammed bin el-Hasen el-Caferi bin Muhammed bin el-Hüseyni bin Ali bin Muhammed
bin Ali bin Musa er-Rıza bin el-İmam el-Cafer es-Sâdık bin el-İmam el-Muhammed el-Bâkır
bin el-İmam Zeynelâbidin Ali bin emiru’l-mü’minîni’l muhsinîn bin el-İmami’l-müslimîn ve
emiru’l-mü’minîn Ali bin Ebutalib.
Ahî Muhammed (Ahî Şerafeddin)’in evlatları Hüseyin, Hasan ve Yusuf’tur.
Ahî Şerafeddin’in oğlu Hüseyin’den es-Seyyid Hüsam, ondan es-Seyyid Paşa, ondan es-
Seyyid Hüseyin, ondan es-Seyyid Hüseyin ve oğulları Hüseyin, Yahya’dır.
Ahî Şerafeddin’in oğlu Hasan’dan Paşa, ondan Hüseyin, ondan Seyyid Cafer ve oğulları
Hıdır, İhsan, Tayyib’dir.
Ahî Şerafeddin’in Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde teşhirde bulunan ahşap sandukasında vefat
tarihi H. 751 - M. 1350’dir. Bir sanat şaheseri olan ahşap sandukada şu ibare yazılıdır:
“Cömertlerin babası, müslümanların, İslâmın ışığı, Hakk’ın ve dinin övdüğü, ahilerin büyüğü,
mürüvvet ve fütüvvet sahibi, sultanın delili, iftihar-ı âli Resulullah, seçilmiş, es-seyyid, eş-
şehid, yarlıganmış, rahmete kavuşmuş Hüsameddin oğlu Muhammed.
Allah onların kabirlerini nurlandırsın, yerlerini cennet kılsın ve onlardan razı olsun. Cuma
günü namaz vaktinde, Receb ayının yirmiyedisinde yediyüzellibir yılında vefat etti.”
Türbesi, Ankara Atpazarı semtindedir. Türbenin güney cephesindeki pencere üzerinde
mermer bir kitâbe vardır. Kitâbenin Türkçe metninde: “Bu imaretin; lütüfkar Rabbinin
rahmetine muhtaç olan zayıf kul Ahî Hüsameddin el-Hüseyni oğlu Muhammed -Allah Hz.
Hüseyin, onun kardeşi, ceddi, babası, annesi ve evladı hürmetine- onun dünyada ve ahirette
kalbini nurlandırsın. 731 (1331) yılında yapılmasına çalıştı.”
Bu kitâbe metninden zaviyenin M. 1331 yılında yapımına başlandığı anlaşılmaktadır. Vakıf
kayıtlarında, Ahî Şerâfeddin Zâviyesi vakfı mevcut olup, Ankara’nın değişik yerlerinde vakıf
arazileri olduğu zikredilir.
Ahî Şerafeddin Türbesinin içinde, kızı Devlet Hatun’a ait bir mezar vardır. Devlet Hatun’un
mezar taşında aşağıdaki ibareler yazılıdır: “Emirlerin büyüğü, seçilmiş Mehmed oğlu

Ahi Şerafeddin Türbesi giriş cephesi (1998, A.E.)


Ankara Etnoğrafya
Müzesi’nde bulunan
Ahi Şerafeddin’e ait
ahşap sanduka
(2005 A.E.)

55

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ahi Şerafeddin’e ait şecere (VGM Arşivi)

Hüsameddin oğlu Ahî Şerafeddin kızı Devlet Hatun 773 (1372) yılında vefat etti. Allah
kabrini nurlandırsın.” Türbede bulunan kitâbesiz ikinci kabri de M. Galib: “Ahî Muhammed
Şerafeddin oğlu Ahî Hüseyin” olarak okumuştur. 1720 tarihli Sultan Üçüncü Ahmed’in bir
fermanında: “Emirlerin emiri, soyu temiz, itibar sahibi, ululanmış, hürmet ve kadir sahibi,
sabırlı ve haşmetli, ....” ifadeleri Ahî Şerafeddin için kullanılmaktadır. Ankara’nın gerek
yönetiminde gerekse imarında birçok hizmetleri olmuştur.51

Ahi Şerafeddin Zaviyesi giriş cephesi (1998, A.E.)

56

Manevi Mimarlarıyla Ankara


ŞEYH ALİ SEMERKANDİ

Şeyh Ali Semerkandi (k.s.) Anadolu’da yaşamış büyük mutasavvıflardandır. Hz. Ömer (r.a)
soyundan gelen bir aileye mensuptur. Kaynaklarda hayatı ve kişiliği hakkındaki bilgiler
menkıbevi olup, tarihi kişiliği hakkında bilgi azdır. Özellikle Şeyh Ali’nin tarihi kişiliği,
Seyyid Alaeddin Ali Semerkandi ile karıştırılır.
Menkıbevi hayatında Şeyh Ali, Semerkant’da doğmuş, Hz. Ömer (r.a.)‘in dördüncü batın
torunlarından gelen bir sülaleye mensuptur. Doğumu M. 1320 olarak tarihlendirilir. Tahsilini
Semerkant’da yaptıktan sonra Buhara’ya gider, Alaüddin Buhari’nin talebesi olur, dini
ilimlerde ve tasavvufta kemale erer. “Bahrül-Ulum” isimli tefsiri yazar. Şam, Kudüs gibi
şehirleri dolaşır. Mekke’de Kabe-i Muazzama’da imamlık yapar. Manevi işaret üzerine
Medine-i Münevvere’ye gelir. Hz. Peygamberin Ravza-i Mutahharası’nda yedi sene
türbedarlık yapar. Gördüğü bir rüya üzerine Anadolu’ya gelir. Karaman’da bir süre ikamet
eder. Buradan Çankırı vilayetine gelir. Eskipazar ilçesinin Şeyhler Köyünde irşad
faaliyetlerini sürdürür. Kendisinden zuhur eden kerametler karşısında halk büyük bir ilgi
gösterir. Özellikle Eskipazar ilçesi Şeyhler köyünde asasını vurduğu yerden çıkan “şifalı su”
dolayısıyla da “Sığırcık suyu şeyhi” olarak tanınır. Çankırı civarında ki irşad faaliyetlerini
tamamlayan Şeyh Ali şimdiki Çamlıdere’nin ilçe merkezinin bulunduğu yere gelir ve oraya
yerleşir. Burası oldukça tenha ve fakir bir beldedir. Civarda bulunan köyler de orman köyü
olup, ahalisi fakirdir. İlk olarak burada bir “zaviye” inşa ederek, irşad faaliyetlerine devam
eder. Kurduğu zaviyede tasavvufi eğitimin yanında diğer dini ilimleri de taliplerine öğretir.
Zamanla ilmi otoritesi ve tasavvufi öğretisi Anadolu’da konuşulur hale gelir.
Osmanlı Devletinin başşehri Bursa’da amansız bir çekirge istilası olur. Tarım alanları, bağ ve
bahçelerde bulunan zirai

Şeyh Ali Semerkandi


Türbesi girişi
(2005, A.E.)

Şeyh Ali Semerkandi Türbesi kuzey cephe (2005, A.E.)

57

Manevi Mimarlarıyla Ankara

1839
tarihinde
Sultan Abdülmecid
tarafından Şeyh
Ali Semerkandi
Hazretleri
evlatlarına
verilen
“sığırcık suyu”
beratı
(Osmanlı
Fermanları’ndan)
58

Manevi Mimarlarıyla Ankara


ürünler çekirgeler tarafından telef edilir. Devrin bütün imkanlarına başvurulur, lakin bir netice
alınamaz. Sultan, Osmanlı tebası olan bütün bilge kişilere haber gönderir ve bu çekirge
istilasına karşı mücadele edilecek bir metod varmı diye. Şeyh Ali Semerkandi bu durumu
öğrenince Çankırı’da çıkan şifalı suyundan bir miktar öğrencileri ile birlikte Bursa‘ya
gönderir. Şifalı su Bursa’ya ulaşınca aniden zuhur eden Sığırcık kuşları tarafından bütün
çekirgeler telef edilir. Bu olağanüstü olay karşısında zamanın padişahı, Şeyh Ali’yi Bursa’ya
davet eder. Davete icabet eden şeyh, padişah tarafından özel bir merasimle karşılanır. Bursa
alimleri tarafından ziyaret edilir. Molla Fenari şeyhe karşı özel ilgi gösterir. Padişah, şeyhin
Bursa’da kalmasını istersede şeyh kabul etmez ve sultandan Çamlıdere halkına özel bir statü
tanınmasını ister. Padişah bunu hemen kabul eder. Şeyh Ali Semerkandi evlatlarını askerlik
ve vergiden muaf tutar. Çamlıdere ilçesine dönen şeyh, tahminen 120-150 yaşlarında 1455
yılında vefat eder.
“Sığırcık suyu şeyhi” olarak o dönem Osmanlı beldelerinde saygı duyulan ve teveccüh edilen
manevi bir şahsiyet olur. Kurduğu Kozviran köyüde “Ali Dede Şeyhler” köyü olarak
anılmıştır. Tasavvufi hayatta “Kutbul-aktab” olarak bilinmiş, zamanın ünlü alimlerinden
Molla Fenari, ilmi konularda kendisinden mektupla ilim tahsil etmiştir. Sünni ve Hanefi
mezhebine bağlı olan Şeyh Ali Semerkandi Nakşibendi usulüne göre tasavvuf eğitimi verir.
Kabri, kurduğu zaviyenin yanındadır.
Şeyh Ali Semerkandi’nin menkıbevi hayatından kerametler kaynaklarda oldukça fazladır.
Tarihi kişiliği hakkında ki bilgilere ancak Osmanlı vakıf ve tapu tahrir defterlerinde
rastlıyoruz. Bu belgelere göre Şeyhin tarihi şahsiyetini şöyle anlatabiliriz:
Osmanlı arşiv belgelerindeki kayıtlara göre Şeyh Ali Semerkandi, Hazret-i Ömer soyundan
gelmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışı ve Osmanlı Devletinin ilk kuruluş yıllarında
Horasan, Semerkand ve Buhara gibi tasavvufi hayatın canlı yaşandığı merkezlerden
Anadolu’ya “derviş”, “baba”, “dede”, “Mevlana”, “seyyid”, “imam”, “Ahî”, “şeyh”, “bacı”,
“abdal” ünvanları ile anılan sufi meşrep İslâmi tebliği şiar edinen şahsiyetler gelmişler. Bu
şahsiyetlere şehirlerin veya beldelerin idari hakimi olan kişiler tarafından ayrıcalık tanınmış,
genellikle Bizans zamanında yerleşim yeri olan viran ve ören yerleri bunlara mülk olarak
verilmiş, kurdukları zaviye, tekke, hankah gibi manevi cazibe merkezlerine maddi yönden
yardım etmişlerdir. Özellikle Oğuz boylarının haricinde İsfahan, Horasan ve Semerkant
bölgelerinde bulunan “seyyid” şecereli aileler gelip, Müslüman Türkler tarafından hüsnü
kabül görmüşlerdir. Örnek verecek olursak Ahî Şerafeddin ve Abdülkadir İsfahani aileleri, bu
“seyyid” şecereli nüfuslu ailelerdendir.
Şeyh Ali Semerkandi’nin lakabından, Semerkand’lı bir aileye mensup olduğu anlaşılmaktadır.
Anadolu’ya özellikle Ankara’ya hangi tarihlerde gelmiştir, bilmiyoruz. Günümüzde
Çamlıdere
59
Manevi Mimarlarıyla Ankara

Şeyh Ali Semerkandi


Türbesi
(2005, A.E.)

ilçesinin ilçe merkezinin bulunduğu yer 1400’lü yıllarda tamamen boş bir yerdir. Çankırı
dolaylarından buraya gelir ve bir “zaviye” yaptırır. Kurduğu zaviyede irşad faaliyetlerini
sürdürür. Zaviyenin giderlerini karşılamak içinde kendi mülkü olan yarım çiftlik yeri ve bir su
değirmenini bağışlar. Vefatından sonra da kurduğu bu zaviye vakfının yönetiminin, evladları
tarafından yürütülmesini ister. Şeyh Ali zaviyesinin yakınlarına daha sonra civardan gelenler
yerleşir, burası şenlenir, köy olur ve “Şeyh Ali Köyü” olarak anılır. Şeyhin vefat tarihi kesin
olarak belli değildir. İlk belgenin tarihi 1463 yılı olduğuna göre bu tarihten önce vefat
etmiştir. Mezarı ise günümüzde Çamlıdere ilçe merkezi kabristanında bulunan türbe içindedir.
1520’li yıllarda Şeyh Ali Köyü “Kuzviran” olarak anılmaya başlıyor. Şeyhin evlatları
tarafından zaviyenin yanına bir cami yaptırılıyor. Aile fertlerinin nüfusu çoğalıyor.
Tapu Tahrir defterlerinde ki bazı kayıtlar özetle şöyledir: Mudrıb’a bağlı Kuzviran köyündeki
mezrea yarım çiftlik yerdir ve üç değirmen vardır. Burası Şeyh Ali Zaviyesi’ne vakıftır.
Padişah hükmü gereğince evladı Şeyh Osman’ın tasarrufundadır. Daha sonra evladlarından
Şeyh Osman ve Şeyh Mehmed bu vakfın Padişah beratı hükmü gereğince mutasarrıfıdırlar.
Yine Padişah beratı hükmü gereğince zaviyenin mutasarrıflığına Şeyh Osman evlâdından
Şeyh Mahmud ve Şeyh Mehmed evladından Hamza ve Halîm’e verilmiştir. 1569 yılında
Sultan II. Selimin beratı hükmü gereğince zaviyenin mutasarrıflığına Mehmed Seydi,
Abdurrahman, Abdülgaffar, Şeyh Kasım ve Şeyh Mustafa atanır. Şeyh Ali Semerkandi
Zaviyesi’nde görev alanların isimleri ve görevleri yazılır. Bunlar onyedi kişidir. Bu kişiler
Hazret-i Ömer radıyallahu anhu evlâdından Şeyh Ali Semerkandî evlâdı olduğu için avârız-ı
dîvâniyye ve tekâlif-i örfiyye ve rüsûm-ı ra’iyyet ve âdet-i ağnam vergisi vermekten muaf
tutulurlar.
A. Nezihi Turan bu bölgeyi “Şeyh Ali Semerkandi Diyarı” olarak tanımlıyor ve Şeyhin
faaliyete başladığı yerin, “Mudrıb” denilen, Pazar çayı boyunca Ayaş’a kadar uzanan
bölgenin içinde kaldığını, Mudrıb’ın 1463 tarihli ilk tahrir de dahil olmak üzere uzun zaman,
Yabanâbâd (Yabanovası)’dan ayrı bir coğrafi-idarî birlik olarak mütalaa edildiğini ileri sürer.
Padişah II. Selim tarafından Şeyh Ali evlatlarının “sığırcık suyu” tasarruflarının devam
ettiğini, kendilerine tanınan ayrıcalıkların aynen geçerli olduğunu belirtir bir berat verilir.
1719 yılında itibaren vergi memurları Şeyh Ali evlatlarını taciz etmeye başlar. Bunun üzerine
1777 tarihinde Yabanâbâd kadısına, ayrıntılı bir hüküm gönderilir ve Şeyhin evladının
haklarının korunması emredilir.
Kuzviran Köyü zamanla “Şeyhler” adıyla anılmaya başlanır. Nüfusça çok büyür. 1839 sonrası
köyün 166 hanesinin Şeyh Ali evladından geri kalan 23 hanenin de muhacir olduğu belgelerde
zikredilir.
Şeyhin kerametlerinden en fazla öne çıkanı çekirge istilasına karşı olandır. O tarihlerde
Osmanlı payitahtı olan Bursa’da

60

Manevi Mimarlarıyla Ankara


(1402’den önce) görülen çekirge âfeti üzerine alınan tedbirler çare olmayınca ulemâya ve
evliyaya haber salınmış, bu haber Çamlıdere’de yaşayan Ali Semerkandî’ye de ulaşmış, o da
dağda asâsıyla çıkardığı sudan Bursa’ya bir miktar göndermiş. Gönderilen su haşeratın
bulunduğu bölgeye dökülünce çekirgelerin kaybolduğu görülmüş. Suyun halen Çamlıdere’nin
kuzeyinde Gerede’nin doğusunda, Eskipazar’ın güneyinde “Sığırcıksuyu” denilen yer
olduğuna inanılıyor ve şeyhin zaviyesi ve evladı için tanınan muafiyetlerin hikmeti bilhassa
buna ve diğer kerametlerine bağlanıyor.
“Sığırcık suyu” zamanla Osmanlı Devleti tarafından tescil edilmiş ve bununla ilgili olarak
Sultan Abdülmecid’in 15.09.1839 tarihli bir fermanında, “Yabanâbâd Kazâsı’na
(Kızılcahamam) tâbi Şeyhler Köyü’nde yer alan Sığırcıksuyu’na mutasarrıf Şeyh Ali
Semerkandi Hazretleri’nin torunlarından Şeyh Ali ve evlatlarının berâtının yenilendiğine ve
bütün vergilerden muaf olduklarına dâir” hüküm vardır. Bu ferman Başbakanlık Osmanlı
Arşivleri’nde Müzehheb Fermanlar içerisinde 812 no ile kayıtlıdır.52
Daha sonraki yıllarda belgelerde “Sığırcık Suyu” ile ilgili bilgilere rastlıyoruz. Özellikle
Anadolu’da 1900’lü yılların başında zuhur eden çekirge istilalarında Şeyh Ali Semerkandi
evlatlarının tasarrufunda bulunan “sığırcık suyu”nun manevi yönünden faydalanılmıştır.
1912 yılında İzmir, Konya ve Adana, 1914 yılında Aydın ve Çanakkale, Tekirdağ, Trabzon,
Konya ve Ankara vilayetlerinde meydana gelen çekirge istilalarında “Sığırcık şeyhi” olarak
anılan Şeyh Ali Semerkandi evlatlarından olan Mehmed Naim, Seyid Ahmed Hamdi, Şeyh
Mehmed, Şeyh İsmet, Şeyh Mehmed Ali Dede, Mustafa Dede, Şeyh Ali Dede, Şeyh Mustafa
Zuhûrî görev yetki almışlardır. 1914 yılında yaygın bir çekirge istilası olmuş, alınan tedbirler
çare olmamış, Şeyh Ali Semerkandî evlatlarına İçişleri Bakanlığı’nca yetki belgesi
verilmiştir.53

Şeyh Ali Semerkandi’nin mezarı (2005, A.E.)

61

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Şeyh Ali Semerkandi Külliyesi girişi (2006, A.E.)

Şeyh Ali Semerkandi Külliyesi (2006, A.E.)


Şeyh Ali Semerkandi Külliyesi (2006, A.E.)

Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerinin yaşayan kerametlerine dair, 1890 yıllarında Ankara’da,
daha sonra da Kırım’da yaşanan çekirge istilası ile ilgili olarak, Ankara Belediye Reisi
Ademzade Ahmet Bey’in hatıra defterinden şu bilgileri merhum Şeref Erdoğdu “Ankaram”
isimli eserinde verir:
“Çekirge istilâsı, afatı semaviyeden addolunsa yeridir
Bundan 60 küsur sene evvel (hatıra tarihine göre 75 yıl önce yani 1890 yıllarında) Ankara’ya
güz mevsiminde uçuşan milyonlarca çekirge gelmiş, öyle ki; bütün Ankara semasını kaplamış
güneş görünmez olmuştu. Kış günü yağan kar fırtınası gibi korkunç bir âfet idi.
Sokakta yürürken insanın yüzüne gözüne çarpar, evlerin içine girer, oda kapısını açık bulursa
oraya girer, kapıdan bacadan kendini atar, mutbah da yemeklerin içine girer, bu hayvanın
girmediği köşe bucak kalmamıştı. Hane içinde sebzeye dair ne bulursa yerdi. Geldiği zaman
hububata pek zarar vermedi; zira mahsul kaldırılmıştı.
Yiyecek bulamadı, fakat kozasını Ankara muhitine gömdü. Bahar gelin-ce kozadan çıkmağa
başladı. Kozalar kabuklu fıstık gibi olup, beher kozanın içinde pirinç tanesi gibi 80-90 tane
çekirge tohumu bulunuyordu.
Havalar ısınmıya başlayınca pire halinde çıkmağa başladı, Çekirge cansız koza halinde iken,
hükümet her mahalle ve her şahsı mükellef tutarak çekirge itlafına başladı. Her mahalle halkı
camilerdeki kilim ve sergilerle bir mıntıkaya giderek ellerinde yelpazelerde pire gibi olan bu
çekirgeleri toplayıp kaplar içinde Belediyeye teslim ederlerdi. Çekirge toplayımında
bulunamıyanlar, dükkânlarda bir metah gibi satılan kozayı satın alarak Belediyeye teslim
mecburiyetinde kalmıştı.
Bu toplama bir fayda vermedi. Uçma zamanı geldi; etrafta bir şey bırakmadı, yedi bitirdi.
Müşahedemi söyliyeyim: Solfasol civarında toplama yapıyorduk, büyük bir sahada yemyeşil
ekilmiş tarlayı on dakika içinde simsiyah bir hale getir-di. Çünkü, milyonlarca hayvana ne
dayanır.
Maddî çare bulunamayınca maneviyata müracaat mecburiyeti hasıl oldu. Yabanabat’ın
(Kızılcahamam) Şeyhler Karyesinde Ali Dedeli Şeyhler namiyle yadedilen Hazreti Ebubekir
veyahut Hazreti Ömer Faruk sülâlesinden bir zatın, kerameti kulundan olan bir çeşmenin
suyundan bir miktar su alınıp, çekirge bulunan mahalle götürülürse, suyun arkasından binlerce
sığırcık kuşu gelir, çekirgeyi itlaf edermiş diye ötedenberi bir efsane, bir itikat ve itimat vardı.
Nihayet ulema ve sülehandan bir heyet bu Şeyhler karyesine gönderildi. Orada bulunan
zatlarla birlikte çeşmeden su alındı. Matra gibi kaplarla ve bir heyetle Ankara’ya Akköprü
civarında vasıl olduklarında bütün Ankara halkı ve mektepli çocuklar karşıladı.
Şeyhler, Hocalar dua ederek mübarek sudan birer miktar bazı camilerin mihraplarına kondu.
Bir kaç gün sonra sığırcık kuşları gelmeğe başladı. Öyle ki; yüzbinlerce kuş Ankara’yı istilâ
etti. Çekirge sahasını sığırcık kuşu kapladı. Halbuki Şeyhler Köyünde ve çeşmede hiç biri
görünmezken bu kuşlar nereden geliyor, kimse buna dair malûmat veremiyor...
Bugünkü münevverler buna cevap verirler mi acaba?

62

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Hatırımda kaldığına göre, bundan 45-50 sene önce Rusya’nın Kırım ülkesinde çekirge zuhur
ediyor. Müslüman Tatarlar, Rus Hükümetine müracaat edereh “çekirgenin itlafı için sığırcık
kuşunu istiyorlar. Rus Hükümeti bu taleplerini kabul ederek, Osmanlı Hükümetine yazıyor.
Şeyhler Köyünde olan bu mübarek sudan alarak bir heyet marifetiyle gönderiliyor.
Arkasından kuşlar da Kırım diyarına varıyor. Bu heyet âzasiyle görüştüm, vak’ayı dinledim.
Gerek dahilde, gerek hariçte çekirge imha eden bu kuşlar nereden geliyor? Kim gönderiyor?
Niçin başka vakitlerde bu kuşlar gelmiyor? Bu hali benim gibi binlerce insan görmüştür. Bu
hal bir kerametse kimin? ve kime aittir? Sihir midir, yoksa tabiî mi? Meçhulümüz olan bir
hakikattir.”54
AHÎ BACI (FATMA BACI)

Aşık Paşazâdenin ifade ettiği Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda emeği geçen ve “Bacıyan-ı
Rum” diye adlandırılan “Anadolu bacıları”ndandır.
Tımar sahibi ve ahi bir “veliyye”dir. Hayatı ve kişiliği hakkında ancak vakıf belgelerindeki
bilgilerle yetiniyoruz. Osmanlı döneminde zaviyesinin bulunduğu köy “Fatma bacı köyü”
olarak anılmış, daha sonra “Bacı köyü”, sonraki yıllarda “Bacı nahiyesi” olmuştur. 1570li
yıllarda Bacı zaviyesinin geliri 9975 akçedir ki oldukça iyidir.
Polatlı ilçesine bağlı Bacı Köyü’ndeki türbesinin duvarında bulunan Arapça kitâbede,
günümüz Türkçesi ile “Vaktin neseb yönüyle dost ve yüce insanı Fatıma Bacı. 20 Muharrem
sene 710 H./1310” yazılıdır. Kitâbede özellikle zikredilen “neseb yönünden” ibaresi onun
“fütüvvet ehli” olduğunun delilidir.
Ahî Bacı’nın, Bacı köyündeki türbesi ve camisi sağlam olarak durmakta olup, zaviyesi ise
yıkılmıştır.

Fatma Bacı Türbe kitabesi (2005, A.E.)

Bacı Köyünde bulunan Fatma Bacı Türbesi ve Camii (2005, A.E.)

63

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşiv kayıtlarında Fatma Bacı zaviyesi vakıfları vardır.55
Fatma Bacı’nın Zaviyesi ve tekkesi bulunduğundan Ankara’nın manevi mimarları arasında
gösterilmiştir.

Bacı Köyü ve
Fatma Bacı Türbesi
(2005, A.E.)

HACI TU⁄RUL BABA

Hacı Tu ğrul Baba Türbesi giriş kapısı (2005, A.E.)

Polatlı İlçesi, Hacıtuğrul Köyü yakınında ve bir tepenin eteğinde, mimari özelliği olan bir
türbesi vardır. Selçuklular döneminde Ankara’ya gelip yerleşen Türkmen “Baba”larından
olması muhtemeldir.
Hacı Tuğrul Türbesi kapısı üzerinde bulunan ve çok güzel bir hatla beyaz mermer üzerine
yazılmış Arapça kitâbede özetle:
Hacı Tuğrul Baba oğlu Mahmud Seydi oğlu Şeyh Paşa’nın bu zaviyeye 793/1391 yılında bir
imaret yaptırdığı” yazılıdır.
Kitâbede “Baba” ünvanının kullanılması Hacı Tuğrul’un mutasavvıf bir kişiliğe sahip
olduğunu göstermektedir.
Bacı Köyü’nde zaviyesi bulunan Ahî Fatma Bacı ile çağdaş olma ihtimali bulunan Hacı
Tuğrul’un, zaviyesinin bulunduğu yer, eski bir yerleşim yeridir. Anadolu’nun
İslâmlaşmasında uygulanan “derviş” iskan metodunun bir önderidir diyebiliriz Hacı Tuğrul
Baba için.

64

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Torunu olan Şeyh Paşa’nın tarihi kimliği hakkında bilgi mevcut olmayıp, Yıldırım Han
zamanında yaşadığı bilinmektedir. Çünkü dedesi adına yaptırdığı türbenin mimarisine
bakılırsa, devrin ileri gelenlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Vakıf belgelerinde de birçok vakfı
bulunmaktadır. Hacı Tuğrul Baba ve soyu hakkında ayrı bir araştırma yapılması
gerekmektedir.

Polatlı, Hacıtuğrul Köyü


yakınlarında bulunan
Hacı T u ğrul Baba Türbesi
(2005, A.E.)

65

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hacı Tuğrul Baba Türbesi kitabesi (2005, A.E.)

Osmanlı dönemi kayıtlarında 1530 tarihli Tapu Tahrir defterinde Bacı Kazası vakıfları
anlatılırken, Hacı Tuğrul Köyünde “Hacı Tuğrul Zaviyesi Vakfı” olarak zikredilir.56
Günümüzde mimari bir şaheser olan türbesi, define arayıcıları tarafından yıkılmak üzere.
Öyleki Hacı Tuğrul’un mezarı kazılmış, yapının güzelim mermerleri kırılmış, zaviyeden ise
hiçbir iz kalmamıştır.

BABA YAKUP

Babayakup Köyü (2005, A.E.)

Polatlı ilçesine bağlı Babayakup Köyü’nde mezarı bulunan bir Türkmen “Baba”sıdır. Ankara
civarına gelen Oguz boyları, Bizans döneminde yerleşime açılmış, fakat savaşlar dolayısıyla
viran olmuş yerleri yeniden şenlendirmek için bu ören yerlerine yerleşmişlerdir.
Baba Yakup’da günümüzde kendi adı ile anılan bu viran yere gelmiş, buraya bir zaviye
kurarak çevre insanını madden ve manen eğiterek vatan olmasını temin eden “fütüvvet ehli”
atalardandır.
Osmanlı vakıf kayıtlarında 1500’lü yıllardan itibaren ismi ve zaviyesi zikredilmektedir.
Hayatı hakkında bilgi yoktur.57
Günümüzde Babayakup Köyü’nde sonradan yapılmış türbesi bulunmaktadır. Mezarının
başında Roma dönemi mimari mermer parçalar vardır.

Baba Yakup Türbesi ve mezarı (2005, A.E.)

66

Manevi Mimarlarıyla Ankara


ŞAH KALENDER VELİ
Horasan’dan Anadolu’ya geldiği rivayet edilen mutasavvıflardandır. Erken Osmanlı dönemi
kaynaklarında hayatı hakkında bilgi yoktur. 1307 ve 1320 hicri yılı Ankara Vilayeti
Salnamelerinde, Çubuk kazası Sele Köyü’nde, Hz. İmam Bakır (r.a)’ın sülalesinden Siyam
Fakıh ve oğlu Kalender Veli Türbesi olduğu kaydedilmektedir. Ayrıca Vakıflar Genel
Müdürlüğü Vakıf Kayıtlar Arşivi’nde, Ankara ili, Çubukabad (Çubuk)’a bağlı Sele Köyü’nde
“Kalender Veli Zaviyesi Vakfı” kaydı vardır.
Haydar Teberoğlu’nun Kalender Veli hakkında söylenen menkıbelerden yola çıkarak
yayınladığı “Kalender Veli Velayetnamesi”nde özetle şu bilgileri verir:
Hz. İmam Bakır (r.a.) sülalesinden olup, babasının adı Seyyid Siyami Fakih, annesinin ki ise
Gül Zeynep Hatun’dur. M. 1248 yılında Sele Köyü’nde doğmuş, M. 1344 yılında ve 93
yaşında vefat etmiştir. Türbesi, 1362-1364 yılları arasında yapılmıştır. II. Murad Han
tarafından bu türbeye, türbedar görevlendirilmiştir.
Menkıbelere göre Horasan’dan Anadolu’ya gelmiş bir derviş olan, Seyyid Siyami Fakih’in
oğludur. Seyyid Siyami, Ahmed Yesevi’nin halifelerindendir. Horasan’dan Anadolu’ya
beraberinde Seyyid Muhammed Abdal, Seyyid Cibali Sultan, Seyyid Hacı Murad-ı Veli ve
babası, Seyyid Hacı Ali Turabi Veli ve babası ile birlikte gelirler, Çubuk bölgesine yerleşirler.
Kalender Veli, Çavundur ve Kargın aşiretlerinin de imamıdır.

Şah Kalender Veli Türbesi ve


duvarda bulunan kitabeler.
(2005, A.E.)

67

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Şah Kalender Veli


Türbesi ve giriş kapısı
(2005, A.E.)

Şah Kalender Veli’nin kabri (2005, A.E.)

Halk arasında “Şah Kalender Veli”, “Kalender Sultan”, “Kalender Baba”, “Kalender Veli”,
“Kalender Dede” gibi isimlerle anılan bu ermiş kişinin, tarihi kayıtlarda zikredilmemesi, onun
hayatı ve kişiliğini tamamen menkıbevi anlatımların tanıtımına bırakmıştır.
İlhan Akçay, Kalender Veli üzerine yaptığı araştırmasında, II. Mahmud döneminde
düzenlenmiş bir beratın mevcudiyetinden bahsedip, 30 Eylül 1820 tarihli bu beratta, Kalender
Veli Türbesi türbedarlığının Kalender Dede evladından olmayan kişilere geçtiğini, bu göreve
Kalender Dede evlatlarından olanların atanması husunda ki hükme havi olduğunu zikreder.
Çubuk tarihi üzerine ciddi Osmanlı arşiv belgelerine dayalı araştırma yapan Hüseyin Çınar ve
Osman Gümüşçü ise, mevcut menkıbevi anlatımlara tarihi açıdan temkinli bakarlar. Özellikle
18. yüzyıla kadar Osmanlı kayıtlarında Kalender Veli’den bahse-dilmemesine dikkat
çekerler.58
Günümüzde Çubuk ilçesi Sele Köyünde bulunan Kalender Veli Türbesi, oldukça bakımlı bir
durumdadır. Türbe yapı özelliği itibariyle mimari bir değere sahiptir. Onarımlarda konulan iki
ayrı parça kitâbe vardır. Bu kitabe ise Binari Bey evladına aittir.
ABALI BABA (HACI BABA)
Halk arasında “Abalı Baba” olarak bilinir. Sonradan yapılan türbesi, Yenimahalle ilçesine
bağlı Memlik Köyü’ndedir. “Memlük” kelimesi bir şahsın özel mülkü anlamına gelmektedir.
Esas ismi ve hayatı bilinmemektedir. Vakıf kayıtlarında Memlük Köyü’nde
68

Manevi Mimarlarıyla Ankara

“Hacı Baba Zaviyesi” kaydı geçmektedir.59 Ayrıca 1571 yılında Memlük (Memlik) Köyünün
yarısı Hatib Ahmed Zaviyesi’nin vakfıdır. Diğer yarısı ise Ahî Şerafeddin evladından Ahî
Paşa’nın hem tımarı hem de mülküdür. Hatip Ahmed Zaviyesi’nin mutasarrıfları Hatib
Nimetullah ve Kasım’dır. Ahî Paşa mülküne ise evlatları tasarruf etmektedir.60 Kanaatimizce
daha sonraki yıllarda Hacı Baba adına bir zaviye kurulmuştur.

Halk arasındaki yaygın inanca göre ise Hacı Bayram-ı Veli ile çağdaş gösterilir ve onun
hakkında menkıbeler anlatılır. Tarihi kaynaklarda kişiliği hakkında bilgi bulunmayan,
geçmişde ve günümüzde de halkın büyük bir teveccüh gösterdiği bu dervişin, Anadolu’ya
gelen “seyyid”lerden olabilecegi kanaatini taşıyoruz. Çünkü seyyid olanlar için “al-i
aba’dan”, yani Hz. Peygamberin soyundan gelen anlamını taşıyan bu kelimenin zamanla
“abalı”ya dönüşmüş olabilecegi düşüncesindeyiz. Ayrıca Anadolu’da yaygın olan ve halk
tıbbı dedigimiz “ocak” şeyhide olabilir. Günümüzde bazı hastalar psikolojik şifa için buraya
götürülmektedir.

Osmanlı belgelerinde Ankara civarında 40’a yakın zaviyesi ismi geçmektedir. Bizim tesbit
edemedigimiz bir zaviye şeyhide olabilir. Köyde, kurumuş, büyük ve oldukça yaşlı ağaçlar
mevcuttur.

Abalı Baba Türbesi ve yakınında bulunan anıt ağaçlar (2005, A.E.)

Vakıf belgelerinden Osmanlının kuruluş yıllarında tımar sahibi olduğunu öğreniyoruz. Ankara
Bağlıca Köyü’nde Ahi Mesut Zaviyesinin varlığı kayıtlarda mecut olup, Murad Hüdavendiğar
zamanında, Ahi Mesud oğlu Ahi Himmet’e vakfın tasarrufu verilmiştir. Bu belgeden de
anlaşılacağı üzere Ahi Mesud’un, Osman Gazi veya Orhan Gazi döneminde yaşayan,
“fütüvvet ehli” ahi büyüklerinden olduğunu tahmin etmekteyiz. Daha sonraki yıllarda tımar
gelirleri Ahi Şerafeddin Vakfı ile paylaştırılmış,

AHÎ MESUT
Baglıca Köyü mezarlığında
bulunan Ahi Mesut Zaviyesi
kalıntıları (2006, A.E.)

69

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Ahi Mesut Zaviyesinin bulunduğu Bağlıca köyü (2005, A.E.)

1791 yılında da bu vakıf arazisine müdahaleler olmuş, müdahalelerin önlenmesi için III.
Selim, Ahi Mesud evadına bir berat vererek, haklarını korumuştur.
Bu zaviye ile ilgili en son resmi kayıt 1802 tarihli olup, Ali Oğlu Ali’nin türbedarlığa
atanması ile ilgilidir.61
Günümüzde Etimesgut ilçesi Bağlıca Köyü Mezarlığı’nda, özel bir üniversitenin bahçe
duvarına bitişik, Ahi Mesud Türbesi’ne ait mimari elemanlar bulunmaktadır. Bağlıca Köyü
sakinleri de bu görüşü desteklemektedir.

GÜL BABA
70

Çubuk ve çevresinde,15. yüzyılın ikinci yarısıyla 16. yüzyılın son çeyreği arasında yaşadığı
tahmin edilen mutasavvıflardandır. Çubuk ilçe merkezinde bulunan türbesi 1939 yılında
tamamen yıktırılmıştır.
Çubuk ve çevresi ile ilgili ciddi bir araştırma yapan Hüseyin Çınar, Gül Dede hakkında
şunları yazar:
16. yüzyıl kayıtlarında “Gül Dede”, 18. yüzyıl kayıtlarında “Gül Baba” olarak geçen kimse
hakkında elimizde yeterli bilgi bulunmamaktadır. Hakkındaki rivayetler onun İmam Bakır’ın
soyundan geldiğini ve yaşadığı dönemin de 13. yüzyıla kadar gittiği yönündedir. Gül Dede ve
onun çağdaşları hakkında söylenenlerin çoğu, herhangi bir tarihî kaynaktan yararlanılarak
ortaya atılan görüşler değil, tamamen halk arasındaki rivayetlerden, yarı-menkıbevî
hikayelerden oluşmaktadır. Bu nedenle tarihî şahsiyet halini almış olan bu gibi kimselerin
hayatlarını, menkıbe ve gerçekten ayırmak oldukça zordur. Gül Dede de bunlardan birisidir.
Çubuk’a ne zaman geldi? Burada mı doğdu? Yoksa Anadolu’ya gelen Horasan erenleri olarak
tanımlanan zümreden mi idi? sorularının cevaplarını eldeki kaynaklarla aydınlatmak oldukça
zordur. Zaviyesi ve ona tahsis edilen vakfı dışında, Gül Baba’nın kimliğini ortaya koyacak
-rivayetler dışında- elimizde her hangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Gül Dede’nin Çubuk Köyü’ndeki zâviyesiyle ilgili elimizdeki ilk kayıt 1530 yılına aittir.
Burada yer alan bilgiye göre, Binârî Bey’in oğlu Ali Bey, zaviyesinin vakıf gelirleri arasında
yer alan Çubuk köyündeki yıllık vergi geliri 600 akça olan bahçeyi, Gül Dede Zâviyesi’ne
tahsis etmiştir.
1571 yılı vakıf tahririnde de, Ali Bey’in Çubuk köyündeki Gül Dede Zaviyesi için vakfettiği
bahçeye ait kayıt yer almaktadır. Yıllık vergi geliri bu yılda da 600 akça olan bahçenin
mahsulü ve toprağının kullanımı (rakabesi) Gül Dede Zâviyesi’nin tasarrufuna bırakılmıştır.
Kendi mülkü olan bahçeyi zaviyeye tahsis eden Ali Bey, ayrıca elde edilen gelirin de gelip
geçen yolculara harcanmasını istemiştir. 1530 yılından daha ayrıntılı bilginin bulunduğu 1571
yılı vakıf kayıtlarında Ali Bey’in vakıf şartlarına

Manevi Mimarlarıyla Ankara


da yer verilmiştir. Burada, hayatta iken Gül Dede’nin burada oturması, ölümünden sonra da
dervişlerin oturması yer almıştır.16. yüzyılın muhtemelen ilk çeyreğine ait olan “defter-i
atîk”e yapılan bu atıf, Ali Bey ile Gül Dede’nin aynı çağda yaşadığı izlenimini vermektedir.
Binârî Bey’in oğlu Ali Bey’in Ankara sancağının 1523 yılı tahririnde; “Binârî ili
vilâyetini”nin zeamet mutasarrıfı ve aynı zamanda Ankara sancağının mîralayı(alaybeyi)’dır.
Çubukbazarı köyü de Binârî veled-i Ali Bey bin Binârî’nin, yani bu bölgeye adını veren
Binârî Bey’in torunu Binârî’nin timar toprağıdır. Binârî, 1523 yılında babası Miralay Ali
Bey’in tasarrufundaki topraklarda timar sahibidir. Bu bilgilerden yola çıkarak Gül Dede’nin
Çubuk ve çevresinde,15. yüzyılın ikinci yarısıyla 16. yüzyılın son çeyreği arasında yaşadığı
tahmininde bulunmak mümkündür. Nitekim 1571 yılına ait vakıf kaydında, diğer vakıf
kayıtlarında rastlanan, o anda kimin vakfın ve zaviyenin mutasarrıfı olduğuyla ilgi kaydın,
Gül Dede Zaviyesi ve vakfı için olması; ve “hâliyâ yine mukarrer” ifadesiyle de mevcut
durumun devam ettiğinin belirtilmesi, belki de Gül Dede’nin halen hayatta olduğuna işaret
etmektedir.
Ali Bey bahçeyi zaviyeye vakfederken, şartları arasında yukarıda da bahsettiğimiz Gül
Dede’nin bu zaviyede oturması isteği, iskân siyaseti açısından da ilgi çekicidir. Zira,
zaviyenin ve bahçenin bulunduğu Çubukbazarı köyü, Binârî vilayetinin ve Ali Bey’in timar
bölgesidir. Böylece vakfedilen bir bahçe ile geliri sağlanan zaviye, bölgenin şenlenmesine
katkıda bulunacaktır. Burada, Gül Dede’nin etrafında toplanan dervişler, hem bu çevrenin
manevî havasının gelişmesini, hem de küçük bir ziraî ünite haline getirdikleri zaviye ile de
bölgenin hareketli bir görünüm kazanmasını sağlayacaklardır.
18. yüzyılda zaviye, Gül Baba adı ile anılmaktadır. Vakıf kayıtlarında Gül Baba Zâviyesi’nde;
zâviyedâr (zaviye sahibi), tekyenişin (tekkede postta oturan şeyh) ve türbedâr gibi görevler
zikredilmektedir.
Gül Baba’nın 16. yüzyılda sadece zaviyesi var iken, 18-19 yüzyıllarda buna tekke ve türbe
görevlerinin de eklendiği görülmektedir. Bu da Gül Baba Zaviyesi’nin, 16. yüzyıldan sonra
gelişme ve büyüme seyri içerisinde olduğunu ortaya koymaktadır.
1900-1901 yılına ait Ankara Vilayet Salnamesi’nde, Çubuk’taki ziyaret mahalleri arasında,
kazanın merkezindeki Gül Baba Türbesi’nin de adı geçmektedir.62
SEYDİ YUSUF DEDE
Ankara’da yaşamış fütüvvet ehli erenlerdendir. Mezarı, Balâ İlçesi’nin Bağiçi (Zıvra, Zirve)
Köyü’ndedir. Osmanlı vakıf belgelerinde “Seydi Yusuf Zaviyesi Vakfı” kaydı vardır. Bu
köyün bulunduğu yer Bizans döneminde bir yerleşim yeridir. Köyde bulunan antik
malzemeler bir mabede aittir.63
71

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Seydi Yusuf Zaviyesinde kullanılan antik yapı malzemeleri (2005, A.E.)

Bağiçi Köyü’nde bulunan Seydi Yusuf Zaviyesi kalıntıları (2005, A.E.)

Seydi Yusuf’un Anadolu’nun fetih ve iskanında uygulanan ören yerlerinin yeniden


şenlendirilmesi politikasının öncülerinden ve Horasan bölgesinden gelen dervişlerden olması
kuvvetli ihtimaldir.
Mezar bir tepe üzerinde olup, bakımsızdır. Köyde bulunan cami ise yıkılmış ve yenisinin
inşaatı başlamak üzeredir. Yıkılan camide çok sayıda Bizans dönemi mimari parçalar
kullanılmıtır.

KOYUN BABA
Kalecik İlçesine bağlı Koyunbaba Köyünde türbesi bulunan ve bu köye adı verilen Koyun
Baba hakkında vakıf kayıtlarında Kalecik ilçesinde “Koyun Baba Tekkesi” vakfı kaydı
bulunmaktadır.64 Hayatı ve kişiliği hakkında ulaşabildiğimiz kaynaklarda herhangi bir
bilgiye ulaşamadık. Koyun Baba ile ilgili olarak mahalli bazı menkıbeler anlatılmaktadır:
Köy sakinleri tarafından onarılan Koyun Baba Türbesi, önemli ziyaret yerlerindendir.

Koyun Baba Türbesi ve kabri (2005, A.E.)

72

Manevi Mimarlarıyla Ankara


FELEKEDDİN BEY (AHÎ ARAP - KESİKBAŞ)
Ankara’da yaşamış ahi büyüklerindendir. Halk arasında Kesikbaş Türbesi olarak bilinen bu
yapı, Samanpazarı Semti’nde Can Sokak üzerindedir. Türbe mimari bakımdan kendine özgü
bir yapıya sahip olup, Ankara’da bir benzeri yoktur. Günümüzde kitâbesi olmayan türbenin
mezarı sonradan yapılmış, mezar taşındaki mevcut Türkçe yazıların ilmi bir değeri olmayıp,
uydurmadır.
Kare planlı türbenin altında bir cenazeliğinin olduğu söylenmektedir. M. Galib bu türbe
hakkında:
“Tarihsizdir. Mermer levha Arslanhane civarında harap bir türbe içindedir. Halk arasında bu
türbeye “Kesikbaş Türbesi” adı verilmiştir. Felekeddin hakkında hiç bir tarihi kayıda
rastlanmamıştır. Ebadı 70x51 cm. sülüs yazısıyla yüzünde:

Kesikbaş Türbesi (1998, A.E.)

73

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin doğduğu Solfasol Köyü (2005, A.E.)

“İntakalet el-merhum el-mağfur es-said eş-şehid min dar’il-fena ila dar’il-beka Felekeddin
Bey.”
Günümüzde bulunmayan bu mezar kitâbesinin Türkçesi:
“Allahın rahmetine ulaşmış, yarlıganmış, ahirete hazırlanmış, şehid Felekeddin Bey bu
dünyadan Ahirete göçtü.”
M. Galib mezartaşının arka yüzündeki kitâbeyi de şöyle okumuştur:
“El mevtü sebil külli hay mesleke ve küllinnase fi elbağsü min” “Velev enna iza mitna turikna
le kane’l-mevtü rahate kulli hayyin.” “Vela kinna iza mitna baasna ve nus’elu ba’dehu an
kulli şey’in.”
Türkçesi:
“Öldükten sonra terkedilmiş ve unutulmuş kalsaydık, ölüm canlılar için gerekli istarahat
olurdu.”
“Biz öldükten sonra diriltiliriz ve sonra herşeyden hesaba çekiliriz.”
Türbenin mimari tarzına göre yapılış yılını on dördüncü asra tarihlendirmek uygun olacaktır.
Bazı kaynaklarda “Zeynel Abidin”e ait olduğu kayıtlı ise de Zeynel Abidin Türbesi,
Hamamönü Turan Mahallesi, Cevizaltı Sokak’tadır. Diğer bir görüşte “Hacı Arab”a ait
olabileceğidir ki, bu ihtimal dahilindedir. Çünkü Hacı Arab Mescidi buraya yakındır. 1900’lü
yıllarda burası Ahî Şerafeddin Türbesi’ne kadar kamilen mezarlık olduğunu kayıtlardan
öğreniyoruz. Türbenin kuzeyinde kitâbesiz bir mezar daha vardır.65
Kanaatimizce Felekeddin Bey, Ahî Şerafeddin ailesindendir.

74

Manevi Mimarlarıyla Ankara


HACI BAYRAM-I VELİ (NUMAN B. AHMED)
Ankara’da yetişen büyük bir sufi. Künyesi vakfiyelerde Mahmud b. Ahmed b. Numan olarak
zikredilir.66 Ankara şehir merkezine yakın Solfasıl (Zü’l-fazl) köyünde dünyaya gelir.
Doğum yılı rivayetlere göre 1340 veya 1350 dir.67 Solfasol mahallesinde bulunan doğduğu
ev günümüzde restore edilmiş ve ziyarete açıktır. Bazı kaynaklarda ise babasının lakabı
Koyunluca Ahmed’dir. Babasının çiftçilik ve hayvancılıkla uğraştığı tahmin edilir, Koyunluca
Ahmed’in mezarının yeri bilinmiyor. Annesinin ismi kaynaklarda zikredilmez. Annesinin
Hasköy Yeşilöz mahallesinde bulunan mezarının başındaki taşın üzerinde Arapça olarak
“ümm-i Hacı Bayram-ı Veli” (Hacı Bayram-ı Velînin annesi) cümlesi yazılıdır. Annesinin
mezarı 2004 yılında yapılan bir türbe ile korumaya alınmışdır.
Yazılı kaynaklarda soyu ve ailesi ile ilgili bilgi oldukça azdır. Ortak görüş soyunun Türk
olduğudur. Numan b. Ahmed (Hacı Bayram-ı Velî)’in Safiyuddin ve Abdal Murad isminde
iki kardeşi vardır. Kardeşi Abdal Murad “Hacı Murad-ı Veli” olarak da bilinmektedir.
Hacı Bayram-ı Veli’nin beşi erkek, üçü kız evladı olmuştur. Erkek evladları Ahmed Baba,
Baba Sultan, Edhem Baba, İbrahim Baba ve Ali Baba’dır. Kız evladlarından sadece
Hayrünnisa Hatun bilinmektedir. Hacı Bayram-ı Veli’nin nesli oğlu Şeyh Ahmed Baba’dan
ve kızı Hayrünnisa Hatun’dan devam etmiştir.
Şeyh Ahmed Baba, Ankara’da bulunan “Pir evi” denilen dergâhın şeyhliğini yapmıştır. Kızı
Hayrünnisa Hatun ise müridi

Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin Solfasol Köyünde bulunan doğduğu ev (2005, A.E.)
75

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Keçiören,
Ye şilöz Mahallesindeki
Hacı Bayram-ı Veli
Hazretlerinin annesi adına
yapılan türbe
(2005, A.E.)

Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin doğduğu evin ocaklık kısmı ve salonu (2005, A.E.)

olan Eşrefoğlu Abdullah Rumi ile evlenmiştir. Hacı Bayram-ı Veli’nin nesli günümüzde halen
devam etmektedir. Bu kutlu soydan mutasavvıflar, alimler, edibler ve şairler yetişmiştir.
Tarihi ve menkıbevi kaynaklarda çocukluk devresinden hiç bahsedilmez. Bayrami
kaynaklarında çoçukluğu ile ilgili şu rivayet vardır:
Yedi yaşına gelince Numan’da diğer çocuklardan farklı haller zuhur eder. Bu halleri Şeyh
Himmet Efendi bir şiirinin Türkçe anlamında şöyle anlatır:
“O anadan doğma yetişkin ve olgun kişi, yedi yaşındayken erip erişmişti derler. Annesi de
onun, daha karnındayken, kimi zaman Allah dediğini işitirdim. Karnımın içinde sanki yetişkin
bir insan görürdüm, derdi.”68
Ahmed b. Numan’ın çocukluk yıllarında Ankara ve civarı, Sultan Orhan Gazi’nin oğlu Gazi
Süleyman Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Sultan Orhan Gazi’nin 1360
yılında vefatı üzerine, Karamanoğlu ile Sivas hükümdarı Gıyaseddin Mehmed’in teşvikleri ile
Ankara ahi büyükleri, şehirdeki Osmanlı muhafızlarını kovmuşlar, daha sonra Sultan Murad
Hüdavendigar’a ahiler kendi isteği ile şehri 1361 de teslim etmişlerdir. Eyalet merkezi olan
Ankara, Osmanlı yönetiminde de önemli bir yer alır ve Anadolu Beylerbeyliği idari merkezi
olur.
Anadolu Selçukluları döneminde bir “melik” şehri olan Ankara güvenli kalesi, verimli
toprakları ile Oğuz boylarına yurt olmuş, şehir merkezi ve civar köylerde “fütüvvet”
teşkilatının bir kuruluşu olan “Ahî”ler söz sahibi olmuş, Ankara’da Ahî Çomak, Ahî Elvan,
Ahî Evran, Ahî Hüsam, Ahî Şerafeddin, Ahî Yakub, Ahî

76

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Murad, Ahî Doğan, Ahî Ören, Ahî Mesud gibi isimlerle anılan zaviyeler kurulmuştur.
Anadolu’daki Moğol istilasından etkilenmeyen şehir olan Ankara’da, ahi büyüklerinin
kurduğu medreseler çoğalmış ve eğitim üst seviyeye ulaşmıştır. Şehirde ise bu dönemde Kızıl
Bey, Ahî Yakub, Melike Hatun (Kara Medrese), Yeşil Ahî ve Saraç Sinan Medreseleri gibi
ünlü eğitim kurumları hizmetlerini sürdürmüştür.
Evliya Çelebi 1560 yılında Ankara’ya geldiğinde Er Sultan’ı Hacı Bayram-ı Velînin hocası
olarak zikreder ve türbesini ziyaret eder. Seyahatname’de: “Duâsı kabul olunan, kerâmet
nurlarının kaynağı, gizli yollara mazhar olan, hakiki sırların keşfedicisi, sağlam mü’min Şeyh
Hazreti Er Sultan: Mübârek isimleri Mahmud’dur. Bu zât, Ankara’da doğmuştur. Şeyh Hamid
Hazretlerinin şeyhlerindendir. Nice keşif ve kerâmetleri görülmüştür. Allah’a hamdolsun,
ziyâreti bana da nasib oldu. Rüyamıza girerek dünyada iken irşâdlarından faydalandırdılar.
Engürü (Ankara) içinde, Ağaçpazarı’nda küçük bir kubbede yatarlar. Türbesi herkes
tarafından ziyaret edilir.”
Numan b. Ahmed (Hacı Bayram-ı Velî) iyi bir öğrenim görmüş ve müderrisliğe kadar
yükselmiştir. O dönemdeki “müderris” ünvanı günümüzde “profesör” ile eşdeğerdedir. Prof.
M. Ali Aynî müderrisliği konusunda:
“Bayram’ın çocukluk zamanına ait şayan-ı zikir (söylemeğe değer) bir şey bulamadım. Fakat
onu hayat âlemine birinci defa

Hacı Bayram-ı Veli Camii ve Türbesi (1930, A. Yüksel)


Hacı Bayram-ı Veli Külliyesi, (C. Texier Lemaitre)

77

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hacı Bayram-ı Veli


Camii ve Türbesi
(1930, A. Yüksel Arşivi)

Hacı Bayram-ı Veli Türbesi (2005, A.E.)

müderris olarak karışmış görüyoruz. Şu kadar ki bu müderrisliğin o vakit büyük bir kıymeti
vardı” diyor.
Eğitimini kimlerden almıştır, hangi medreselerde okumuştur, bu konuda kaynaklarda bilgi
yoktur. Bilinen şu ki o dönemde Ankara’da bir çok alim yetişmiştir. Örnek verecek olursak:
Müfessir Hoca Cafer Efendi, Kadı Ahmet Çelebi, Şeyh İzzeddin, Kemal İsfahani, Meşhur
Halep kadısı Ziyaeddin Ahmed, Mevlana Necmeddin Berki, Kadı Mecdüddin Abdülhak, Ahî
Mamak ve Kadı Şemseddin.
Halk arasında Şeyh İzzeddin’in Numan b. Ahmed’in hocası olduğu kanaati yaygındır.
Kaynaklardaki bilgilere göre bu mümkün değildir. Çünkü Şeyh İzzeddin (k.s.) 1306 yılında
vefat etmiştir.
Numan b. Ahmed müderrislik hayatına Melike Hatun tarafından yaptırılan Melike Hatun
(Kara Medrese) Medresesi’nde başlar. Bu medrese günümüzde İtfaiye Meydanı’nda bulunan

78

Manevi Mimarlarıyla Ankara

tarihi Eyne Bey Hamamı yakınlarında bulunmaktaydı. Bu meydan “Sultan Meydanı”, “Abdil
Yeri”, “Hergelen Meydanı” olarak da anılıyordu. Melike Hatun Ankara’da bir medrese, bir
cami, bir çeşme yaptırmış, Eyne Bey Hamamı’nın ortağıdır. Kabri Eyne Bey Hamamı’nın
yanındadır.69
Kayseri’de irşad faaliyetlerini sürdüren Şeyh Hamidüddin Aksarayi (Somuncu Baba)
müderris Numan b. Ahmed’in ilmi şöhretinden haberdar olur. Şeyh Hamidüddin aslen
Türkistanlı olan bir ailedendir. Babası Şemseddin Musa ailesi ile birlikte Anadolu’ya gelir ve
Kayseri’ye yerleşir. Hamidüddin Aksarayi tahminen 1340 yılında Kayseri’de doğar. İlk
tahsilini ve tasavvuf neşvesini babasından alır. Daha sonra Kayseri ulemasından ilim tahsil
eder. Babasının vefatından sonra başka vilayetlere seyahatlerde bulunur. Şam’da bulunan
Bayezidiyye Dergâhı’na gider. Tayfuriyye ve Nakşibendiyye şeyhi Sadi Rumî’den manevi
eğitim alır. “Üveysiyyü’l-meşreb” olan Şeyh Hamidüddin, Bayazid Bistamî’nin
ruhaniyetinden terbiye edilir. Bazı kaynaklarda Erdebil’de bulunan Sadreddin Erdebili’ye
intisap ettiğini kaydederlerse de çelişkilidir. Bu dönemlerde Ankara civarında Halvetiye ve
Rufaiyye tasavvuf ekolleri yaygındır.
Bu bölgede bulunan Anadolu beyliklerinin hakimiyetini kırmak için Yıldırım Han, Ankara
civarına sık sık ordusu ile gelmektedir. Bu seferlerinde Ankara’da Numan b. Ahmed ile
tanışmış ve onu önemli bir görev olan “kapıcıbaşı”lığa getirmiştir.
Ankara, Kastamonu ve Sinop civarında hüküm süren Candaroğulları’na karşı bir sefer
düzenleyen Bayezid Han, bir ordu ile 1392 de Ankara’ya gelir ve bir ay kadar burada
ordusuyla konaklar. Yıldırım Han’ın yanında Bizans İmparatoru ile yapılan anlaşma gereği
oğlu İkinci Manuel Palaiologos da vardır. İkinci Manuel Ankara’da bir müderrisin evinde
misafir kalır ve kaldığı süre içinde anılarını yazar. Bu anılarında ev sahibi müderrisin din
bilgini olduğunu, dini konularda kendisi ile ilmi tartışmalar yaptığını, halkın

1920’li yıllarda
Hacı Bayram-ı Veli Türbesi
ve Oğüst Mabedi
(BELKO Arşivi)

Hacı Bayram-ı Veli Camii kuzeydoğu cephesinde bulunan hazire (1930, VGM Arşivi)

79

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hacı Bayram-ı Veli Türbesi kubbe içi kalem işleri (2005, A.E.)

ve yöneticilerin bu müderrisin görüşlerine saygı duyduklarını da şu övgülü sözlerle anlatır:


“Yargıçların ve bilgelerin her işi bu adamın ağzından çıkacak bir söze bağlıydı.” Manuel,
daha sonra bu müderrisin aniden Ankara’yı terk ettiğinden bahseder. Fuat Bayramoğlu,
İmparator İkinci Manuel’in bahsettiği müderrisin Hacı Bayram-ı Veli olabileceğini, Ankara’yı
aniden terk etmesini de Kayseri’de bulunan Şeyh Hamidüddin Aksarayi’nin yanına gittiğini
savunur.70
Numan b. Ahmed ile Şeyh Hamidüddin Aksarayî’nin ilk tanışması ile ilgili olarak iki görüş
hakimdir.
Birinci görüş:
Hamidüddin Aksarayî, Kayseri’de ikamet etmektedir. Halifesi Şeyh Şücaeddin Karamanî’yi
Ankara’ya gönderir ve müderris Numan b. Ahmed’i Kayseri’ye davet eder. Davete icabet
eden Numan b. Ahmed, Kayseri’ye gelir ve Hamidüddin Aksarayî ile tanışır. Aksarayî zahiri
ilim erbabı ile batıni ilim erbabının hallerini gösterir. Bu durumu gören Numan, “ilm-i ledün
ehli”ni seçer ve Hamidüddin Aksarayî’ye intisab eder. O gün Kurban Bayramı arefesi olduğu
için, şeyhi tarafından “Bayram” mahlası verilir. Bundan sonra Numan b. Ahmed “Bayram”
olarak bilinir ve anılır. Bu buluşmanın tarihi kesin belli değildir.71
İkinci görüş:
Yıldırım Bayezid Han Niğbolu Zaferi’nin bir nişanesi olarak, Bursa’da yaptırdığı Ulu
Camii’ni 1400 yılının Mart ayında, bir Cuma günü açılışını yapar. Cuma namazında hutbeyi
Emir Sultan’nın okuması gerekirken, o ana kadar herkesin “Ekmekci Baba” olarak tanıdığı
Hamidüddin Aksarayî’yi, hutbeyi okuması için Emir Sultan davet eder. Bunun üzerine
Somuncu Baba:
-“Ne ettin, beni sonunda açığa vurdun Emîrim” diye sitem eder.
Ekmekçi Dede, vaazında, Fatiha sûresine o zamana değin kimsenin bilmediği yedi türlü
anlam verir. Herkes hayran kalır. Zamanın büyük bilgini Molla Fenarî hutbeyi heyecanla
dinler ve:

80

Manevi Mimarlarıyla Ankara

-“İlk verdiği anlam bizim bildiğimiz, ikinci anlam kimi bildiğimiz, kimi de bilmediğimiz
anlamdı; ondan sonrakiler ise hiç bilip anlıyabildiğimiz şeyler değil.” buyurur.
O günden sonra “şöhret afettir” düsturu üzerine Somuncu Baba, Bursa’dan ayrılır.
Bayramiyye’nin önde gelen şeyhlerinden Pir Aliyy-i Aksarayî’nin muhiblerinden olan
Abdurrahman el-Askeri “Mir’a-tü’l-ışk” isimli eserinde:
Sultan Hacı Bayram, Yıldırım Bayezid Han’ın “kapıcıbaşı”sı ve esas ismi de Numan’dır.
Timur Han Anadolu’ya gelir, Yıldırım Han’la savaşır, onu mağlup eder ve habseder. Yıldırım
Han’ın ordusu dağılır. Bu olaylar üzerine Sultan Şeyh Hamidüddin el-Aksarayî Bursa’dan
göçer, Adana vilayetinde Ceyhun suyunun kenarında, Sis Kalesi’nin yanında bir köye gider.
Bu köyde Nebi Sufi diye bilinen bir alemdarın evine misafir olur. Sultan Hacı Bayram ile
Sultan Şeyh Hamid daha önceden tanışırlarmış. Hacı Bayram Şeyh Hamid’in Bursa’da
bulunan evine ziyaretine gider ama bulamaz. Şeyh Hamid Sultan’ın nerede olduğunu sorar ve
“azm-i diyar-ı Arab” (Arap diyarına gittiğini) ettiğini öğrenir. Sultan Hacı Bayram kıyafet
değiştirip, “bezirganım” diyerek adamları ile birlikte Bursa’dan ayrılır ve yola düşer. Geçtiği
şehirlerde Şeyh Hamid Sultan’ı sora sora, Adana’ya kadar gelir. Burada tanıdığı birisinden
Sultan Şeyh Hamid’in kaldığı yeri öğrenir. Hizmetkarları ile birlikte köye varır ve köylülere
Nebi Sufi’nin evini sorar. Köylüler:

-“Ne eyleyeceksin onunla” derler.


-“Ona misafir olacağım” der. Köylüler ise:
-“O fakir bir kimsedir, evinde huzur bulamazsın, burada kal” dedilerse de Sultan Hacı Bayram
iltifatlara itibar etmez ve Nebi Sufi’nin evine gider. Şeyh Hamid, Sultan ile görüşür. Hal hatır

Hacı Bayram Camii zemin


katında bulunan
çilehane odaları
(2005, Ali Kılcı Arşivi)

Ankara Etnografya Müzesi’nde bulunan Hacı Bayram-ı Veli Türbesi ahşap iç ve dış kapısı
(2005, A.E.)
81

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hacı Bayram-ı Veli Camii ve Türbesi’nin gravürü (A. Yüksel Arşivi)


Hacı Bayram-ı Veli Külliyesi, 1920’li yıllar (BELKO Arşivi)
Hacı Bayram-ı Veli Türbesi içi (1998, A.E.)

sorulduktan sonra Şeyh Hamid ile Sultan Hacı Bayram arasında şu konuşma geçer:
- “Buraya gelme sebebiniz nedir? Bursa’da durum nasıl?”
- “Yıldırım Han vefat etti, sultanımıza malumdur.”
- “O zaman bizden muradın nedir?”
- “Sultanıma (size) hizmet etmeye geldim.”
- “Siz bizim yanımıza sığmazsınız. Şayet geri dönmek isterseniz himmet edelim.”
- “Muradım sizsiniz, başka da muradım yoktur.”
“Muradım sensin ey dilir seni eyler gönül ezber
Seni bulan dahi n’eyler cihanda ağ u karayı”
- “Sen bu kadar süslü elbiselerinle bu fetret döneminde
bizimle halin nice olur, buna tedarik gerekir.”
- “Emir senindir, rıza senindir.”
- “Bu yiğitler neyindir?”
- “Bazıları kulumdur, bazıları da nökerimdir.”
- “Adana’ya git, bunların ihtiyaçlarını tedarik et ve geri gönder. Sonra da derviş elbisesi
giyerek buraya geri dön.” Sultan Hacı Bayram emir üzerine Adana’ya gider, kullarını azad
eder, nökerlerinin belgelerini verir, onlarla helalleşir. Üzerindeki elbiseleri satar, “türkane”
elbiseler alır, yaya olarak akşamdan önce Şeyh Hamid Sultan’ın bulunduğu köye döner. Şeyh
Hamid:
- “Adını tebdil edelim.”
- “Rıza sizindir” diye cevap verir Sultan Hacı Bayram. Meğer Kurban Bayramı’na iki
üç gün kalmış. Onun için Hac Bayramı da yakın olduğu için “Hacı Bayram” ismini koyarlar.
O zamandan beri de bu isimle meşhurdur. Adana’dan Şam’a Sultan Şeyh Hamid, Sultan Hacı
Bayram ile beraber gider. Şam’da kalmayıp Hicaz’a giderler. Timur Han Şam’a geldiği
zaman, onlar Kabe’de olurlar. Timur Han Şam’da fazla kalmaz. Timur Han: “Kutb bu
şehirdedir, belki de Kabe’dedir. Kutb’un olduğu vilayet alınmaz, bize çok hürmet etdiler”
diyerek Şam’dan ayrılır. Sultan Şeyh Hamid, hac vazifesini tamamlayınca Adana’ya gelirler,
Nebi Sufi’yi de yanına alarak Aksaray’a dönerler. Sultan Hacı Bayram bir yıl Sultan Şeyh
Hamid ile birlikte Aksaray’da kalır. Bir yıl sonra Hacı Bayram’a izin verir ve Ankara’ya
gönderir. Hacı Bayram:
- “Sultanım, ne işle uğraşayım, sanat bilmem” deyince:
- “Ekin ek.”
- “Ne ekelim?”
- “Burçak ek” buyururlar. Hacı Bayram Ankara’ya varır, burçak ekerler. O tohumu
şimdi dahi ekerler.”72
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri bu görüşe göre 1406 yıllarında Ankara’ya döner. Diğer görüşe
göre Şeyhi Hamidüddin Aksarayî hazretlerinin 1412 yılında vefatına kadar yanında kalır.
Mevlevî Şeyhi Seyyid Sahih Ahmed Dede “Mecmuatü’t-Tevarihi’l-Mevleviyye” isimli
eserinde, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin 1349 yılında doğduğunu, yirmidört yaşında Hacca
gittiğini, otuz yaşında da müderris olduğunu kaydeder.

82

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hamidüddin Aksarayî, Bursa’ya hangi yıllarda gelmiştir, bilinmez. Bursa’ya yerleşip,


fırıncılık yapar. Pişirdiği ekmekleri Bursa sokaklarında satar. Herkes onu “Ekmekçi Baba”
olarak tanır, Bursa Ulu Camii’nin açılış törenine kadar. Camiin açılışında okuduğu hutbe ile
sırrı ifşa olur ve Bursa’yı terkeder. Zamanın büyük alimi Molla Fenarî ve Hacı Bayram-ı Velî
müridi olur. Daha sonra Aksaray’a yerleşir ve 1412 yılında vefat eder. Oğlu Yusuf Hakikînin
manevî eğitimini de Hacı Bayram-ı Velîye emanet eder. Kutlu kabirleri ve çilehanesi
Aksaray’dadır.
Yıldırım Bayezid Han’ın Ankara Savaşı yenilgisi ile Anadolu’da bulunan beylikler, yeniden
istiklallerini ilan etmişler, Osmanlı şehzadeleri de iç çekişmelere başlamışlar, Anadolu birliği
tamamen dağılmıştır. Amasya’da bulunan Şehzade Mehmed, Ankara civarında hükümran
olan kardeşi Süleyman Çelebi’yi 1410 yılında, Musa Çelebi’yide 1413 yılında tasfiye ederek,
tek başına Osmanlı tahtına geçer. Beyliklerle uzun mücadeleler yaparak, Anadolu birliğini
yeniden temin eder. Gerek yönetimde, gerekse halk arasında artış gösteren ahlâkî bozulmaya
ve anarşiye karşı mücadele verir.
Ankara’ya gelip yerleşen Hacı Bayram-ı Velî, şeyhinin emri üzerine ziraatle uğraşır. Ankara
hem ticaret, hem zenaat, hem de ziraat şehridir. Köylerde hayvancılık ve ziraat yapılır, şehir
merkezinde ise esnafın kurduğu atelyelerde zenaat icra edilir. Kısacası o döneminde Ankara,
iktisadi yönden gelişen bir şehirdir. Çelebi Sultan Mehmed, 1415 yılında Karamanoğlu
üzerine yaptığı bir seferde, Ankara’da hastalanır ve bir müddet istirahat eder. Kaynaklarda
Hacı Bayram-ı Velî ile görüştüğüne dair bir kayıt yoktur. Yalnız Sultanı tedavi için gelen
“Şeyhü’ş-şuara” şöhreti ile tanınan şair ve hekim Mevlana Sinan’ın, Hacı Bayram-ı Velîye
intisap ettiğini ve “Şeyhi” mahlasını aldığını kaynaklardan öğreniyoruz.
Çelebi Sultan Mehmed’in 26 Mayıs 1421’de vefatı üzerine tahta, oğlu İkinci Murad geçer.
Ankara halen Eyalet merkezidir. Sultan İkinci Murad “Şeyh Bedreddin İsyanı”nın Anadolu’da
meydana getirdiği sosyal yarayı bildiği için, her türlü hareketi yakından izlemeye alır.
Ankara’da Hacı Bayram-ı Velînin yaktığı aşk ocağına, Anadolu’nun her tarafından dervişler
ve alimler gelmeye başlar.
Halvetiye ve Nakşibendiyye tasavvuf ekolleri usüllerinin kaynaşmasından meydana gelen
“Bayramiyye” tasavvuf ekolünü kuran Hacı Bayram-ı Velî dergâhını, Ankara’da bulunan
Oğüst Mabedi’nin yanına inşâ eder. Dergâhında gönül dertlilerine şifa sunmaya devam eder.
Oğüst Mabedi’nin içine yaptığı Ak Medrese’de de ilim taliplerine eğitim yaptırır.
Roma dönemine ait Augustus Tapınağı’nın yanına, Hacı Bayram-ı Velî tarafından ilk şekliyle
yapılan cami, farklı tarihlerde yapılan onarımlarla orjinalliğini kaybetmiştir. Konunun

Bursa, Yıldırım Bayezid Türbesi içi (D. Ossamen)


Konya,
Sadreddin Konevi Türbesi
(2005, A.E.)

83

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Aksaray,
Somuncu Baba Kabri
(2005, A.E.)
Aksaray,
Somuncu Baba Mescidi
(2005, A.E.)

uzmanları caminin yapımını, 1425 veya 1427 yıllarına tarihlen-dirirler. İlk yapıdan zemin
altında bulunan dört adet “çilehane” veya “halvethane”ler kalmıştır.
Şeyh Hamidüddin hazretlerinin büyük oğlu İzzeddin Yusuf Hakiki ve dergâh arkadaşı İnce
Bedreddin de Hacı Bayram-ı Velî ile birlikte Ankara’ya gelmişlerdir.
Anadolu’dan akın akın gelen Hacı Bayram-ı Velî muhibleri, Sultan’ın dikkatini çeker. Sultan
İkinci Murad Ankara’ya bir elçi göndererek, Hacı Bayram-ı Velîyi Edirne’ye davet eder.
Davete icabet ederek, öğrencisi Ak Şemseddin ile birlikte, Bursa, Balıkesir ve Gelibolu
üzerinden Edirne’ye gider. Bu yolculuk esnasında Balıkesirli Şeyh Lütfullah Efendi,
Yazıcıoğlu Mehmed Efendi ve kardeşi Ahmed Bîcan Efendi, Hacı Bayram-ı Velîye intisab
eder.
Hacı Bayram-ı Veli, Sultan İkinci Murad Han tarafından özel bir merasimle karşılanır. Sultan
ile özel sohbetler yapar, Edirne Eski Cami’de vaaz ve nasihatlerde bulunur. Hazretin vaaz
verdiği kürsü halen camide bulunmaktadır. Tarihini bilmediğimiz bir tarihde Hacı Bayram-ı
Velî tekrar Edirne’ye gelir. Ankara’da irşâd faaliyetlerine devam eden Hacı Bayram-ı Velîye;
Ak Şemseddin, Yazıcıoğlu Muhammed Efendi, Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan Efendi, Şeyh
Selahaddin, Mevlanâ Sinan, Molla Zeyrek ve damadı Eşrefoğlu Rumî gibi devrin alimleri ve
edipler, bakırcı ustası Baba Nahhasi Ankaravî, tüccar Akbıyık Meczub Sultan, Bıçakcı ustası
Ömer Dede gibi meslek erbabı, Şeyhi Hamidüddin Aksarayi’nin oğlu Yusuf Hakikî,
Balıkesirli Lütfullah Efendi, dergâh arkadaşı İnce Bedreddin, Kızılca Bedreddin, şair Şirazlı
Elvan Çelebi, dergâh arkadaşı Kemal Ümmî, Ankara eşrafından Abdülkadir İsfahanî,
Karamanlı Muslihiddin Halife ve Hacı Bayram-ı Velînin oğlu Ahmed Baba onun irşadı ile
birer maneviyat eri olurlar.
İstanbul fethinin manevî mimarı olacak olan Ak Şemseddin, Hacı Bayram-ı Velînin velayet
kanadı altında yetişir. Sultan İkinci Murad Han ile Hacı Bayram-ı Velî arasındaki gönül bağı
devlet yönetimini de iyi yönde etkiler. 1429 da Emir Sultan hazretleri vefat eder. Hacı
Bayram-ı Velî, Emir Sultan’ın vasiyeti üzerine Bursa’ya gider ve cenaze namazını kıldırır.
Buradan Edirne’ye geçer. Sultan Murad Han, İstanbul fethi ile ilgili görüşünü sorar hazrete.
Hacı Bayram-ı Velîde fethin oğlu Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yapılacağı işaretini
verir. “Şeyhü’r Rum”, “Ahî Sultan”, “Hacı Paşa” gibi ünvanlarla da anılan Hacı Bayram-ı
Velî 1430 yılında Ankara’da vefat etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Ankara Savaşı ile kaybettiği hakimiyetin yeniden sağlanması için
manevi bir mimar olmuş, savaşlar dolayısıyla işlenmeyen verimli toprakları çiftçilik yaparak
tarıma açmış, Türklere has bir gelenek olan ve unutulmaya yüz tutan “imece” usulünü
yeniden ihya etmiştir.
“Manevi eğitim alanların ve gönül ehlinin önde gideni, evliyâ ve âriflerin reisi, hak ve yakin
yollarına delâlet eden ve Allah’a

84

Manevi Mimarlarıyla Ankara

vâsıl olanların sırlarına vâkıf (bilen), âlemlerin beğendiği, bütün halkın mürşidi (manevi
tebiyecisi) Mahmud oğlu Ahmed oğlu Şeyh Hacı Bayram (Allah onlara afv ile muamele
buyursun)”. Bu cümleler Seyyid Abdülkadir İsfahani b. Seyyid Yusuf İsfahani (k.s.)’nin 1428
tarihli vakfiye suretinden alınmıştır.
Özellikle şii ve harici dini akımların Anadolu Türkmen aşiretleri üzerinde nüfuz sağlamak
için kullandıkları “ehl-i beyt” sevgisini, “evliya” muhabbetini dünyevi çıkarlar için
kullanmamış, bu iki manevi hasleti “sunni” akideye uygun olarak devletin bekası ve halkın
huzuru için esas kabul etmiştir.
Kurduğu Ak Medresede yaptığı eğitimle cehalet ve hurafe ile mücadele etmiş, yaptığı
sohbetlerle gönülleri yıkıcı fikri düşünce ve akımlara karşı korumuş, açtığı zaviye ile de
fakirleri doyurmuştur. Türkçe söylediği şiirlerle insanlara mistik çoşkuyu aşılamıştır.
Muhabbet ve cezbe yolu olan Bayramilik, Nakşibendiyye ve Halvetiyye esasları üzerine
kurulmuş, Kur’ân ve sünnete kavi şekilde bağlı bir tasavvuf ekolüdür. Gizli zikri benimsemiş,
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali (r.a.)’ye ulaşan iki ayrı silsilesi vardır. Hacı Bayram-ı Velî
sağlığında hilafeti Hz. Ebu Bekir (r.a.) soyundan gelen halifesi Ak Şemseddin’e bırakmıştır.
Bilmek, bulmak, olmak esasına dayalı tevhid akidesiyle tefekkürü esas almıştır. Bayramiyye
daha sonra üç ana kola ayrılarak devam etmiştir.
Bunlar:
Şemsiyye-i Bayramiyye’nin kol başı Ak Şemseddin’dir. Şubeleri ise Tennuriye, Himmetiyye
ve İseviyye’dir.
Melamiyye-i Bayramiyye, kol başı Bıçakçı Ömer Sikkinî’dir.
Celvetiyye, kol başı Aziz Mahmud Hüdaî’dir.73
Hacı Bayram-ı Veli’nin müstakil bir eseri yoktur. Onun eserleri irşad yoluyla yetiştirdiği
manevi gönül fatihleridir. Asırlardır dillerde söylenen ve gönülleri fetheden bize intikal etmiş
şiirlerini hece ve aruz vezni ile yazmıştır.
Bilinen şiirlerinden bazı örnekler:
İLAHİ ZİKİR
Kendüde buldu kendüde buldı Matlabını hoş buldu bu gönlüm Sevâd-ı azam sevâd-ı azam
Belki olupdur arş-ı muazzam Mesken-i cânân mesken-i cânân Olsa aceb mi şimdi bu gönlüm
Seyr billahdur seyr billahdur Lî ma’allahdur lî ma’allahdur Ayinesinde ayinesinde Gerd-i
sivâyi buldu bu gönlüm
Noldu bu gönlüm noldu bu gönlüm Derd ü gam ile doldu bu gönlüm Yandı bu gönlüm yandı
bu gönlüm Yanmada derman buldu bu gönlüm Yan ey gönül yan yan ey gönül yan Yanmadan
oldu derdüne derman Pervâne gibi pervâne gibi Şem’ine aşkun yandı bu gönlüm Gerçi ki
yandı gerçeğe yandı Rengine aşkun cümle boyandı

Hacı Bayram Camii ve civarı (2005, A.E.)

85

86

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Manevi Mimarlarıyla Ankara

87

Manevi Mimarlarıyla Ankara

BİLMEK İSTERSEN
SENİ
Bilmek istersen sen seni Can içre ara canı Geç canından bul anı Sen seni bil sen seni Kim
bildi efâlini Ol bildi sıfatım Anda gördü zâtını Sen seni bil sen seni Görünen sıfâtındur Anı
gören zâtındur Gayrı ne hâcetindür Sen seni bil sen seni Kim ki hayrete vardı Nura müstağrak
oldı Tevhîd-i zâtı buldı Sen seni bil sen seni Bayram özini bildi Bileni anda buldı Bulan ol
kendü oldı Sen seni bil sen seni

İLAHİ SAVT
Hiç kimse çekebilmem pekdür felegün yayı Derdine gönül virme bir gün götürür vayı Oynayu
gelür aldar çünki eli çâbükdür Bir buncılayın fitne kande bulur arayı Bir fâni vefâsuzdur
kavline inanma hiç Gah bayı ider yohsul gah yohsul ider bayı Çün yüzini döndürdi bir lahza
karâr itmez Nice seri pay ider döner ser ider payı Vâhiddür o vahdetde kesretde kanı tefrik
Hızr irmedi bu sırra bildürmedi Müsâyı Hayran kamu âlimler bu ma’ninün altında Kaf’dan
Kafa hükm ider bilmez bu muammayı Miskin Hacı Bayram sen dünyâya gönül virme Bir ulu
imâretdür alma başa sevdayı
GAZEL
Benüm maksûdum âlemde degüldür lâkin illâ Hû Bu benüm derdüme derman degüldür lâkin
illâ Hû Degüldür huri vü gılman ne Cennet köşki ne Rıdvân Bu benüm gönlüme sultan
degüldür lâkin illâ Hû Anun nakşı hayâlinden cihan bir zerre olmışdur Nazar itsen o zerreden
görinmez lâkin illâ Hû A Bayrami eğer idrâk idersen sen bu âlemde Bu sırrun sırrına kimse
irişmez lâkin illâ Hû
İLAHİ TAKSİM
Çalabum bir şar yaratmış iki cihan arasında Bakıcak dîdar görinür ol şarun kenaresinde
Nâgehân ol sara vardum ol şarı yapılur gördüm Ben dahi bile yapıldum taş u toprak arasında
Şâgirdleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlar Çalabun ismin anarlar ol taşun her pâresinde Ol
şardan oklar atılur gelir cigere batılur Arifler sözi satılur ol şarun bâzâresinde Ol şar didügüm
gönüldür ne âlimdür ne câhildür Aşıklar kanı sebildür ol şarun kanaresinde Bu sözi ârifler
anlar câhiller bilmeyüp tanlar Hacı Bayram kendü banlar ol şarun Menâresinde
Ak Şemseddin Hacı Bayram’a talebe olunca aldığı manevi lezzeti şu dizelerle dile getirir:
Bu aşkı ben bilmez idim Bu bir aceb sevda imiş Bir zerresi ay ve güneş Bir katresi derya imiş

88

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hacı Bayram’a olan ihlas ve muhabbetini de:


Sensin Allah’ın velisi Enbiyanın sevgilisi Evliyaların ulusu Pirim Hacı Bayram Sultan
Şeyh Hamidüddin Aksarayi’nin oğlu İzeddin Yusuf Hakiki’de babasının halifesi Hacı
Bayram-ı Veli’ye olan muhabbetini, bağlılığını şöyle anlatır:
Hacı Bayram kandedür? Kim seveserse andadur Muhabbeti candadur Sultan Hacı Bayram’ın
“Muhammediye” isimli eserin yazarı Yazıcıoğlu Muhammed Hac ı Ba yram-ı Veli
Türbesinin
Anka ra Etnoğr afya Müzesinde
Efendi de Hacı Bayram-ı Veli’nin manevi makamını anlatır: bulunan kapısından
detaylar
Veli dersen velilerin velisi, (2006, A.E.)
Kutb-ul’aktab evliyalar ulusu, Cümle fukarasın besler ulusun Sordum Hacı Bayram Veli
kandedür?
Şeyhoğlu Edhem Baba’da mürşidin sunduğu “ab-ı hayat” suyunu içtiğini anlatır:

Ol doludan kim içti, Deryalar olup taştı; Kamu Hakk’a ulaştı, Sırrı Hacı Bayram’ın.
Kemal Ümmi’de Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin Anadolu’nun manevi kutbu olduğunu
bildirir:
Yüzün gören serverimin, Mürşid-i kamil Pirimin, Şimdi kutbudur Rum’un, Tiz gel Hacı
Bayram’a sen.
Bayrami Melami Şeyh Gazanfer Dede’de muhabbet meydanını anlatırken:

Erenler meydanında Top eylemiş başını Kudret çevğanı tutar Eli Hacı Bayram’ın
Bayrami şeyhi Mehmed Şafii de Bayrami dervişlerini anlatırken:
Mecnun olur giryan olur Behlül olur uryan olur Derya olur umman olur Aşıkları Bayraminin
89

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919 günü Hacı Bayram Veli Türbesi ziyareti (A.
Müderrisoğlu)

Vakanüvis Ahmed Efendi de Hacı Bayram-ı Veli’nin ruhaniye-tinin Anadolu üzerinde


olduğunu:
Şark u garbe nuru olmuş münceli Hissemend-i feyzidir Anadolu
dizeleriyle anlatır. Aşıklarının, muhiblerinin söyledikleri oldukça fazla, ayrı bir eser olacak
durumdadır.74
Mürşid-i kamillerin en büyük eseri yetiştirdiği kemalat sahibi kamil insanlardır. Ankara için,
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin manevi şemsiyesi tartışılmaz bir nimettir.
1919’da Anadolu’da başlayan istiklal mücadelesi ve mücadelenin kadrosu Ankara’yı
kendilerine karargah seçmiş ve Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin ruhâniyetinden yardım talep
etmişlerdir.
M. Kemal Atatürk, 27 Aralık 1919 Cumartesi günü Ankara’ya ilk gelişinde Kızıl Yokuş’tan
doğruca Hacı Bayram-ı Veli Türbesine gelir ve ziyaret ederek, bir Fatiha okuyup, onun
manevî ruhundan yardım diler. Daha sonra topluca dua yapılır.
Millî mücadele yıllarında da her Bayram namazını Hacı Bayram Camii’nde kılar, hatta bir
bayram namazını da bir askerin kaputu üzerinde kılar.
Eski Milli Eğitim Bakanlarından Atıf Benderlioğlu:
“Mustafa Kemal Paşa daha Ankara’ya ayak bastığı gün, ilk ziyaretgâhı Ankara’nın manevî
lideri Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri olmuş ve alnını secdeye koymuştur.” der.
R. Cevat Ulunay ise bir makalesinde şu ifadeleri kullanır:
“Anadolu’nun, İslâm âleminin dört etrafından, ziyaretçiler, bu kutuplar kutbu Zat-ı Şerifi
ziyaret için, fevç fevç gelirler, onun ruhaniyetinden istim-dad ederler...
Hatta Büyük Halâskâr Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın büyük taarruzun gecesi Hacı Bayram-ı
Veli’nin, parmaklıklarına sarılarak, sabaha kadar tazarrû ve niyaz eylediğini, sözüne itimad
edilir bir zattan dinlemiştim.”
23 Nisan 1920 Cuma günü öğleye doğru Mustafa Kemal Paşa, milletvekilleri, subaylar,
memurlar ve Ankaralılar, Hacı Bayram Camii önünde toplanırlar. Cuma namazını kıldıktan
sonra, Sancağı Şerif önde onun arkasında Kur’ân-ı Kerim ve Sakalı Şerifin bulunduğu rahleyi
taşıyan Sinop Milletvekili Hoca Abdullah Efendi’nin iki yanında da bir manga asker,
cemaatte topluca tekbir getirerek Büyük Millet Meclisi binasına kadar gelirler.75
1831 yılında vefat eden Kadiri şeyhi Müştak Baba Ankara’ya gelir ve Hacı Bayram-ı Veli
Türbesini ziyaret eder ve Ankara’nın başkent olacağını yüzyıl öncesinden yazdığı şu şiirle
bildirir:
Me’va-yı nazenine kim elf olursa efser La-büdd olur o me’va İslâmbol ile bol hemser Nun
ve’l-Kalem başından alınsa nun-ı Yünus Oldukda harf-i diğer olur bu rumz izhar Miftah-ı
sure-i Kaf ser-hadd-i Kaf-ı ta kaf

90

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Manzam olnmak ister ra-yı resul-i peyamber Ha-yı hevayla ahir maksüd oldu zahir Beyt-i
veliyyü’l-ekremü’l-hac id-i ekber Ey padişah-ı fiham Sulan Haci Bayram Rühani ister ikram
Müştak-ı abd-i çaker
Bu şiirde ebced hesabı ile Cumhuriyetin ilanı tarihine ve Ankara’nın başkent olacağına işaret
eder.76
YAZICI SELAHADDİN
Bazı kaynaklarda Ankaralı olduğu kayıtlıdır. Hayatı hakkında bilgiler azdır. E. J. Gıbb,
“Osmanlı Şiir Tarihi” isimli eserinde, Yazıcı Selahaddin ve iki oğlu Mehmed ve Ahmed’den
“Yazıcı ve Oğulları” başlığı adı altında ayrı bir bölüm ayırarak, Ankaralı olduklarından
bahseder.
Katip Çelebi ve Bağdatlı İsmail Paşa, Yazıcı Selahaddin’in adının Salih olduğunu bildirir.
Evliya Çelebi’de Seyahatname’de:
“Şeyh Katip Salahuddin: Yıldız ilminde sanki Fisagor idi” ifadesini kullanır ve mezarınında
Ankara’da bulunduğunu yazar. Ancak yeri hakkında herhangi bir bilgi vermez. Dolayısıyla
diğer kaynaklarda da bilgi bulunmadığından, mezarının yeri bilinmemektedir.
Dr. Amil Çelebioğlu, Yazıcı’nın asıl adının Salahaddin olduğunu, 1408 yılında astronomi ilmi
ile ilgili yazdığı “Şemsiy-ye” isimli eseri, İskender b. Hacı Paşa’ya ithaf ettiğini belirtir.
Şemsiyye’nin bir çok yazma nüshaları olduğunu, Roma’da Vatikan Kütüphanesi’nde bulunan
bir nüshanın 1599 yılında kopya edildiğini ve üzerinde “sahibi et-telif Yazıcı Selahaddin”
ibaresinin bulunduğunu Fuat Bayramoğlu yazar.
Taşköprüzâde ise kısaca şu bilgileri verir: Hacı Bayram Velînin müridi olmuş ve onun
irşâdıyla manevî olgunluğu kazanmıştır. Ne zaman vefat ettiğini tesbit edemedik.
Türk tasavvuf ve edebiyat tarihimizde “Yazıcızadeler” olarak bilinen Yazıcızade Muhammed
Efendi ve Ahmedi Bican’ın babasıdır.77
ABDÜLKADİR B. YUSUF İSFAHANÎ
Hacı Bayram-ı Veli’nin irşadı ile şereflenen mutasavvıflardan olduğu kaynaklarda zikredilir.
Babasını adı Yusuf İsfahani’dir. “İsfahani” olarak anılması, mensup olduğu ailenin İran’ın
İsfahan bölgesinden Ankara’ya geldiğine delalet eder. İsfahani ailesinin Ankara’ya hangi
tarihlerde geldiğini bilmiyoruz. Günümüzde İsfahani ailesi evlatlarının elinde bulunan 1428
tarihli vakfiye suretinde, ilk defa Hacı Bayram-ı Veli’nin künyesi tam olarak yazılmıştır. Bu
itibarla bu belge oldukça önemlidir.
91

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Abdülkadir İsfahani vakfi yesi sureti (Aşçıoğlu Ailesi)


Abdülkadir İsfahani Mescidi (2005, A.E.)

Hacı Bayram-ı Veli’nin künyesi vakfiyede şöyledir:


“Kutbu evliya-i ve’l-arifin, el-hadi ila tarik’il-hakki ve’l-yakin, ve’l-vakfı esrar’il-vasilin,
mergub’ul-alemin, mürşid’il-halaik’il-ecmain, eş-şeyh Hacı Bayram ibni Ahmed bin Mahmud
afianhü-mülvedüd.”
Vakfiyede ayrıca “fahr’ül-meşayih’il-izam ve’l-eşraf’il-makam eş-şeyh Ahmed Kemal ibni
Mahmud el-İsfahani kuddise sırruhu

92

Manevi Mimarlarıyla Ankara

ali afi anhüm” künyeli Mahmud İsfahani oğlu Ahmed Kemal’den bahsedilmektedir.
Vakfiyenin yazıldığı esnada hazır bulunan şahsiyetler de şunlardır: İmam ve müderris
Mevlana Hacı Hızır ibni Fahruddin, imam Mevlâna Yakup bin Musa, Mevlâna Ebubekir ibni
Şemsüd-din, Ahmet Bey ibni Süleyman Bey, Celâl Bey ibni Abdullah Bey, Kahraman Bey
ibni Hüseyin Bey, Bayazir Bey ibni Cebbar Bey, Musa Hoca ibni Hoca, Abdurrahman Hoca
ibni Yusuf Hoca, Abüllatif Hoca ibni İbrahim Hoca, Fahruddin Hoca ibni Mustafa Hoca,
Süleyman Hoca ibni Beypazarlı Ahmet Hoca, Salih Şerif Hoca ibni Kemalüddin Hoca.
“Seyyid’il-esyad fahr’ül-meşayih’il-izam el-hac Abdülkadir İsfahani ibni Seyyid Yusuf
İsfahani” künyesi ile zikredilen Yusuf İsfahani oğlu Abdülkadir İsfahani, Ankara’da buğünkü
Bendderesi semtinde bir mescid, Çankaya-Bursal Köyünde çeşme ve su yolları yaptırmış, bu
hayratının devamı içinde Samanpazarı semtinde altı adet dükkan vakfetmiştir.78
Vakıf kayıtlarında ayrıca “İsfahani Zaviyesi Vakfı” ve “Ali b. Ali İsfahani Vakfı” vardır.
Ankara’da önemli bir aile olan İsfahaniler hakkında yapılacak ilmi araştırmalar tarih ve kültür
hayatımıza yeni bilgiler kazandıracaktır.79
Abdülkadir b. Yusuf İsfahani’nin doğum ve ölüm tarihleri ile mezarının nerede olduğuna dair
kaynaklarda bir bilgiye rastlayamadık.

1920’li yıllarda Bent Deresi ve Abdülkadir İsfahani Mescidi (BELKO )

BABA NAHHAS ANKARAVÎ (BEDREDDİN EFENDİ)


Hacı Bayram-ı Veli’nin halifelerindendir. Sicilli Osmani’de isminin Bedreddin ve Bayrami
tarikatine mensup olduğu kayıtlıdır. “Baba Nahhasi” olarak da bilinen Bedreddin Efendi bir
bakırcı ustasıdır.
Şeyh Baba Nahhas hakkında Şakayık’da övgü ile bahsedilir:
“Şeyh Baba Nahhasi-i Ankaravî, Hacı Bayram-ı Velînin irşat kılavuzluğunun yardımıyla
tasavvufun gizli sırlarına vakıf olup bu yolun sonuna ulaşmıştır. Vücudunun bakırını Hacı
Bayram-ı Velînin irşat cevheriyle saf altın yapıp mutluluk kimyasını kazanmıştır. Allah aziz
sırrını kutlu ve mutlu eylesin.”
Bedreddin Efendi (Baba Nahhasi-i Ankaravî) “Baba Demur” lakabı ile de anılmaktadır. Fatih
Sultan Mehmed Han’ın saltanatının ilk yıllarında vefat etmiştir. 1907 yılı Ankara Vilayeti
Sâlnâmesi’nde Baba Nahhas’ın mezarının Kalecik ilçe merkezinde olduğu zikredilir.80
Günümüzde mezarı bilinmemektedir.
93

Manevi Mimarlarıyla Ankara


KAZANCI BABA

Kalecik ilçe merkezinde türbesi bulunan manevi erlerdendir. Halk arasında “Kazancı Baba”
olarak bilinir. Hayatı ve kişiliği hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
Halk arasında Kazancı Baba’nın, Fatih Sultan Mehmed’in Tüfekçibaşısı ve Rufai şeyhi
olduğu söylenir.
Evliya Çelebi “Seyahatnamesi”nde “Kazancı Baba Sultan ziyareti: Kalenin ancak bir sarp
yolu vardır. Batı tarafına bakar kapısına gidecek çetin yolun aşağı sında çarşıya yakın bir ufak
tefek yerde medfundur. Allah sırrını aziz eylesin.” ifadesini kullanır.81

Kazancı Baba Türbesi’nin içi (2005, A.E.)


Kalecik, Kazancı Baba Türbesi (2005, A.E.)
fiEYH ELVAN

94
Çubuk ve çevresinde yaşamış gazi dervişlerdendir. Hayatı hakkında yeterli bilgi
bulunmamakla beraber zaviyesi hakkında kayıtlarda bilgi mevcuttur.
Hüseyin Çınar, Elvan Şeyh hakkında şu bilgileri verir: Elvan Şeyh’in isminin ilk defa 1463
yılı tahririnde geçmektedir. Burada, Binârî Bey’in atası Ulu Bey’in kendi mülkü olan bir
çiftlik yeri Şeyh Elvan için vakfettiği belirtilmektedir. Şeyh Elvan mezraası olarak geçen bu
çiftliğin, 1463’deki vergi geliri 600 akçadır. Aynı tarihte bu vakfın mutasarrıfı Şeyh Elvan’ın
oğlu Durali’dir. Onun elinde Sultan Mehmed’e ait vakıfla ilgili bir mektubun olduğu
belirtilmektedir.
1463 yılı tahririnde Fatih Sultan Mehmed için padişahımız, I. Mehmed için de Sultan
Mehmed denilmektedir. I. Mehmed’e ait

Manevi Mimarlarıyla Ankara

vakıfla ilgli bir mektubun varlığı, vakfın ve zâviyenin kuruluşunun 14. yüzyıla kadar
gidebileceğini göstermektedir.
Elvan Şeyh Zaviyesi’nin 1530 yılındaki vakfı yine aynı adı taşıyan mezraadır. 1571 yılı vakıf
kayıtlarında, Şeyh Elvan mezraasında 12 hane ismi yer almakta ve yıllık gelir de 800 akça
olarak verilmektedir. Burada ayrıca, Fatih dönemi tahriri için “defter-i köhne” tabiri
kullanılarak Ulu Bey’in bir çiftlik yeri Elvan Şeyh için vakfettiği ve oğlunun da zâviyeye
vakfiyet üzere mutasarrıf olduğu belirtilmektedir.
Şeyh Elvan Zaviyesine devrin önde gelen kişilerince mülk bağışlanması ve vakıf yapılması
Şeyh Elvan’ın önemli bir kişi olduğunu göstermektedir. Doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili
eldeki kaynaklarda bilgi bulunmamasına rağmen 14. yüzyıldan önce yaşadığı bilinmektedir.82
Çubuk yöresinde yaşayan Elvan Şeyh’in mezarının, nerede olduğu bilinmemektedir.

Hacı Bayram-ı Veli ve oğlu


Ahmed Baba’nın kabirleri
(2006, A.E.)

BABA KIBEL
Kızılcahamam ilçesinin, Çeştepe Köyü’nün 2 km. ilerisinde bulunan ve Yukarı Çeştepe
denilen eski yerleşim yerinde mezarı vardır. Hayatı ve kişiliği hakkında bilgi bulunmayan
Baba Kıbel, kanaatimizce bir Türkmen “baba”sıdır.
Osmanlı Devletinin ilk kuruluş yıllarında Ankara ve çevresinde özellikle Kazan,
Kızılcahamam ve Sincan ilçelerinin bulunduğu bölgeye hakim olan ve bugün Kazan’a bağlı
Tekke Köyünde türbesi bulunan Turasan Beyin çağdaşı olduğu söylenebilir.
Osmanlı vakıf belgelerinde “Baba Kıbel Zaviyesi vakfı” kaydı vardır. Baba Kıbel hayatta iken
yolcuların barınması, korunması ve doyurulması gibi sosyal hizmetleri de yürüten bir zaviye
kurmuştur. Belgelerden bu zaviyenin denetimini Hacı Bektaş-ı Veli dergâhı şeyhi tarafından
yürütüldüğü anlaşılmaktadır.83
AHMED BABA
Hacı Bayram-ı Veli (k.s.)’nin en büyük oğludur. Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinden sonra
“Bayrami” tarikatının Ankara’da bulunan zaviyesinin ve Pir evinin şeyhliğini sürdürmüştür.
Bayramiliğin anakolu Şeyh Ahmed Baba’dan devam etmiştir. Mezarı, Hacı Bayram-ı Veli
Türbesi içindedir. Doğum ve vefat tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. Vefatından sonra
pirevi şeyhliğini oğlu Edhem Baba yürütmüştür.84
95

Manevi Mimarlarıyla Ankara


MOLLA ZEYREK

İstanbul’da Molla Zeyrek Camii (D. Ossamen)

Ankara’lı mutasavvıf âlimlerimizdendir. Esas adı Mehmet Efendi’dir. Hacı Bayram-ı Velîden
tasavvuf terbiyesi ve eğitimi almıştır.
“Zeyrek” lakabı ise kendisine, Hacı Bayram-ı Velî tarafından verilmiştir. Farsça bir kelime
olan “zirek”ten Türkçeleştirilmiş bir sözcük olup, zeki ve anlayışlı anlamına gelmektedir.
Fatih Sultan Mehmed Han ile birlikte İstanbul’un fethinde hazır bulunan Molla Zeyrek,
fetihten sonra İstanbul’a yerleşmiştir. Bizans devrinde yapılan St. Sauveur Pantocrator
Kilisesi, fetihden sonra Fatih Sultan Mehmed Han tarafından camiye çevrilmiş ve burada
açılan medreseye, ilk müderris olarak Zeyrek Mehmed Efendi tayin edilmiştir. Bu semt ve
cami günümüze kadar “Molla Zeyrek” olarak anıla gelmiştir. Fatih devrinin ünlü
bilginlerinden olan bu derviş ruhlu kişi, Padişah’ın huzur derslerinin müdavimlerinden
olmuştur.
İstanbul’da, elli akçelik maaşla müderrislik yapan Molla Zeyrek, alınteriyle kazandığı bu
paranın yarısını kendisine ayırır, geri kalanını da “Hacı Bayram Velînin fukarasına
(dervişlerine) hibe ederdi”.
Sicilli Osmanîde Hacı Bayram-ı Velîden tasavvuf dersleri, Hızır Şah’dan da icazet aldığı
zikredilir. Seyyid Şerif Cürcânîye yaptığı bir itirazı, münazara ve mübâhase etmek üzere,
Fatih Sultan Mehmed Han huzurunda toplanan ilim meclisinde, Molla Hüsrev’in
mağlûbiyetine hükmetmesine gücenir ve İstanbul’u terk eder. Bursa’ya yerleşir. Kendisine
Bursa’da bir tüccar maddi destekte bulunmuş ve İstanbul’da başka bir medresede görev teklif
edilmişsede bu görevi kabul etmemiştir. Bursa müftülüğü de yapan Zeyrek Mehmed Efendi,
Mehmed Süreyya’ya göre 1474, Osmanlı Müelliflerine göre 1506 yılında Bursa’da vefat
etmiştir.
Mezarı Pınarbaşı semtindedir. İlme dair bir risalesi ve bazı tanınmış eserler üzerine yazılmış
haşiyeleri vardır.
Oğulları Rükneddin Efendi, Paşa Çelebi ve Mehmed Çelebi’dir.85

ALİ EFENDİ DEDE

Şeyh Ali Dede Türbesi (2005, A.E.)

Beypazarı ilçesi Karaşar Beldesi’nde türbesi bulunmaktadır. Şeyh Ali Dede bir Türkmen
“baba”sıdır. Horasan bölgesinden Anadolu’ya gelen Türkmen boylarının bir kolu olan
Karaşar Yörüklerine mensuptur. Hayatı hakkında bilgi yoktur. Bu zaviye son Osmanlı
dönemlerinde “Hacı Bektaş-i Veli Dergâhı” şeyhliğine bağlanmıştır.86

96

Manevi Mimarlarıyla Ankara


HASAN DEDE

Hasan Dede Türbesi, Nallıhan ilçesine bağlı Sobran Köyü’ndedir. Hayatı hakkında
ulaşabildiğimiz yazılı kaynaklarda bir bilgi yoktur. Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinden
olduğu söylenmektedir.
Ormanlık bir alanda ve yüksekçe bir yerde bulunan türbesinin çevresindeki ormandan çam
kesimi saygı gereği yapılmamaktadır. Kanaatimizce bu bölgeyi Müslüman Türklerin
yerleşimine açan dervişlerdendir. Hasan Dede’nin manevi güzelliği ile, kabrinin bulundugu
mekanın doğal güzelliği bütünleşmiş bir durumdadır.

Nallıhan, Hasan Dede Mezarı (2005, A.E.)

YUSUF DEDE
Ankara erenlerindendir. Günümüzde Ulus semtinde, Hükümet Caddesi üzerinde Hacı
Bayram-ı Veli Camiine giderken sağda, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce yaptırılan, eski
Anafartalar Polis Karakol binasının kuzeyinde, Etizafer sokağının başında “Yusuf Dede”
olarak bilinen bir türbe mevcut iken, kabri açılarak başka yere nakledilmiştir. Burası şu anda
mağaza olarak kullanılmaktadır.
Yusuf Dede ile ilgili kaynaklarda bilgiye rastlayamadık. Ancak Yusuf Dede hakkında Prof.
Dr. Hikmet Tanyu eserinde şu bilgiyi vermektedir:
“Hacı Bayram’da Anafartalar Polis Karakolu Garajının olduğu yerde Yusuf Dede adlı bir
yatır vardı. Üstü kapalı bir türbedeydi. Her akşam mum alınır, yakılırdı. Sanduka üzerinde
yeşil bir örtü vardı. Cuma günleri ziyarete gelinir, türbe içinde namaz kılınırdı. Başı
günbatıya, ayakları gündoğuya, sağ tarafı (mutat üzere) kıbleye gelen bu evliya çok saygı
görürdü.
Yusuf Dede’yi ziyaret edip ruhuna dua edenler olduğu gibi, murat dileyenler de çok olurdu.
Hacı Bayram’a gidilirken önce o

1920’li yıllarda
Eski Anafartalar
Polis Karakolu bitişiğinde
bulunan Yusuf Baba Türbesi
(BELKO Arşivi)

97

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ebu İshak Türbesi ve İki Şerefeli Camii (1998, A.E.)

ziyaret edilir, sonra Hacı Bayram’a gidilirdi. Dönüşte Yusuf Dede tekrar ziyaret edilirdi.
“Hacı Bayramı Veli’ye komşu olduğundan onun da çok makbul büyük bir zat” olduğuna
inanılırdı.
Şimdi Karakol olan yerin bulunduğu saha baştan başa mezarlık olmasına rağmen, ziyaret yeri
burası idi... Eski yerliler arasında Yusuf Dede’nin kerametleri hâlâ söylemektedir. 1924
yılında bu gibi sokak aralarında olan, tarihî büyük bir şöhreti sahip olmayan türbelerin
kaldırılması zamanında (1925 yılı türbelerin kapatılmasından önce) Yusuf Dede’nin de mezarı
açıldığında onun sararmış kefeniyle hiç çürümeden, hiç bozulmadan çıktığı sabittir. O şekilde
başka bir tarafa nakledilmiştir.”87
Prof. Dr. Hikmet Tanyu eserinde Yusuf Dede’nin kabrinin nereye kaldırıldığı hakkında bir
malumat vermemektedir. Osmanlı belgelerinde “Ahî Yusuf“ isminde, değişik tarihlerde
yaşamış şahsiyetler mevcuttur. Kanaatimizce ahi büyüklerinden veya müderrislerden olabilir.
Bu dönemde kabir nakilleri Taceddin Veli Camii bahçesine, Solfasol Köyü mezarlığına,
Saimekadın Şafaktepe Parkı’nın olduğu yere -ki burası- daha sonra Cebeci Asri Mezarlığına
nakledilmiştir.

ŞEYH EBU İSHAK

Ebu İshak Türbesi’nin onarımı (2006, A. Kılcı Arşivi)

Hayatı ve kişiliği hakkında fazla bir bilgimiz yok. Türbesi, Ulucanlar semtinde, Mermerli
sokağın köşesindedir.
Ankara’da zaviyesi bulunan gönül sultanlarındandır.
1530 tarihli tahrir defterinde “Ebu İshak Zaviyesi”nin ismi geçmektedir. Bu zaviye vakfının
Vakıflar Genel Müdürlüğünün idaresine geçişine dair, Vakıflar Meclisi’nin 20.6.1936 gün ve
346 sayılı kararı mevcuttur. Söz konusu kararda zaviyenin Alemdar adı ile yad edilen, Seyyid
Ahmed oğlu Seyyid Ali tarafından kurulduğu yazılıdır.88 Türbe Ankara Büyükşehir
Belediyesi tarafından restore edilmektedir.

KUL DERVİŞ
98

Hayatı ve kişiliği hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Halk arasında Kul Dervişin Hacı
Bayram-ı Veli müridlerinden olduğu bilinir. Bu konuda Prof. Dr. Hikmet Tanyu: Kurtuluş
semtinde, kenar sokaklardan birisinin önünde bulunan bir mezarda yatan zat o çevrenin
evliyası “semt evliyası” olarak tanınmıştır. Önceleri bir türbesi olduğu halde yıkılmış, bir
mezar yığını haline gelmiştir.
Hacı Bayram-ı Veli’ye hizmet etmiş bir derviş olarak tanınan zatın geçmiş yıllara dair
menkibeleri, kerametleri üzerinde durmayarak günümüzde yayılan kerameti ve şöhreti
üzerinde duracağız.

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Günümüzde Hacettepe Üniversitesi kampüsü içerisinde kalan Kul Derviş Mahallesi ve


türbesinin bulunduğu yer (2005, A.E.)

O semtten Hâcet Tepeye yol açma faaliyeti sırasında müteahhidin rüyasına giriyor, üç gece
ona, kendi mezarının harap bir halde kalarak çiğnenmekte olduğundan onu da onarmasını
istiyor. Müteahhid ilk günlerde hiç önem vermiyorsa da bunu üç defa rüyasında görmüş ve
üçüncü gecedeki sert tavrı dolayısiyle kapı kapı dolaşarak oralarda bir evliya olup olmadığını
soruşturuyor. Yeni gelen kiracılar tarafından bilinmeyen bu zatın mezarı nihayet bulunup,
tekrar ele alınıp onarılıyor. Müteahhid bundan sonra işlerinin çok iyi gittiğini bütün o semtte
tanıdığı kimselere anlatıyor.
Eski yerlilerden birkaç kişi, o evliyanın zaten o semtte turşudan hiç hoşlanmadığını kim turşu
yaparsa kavanozunu, küpünü devirdiğini biliyorlar. Buna inanmıyanlar deniyorlar ve turşu
kuruyorlar. Turşu küpünün üzerinde bir gün bir yılanın çöreklenip oturduğunu görerek
mahalleyi ayağa kaldırıyorlar.
Bundan başka temizlik hususunda çok titiz olan Dede’yi gücendirmemek için herkes evini ve
kapısı önünü çok daha temiz tutuyor. Sabah namazına kalkamıyanları Kul Derviş Dede’nin
uyandırdığına inanıyorlar. Bir zamanlar unutulmakta olduğu halde Kul Derviş Dede o semtin
manevî desteği oluyor...” diyerek bahseder.89
Ahsen Turan ise Kul Derviş hakkında:
Hacı Bayram-ı Veli’nin dervişlerindendir. Adını ve kimliğini, kullukta eritmiş Kul Derviş de
Ankaralı mutasavvıf şairlerden biridir.
Hacettepe’ye yakın mahallelerden biri eskiden onun adını taşırdı. Sonradan Kurtuluş adı
verilen bu mahallede Kul Derviş’in bir mescidi, mahalleye bağlı Akbaş Sokağı’nda da mezarı
vardır. Kul Derviş’in mütevazi mezarı da Üniversitenin M ve R salonlarına inilen merdivenin
sağındaki pencerelerin baktığı çimenlikte kalmıştır. Halk arasında pek çok menkıbeleri
anlatılagelen Kul Derviş’in, bazı şiirlerine Milli Kütüphane’deki

99

Manevi Mimarlarıyla Ankara


cönklerde tesadüf edilmektedir. Bunlar tasavvuf neşvesi pek az hissedilen parçalardır.
Mezarı özellikle çocukların ziyaret ettiği, çevresinde, hatta üzerine çıkıp oynadıkları,
kendilerine ikaz edilince de “Ne var dedemizin sırtına bindik” dedikleri, bir mütevazi kabirdi.
Ankara’nın sayılı adak yerlerinden biriydi. Şimdi bir çimenliğin altında diğer kardeşleri gibi
unutulup gitmek üzeredir.90
Günümüzde Kurtuluş semtinin adı önceden “Kul Derviş” Mahallesi olarak anılırmıştı.
DO⁄AN BEY (YÜRÜYEN DEDE)

Yürüyen Dede Künbeti (1998, A.E.)

“Yürüyen Dede”, “Yörük Dede”, “Doğan Bey” isimleri ile bilinen ve Osmanlının fetret
döneminde yaşamış bir Türkmen beyi olduğu kanaatindeyiz.
Hayatı hakkında bilgi yoktur. Ancak Karaca Bey Vakfiyesinde “Çeribaşı Doğan Bey
Zaviyesinden bahsedilmektedir.
Türbesi, Cebeci semtinde Öksüzce Sokağı’ndadır. Ankara’da tek örnek olan kümbet
mimarisinde yapılan türbesi oldukça bakımsızdır. Doğan Bey ahiler arasında da
zikredilmektedir. 1530-1571 yıllarındaki Vakıf ve Tapu kayıtlarında Doğan Bey Zaviyesi
mevcuttur. Bu bilgilerden hareket ederek Doğan Bey’in, Ankara’da yaşayan önemli bir
şahsiyet olduğu kanaatine varırız.
Vakıf Kayıtlarında Doğan Bey Medresesi ismi de geçmektedir.91

Doğan Bey
(Yürüyen Dede) Kümbeti
(2005, A.E.)
100

Manevi Mimarlarıyla Ankara


ENBİYA DEDE

Fatih dönemi mutasavvıflarındandır. Kabri Şereflikoçhisar ilçe merkezindedir. Enbiya


Dede’nin kimliği hakkında İ. Hakkı Konyalı Şereflikoçhisar ilçesinde bulunan ve bir
mahalleye de ismi verilen Enbiya Dede’nin Fatih Sultan Mehmed Han’la çağdaş ve
türbesinde bulunan diğer mezarında Derviş Noktalı’ya ait olduğunu, Vakıflar Arşivi’nde 254
numarada kayıtlı, Fatih adına 1476 M. yılında tespit edilen Karaman ili evkaf defterlerinde,
Enbiya Dede’nin adının geçtiğini zikrederek, Enbiya Dede ve Derviş Noktalı zaviyelerinin
bulunduğunu kaydeder.
Fatih, Koçhisar vakıflarını yazdırırken, zaviyenin Enbiya Dede ve Derviş Noktalı’nın hayatta
olduklarını, Koçhisar’a bağlı Enbiya Dede Köyü ile yine buraya bağlı Buzağulu mezraasının
bu zaviyenin vakfı olduğunu da ilave eder. Zaviye binası yıkılmıştır.92
Yukarıdaki bilgi dışında hayatı hakkında ulaşabildiğimiz yazılı kaynaklarda bir bilgi yoktur.
Günümüzde basit bir yapı içine alınmış olan mezarların başında antik mermer sütunlar vardır.

Şerefl ikoçhisar,
Enbiya Dede Türbesi
(2005, A.E.)

YAKUB ABDAL

Ankara bölgesine ilk yerleşen dervişlerdendir. Türbesi, Çankaya ilçesi Yakupabtal


Köyü’ndedir. Elmadağı’nın yamacında bulunan bu köy, Osmanlı belgelerinde katiplerce kayıt
esnasında, Polatlı’da bulunan Baba Yakup, Kazan’da bulunan Yakup Derviş, Çubuk’ta
bulunan Yakup Hasan ile Yakup Abdal isim benzerliği dolayısıyla sehven karıştırılmıştır.
Günümüzde Yakup Abdal Türbesi’nde bulunan Arapça kitâbeyi:
“Bu bina sultanül-evtad Yakup Abdal diye bilinen Derviş Sinan için 1077(1666)
Muharreminde yapıldı” olarak okuduk.
Arapça kitâbenin altına mermer üzerine Türkçe olarak kitâbe okunmuş ve “Muharrem ayında
Sultan Evtad Ebdal Yakup Derviş Sinan bu camii oğlu için yaptı” yazılmıştır.
“Sultan’ül evtad” kelimesi sultanların, emirlerin dayanağı, yani danışmanı, müşaviri, en
güvendiği kişi anlamına gelir. Bu kitâbeden Yakup Abdal (Derviş Sinan)’ın hayatta iken bu
bölgedeki manevi nüfuzunu anlatmaktadır. Yine kitâbeden bu yapıyı yapan kişinin adından
hiç bahsedilmemektedir.
Yakup Abdal zaviyesine, 1571 yılındaki kayıtlarda Çubuk ilçe merkezinde irşad faaliyetlerini
sürdüren Gül Dede’nin, mutasarrıf olarak tayin edildiği kayıtlıdır. Kısacası hayatı hakkında
bilgi sahibi olamadığımız Yakup Abdal, “gazi derviş”lerdendir.93

Yakup Abdal’ın Kabri ve Türbe kitabesi (2005, A.E.)

101

Manevi Mimarlarıyla Ankara


SAMUT BALİ
Türbesi, Güdül ilçesinin Kavaközü Köyü, Mezarlık mevkiindedir. 1530 lu yılların
kayıtlarında “Samut Baba Zaviyesi” olarak geçmektedir. Samut Bali Zaviyesi’nin
zaviyedarlığı ile ilgili H. 1146 (1733) tarihli bir beratta, Samut Bali’nin 16. asırdan önce
yaşadığı anlaşılmaktadır.
Türbe içinde dört mezar bulunur. Mezarlardan baştan ikincisinin altında 40 cm. eninde 100
cm. derinliğinde “cevherlik” olarak nitelendirilen ve içinden toprak alınarak şifa niyetine
kullanılan bir hücre bulunur. Başta bulunan mezarın baştaşında balık sırtı motiflerine, tavan
çıtaları üzerinde ise üç adet eski yazıya rastlanır. Yazının okunabilir kısmında Samut Bali
Hazretleri’nin, Hazreti Ömer soyundan geldiği anlaşılır.94
AHÎ ELVAN

Ahi Elvan Camii minberi ve kitabesi (2005, A.E.)

Ankara’da zaviye kurmuş, tımar sahibi, fütüvvet ehli ahi büyüklerindendir. Hacı Elvan
Mehmed Beğ’in oğludur. Babası tarafından yaptırılan Ahî Elvan Camii’ni 1414 yılında
yeniden onarmıştır. Çelebi Mehmed’in zamanında yaşamış ve Ankara’nın imarına büyük
hizmetlerde bulunmuştur.
Hacı Elvan Beğ’in hayatı ve kişiliği hakkında da fazla bilgi bulunmamakla beraber, babasının
yaptığı camiyi yeniden onarması ve bu caminin onarım kitâbesinin ifadelerinde:
“Allah’a hamdolsun. Bu mübarek cami sultanların yücesi, Arap ve Acem sultanlarının
efendisi, gazi ve mücahidlerin yardımcısı, kâfir ve müşrikIeri kahreden, Murad Han oğlu
Bayezid Han oğlu Sultan Mehmed Han’ın -Allah devletini ve memleketini ebedi kılsın-
zamanında ve 816 (1414) senesi aylarında onarılmıştır.

Yediler mezarlığında
bulunmakta iken Kırlar
mezarlığına nakledilen
Ahi Elvan ve ailesine ait
mezar taşları (2005, A.E.)
102

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Hayrat sahibi Nizameddin Zehrab oğlu el-hac Mecdüddin İsa oğlu Mehmed Bey oğlu el-hac
Elvan. Allah hasenatını kabul etsin.”
Bugün yeri bilinmeyen mezarının, Yediler Mezarlığı’nda olduğunu, Mübarek Galib eserinde
zikreder. Bu mezarlıkta, 1399 yılında küçük yaşta vefat eden oğlu Emir Paşa’nın ve 1439
yılında vefat eden kızı Seher Hatun’un da kabirlerinin bulunduğunu kaydeder. 1530 tarihli
vakıf kayıtlarında, “Ahî Elvan Zaviyesi” vakfı kaydı vardır.95
KARACA AHMED

Polatlı ilçesinin Karacaahmet Köyü yakınlarında ve Porsuk çayı kenarında türbesi vardır.
Osmanlı döneminin kuruluş yıllarında yaşadığı tahmin edilen fütüvvet erlerindendir. Türbe
girişinde bulunan onarım kitâbesinde şu ibare yazılıdır:
Sahibül hayrat velhasenat Şeyh Mehmed, Şeyh Ali Bu türbeye hoş bakanlar layık Cennete Bu
türbeye hor bakanlar layık Cehenneme
Sene 1249 hicri/1833 miladi
Ayrıca 1318/1900 tarihinde vefat eden Hacı İsa’nın, Karaca Ahmet evladından olduğu ve
nesebinin “ceddim Haydar-ı Kerrar” ibaresi bulunmaktadır. Bu ifadeden Karaca Ahmed’in
Horasan bölgesinden Ankara’ya gelip yerleşen “seyyid”lerden olduğunu da anlıyoruz.
Karaca Ahmed isminde Anadolu’da oldukça fazla türbe vardır. Bu türbelerde medfun bulunan
erenlerin kimlikleri ve tarihi şahsiyetleri ayrı ayrıdır. Halk arasında anlatılan menkıbeler bu
ayrılığı kaldırmakta ve bir kişi üzerine yoğunlaşmaktadır.

Karaca Ahmed Türbesi


ve onarım kitabesi
(2005, A.E.)

Karaca Ahmed Türbesi giriş cephesi (2005, A.E.)

103

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Beypazarı, Kuyumcutekke Köyü’nde bulunan Kara Davud Türbesi (2005, A.E.)

Osmanlı kayıtlarında Polatlı ilçesinde türbesi bulunan Kızılca Ahmet ve onun soyundan
gelenlerede “Kızılca Ahmed evladı” olarak kaydedilmiştir.
Esmer yüzlü olanlara “kara” dememişler, onun bu güzelliğini biz Türklere has ifade tarzı ile
“karaca” lakabı ile anmışlardır.
Günümüzde Karaca Ahmet Türbesinin etrafı tel örgü ile korumaya alınmıştır. Çevrede
mezarlar vardır. Mescidi ise yıkılmış bir durumdadır.
Ankara ve çevresi adak yerleri konusunda araştırma yapan Dr. Hikmet Tanyu ise Karaca
Ahmet hakkında menkıbevi bilgi vermiş, hayatı ve kişiliği hakkında bilgi olmadığını
yazmıştır.96

KARA DAVUD
Fatih dönemi mutasavvıf alimlerinden “Kara Davut” olarak bilinen Mehmet Efendi olması
muhtemeldir. Türbesi, Beypazarı ilçesine bağlı Kuyumcutekke Köyündedir.97 Türbe kitâbesi
yerinden söküldüğü için fazla bilgi edinemiyoruz.
ANKARAVÎ ŞEYH AHMED ÇELEBİ
Hicri onuncu asırda yaşamış Halvetiye tarikatına mensup meşhur bir şeyhdir. Evliya Çelebi
Seyahatname’de Ahmet Çelebi’nin seyahati çok sevdiğini ve hayatının sonuna doğru
Ankara’da yaşayıp, vaaz ve nasihatla meşgul olduğunu, M.1543 yılında vefat etmiştir.98 Bu
dönemde Ankara’da Ahmet Çelebi isminde birkaç şahsiyet bulunmaktadır. Varna şehidi
Karaca Bey’in oğlu Ahmet Çelebi, Ankara kadısı Ahmet Çelebi ve Şeyh Ahmet Çelebi.
Kabrinin nerede olduğu bilinmemektedir.
EDHEM BABA

Edhem Baba Hacı Bayram-ı Veli’nin torunudur. Babası Şeyh Ahmed Baba’dır.
Mezarı, Hacı Bayram-ı Veli Türbesinin içinde baştan ilkidir. Sandukasında bugün bir ibare
bulunmamakla birlikte, önündeki eski bir sütun başlığının üzerinde:
“Tarih-i vefât-ı Edhem Baba 941 (1534/35)” ibaresi yazılıdır.
1522/23 tarihli Tapu Tahrir defterinde “Kıdvet’üş-şüyûh ve’s-sâlikîn Mevlânâ Edhem Baba
bin Ahmed Baba” ifadesi kayıtlıdır.

104

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Fuat Bayramoğlu bu konuda:
Şeyh Edhem Baba’nın oğlu, Şeyh Hacı Çelebi’dir. Torunu ise “Mevlana Sinan” diye bilinen
Yusuf Baba’dır.
II. Bayezid’ın oğlu şehzâde Mahmud’un kızı “Hançerli Sultan”, “Çiçek Sultan” diye bilinen
Hanzade Hatun Fatma Sultan yaptırdığı medreseye, Yusuf Baba’yı 1533 senesinde müderris
tayin etmiştir.99
BÜNYAMİN AYAŞİ

Ankara’da yetişen büyük mutasavvıflardandır. Ankara’ya bağlı Ayaş ilçesinde doğdu. Asıl
adı Mustafa’dır. Babasının adı türbe kitâbesinde Yemîn olarak geçmektedir. Doğum tarihi
bilinmemektedir. Hayatının ilk dönemleri hakkında yeterli bilgi yoktur.
Ayaş ilçe merkezinde bulunan türbesi üzerine konulan, beyaz mermer üzerine talik hat ve
Osmanlı Türçesi ile yazılmış kitâbede şu beyit yazılıdır:
“Kutb-i Alîşan Seyyid Mustafa ibni Yemîn
Şöhretî Bünyamin Ayaşîdir bunda defîn”
Kitâbeden Yemin oğlu Seyyid Mustafa’nın, “Bünyamin Ayaşi” lakabıyla şöhret bulduğu,
“Kutb-u alişan” olduğu ve bu türbeye defnedildiği anlaşılıyor.
Bünyamin Ayaşi’nin ilk tasavvuf eğitimini kimden aldığı konusunda kaynaklarda iki ayrı
görüş ileri sürülür.
Birinci görüş; Bayramiyye tarikatının Melâmiyye kolunun kurucusu Ömer Dede Sikkîni’nin
halifesi olduğudur. Melamiyye kolu, Ömer Sikkini’den sonra Bünyamin Ayaşi vasıtasıyla
yürütülmüştür. Bu görüşü savunan Mahmud el-Kefevi’yi melami şeyhi Sarı

'tf^-trifc/^ftj/j
Bünyamin Ayaşi Türbesinde bulunan kitabe (2005, A.E.)

Bünyamin Ayaşi Camii ve Türbesi (2005, A.E.)

105

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Bünyamin Ayaşi Türbesi içinde bulunan kabirler (2005, A.E.)


Samanpazarı semtinde bulunmakta iken yıkılan, Hüseyin Nakşibendi Türbesinin bulunduğu
yer. Günümüzde burada Altındağ belediye Sarayı vardır. (2005, A.E.)

Abdullah Efendi, Lalizade Abdülbaki Efendi ve Müstakimzâde de destekler.


İkinci görüş ise Hacı Bayrâm-ı Velînin halifesi olduğudur. Bu görüşe göre de Melamiyye’nin
kurucusu olmaktadır. Hacı Bayram-ı Veli soyundan gelen Sadullah Efendi bu görüşü savunur
ve Fuat Bayramoğlu’da bu görüşü savunan belgeler yayınlar. Esad Muhlis Paşa’nın
Bünyamin Camii’nde asılı olan manzumesinde de aynı görüş desteklenir. Ankara Vilâyeti
Salnâmelerinde ise “Hacı Bayrâm-ı Veli’nin halifelerinden Şeyh Mustafa Bünyâmin” olarak
söz edilir. Şeyh Bünyamin’in ölüm tarihi de tartışmalıdır. Kefevi onun Yavuz Selimin
saltanatının ilk yıllarında vefat ettiğini söyleyerek 1512 tarihini, Müstakimzade ise 1510 yılını
verir. Atai ve ona dayanan Uzunçarşılı da, Bünyamin’in Ömer Sikkini’nin halifesi olduğunu
söyleyerek ölüm tari hini 1520 olarak kaydederler.
Sarı Abdullah Efendi, Bünyamin Ayaşi’nin hakkındaki bazı suçlamalar yüzünden Kütahya
Kalesi’ne hapsedildiğini, bu sıralarda Kanuni tarafından kuşatılan Rodos’un bir türlü
alınamadığını, Ayaşi’nin yakın dostu olan Kanuni’nin çuhadarının sul tana, “Hacı Bayram
tarikinden Bünyamin Ayaşi nice zamandır Kütahya’da hapistedir, Rodos’un fethine engel
budur” dediğini, Kanuni’nin emriyle Bünyamin Ayaşi’nin serbest bırakıldığı gün, Rodos’un
fethedildiğini yazar.
Atai’de, Bünyamin Ayaşi’nin, kendi halifesi olan Pir Ali Aksarayi’nin oğlu meşhur Oğlan
Şeyh’in adını, ileride idam edileceğinin işareti olarak, İsmail koyduğunu söyler ve bu suretle
onun keramet sahibi olduğuna dikkat çeker. Nitekim Oğlan Şeyh diye tanınan İsmail Ma’şuki,
Şeyhülislâm ibn Kemal’in fetvasıyla idam edilmiştir.
Bünyamin Ayaşi’nin, Aziz Ruşen Efendi, Sivaslı Osman Efendi ve Bolulu Süleyman Efendi
adlı üç halifesi daha olmakla birlikte Melami silsilesi, şeyhin halifesi Pir Ali Aksarayi ve oğlu
İsmail Ma’şuki vasıtasıyla devam etmiştir. Haymana ilçesi, Kutluhan Köyünde medfun
bulunan Melami şeyhi Hüsameddin Ankaravi’de aynı kolun şeyhlerindendir.100
Bunyamin Ayaşi adıyla şöhret bulmuş Şeyh Musfafa ibni Yemin’in soyundan birçok
mutasavvıf, şair, edip ve yönetici yetişmiştir. Türbesi, Ayaş’ta kendi adıyla anılan caminin
bitişiğindedir.

ES-SEYYİD E İ -ŞEYH HÜSEYİN NAKŞİBEND


Günümüzde Samanpazarı’nda Altındağ Belediye Sarayı’nın bulunduğu yerde, Nakşibendi
Türbesi bulunuyormuş ve kaynaklara göre bu türbede de, Seyyid Hüseyin Nakşibendi isminde
bir gönül erinin kabri varmış.
106

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ankara tarihinde “Nakşibendi Medresesi”, “Nakşibendi Tekkesi” ve “Nakşibendi


İlkokulu”ndan oldukça fazla bahsedilir. Özellikle İstiklal Savaşı yıllarında Nakşibendi
Dergâhı Şeyhi Topcu Efendi, oldukça faal bir vatanperverdir. İlk defa, Ankara’da bulunan
İngiliz ve Fransız askerlerine karşı, Nakşibendi Medresesi müderrisi ve Nakşi Şeyhi Sadullah
Seyhan Efendi isyan başlatmıştır.
Belgelerde, Nakşibendi dergâhına ve medresesine yapılan vakıflar oldukça fazladır. 1925
yılından sonra bu dergâh yıkılmış ve daha sonra yerine Altındağ Belediye Sarayı
yapılmıştır.101
Yol çalışmaları yapılırken, Es-Seyyid eş-Şeyh Hüseyin Nakşibendi hazretlerinin kabrinin
nereye taşındığı hakkında bir bilgiye ulaşamadık.
Ahî Şerafeddin Türbesi içinde Nakşibendi şeyhlerinden Buharalı Pirzâde Hacı Seyyid Ahmet
Efendi’nin kabri vardır.
Mezar taşında:
Fenadan bekaya eyledi rıhlet
İde Hak kabrini ravza-i cennet
Tarikatı aliyye-i Nakşibendiyye
Salihini izamından Buharalı
Pir zade el-hac es-Seyyid Ahmed Efendi’nin
ruhuna el-Fatiha. Sene 1307 (1890)

Hacı Seyyid Ahmed


Efendi’nin mezar taşı
(2005, A.E.)

HÜSÂMEDDÎN ANKARAVÎ
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin kurduğu “Bayrami”liğin bir kolu olan “Melâmî”
şeyhlerindendir. Bünyamin Ayaşi’den sonra, Pir Aliyy-i Aksarayi, ondan sonra Ahmed
Sarban melâmî kutbu olmuş, Ahmet Sarban’dan sonra da Hüsâmeddîn-i Ankaravî melâmî
kutbu olmuştur.
Sarı Abdullah Efendi “Semeratü’l-Fuâd” isimli eserinde, Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî
hakkında şu bilgileri verir:
Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî, doğduğu ve yaşamakta olduğu Ankara’ya bağlı Haymana’daki
Kutluhan Köyünde, cu ma ve bayram namazları için bir cami yaptırmaya teşebbüs etmiş ve
bütün müridlerini çağırarak inşaatta çalışmasını istemiştir. Bu davete as kerler (sipahiler) de
katılarak inşaatta gönüllü olarak çalışmaya başlamışlardır. O sırada Ankara haslar voyvodası,
şeyhin oğluna ait uzun zamandan beri göz koyduğu güzel Arap atını istemiş, oğlu da atı
vermeyi red deder. Bu olay üzerine voyvada, şeyhi İstanbul’a şikayet eder. Şikayetinde şeyhin
bütün müridlerini ve bazı askerleri başına topladığını, muhtemelen bir isyana hazırlandığını
bildirir. Bunun üzerine merkez şeyhin derhal tu tuklanıp hapsedilmesini ve hadisenin
araştırılmasını istemiştir. Hüsâmeddî-i Ankaravî hemen tutuklanır ve Ankara kalesine
habsedilir. Ne var ki, ömrü vefa etmemiş ve rivayete göre bir sabah cesedi bulunmuştur.102

Hüsameddin
Ankaravi’nin mezarı
(2005, A.E.)

107

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Hüsameddin Ankaravi Türbesi ve Camii güney cephesi (2005, A.E.)


Hüsameddin Ankaravi’nin türbesindeki kabirler (2006, A.E.)

Evliya Çelebi ise “Seyahatname”de: Şeyh Hüsâmeddîn, Ahmed Sarbani halifesidir. Ankara
Kalesi’nde hapis iken “Sabah bizi defn edin.” buyururlar. Sabahleyin hapishanede kesinlikle
insan ve cinden kimse yok iken bir sarı hurma lifi kefenine sarılmış, yıkanmış ve kokulanmış
olarak ölü bulunur. Bütün Ankara halkı hayretler içinde kalırlar. Hala Zaviyesi haziresinde
gömülüdür, ifadesini kullanır.103
“Zeyl-i Şakayık” da ise, Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin çok cezbe sahibi biri olması
sebebiyle, bir harekete girişece ği şüphesiyle teftiş emri verilerek şer’i kurallara uygun bir
biçimde yargı lanmak üzere Ankara kalesine hapsedildiğini, ancak sabaha cesedinin çıktığını
yazar ve ölüm tarihi olarak 1566-67 yılını verir.
Nûrullah-ı Bosnavî’de, Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin idam edildiğini “Silsiletü’l-
Mukarrebîn” isimli eserinde zikrederken, müridlerinin dini emirlere uygun hareket
ettiklerinden bahseder.
Prof.Dr. Ahmet Yaşar Ocak ise “Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler” isimli
eserinde;
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki biri 2 Mayıs 1568, diğeri 13 Temmuz 1568 tarihli
hadiseyle il gili iki mühimme kaydından ikincisinde, “maslûb Şeyh Hüsam” tabirinin
bulunması, şeyhin melâmî kaynaklarında iddia edildiği gibi kendi eceliyle değil, resmen idam
olunduğunu gösteriyor. Ancak yukarıda sözü edilen mühimme kayıtlarında, bir yandan şeyhin
para, elbise ve diğer eşyadan ibaret oldukça zengin terekesinin zaptı ve ele geçirilmesi, diğer
yandan baş halifeleri Mahmud ve Kızıl Ali başta olmak üzere bütün müridlerinin ve ahbabının
gizlice tahkikata tabi tutularak “ehl-i fesad” oldukları açığa çıkanlarının hapsedilmeleri
istenmektedir.
Her ne kadar Melâmî kaynaklarında ve arşiv belgelerinde Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin
mehdîlîk iddiasıyla bir ayaklanma

Hüsameddin Ankaravi Camii’nin içi (2005, A.E.)


Hüsameddin Ankaravi
Türbesi giriş cephesi
(2005, A.E.)
108

Manevi Mimarlarıyla Ankara

teşebbüsünde bulunmak üzere olduğuna dair kesin kayıtlara rastlanmıyorsa da, hem Melâmî
rivayetinde, hem de resmi belgelerde söz konusu edilen “fesad”ın, böyle bir teşebbüsü
kastettiğine şahsen biz kuvvetli bir ihtimal di ye bakıyoruz. Nitekim Kanuni Sultan
Süleyman’ın son yıllarında, gerek sık ve uzun savaşlar, gerekse iktisadi bazı problemler
sebebiyle Anadolu’daki sosyal düzenin bir buhran içine girmiş bulunması, daha önceki
kutublar zamanında da olduğu gibi, bu çiftçi melâmî kutbunun da, zaten Melâmîliğin
geleneğinde kuvvetle yer etmiş bulunan mehdîci ideolojinin şevkiyle böyle bir ayaklanma
hareketi planlamasına rahatlıkla yol açmış olabilirdi. Çok muhtemelen bu sezilmiş
bulunmalıdır ki, merkezi yöne tim harekete geçmiş ve şeyh idam olunmuştur.104
1557 yılında vefat eden Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî, Haymana ilçesinin Kutluhan Köyüne
giden yolun solunda bulunan zaviyesinin yanına defnedilmiştir. Günümüzde camisi harap bir
vaziyette, türbesi ise oldukça bakımsızdır.
Bosna’nın İzvornik kasabası yakınlarındaki Orloviç’de doğan, Bâlî Ağa olarak da bilinen
Hamza Bâlî, Bayrami şeyhi Hüsâmeddîn-i Ankaravî Efendi’nin halifesidir. Hüsâmeddîn-i
Ankaravî İstanbul’daki müritlerine mektup yazarak Haymana’da inşa ettirdiği camide
kılınacak ilk cuma namazında hazır bulunmaları ister. Ancak açılışa gelen ler arasında Bâlî
Ağa’yı göremeyince İstanbul’dan gelen dervişlere onu sorar. Dervişler de Bâlî Ağa’nın
kendileriyle gelmediğini, fakat mutlaka geleceğini söylediğini bildirirler. Bu arada
dervişlerden biri, onun eskisi gibi riyazete devam etmediği yolunda bazı şikayetlerde bulunur.
Bunun üzerine Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî ayağa kalkıp camiden dışarı çıkar. Tam bu
sırada Bâlî Ağa atından inip mürşidine yönelir, mürşidi de onu kucaklayarak birlikte camiye
girerler. Daha sonra Hüsâmeddîn-i Ankaravî, Bâlî Ağa’ya riyazeti terkettiğine dair haberler
aldığını söyleyerek sis temde bulunur; fakat Bâlî Ağa işin iç yüzünü anlatınca bu haberlerin,
bazı melamice davranışları hakkındaki sözlerinin yanlış anlaşılmasından kaynaklandığı ortaya
çıkar. Bâlî Ağa’nın açıklamalarından sonra mürşidi Hüsâmeddîn-i Ankaravî, ona, halini
gizlemek için böyle yaptığını kendisinin de bildiğini, insanların zahirine bakarak kendisini
tenkit ettiklerini, bundan sonra adını “Hamza” koyduğunu söyler ve, “Bu meşrep senin
şehadetine sebep olur, sultanü’ş-şüheda Hazret-i Hamza’nın sancağı altında haşrolursun.” Bâlî
Ağa bundan sonra “Hamza Bâlî” diye anılır. Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin vefatından sonra
hilafet ve kutbiyet makamına geçen Hamza Bâlî İstanbul’dan Bosna’ya gidip irşad faaliyetini
orada sürdürür.
Bayrami melâmîlerinin şehit olduğuna inandıkları Hamza Bâlî’nin tarikat silsilesi
Hüsameddin Ankaravî, Sarban Ahmed, Oğlan Şeyh İsmail Ma’şüki, Pir Ali Aksarayi,
Bünyamin Ayaşi, Emir Sikkini vasıtasıyla Hacı Bayram-ı Veli’ye ulaşır. Bunlardan Emir
Sikkini ve Sarban Ahmed hariç diğerleri çeşitli vesilelerle

Haymana
Kutluhan Köyünde bulunan
Hüsameddin Ankaravi
Türbesi ve Camii
(2005, A.E.)
Hüsameddin Ankaravi Camii mihrabı (2005, A.E.)

109

Manevi Mimarlarıyla Ankara


devletin takibatına uğramışlardır. Kendisinden sonra Hamzaviyye adını alan tarikat, Bursalı
Hasan Kabadüz tarafından devam ettirilerek XX. yüzyıla ulaşmıştır.105
ŞEYH MUHYİDDİN EFENDİ

Ayaş’ta yetişen mutasavvıflardan olan Muhyiddîn Efendi “Arabî” lakabıyla bilinmektedir.


Asıl doğum yeri Nazilli olduğu ve Ayaş’ta cami, medrese gibi vakıfları bulunduğu çeşitli
vakıf kayıtlarında mevcuttur. Nazillili Hacı Ali Efendi’nin oğlu Muhyiddîn Efendi, Ayaş’ta
kendi adına yaptırdığı medrese için 60.000 akçe para vakfederek, 20 akçesi medresenin
müderrisine, iki akçesi mütevelliye ve üç akçesi de öğrenciye verilmek üzere vakfiyesinde
şart koşmuştur.
Medresenin 1571 tarihinde şimdiki kendi adına yaptırılan caminin bölgesinde olduğu
bilinmektedir. Bu medresenin 1890 yılında müderrisi, Müftü Hüseyin Hüsnü Efendi
olduğunu, Ayaşlı Süleyman Behced Gökalp’in bu medresede okumuş olmasından
öğrenmekteyiz.
Şeyh Muhyiddin Efendi’inin Ayaş ilce merkezinde yaptırdığı ve içinde mezarının bulunduğu
Cami (2005, A.E.)
Şeyh Muhyiddîn Efendi’nin Ayaş’taki vakıf camii, dere kenarındadır. Kendisi de bu câmiinin
içinde med-fun bulunmaktadır. Ayaş’ta kendi ismiyle bilinen bir “Şeyh Muhyiddîn”
Mahallesi vardır. Doğum ve ölüm tarihlerini kesin olarak tespit edilemeyen Muhyiddîn
Efendinin, Ayaşlı Bünyâmîn Hazretlerinin dervişlerinden olduğu anlaşılmaktadır.106
AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ
Anadolu’da yetişmiş tasavvuf alimlerinden ve gönül sultanlarındandır. Aziz Mahmud Hüdâyî
olarak bildiğimiz Hüdâyî hazretlerinin asıl adı “Mahmud”dur. “Aziz” ismi saygı ve hürmet
gereği bir sıfat olarak sonradan kullanılmıştır. “Hüdâyî” ismi ise şiirlerinde kullandığı
mahlasıdır. Bu isim kendisine şeyhi Üftâde hazretleri tarafından verilmiştir. “Hüdâyî”
kelimesi “doğru yola mensup” mânâsı kazanmış bir isimdir.
Hüdâyî’nin babası Fadlullah b. Mahmud’dur. Seyyid bir aileye mensuptur. Mesleği ve vefat
tarihi bilinmemektedir. Kaynaklarda babasının hayatı hakkında bilgi bulunmamaktadır. 1543
yılında Ankara’nın bir ilçesi olan Şereflikoçhisar’da doğmuştur.
Dahî hsn-ı haşinde vâlideyni Koçhisârî biri Seferîhisârî Selâmet var tankında efendi Özü pak
vâlideyni pak-dârî
Bu beyitler Hüdâyî’nin vefatından yirmi dokuz yıl sonra yazılmış olan “Hasan Rızâyı
Dîvânı”ndan alınmış olup, Hüdâyî’nin babasının Sivrihisarlı, annesinin ise Şereflikoçhisar’lı
olduğu
110
Manevi Mimarlarıyla Ankara

İstanbul Üsküdür’da bulunan Aziz Mahmud Hüdai hazretleri kabri (2005, A.E.)

tahmin edilmektedir. Annesinin sıla ziyareti için Şereflikoçhisar’a gittiği bir sırada doğmuş
olabileceğidir.
Çocukluk yıllarına ait bilgi yok denecek kadar az olup, ilk tahsilini memleketi Sivrihisar’da
başladığıdır. Daha sonra ilim tahsili için İstanbul’a gelir ve Kücükayasofya Medresesi’nde
eğitime başlar. Medrese tahsîline devam ederken bir taraftan da devrin alimlerinden
Nâzırzâde Ramazan Efendi’den dersler alır ve Halveti şeyhi Nureddînzâde Muslihuddîn
Efendi’nin de sohbetlerine devam eder. Muslihiddin Efendi ise Ankaravi Hüsameddin
Efendi’nin halifesi olan Hamza Bâlî’nin öğrencilerinden olduğunu bizzat kendisi şöyle ifade
eder: “Merhum bizim Sofyalı Bâlî Efendi, şeyhimiz şeyhidir.”
Medrese tahsîlini tamamlayınca Nazırzâde’ye muîd olur ve uzun yıllar hocasının yanından
ayrılmaz. Nazırzâde Edirne’deki Selimiye Medresesi’ne müderris olunca Hüdâyî’yi de muîdi
sıfatıyla yanında götürür. Daha sonra hocası Nazırzâde Ramazan Efendi Mısır ve Şam
kadılıkla rı görevlerinde bulunur ve yanına nâib olarak Mahmud Hüdâyî’yi de alır. Mısır ve
Şam’da takriben üç yıl kadar kalır. Mısır’da bulunduğu sırada, Halvetîyye’den Mehmed
Demirtaşî’nin halîfelerinden Kerimuddin Halveti’ye intisâb eder. 1573’te hocası
Nazırzâde’nin yanında yine “nâib” sıfatıy la Bursa’ya ta’yîn edilir. Ferhadiye Medresesine
müderris ve mahkeme-i suğra olarak bilinen “Câmi-i Atik” mahkemesine nâib olur. Mahmud
Efendi, Bursa’da bir yandan halka “Hukûk-ı îslâmiyye” çerçevesinde adalet dağıtır, bir
yandan da memleketin gençlerine ilim öğretir. Gönlündeki “ilâhî aşk” ateşinin cezbe-siyle
tasavvufa karşı olan meyli neticesi, Bursa’nın büyük mürşidi Hz. Üftâde (Muhammed
Muhyiddin)’nin Kaygan Camii’ndeki vaazlarına devam etmeye başlar.
1576 senesinde hocası Nazırzâde’nin vefatından sonra, gördüğü rüyâlardaki bazı manevî
işaretlerle otuzaltı yaşında iken, Üftâde hazretlerinin manevi eğitimine girer. Aralık 1576 da
“gam ve belâ mesleği” olarak kabul ettiği müderrislik ve nâiblik’ten ayrılır.

111

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinin türbesinden detaylar (2005, A.E.)


Cami kitabesi
Bursa,
Üftade hazretleri türbesi
(2005, A.E.)

Hüdâyî müderrislik ve kadılık için:


Müderrislik gam u derd ü belâdır Kaza hod canib-i Hakk’tan kazadır Mansıb olsa kadılar hiç
kimseye kılmaz nazar Kim denilmiştir “İzâ câe’l-kadâ amye’l-basar”
demiştir.
Hüdâyî, Üftade hazretlerine verdiği sözleri yerine getirerek, önce mal ve mülkünü fukaraya
dağıtır, memuriyetten ayrılır ve nefsini ayaklar altına alabilmek için çok sıkı bir riyâzata
başlar.
Bizzat kendisi “riyâzat günlerinde sâdece kuru ekmek yediğini” ve bu yüzden yolda dirilerden
çok ölülerle karşılaştığını söyler. Üç yıl gibi kısa bir sürede üstadından büyük bir aşkla aldığı
manevi eğitimini tamamlar ve irşada yetkili kılınır. Fakat Hüdâyî bu görevi tevazusundan
dolayı kabul etmez. Daha sonra mürşidi Üftade kendisini yetiştiği yer olan Sivrihisar’a irşadla
görevlendirir ve “Hacı Bayram tacı” giydirerek gönderir.
Hüdâyî hazretleri, genç yaşta tahsil için ayrıldığı memleketine, zahirî ve bâtını ilimleri tahsil
etmiş, insanlara ilahi aşkı ve manevi ilimlerin kapılarını açacak bir gönül sultanı olarak döner.
Sivrihisar’da altı ay kadar kalır ve 1580 Haziranında şeyhini ziyaret için tekrar Bursa’ya gelir.
Şeyhi Üftâde Efendi, Temmuz 1580 de vefat eder. Şeyhinin vefatından sonra memleketine
döner ve ailesini alarak Rumeli tara fına gider. Rumelide ne kadar süre kaldığını bilmiyoruz.
Hüdâyî, orta boylu, seyrek sakallı, tatlı dilli bir zattır. Aile hayâtına dâir çok az bilgi vardır.
Evliya Mehmed, Mustafa Ebrâr, Ali Murtazâ, Abdulvâhid adında dört oğlu, Ayşe ve
Ümmügülsüm adında da iki kızı olduğu bilinmektedir.
Erkek evlâdlarının hepsi Hüdâyî hazretleri hayatta iken vefat etmiş, zürriyeti kızları
vasıtasıyla devam etmiştir.
Hüdâyî hazretleri İstanbul’a döner ve Küçükayasofya’da irşad faaliyetlerine devam eder. Bu
esna da ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhît edinir, padişaha karşı da
samimî bir yakınlık temin eder.
Sultan III. Murad zamanında Ağustos 1586’da Ferhat Paşa ile birlikte İran seferine iştirak
edip, Tebriz’e kadar gider. 1589 yılında Üsküdar’da bir yer satın alır ve dergâhın inşaatına
başlar. 1594 yılında tamamlar. Mart 1594’de de Fatih Camii vaizliğine tayin edilir.
Üsküdar’daki dergâh inşaatı da tamamlanır. Fâtih Câmii’ndeki görevine dört yıl devam eder.
Daha sonra Üsküdar Mihrimah Sultân (İske le) Camii’nde Perşembe günleri vaaz etmeye
başlar. Dergâhı da en fakirinden en zenginine, en üst kademedeki devlet ricaline kadar, her
zümreden halk ile dolup taşıyor, devrin padişahları ona hürmette kusur etmiyordu.
III. Murad Han, şiire meraklı, tasavvuf vadisinde eser yaza cak kadar bu ilme de âşinâ olmuş
ve Hüdâyî hazretlerine büyük saygı

112

Manevi Mimarlarıyla Ankara

duyardı. Padişahın zaaf ve meziyetlerini mütehassıs bir hekim gibi gayet iyi teşhis eden
Hüdâyî, her vesile ile onu şefkatle ve alçakgönüllülükle ikaz eder; adalet, şerîat ve sünnet
çerçevesinde bu lunmaya teşvik ederdi.
Sultân I. Ahmed, camiini yaptırırken temel kazma işinde Aziz Mahmud Hüdâyî, Şeyhülislâm
Mehmed Efendi, Vezîriazam Kuyucu Murad Paşa ilk kazmayı vurmuşlardı. Bilâhare de ahâlî
tah liye edilerek padişah gelmiş ve elindeki altın kazma ile terleyinceye kadar temel kazmıştır.
Temel atma merasiminde de duayı Hüdâyî hazretleri yapmış, Sultân da ete ğiyle toprak
taşımıştı. 1617 yılında camiin inşâatı tamamlandıktan sonra yapılan “Küşâd merâsimi”nde ilk
hutbeyi de Hüdâyî hazretleri okumuştur. Daha sonra padişahın isteği üzerine her ayın ilk
pazartesi günü Sultan Ahmed Camiinde vaaz vermeye başlar.
Kaynaklarda ve menkıbelerde Sultân I. Ahmed, Şeyh Hüdâyî’ye büyük bir saygı ile bağlı
olup, onun “rikâbında piyade yürüyecek” kadar bir teslimiyet içinde bulunur. Menkıbelere
göre Hüdâyî’nin, Sultân I. Ahmed Hân ile tanışmasına ve sile olan bir rüyâdır. Sultân I.
Ahmed rüyasında, Nemçe (Avusturya) Kralı ile güreş tutar. Güreşirken sultan sırt üstü yere
düştüğünü görür. Korkulu görünen bu rüyânın tabîrini zamanın yorumcuları yapamaz. Bunun
üzerine rüya bir mektuba yazılır ve Hüdâyî hazretlerine ulaştırılır. Hüdâyî bu rüyâyı
“padişahın Nemçe (Avusturya) Kralına karşı bir zafer kazanacağı” şeklinde yorumlar.
Gerçekten de Estergon Kalesi geri alınır ve Avusturyalılara karşı bir zafer kazanılır. Çeşitli
vesilelerle daha sonraki zamanlarda Hüdâyî’yi daha yakından tanıma imkânına sahip olan
Sultân I. Ahmed, onun kemâlini gö rünce “cihan padişahı olduğunu unutarak gönül sultânının
önünde sâdık bir bende oldu. Çünkü o, gerçek padişahlığın gönül tahtına Hakk’ı sultân ettik
ten sonra başladığını gayet iyi anlamıştı.” Sultân Ahmed’in vefatında gasil mu amelesi için
Hüdâyî davet olunmuş; fakat o yaşlılığını öne sürerek gideme miş, yerine dergâhın zâkirbaşısı
Şaban Dede’yi göndermişti. Sultân Ahmed’in yerine kardeşi I. Mustafa, kendisinden önce
devam edege-len “saltanatın babadan oğula geçmesi” ananesini yıkarak padişah oldu. Ancak
devlet işleriyle meşgul olamayacak kadar akli muvâzeneden mah rum padişah, sâdece üç ay
kadar Osmanlı tahtında kaldıktan sonra tahttan feragat ettirildi.
I. Mustafa tahttan feragat ettirildikten sonra yerine I. Ahmed’in en bü yük oğlu Osman (II.
Osman veya Genç Osman) padişah ilân edildi.

Osmanlı tahtında yirmi yıl kadar


saltanat süren ve Hüdâyî ile
samimî bir münâsebet kuran III.
Murad Han, Haziran 1595 de vefat
ettiği zaman Hüdâyî’de şu ilâhîyi
söyler:
Yalancı dünyâya aldanmaya Hû
Bu dernek dağdır dîvân eğlenmez
İki kapılı bir viranedir bu
Bunda konan göçer mihmân eğlenmez
Bakma bunun karasına ağına
Gönül verme bostanına bağına
Benzer hemân oğlan oyuncağına
Bunda aklı olan insan eğlenmez
Doğrusuna gide-gör bu yolların
Geçe-gör sarpını yüce bellerin
Dünyâ zindanıdır mü’min kulların
Zindanda olan kul asan eğlenmez
Sen ey gafil ne sandın rüzgârı
Durur mu anladın leyi u nehârı
Yükün yineldi-gör evvelden bârı
Yoksa yolcu giden kârbân eğlenmez
Varım nisâr eyle Mevlâ yoluna
Bunda ne eylersen anda buluna
Bir gün sefer düşer berzah iline
Otağı kalkıcak sultân eğlenmez
Ömür temam olup defter dürülür
Sırat köprüsü ve mîzân kurulur
Hakk’ın dergâhına kullar durulur
Buyruğu tutulur ferman eğlenmez
Hüdâyî n’oldu bu denlû peygamber
Ebubekr u Ömer Usman u Hayder
Kanı Habîbullah Sıddik-ı Ekber
Bunda gelen gider bir can eğlenmez
Aziz Mahmud Hüdâyî
hazretlerinin mürşidi Üftade
hazretlerinin Bursa’daki kabri
(2005, A.E.)

113

manevi mimarlari ile ankara

Zâkir sofaya erişur Envâr-ı zikrullah ile Âşık Huda’ya erişur Iksâr-ı zikrullah ile Zikri
mükerrer ede gör Bir hacc-ı ekber ede gör Kalbin muattar ede gör Attâr-ı zikrullah ile Aşık
olan cananına Girmiş fena meydânına Ermiş Hakk’ın ihsanına Îsâr-ı zikrullah ile Tasdik ile
îmâna er Tahkik ile irfana er Bir bahr-ı bî-pâyâna er Enhâr-ı zikrullah ile Açan hüviyyetîen
kapu Zevk ile olmuş hande-rû Zahir olmuş ızmâr-ı Hû Izhâr-ı zikrullah ile Kesrette vahdet bul
beğim Bakî saadet bul beğim Sırr-ı hakikat bul beğim Tekrâr-ı zikrullah ile Bel bağlayanlar
hizmete Tâlib olanlar vuslata Ermiş Hüdâyî vahdete Esrâr-ı zikrullah ile Diller acep hayran
olur Esrâr-ı zikrullah ile Yollar beğim asan olur Asâr-ı zikrullah ile Nefsin hevâsından kesil
Zikreyle Hakk’ı muttasıl Saykallenür mir’ât-ı dil Tekrâr-ı zikrullah ile Ger ister isen kurb-i
Hakk Al ehli irfandan sabak Geldi zuhura her varak Eşcâr-ı zikrullah ile Ref olsa zulmânî
hicâb Dilden giderdi ızdırâb Yap yap gönül kasrını yap Mîmâr-ı zikrullah ile Zikri bilip habl-i
metin Muhkem tutar ehl-i yakın Daim ider i’la-yi dîn Izhâr-ı zikrullah ile İsterse ger kalbin
safa Zikreyle Hakk’ ı dâima Bîmâr olan bulur şîfâ Tîmâr-ı zikrullah ile Dilden kederler dür
olur Mahzun olan mesrur olur Zulmet Hüdâyî nur olur Envâr-ı zikrullah ile

Sultan Genç Osman’ın, babası Sultân Ahmed gibi, Hüdâyî hazretlerine büyük bir hürmet ve
bağlılığı vardı. Hatta padişah, Şeyhülislâm Esad Efendi’nin kızı Akîle (veya Ukayle) Hanımı
nikahladığı zaman kendi yerine Aziz Mahmud Hüdâyî’yi tevkil etmişti. Genç Osman, babası
I. Ahmed gibi erken inkişâf etmiş üstün zekâsı, kuvvetli bir tahsil ve eğitim görmüş olması
sayesinde, çöküşe başlayan “devlet-i aliyye”nin temelinden ıslâhına dâir yeni ve orijinal
fikirlere sahip bulunuyordu. Fakat genç padişahın bu ıslâhat plânlarını gerçekleştirebilme si
için uzun bir tecrübe devresi geçirmesi gerekiyordu. Sultan hacca gitmeye niyet eder. Fakat
daha sonra gitmekten vaz geçer. Gördüğü bir rüya üzerine yeniden niyetlenir. Şeyhülislâm,
Sultân’a fetva yollayıp, “padişahların hacca gitmelerine lüzum yoktur, yerinde oturup adalet
etmesi kâfidir, bir fitne çıkması ihtimâlî vardır” diye nasîhatta bulunduğu gibi, Aziz Mahmud
Hüdâyî de Sultân Osman’ı fikrinden vazgeçirmek için nasihat etti ise de, padişahı ikna
edemediler. Padişahın bu kararda ısrarını yeniçeri ve sipâhî elebaşıları kendilerine karşı bir
hareket gibi yorumlayarak peşpeşe ayaklandılar. Neticede iş, padişahın şehit edilmesine kadar
vardırıldı. “Genç Osman Vak’ası”nda Sultân Osman şehit edildikten sonra, I. Mustafa tekrar
padişah ilân edilmiş ise de, kısa zaman sonra yine tahtan feragat ettirilerek, IV. Murad padişah
yapılmıştı.
Bedenen ve zihnen sağlam ve cevval olan bu genç padişaha, Eyyûb Sultân’da icra edilen
merasimle “saltanat kılıcı”nı, devrin en muteber şeyhi sı fatıyla Hüdâyî hazretleri kuşatır.
Aziz Mahmûd Hüdâyî, şeyhi Üftâde’nin: “Biz anı zengin şeyhi ettik ve ona dünyâ ziyâde
ikbâl eder.” şeklindeki dua ve teveccühü neticesi kal binden çıkarıp attığı dünyâ ona ram
olmuş, padişahlar ve devlet ricali ile onun sâdık birer müridi olurlar.
Kaynaklar Hüdâyî’nin üç defa haccettiğini belirtmektedir.
Hüdâyî hazretleri, çok hareketli ve bereketli bir ömür sürdükten sonra dok san yaşlarında,
1628 Ekim ayının bir Salı akşamı Hakk’a yü rümüştür.
Cenazesi büyük bir merasimle kaldırılmış ve Üsküdar’da bulunan zaviyesinde bizzat kendi
sinin yaptırdığı türbeye defnedilir.
Eserleri: 1- Ahvâlu’n-Nebiyyi’l-Muhtâr aleyhi Salevâtullahi’l-Meliki’l-Cebbar, 2- Câmiu’l-
fazâil ve kâmiu’r-rezâil, 3- el-Es’ile ve’l-ecvibe fi ahvâli’l-mevtâ, 4- Fethu’l-bâb ve refu’l-
hıcâb, 5- el-Fethu’l-ilâhî, 6- Habbetü’l-mahabbe, 7- Hâşiye Kuhistânî fî şerh-i fıkh-ı Keydânî,
8- Hayâtü’l-ervâh ve necâtü’l-eşbâh, 9-Hulâsatü’l-ahbâr fi ahvâli’n-Nebiyyi’l-Muhtâr, 10-
Keşfü’l-kınâ an-vechi’s-semâ, 11- el-Mecâlisü’l-va’zıyye, 12- Mecmûa-i Hutab, 13-
Merâtibu’s-sülûk, 14- Miftâhu’s-salâh ve mirkâtü’n-necâh, 15- Nefâisü’l-mecâlis, 16-
Şemâilu’n-nübüvveti’l-Ahmadeyyeti’l-Muhammediyye, 17- et- Tarîkatü’l -Muhammediyye
vesîle ilâ’s-seâdeti’s-sermediyye, 18- Tecelliyât 19- Vâkıât adlı Arapça

Manevi Mimarlarıyla Ankara


eserleri vardır. Şeyhi Üftade’nin sohbetlerinde tuttuğu notlardan meydana gelen Vâkıât adlı
eser de genellikle Hüdâyî’ye nisbet edilmiştir.
Türkçe eserleri: 1- Divan (Divan-ı İlâhiyyât), 2- Ecibe-i Mutasavvifâne, 3- Mirâciye, 4-
Nasâyih ve Mevâiz, 5- Necâtü’l-garîk fi’l-cem’i ve’t-tefrîk, 6- Tarikatnâme, 7- Tezâkir (veya
Mektubat) adlı eserlerdir.107
DERVİŞ NİDÂÎ
Ankara’dan yetişmiş mutasavvıf şairlerdendir. Derviş Nidâî’nin asıl ismi Şaban’dır. Mesleği
tabibliktir. Babası Kudüs’ten gelip Ankara’ya yerleşir. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor.
Yazdığı eserlerden “Menafi’ün-Nâs”a göre ailenin dört çocuğunun, “Esrâr-ı Genc-i Ma’nâ”ya
göre de beş çocuğun en küçüğüdür.
Şiirlerinde ve eserlerinde “Nidâî”, mahlasını kullanır. Kardeşleri mal ve mülk sahibi olup
zenginleşirken, kendisinin Hak aşkıyle yetindiğini bir beytinde şöyle ifade eder:
Bunun her birisi yığar mülk ü mâl Bana aşk-ı Hak oldu âhir me’âl
Nidâî “Rebi’ü-s-Selâm” adlı eserinde soyunun Mısırlı Kaysunîzâdeler’den geldiğini yazar.
Nidâî üzerinde çalışanlar, babası Ankara’ya Kudüs’ten geldiğine göre , Kudüs’e de Mısır’dan
gelmiş olabilir, demektedirler. O’nun Kaysunîzade olduğunu ve bazı eserlerinin üzerinde veya
içinde Kaysunîzâde yazması, Nidâî’nin Kaysunîzâde Mahmud Efendi ile karıştırılmasına,
eserlerinin de bu zatın “Risale-i Kaysûnî veya Kaysûnîzâde” adını taşıyan tıp kitabıyla
karışmasına sebep olmuştur.
Nidâî’nin hayatının bir kısmı seyahatlerde geçmiştir. Bu seyahatlerden birinde Kırım’a gitmiş,
Kırım Hanlarından Sahib Giray’a hocalık yapmıştır. Hanla hocası arasındaki yakınlık,
çevrenin bu hali çekememesine sebep olmuştur. O’nun Han tarafından Kanunî Sultan
Süleyman’a elçi olarak gönderilmesini fırsat bilenler, Nidâî’nin Kanunîye, Han aleyhinde
sözler söylemiş olacağına Sahib Giray’ı inandırmışlardır. İstanbul’dan dönen Derviş Nidâî
zindana atılıyor. Yedi yıl zindanda kalıyor. Bu sürede tasavvufi eserler yazıyor. Zindandan
çıktıktan sonra Peygamber soyundan gelen yaşlı bir zattan tıp öğreniyor ve icazet de alır.
Kırım’dan ayrılıp Konya’ya gelir. O sırada Konya Valisi olan Şehzade II. Selim’e bağlanır ve
Mevlevî tarikatine intisab eder. “Derviş Nidâî” diye anılmasının sebebi Mevlevi
olmasındandır.
II. Selim tahta çıkınca Nidâî de İstanbul’a gelmiş ve Hekimbaşılığa atanmıştır. Hekimbaşı
oluşu 1566 yılına rastlar. Osmanlı Müellifleri’nde İstanbul’da vefat ettiği yazılıdır.
Eserlerinden “Esrâr-ı Genc-i Ma’nâ”yı otuzbeş yaşında yazmıştır. Bu eser tasavvufi
hikâyelerin anlatıldığı bir mesnevidir.
115

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Mezkür eser:
Çekti çün tuğrâ yı Bismillâh dil levhinde yâr Anın için buldu unvân-ı me’ânî iştihâr
Yedi harf içinde buldum on sekiz bin âlemi Kim ki fehm eyler bu remzi ârif oldur âşikâr
İsm-i Hak’dır bunca eşyâya hayât-ı câvidân Böyledir çün dilde tekrâr eyle var leyl ü nehâr
beyitleriyle başlar, arada murabba gibi nazım şekilleri kullanarak, veznindeki yeknesaklığı
giderir. Bunlara bir örnek olan “Maârifü’l-İnsan” başlıklı murabba’ın ilk kıt’ası:
Çün seni insân idüp gör kim ne ihsân itdi Hak Cân ile aşkı virüp kim gör ne ummân itdi Hak
On sekiz bin âlemi gönlünde pinhân itdi Hak Gel temâşâ it vücudun kim ne sultân itdi Hak
dörtlüğüdür. Şiir şöyle biter:
Mâil olma ey Nidâî bu fenâ gülzârına Muntazır ol dâimâ cennetde Hak dîdârına Lutfeder ahd
eylemiştir yâr yârın yârına Gel temâşâ it vücudun kim ne sultân itdi Hak
“Rebi’üs-Selâm” taun ve vebanın ilâcına ve devasına dair bilgi veren bir risaledir. Risale’de
Fuzûlî ile ilgili şu satırlar önemlidir. Fuzûlî ile tanışıp görüştüğünü yazdıktan sonra: “Fakir
Bağdad’a vardığım sene fevt oldu. Evlâtlarından Fazlı Çelebi ile ziyade dostluk ve sohbet
itdük. Mevlânâ, Akkoyunlu Türkmanından imiş. Bağdad’da neşv ü nemâ bulmış bir ârifcan
idi. Sahib-derûndan çok kimesne ile görüşmüş ve fenne dahletmiş idi” diye devam eder.
Eserin başı manzum olup ilk iki beyit şöyledir:
Hezâran şükr ü minnet ol Hakîme Ki virdi hikmetin akl-ı selîme Bizi ol akl ile itdi müşerref
Dahi kıldı ibadetle mükellef
“Menafiü’n-Nâs” 90 bab (bölüm) üzerine düzenlenmiş olup, bu tıb eserinin yazılış tarihi
1566’dır.
Ey hakîm ü alîm ü lem yezelî İlm-i hikmetde kâdir ü ezelî Hikmetin bahri dolu gevher-i hâs
Nice Lokman’ı eyledin gavvâs
beyitleriyle başlayan bu eserin kütüphanelerimizde pek çok yazma nüshası bulunmaktadır.
“Manzume-i Tıb”, Derviş Nidâî’nin II. Selim’e ithafen yazdığı bu manzum tıb kitabının telif
tarihi 1567’dir. 55 bab üzerine düzenlenmiştir. Eserde sağlık için kısıtlı yemenin yararından
şöyle bahsedilmiştir:
116

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Mi’deye çün denildi beyt-i a’lâ Hazer it bulduğun koyma ana Ger mizâca muvâfık ola taâm
Kesret ile yime vü gözle nizâm
Şol muhalif gıdâdan eyle hazer Görmeyesin cihanda renc ü zarar
Sağlığın başı çok sakınmaktır
Eyle perhîz bu sözlerim haktır.
Osmanlı Müellifleri’nde Nidâî’nin “Beşerî ve Baytarî Tababet” ve “Tenbihname” adlı iki
kitabından daha söz edilmektedir. “Fetihnâme-i Kal’a-i Cebre” adlı bir kitap da ona
atfolunmaktadır.108
TACEDDİN-İ VELİ
Ankara’da yaşamış ünlü mutasavvıflardan ve Bayramiyye Celvetiyye şeyhi. Hayatı hakkında
fazla bir malumat yoktur. Özellikle Halveti şeyhi Pir Muhammed Erzincani hazretlerinin
halifesi Tacüddin İbrahim Efendi ile karıştırılır. Tacüddin İbrahim Efendi 1455’de vefat etmiş
ve kabirleri de Kayseri’dedir. Ayrıca Tacüddin İbrahim Karamani hazretleri ile de karıştırılır.
Karamani hazretleri de 1467 yılında Bursa’da vefat etmiştir. Kaynaklarda 1606 yılında
Ankara’da vefat eden Taceddin Efendi’den bahsedilir. Ankaralı bir müderris olan ve Ankara
Müftülüğü de yapan Taceddin Efendi, “tezkereci” olarak zikredilir.

117
Şeyh Taceddin hazretlerinin on yedinci asır başlarında, Şeyh Taceddin-i Veli Türbesi
Bursa’dan Ankara’ya göç ettiği ve burada dergâh kurup, Celveti onarım kitabesi (2005,
A.E.)
Manevi Mimarlarıyla Ankara

Şeyh Taceddin-i Veli Türbesi giriş kapısı ve kabri (2005, A.E.)

Taceddin Velî’nin günümüze intikal eden bir şiiri


Ey talib-i Kâbe olan Hak bendedir Kâbe benim Gelsin Hacc-ı ekber kılan Hak bendedir Kâbe
benim Kim ki kapumda kul olur Eşiğimde Kâbe olur Münkir olan mahrum kalır Hak bendedir
Kâbe benim Kim ki ziyaretim ider Masum pak olur gider Hak emrin daim tutar Hak bendedir
Kâbe benim İnsaf idip ol ehl-i Hak İnkarı ko gel bende Hak Hak bendedir gitme uzak Hak
bendedir Kâbe benim Taceddin oldu müttaki Zahidin bu söz hakkı Münkir kabul etmez Hakkı
Hak bendedir Kâbe benim110
118

tarikatında irşad ile meşgul olduğu bilinmektedir. Babası adına Taceddin Camii’ni ilk yaptıran
oğlu Şeyh Mustafa Efendi’dir. Hayatı hakkında bilgi yoktur.
Osmanlı döneminde Ankara şehir merkezinde iki mahallede oturanlar vergiden muaf
sayılırlardı. Birincisi Hacı Bayram-ı Velî mahallesi, ikincisi ise Taceddin-i Velî (Tekke
Ahmed) Mahallesi sakinleri. Bu iki gönül sultanının “yüzü suyu hürmetine”, bu mahalle
sakinleri özel istisnalara sahiptiler.
1522-1925 yılları arasında Taceddin-i Velî hazretlerinin türbesinin ve dergâhının bulunduğu
mahalleye “Tekke Ahmed” mahallesi denilmiştir. Günümüzde bu mahalleye Sümer ismi
verilmiştir.
Hamamönü semtinde bulunan Taceddin Camii’nin bitişiğindeki türbesinin giriş kapısı
üzerinde, yaldızlı bir tuğra ve kitâbe vardır. Tuğra İkinci Abdülhamid Han’a aittir. Kitâbede
şu ibareler yazılıdır:
“Tac-dare tac-daran hazret-i Sultan Hamid Yaptı bu Dergâh-ı Taceddini tahsine seza Söyledi
Cahid kulu lafzen tamam tarihi Bn üçyüz ondokuzda oldu bu cami bina Hulusi”
“Sultanlar sultanı hazreti Sultan Hamid bu Taceddin Derğahı’nı kale gibi sağlam olarak yaptı,
Cahid tarihini 1319 (1901) olarak söyledi.”
“Hattat Hulusi”
Bu kitâbeden caminin, türbenin ve dergâh’ın İkinci Abdülhamid Han tarafından 1901 yılında
yeniden inşa edildiğini öğreniyoruz.
Hacı Bayram-ı Velî’nin halifelerinden birisi de Akbıyık Meczub Sultan olarak tanınan,
Akbıyık Ahmed Şemseddin Efendi’dir. Şeyhin halifesi ise Hızır Dede’dir. Bursa’da ikamet
eden Hızır Dede “Bayramî”liğin bir kolu olan “Celvetiye” şubesini kurmuş ve yerine Üftade
(Muhammed Muhyiddin) hazretlerini irşada yetkili kılmıştır.
Bu kol Aziz Mahmud Hüdai ile devam etmiştir. Celvetiyye kaynaklarında Taceddin-i Veli’nin
ismine ve Ankara Celveti dergâhına ait bir bilgiye rastlayamadık.
Üftade hazretleri 1580 yılında Bursa’da vefat ettiğine göre, Şeyh Taceddin-i Veli onun veya
Aziz Mahmud Hüdai’nin halife-lerindendir.
Şeyh Taceddin-i Veli hazretlerinin Ankara Hamamönü semtinde bulunan türbesinde, oğlu
Taceddin Mustafa Efendi’nin kabri de vardır.109
Taceddin Dergâhı’nın son şeyhi Mustafa Taceddin Efendi’dir. 1937 yılında vefat etmiştir.

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Şeyh Taceddin-i Veli Camii ve Türbesi (1998, A. E.) Şeyh Taceddin-i Veli dergâh evi
(2005, A.E.)

Taceddin Velî Dergâhı’nın, Türkiye tarihinde önemli bir yeri vardır. Bu yapı Cumhuriyetin
ilk yıllarında birçok olaylara tanıklık etmiştir. Milli şairimiz merhum Mehmed Akif Ersoy,
Ankara’da kaldığı müddet zarfında burada ikamet etmiş, İstiklal Marşı’nı bu kutsal mekanda
yazmıştır.
Dergâh evi ve salonu (2005, A. Kılcı Arşivi)
Mehmed Akif Ersoy, 25 Aralık 1920’de Burdur Milletvekili olarak Ankara’da, Türkiye
Büyük Millet Meclisi çalışmalarına katılır ve dergâh evinde kalır 110. Meclis çalışmaları
yanında da bu mekanda özel sohbetlerde bulunur. Mehmet Akif şu mısraları ile bu manevî
mekanda zuhur eden ilahî hazzı anlatır:

Şafaklar ferş -i râhın, fecr-i sâdıklar çerâğındır; Hilâlim, göklerin kalbinde yer tutmuş,
otağındır; Ezanlar nevbetindir: İnletir eb’âdı haşyetten; Cihânındır alemler, kubbeler, inmiş
meşiyyetten; Cemâatler kölendir. Kâbe’ler haclen... Gel ey Leylâ, Gel ey candan yakın cânan
ki gâiplerdesin, hâlâ!111
ŞEYH MEHMED BABA
Şeyh Mehmed Baba, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin kutlu soyundandır. Annesi Şeyh
İnayetullah Baba’nın torunu Abide Hatun’dur. 1714 yılında Hacı Bayram Camii’ni tamir
ettirmiştir. Evladı olmamıştır. 1730 tarihli bir belgede Hacı Bayram-ı Veli vakfının da
mütevellisidir.
Hacı Bayram-ı Veli Camii’nin onarım tarihi hakkında, kıble (güney) duvarının dışardan
pencere üzerinde Arapça ve Türkçe iki kitâbe vardır.
Arapça kitabenin Türkçe anlamı ise şöyledir:
“Bu güzel ve iftihar edilecek camii Allah’ın veli kullarından Hacı Bayram-ı Veli
yaptırdı.Zaman içinde harab olan bu camii Hacı Bayram-ı

119

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Şeyh Mehmed Baba’nın Hacı Bayram-ı Veli Camiini tamir ettirdiğine dair kitabe (2005, A.E.)

Veli neslinden Şeyh Mehmed Baba büyük bir titizlik göstererek ceddinin bu eserini tamir etti.
Tamiri tamamlanınca bunu görenler “onarıcısı olan cami” dediler”
Türkçe kitâbe de şu ifadeler yazılıdır:
Mürsid-i rah-ı hakikat menba-ı cud ü seha
Şeyh Mehemmed Baba nesl-i Hacı Bayram-ı Veli
Cami’ -i ceddini ta’mir etti ba avn-i Huda
Ola Ya-Rabb dergehin çakerlerinin ekremi
Göricek itmamını Razi dedi tarihini
[Cami-i rahmet - meab-ı Hacı Bayram-ı Veli] 1126/1714112
Şeyh Ahmed Baba’nın doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili kaynaklarda bilgiye ulaşamadığımız
gibi, kabrinin yeri de bilinmemektedir.

İSMAİL RUSUHİ DEDE (İSMÂÎL-İ ANKARAVÎ)


Alim, mutasavvıf, şair ve Mevlevi şeyhi olan İsmâil-i Ankaravî (k.s.) Ankaralıdır. İsmail b.
Ahmed el-Ankaravî el-Mevlevî ismiyle bilinen İsmâil-i Ankaravî, Ankara’da doğmuştur.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Babasının adı Ahmed’dir. Kaynaklarda ailesi
hakkında fazla bilgi yoktur. Ailesinin Ankaralı olduğu ise kesindir.
İlk tahsilini ve medrese eğitimini Ankara’da tamamlamıştır. İsmail-i Ankaravî, Arapça ve
Farsça’yı da şiir yazabilecek ileri bir seviyede öğrenmiştir. Onun bu seviyedeki tahsilini
kimlerden okuyarak elde ettiği konusunda bir bilgiye kaynaklarda rastlanmamıştır.
Bilinen şu ki, bu dönemde Ankara bir ilim merkezi olmuş ve diğer illerden ilim tahsil etmek
için öğrenciler Ankara’ya gelmişlerdir. Ak, Melike Hatun (Kara), Kızıl Bey, Sarı Hatib, Ahî
Yakub, Mah-ı Bülendi ve Saraç Sinan Medreseleri bunlardan bazılarıdır. Özellikle Hacı
Bayram-ı Veli hazretlerinin kurucusu olduğu “Bayramiyye”, tasavvuf ekolüde Ankara ve
Anadolu’da büyük taraftar bulmuştur. Şeyhülislâm Bayramzade Zekeriyya Efendi bu
dönemde, Ankara’da yetişen alim ve şairlerdendir. Zamanın medrese ilimlerini öğrenen
İsmail-i Ankaravî de gönlündeki arayışa cevap bulmak için Bayramiyye tarikatine girmiş,
şeyhlik makamına kadar yükselmiştir.
İsmail-i Ankaravî, Bayramî şeyhi olarak Ankara’da irşad görevini sürdürürken gözlerine
perde iner ve görmez olur. Zamanın hekimleri tarafından uygulanan tedavi sonuç vermez.
Gözlerinin rahatsızlığı dolayısıyla ilim çalışmalarını sürdüremeyen İsmail-i Ankaravî,
üzüntüsünü şu beyitlerle ifade eder ve Yaradan’a niyazda bulunur:
120

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ya Rab! Kereminden gözüme nur ver, Yakînden de gönlüme sürür ver.


Manevî bir işaretle Ankaravî Konya’ya gider. Konya’da Hz. Mevlânâ’nın kabrini ziyaret eder
ve ziyaret esnasında şu beyti okur:
Onlar ki, nazarları ile toprağı kimya ederler
Umulur ki bir gözün kenarını olsun görür hale getirirler
Mevlana Külliyesi (2005, A.E.)
Rivayete göre dergâhta postnişîn olan Hz. Bostan Çelebi’nin dua ve himmetleri ile İsmail-i
Ankaravî’nin gözleri sıhhate kavuşur. Sıhhate kavuşan ve yeniden görmeye başlayan
Ankaravî, bu sevincini ve şükrünü Farsça yazdığı şu şiiri ile terennüm eder:
Görmeyen bir kişi iken görür oldum. Öyleki Allah’ın tecellîsine Sîna oldum. Uzun zaman
kederden susmuş iken, Allah’a şükür ki şu anda söyler oldum. Gamda kalmış, inlemiş ve
ağlamıştım. Şimdi neş’elilik yolunda koşan oldum. Allah’a hamdolsun ki bu maksûd gülüne,
Bu cihanın bahçesinde koşan oldum. Ey Rusûhî artık murad hasıl oldu, Gam eserini gönül
levhasından yıkadım.
Bayramî şeyhi olan İsmail-i Ankaravî, Bostan Çelebî’nin irşadı ile Mevlevî olur. Tasavvuf
ilmine âşinâ olan, tasavvufî hayatı da bizzat yaşamakta bulunan Ankaravî, Konya’da kaldığı
süre içinde Mevlevî tarikatının usûl ve âdabını öğrenir, sulûkunu tamamlar.
Doğum yerine nisbet edilerek “Ankaravî” diye tanınmış, Hz. Mevlana’nın eseri olan
Mesnevi’yi şerh ettiğinden dolayıda “Hazret-i Sarih” unvanını almıştır.
1610 yılında İstanbul’da bulunan Galata Mevlevîhânesi’ne şeyh olarak gönderilir ve yirmibir
yıl fasılasız vefatlarına kadar bu hizmeti yürütür.
İsmail-i Ankaravî, şeyhliğini yaptığı Galata Mevlevîhânesi’nin yapılış tarihine (1491) delâlet
eden “Rusûh” kelimesini, “Rusûhî” şeklinde şiirlerinde mahlas olarak kullanmış ve bu
sebeple “Rusûhî” unvanıyla da şöhret bulmuştur. Bunlardan başka “Rusûhî Ankaravî”,
“İsmâîl Dede” gibi unvanlarla da anılmıştır.
İsmail-i Ankaravî’nin döneminde ilmî yönden, 16. asra nis-betle bir durgunluk olmuş, edebî
bakımdan ise bu dönem, Türk edebiyatının mükemmelliğe ulaştığı, meşhur edebî şahsiyetlerin
yetiştiği bir asırdır. Öyleki bu dönemde Nefi, Bâkî, Şeyhülislâm Yahya Efendi ve Nev’îzade
Atâî gibi şairler yetişmiştir.
XVII. asır tasavvuf edebiyatının önde gelen temsilcilerinin başında ise, Niyazi Mısrî, Aziz
Mahmûd Hüdâyî ve İsmail-i Ankaravî’yi zikredebiliriz.
121

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ankara Mevlevihanesi, 1990’lü yıllar (VGM Arşivi)

Yaşadığı asrın meşhur meşayihleri arasında yeralan İsmail-i Ankaravî, hayatını ilme ve irşada
vakfetmiştir. Devrinde tasavvuf erbabının maruz kaldığı hücumlara o da hedef olmuş, hatta bu
yüzden sürgün bile edilmiş, canına kastedilmiştir. Bu durumu kendisi, Mesnevî şerhinin ikinci
cildinde anlatmaktadır. Mesnevi şerhinin mukaddimesinde, IV. Murad zamanında
Kadızâdeliler’in tasavvuf ehli ile olan mücadelelerinden sözedilmektedir. Bir ilim, fikir, iman
ve tasavvuf büyüğü olan Ankaravî, devrinde tasavvuf ehline karşı yöneltilen suçlamalara ilmi
yönden cevap verenlerin başında gelir. Bu yüzden Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin takdirlerine de
mazhar olmuşlardır.
Kadızâdeliler’in baskısı ile mutasavvıflar, Ankaralı Şeyhülislâm Zekeriyya Efendi’nin oğlu
olan Şeyhülislâm Yahya Efendi ve diğer ulema tarafından muhakeme edilir. “Semâ”
konusunun savunulması da Ankaravî’ye verilir. Üç gün gibi kısa bir sürede hazırladığı ilmî
bir risaleyle savunmasını yapar ve heyete sunar. İlmi heyet hazırlanan savunmayı haklı bulur.
Hayatının en verimli dönemi olan bu devrede, bir taraftan telifât ve tasnifât ile uğraşmış,
kıymetli eserler vermiş, diğer taraftan da irşad hizmetini, şeyhlik görevini yürütmüş, pek çok
müridi olmuş, dergâh her seviyeden gönül erbabını sinesinde toplamıştır. Yirmibir yıl süren
şeyhlik devresinin her anını kalpleri İslâm’a ısındırmak için çalışmıştır.
İsmail-i Ankaravî, Kadızâdeliler’e karşı verdiği mücadeleyi başarıp, tasavvuf ehlini onların
şerrinden emin kılınca, “Artık iş tamam oldu. Şimdi usûlü ile vusule müşerref olmak
arzusundayım” diyerek, vefatlarının yaklaştığına işaret buyurmuştur.
Hazret-i Şârih’in üzerinde çalıştığı eserlerin tamamlanamadığı, kendisinden feyz alan pek çok
müridin onun irşadına olan ihtiyaçları, bu işareti anlayanları üzüntüye sevketmiştir. Bu arada
hastalanır ve bir müddet yatağa düşer. Aradan fazla zaman geçmez ve sağlığına kavuşur,
yarım kalan eserlerini tamamlar. Bundan sonra İsmail-i Ankaravî, hizmetini ifa eyleyen bir
kimse olarak artık vuslata hazırdır. Etrafındakileri de bu yolculuktan haberdar ekmek için,
“Tecrîd ehlinin gelişi de gidişi de aynı minval üzere olmak gerekir”, “Hakiki dost, posta bağlı
değildir” latifelerini söyler, irşâd sürelerinin nihayete erdiğini ve irtihallerinin yaklaştığını
bildirir. Çok geçmeden 1631 yılında vefat eder ve vasiyyetleri gereği Galata Mevlevîhânesi
hazîresine defnedilir. Mezarı üzerine daha sonra bir türbe inşâ edilir. Ahşap bir yapı olan
türbe, daha sonra 1819 yılında Halet Saîd Efendi tarafından kargir olarak yaptırılır. Bu
türbede İsmail-i Ankaravî’den başka, meşhur dîvan şairimiz Şeyh Galib, Şeyh İsa Efendi,
Şeyh Selîm Dede Efendi ve Şeyh Mehmed Ruhi Dede Efendi’nin de kabirleri vardır.
Onyedinci asır ilmî ve edebî hayatı içinde İsmail-i Ankaravî’nin kendine has bir yeri vardır.
O, tasavvufi hayata yönelmeden önce zahir ilimleri tamamlamış, kendisini yetiştirmiş,
tasavvufi hayata yöneldikten sonra da asrının üstadı olmuştur.

122

Manevi Mimarlarıyla Ankara


İsmail-i Ankaravî Türkçe, Arapça ve Farsça pek çok eser kaleme almış, bu üç dilde şiirler
yazmıştır. Türkçe Divan’ı, Arap dili ve edebiyatı hakkındaki “Miftâhu’l-Belâğa ve Misbâhu’l-
Fesâha” adlı eseri ve Farsça olan Mesnevî’yi en güzel şekilde Ankaravî şerhetmiştir.
Arapça yazdığı bir şiirinin Türkçe karşılığında Allah’ın birliğini, kudretini şöyle dile getirir:
Onun hikmetini hakkıyla anlayan olmadığı gibi Onun kudretinin de sonu yoktur. Onun varlığı
hakkında bir fikir istersen, Onun için her şeyde bir delil vardır.
Ankara, Mevlevi haziresi (1998, A.E.)
Evliya Çelebi, İsmail-i Ankaravî’yi “Manâ denizi” olarak tanıtır. Osmanlı tefekkür hayatının
önde gelen simalarından olan İsmaili Ankaravî, Mesnevî’yi şerhetme konusunda ve Mesnevî
ile ilgili araştırmalarında o kadar başarılı olmuştur ki, bu yüzden ondan sonra Mesnevî
okutacak kimselere verilen okutma ruhsatlarında, onun yolu ve usûlü başlıca şart olarak kabul
edilmiştir. Mesnevî şerhinde gösterdiği ilmî ve edebî maharetinden dolayı, “Hazret-i Sarih”
unvanını almıştır. İsmail-i Ankaravî’nin eserlerinde kullandığı dil de oldukça sâde ve
güzeldir. Özelikle Mesnevî şerhinde hikâyeleri anlattığı bölümlerde, halk diline ait kelime ve
deyimlere büyük bir yer vermiştir. Bu da onun, hem bir san’atkâr, hem de esaslı bir edebî
kültüre sahip olduğunu gösterir.
Hazret-i Şârih’in edebî şahsiyetini, ünlü divan şairimiz Şeyh Galib bir kasidesinde şöyle
anlatır:
Ey kâşif-i esrâr-ı nihân Hazret-i Sârih!
Rû pûş-i tecelli-i iyân Hazret-i Sârih.
Bâ nûr-ı yakîn sâlik-i etvâr-ı hakikat,
Sâhib-i kıdem-i keşf-ü beyân Hazret-i Şârih.
Olmuş lâkabın ilm-i ledünnîde Rusûhî,
İrfan ile memdûh-ı cihan Hazret-i Şârih.
Var şerhine hem Mesnev-i Pîr’de îmâ,
Hem her sühanın mahrem-i can Hazret-i Şârih.
Hemnâm-ı zebîh olduğunu eyledi icrâ,
Zemzem gibi bu nutk-ı revân Hazret-i Şârih.
Vasfın vilâyette velâyetle değil mi?
Ser menkabe-i mevleviyân Hazret-i Şârih.
Var ise senin cevher-i tahkiklerindir
Reşk âverîm gıpta-i kân Hazret-i Şârih.
Te’viline, tevfîkine hayran olur âdem,
Pür fazl-ü hüner nâdiredân Hazret-i Şârih.
Hakka ki şeriatta, tarikatta mükedder,
Etmen ile defi helecan Hazret-i Şârih.
Her beyt birer mihr ü anın pertevi şerhin,
Eyler nice dilde lemeân Hazret-i Şârih.
Müşkil komayıp Mesnev-i Pîr’de hakkâ,
Halleyledi bî-reyb-ü gümân Hazret-i Şârih.
123

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Cenabi Ahmet Paşa Camii ve Mevlevihane (BELKO)

Baştan başa yâkût-ü zümrüdle komuştur, Cân kâ’besine seng-i nişan Hazret-i Sârih. Geçti
nice devrân dahî el’ân yine sensin, Ser kafile-i nükteverân Hazret-i Sârih. Tafsil eden icmalini
tafdîl eder el-hâk, Anlar bunî rindan-ı zaman Hazret-i Şârih. İskender-ü Hıdr u âb-ı hayat
isteyen âşık, Gel bundadır etme cevelân Hazret-i Sârih.
İsmail-i Ankaravî Türkçe bir kasidesinde tasavvuf ehlinin halini şöyle anlatır:
Meyhurde-i meyhâne-i mestân-ı Hûda’yız. Mestâne-i peymâne-i merdân-ı Hûda’yız. Sen
sanma bizi zâhid veya şeyh-i mukallid, Rindân-ı harâbât-ı nedîmân-ı velâyız. Biz demeyiz
irfanlı bir kimseyiz amma, Fî nefsi’l-emr cümle Hûda’yız heme lâ-yız. Arif ol, gör, anla
sözüm kesb-i kemâl et, İstersen eğer göstere her şeyde Hûda’yız. Firkat ü vuslatta değil
ruhumuz anla, A’cûbe seyrdir ki visal içre Huda’yız. Mahveylemişiz özümüzü, sözümüzü biz,
Pes mahvı koyup, sahva gelip ehl-i bekâyız. Eğer yüzde olursak yüzümüz bir yüze sâcid, Yüz
perde gezer aşkla birkaç fukarayız. Surette fena şeklî ile ehl-i gınayız, Ma’nîde gınalar verici
mün’im-i mâyız. Bir cür’a meye bezlederiz kârımızı biz, İşretzedeyiz, bâdehoruz, ehl-i
safâyız. Pervâz edemez mürg-i hıred mertebemizde, Biz evc-i hakâyıkta gezer turfa hümâyız.
Menzilgehimiz mertebe-i vahdet-ü kesret, Hem onda ü hem bunda görünür büdelâyız. Geh
âbid ü geh zâhid ü geh nâsıh-ı sır kû, Geh süfî ü geh safi ü geh bî-ser ü payız. Geh mest ü geh
ayık, gehî âlim, gehî fâsık, Geh cür’etle bir şey’i bilmez cühelâyız. Benlikten ü senlikten edip
özümüzü pâk, El-minnetü lillâh ki bu dem bî-men ü mâyız. Her kimki Rusûhî gibi aşk ile
fenadır, Hâk-ı râhına can ile baş ile fedâyız.
Sade bir dille kaleme aldığı ve çoğu Türkçe, bir kısmı da Arapça olan eserleri orta seviyedeki
okuyucular için faydalı olmuş, bilhassa ilk ve ana kaynaklarla olan bağın koptuğu sonraki
dönemlerde sürekli olarak tesirini göstermiştir. En önemli eseri “Mecmuatü’l-letaif ve
ma’muretü’l-maarif”dir. “Mesnevi Şerhi” adıyla bilinen ve kendisine “Hazret-i Sarih”
unvanını kazandıran bu eser, gerek ilmi kudretini göstermesi gerekse

124

Manevi Mimarlarıyla Ankara


bıraktığı tesirler bakımından Ankaravi’nin eserleri içinde en dikkate değer olanıdır. Diğer
eserleri ise şunlardır:
Futuhat-ı Ayniyye, Zübdetü’l-fuhus fi Nakşi’l-Füsus, Miftahu’l-belağa ve Misbahu’l-fesaha,
El-hikemü’l-münderice fi Şerhi’l-münferice, Huccetü’s-Sema’, Fatihu’l-Ebyat, er-Risaletü’l-
ten-zihiyye fi şe’ni’l-Mevleviyye, Camiu’l-Ayat, Simatü’l-Mukinin, İzahu’l-Mikem,
Mekasidü’l-Aliyye fi Şerhi’t-taiyye, Şerhü Kasideti’l-Mimiyye el-Hamriyye, Cenahu’l-Ervah,
Misbâhu’l Esrar, Risale-i Uyûn-ı İsna Aşere, Hadis-i Erbain Şerhi, Tuhfetü’l-Berere, Halli
Müşkilat-ı Mesnevi, Risale-i Usül-i Tarikat-ı Mevlana, Sulûkname-i Şeyh İsmail, Derecâtü’s-
Sâlikin, Nisab-ı Mevlevi, Ankaravi Divanı.113
ŞEYHÜLİSLAM YAHYA EFENDİ
Sultan III. Mehmet devri şeyhülislâmlarından Ankaralı Bayramzâde Zekeriya Efendi’nin
oğludur. 1552’de İstanbul’da doğmuştur. Annesi Rukayye Hanım’dır. İlk eğitimini
babasından almış ve daha sonra Abdulcebbarzâde Derviş Mehmet Efendi’nin derslerine
devam etmiştir.
1580’de Malûlzâde Seyyid Mehmet Efendi’nin şeyhülislâmlığı zamanında devrin âlimleri
arasına girmiş, 1586 yılında babasıyla birlikte hacca gitmiş, dönüşünde de Atik Ali Paşa,
Şehzade ve Üsküdar Vâlide medreselerinde müderris olarak görev yapmıştır.
1595 yılına kadar müderrislik yapan Yahya Efendi, 1596’da Halep kadısı, 1597’de de Şam
Kadılığı’nda bulunur. Cömertliği ve hizmetinde bulunan adamlarının çokluğu yüzünden
maddi sıkıntıya düşer ve 1599’da Mısır Kadılığı’na başlar. Bursa, Edirne ve İstanbul
kadılıklarında da bulunan Yahya Efendi, İstanbul kadılığından azledilir.
Yahya Efendi, 1604 yılında Anadolu, altı ay sonra Rumeli Kadılığı’na tayin edilir. Bu
vazifede iken, Sadrazam Derviş Paşa’nın haksız yere bir adamı idam ettirdiğini öğrenir ve
Derviş Paşa’dan sebebini sorar. Derviş Paşa da “O senden sorulmaz” cevabını verir. Bunun
üzerine Yahya Efendi divandan ayrılır. Sultan I. Ahmet, Yahya Efendi’ye Divan’dan ayrılış
sebebini sorar. Yahya Efendi de:
- “Padişah kazaskerleri, davayı dinlemek, haklıyı tutmak, mazlumları korumak için tayin eder.
Şeriatı gerektirecek bir durum yokken bugün bir adam idam edildi. Artık benim için kadılık
yapmağa imkân kalmadığından divanı terke mecbur oldum.” cevabını verir.
Derviş Paşa, istenmeyen adam olduğu için, bu hareketi ölümünü çabuklaştırmış ve o gün
katledilmiştir. Sultan I. Ahmet, Yahya Efendi’ye büyük teveccüh göstererek gönlünü alır.
125

Manevi Mimarlarıyla Ankara


1609’da ikinci defa Rumeli Kadılığı’na tayin edilmiş, bir sene sonra da ayrılmıştır. Mihaliç ve
Kirmasti kazaları arpalık olarak verilmiş ve 1617’de üçüncü defa Rumeli Kadısı olmuşsa da
1619’da emekliye ayrılmıştır.
1622’de Yahya Efendi şeyhülislâmlığa getirilmiştir. Şehit II. Osman’ın cenaze namazını
Yahya Efendi kıldırır. Sadrazam Kemankeş Ali Paşa, bayram tebriki için makamına
geldiğinde Yahya Efendi, halkın rüşvetten sızlandığını, bunun kötülüğünü, millî bünyeyi
sarstığını söylemiş, buna sebep olan paşaya tarizde bulunmuştur. Bu sözlerin kendisine
söylendiğini anlayan Kemankeş Ali Paşa, Yahya Efendi’yi şeyhülislâmlıktan attırmak için
planlar kurmuş, hatta IV. Murat’a Yahya Efendi hakkında yalanlar uydurmuştur. Bu sözlere
inanan IV. Murat, Yahya Efendi’yi şeyhülislâmlıktan 1623’de azletmiştir. Kemankeş Ali
Paşa, kendisine karşı gelebilecek hiç kimseyi bırakmamak için Yahya Efendi’nin adına sahte
mektup ve fetvalar düzenleyerek, Osmanlı askeri aleyhinde bulunduklarını etrafa yaymış,
Yahya Efendi’nin İstanbul’dan uzaklaştırılmasını sağlamıştır. Gerçek ortaya çıkınca
Kemankeş Ali Paşa 1624’de idam edilmiştir.
Yahya Efendi, 22 Mayıs 1625 günü ikinci defa şeyhülislam olur. Ayrıca kendisine altmış bin
akçelik Kalkandelen zeameti de tevdi edilmiştir.
1632’de zorbalarla askerler At Meydanı’nda toplanıp, ayaklanırlar. Görevde bulunan bazı
paşaların ve ulemadan oluşan on yedi kişinin idamını isterler ve padişaha bir liste verirler. Bu
isimler arasında Yahya Efendi de vardır. Asiler, Yahya Efendi’nin konağına baskın yapmışlar
ve konağı talan etmişler, Yahya Efendi saklandığı için bulamamışlardır. Recep Paşa’nın tahrik
ve teşvikiyle Yahya Efendi görevden alınmıştır.
Şeyhülislâm Ahizâde Hüseyin Efendi’nin idamından sonra, 1634 yılında IV Murad’ın
fermanıyla üçüncü defa şeyhülislâmlığa getirilir.
Yahya Efendi, 1635’te IV Murat’la birlikte Revan ve Bağdat seferlerine katılmış, savaş
taktikleri konusunda padişaha yardımcı olmuştur. Revan seferinde, Tebriz’e girildiği zaman
padişah Sultan Hasan’ı idam ettirmiş, camiini de yıkmak istemiştir. Fakat Şeyhülislâm Yahya
Efendi, “Bu cami aslında ehl-i sünnet binasıdır. Yıkılması doğru değildir.” Diyerek, bu sanat
şaheserinin yıkılmasını önlemiştir. Revan’da Sultan imamının ölmesi üzerine yerine imam
gelene kadar da imamlık yapmıştır. IV Murat, Fırat Nehrinden geçerken kendisi için özel
yapılmış kayığa, Yahya Efendi’yi de almış ve ona gereken hürmeti göstermiştir.
Bağdat’ın fethinden sonra padişah, İmam-ı Âzam ile Abdulkadir Geylanî hazretlerinin
mezarlarının tamir işini Yahya Efendi’ye bırakmış, Yahya Efendi de bu görevi severek
yapmış, bu iki mübarek zatın türbelerini onartmış ve içlerini kıymetli
126

Manevi Mimarlarıyla Ankara

eşyalarla süsletmiştir. Yapılan bu hizmetleri, yazdığı şu tarih kıtasında anlatmaktadır:


Mu’ammer ede Hak Sultân Muradı İmâm-ı A’zamı çün etdi ta’zîm Gümüşden yapdı babın
türbesinin Edip ol hazrete iclâl ü tekrîm Dedi Yahya bu kâr-ı hayra târih Kopuşunu mezarın
eldi hep sîm
1048(1638)
Yahya Efendi, IV. Murat’tan sonra padişah olan İbrahim’in devrinde de Şeyhülislâmlıkta
kalmıştır. Yahya Efendi hastalanmış ve 1644 yılının 26-27 Şubat (Cuma-Cumartesi) gecesi,
93 yaşında iken vefat etmiştir. Ölümü üzerine düşürülen tarihlerden biri şöyledir:
Gûş edince bi’l-bedâhe dediler târihini
Menzil-i Yahya Efendi cennet-i gülzâr ola
(1053-1644)
Gitdi ol Yahyâ-yı âdil sâhib-i fazl u amel Hazreûnden yâ ilâhî afv u rahmet yâr ola Yahya
Efendi rıhleti Hakka bu âlem-i hilkatin Matemlerin tecdîd edip kıldı kulübün pür-melâl
Fatih Camii’nde kalabalık bir cemaat tarafından cenaze namazı kılınmış, babası Zekeriya
Efendi’nin Sultan Selim civarında (Çarşamba’da) Koğacı Dede Mahallesi’nde yaptırdığı
medresenin avlusuna (babasının kabri yanına) defnedilmiştirr. Sade, yuvarlak, kavuksuz bir
sütundan ibaret olan mezar taşına sülüsle şu kitâbe yazılmıştır.
Hüvelbâki
Sabıka üç defa şeyhülislâm olup sadr-ı fetavâda iken vefat eden merhum ve mağfurunleh
Yahya Efendi rûhiçün El fatiha.
Sene 1053.
1725’teki Fatih yangınında bu medrese yanmış, yol genişletilmesi dolayısıyla da mezarlar
kaldırılmıştır.
Yahya Efendi kazandığı servetini eğitim kurumlarına vakfetmiş ve İstanbul-Fatih’de bir
medrese yaptırmıştır. Çarşamba semtinde Çırakçı mahallesi, Şeyh Yavuz yanında yaptırdığı
medresesini 1640 yılında vakfetmiştir.
Kaynaklarda Yahya Efendi, güler yüzlü, lâtifeci, hoş sohbet, zeki, âlim, dindar, cömert, âdil,
merhametli ve doğru bildiği yoldan ayrılmayan bir insandır. Kâtip Çelebi’nin ve Naîmâ’nın
ifadelerine göre, Ebussuut Efendi’den sonra gelen şeyhülislâmların en büyüğüdür. Uzun
tecrübelere sahip olması sebebiyle, siyaset sahasına da girmeyi başarmış, siyasî ve idarî
işlerde danışman olmuştur. Bağdat’ın fethinde Sultan IV. Murat’ın Yahya Efendi’yi yanından
eksik etmemesinin bir sebebi de, onun siyasî dehasından

İstanbul Fatih Camii (D.Ossamen)


İstanbul Yavuz Selim Camii (2006, A.E.)

127

Manevi Mimarlarıyla Ankara


istifade etmek istemesidir. Ahlâkî dürüstlüğü, ileri görüşlülüğü, ilmi ve nezaketi ile muhitin
itibarını ve sevgisini kazanmış, ölünceye kadar da bunu muhafaza etmiştir.
Başından geçen bir çok tehlikeli olayların sonunda bazı insanlarını ölümüne bizzat kendisinin
sebep olduğu görünür gibi ise de yanlıştır. Çünkü Yahya Efendi hiç bir zaman insanların
katledilmesine rıza göstermemiştir.
Şeyhülislâmların çoğu edebiyat ve şiirle uğraşmasına rağmen, Divân sahibi olan azdır.
Ankaralı ve Bayramzadeler olarak anılan Yahya Efendi’nin sülalesinin ortak özelliği zeki,
âlim, şair, cömert, ahlâk sahibi, haksızlığa isyan eden, fakat merhametli olmalarıdır.
Kanunî devrinden IV. Mehmet devrine kadar hayatı devam eden bu aile fertleri, yüksek
kabiliyetleri ile Osmanlı ilim ve idare sahalarında pek önemli hizmetlerde bulunmuşlar ve
arkalarında bıraktıkları kıymetli eserleri ile ebediyete intikal etmişlerdir. Bu sülalede en fazla
isim yapan, Mevlânâ gibi devrin allâmesi ve şairi olan babasını geride bırakan, Yahya
Efendi’dir. Bununla beraber her ikisi, Osmanlı ilim tarihinin nadir yetiştirdiği şahsiyetler
olarak kabul edilirler.
Şeyhülislâm Yahya Efendi, Kanunî devrinden itibaren II. Selim, III. Murat, III. Mehmet, I.
Ahmet, I. Mustafa, II. Osman, IV. Murat ve I. İbrahim gibi sekiz padişahın devrini görmüş ve
IV Murat’ın en parlak devrinde, şiirleriyle gönülleri fethetmiş bir şairdir. Yalnız 17. yüzyılın
değil, yedi asırlık divan edebiyatının en büyük gazel üstatları arasında sayılır. 18. yüzyılın
meşhur şairi Nedim, Yahya Efendi’nin bu kudretini;
Nefî vâdi-i kasâidde suhan-perdâzdır Olamaz amma gazelde Bakî vü Yahya gibi
beytiyle belirtmiştir. Yahya Efendi’nin şiirlerinde şehirli dili, diğer isimle İstanbul Türkçesî
bazan konuşma gibi tabiî bir şekil almıştır.
Erdi bahar sen dahi Şâd olmadın gönül Güllerle lâlelerle kü Şâd olmadın gönül
Kelime ve söz sanatlarına pek rağbet etmeyen şairin sanatı samimiyetidir. Bu bakımdan
devrinde herkesin örnek olarak aldıkları Hint ve İran şairlerini taklit etmekten uzak
durmuştur. Onun için lisanı temiz, hayali zengin ve zariftir.
Zamanının çoğunu IV.Murat’la geçiren Yahya Efendi, Sul tanla şiirler söyleşmiş, şiirlerine
nazireler yapmıştır. Bu dost luktan dolayı IV Murat şaire “Baba” demiş, elini öpmüş, onu
“mukbil-i münferid” payesine yükseltmiştir.
Nüktedan bir şair olan Yahya Efendi, hem Nef’i’nin büyüklüğünü hem de ona bir
dokunuvermek için şu kıtayı söylemiştir.
128

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Şimdi hayl-i suhanverân içre Nefî mânendi var mı bir şâir Sözleri Seb’a-yı Muallakadır.
Îmriül-Kays kendidir kâfir
Nef i’nin dostuna verdiği cevap da çok ustaca söylenmiş şu kıtadır:
Bize kâfirdir demiş müftü efendi Tutalım ben ana deyem müselmân Varıldıkda yarın rûz-ı
cezaya İkimiz de çıkarız anda yalan
Gazelleri okunduğu zaman, bir şeyhülislâmın yazamıyacağı derecede rindane ve âşıkane bir
ruh sezilir. Hatta bir gün Fatih Camii’nde Hurşit Çavuşoğlu adındaki şeyh, şairin o günlerde
yazdığı;
Mescidde riya pîşeler etsin ko riyayı Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürâyi
beytini okumuş ve “Ümmet-i Muhammed! Her kim bu beyti okursa kâfir olur. Zira bu beyit
küfr-i sarihtir. Bunu yazan adam hâlâ fetva makamında bulunuyor.” diyerek halkı Yahya
Efendi aleyhine kışkırtmak istemiştir. Beyitteki manayı anlayan cemaatın bir kısmı, “Böyle
bîpervalık ve müfti-i asn tekfir etmek ne demektir, “diye kızarak, camiden çıkıp gitmiştir.
Yahya Efendi’nin eserleri: Divân, Muhsin-i Kayserî’nin Ferah Manzumesi Şerhi,
Kemâlpaşazâde’nin Nigâristan’nı tercümesi, Fetavâ-yı Yahya, Vak’a-yı Sultân Osmân-ı Sâni,
Kaside-i Bür’ü Arapça Tahmisi.
Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin en önemli eseri, bütün yenilikleri toplayan divânıdır. Divânda,
hemen her divânda bulunabilen nazım şekillerine rastlıyoruz. Fakat bize şairin asıl edebî
hüviyetini veren parçaları gazelleridir. Devrinde Yahya Efendi, gazelde şöhreti zirveye
ulaşmıştır. Gazellerindeki konular, bizzat kendisinin gördüğü, duyduğu ve yaşadığı şeylerdir.
Gazellerinde aşk, zevk, heves, mey, tasvir, tabiat manzaraları, mahallî hayat, tasavvuf ve meth
gibi konuları işlemiştir.
Divânda 452 gazelin yüzde doksanında aşk konusunu işlemiştir. Yahya Efendi bunun sebebini
de, “Ben âşıkım sözüm de benim âşıkanedir” mısrasıyla açıklamıştır.
Yahya Efendi, mutasavvıf bir şair değildir. Bununla beraber devrin usulüne uyarak âdet
kabilinden tasavvufa girmiştir. Tasavvuf konusunu işleyen ilk şeyhülislâmdır. Bu konuda
verebileceğimiz en güzel örnek, baştan sona kadar bu havayla yazılmış olan “sâkinâme”dir.
Bazı edebiyat tenkitçilerinin ifadesine göre “Türkçe yazılan sâkinâmelerin en güzeli Yahyâ
Efendi’ninkidir.”
Şu meyhane kim ola sakisi yâr Anın verdiği meyde olmaz humar
129

Manevi Mimarlarıyla Ankara


O meyden ki tiryâk-ı ekberdir ol Ne tiryak sahbâ-yı kevserdir ol Konulmuş o sahbâya esrâr-ı
Hakk nice mest olmaya huşyâr-ı Hakk O bir şeb-çerâg-ı cem-i aşkdır O bir neyyîr-i âlem-i
aşkdır Tehî anlayan anı gümrâhdır O hum menba-ı sıbgatullâhdır Kanı sâkiyâ ol mey-i ruh
bahş Odur sâlik-i râha gül-gûn rahş Kanı sâkiyâ ol şarâb-ı tahûr O feyz-i Huda çeşme-i dest-i
nur
Fetâvâ-yı Yahya Efendi: Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahya Efendi’nin fetvalarını bir araya
getiren eser. Yahya Efendi’nin üç defa getirildiği şeyhülislâmlık görevi sırasında verdiği
fetvalardan oluşmaktadır. Yahya Efendi’nin öğrencilerinden ve daha sonra şeyhülislâm olan
Esîrî Mehmed Efendi tarafından bir araya getirilmiştir. İslâm hukukunun daha çok muamelâta
dair konularının ele alındığı eserde, ibadetle ilgili kısımların çok az yer tuttuğu görülmektedir.
Fetvalar soru-cevap tarzında olup, önce sorulan mesele kaydedilmiş, ardından bu soru, XVII.
yüzyıldan itibaren gelenek halini alan “olur” ya da “olmaz” şeklinde, bazan da kısa bir
açıklama ile cevaplandırılmıştır. Diğer fetva mecmualarında olduğu gibi bu eserde de,
dönemin sosyal hayatıyla ilgili bazı hususları görmek mümkündür. Birçok kütüphanede
yazma nüshaları bulunan Fetâvâ-yı Yahya Efendi’nın ilk istinsahının, Yahya Efendi’nin
ölümünden yirmi beş yıl sonra 1668 tarihinde yapılmış olduğu, ayrıca daha sonraki
nüshalarda diğer şeyhülislâmlara ait bazı fetvaların da esere ilâve edildiği görülmektedir.114
MEYYAL DEDE
Asıl adı Mehmed olan Meyyal Dede, Ankara’da doğdu. Mevlevî tarikatine intisab etti.
Tasavvuftaki gelişimi İstanbul’da Galata Mevlevihanesi’ndedir. Hayatı hakkında bilgi azdır.
1669’da İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Galata Mevlevihanesi bahçesindedir. Mehmed
Meyyal Dede, Türkçe şiirlerinde “Meyyal”, Farsça şiirlerinde de “Şehlâ” mahlasını
kullanmıştır.
Türkçe şiirlerine örnek olarak şu beyitleri Esrar Dede Tezkiresi’nde buluyoruz :
Her bâr ki zâ’ir-i kilisâ olurum
Sen mâhı görüp vâlih ü şeydâ olurum
Ben sûret-i bî-câna dahi ikbâl et Âgûşum açıp ben de çelipâ olurum

130

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Ey dil gam-ı giysû yi ruh-i yârda kaldın sad mihnetle sen Kayd-ı sanem ü ukde-i zünnârda
kaldın manend-i Berhemen Ey bülbül o gül-i zîb-i ser bü-l heves oldu agâh değilsin Sen bi-
haber-i efgân ile gülzârda kaldın itsen n’ola şiven115
ŞEYH AHMED KİLİMİ
Şeyh Ahmed Kilimî, Ankaralı’dır. Ankaralı mutasavvıfların bir kısmı gibi o da tuttuğu
manevî yolda ilerlemek için Ankara dışına çıkar. Bursa’da Zeyniye meşayihinden Ali Paşa
zaviyesi şeyhi Abdülgani Efendi’ye intisab eder.
Abdülgani Efendi’nin kızıyla evlenir. Şeyhinin vefatından sonra Ali Paşa Tekkesi’ne şeyh
olur.
Şeyh Ahmed Kilimî, 1647 yılında Bursa’da vefat eder. Mezarı, Ali Paşa Dergâhı haziresinde,
Şeyh Abdülgani Efendi’nin kabri yakınındadır.
İlâhî cezbesiyle tanınmış bir mutasavvıftır. Hadayıku’ş-Şakayık’ta yazıldığı üzere daima
“palas-pûş ve kilim bedûş”, yani sırtında çuval veya kilim örtünmüş olarak dolaştığından
“Kilimî” diye şöhre bulmuştur.116
AYVASIK DEDE (İVAZ DEDE)

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Beypazarı’ndaki ziyaret yerleri arasında Şeyh İvaz Dede’nin
de ismi geçmektedir.
İvaz Dede halk tarafından, Ayvaşık Dede olarak anılmaktadır. “İvaz Şıh” kelimeleri yöresel
deyiş özelliğiyle değişerek “Ayvaşık” olduğu yaygın bir görüştür.

Günümüzde bir mahalleye (Ayvaşık Mahallesi) ismi verilen Ayvaşık Dede’nin Türbesi,
Beypazarına hakim ve etrafı üç yandan gören Talihler bazen de Salihler denilen tepenin
zirvesine yakın bir yerdedir.
Ayvaşık Dede’nin hayatı hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamakla birlikte Evliya
Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde isminin geçmesi 1600’lü yıllardan önce yaşamış olduğunu
göstermektedir. 1907 tarihli Ankara Vilayet Salnamesi’nde de ismi geçmektedir.
Türbesi Beypazarı’ndaki önemli ziyaret yerleri arasındadır. Halk tarafından yoğun olarak
ziyaret edilmektedir.117
131

Manevi Mimarlarıyla Ankara


ALIŞOĞLU

Kalecik İlçesinin Kale Mahallesinde türbesi bulunan Alişoğlu’nun, Horasan’dan gelen bir
Nakşibendi şeyhi olduğu halk arasında söylenmektedir. Kalecik’e ne zaman geldiği ve hayatı
hakkında bir bilgi bulunmamaktadır.
Halkın saygı gösterdiği ulu kişilerdendir.118
Kalecik, Alışoğlu mezarı (2005, A.E.)
AHMED NURİ BABA
Hacı Bayram-ı Veli’nin kutlu soyundan Şeyh Halil Baba (k.s.)’nın oğlu olan Ahmed Nuri
Baba (k.s.) mutasavvıf bir şairdir.
23 Ağustos 1776’da Ankara’da doğmuş ve 73 yaşında, 5 Şubat 1847’de Ankara’da vefat
etmiştir. Babası ve Bayramî şeyhi Halil Baba’nın 1789’da vefatında Ahmet Nuri Baba 13
yaşındadır. Babasının vefatından sonra amcası II. Tayyib Baba Bayramî şeyhi olmuştur.
Ahmet Nuri Baba 18 yaşına geldiği zaman, babası Halil Baba’nın manevi işareti ile Çankırı
Çerkeş’de ikamet etmekte olan Çerkeşi Mustafa Efendi (k.s.)’ye gider ve onun manevi
eğitimine girer. Ahmed Nuri Baba, Çerkeşi Mustafa Efendi (k.s.)’ye gidişini Divançesi’nde şu
dizelerle anlatır:
Dinle hoş hâlimi ey gonce-i naz
Pek uzun boylu değildir kati az
On sekiz yâşıma basdıkda kadem
Rehber oldu bana bir âl-i himem
Dedi kim vâr emânet bende
Al emânetçiği dursun sende
Pederin bûnu bana şöyle dedi
Bunu Nuri’ye edâ eyle dedi
Yürü bir şeyh-i mükemmel bula gör
Gayrı kayd eyleme tevbe ala gör
Çerkeş’in yolunu tuttum vardım
Sanki dil zahmına merhem sardım
Dedi ol ârifi billâh bana
Bilemem Nuri aceb noldu sana
Tevbe-i meyde sebâtın yoktur
Eski bâde sizin ilde çoktur

Kalmayub anda gerûye geldim Mürşidim kim anı buldum bildim


Dedi, Nuri bu melâmet rahı Herkesin râhı değil billâhi
Ahmed Nuri Baba, Çerkeşi Mustafa Efendi’den tasavvufi eğitimini tamamlayarak Ankara’ya
geri döner.
132

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Fatin Tezkiresi’nde Ahmed Nuri Baba’nın şu beyti vardır.


Nükhet-i zülfün dilârâ şemm eden, şeydâlanur Gam mı Mecnun olsa âlem kâkülün
Leylâ’lanur
Şeyh Ahmed Nuri Baba’nın bir Divanı mevcut olmasına rağmen, günümüze kadar tamamı
intikal etmemiştir. Divanı bir yanğında yanmış ve bir kısmı kurtarılabilmiştir. Ahmed Nuri
Baba’nın torunu Mazhar Bey’in oğlu Halil Nihat Bey, kurtarılan bölümü yayına hazırlamış
ancak bastırılamamıştır. Sergüzeşt mesnevisinde:
Sinn ü sâlim bu yıl altmış oldu Seyyiat defteri bin kez doldu ...
Sakalım ağ karâ iki üzüm Kizbidir Hak bilür a cümle sözüm Yine ey nâme-i nâdide edâ Başla
bir kıssaya gelsün zurefâ Şöyle bir sûret ile tahrir et Lafazannâme deyû ta’bir et Ah bû sâl-i
ferah-fersâ’da Şâdlık erdi dil-i nâşad’a Mail oldum yine bir sim-ten’e Bülbülem çare ne her
gül-beden’e
Bir çatık kaşlı görünce çatarım Gam-ı ferdâyı ne lâzım atarım
Eylerim nakd-i dil-i yâra fedâ Anadan doğma adım Nuri gedâ
Şeyh Ahmed Nuri Baba oğlu Halil Halet’e hitaben yazdığı şu şiirinde öğütler verir.
Ey gözüm nuru Halil Hâlet Hak seni etmeye şerre âlet
Daima hayr ile me’luf olasın Hub haslet ile mevsuf olasın Her nefes yâverin olsun Allah
Okuyub okudasın ilm-i İlah Okuyub kesb-i maarif eyle Sat beni ilme mesarif eyle
Başka bir gazelinde de yaşadığı ilahi aşk ve cezbeyi şöyle dile getirir:
Gülşen-saray idi kaşaneler bu şeb Ol mahitab-ı tal’at ile haneler bu şeb Ma’muriyette geçti çü
Kasr-ı Havernak’ı Hak-i kudum-ı yar ile viraneler bu şeb
Uşşak dökdü şeh-rehine kum döker gibi Yarin ayağı altına dürdaneler bu şeb

Ahmet Nuri Baba’nın mezar taşı (F. Bayramoğlu)

133

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ankara, Asri Mezarlık, Bayramoğlu Aile haziresi (2006, A.E.)

Ta subh olunca bade içildi hesabsız Doldu boşaldı hey nice peymaneler bu şeb
Kopdu kıyamet sandı duyan hay huların Ayyuka çıktı na’re-i mestaneler bu şeb
Ruhsar-ı mah kapladı Nuri cihan yüzün Yandı cemal-i semine pervaneler bu şeb
Ahmet Nuri Baba manevi irşadının yüksek makamlarında, günümüzde bestelenmiş olan şu
ilahiyi söyler:
Semâdan sırr-ı tevhidi Duyan gelsin bu meydâna Cihanda şîşe-i ârı Sıyan gelsin bu meydâna
Salâdır ehl-i irfâna Götürsün rûhu Sultan’a Bugün bâşını kurbâna Koyan gelsin bu meydâna
Gönül maksudunu buldu Cihan envâr ile doldu Bugün Nuri imam oldu Uyan gelsin bu
meydâna
Ahmed Nuri Baba’nın Hitam-ı Divanı’na, Mustafa Pertev Efendi’nin iki tarihi de şudur:
Seyre cihanı pervâza gel bu yıl (257) …
Açdı kanad ey dil âsâr-ı gül-i Nuri (256)
Halveti şeyhi Ahmed Nuri Baba’nın kabri şerifleriyle ilgili olarak Fuat Bayramoğlu şu
ifadeleri zikreder:
“Mezarın yeri olarak gösterilen Hacı Bayram Türbesi yakınındaki makbere, hazire ve
mezarlık 1926’dan sonraki yıllarda yıktırılmış, mezarların dağılmış ve çeşitli yerlere
nakledilmiş olması sonucu mezarı yazık ki kaybolmuş; yalnız mezar taşı 1949 yılında
Taceddin Camii bahçesinde bir duvara dayanmış olarak görülmüştür. O caminin de istimlâk
ve tamiri dolayısıyla taşın oradan da kaldırılmasının istenmesi üzerine, kayyum tarafından
bundan sekiz on yıl önce mezar taşı bize teslim edilmiştir. Şimdi, Cebeci Mezarlığındaki aile
haziresine konulmuş bulunuyor.”119
Şeyh Nuri Baba’nın mezar taşında şu ibare yazılıdır:
(Hüvel-Bâki
Hulefa-i tarikat-i aliyye-i Halvetiyyeden
Ve sülâle-i Hacı Bayram-ı Veliden
Merhum ve mağf’ûrün-leh es-seyyid
Eş-Şeyh Ahmed Nuri
Baba Efendi’nin ruhiyçün
Ve li-riza-illahı teâlâ el-Fatiha
Sene 1263 fi 17 Safer)
1988 yılında Bayramoğlu kabristanında bulunan bu mezartaşı kitabesi günümüzde yerinde
bulunmamaktadır.

134

Manevi Mimarlarıyla Ankara


İNCİK SULTAN

Çamlıdere ilçesine bağlı Gümele Köyünde 2005 yılında yapılmış bir türbesi vardır. Son
dönem Osmanlı vakıf belgelerinde “İncek Zaviyesi”, “İncik Dede Zaviyesi” olarak
geçmektedir. Hayatı ve kişiliği hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Kanaatimizce Horasan
melamiyetiliğini benimsemiş Türkmen “Dede”lerindendir. 1530’lu yıllara ait tapu-
tahrirlerinde de “İyicek Dede” olarak anılmıştır.
Hüseyin Çınar Çamlıdere ve Kızılcahamam zaviye vakıfları üzerinde yaptığı çalışmada “Kürt
Köyündeki Şeyh İncik Dede Zaviyesi Vakfı” hakkında bilgi verirken İncik Dede Zaviyesi’nin
Çamlıdere ilçesi, Yediören Köyünde bulunduğunu, Kürt köyü eşrafından olan ve İncik Dede
ve Ali Dede zaviyesinin mütevellisi olan Şehabeddin’in oğlu Seyyid Mehmed’in ölümü
üzerine yerine Hacı Mehmed’in, Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda şeyh olan Seyyid Şeyh
Feyzullah’ın görüşü alınarak zaviye mütevelliliğine tayin edildiğini yazar.
Kanaatimizce Bektaşi dergâhına bağlı olan olan İncik Sultan zaviyesi, aynı zamanda Anadolu
da yaygın olan “ocak” şeyhliği durumuna gelmiştir. Türbeye yakın ve sonradan yapılmış bir
“Fakran Ana” (Fakirlerin Anası) adı ile anılan bir türbe vardır.120

İncik Sultan
Türbesi içindeki kabirler
(2005, A.E.)
Çamlıdere
İncik Sultan Türbesi
(2005, A.E.)

135

Manevi Mimarlarıyla Ankara


TIYBİ MEHMED EFENDİ
Tıybi Mehmed Efendi, Ankaralıdır. Hayatı hakkında bilgimiz çok azdır. Bu konuda tek
kaynak olan Sahhaflar şeyhizâde Esad Efendi’nin “Bahçe-i Safâ-enduz”unda Tıybî’nin,
Sultan I. Mahmud’un saltanatının son yıllarında vefat ettiği ve Ankara’da medfun olduğu
yazılıdır. Ancak, günümüzde mezarının yeri belli değildir.
Tıybî Mehmed Efendi’nin soyu “Tıyblar” diye anılarak günümüze kadar devam etmiştir. F.
Ahsen Turan, bu ailenin oturduğu evin, Hacettepe Tıp Fakültesi ve Hastahanesi’nin inşaatı
sırasında kamulaştırılıp yıkıldığını yazar.121
TİRİTZÂDE HÜSEYİN EFENDİ

Şeyh Hüseyin Efendi Türbesi (2006, A.E.)

Halvetiye tasavvuf ekolünün Şabaniyye kolunun Çerkeşiyye şubesinin kurucusu olan Çerkeşi
Mustafa Efendi’nin halifelerin-dendir.
Ankara’da irşad faaliyetlerine devam etmiştir. Hayatı hakkında fazla bilgi edinemediğimiz bu
gönül sultanının kabri Ankara’dadır. Samanpazarı semtinde bulunan türbesinin yanında
bulunan mescidi yıkılmış ve arsası boş olarak durmaktadır.
Hüseyin Efendi’nin silsilesi günümüze kadar ulaşmış olup, İstanbul ve Karadeniz bölgesinde
mensupları bulunmaktadır.122

BEYPAZARLI ALİ EFENDİ


“Beypazarlı” lakabı ile şöhret bulan Ali Efendi, Çerkeşi Mustafa Efendi’nin bilinen
halifelerindendir.
Çerkeşi Mustafa Efendi’nin vefatı üzerine ve şeyhinin vasiyeti geregi İstanbul’a irşad için
gitmiş, Ankaralı bir aileden gelen Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi tarafından İstanbul
Fındıkzade’deki Beşikçizade Dergahı şeyhliğine tayin edilir.
Beşikçizade Dergahı’nda irşada başlayan Ali Efendi, Kuşadalı İbrahim ve Geredeli Halil
Efendileri yetiştirir.
Kuşadalı İbrahim Efendi’nin Mehmed Tevfik Bosnevi ile devam eden silsilesi, “Fatih
türbedarı” diye meşhur olan Ahmed Amiş Efendi vasıtasıyla günümüzde de devam
etmektedir.123
MÜDERRİSZÂDE (ŞEYHİ MUSTAFA EFENDİ)
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin kutlu soyundan olup, Saime Hatun’un evlatlarındandır.
Alim, fazıl, şair ve astroloji bilgini olan Ankaravî Şeyh Mustafa Efendi, “Müderriszâde Şeyhi
Mustafa Efendi” lakabıylada anılırdı.
136

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Sultan III. Mustafa’nın davetiyle İstanbul’a çağırılmış olan Şeyhî Mustafa Efendi, İstanbul’a
yerleşmiş ve Üsküdar’da vefat etmiş, Miskinler civarına defnedilmiştir. İki oğlu olmuştur.
Abdülkerim ve M. Arif Efendiler. Şeyhî Mustafa Efendi’nin ölümüne yakın bir tarihte yazdığı
manzume:
Vücûdum derd ü mihnetle o denlü nâ-tüvan oldu Hayâtım bû ten-i bî-çâreme bâr-ı giran oldu
Olub tennûr-( ?)ı tûfân-ı felâket her birer mûyüm ( ?) Bu geşti-i vücudum gark-ı bahr-ı
bigeran oldu Bela vü mihnete olub vücûdum kasr-ı şâhâne O kasra üstühanlar bir murassa’
nerdübân oldu Gelince bezme ağyâr-ı keder-efzâ-yi bî-mârî Gözümden sâhid-i gülçehre-i
râhat nihan oldu Henûz tîr-i emel âmâc-ı maksûda değil vâsıl Keşâkeşle kad’im dest-i
felakette keman oldu Safâ yi nev-bahâr-ı aysi ben bilmez iken hâlâ Nümayiş gitti bağ-ı ayş’de
vakt-i hazan oldu Nola ikbali eylersem bekaya sevk ü hâhisle Fenâsı bâna bürhân ile bu
dehrin ıyan oldu Bekaya bu misafirhâneden etsem nola rihlet Ki zirâ mîhmânî bû fenâda çok
zaman oldu Aceb-mi ba’d-ezin azm-i beka eyler isem zira Sadâ-yı er-rahîl île iki gûsum giran
oldu Eserdir Şeyhîyâ yâd ettiren eshâb-ı irfânı Nice sâhlar gidüb münsî vü bî-nâm ü nişan
oldu.124
OSMAN VEHBİ EFENDİ
Halveti-Şabani şeyhi Çerkeşi Mustafa Efendi’nin oğludur. Babasından hilafet almış ve irşad
faaliyetlerine Ankara’da devam etmiştir.
Osman Vehbi Efendi’nin soyundan İstanbul’da Çerkeşizadeler adı verilen bir ulema ailesi
meydana gelmiştir. Babasının vefatından sonra Ankara’ya yerleşmiştir.
Ankara’da irşad faaliyetlerini sürdüren Osman Vehbi Efendi’yi II. Mahmud İstanbul’a davet
etmiş ve kendisine İstanbul Ruusu verilmiştir. Çeşitli eserleri olan Osman Efendi’nin II.
Mahmud için kaleme aldığı “el-Hısnü’l-haşin” ve “Tasrifatü’l-Farisiyye” adlı iki kitabı
basılmıştır.125
Osman Vehbi Efendi’nin vefat tarihi ve kabrinin nerede olduğu bilinmemektedir.
HALVETİ MEHMED EFENDİ
Halvetiye tasavvuf ekolüne mensup mutasavvıflardandır. Kabri, Beypazarı’nda Ayvaşık Dede
Türbesi yanındadır. Mezar taşında:
137

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Beypazarı, Halveti Şeyhi Mehmed Efendi Kabri (2005, A.E.)


KASIM BABA

“Ya Hu
Kimseye baki kalmadı
Çünkü dehrini subut
Gel oku ihlasla fatiha
Etme sükut
Külli nefsin faniyetün
Fallahü hayyün la yemut
Tarikî halvetiyeden
Merhum Şeyh Mehmed
Efendinin ruhuna
El-Fatiha
Sene 1214/1799” yazılıdır.
Hayatı hakkında kaynaklarda bir bilgiye ulaşamadık.

Türbesi, Güdül İlçesinin Türbe Tepe denilen yerde bulunan Kasım Baba veya Kasım Dede ile
ilgili rivayetlerin dışında, hakkında bir bilgi bulunmamaktadır.
Sözkonusu rivayetler ise şöyledir:
Bu rivayetlerden birincisi “Kasım Dede’nin Genç Osman’ın Bağdat’ı fethi zamanında
yaşadığı, Genç Osman Bağdat fethinde iken, Kasım Dede bulunduğu bu yerde (Güdül’de),
savaşın çereyanını sezerek, elindeki sopayı yere vurarak “O tarafa, bu tarafa” diye söylendiği”
şeklindedir.
İkinci rivayet ise “Dede o yoldan geçen askerlere bazlama sunuyor, elindeki birkaç bazlamayı
binlerce askere sunduğu halde bu bazlamalar tükenmeksizin devam ediyor.” Onun bu
kerametleri halk arasında dilden dile dolaşarak günümüze kadar ulaşıyor. Keramet ehli bir zat
olan Kasım Baba’nın türbesi, ziya-retgâh yeri haline geldiği söyleniyor.126
HASAN ZİYAUDDİN EFENDİ

Nasuh Paşa Camii ve cami haziresinde bulunan mezar taşları

Nakşi-Halidiye tasavvuf ekolü mensubu, alim, mutasavvıf. Nallıhanlı Çelebi Yusufzadelerden


Mehmet Efendi’nin oğludur. 1860 yılında Nallıhan’da doğmuştur. Ömerşeyhler Köyü’nde
sıbyân mektebini bitirdikten sonra, Mihalıççık ve Mudurnu medreselerinde okumuştur. Daha
sonra İstanbul’a gelmiş ve Hoca Üveys Medresesine kayıt olmuştur.
Bâyezid Camii’nde görev yapan, büyük alim ve mutasavvıf Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin
deslerine devam ederek, Ramuz ve hadis icazeti almıştır.
1888’de tasavvuf eğitimini tamamlamış ve Halidiye kolundan irşad yetkisi almıştır.
Memleketi olan Nallıhan’a dönerek Hacı Mehmed Ağa Medresesi müderrisliği yanında da
irşad faaliyetlerini yürütmüştür. 1908’de Nallıhan Müftüsü olmuş ve bu görevde iken 23
Ekim 1911 tarihinde vefat etmiştir.127 Kabri Nallıhan Nasuh Paşa Camii haziresindedir.

138

Manevi Mimarlarıyla Ankara

ŞEYH MEHMED TAYYİB BABA


Son Osmanlı dönemi mutasavvıflarındandır. Şeyh Mehmed Tayyib Baba Efendi, resmi nüfus
kayıdlarına göre 1856 yılında Ankara’da doğmuştur. Tayyib Efendi’nin babası Şeyh Edhem
Reşad Baba, annesi Nezihe Hanım’dır. Birisi erkek, ikisi kız üç büyük kardeşi olan Mehmed
Tayyib Efendi’ye çocuk yaşta iken ağabeyi Muhlis Baba ile birlikte, Hacı Bayram-ı Veli
zaviyedarlık ve türbedarlık görevi tevcih edilmiştir.
Hacı Tayyib Baba, Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda 3 ve 4. devrede Ankara mebusu olarak
bulunmuştur.
Hacı Bayram-ı Veli dergâh evi şeyhi Abdülhamid Baba’nın vefatı üzerine 30 Haziran 1897
tarihinde Hacı Bayram şeyhi olmuştur.
Şair Sadullah İzzet Efendi’nin oğlu şair Mustafa Pertev Efendi tarafından Mehmed Tayyib
Efendi’nin doğumu üzerine şu tarih kıtası yazılmış:
Mübarek-bad daim sulb-i Edhem’den ki Bayrami
Bi-hamd-illah yine bir gonce-i nevaçtı kim ceyyid
Gelib bir müjde-i hatif dedi tarihini Pertev
Cihana hayr ile basdı kadem Tayyib Baba Seyyid(1272/1855)
Tayyib Baba mebusluktan önce de Ankara’nın sosyal yaşamı ile yakından ilgilenmiş, bir çok
fahri görevler yapmıştır. Ankara Vilayeti eski Salnamelerinde, Ankara Meclis-i İdare-i
Vilayeti üyeliği, İskan ve Muhacirin Komisyonu üyeliği, Nakibü’l-eşraf Kaimmakamı,
Hamidi Sanayi Mektebi Komisyon Heyeti Reisliği gibi görevlerde bulunduğu kayıtlıdır.
Eski Ankara Salnameleri, Hicri 1325 (M. 1907) yılından sonra yayınlanmamıştır. O tarihten
ölümüne kadar geçen 13 yıl içinde yalnız 1330-1334 (1914-1918) yıllarında Osmanlı
Meclisi’nde mebus olduğunu biliyoruz.
Solfasol Köyü
mezarlığında bulunan
Şeyh Tayyib Baba’nın kabri
(2005, A.E.)
Tarihçi-yazar Enver Behnan Şapolyon “Atatürk ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin
Açılışı”nın (Hususi notlarımdan bir yaprak) kaydıyla tanık olduğu olaylar olarak şöyle
yazıyor:

“İstanbul Osmanlı Meclisi Meb’usanı (12 Kanunusani 1919)’da açıldı. Bu meclis kendi
içinden bir (Felahı vatan grubu) vücuda getirdi. Nihayet birtakım hamiyetli meb’uslar, bu
mecliste (Misakı Milli) denilen vesikayı tanzim ettiler (28 Kanunusani 1920). Fakat bu
Meclisi Meb’usan, düşman süngüleri altında serbest kararlar veremedi. Nihayet meb’uslardan
bir kısmını tevkif ederek Malta’ya sürdüler. Bunun üzerine Meb’usan Meclisi dağıldı bir
kısım meb’uslar da Ankara’ya kaçtılar… Artık Ankara’da bir Millet Meclisinin açılması
zaruret haline geldi. Bu hadiselerden de Mustafa Kemal Paşa istifade ederek Millet Meclisinin
Ankara’da açılacağını 19 Mart 1920 tarihinde vilayetlere ve kolordulara tebliğ etti ve yeni
intihabın (seçimler) yapılması da bildirildi.

139

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Anadolu’da meb’us seçimi yeniden başladı. Yeni meb’uslarla İstanbul meb’usanından
kaçanlar da Ankara’ya gelmeğe başlıdılar. 10 Nisan 1920’de meb’usların bir çoğu Ankara’ya
toplanmıştı. Bu meb’uslara yataklı hane olarak Muallim Mektebi (şimdiki Maarif Vekaleti)
binası tahsis edildi. Meb’uslar arasında, İstanbul meb’usanından kıymetli birtakım
şahsiyetlerle beraber, Türk Ocağı azaları, birtakım aşiret beyleri, Kuvayi Milliye
Kumandanları, muharrir ve edipler ve memleketin birtakım eşraf ve ayanı bulunmakta idi. İlk
celseye yani 23 Nisanda (115) meb’us iştirak etti. Bunlardan (50) tanesi kalpaklı, (41) tanesi
fesli, (24) tanesi de sarıklı idi. Bu meb’uslar, Muallim mektebinde yatıyorlardı…
Meb’uslardan ulema sınıfına mensup olanlar, Hacı Bayram şeyhinin odasında 20 Nisanda bir
toplantı yaptılar. Şeyh Tayyip Efendi odasında bu celseye Mevlevi dergâhının çelebilerinden
(Abdülhalim Çelebi) riyaset etti.”
Şeyh Tayyib Efendi vefatına kadar, Ankara Meclisi’ne katılmıştır. 20 Mayıs 1920 tarihinde,
1338 Ramazanı’nın ilk gecesinde sahurdan sonra tövbe ve istiğfarlarla yattığı yatakta ertesi
sabah kalp sektesinden vefat etmiştir. O gün, Halil Nihat Bayramoğlu şu beyitleri yazar:
Gurre-i mâh-ı siyâmda irciî emri gelip
Şeyh Efendi sofra-i cennete bulmuştur makam.
Şeyh Tayyib Efendi vefatına üzerine yazılan başka bir şiir:
Nesl-i pâk-i Hazret-i El-Hacc Bayram-ı Velî
Şeyh Hacı Tayyib Efendi hami-î erbâb-ı dîn
Gitti sâim olduğu halde Huzur-ı İzzete
İde Yâ-Rabb sofra-i cennette iftâr-ı Güzîn128
Şeyh Mehmed Tayyib Efendi’nin kabri Solfasol Köyü mezarlığındadır.

ŞEYH ŞEMSEDDİN EFENDİ (BAYRAMOĞLU)


Şeyh Şemseddin Bayramoğlu

Şeyh Şemseddin Efendi, Şeyh Tayyib Baba’nın en büyük oğludur. Annesi Şeyh Salih
Efendi’nin kızı İffet Hanım’dır.
31 Ekim 1883 Çarşamba gecesi Ankara’da doğmuştur. Şemseddin Efendi Ankara ve
İstanbul’da medrese öğrenimi görmüş, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş ve hafız olmuştur.
Babası Şeyh Mehmed Tayyib Baba’nın vefatı üzerine, onun yerine şeyh olmuştur.
Aralık 1925 tarihine kadar bu şeyh kalmıştır. Erken yaşlarda politik hayata karışmış, hapse
konulmuştur. Bahri Kınacı hapis olayını şöyle anlatır: “Ankara’mız da İngiliz ve Fransız
askerler tarafından işgal edilmiş, şehrin ileri gelen vatanperver büyük
140

Manevi Mimarlarıyla Ankara


şahıslarını da evlerinden uzaklaştırarak gözaltına almışlardı. O zamanın valisi Damat Ferit
Paşa’nın adamı Muhiyettin Paşa da İngiliz kumandanının emirlerini yerine getirmek için
Ankaralı ekalliyetlerle beraber masum halka çok işkence çektirmekte idi. Bütün Ankara halkı
onların tehdidi altında her an ölüme yakın korku içindeydi. İstanbul’da o tarihlerde kurulan
Bekirağa bölüğü (örfi idare) mahkemeleri Anadolumuzun muhtelif illerindeki vatansever
kimseleri mahkemeye çağırıyor, sürgüne gönderiyor veya idam cezası veriyordu, îşte
Ankara’mızdan da Serattar Zade Sadullah, Hacı Bayram-ı Velî evlâtlarından Şıh Şemsettin,
Kınaca Zade Şakir, Fincancı Zade Mehmet Efendileri de mahfu-zen Bekirağa Bölüğüne sevk
etmişlerdi”.
Naşit Hakkı Uluğ’da Ankara’da İstiklal savaşı yıllarını anlatırken: “Kınacızade Şakir,
Hacıbayram Şıhı Şemsettin ve Kara Mehmed Beylerin tutuklanarak hapishaneye konduğu ve
İstanbul’a götürülecekleri duyulunca, şehir birden karışmıştı.”
Şemsettin Efendi Ankara’da kurulan Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin yöneticileri arasına
katılmıştır. Babasının ansızın vefatı üzerine Birinci Büyük Millet Meclisine Ankara
milletvekili olarak katılmış, İstiklâl Madalyası almıştır.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk’ün Şeyh Sünusi’nin hediye ettiği elbise ve elinde Hacı
Bayram Şeyhinin tesbihiyle Büyük Millet Meclisinin sarıklı mebusları ile çektirmiş olduğu
ünlü tarihi fotoğrafta Atatürk’ün sağ tarafında ikinci, elleri önünde, siyah sakallı genç hoca
Şemseddin Efendi’dir.
Tarihçi Cemal Kutay Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarlarını anlatırken: ...1917
başında, safında harbe girdiğimiz Merkezî Devletlerin mağlûbiyeti mes’ul üst makamlardaki
zevatın birbirlerine bahsedebilecekleri mevzu olduğu zaman, Teşkilât-ı Mahsûsa, Ordularımız
Anadolu içine çekilmeğe mecbur kaldığı ân, baş vurulacak savunmanın mesnedlerini elverişli
merkezlerde tesbit ederken, şahsiyet olarak kimlere dayanılabileceğinin de tesbitini yapmıştır.
İmparatorluğumuzun Teşkilât-ı Mahsusa Reisi rahmetli Eşref Sencer Kuşçubaşı’dan bana
intikal eden evrak arasında isimlerine rastlananlar, büyük çoğunlukla, Erzurum ve Sivas
Kongrelerinde, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde, Birinci Büyük Millet Meclisinde vazife
almışlardır. Şemsüddîn Efendi’nin ismi de bunlar arasındadır.” Diyerek Şemseddin
Efendi’den büyük bir övgü ile bahseder. Ali Fuat Paşa (Cebesoy)’la görüşen Cemal Kutay şu
bilgileri Fuat Bayramoğlu’na aktarır:
“Yirminci Kolordu Kumandanı olarak Ankara’ya geldiği ilk günlerde, Şemsüddîn Efendi
ziyaretine gelir ve Teşkilât-ı Mahsusa’nın hazırladığı müdafaa hazırlıklarının tatbike
konulmasını tavsiye eder. Halbuki Ali Fuad Paşa bu hazırlığı duymuş, kendisi Filistin
cephesinde vazifeli olduğu için selefi Yusuf İzzet Paşa ile de devir teslimi karargâhta o
almadığı için
141

Manevi Mimarlarıyla Ankara


plânları tesellüm etmemiştir. O binbir imkânsızlık içinde bu teklif ve hatırlatma ile teşkilâta
girişir. Müftü Rıfat Efendi’yi, Belediye reisi Kütükçü Zade Ali Bey’i, kadro ve vazifelerini
Şemsüddîn Efendi’den öğrendiği diğer zevatla, nüfuz ve itibar-ı mutlak Hacı Bayram-ı Velî
Postnişinin delaletiyle tanışır. Heyet-i Temsiliyenin Ankara’ya gelmesini ve dolayısıyla
Birinci Büyük Millet Meclisinin millî kaderi eline alarak, kurtuluş mücadelesine meşrutiyetini
getirecek sekiz kişilik Ankara eşraf-ayan ve ulemâsının içinde Şemsüddîn Efendi, ilk isim’dir.
O günlerde, Dergâhın onarılması için Solfasol’da hazırlanan kerestelerin, Meclis binasının bu
vazifeyi yapabilir hâle gelmesine tahsis edildiğini Ali Fuad Paşa anlatırdı.
O ilk günlerde hizmet etmişler içinde, bilhassa Ankaralı olmayanların hâtıralarında
Şemsüddîn Efendi’nin mübarek adı daima şükran ve minnetle yâdedilmiştir. Neşrettikleri ve
büyük kısmım tarihe intikal ettirememenin azabı ve manevî mes’uliyetini vicdanımda
duyduğum bu bergüzâr hâtıralar arasında Şemsüddîn Efendiye ait olanlar diyebilirim ki
müstakil cild olur.”
Anadolu ulemâsının Fetva’sı, ilk defa Hacı Bayram Camii’nde Şemseddin Efendi tarafından
okunur.
Fuat Bayramoğlu bir hatırasında:
“Babamızın ölümünden az önce yapımı biten ve yeni “Şıh Konağı” olan evden, onun ölümü
üzerine, annem Hüsniye Hanım, ağabeyim Reşat ve ablam Nezihe ile birlikte, miras olarak
bana düşen pek küçük mütevazı ve harap bir eve taşındık. Şeyh ve Ankara mebusu seçilmiş
olan en büyük ağabeyimiz Şemsettin Efendi’nin oturmağa başladığı konağa ancak zaman
zaman gider olduk. O günlerin, çocuk anılarımdan silinmeyen çehreleri arasında Şemsettin Ef.
nin yakın politika arkadaşları ve dostları da vardır. Hüseyin Rauf Bey (Orbay), ve onun
eniştesi Aziz Bey, adında bir zatın ailesi, Ali Fuad Paşa (Cebesoy), Dr. Adnan Bey ve Halide
Edip Hanım (Adıvar), Dr. Rıza Nur Bey ve çok güzel bir hanım olarak anımsadığım eşi,
Eskişehir mebusu Emin Bey (Sazak) -ki onunla dostlukları ölümlerine kadar sürmüştür- v.b..
Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk)’i de, sanırım mahallemizde oturması nedeniyle ve kalpağını
-çoklarının giyinişinin aksine- sivrilemesine giymesiyle, o günlerin şekil ve şemiliyle
anımsarım.
Bugün, Şemsettin Bayramoğlu’nun kızı, yeğenim Bayan İffet Çağlar’ın tazelediği kimi
anılara göre de, Atatürk’ün Ankara’ya ilk geldiği günlerde yatması için karyola ve yatak “şıh
konağı”’ndan gitmiş. Rauf Bey (Orbay) Ankara’ya geldiği zaman Şemsettin Ef. Mecidiye
bağlarındaki evine taşınarak boşalttığı konakta annesi ve kız kardeşi ile uzunca bir zaman
kalmışlar. Benim Aziz Bey diye bir enişte anımsamam bundan olmalıdır. Aynı evde
şeyhülislâm Hayri Efendi de konuklanmış… Adnan Bey, Halide Edip Hanım ve başkaları ile
toplantılar olurmuş. Bu arada Dr. Rıza
142

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Nur Bey’in eşi de Şemsettin Efendi’nin eşi Azime Hanım’a sık sık ziyarete gelirmiş…
Şemsettin Bayramoğlu’nun, bu dostlarının politik eğilimlerini paylaştığı anlaşılıyor. Kendisi,
Rauf Bey ve arkadaşlarının gurubuna katılmış ve onlarının çoğu gibi, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin ikinci dönem seçimlerini kazanamamış ve Ankara’dan milletvekili seçilmemiştir.
Şemsettin Bayramoğlu’nun politik yaşamı da o tarihten sonra son bulmuştur.”
Şemsettin Bayramoğlu 25 Ocak 1945 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Mezarı İstanbul
Sahrayıcedit mezarlığı’ndadır. Eşi Azime Hanım da Ankaralı olup, onunda kabri aynı
mezarlıktadır.
Şemsettin Efendi’nin oğlu Muhlis Bayramoğlu’dur. Tıp eğitimi alan Muhlis Bey doktorluk
mesleği yanında siyasetele de ilgilenmiş ve 16 Temmuz 1974 tarihinde vefat etmiştir.129
SEYYİD ABDÜLHAKİM ARVASİ
Son asrın âlim ve büyük mutasavvıflarındandır. 1865 yılında Van ilinin Başkale kasabasında
doğdu. İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan ve “seyyid” bir ailenin ferdi olan Seyyid
Mustafa Efendi’nin oğludur. Hazret-i Ali’ye kadar bütün ataları âlim ve velî olup, birçoğu
zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberidir. Babası Seyyid Mustafa, büyük
mutasavvıf Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah’ın halîfe-sidir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin doğduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin
torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi de
evlerinde misafirdir. Bunun üzerine babası “Abdülhakîm” ismini verir. “Arvas

Bağlum Beldesi mezarlığında bulunan Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin kabri (2005, A.E.)

143

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ahmed Mekki’nin
Bağlum’da bulunan mezarı
(2006, A.E.)

seyyidleri” diye tanınan bu aile, altı elli küsur yıldır varlığını halen devam ettirmektedir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, ilk bilgileri babasından öğrendi. Sonra Başkale’de ibtidâî ve
rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak’ın çeşitli şehirlerinde,
yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî
hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı.
1878 yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî ile tanıştı ve onun sohbet ve teveccühleri ile gönlünü
nurlandırarak, 1882 yılında bölgenin tanınmış alimlerinden icazet aldı.
Mürşîdi Seyyid Fehîm tarafından kendisine 1888 yılında, Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî,
Kübrevî ve Çeştî tasavvuf ekollerinde irşad yetkisi verildi. Bundan sonra memleketi Arvas’a
döndü ve burada büyük ilmî faâliyetlere başladı. Mevcut medreselerden ayrı olarak bir
medrese yaptırdı. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdu. Talebelerin
yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı kendisine ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders
verdi. Birçok âlim ve fâzıl yetiştirdi. Kurduğu medresenin ilmi şöhreti civarda konuşulur
oldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle,
sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi olan medreseden mezun olanların bâzıları vilâyet,
sancak ve kaza merkezlerinde müftü olarak vazîfe aldı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz’a gitti. 1907 yılındaki haccı
sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum’un yüksek iltifatlarına mazhar oldular. Şeyh Ziyâ
Masum kendisine “Üveysîlik” yolundan da icâzet verdi.
Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda
karışıklıklar baş göstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus
askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu’yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri
silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtılar. O günleri bizzat kendisi şöyle anlatır:
Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada
bizim evimizi de tama-miyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın
başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare
bulamadılar. On gün sonra Allahü Teâlâ’nın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece
oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara
girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye
emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere düştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi,
câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu
göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz’u ele geçirmişti.

144

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol
açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre
kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve
çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi
Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana
gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise
Nurduz’dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip
götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho’nun dağ
ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara
yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan
oldular.
Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda
elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi
Ravandız’a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45
dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil’e çoğumuz hasta olarak
girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendi’yi kara toprakta Allah’ın rahmetine bıraktığımız gibi,
Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil
ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul’a vardık. Burada meşhur
Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin
rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz
olarak bize ihsan edildi.
Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş
ederek; “Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım.” dedi. Allahü teâlâ kendisinden
râzı olsun.
Devamlı olarak, Bağdat’ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında
oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek
şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul’da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz
elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah’ın yardımıyla aşarak Adana’ya
geldik. Adana’da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile
Eskişehir’e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya’da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı
içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul’a geldik. Dâhiliye
Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi
tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medrese’ye
yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah’ın inâyeti ile orada toplamaya

Bağlum Mezarlığı’nda
Arvasi haziresi
(2006, A.E.)

145

Manevi Mimarlarıyla Ankara


muvaffak oldum. İstanbul’a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve
sıkıntılar son buldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesi’ndeki Kaşgari
Dergâhı’nın şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919’da
Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi olarak tâyin
edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâaz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak tebliğ
ve irşad faaliyetlerini sürdürdü. Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve
duâlarını isterdi.
Dini bilgilerde ve tasavvufun ince bilgilerinde ilim adamlarının müracaat ettiği şahsiyet idi.
Özellikle devrimizin ünlü şairi Necip Fazıl Kısakürek, Şeyh efendi ile tanışmış ve onun
tasavvuf terbiyesi altına girmiştir.
Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. “Ben” dediği hiç işitilmemiştir. Kendisine tekkelerin
kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
“Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan
kapatmışlardı.” demiştir. Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu
tavsiye ederdi. Abdülhakîm Efendi’nin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması,
susması, gülmesi, ağlaması diğer insanlarca örnek alınacak birer davranış olmuştur.
Dîni, dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy,
Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları, bunların iftirâlarına sebeb oldu.
Bunların tahriki ile Eylül 1943’te tutuklanarak İstanbul’dan İzmir’e götürüldü. Bir müddet
Meserret Oteli’nde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa’ya
nakli veya İstanbul’a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını
aldılar. Nihâyet Ankara’ya nakline müsâde çıktı. Bu karar üzerine Ankara’da Hacı Bayrâm-ı
Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık’ın evine geldiler. Bu sırada hasta
olduklarından, Faruk Işık Bey’in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra, 27 Kasım 1943’te
vefât ettiler. Kabri Keçiören, Bağlum Beldesi kabristanındadır.
Seyyid Abdülhakim Efendi’nin “Rabıta-i Şerife”, “Sahabe-i Kiram ve İslâm Hukuku”, “er-
Riyâz-üt-tasavvufiyye” ve “Tam İlmihal-Seadet-i Ebediye” isimli eserleri mevcuttur. “er-
Riyâz-üt-tasavvufiyye” isimli eseri muhibbi Necip Fazıl Kısakürek tarafından “Tasavvuf
Bahçeleri” adı altında sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Ayrıca talebelerine gönderdiği risâle
büyüklüğünde pek çok mektupları vardır. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler yazmıştır.
Abdülhakim Efendi’nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Oğullarından Enver Bey hicret esnasında
1918’de Eskişehir’de vefat etmiştir.
146

Manevi Mimarlarıyla Ankara


İkinci oğlu Ahmed Mekki Üçışık Efendi İstanbul’da Kadıköy Müftülüğünde bulunmuştur.
1967’de İstanbul’da vefat etmiş olup, kabri Keçiören, Bağlum Beldesi kabristanındadır.
Üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul Belediyesinde uzun seneler çalışmış, doğruluğu,
çalışkanlığı, güzel ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır. 1979’da vefat etti.
Kabri Keçiören, Bağlum Beldesi kabristanındadır.130
ARABACILAR KAHYASI İSMAİL AĞA (GÜL)
Arabacılar Kâhyası İsmail Ağa ile ilgili bilgilere Mahir İz’in anılarında rastlıyoruz. Ankara
Solfasol Köyü kabristanında kabri bulunan İsmail Ağa, Cumhuriyetin ilanı yıllarında
Ankara’da gönül erbabı arasında önemli bir yere sahiptir. Mahir İz “İz Bırakanlar” isimli
eserinde İsmail Ağa hakkında şunları yazar:
“Ankara’dan şahsen tanıdığım Arabacılar Kâhyası İsmail Ağa, işte mezkûr Şeyh Nurü’l-
Arab’dan inâbe etmiş olan Ankara

Solfasol Köyü mezarlığında bulunan melami şeyhi Hacı İsmail Efendi’nin kabri (2005, A.E.)
11

147

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Hukuk Mahkemesi âzası Vehbi Efendi’den el almıştı. Yıllarca evvel Umumî Harp içinde bir
gün berber Selânikli Kâzım Nâmi’nin dükkânında traş oluyordum. Bu İsmail Ağa da köşede
oturmuş çubuk içiyordu. Berbere anlattığı bir vak’a veya hikâye dolayısıyle bir Ayet-i
Kerîm’e okudu. Fakat verdiği mâna birdenbire nazarı dikkatimi celbetti, çünkü ancak okumuş
yazmış bir hoca efendi bu kadar güzel tefsîr edebilirdi. Hemen berberin elini tutup arkama
dönerek baktım. İsmail Ağa “Ne o Efendi! Yakıştıramadın mı?” dedi. Ben mahcup oldum.
Berber işini bitirdikten sonra gidip yanına oturdum; yukarıda verdiğim izahatı kendinden
öğrendim. Bu zâtın Melâmîliği amel bakımından Ehl-i Sünnet yolundaydı; ezan okunur
okunmaz camiye cemaate koşardı. Kıyafet tam o zamanki esnaf kıyafeti idi. Yalnız hoca
efendilere veya meşâyihe benzeyen uzunca bir sakalı vardı. Daha sonraları bütün Anadolu’da
büyük bir şöhret kazandı.
Ben İstanbul’a döndükten sonra, bir gün Maraşlı Tâhir Efendi merhumun müritlerinden ve
Türkçe muallimlerinden Sivaslı Âli Bey’e rastladım. Şuradan buradan konuştuktan sonra
“Bize gidip bir kahve içelim” dedi. Gittik. Ankara’da yapılan bir dil kongresine iştirak etmesi
için hemşehrisi olan Maârif Vekili Reşad Şemseddin Bey’e bir mektupla müracaat ettiğini ve
bu suretle Ankara’ya gittiğini söyledikten sonra “Maksadım dil kongresi değil, İsmail Efendi
hazretlerini ziyaretti” deyince ben şaşırdım. “İsmail Efendi kütüphaneden dışarı çıkmaz,
Ankara’ya nasıl gitti?” deyince; bana “Sizin dediğiniz Kütüphane Müdirî İsmail Sâib Efendi
değil; bu bütün Anadolu’nun tanıdığı İsmail Efendi hazretleridir” diye karşılık verdi. Bu söz,
bende bir tedâî yaptı; “Bu zât sakın Arabacılar Kâhyası İsmail Ağa olmasın?” dedim.
“Tamam, işte o zâttır, kerameti zahirdir” dedi. İsmini anarken bile derlenip toplandı.
Zannediyorum 1952-53 ders yılı içinde idi. Haydarpaşa Lisesi’ne tanıdıkları ziyaret için gelen
Maarif Vekâleti Teftiş Kısım Şefliğinden emekli Ankaralı Mehmed Galib Karabatur Bey’e -ki
herkesin sevgisini kazanmış hayırhah bir zat idi- İsmail Ağa’yı sordum; “Vefat etti” dedi ve
kerametine dâir şöyle bir hâdise anlattı:
“Bir gün kahvede iki kişi oturuyormuş. Merhum İsmail Ağa da yanlarındaki masada nargile
içiyormuş. O zâtlardan birine: “Ne düşünüp duruyorsun? Bu dünyada öyle yanlışlıklar olur ki,
onu düzeltmeye kimsenin gücü yetmez.” ve diğerine de: “Herkesin verdiği söze aldanmamak,
takdir yerini bulur.” demiş. Sonradan bu iki zât naklediyor: İlki, Ziraat Vekâleti
memurlarından olup, isim yanlışlığı ile emekliye sevkedilmiş ve bu emr-ı vâkii düzeltemediği
için üzüntü içinde imiş. Adı Hasan olan bu zât, asıl emekli yapmak istedikleri başka bir Hasan
Bey yerine kurban olmuş. İkinci zât ise yukarıda adı geçen Çorum Mebusu
148

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Abdurrahman Dursun Bey imiş; kendisi partisi tarafından ihmal edilmiş, yine bir meb’usluk
ona vaad edildiği hâlde, iki seçimde de hatırı sorulmamış; üzüntüsü ondan neş’et ediyormuş.
Mehmed Galip Bey, İsmail Ağa’nın birçok hususî hâlleri olduğunu da söyledi. Melâmîlerde
bir husus nazarı dikkatimi cel-beder. Bunların zikri sohbettir. Bu zevattan bazılarıyla
görüştüm; herkesten başka türlü düşünüyor ve beyanları da başka türlü oluyor. Meselâ
Harbiye Nezareti Kalemi emeklilerinden merhum Fehmi Bey’le tanıştım.”131
Ankara-Altındağ Solfasol Köyü mezarlığında bulunan kabri üzerindeki kitâbede şu ibare
yazılıdır:
“Kutbül arifin ve gavs’ül-vasılin kibarı muhakkıkini melami-yeden arifi billah Ankara evi
Hacı İsmail Gül Efendi hazretlerinin ruhu saadetlerine Fatiha.
Hakka vuslatı: 26.5.1938”
TACEDDİN ŞEYH MUSTAFA TACEDDİN EFENDİ

Şeyh Taceddin-i Veli dergâhının son şeyhidir. Solfasol köyü mezarlığında gördüğümüz
Türkçe yazılmış bir mezar taşı kitâbesinde “Ankaralı Taceddin Şeyhi Mustafa Taceddin
Efendi ruhuna Fatiha. Ölümü 5 Kasım 1937” ibaresini okuyunca, araştırma yaptık.
Şeyh Mustafa Efendi’nin tek oğlu olan Osman Vafi Erar Beye ulaştık. Osman Beyden şifahen
aldığımız bilgiye göre Mustafa Efendi soyadı kanunu ile Erar soyadını almış, Atatürk’ün
talimatı ile 3 Haziran 1926 tarihinde kurulan “Emlak ve Eytam Bankası”nda müdür olarak
çalışmış, Fransızca’yı iyi bilen, münevver bir kişiliğe sahip olduğunu, M Akif Ersoy’a
madden ve manen yardım ettiğini, şiir yazdığını, hanımı Samiye Hanım’ın da Rıfat Börekçi
ile akraba olduğunu, yedi kız bir erkek evladının varlığını örğendik. Mustafa Erar Efendiden
aldığımız şifahi bilgi dışında hakkında başka bilgi edinemedik.

Son Taceddin Dergâhı Şeyhi


Mustafa Efendi’nin Solfasol
Köyü mezarlığında bulunan
kabri (2005, A. E.)

AHMET KAYHAN
1905 yılında Malatya’nın Pötürge ilçesi, Atarlar Köyünde doğdu.
Ali İsmailoğullarından Ali Efendi’nin oğludur. DSİ teşkilatında çalışmış ve buradan emekli
olduktan sonda Ankara’ya gelerek irşad faaliyetlerini sürdürür.
Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin manevî yolunun erlerinden Hacı Ahmet Kaya Efendi’nin
irşadı ile şereflenmiştir.
149

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Ahmet Kayhan Efendinin kabri (2005, A.E.)

Ankara’da Saimekadın semtinde ikameti süresince, devrin siyasî ve mülkî yöneticileri


tarafından ziyaret edilen bir manevî merkez olmuş, irşad ve sohbetleri ile ehli beyt sevgisinin
alpere-ni olmuştur. Sohbetlerinin yanı sıra yayın çalışmalarını da sürdürerek tasavvufi
konularda eserler yazmıştır. “Adem ve Alem” isimli eseri bunlarda biridir.
3 Ağustos 1998 tarihinde vefat eden Ahmed Dede, Mamak ilçesine bağlı Kızılcaköy’e
defnedilmiştir. Sevenleri tarafından “Baba” ve “Dede” lakabı ile anılmıştır. Bektaşi meşreb
oluşu sebebi ile yazılarında “Dedeniz” imzasını kullanmıştır.

Mamak, Kızılca Köyde bulunan Ahmet Kayhan Camii ve Türbesi (2005, A.E.)

DR. MÜNİR DERMAN

1910 yılında Trabzon’da doğdu. Baba tarafından Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’e, anne
tarafından ise Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî adında halk tarafından “uçan şeyh” olarak
bilinen bir evliyaya dayanır.

Trabzon’da dört yaşından itibaren Buharalı Ömer İnan Efendi’nin manevî eğitiminde
ilerlemiş ve dokuz yaşında hafız olmuştur.

Ailesinin maddi durumu iyi olduğundan, ilkokulu özel Fransız okulunda tamamladıktan sonra
liseden sonra, devlet tarafından üniversite tahsili için Fransa’ya gönderilmiştir. Felsefe ve
psikoloji eğitimi ile çok başarılı bir öğrenci olduğu için Tıp Fakültesini de bitirerek doktor
olmuştur. İlahiyat tahsilini ise Mısır El-Ezher Üniversitesinde tamamlamıştır. Kore
Savaşları’na doktor unvanı ile katılarak hizmetlerde bulunmuştur.

Bilahare Dil - Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde hocalık yaparak felsefe dersi vermiştir. Kısa
bir süre sonra üniversiteden ayrılarak çok sevdiği doktorluk mesleğini yapmak için
Anadolu’da göreve başlamıştır. Uzun bir tabiplik hayatını Eskişehir’de tamamlayarak emekli
olmuştur.

Türk tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takarak haklı bir ulusal ve uluslararası
şöhrete sahip olmuştur. Japonya ve Almanya’da kaldığı süre içinde birçok insanın yetişmesine
katkıda bulunmuştur. Ayrıca, bu ülkelerde konferanslar ve vaazlar da vermiştir.

Fransızca, Almanca, Rusça ve Arapça’yı en az bu devletlerin vatandaşları kadar güzel


konuşan, bu ülkelerin kültür ve edebiyatını yakından takip eden bir aydın portresi çizmiştir.
Maddî ilim denilen fen ilmine hemen her alanda vukufu, onu manevî ilimlerden alı
koymamış, bilakis eşyayı derinine inceleyen ilm-i ledün sahibi olma yönünde de gayret
sarfetmiştir. Başta da söylediğimiz gibi ledün ilminin gelişmesine Buharalı Ömer İnan’ın bir
mürşit, bir terbiye edici olarak katkıları çok büyük olmuştur.

Dr. Münir Derman Efendi, uzun müddet kaldığı Almanya’dan döndükten sonra, Ankara’da
bir otel odasında mütavazi bir hayat sürmüştür. Hiçbir gayri menkul edinmek için çaba
göstermemiştir. Yaşadığı müddetçe kendini şan, nam gibi afetlerden koruyarak âdeta
gizlenmiştir. Kendi şahsına münhasır bir irşat stratejisi oluşturmuş, bağlıları sohbetlerinden
faydalanmıştır.
Dr. Münir Derman 1989 tarihinde vefat etmiş olup, mezarı Yenimahalle ilçesine bağlı
Memlik Köyü’ndedir.

150

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Memlik Köyü’nde bulunan Dr. Münir Derman Efendi’nin mezarı (2005, A.E.)
MUSTAFA ASIM KÖKSAL
Mutasavvıf, âlim ve şâir olan Mustafa Âsim Koksal (k.s.); 1911 yılında Kayseri’nin Develi
kazası, Abdülbâkî mahallesinde doğmuştur.

Bağlum Beldesi mezarlığında bulunan Mustafa Asım Köksal Efendinin kabri (2005, A.E.)

151

Manevi Mimarlarıyla Ankara

M. Asım Köksal Efendi’nin mezarı

Babası Hafız Mehmed Edip Efendi, annesi Döne Hanım’dır. Üç kardeşin en küçüğü olan M.
Âsım Koksal’ın dedesi Yakub Efendi’dir. Yakub Efendi’nin babası ise Mustafa Efendi’dir.
Mustafa Efendi’nin babası da Pir Veli Efendi’dir.
Yakub Dede, kemal ve velayet sahibi olup, torunu M. Âsim Koksal ile özel olarak ilgilenir.
M. Âsim Köksal’ın küçüklüğünde lakabı “Sevgili”dir. Henüz ufak yaşlarında bile üstünlük ve
olgunluk halleri gösterdiğinden dolayı herkes tarafından çok sevilir.
M. Âsim Koksal 4-5 yaşlarında iken Birinci Dünya Savaşı bütün şiddeti ve sıkıntısıyla devam
etmektedir, seferberlik ilanı sebebiyle birçok ailenin erkekleri cepheye gitmişlerdir. Kocaları
askerde olduğu için evde yalnız kalan ve çeşitli tehlikelerden korkan Develili hanımlar,
annesinden izin alarak sık sık “Sevgili”yi evlerine götürürler, meşhur kıtasını okuyarak
koruyucu dua etmesini isterler. O da hemen:
“Yasin’den kale yaptım Tebareke kilit olsun. Gelen düşman geri dursun Geldi Ahmed, ya
Muhammedi”
kıtasını okur, bunun üstüne bir de elini ters çevirerek ve “çıt” diyerek kapıyı kilitleme hareketi
yapar. Böylece içleri ferahlayan hanımlar onu tekrar annesine götürürler.
Âsim Köksal’ın çocukluk yılları savaşlar ve bunların doğurduğu ekonomik sıkıntılar içinde
geçer. Birinci Dünya Savaşı ve ardından patlak veren Kurtuluş Savaşı, bütün Türkiye’de
olduğu gibi bir taşra kasabası olan Develi’de de maddî ve manevî sancılara yol açmıştır.
Ailesi de diğer aileler gibi yokluk ve yoksulluğa düşmüştür. İşte o günlerin birinde, kadınların
ilginç bir et yemeği pişirdiklerini görür, bir miktar bundan yer. Tadı bir garip ve değişik
geldiğinden bunun ne eti olduğunu sorar. Kirpi eti olduğunu öğrenince, ağzından kan
gelinceye kadar istifra eder ve uzun bir süre bir şey yiyemez.
Babası Hafız Mehmed Edip Efendi, oğlu henüz birkaç aylıkken çalışmak için Arjantin’in
Buenos Aires şehrine gider. 1914 yılının başlarında Türkiye’den ayrılır ve 22 yıl Arjantin’de
kalır.
İlk öğrenimine Develi Merkez Numune Erkek Mektebi’nde başlar ve 27 Haziran 1927
tarihinde mezun olur. Aynı yıl Kayseri Lisesi Leylî-Meccânî (Parasız yatılı) imtihanına girer
ve imtihanı kazanan ilk 10 kişi arasına girer. Fakirlik belgesi olmadığı için Kayseri Lisesi’ne
girme hakkını kaybeder. Bunun üzerine aynı sene içerisinde Erzurum Askerî Lisesi Leylî-
Meccânî imtihanına katılır. Bu imtihanı da kazanmasına rağmen okul idaresi tarafından
kendisine; mahallî taliplerin, alınacak öğrenci kadrosunu doldurdukları söylenir ve eğer
gelecek sene tekrar baş vuracak olursa tercihen kabul edileceği belirtilir. Ertesi sene, herhalde
bazı sebepler dolayısıyla bu okula başvuramaz ve böylece resmî tahsil yolu kendisine kapanır.
152

Manevi Mimarlarıyla Ankara


M. Asım Koksal, Kayseri ve Erzurum Askerî Liselerine giremeyince ve resmi bir tahsilden
ümidini kesince, Kayseri ulemasından Develi Müftüsü Merhum İzzet Efendi’den, 1933 yılına
kadar medrese usûlüne göre bir nevi ilimlere giriş mâhiyetinde “Mukaddimât-ı ulûm” tahsil
eder. M. Akif Ersoy’un Safahat’ından çok etkilenir. 1927’den itibaren dînî manzumeler
yazmaya başlar. Üslubunun şekillenmesinde ve ilk şiirlerini yazmasında önemli rolü bulunan
Merhum Mehmed Akif’e karşı olan sevgi ve takdirini ömrünün sonuna kadar korur.
Şiirleri genel olarak dînî mahiyette olmakla beraber, Nasreddin Hoca’nın bazı latifelerini de
manzum hâle getirmiştir.
1928 yılı Ekim ayında Develi Ticaret ve Sanayi Odası Başkâtipliği’ne tayin olunur. Bu odanın
kaldırılmasına yakın bir zamana kadar burada çalışmaya devam eder ve 1930 yılında buradan
ayrılır. Bu vazifeye dair oda heyetince kendisine 78 sayılı bir kıta mazbata verilir.
Kendisi o yıllarda (1927-1933) Mısır’a ilim tahsili için gitmeyi ve Ezher’de okumayı çok arzu
eder. Bu emelini gerçekleştirmek için çeşitli çarelere başvurur, lakin muvaffak olamaz.
Bilgiye ve öğrenmeye karşı büyük bir açlık duyduğundan dolayı, bu emelini
gerçekleştiremeyince kendini okumaya verir, seçtiği mevzularda bulabildiği kitapları
okumaya başlar. O günleri anlatırken, bir oturuşta 500 sayfalık bîr kitabı bitirdiğini söyleyen
M. Asım Koksal, çok yoğun bir okuma faaliyeti sonucunda, beyninden burnuna doğru yanık
paçavra gibi kokular geldiğini hisseder ve bir müddet bu çalışmalarını yavaşlatmak zorunda
kalır. Bu okumalar aynı zamanda zihnî hayatını da etkilemiş, kendisinde birçok şüpheler
uyanmıştır. Çeşitli konulardaki bu şüpheler zamanla onu epey rahatsız etmeye başlar,
bedenini de tesiri altına alan sıkıntılara sebebiyet verir ve neredeyse hastalık derecesine varır.
Bunları gidermek ve tatmin edici cevaplar almak niyetiyle Ankara’ya gelir, çeşitli âlimlere
danışır, ancak sonuç alamaz ve hatta sıkıntısı büsbütün şiddetlenir.
1935 yılında babası Arjantin’den döner. Birbirini o zamana kadar hiç görmeyen baba-oğul
ilk defa görüşürler. Uzun zamandır yüksek tansiyon hastası bulunan babası Mehmed Edip
Efendi, çok kısa bir müddet sonra vefat eder.
M. Âsim Köksal’ın 1936 yılında evlendiği ilk zevcesi Neşâdet Hanım, uzun süredir çekmekte
olduğu bağırsak hastalığı sebebiyle henüz otuzlu yaşlarında, 1951’de vefat eder. En küçüğü 3
yaşında olan üç evlat ile başbaşa kalan M. Âsim Koksal, sıkıntılı günler geçirmektedir. Kısa
bir müddet sonra, Şadan Hanım ile ikinci evliliğini yapar. İleride bu evlilikten dört evladı
daha olacaktır.
1936 yılında Mısır’dan Türkiye’ye dönen Mehmed Akif Ersoy’un gelişine, bütün imanlı
Türk gençleri gibi M. Âsim

153

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Koksal da çok sevinir, ilk manzumelerini yazmasına vesile olan eserlerinden tanıdığı büyük
şâiri görmeyi çok arzu eder. Ancak Türkiye’ye döndüğünde zaten hasta olan Akif, kısa bir
müddet sonra vefat eder. Vefatından az bir zaman önce hastanede gazetecilere: “Eğer Allah
nasib eder de kurtulursam, Peygamberimizin hayatını “Haccetü’l Veda” adlı bir eserle
nazmedeceğim.” diye beyanat vermiştir.
Hakk’ın rahmetine kavuşan Akif’in bu son emelini M. Âsim Koksal kendi başına
gerçekleştirir ve ilk baskısı 1944’de yapılan “Peygamberimiz” adlı manzum eserini kaleme
alır. Kendi nev’inde tek olan 300 sayfalık bu eser, hece ölçüsü ile ve beyitlerle yazılmış
manzum bir sîrettir. Eser tamamlandığı zaman, devrin Diyanet İşleri Reisi bulunan Şerefeddin
Yaltkaya’ya eseri sunar, Yaltkaya’nın isteği üzerine kitabın başından biraz okur ve Önsöz
bölümündeki :
Günahlarım üzerinde bir damla yaş bu eserim; Onu belki eritecek yavaş yavaş bu eserim.”
beytine geldiğinde, Yaltkaya heyecanlanır ve memnuniyetini belirterek eserin Diyanet İşleri
Yayınları arasında basılması gerektiğini söyler. Kitabın ilk baskısı böylece gerçekleşir.
Âsim Koksal askerliğini, 1938’de Dersim İsyanı’nı bastırmak için gönderilen kuvvetler
arasında tamamlar. Burada çok sıkıntılar çekmiş, hatta ölüm tehlikesi atlatmıştır.
Şiir çalışmalarının ilk meyvesi olarak, 1939 yılında “Armağan” yayımlanır. Bu aynı zamanda
kendisinin basılan ilk eseridir. Din esaslarını manzum bir şekilde işleyen bu küçük kitap,
kendi ifadesiyle manzum bir ilmihaldir.
1946 yılında M. Asım Köksal’ın iki eseri yayımlanır. “Ezanlar” dînî manzumelerden oluşan
bir kitapçıktır. 10000 adet basılan bu eserdeki bazı manzumelerde M. Âsim Koksal, orijinal
nazım ve kafiye sistemi kullanmıştır. İkinci eser olan “Gençlere Din Kılavuzu”, aynı zamanda
kendisinin mensur ilk eseridir. Bu kitap, zamanının İlmihal anlayışı ve geleneğinde büyük bir
yenilik meydana getirmiş; din esaslarını sade bir dille, gençlerin anlayabilecekleri bir tarzda
ve yer yer şiirlerle süsleyerek cazip bir biçimde sunmayı başarmıştır. İlk baskısı 15000 adet
gibi yüksek bir rakamda gerçekleştirilen bu eserin, daha sonraları müteaddit baskıları yapılmış
ve sonradan genişleterek yayımlayacağı “İslâm İlmihali” adlı eserin de temel çatısını bu kitap
oluşturmuştur.
İlk zevcesinin vefatında asrın alim ve mutasavvıflarından İskilipli İbrahim Edhem (k.s.)’le
tanışır. Onun manevi terbiyesinde tasavvuf eğitimini alır. İbrahim Ethem Efendi sağlığında
M. Asım Efendi’ye irşad yetkisi verir ve 6 Şubat 1963 de vefat eder.
Son asrın gönül sultanları olan Dede Paşa (k.s.), M. Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hacı Cemil
Baba (k.s.) ve Ahmet Remzi Dede (k.s.) gibi mutasavvıflarla tanışma ve sohbet etme imkanı
154

Manevi Mimarlarıyla Ankara

bulmuştur. Ünlü mutasavvıf Ahmed Kuddisi Baba (k.s.)’nın soyundan ve onun yolunun
yürütücüsü Ahmet Eren Bey’in kızı ile de evlilik yapmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığında 30 yıla yakın hizmetini, 1964 yılında emekliye ayrılarak
tamamlar. Daha önce yazdıgı “Reddiye” isimli eseri onu “İslâm Tarihi”ni yazmaya teşvik
eder.
Mustafa Asım Köksal Hoca arkasında, 28’i yayınlanmış 38 civarında telif eser, Diyanet,
İslâm, Hakses gibi dergilerde ve bazı gazetelerde yayımlanmış çok sayıda makale bırakarak
28 Kasım 1998 Cumartesi günü vefat etmiştir.132
Kabri, Keçiören, Baglum Beldesi Kabristanı’ndadır.

HACI HASAN BURKAY

Zamanın büyük mutasavvıflarından olan Hasaneynil Hüdaverdi (k.s.), Silsile-i Saadatın


kırkıncı altın halkası olup; 1 Ocak 1930 tarihinde Bursa’nın Orhangazi ilçesinin Sölez
Köyünde doğmuştur.

Hasan Burkay Efendi’nin babası Mehmed Hulusi Efendi’dir. Silsile-i Saadat’ın 37. altın
halkası Şerafeddin Zeynelabidin (k.s.), Hasan Burkay’ın babası olan Mehmed Hulusi Efendi
ile daha önce hiç tanışmamış oldukları halde; “bugün erenler durağı, Bursa’mızın Orhangazi
ilçesinin Yukarı Sölez Köyünde bir bebek dünya-ya geldi. Varıp onu ziyaret edelim.” diyerek
dostları ile birlikte köye giderler. Şerafeddin Zeynelabidin Hazretleri evde dostlarıyla birlikte
bir hatim indirir ve evden ayrılırlar. Bu şekilde kutlu bir müjdeyle dünyaya gözlerini açmıştır
Hasan Burkay Efendi.

Hacıhasan köyü
Hacı Hasan Burkay külliyesi

155

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Hasan Burkay Efendi gençliğini ilim tahsiliyle geçirmiştir. Onun için ilim; sonu bucağı
olmayan, daldıkça derinlere çeken, derinlerde daha derin sırlar vadeden bir merak ve aşk
hazinesidir. Hazret yaptıklarını yalnız Allah rızası için yapmıştır. Halkın içinde her zaman ve
her mekanda daima Hakk’la beraber olmayı, Hakk’tan haberdar bulunmayı istemiştir ve
yüreği Hakk için halka hizmet arzusuyla dolup taşmıştır. Böyle bir hizmet için de önce, her an
kendi halini bilmesi, bu hallerin daima “özür”den “şükür”e doğru merhaleler kat etmesi için
çalışmıştır.
Hacı Hasan Burkay Efendi, Bursa’da Ulu Cami civarında bir billuriye mağazası işletirken,
1967 yılında Ankara’ya gelir ve yerleşir. Şehir hayatından uzaklaşmak maksadıyla
Ankara’nın Gölbaşı ilçesinde halkın desteğiyle “Hacı Hasan Köyü” kurulmuştur. Hasan
Burkay Efendi 1977 yılında kendi adı ile anılan Hacı Hasan Köyüne yerleşir. Sohbetlerine
edipler ve şairler katılır. Onun sırlarla dolu ledün kelamından istifade ederler.
2004 yılında vefat eden Hacı Hasan Burkay Efendi’nin Kabri Şerifleri, Gölbaşı ilçesine bağlı
Hacı Hasan Köyü’ndedir.

ABDULLAH ÇETİN FARUKİ


Solfasol Köyü mezarlığında bulunan Abdullah Çetin Faruki Efendinin kabri (2005, A.E.)
“Miskin Şah”, “Hadimü’l-Fukara”, “Pir”, “Sultan”, “Evlâd-ı Kiram” gibi isimlerle de anılan
Abdullah Çetin Faruki, 1936 yılında, Siirt ilinin Kasımlı (Verganis) köyünde dünyaya geldi.
Babası Muhammed Hamdi Efendi’dir. Hz. Ömer (r.a)’in soyundan gelen bir aileye mensup
olan Muhammed Hamdi Efendi, Şeyh Varkanîsî diye bilinen ve Bitlis şehir merkezinde
metfun olan Fethullah Varkanîsî (k.s.)’nin akrabalarındandır. Annesi Nazire Suzan Hanım’dır.

Çocukluk yıllarında ailesi önce Bitlis’e, sonra Muş’a, daha sonrada Malatya’ya yerleşir ve
ticaretle iştiğal eder. 1954-1957 yıllarında tasavvuf yoluna girer ve daha çok hadis ilmi ile
meşgul olur.
Ticaretle meşgul olmuş, geçim hayatını kendi hırdavat dükkânında alın teri ile bizzat çalışarak
kazanmaya gayret etmiştir. “Herkese çalıştığı kadar vardır” emr-i ilâhisini, hayatının her
alanında ahlâk edinmiş ve ihsan makamında kulluk yapabilmenin gayret ve çabası içinde
olmuştur.
İlk tasavvuf eğitimini, Siirtli Allâme Şeyh Muhammed Hazinin oğlu Arifi billah Şah Alaaddin
Fersafî’den alan Abdullah Farukî Efendi, uzun zaman Siirt’te bulunan mürşidinin yanına
gidip gelmiş; 1982 yılında Ankara’ya, Hacı Bayramı Velî Hazretlerinin doğup büyüdüğü
Solfasol semtine yerleşmiştir.

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Tasavvuf anlayışı, zengin fakir demeden bütün halk tarafından kabul görmüş ve ehl-i sünnet
çizgisinde, Hanefi fıkhına göre sürmüştür. Eğitime büyük önem vermiş, halka dinini
öğretirken sünnete tabi olmak gerektiğini sık sık vurgulamış; “Allah Rasûl’ünde sizin için çok
güzel örnekler vardır” âyetini, bizzat kendisi yaşayarak hayata geçirmek için gayret etmiştir.
Hayattayken bir çok insan onun sohbetleriyle irşad olmuş ve tasavvufun ilahi zevklerini
tadmıştır.
İrşad faaliyetlerini sohbetlerinin yanında, hazırladığı ilmi eserlerlede sürdürmüş ve “Zahirî ve
Bâtınî Edepler”, “Evrâd-ı Şerîfe-i Farukiyye”, “İslâm’da Zikir ve Rabıta”, “Fıkhî Risaleler”,
“Salâvat-ı Şerife-i Farukiyye”, “Ehl-i Beyt ve On İki İmamlar” isimli kitapları yayınlamıştır.
“İmâm-ı Rabbânî’yi Anlamak”, “Mevlîd-i Nebevi ve Muhammed Ümmeti”, “Maarif-i
Nefs/Nefsi Bilmek ve Terbiyesi”, “Tevhid ve Tasavvuf”, “Sünnet-i Seniyye ve Rasûle İttiba”,
“Nefs Terbiyesi ve Sigara”, “Tasavvufi Açıdan İmanın Çeşitleri”, “İnsanları Allah’a
Yaklaştıran Yollar ve Sekiz Kapısı”, “Yurtlarından Çıkarılanlar, Katledilenler ve Hicret”,
“Aşura Günü ve Hazret-i Hüseyin (r.a.)”, “Sevgi ve Barış Haritasının Merkezinde Hünkar
Hacı Bektaş Veli el-Horasani (k.s.)”, “İlm-i Ledün, Batınî ve Zahiri İlimler”, “Tasavvuf
Tarihinde Ömerî-Müceddidî Kolu” konulu makaleleri dergilerde yayınlanmıştır.
Edebli olmayı, Hakk’ın hoşnutluğunu gaye bilmeyi, sözüne sadık olmayı, ahde vefa
göstermeyi, hizmet ehli olmayı, cömert davranmayı, muhtaçlara yardım etmeyi, emaneti
korumayı, insanlar ile olan ilişkilerde hakka riayet etmeyi, öfkelenmemeyi, cedelleşme ve
tartışmalardan uzak kalmayı, başkalarının ayıp ve kusurlarını araştırmamayı, feraset sahibi,
zeki ve ayık olmayı devamlı olarak sohbetlerinde tavsiye ederdi.133
Abdullah Çetin Faruki hazretleri, diğer gönül sultanları gibi sevenlerinin gönlünde yaşamak
üzere 63 yaşında, 11 Kasım 1999 yılında ebedi yolculuğa çıkmış ve kabirleri Solfasol
Köyündedir.

157

Manevi Mimarlarıyla Ankara


ANKARA’DA YETİŞEN MUTASAVVIFLAR
AKŞEMSEDDİN
(ŞEMSUDDİN MUHAMMED B. HAZMA)
Hacı Bayram-ı Veli’nin halifelerindendir. Esas ismi Şemsud-din Muhammed b.Hamza’dır.
“Akşemseddin” ve “Akşeyh” olarak meşhur olan büyük Osmanlı mutasavvıfı, 1390 tarihinde
Şam’da dünyaya gelmiştir. Babası “Kurtboğan Evliyası” diye tanınan Şeyh Şerefüddin
Hamza-i Şâmî’dir. Bu ailenin nesebi ünlü mutasavvıf alimlerden “Avarrifül-Mearif”in
müellifi Şehâbeddin Suhreverdî’ye ondan da Hz. Ebu Bekir’e ulaşır.
Babası Şam’da ikâmet ederken, sonradan Anadoluya gelir ve Amasya’nın Kavak ilçesine
yerleşir.
Akşemseddin, küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i ezberler ve tahsil
Göynük ilçe merkezinde hayatına başlar ve kısa zamanda tahsilini tamamlar; tıpta ihtisas
bulunan Ak şemseddin
Hazretlerinin Türbesi yapar, Çorum Osmancık’taki medreseye müderris tâyin edilir.
(2004, A.E.)

158

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Akşemseddin, 26 yaşında iken (1417) tasavvufa meyleder. Neticede bağlanacak bir mürşidi
kâmil bulmak üzere, rivayetlere göre, Iran ve Mâverânnehir’e gider. Arzuladığı şeyhi
bulamayınca geri Anadolu’ya döner. Bunun üzerine çevresindeki dostları kendisine
Ankara’da irşad faaliyetlerini sürdüren Hacı Bayram-ı Veli’yi tavsiye ederler. Akşeyh
Ankara’ya gelir ve Hacı Bayram-ı Veli’nin davranışlarını izler. Özellikle Hacı Bayram’ın
çarşıdaki esnaftan dervişleri ile birlikte para toplamasını yardırgar. Halbuki Hacı Bayram bu
“cer” işini dünya malı toplamak için değil, kendi nefsini kırmak ve yoksulların, borçluların
ihtiyaçlarını karşılamak için yapıyordu. Bu davranışın hikmetini bilmeyen Akşemseddin, şeyh
ile görüşmeden Ankara’dan ayrılır.
Haleb’de şöhreti her tarafa yayılmış, Şehâbettin Sühreverdî neslinden Zeynüddin Hafi,
Anadolu muhitinde tanınmış bir mutasavvıftır. “Zeyniyye” tasavvuf ekolünün kurucusu bu
şeyhe, hissî yakınlık duyan Akşemseddin, onun tasavvuf terbiyesinde yetişmek niyetiyle
Haleb’e gider. Akşemseddin, Haleb’de bir rüya görür: Boynunda bir zincir vardır, bu zincirin
öbür ucundan Hacı Bayram Velî tutmaktadır. Zinciri de kendine doğru çekmektedir. Bu
rüyadan etkilenen Akşemseddin, bağlanacağı şeyhin Hacı Bayram-ı Veli olduğunu anlar ve
hemen Ankara’ya döner. Hasad mevsimi olması münâsebetiyle, Hacı Bayram Velî, mürid-
leriyle beraber tarlada burçak yolmaktadırlar. Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Veli’den hiç
itibar görmez. Ancak fazla beklemeden tarlada çalışan dervişlerin arasına katılarak, burçak
yolmaya başlar. Mola verilip, yemekler hazırlanır, herkes yemeğe başlar ama Akşemseddin
sofraya davet edilmez. Akşemseddin, o sırada “enâniyet”ini ayaklar altına alıp, köpeklerle
beraber yemeklerden karnını doyurmak ister. Bunu gören Hacı Bayram Velî:
-“Hay köse, beni yaktın, beri gel!” diyerek onu hemen kendi sofrasına çağırarak:
“Zincir ile zorla getirilen konuğu bu şekilde ağırlarlar” der.
Bu olaydan sonra, Akşemseddin, şeyhin candan bağlısı olur. Hacı Bayram Velî, onu çok sıkı
bir riyazete sokarak ibâdetlerini artırır. Marifet ve ledün ilmi kazanmasını sağlar.
Öyleki Akşemseddin’in bu riyazet sonucu, yedi günde bir kaşık sirke ile yetinir hâle geldiği
rivayet edilir. Riyazeti artırma isteği de Akşemseddin’den gelmektedir. Bu aşırı riyazetin
sonunda Hacı Bayram-ı Veli “yâ köse, nice riyazet eylersin; akıbet nur olursun, vefat ettikten
sonra seni kabrinde bulamazlar buyurur.
Esas adı Muhammed olan Akşemseddin’in bu ismini, Hacı Bayram Velî vermiştir. Hacı
Bayram-ı Veli ona “beyaz bir insan olan Zeyd’den, insan cinsinin karanlıklarını, lekelerini
söküp atmakta güçlük çekmedin, âciz kalmadın” diyerek “Akşemseddin” ismini verir. Hacı
Bayram-ı Veli 1421 senesinin Temmuzunda Edirne’ye giderken, yanında olgun ve yetişmiş
halifesi Akşemseddin de bulunmaktadır.
159

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Akşemseddin’in tasavvufî olgunluk süresini kısa zamanda neticelendirme si, tekkedeki diğer
müridlerin dikkatini çeker. Hatta bu hususu gündeme getir erek, sebebini Hacı Bayram Velîye
sorarlar, “bazı dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedim. Az müddet içinde Akşeyh’e hilâfet
verdin. Hikmeti nedir?” Hacı Bayram Velînin bu soruya verdiği cevap çok ilginçtir:
-”Bu bir zeyrek köse imiş. Her ne kim gördü ve işitti, inandı. Hikmetin(i) sonra kendi bildi.
Ama bu kırk yıldan beru hizmet iden dervişler, gördüklerin ve işittiklerin(in) hemân hikmeti
ve aslını sorarlar”. Hacı Bayram Velînin bu cevabı, Akşemseddin’in, şeyhine tam bir inanç ve
teslimiyetle bağlandığını gösterir. Nitekim Akşemseddin bir şiirinde, şeyhine olan bu
teslîmiyetini dile getirir.
Aşık oldum sana candan Hacı Bayram pîrim sultan Gönül himmet umar senden Hacı Bayram
pîrim sultan Ana varan olur hacı Başındadır nûrdan tâcı Molla Hürkâr’ın sağdıcı Hacı Bayram
pîrim sultan

Akşemseddin
Hazretlerinin sandukası
(2004, A.E.)

160
Manevi Mimarlarıyla Ankara
Irak mıdır yollarınız
Taze midir gülleriniz
Hûb söyler bülbülleriniz
Hacı Bayram pîrim sultan
Al yeşil sancağı
Türbesi mis gibi kokar
Altın şem’aların yakar
Hacı Bayram pîrim sultan
Al yeşil zeyn olmuş üstü
Server Muhammed’in nesli
Yaradan Allah’ın dostu
Hacı Bayram pîrim sultan
Sensin Allah’ın elîsi
İki cihânın dolusu
Evliyâların ulusu
Hacı Bayram pîrim sultan
Aksemseddin der varılur
Azîm tevhîdler sürülür
Yılda bir çağı bulunur
Hacı Bayram pîrim sultan.
Hacı Bayram Velî hayatta iken Akşemseddin’i irşad görevi ile Beypazarı’na gönderir.
Aksemseddin Beypazarı’nda bir mescid ve bir de su değirmeni yaparak insanları irşad etmeye
başlar. Buradaki şöhretinden rahatsız olan Aksemseddin, Beypazarı’ndan ayrılır ve Çorum
İskilip kazasına bağlı Evlek köyüne yerleşir. Burada bir cami ve hamam yaptırır. Günümüzde
evladından Nurulhüda’nın türbesi ve onun soyundan gelenlerin kabirleri vardır. Burada fazla
kalmayan Aksemseddin, Bolu’nun Göynük ilçesine gelir ve burada vefatına kadar kalır.
Hacı Bayram Velî, vefatı yaklaştığında “benim namazımı Aksemseddin kılıversin ve beni ol
gasleylesün. Benim haberim âna vâsıl eylesüz”, seklinde vasiyet eder. Aksemseddin, hemen
Ankara’ya gelip son nefesini vermeden önce, Hacı Bayram Velînin başında hazır bulunur.
Şeyhinin vefatından sonra, gerekli vazifeleri yerine getiren Aksemseddin, irşâd görevine
devam etmek üzere Göynük’e döner. Aksemseddin, Göynükte irşad faaliyetlerini kurduğu
“Şemsiyye” kolu ile devam ettirir.
Aksemseddin, Fâtih Sultan Mehmed’in ricası üzerine Akbıyık Meczûb’la birlikte İstanbul’un
fethine iştirak eder, maddî ve manevî destek verir. Fetihin ne zaman gerçekleşeceğini haber
vermesi, yeri belli olmayan Ebû Eyyûb Hâlid el-Ensârî’nin kabrini keşif yolu ile bulması gibi
kerametleri, etrafında derhal bir hürmet halkası oluşturur. Fâtih Sultan Mehmet de bu
halkanın içindedir.
İstanbul’un fethinden sonra, Aksemseddin, kendisinin mensup olduğu Sala aşireti efradından
bir kısmını Üsküdar’a iskân ile, orada Salacak adlı ilk Türk mahallesini tesis eder,
161

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Fâtih bir ara Akşemseddin’i ziyaret edip, ısrarla halvete girme talebinde bulunursa da, bu
dileği kabul görmez. Fâtih Sultan Mehmed’in aldığı cevap ilginçtir:
-” Halvette lezzet vardır. O lezzeti tadarsan yöneticilik lezzetini kaybeder sin. Bu yüzden işler
karışır. Allah da bunu bize sorar. Halvet, senin adaletli olmandır, şu, şu, şu işleri yapmandır”,
diye karşılık vermiştir,
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’da Akşemseddin için, halkı irşâd için hangâh inşâ ettirip,
hayatınin geri kalan günlerini, orada geçirmesini ister. Ancak o, kendisine gösterilen bu
teveccühe itibar etmeyip Göynük’e döner. Doktorluk mesleği icra ederek geçimi ni sağlayan
Akşemseddin, 1459 senesinde Göynük’te vefat eder. Türbesi Göynük’tedir.
Sadullah, Fazlullah, Nurullah, Emrullah, Nasrullah, Hamdullah adlı erkek çocukları başta
olmak üzere oniki evlâdı vardır. Bunlardan Hamdullah, “Mecâlisu’t-Tefâsir” adlı eseri dikkati
çekmekle, ilim yönünden temayüz etmiştir.
Halifeleri: Muhammed Fazlullah, Hamzatu’ş-Şâmî, Mısırlıoğlu Abdürrahîm-i Karahisârî,
Attâroğlu Muslihiddin-i İskilibî ve İbrahim Tennûri’dir.
Eserleri; Def’u Metâini’s-Sûfiyye, Risâletu’n-Nûiyyer, Risâle-i Zikrullah, Telhîsu Defi
Metâin, Makâmât-ı Evliya, Mâddetü’i-Hayât, Nasîhatnâme-i Akşemseddin.134
EŞREFOGLU RÛMÎ
Kadiriyye tarikatının Eşrefiyye kolunun kurucusu, mutasavvıf ve şair. Asıl adı Abdullah,
babasının adı Ahmed Eşreftir. Kaynaklarda künyesi Abdullah Rûmî b. Seyyid Ahmed Eşref b.
Seyyid Muhammed Süyûfî (Mısrî) şeklinde geçer. İbnü’l-Eşref, Eşrefzâ-de, Eşref-i Rûmî,
Abdullah İznikî ve Abdullah-ı Rûmî adlarıyla da tanınmıştır.
Eşrefoğlu, Mısır’dan Suriye’nin Hama kasabasına, daha sonra Anadolu’ya göç edip önce
Manisa’ya, ardından da İznik’e yerleşen, aslen Mekkeli ve Hz. Peygamber soyundan geldiği
rivayet edilen, âlim ve şeyhler yetiştirmiş bir ailenin çocuğudur. 1377’de doğmuştur.
Eşrefoğlu’nun çocukluğu ve gençlik yılları İznik’te ailesinin yanında, büyük bir ihtimalle
daha çok onların tâlim ve terbiyesi altında geçer. Daha sonra ileri bir yaşta Bursa’ya giderek
buradaki Çelebi Sultan Mehmed Medresesi’nde tahsile başlar. Mevlânâ Hocazâde ile Mevlânâ
Tûsî’den büyük ölçüde istifade eder.
Menâkıb-ı Eşrefzâde’ye ve bundan naklen menkıbe mahiyetindeki diğer rivayetlere göre
Eşrefoğlu, gördüğü bir rüya üzerine medreseyi ve ilim yolunu terkeder. Abdal Mehmed adlı
bir meczup
162

Manevi Mimarlarıyla Ankara


kendisine bâtını ilimlerden nasibi olduğunu söyleyince Emîr Sultan’a başvurur. Emîr Sultan
ihtiyarlığından söz ederek onu dervişlik ve tasavvuf yolunda ileri bir merhaleye ulaştıracak
olan Hacı Bayram-ı Velîye gönderir.
Bunun üzerine Ankara’ya giden Eşrefoğlu, Hacı Bayrâm-ı Velî Dergâhı’nda on bir yıl kadar
riyazet ve mücâhede ile en ağır hizmetlerde çalıştırılır. Hacı Bayrâm-ı Velî kabiliyetli
dervişinin belli bir merhaleyi aşmış olduğuna kanaat getirerek onu önce dergâha imam, sonra
da kızı Hayrünnisâ ile evlendirerek kendisine damat yapar. Ayrıca ona icazet vererek
Bayramiyye tarikatını temsil etmek üzere İznik’e halife tayin eder.
Eşrefoğlu İznik’e dönünce halkı irşaddan ziyade kendi iç dünyasına çekilir. Bir müddet sonra
ulaşmış olduğu halin zevk-leriyle yetinmeyerek daha ileriye varma arzusuyla tekrar Hacı
Bayrâm-ı Veli’ye başvurur. Rivayete göre Hacı Bayrâm-ı Velîye, “Seyrü sülûkün tamamı
şimdiki makamımız mıdır, yoksa daha var mıdır?” diye sorunca Hacı Bayrâm-ı Velî, “Bir
velînin bin sene ömrü olsa, envâ-ı mücâhedât ve riyazet ey-lese henüz enbiyâdan bir nebînin
kademi vardığı yere velînin başı varmak muhaldir” cevabını verir. Hacı Bayrâm-ı Velî
damadını dinledikten sonra onu seyrü sülükte daha ileri bir merhaleye ulaştırması için
Suriye’nin Hama kasabasında oturan Abdülkâdir-i Geylâni’nin beşinci göbekten torunu Şeyh
Hüseyin el-Hamevînin yanına gönderir. Bunun üzerine İznik’e geri dönen Eşrefoğlu derhal
“erbaîn”e girer ve bu sırada gördüğü rüyaları yazarak, yanında hanımı ve kızı olduğu halde
uzun ve çileli bir yolculuğa çıkar. Anadolu’yu bir baştan bir başa yaya olarak aşan Eşrefoğlu,
Hama’ya varır varmaz Hüseyin el-Hamevîye intisap eder ve şeyhi tarafından, erbaînde
gördüğü rüyaların yazılı olduğu kâğıda bakılarak, âdeta ayağının tozuyla tekrar erbaîne
sokulur. Eşrefoğlu kırk gün içinde çilesini tamamlar ve Kadiri hilâfetnâ-mesi alarak İznik’e
geri döner.
Eşrefoğlu, İznik’e döndükten sonra bir süre yine uzlet halinde yaşamaya devam eder. Bir
müddet sonra İznik’te kurduğu dergâhında irşada başlar, tarikatı kısa zamanda yayılır.
Menâkıb-ı Eşrefzâde’ye göre 874’te (1469-70) muhtemelen 100 yaşlarında İznik’te vefat eder
ve daha sonraları camiye çevrilen dergâhın hazîresine defnedilir. Vefatından sonra vasiyeti
üzerine yerine, küçük yaştan beri yanında bulunan ve kızı Züleyha ile evlenen halifesi
Abdürrahim Tirsî postnişin oldu.
Kadiriler arasında Abdülkâdir-i Geylâniden sonra tarikatın ikinci pîri sayılan Eşrefoğlu Rûmî,
daha hayatta iken büyük bir velî kabul edilmiştir. Evliya Çelebi. Eşrefoğlu’nun içinde medfun
bulunduğu İznik’teki cami ve dergâhtan da bahsederek ondan “yetmiş bin müride mâlik bir
pîşvâyı âşıkân” diye söz etmektedir. O sırada Osmanlı tahtında oturan Fâtih Sultan
Mehmed’in hanımı Mükerreme Sultan’ın dilindeki bir yarayı tedavi etmesi
163

Manevi Mimarlarıyla Ankara


için kendisine başvurulan Eşrefoğlu, davetin birkaç defa tekrarlanması üzerine İstanbul’a
giderek hastayı tedavi etmiştir. Fâtih Sultan Mehmed’in sadrazamı Mahmud Paşa’nın da
Eşrefoğlu’nun müridleri arasında bulunduğu, hatta Fâtih tarafından Yedikule Zindanı’na
hapsedildiği zaman, duasıyla padişahın gazabını hafifletmesi için adamlarından birini
Eşrefoğlu’na gönderdiği nakledilmektedir.
Eşrefoğlu’nun edebî şahsiyeti tasavvufî inançları doğrultusunda gelişip şekillenmiştir.
Şiirlerinde daha çok Yûnus Emre tesiri hâkim olmakla beraber kendine has söyleyişlerin
bulunduğu manzumelerinin sayısı da az değildir. Hece ve aruz veznini başarıyla kullanmış,
lirik şiirler yanında didaktik manzumeler de yazmıştır. Şiirlerinde bilhassa tasavvufî remizlere
büyük ölçüde yer vermiş, bu çerçevede yeni mazmunlar oluşturmuştur. Yer yer halk
deyişlerine ve atasözlerine mal olmuş âyet meallerine de yer verdiği şiirleri tekke edebiyatının
muhteva bakımından en samimi örnekleri arasında yer alır. Şiirlerin bazıları vahdet-i vücûd
neşvesiyle yazılmıştır.
Genellikle ilâhî aşkı terennüm ettiği şiirlerinin bir kısmı bestelenmiştir. Bugün de Kâdirî
dergâhlarında kıyâmî zikir Eşrefoğlu Rûmî’nin:
Cem olmuş dervişleri Pirim Abdulkadir’in Yolunda sadıkları Pirim Abdulkadir’in Arısının
balıyım Bahçesinin gülüyüm Bağının bülbülüyüm Pirim Abdulkadir’in Hak katında uludur İki
cihan doludur Eşrefoğlu kuludur Pirim Abdulkadir’in
ilâhisiyle başlamaktadır.
Eşrefoğlu Rûmî’nin bir çoğu bestelenen ve gönüllerde taht kuran ilahilerinden bir kaçı:
EY ALLAHIM
Ey Allah ‘im beni senden ayırma Benî senin didarından ayırma Seni sevmek benim dinim
îmanım İlâhî dîn ü iymandan ayırma Sararıben solup döndüm hazâna İlâhî hazanım daldan
ayırma Şeyhim güldür ben anın yaprağıyım İlâhî yaprağım gülden ayırma Ben ol Dost
bahçesinin bülbülüyüm
164

Manevi Mimarlarıyla Ankara


İlâhî bülbülüm gülden ayırma Eşrefoğlu senin kemter kulundur İlâhî kulu sultandan ayırma
BULUNMAZ
Bu akl ü fikr ile ol can bulunmaz Nice yıl oldu sergerdan bulunmaz Denizler içerim susuz
geçerim Beni kandırası umman bulunmaz Yitirdim Yûsuf’u Ken’ân içinde Bulundu
Yûsuf’um Ken’ân bulunmaz Bu derde nice ey derviş yanarsın Gerek göyün gerekse yan
bulunmaz Bu derde müptelâ olmuş cihanda Bu Rûmî gibi bir insan bulunmaz
AŞK ŞARABI
Ezelden aşk oduna yana geldim İçip aşkın şarâbın kana geldim Cüda düşmüş yarıdan bir
garibim Visalin isteyü hicrana geldim Şu bülbülün gülümden ayrı düştüm Firâkıyla bu
hâristâna geldim Karârım yok cihandan tiz giderim Bu suret mülküne mihmâna geldim Benim
Yûsuf bugün Ken’an ilinde Beden Mısr’ındaki zindâna geldim Bana düzehdir ansız kamu
cennet Anın gayrine çün bigâne geldim Bu nefsin leşkerin kırmağa dâim Bahâdır oluban
meydâna geldim Gaza etmekliğe bu neft-i şûma
0 dost yoluna can kurbâna geldim
Şikârım sıra bu sahraya çıktım.
DERTLİ GÖNÜL
Yine bu dertli gönül kaymadı taşa-geldi Aşk denizinin mevci başından aşa-geldi Sabrım
kararım gitti aşk sırrımı fâş etti Ben dahi diyem şunu kim garib başa-geldi
01 benim gönlüm alan canıma canan olan
Ol beni deli kılan önüme düşe-geldi
Ansızın olımazın buldum ayrılmazım
Ansızın bu aklım bilmem tedbirin şaşa-geldi
Siz şöyle sanmanız kim ben şimdi âşık oldum
Canım ezel gününde aşka ulaşa-geldi
Kalû-belâ denmeden Elest’den ileriden
Şol ben aşıkın diyen ol yalan da’vi kılan Nefse dileğin veren bana temâşa geldi Âşık hû nefse
yağı nefsin kor erin sağı
165

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Nefs ile âşık canı bunda savaşa geldi Derd ü belâ gözgüsün gözlerken dünün günün Dost
yüzüne can gözü ansızın tuşa geldi Eşrefoğlu Rûmî’nin varlığı külli senin Her ne kim senden
geldi canına hoşa geldi
SENİ SEVEN
Seni seven âşıkların gözü yaşı dinmez imiş Seni maksud edenleri dünyâ ahret anmaz imiş
Ölmez imiş âşık canı hiç dağılmaz imiş teni Aşk kimi kim kıldı fâni ana zeval ermez imiş
Gönlün sana verenlerin eli sana erenlerin Gözü seni görenlerin devranları dönmez imiş
Aşkına düşen canların yoluna baş verenlerin Aşk bülbülü olanların kimse dilin bilmez imiş
Kim ki gerçek sözü seni yoluna kor teni canı Aşkın ile bilişenler senin ile buluşanlar Sen
sultana ulaşanlar ebedî ayrılmaz imiş Hak yoluna gelenlerin Hak ‘ı gerçek sevenlerin Nişanı
budur anların mala cana kalmaz imiş Sen Leyliyi görenlerin Mecnûn olup kalanların
Kendüzünden varanların kimse halin bilmez imiş Eşrefoğlu Rûmî senin yansın aşk oduna
canın Aşk oduna yanmayanın kalbi safi olmaz imiş
Eserleri: Divan, Müzekki’n-nüfûs, Tarikatnâme’dir. Mehmed Şemseddin Yâdigâr-ı Şemsi’de
kaynak zikretmeksizin Eşrefoğlu’nun Tarîkatnâme, Delâilü’n-nübüvve, Fütüvvetnâme,
İbretnâme, Ma’zeret-nâme (Hediyyetü’l-fukara), Elestnâme, Nasîhatname, Hayretnâme,
Münâcât-nâme, Esrârü’t-talibin adlı risalelerinin bulunduğunu söyler. Bu bilgi daha sonra
konuyla ilgili hemen bütün eserlerde aynen tekrarlanmıştır.135
ŞEYH EMİR SİKKİNÎ (ÖMER DEDE)
Hacı Bayram Velînin ikinci önemli halifesi Ömer Dede’nin, kaynaklarda çeşitli isimlerle
anıldığını görmekteyiz: Seyyid, Ömer Dede, Emir Sikkinî, Dede Ömer, Dede Ömer Sikkinî.
Kaynaklar, Anadolu’nun bazı yerlerinde ana ve babadan biri tarafından seyyidlik tevarüs eden
kimselere “Emir” denildiğini ve bu yüzden Bıçakçı Seyyid Ömer Dede’nin ismi tasavvuf
kitaplarına kaydedilirken Emirliğe, bıcakçılığınında Arapça sikkîn (bıçak)’e nisbeti ile
Sikkinî’ye kalbedildiğini kaydeder.
Emir Sikkinî’nin doğum yeri Bursa’dır. Bu kentte bıçakçılıkla iştigâl eden Emir Sikkinî, bazı
rivayetlerine göre, başlangıçta Ebû Hâmidüddin Aksarayî’den el almakla birlikte, mânevi
olgunluğunu Hacı Bayram-ı Velînin yanında tamamlamıştır.
Hacı Bayram Velînin vefatından sonra Göynük’e yerleşen Emir Sikkinî, orada Bayramîliği
yaymaya başlar. Akşemseddin
166

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Bolu, Göynük ilçe merkezinde bulunan Ömer Sikkini Hazretlerinin Türbesi (2004, A.E.)

ile aralarında sülûk konusunda bir anlaşmazlık çıkmış, Hacı Bayram-ı Velînin kendisini farklı
bir metodla yetiştirdiğini söyleyerek, Bayramîliğin Melâmîlik kolunu kurmuştur.
Ömer Dede ölene kadar Göynük’te ikâmet ile, H. 880 / M. 1486-7 tarihinde yine bu kasabada
vefat etmiştir. Kabri, Göynük ilçe merkezindedir.136
ŞEYH LUTFULLAH EFENDİ
Hacı Bayram-ı Veli halifelerindendir. İsfendiyaroğlu soyundan olup Balıkesir’de doğmuştur.
Hacı Bayram Velîye bağlanmadan önce bu şehirde hayatını sürdürmekte iken, bir hamam
inşaatı vesilesi ile Ankaraya gelen Şeyh Lütfullah, burada Hacı Bayram Velî ile tanışma
fırsatını elde eder. Aralarında cereyan eden bir sohbetten Balıkesir’i çok güzel bir şekilde
tavsîf edince, Hacı Bayram Velî, burayı görmek arzusunu izhâr eder. Şeyh Lütfullah, Hacı
Bayram Velî ve bazı müridleriyle, Balıkesir’e git mek üzere yola çıkarlar, işte bu yolculuk
esnasında, Şeyh Lütfullah, Hacı Bayram Velînin nazar ve himmetiyle, çok kısa bir zamanda
manevî olgunluğa erişir. Dönerken Şeyh Lütfullah’ı, kendi memleketinde halîfelik göreviyle
vazifelendirir.
Şeyh Lütfullah, burada ömrünü irşâd ve Bayramîliği yaymakla geçirip H. 895 / M. 1490
senesinde vefat eder. Kabri, Balıkesir’de kendi adıyla anılan caminin bahçesindedir.
Mezar taşında hayatı hakkında ip uçları da veren şu şiir yazılıdır:
167

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Kimine mülk verir kimine velilik verir Hazreti Allah Burada yatan İsfendiyaroğlu neslinden
Şeyh Lutfulah Karaside doğup ilmi irfanı orada yapmıştı tamam Büyüklerin dileğiyle
Ankara’ya gidip yaptı bir hamam Faziletli duygulu iş bilir cömerd bir zattı açıktı eli Kendisini
Ankara’da tanımıştı Hacı Bayram Veli Hacı Bayramla beraber geldiler Karasiye Hacı Bayram
kendisini kemâle erdirsin diye Hacı Bayram’ın Balıkesir’de vekili oldu Bu mana gülü burada
açtı burada soldu Halifelik devri rastlar 1404 ile 1421 yılına Allah ne isterse onu ikram eder
kuluna137
YAZICIZÂDE MUHAMMED EFENDİ
Osmanlı âlimlerinden. Meşhûr Muhammediyye adlı eserin müellifi. İsmi, Yazıcızâde
Muhammed Efendi olup, babası Yazıcı Sâlih’dir. Babası, devlet hizmetinde kâtip olarak
çalıştı. Ârif, münevver bir zât olup, ilm-i nücûma dâir beş bin beyte yakın mesnevî tarzındaki
Şemsiyye isimli eserini, Ankara’da Devlethan âilesinden İskender Paşaya ithâf etti.
Yazıcızâde Muhammed Efendi, muhtemelen Malkara köylerinden Kadıköy’de doğdu.
Gelibolu’yu mekân tutup, 1451 (H.855) senesinde orada vefât etti. Mezarı Gelibolu’nun biraz
dışında, İstanbul yolu üzerindedir. Yazıcızâde çeşmesinden ve hemen yakınında yüksekte
kalan kardeşi Ahmed-i Bîcân’ın kabrinden yüz elli adım kadar içeride, küçük türbe
kısmındadır. Kabri, büyük bir zât olması ve eserlerinden Muhammediyye’nin şöhreti
sebebiyle ziyâret mahallidir.
Yazıcızâde Muhammed Efendi ve kardeşi Ahmed-i Bîcân, önce babalarından ders okudular.
Sonra Muhammed Efendi, tahsîlini kemâle erdirmek üzere birçok yerler dolaştı. İran ve
Mâverâünnehr’e giderek, Haydar Hâfî ve Zeynel Arab gibi meşhûr âlimlerden okudu. Arapça
ve Farsçayı iyi öğrenip; tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh ilimlerinde yetişti. Tahsîl hayâtını kendisi
şöyle anlatır:
“Hem üstâdım benim Zeynel Arabdı,
Kim içi dışı ilim ile edebdi.
Çü himmet etti erdim ona ön ben,
Erişdim Haydar-ı Hâfî’ye son ben.
Ara yerde çok etdim istifâde,
Hem ön, son kim ki etdiyse ifâde.”
Yazıcızâde Muhammed Efendi, asıl mânevî feyzi, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinden aldı.
Hacı Bayram-ı Velî, Sultan
168

Manevi Mimarlarıyla Ankara

169

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Çanakkale, Gelibolu
ilçe merkezinde bulunan
Ya z ıcızâde Muhammed
Efendi Türbesi
(2004, A.E.)

170

İkinci Murâd Hânın dâvetine uyarak Edirne’ye gitti ve orada bir müddet kaldı. Sonra
Ankara’ya döndü. Gidiş ve dönüşte uğradığı Gelibolu’da Yazıcızâde Muhammed Efendi ve
kardeşi Ahmed-i Bicân’ı gördü. Onlarla görüşüp, sohbetle irşâdda bulundu. Kısa zamanda
ikisi de velîlik derecelerine kavuştular. Yazıcızâde Muhammed Efendi, eserinde hocasından
hürmetle bahsederek şöyle dedi:
“Cihânın kutb u mâh-ı Hâcı Bayram,
Cihânın şeyhi Şâhı Hâcı Bayram.
Çü Şeyhim bu sözü işrâb kıldı,
Sözünü cânıma mihrâb kıldı.
Selâmullah erişsin size yâ Şeyh,
Tükenmez himmet eylen bize yâ Şeyh.
Yazıcızâde Muhammed Efendi, bir ara Konya muzafferiyetini bildirmek için Sultan Murâd-ı
Hüdâvendigâr Gâzî tarafından sefâretle Mısır’a gönderildi. Sonra Gelibolu’ya dönüp, ömrünü
ibâdet ve tefekkürle geçirdi. Eserler yazdı. Îtikâf ve inzivâ hâliyle yaşadı. Gelibolu’da
namazgâh yöresinde, Hamza Köyü sâhillerinde büyük bir kayaya oyulmuş, birbiri içinden
geçilen iki küçük hücrede ibâdet ve tefekkürle meşgûl oldu. Bu hâlini şöyle bildirdi:
“Meğer günlerde bir gün emr-i takdîr,
Oturmuşdum Gelibolu’da sırra.
Elimi çekmiş idim cümle halkdan,
Dilimde zikr idi kalbimde zikrâ.
Yazıcızâde Muhammed Efendi, çok ibâdetle meşgûliyeti yanında, eserler de yazdı. Meşhûr
Muhammediyye adlı eserini yazmadan önce, Arapça olarak Megârib-üz-Zeman’ı yazdı.

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Çanakkale,
Gelibolu ilçe merkezinde bulunan Yazıcızâde Muhammed Efendi Camii onarım kitabesi
(2004, A.E.)

Kardeşi Ahmed-i Bicân’a: “Şimdi sen dahî, bu kitab ki Megârib-üz-Zeman’dır, Türkçeye


çevir. Tâ kim bizim ilin kavmi maâriften ve envâr-ı ilimden fayda görsünler.” diye ricâda
bulundu. O da Türkçeye çevirip Envâr-ül-Âşıkîn adını verdi.
Muhammediyye ve Envâr-ül-Âşıkîn, biri nazım ve diğeri nesir olup, her ikisi de Megârib’in
Türkçe’ye tercümesidir. Yazıcızâde Muhammed Efendi, Megârib-üz-Zeman ve
Muhammediyye’sini, rüyâsında Peygamber efendimizi görmesi ve O’nun irşâd ve işâret
vermesiyle yazdı. Bu durumu kendisi şöyle anlattı:
“Sana ol vermiş idi bu kitâbı,
Pes ilî ona geri iş bu kitâbı,
O, cümle kâinâtın âfitâbı (güneşi),
Çün emr etti bana düzdüm kitâbı.”
Yazıcızâde Muhammed Efendi, Muhammediyye’si ile şöhret buldu. Muhammediyye,
asırlardır Anadolu’da, Kırım’da, Kazan’da, Başkurt Türkleri arasında okundu ve elden
düşmedi. Evliyâ Çelebi; “Nice binlerce âdemin Muhammediyye’yi ezbere bildiklerini.”
kaydeder. Anadolu’da her evde bir Muhammediyye nüshası vardı. Muhammediyye okuyan
kimseye “Muhammediye-hân” adı verilirdi. Eser, kış gecelerinde okunur, yer yer ağlanırdı.
Suyu hiç kesilmeyen bir ırmak coşkunluğu içinde okunurdu. Her satırında Allahü teâlânın
sevgisi, Resûlullah efendimizin aşkı, muhabbeti, Eshâb-ı kirâm sevgisi anlatılırdı. Kulun
Rabbine olan acziyeti ve sevgisi dile getirilirdi:
“İlâhî, sen ganîsin ben fakîrem,
Kapında elleri bağlı esîrem.
Muhammediyye’nin müellif hattıyla olan nüshası, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivde 431/A
numarayla kayıtlı olup, eser

171

Manevi Mimarlarıyla Ankara

Çanakkale Gelibolu ilçesi sahilinde bulunan Yazıcızâde Muhammed Efendi çilehanesi (2004,
A.E.)

1449 (H. 853) senesinde telif edildi. Yakın zamanda Gelibolu’dan Ankara’ya götürüldü.
Hâlen eser, Sultan İkinci Abdülhâmid Hân tarafından yapılan sedef kakmalı abanoz ağacından
bir sandık içinde muhâfaza edilmektedir. Muhammediyye’nin diğer yazma nüshaları nesih
hattıyla yazılmış ve harekelidir. On altıncı asırdan îtibâren yazmalar çoğaldı. Sonraları çeşitli
boylarda basıldı. İsmâil Hakkı Bursevî, Muhammediyye’ye iki cild hâlinde mükemmel bir
şerh yazdı.
Arapça olarak yazdığı diğer eserleri, Megârib-üz-Zemân ve Şerh-ul-Füsûs-il-Hikem’dir.
Megârib, Muhammediyye ve Envâr-ül-Âşıkîn’in kaynağıdır. Kâtip Çelebi, Yazıcızâde’nin
önce hadîs-i kudsîleri toplayıp şerh ettiğini, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin irşâdından sonra
Megârib-üz-Zemân adlı eserini yazdığını bildirdi. Eser, konu bakımından beş bölüme ayrıldı.
Kâinâtın yaratılışı, peygamberler, melekler, kıyâmet, makâm-ı âlâda Hakk’ın kelâmına
dâirdir.
Şerh-ul-Füsûs-il-Hikem ise, hacmi daha küçük olup, Muhyiddîn-i Arabî’nin Füsûs’unun
muhtasar bir şerhidir. Ahmed-i Bîcân, ağabeyinin bu eserini Müntehâ adıyla 1465 (H.870)
senesinde Türkçeye çevirdi. Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha adlı bir eseri daha vardır.138

172

Manevi Mimarlarıyla Ankara


AHMED BİCAN

On beşinci yüzyılda Gelibolu’da yetişen velîlerden. Yazıcızâde lakabıyla tanınmıştır. Babası


âlim bir zât olan ve kâtiplik yapan Sâlih Efendi, ağabeyi ise meşhur âlim Yazıcızâde
Muhammed Efendidir. Doğum târihi belli değildir. Eserinde yer alan “Hak teâlâ hazretleri,
miskîn Ahmed-i Bîcân’ı, deniz kenarında, gâziler şehrinde Gelibolu’da yarattı.” ifâdesinden,
onun Gelibolu’da doğduğu anlaşılmaktadır.
Babası Yazıcı Sâlih Efendi, bâzı rivâyetlere göre, Ankara veya Bolu civârında devlet
hizmetlerinde kâtiplik yapmıştır. 1408’de tamamladığı, Anadolu’da astroloji sâhasında ilk
Türkçe manzum eser olan Şemsiyye’sini Ankara’da İskender bin Hacı Paşaya ithâf etmiştir.
Sonra Gelibolu’ya gelip yerleşmiştir.
Ahmed-i Bîcân küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Zamânın ilimlerini tahsil etti. Arapça ve
Farsçayı çok güzel öğrendi. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamladıktan sonra ağabeyi
Muhammed Bîcân ile birlikte mânevî ilimlerde de yükselmek istiyor, kendilerini irşâd edecek,
doğru yolun mânevî zevklerini tattıracak bir evliyâ arıyorlardı.
İki kardeş arayış içinde iken, devrin büyük velîsi Hâcı Bayram-ı Velî hazretleri misafir
olduğu Edirne’den ayrılarak

Çanakkale Gelibolu ilçe


merkezinde bulunan
Ya z ıcızade Ahmed Bican
Efendinin kabri
(2004, A.E.)

173

Manevi Mimarlarıyla Ankara


yanındakilerle birlikte Ankara’ya gitmek için yola çıkmıştı. Epey yol aldıktan sonra,
yanındakiler Gelibolu’ya yaklaştıklarında yolu şaşırdıklarını anlayıp, telaşlandılar. Hâcı
Bayram-ı Velî durumu fark edince; “Evlatlarım! Devâm ediniz. Belki orada bekleyenlerimiz
vardır.” dedi. Gelibolu’ya vardıktan sonra, Hâcı Bayram Velî odasında dinlendiği sırada,
huzûruna girmek için Muhammed ve Ahmed Bîcan kardeşler izin istediler ve içeri girip selâm
verdiler. Kendilerini tanıtmak istediklerinde Hâcı Bayram-ı Velî; “Biz sevdiklerimizi daha iyi
tanırız.” dedi. Onlara muhabbet nazarları ile bakıp duâ etti, sonra; “Yağ ve kandil hazırmış,
bize yalnız kibriti yakmak kalmış.” buyurdu.
Ahmed-i Bîcân ve ağabeyi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin huzûrunda mânevî ilimlerde
yükseldikten sonra Bayramiye tarîkatına göre insanları terbiye etmeye başladılar. Bayramiye
esaslarından olan devamlı oruç tutup çile çıkardıkları, aşk ve muhabbet çokluğundan yemeden
içmeden kesildikleri için Bîcân lakabını aldılar. Eserinde geçen; “Elhamdülillah ki
Gelibolu’da nice kez kâfir ile cenk idüp gazalar idüp dururuz. Gâh kâfir bize geldi. Gâh biz
kâfire varup dururuz.” sözünden birçok savaşlara katıldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Bîcan
böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh için yaptığı halvet, yalnızlık, çile ve riyâzetleri yâni
cihâd-ı ekberi yâni büyük cihadı cihad-ı asgarla, küçük cihadla tamamladı.
Ahmed Bîcân hazretleri bir vâzında şöyle buyurdu:
“Dünyâ, çok gün geçirmiş fitneli ve nazlı bir ihtiyara benzer. O, dışını gençler gibi giyecekler
ile süsleyip, halk arasında naz eder. Böylece insanlar da onun tuzağına düşer. Dünyâ zâlim bir
padişah gibidir. Halka bazı şeyler bağışlarsa da dostluğu yoktur. Hepsini öldürmek ister.
Akıllı kimseler kışın ihtiyâcını yazdan hazırlar. Ölümün hazırlığını da diri iken yaparlar.
Dünyâ, içi cevherler ile dolu bir denize benzer. Kimileri ondan cevher çıkarır. Bâzıları da
boğulur. Sözün kısası, Resûlullah sal-lallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur; “Dünyâ
fitne ve belâdır. Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi dünyâyı sevmek ve
mal toplamaktır.”
Ahmed-i Bîcân hazretleri, insanlara doğru yolu göstermeye devam ederken bir gün Ağabeyi
Muhammed Bîcân’a; “Ağabey! İlim ve irfanın ziyâdedir. Tek arzum ve sizden dileğim,
yâdigâr bir eser yazmanız ve bunun her yerde okunmasıdır. Dünyâ geçici, günlerin ise hiç
vefâsı yok.” dedi. Muhammed Bîcân hazretleri onun bu isteği üzerine Megârib-üz Zeman adlı
eserini yazdı. Bir süre sonra Muhammed Bîcân, kardeşine gelerek; “Kardeşim Ahmed! Bizi
memnun etmek istersen Megârib-üz-Zaman’ı Türkçeye tercüme et. Güzel üslûbun ile herkes
istifâde etsin.” dedi. Bunun üzerine Ahmed-i Bîcân hazretleri eseri Envâr-ül-Âşıkîn ismiyle
tercüme etti.
Ahmed-i Bîcan hazretleri Gelibolu’da vefât etmiştir. Kaynaklarda vefât târihi ihtilaflı olup,
1453 (H. 857) veya 1455 (H. 859) olarak kaydedilmiştir. Ahmed-i Bîcân birçok eser
yazmıştır.
174

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Eserlerinde son derece sade bir dil ve anlaşılması kolay ve akıcı bir üslûb kullanmıştır.
Genellikle babasının ve ağabeyinin yazdıkları Arapça eserleri Türkçeye tercüme ve şerh
etmiştir. Başlıca eserleri şunlardır:
Envar-ül-Âşıkîn: Dört-beş asırdan beri okuna gelmiş, çok sevilip, benimsenen bir eseridir.
Eser 1451 senesinde tamamlanmıştır. Eserin çeşitli yazma nüshaları olduğu gibi, pekçok
baskısı da yapılmıştır.
Envâr-ül-Âşıkîn kitabının tertibi, ana hatlarıyla beş bölümdür. İçinde şunlar yer almıştır:
Varlıkların tertib ve nizâmı, Âdem aleyhisselâmın yaratılışı, peygamberler ve kıssaları, ilâhî
kitaplar, dünyâ ile ilgili fazîletler, kıyâmet alâmetleri, Kur’ân-ı Kerîm, mahşer, sırat, Cennet,
Cehennem, melekler, hûrîler, gılmanlar, cennetliklerin makamları ve Cennet nîmetleri.
“Dürr-i Meknûn”, “Müntehâ Tercümesi”,”Rûh-ul-Ervah”,”Bostân-ul-Hakâyık”,”Acâib-ül-
Mahlûkât”.139
GERMİYANOGLU ŞEYHİ
Asıl adı Sinan olan Şeyhî, şâir, aynı zamanda doktordur. Doğum yeri, Germiyan Beyliğinin
başkenti Kütahya’dır. İlk tahsiline memleketi Kütahya’da başlar ve şair Ahmedî’den dersler
alır. Önemli sufîleri ziyaret etmek üzere İran’a yolculuk yapar, edebiyat, tıp ve tasavvuf ilmi
tahsil eder. Seyyid Şerif Cürcani ile sınıf arkadaşlığı yapar.
1415 senesi Karaman seferi sırasında hastalanan Sultan Çelebi Mehmed’i tedavi etmek üzere
Şeyhi Ankara’ya gelir. Osmanlı Devletinin “reis-i etibba”sı olur. Sultanı tedavi ettikten sonra,
muhtemelen Ankara’da bulunan Hacı Bayram Velîye intisâb ederek, bu şehirde kalmış ve
manevî eğitimini tamamlamış, “Şeyhi” ünvanını alır. Daha sonra memleketi Kütahya’ya
yerleşir. 1431 yılında Kütahya’da vefat eder.
Şeyhi, Germiyanoğlu II. Yakup Bey, Emir Süleyman, Çelebi Mehmed ve II. Murad’ın
iltifatlarına mahzar olur.
“Harnâme” ile “Hüsrev ü Şîrîn” adlı manzum eserleri meşhurdur. Ayrıca Türkçe bir “Divanı”
vardır. Şiir lerinde “Şeyhî” mahlasını kullanmasının sebebi, Hacı Bayram-ı Velîye mürid
olmasından dolayıdır. Ancak “Şeyhî” mahlasını kullanan şairlerin sayısı, bir araştırmaya göre
yirmi dokuzu bulmaktır.140
SULTAN
AKBIYIK MECZÛB
Bu zât kendisini meczûb veya abdal olarak gösterdiği için, “Meczûb Abdullah” olarak da
lâkaplandırılmıştır.
Akbıyık, başlangıçta zenginlik arzusu ağır basan biridir. Ancak el aldığı şeyh Hacı Bayram
Velî, şiirlerinde “fakirlik öğüncümdür”

175

Manevi Mimarlarıyla Ankara


hadisini işleyecek derecede fakra önem veren bir sufîdir. Bu yüzden Hacı Bayram-ı Velî ile
Akbıyık arasında fikir ayrılığı vuku bulur.
Hacı Bayram-ı Velî, her müridi gibi Akbıyık’ı da halvete sokar. Halvet sırasında mal ve
servet arzusunu ne kadar uğrassa da gönlünden çıkaramaz. Hacı Bayraı Velî, sürekli dünyayı
terk etmeye teşvik eder. Ama, bütün bu çabalar sonuçsuz kalır. Hacı Bayram-ı Velî,
Akbıyık’a “evlâdım, madem ki dünyadan geçemiyorsun, bizi terket. Sana izin. Benimle
münâsebetin münkatıdır” diyerek ona yol verir. Akbıyık, dışarı çıkarken başındaki serpuşu
kapıya takılıp düşer. Bunu Hacı Bayram Velînin kerametine hamleden Akbıyık, bir daha
başına hiç bir şey giymemiştir, Saçını da uzatan Akbıyık, meczûb görün mesine rağmen çok
zengin olmuş, gelen geçeni misafir etmek ve karınlarını doyurmak için bir bina yaptırmıştır.
Şeyhinden bu şekilde ayrılıp Bursa’ya yerleşen Akbıyık, zamanının muk tedir bilim
adamlarından Alâeddin Arabînin derslerine devam ederek ilim tahsil eder. Akbıyık, sonradan
Hacı Bayram Velî tarafından tekrar kabul edilir, Şeyhinin yanına gelen Akbıyık, burada
sülûkunu tamamlayıp, halifelik alır.
Kosova Savaşı ve İstanbul’un Fethi’nde hazır bulunarak Fâtih Sultan Mehmed’in dostluğunu
kazanan Akbıyık, 860/1457 tarihinde, ömrünün son senelerini geçirdiği Bursa’da vefat eder,
orada defnolunur.
Kaynaklara göre, Aziz Mahmud Hüdâî’nin kurduğu Celvetiye tasavvuf okulu, Üftâde ve
Muk’ad Hızır Dede vasıtasıyla Akbıyık’a dayanır.141
İNCE BEDREDDİN
Ebû Hâmidüddin Aksarayî ile beraber İran’dan gelen İnce Bedreddin, manevî olgunluğunu
Hacı Bayram-ı Velînin yanında tamamlamıştır.
Ankara’da Hacı Bayram-ı Velînin sohbetiyle çok yüksek mertebelere ulaşır.
Fahreddin Irâkînin meşhur eseri Lemeât’ı, şeyhi Hacı Bayram-ı Velînin emriyle Türk diline
kazandırarak, önemli bir hizmet vermiştir.
Söz konusu eseri çeviriş sebebini şöyle açıklamıştır: “Bütün dervişler Hacı Bayram-ı Veli
Hazretlerinin huzurunda tasavvufa dair kitapları gözden geçirerek derslerini alırlardı. Ders
esnasında Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin mübarek ağzından bu kitapdaki ince sırları
dervişler can kulağı ile dinlerdi. Ancak Lemaat’ı dinlerken Arapça bilmemekten dolayı
üzünlen derivşlere Lemaat’ı Arapça’dan Türkçe’ye çevirerek okurken Hacı Bayram
Hazretleri,
176

Manevi Mimarlarıyla Ankara


beni yanına çağırarak, Lemaat’ı Türkçe’ye çeirmemi söyledi. Ben de fazla gücüm yok
dediğimde “Allah kudret vere, Allah kudret vere, Allah kudret vere” diye üç kere duada
bulundu. O andan itbaren kulağımda bir sesin Lemaat’ı Türkçe’ye çevir diye yankılandığını
hissettim ve Lemaat’ı çevirdim” demiştir.
Daha sonra Lârende (Karaman) ve Bursa civarında Bayramîliği yaymıştır. Nerede ve hangi
tarihte vefat ettiğini tesbit edemedik.142
KIZILCA BEDREDDİN
Hacı Bayram-ı Velînin yetiştirdiği bu zât, Bayramîliği Ankara civarında yaymış, Bayramî
dervişleri ile birlikte İstanbul’un fethinde katılmış ve fetih esnasında şehit olmuştur.
Kaynaklarda Rumeli Hisarı şehitliğine gömüldüğü belirtilmektedir.143
ŞEYH YUSUF HAKÎKÎ
Bu zât, Hacı Bayram Velînin şeyhi Ebû Hâmidüddin Aksarayî (Somuncu Baba)’nin oğludur.
1412’de babası vefat edince, maneviyat eğitimi yarım kalır. Hacı Bayram Velî, tasavvuf
eğitimini tamamlatmak üzere Yusuf Hakîkîyi yanına alır ve Ankara’ya gelirler.
Hacı Bayram-ı Veli dergahında manevî olgunluğu kazanan Yusuf Hakîkînin, Arapça ve
Farsça şiirler yazar. İki eseri vardır: Metâliu’l-İmân ve Muhammediyye tarzında yazılmış
Hakîkînâme.
Ne zaman vefat ettiği bilinmemekle birlikte, Aksaray’da, babası Şeyh Ebû Hâmüdüddin
Aksarayînin yanında medfum olduğu söylenir.144
ŞEYH ULVAN ŞİRAZÎ
Aslen Şiraz’lı olduğu için “Şirazi diye anılmıştır. Sultan I. Murad zamanında yetişmiş, II.
Murad derinde ölmüştür. Güçlü bir şâirdir. Aruz vezniyle yazdığı Türkçe şiirleri vardır.
Şeyh Ulvan Şirazî de, Kızılca Bedreddin gibi, devrinin Türk kültürüne katkıda bulunarak Hacı
Bayram-ı Velînin vefatından dört sene önce, Sa’deddin Mahmûd Şebüsterînin “Gülşen-i Râz”
adlı önemli tasavvufî eserini tercüme ederek Türkçeye kazandırmıştır.145
177

Manevi Mimarlarıyla Ankara


ŞEYH MUSLİHİDDİN HALİFE
Doğum yeri Lârende (Karaman) veya Darende olarak verilen bu zât, Hacı Bayram-ı Velînin
yanında manevî eğitimini tamamlayarak irşâd rütbesine ulaşmıştır.
Bu sufînin, Akşemseddin’in halifelerinden “Attâroğlu” nâmıyla tanınan Şeyh Muslihiddin ile
karıştırılmaması gerekir. Nerede vefat ettiği bilinmemekle birlikte, vefat tarihi H.860 /
M.1456 olarak kaydedilir.146
KEMAL HALVETİ (KEMAL ÜMMÎ)
Kemal Ümmi, Hâmid Hamîdüddin Aksarayî’nin tasavvuf eğitimine başlamış, daha sonra Hacı
Bayram-ı Velîden tasavvuf eğitimini tamamlayıp, irşad yetkisi almıştır.
Hacı Bayram-ı Veli için yazdığı şu ilahisi meşhurdur. Br evliya eydür bana Tiz gel Hacı
Bayram’a sen Seni gerek ise sana Tiz gel Hacı Bayram’a sen Eğer gözün görür ise Aklın
başında var ise Maksud murad Didâr ise Tiz gel Hacı Bayram’a sen Olmasın şekk ü gümânın
Oddan âzad ola canın Elin al tevbe kıl anın Tiz gel Hacı Bayram’a sen Dervişleri be-gayette
Daim zühd ile tâatte Yoktur yakın velâyette Tiz gel Hacı Bayram’a sen Sırat köprüsün
geçmeğe Şaraben tahur içmeğe Cennette bile uçmağa Tiz gel Hacı Bayram’a sen Yüzün gören
serverimin Mürşid-i kâmil Pîrimin Şimdi kutbudurur Rûm’un 178
Manevi Mimarlarıyla Ankara
Tiz gel Hacı Bayram’a sen
Kemal Ümmî eydür size
Kulak urun üsbu söze
Bir âvaz geldi ki bize
Tiz gel Hacı Bayram’a sen
İsmail Kemal Ümmî aslen Karamanlıdır. Erzincan’lı Mehmed Bahaeddin’in dervişlerinden,
Cemal-i Halvetî’nin tekke arkadaşı Türk şairi ve halveti şeyhi olarak ünü Anadolu sınırlarını
aşarak Orta Asya’ya kadar yayılmıştır. Hayatı halk arasında efsaneleşmiştir.147
BARDAKLI BABA
Evliya Çelebi’ye göre Hacı Bayram-ı Veli’nin halifesidir. Bardaklı Baba adında bir azizin
Hacı Bayram halifelerinden olduğunu ile ilgili Evliya Çelebi “Menâkıb-ı Bardaklı Baba”
başlığı altında şu bilgileri vermektedir:
“Adı geçen beldenin (Kurtderesi köyü) yakınında “Bardaklı Baba” denilen bir velinin türbesi
var. Hacı Bayram-ı Veli halifelerinden imiş. Çeşitli kerametleri görülmüş. Bunlardan biri
şudur: Kendisi geçimini temin için bardak yaparmış.Her zaman abdest tazelemek için bardak
taşırlarmış.Bütün dervişleri o bardaktan abdest alırlar, yine de suyu ağzına kadar dolu
dururmuş.Hala o bardak mübarek kabrinde durur. Onun için, Bardaklı Baba derler.
Ben türbedarının izni ile bardağı indirip su ile doldurarak abdest tazeleyim derken birde
gördüm ki, bardak su ile ağzına kadar dolu amma üzerinde kırk yıllık pislik duruyor.
Tekkenişin, Paşa imamı ve nice paşalar, bu bardağın böyle nice seneden beri su ile dolu
kaldığına inanırlar. Türbedara: “Bu ibriğe su koymadınız mı?” diye sorup yemin ettirdiler.
Onlar da: “Haşa ve kella! Kırk, elli seneden beri bu kubbede asılı durur. İşte bu Evliya ağa
indirip tebberrüken abdest alayım derken, Allah’ın hikmetinden olacak, ibriği su ile dolu
buldu.” Dediler. Amma İbrahim efendi ve dostları: “Evliya Çelebi, gel şimdi ibriği suyuyla
yine yerine asalım” dediler. Bu düşünce yer yer tasvip gördü. Ben ise acemiliğim yüzünden
inad edip: “Elbette bu velinin ibriği ile abdest tazelerim “ diye Besmele çekerek şartlarına
uygun olarak o sudan abdest aldım. Kullalnılan suyu leğen içine koyduk. Burcu burcu
zemzem gibi kokmaya başladı. Amma ibrik yine eskisi gibi dolu duruyordu. Hayrette kaldım,
Paşanın imamı da hayret edip,: “Evliya Çelebi! Ben de teberrüken abdest alayım” dedi. O da
abdest tazeledi. Velhasıl, dört kişi o bardaktan abdest aldı, ibrik yine temiz su ile dolu kaldı.
Hepimiz hayret ve şaşkınlık içinde kaldık. Yine dua ederek ibriği kubbeye asıp oturduk. Fakat
179

180

Manevi Mimarlarıyla Ankara


leğen içindeki kullanılmış suyu, şeyhi Bekir Dede alıp sakladı. İbrik kırmızı çamurdan
yapılmış ve karnında Ra’d suresinden “Enzele minessemâ mâen…” ayeti yazılıp, altında
rakam harfleriyle 66626 sayısı ile üç kaf, iki cim, bir mim, bir ayak ve bir bardak resimleri
bulunuyordu.
Ben, Allah rızası için velinin mübarek ruhuna bir hatim okuyarak ruhaniyetinden yardım
istedim. Aşinalık kesbettik. Kabir ziyareti kalbdeki hüznü giderir. Hz. Peygamber: “Bir işte
hayrete düştüğünüz zaman, kabirlerden yardım isteyiniz” buyurmuştur.148

Manevi Mimarlarıyla Ankara


DİPNOTLAR
1 Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Birleşik Yay., c. II, s. 710; Ahmet Yaşar
Ocak, “Battal Gazi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 5, İstanbul, 1992, s 204-205; Hasan
Köksal, Battal Gazi Destanı, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s. 7-17; Necati Demir, Danişmend-
name, Akçağ Yay, Ankara, 2004, s. 63
2 Hasan Köksal, Battal Gazi Destanı, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s. 10-18
3 Ahmet Yaşar Ocak, “Battal Gazi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. V, İstanbul, 1992, s.
204-205
4 Ahmet Yaşar Ocak, “Battal Gazi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. V, İstanbul, 1992, s.
206-207
5 Ahmet Yaşar Ocak, “Danişmendname”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. VIII, İstanbul,
1992, s.78-80
6 Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Birleşik Yay., c. III, s. 419, 426
7 Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Birleşik Yay., cIII, s. 426
8 Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Birleşik Yay., c. II, s. 710
9 F. R. Haslok, Bektaşilik Tetkikleri, MEB Yay., İstanbul, 2000, s. 6
10 Abdülkerim Erdoğan, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yay., Ankara, 2004, s 13-33
11 Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, c. II, Vakıflar
Umum Müdürlüğü Yay, İstanbul, 1942, s. 295
12 Hikmet Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak yerleri, Ankara, 1967, s 86-90
13 Abdülkerim Erdoğan, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yay, Ankara, 2004, s. 21
14 Şeref Erdoğdu, Ankara’nın Tarihi Semt İsimleri ve Öyküleri, Kültür Bakanlığı yay.,
Ankara, 1999, s. 87-90
15 Abdülkerim Erdoğan, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yay, Ankara, 2004, s. 20
16 M. Fuat Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Akçağ Yay., Ankara, 2005, s. 27-28. M Fuat
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s. 44-51; M. Fuat
Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Akçağ Yay, Ankara, 2003, s. 114-115
17 M. Fuat Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Akçağ Yay., Ankara, 2005, s. 27-28; Osman
Çetin, “Horasan” TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XVIII, İstanbul, 1998, s 234-240; Ahmet
Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, İletişim, 2003, s. 26-50
18 M. Fuat Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Akçağ Yay., Ankara, 2005, s. 27; M. Fuat
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s. 44-51; M Fuat
Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s 114-115; Osman
Çetin, “Horasan” TDV İslâm Ansiklopedisi, c. XVIII, İstanbul, 1998, s. 234-240; Ahmet
Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, İletişim, 2003, s. 26-50
19 M. Fuat Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Akçağ Yay., Ankara, 2005, s. 27; M. Fuat
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s. 41-56; M. Fuat
Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s. 106-120;
Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, İletişim, 2003, s. 33-59; Osman Turan.
Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul, 1993, s. 14-31; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular
Dönemi, TTK Yay., Ankara, 1993, s. 35-37; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
Boğaziçi Yay., İstanbul, 2002, 7-26
181

182

Manevi Mimarlarıyla Ankara


20 Seyfettin Erşahin, “Ülkemize “Anadolu” Adını Veren Kızılcahamam-Taşlıca
Köyüdür”, Tarihte ve Günümüzde Kılcahamam-Camlıdere Yöresi, Kızılcahamam-Çamlıdere
Vakfı Yay., Ankara, 1997, s.206-208
21 483 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay.,
Ankara, 1993, s. 30; Seyfettin Erşahin, “Ülkemize “Anadolu” Adını Veren Kızılcahamam-
Taşlıca Köyüdür”, Tarihte ve Günümüzde Kılcahamam-Camlıdere Yöresi, Kızılcahamam-
Çamlıdere Vakfı Yay., Ankara, 1997, s.206-208
22 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter no: 592, s. 49
23 İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, VGM Yay., Ankara, 1978, s. 36; Rifat
Özdemir, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1998, s. 51,58
24 483 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay.,
Ankara, 1993, s. 70
25 İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, VGM Yay., Ankara, 1978, s. 25-26
26 M. Fuat Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Akçağ Yay., Ankara, 2005, s. 76
27 İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, VGM Yay., Ankara, 1978, s. 25
28 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, TTK Yay., Ankara, 1988, s.122
29 483 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay.,
Ankara, 1993, s. 70
30 Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Birleşik Yay., c. II, İstanbul, 1996, s. 719
31 Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Birleşik Yay., c. II, İstanbul, 1996, s 715-718
32 Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergah Yay, İstanbul, 1998, s. 203-204
33 Hikmet Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak yerleri, Ankara, 1967, s. 55
34 Fatma Ahsen Turan, Hacı Bayram-ı Veli, Akçağ Yay., Ankara, 2004, s. 20
35 Mübarek Galib, Ankara Mescidler, Camiler, Mezarlıklar, Kitabeler, Altındağ
Belediyesi Yay, Ankara, 1996, s. 116; İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, VGM Yay.,
Ankara, 1978, s. 49-51
36 M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s.
252-253; Abdurrahman Cami, Nefahatü’l-Üns, Marifet Yay., İstanbul, 2001, s. 842-843
37 M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s.
245-248
38 M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s.
248-253; Abdurrahman Güzel, Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Akçağ Yay., Ankara, s. 186-
230
39 Mübarek Galib, Ankara Mescidler, Camiler, Mezarlıklar, Kitabeler, Altındağ
Belediyesi Yay, Ankara, 1996, s. 23-24; İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, VGM
Yay., Ankara, 1978, s. 9-12
40 483 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay.,
Ankara, 1993, s. 26,69
41 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 692/1293 tarihli Ahi Şerafeddin şeceresi; Zeki Oral,
“Ahi Şerafeddin Türbesi”, Milletlerarası Birinci Türk Sanatları Kongresi, Ankara, 1962, s.
317-321
42 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 692/1293 tarihli Ahi Şerafeddin şeceresi; Zeki Oral,
“Ahi Şerafeddin Türbesi”, Milletlerarası Birinci Türk Sanatları Kongresi, Ankara, 1962, s.
317-321

Manevi Mimarlarıyla Ankara


43 Mübarek Galib, Ankara Mescidler, Camiler, Mezarlıklar, Kitabeler, Altındağ
Belediyesi Yay., Ankara, 1996, s. 46-48; İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, VGM
Yay., Ankara, 1978, s. 18-24; Gönül Öney, Ankara’da Türk Devri Yapıları, Ankara, 1971 s.
23; Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 692/1293 tarihli Ahi Şerafeddin şeceresi; Zeki Oral,
“Ahi Şerafeddin Türbesi”, Milletlerarası Birinci Türk Sanatları Kongresi, Ankara, 1962, s.
317-321; Abdülkerim Erdoğan, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, s.
149-160
44 İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, VGM Yay., Ankara, 1978, s. 85-86; Fuat
Bayramoğlu, Hacı Bayram Veli, Yaşam Soyu, Vakfı c. I, Ankara, 1983, s 13; Rifat Özdemir,
XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, Kültür Bakanlığı Yay, Ankara. 1998, s. 121;
Abdülkerim Erdoğan, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, s. 138-141
45 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 692/1293 tarihli Ahi Şerafeddin şeceresi; Zeki Oral,
“Ahi Şerafeddin Türbesi”, Milletlerarası Birinci Türk Sanatları Kongresi, Ankara, 1962, s.
317-321
46 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 692/1293 tarihli Ahi Şerafeddin şeceresi; Zeki Oral,
“Ahi Şerafeddin Türbesi”, Milletlerarası Birinci Türk Sanatları Kongresi, Ankara, 1962, s.
317-321
47 Mesut Şener, Nallıhan, Ankara, 2001, s. 263-264
48 Mesut Şener, Nallıhan, Ankara, 2001, s. 264
49 Mesut Şener, Nallıhan, Ankara, 2001, s. 264
50 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 692/1293 tarihli Ahi Şerafeddin şeceresi; Zeki Oral,
“Ahi Şerafeddin Türbesi”, Milletlerarası Birinci Türk Sanatları Kongresi, Ankara, 1962, s.
317-321
51 İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, VGM Yay., Ankara, 1978, s. 18-25;
Mübarek Galib, Ankara Mescidler, Camiler, Mezarlıklar, Kitabeler, Altındağ Belediyesi Yay.,
Ankara, 1996, s. 92,94-98,100,102; Rifat Özdemir, XIX Yüzyılın İlk Yarısında Ankara,
Kültür Bakanlığı Yay., Ankara. 1998, s. 49,124; Abdülkerim Erdoğan, Unutulan Şehir
Ankara, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, s. 138-141
52 Osmanlı Fermanları, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Baş.
Yay., Ankara, 2003, s. 350
53 Ahmet Nezihi Turan, Yabaabad Tarihini Ararken, Kızılcahamam Bel. Yay, Ankara,
1999, s. 77-85
54 Şeref Erdoğdu, Ankaram, Alkan Matbaacılık, Ankara, 1965, s. 148-149
55 Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, c. II, Vakıflar
Umum Müdürlüğü Yay., İstanbul, 1942, s. 279-295; 483 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i
Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay, Ankara, 1993, s. 402-403
56 Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, c. II, Vakıflar
Umum Müdürlüğü Yay., İstanbul, 1942, s. 279-285; 483 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i
Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay, Ankara, 1993, s. 402-403
57 483 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay.,
Ankara, 1993, s. 364
58 Hüseyin Çınar-Osman Gümüşçü, Osmanlıdan Cumhuriyete Çubuk Kazası, Çubuk
Belediyesi Yayınları, Ankara, 2002, s. 257
59 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter No: 414, s. 901
60 Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, c. II, Vakıflar
Umum Müdürlüğü Yay, İstanbul, 1942, s. 317
183

184

Manevi Mimarlarıyla Ankara


61 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter No: 407, s. 615
62 Hüseyin Çınar-Osman Gümüşçü, Osmanlıdan Cumhuriyete Çubuk Kazası, Çubuk
Belediyesi Yayınları, Ankara, 2002, s.255-257
63 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter No: 1094, s. 115; Hikmet
Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak yerleri, Ankara, 1967, s. 102
64 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter No: 552, s. 101,
65 Mübarek Galib, Ankara Mescidler, Camiler, Mezarlıklar, Kitabeler, Altındağ
Belediyesi Yay., Ankara, 1996, s. 124. Abdülkerim Erdoğan, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ
Yay., Ankara, 2004, s. 199-200
66 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter no: 531, s. 200; Defter no:
588, s. 8
67 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 12-13
68 Bursalı Mehmet Tahir, Hacı Bayram-ı Veli, Dersaadet, 1925, s. 3; Mehmet Ali Ayni,
Hacı Bayram-ı Veli, İstanbul, 1986. s. 50; Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-
Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara, 1989, s. 12-13; Abdurrahman Güzel, Dini-Tasavvufi
Türk Edebiyatı, Akçağ Yay., Ankara, s. 295; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram-ı Veli, TDV
Yay, Ankara, 1998, s. 7-14; F. Ahsen Turan, Hacı Bayram-ı Veli, Akçağ Yay, Ankara, 2004,
s. 15-23; Abdülkerim Erdoğan, Hacı Bayram-ı Veli, Altındağ Belediyesi Yay., Ankara, 2005,
s. 2-15
69 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 12-13; Abdurrahman Güzel, Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Akçağ Yay., Ankara, s.
296; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram-ı Veli, TDV Yay., Ankara, 1998, s. 7-14; F. Ahsen
Turan, Hacı Bayram-ı Veli, Akçağ Yay., Ankara, 2004, s. 19-22; Abdülkerim Erdoğan,
Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yay., Ankara, 2004, s. 247-252
70 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 18-20; İsmail E. Erünsal, XV-XVI. Asır Bayrami-Melamiliğinin Kaynaklarından
Abdurrahman El-Askari’nin Mir’atü’l-ışkı, TTK Yay., Ankara, 2003, s. 201-202
71 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 19-20; Mustafa Tatcı, “Hacı Bayram-ı Veli ile İlgili Yeni Bir Kaynak: İbrahim Has’ın
Tezkiresi”, Cumhuriyetin 80. Yılında Her Yönüyle Ankara, Ankara Büyükşehir Belediyesi
Yay, Ankara, 2004, s. 176-182
72 İsmail E. Erünsal, XV-XVI. Asır Bayrami-Melamiliğinin Kaynaklarından
Abdurrahman El-Askari’nin Mir’atü’l-ışkı, TTK Yay, Ankara, 2003, s. 201-204
73 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 21-57; Abdurrahman Güzel, Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Akçağ Yay., Ankara, s.
295-302; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram-ı Veli, TDV Yay., Ankara, 1998, s. 23-83; F.
Ahsen Turan, Hacı Bayram-ı Veli, Akçağ Yay., Ankara, 2004, s. 23-50
74 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 21-57; Abdurrahman Güzel, Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Akçağ Yay, Ankara, s.
296-302; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram-ı Veli, TDV Yay., Ankara, 1998, s. 38-58; F.
Ahsen Turan, Hacı Bayram-ı Veli, Akçağ Yay., Ankara, 2004, s. 77-102; Ahmet Hamdi
Tanpınar, Beş Şehir, Dergah Yay., İstanbul, 1998, s 194-207; Bayram Sezgit, Hacı Bayram-ı
Veli, Nur Yay, Ankara, s. 51-57
75 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 39-43

Manevi Mimarlarıyla Ankara


76 Ahmet Doğan, Müştak Baba, Akçağ Yay., Ankara, 1995, s.37-38
77 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 31
78 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi ve İsfahani soyundan gelen Ankaralı Aşçıoğlu ailesi
elindeki 1428 tarihli vakfiye; Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I,
TTK Yay, Ankara, 1989, s. 7,53
79 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter no: 486, s. 791
80 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 49
81 Halit Cevri Aslangil-Halil Hamdi Ekiz, Kalecik’in Tarihi, Kalecik Kültür Der Yay.,
Ankara, s. 15
82 Hüseyin Çınar-Osman Gümüşçü, Osmanlıdan Cumhuriyete Çubuk Kazası, Çubuk
Belediyesi Yay., Ankara, 2002, s.253-254
83 Mustafa Erdem, “Kızılcahamam ve Çamlıdere’de Halk İnanışları ve Dini Hayat”,
Tarihte ve Günümüzde Kızılcahamam-Çamlıdere Yöresi, Kızılcahamam-Çamlıdere Eğ. ve
Sos. Yard. Vakfı Yay, Ankara-1997, s.108
84 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 83
85 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 51; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram-ı Veli ve Tasavvuf Felsefesi, Altındağ
Belediyesi Yay., Ankara, 2004, s. 77
86 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi
87 Hikmet Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak yerleri, Ankara, 1967, s. 83
88 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar ArŞivi, Defter no: 417, s. 378
89 Hikmet Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak yerleri, Ankara, 1967, s. 77
90 F. Ahsen Turan, Altındağ’ın Manevi Coğrafyası, Altındağ Belediyesi Yay, Ankara,
1998, s. 78-79
91 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter no: 485, s. 91; Abdülkerim
Erdoğan, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yay., Ankara, 2004, s 203-204
92 İ. Hakkı Konyalı, Şereflikoçhisar Tarihi, Ankara, 1971, 517-522; Vakıflar Genel
Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter no: 1108, s. 103
93 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter no: 485, s. 379;
498/109,119,320
94 Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter no: 486, s. 877; 483
Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay, Ankara, 1993,
s. 395,396,397
95 Mübarek Galib, Ankara Mescidler, Camiler, Mezarlıklar, Kitabeler, Altındağ
Belediyesi Yay., Ankara, 1996, s. 75-76,99-100,105-106; İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara
Camileri, VGM Yay., Ankara, 1978, s. 5-8
96 Hikmet Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak yerleri, Ankara, 1967, s 142-143
97 Ethem Torun, Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle Beypazarı, Ankara, 2004 s. 176
98 Ali Cevat, Memalik-i Osmaniyenin Tarih ve Coğrafya Lûgatı, C. IV, s. 1012; F.
Ahsen Turan, Altındağ’ın Manevi Coğrafyası, Altındağ Belediyesi Yay, Ankara, 1998, s. 109.
185

186

Manevi Mimarlarıyla Ankara


99 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 86
100 Kamil Şahin, “Bünyamin Ayaşi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. VI, İstanbul,
1992, s.491
101 Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşında Ankara, Ankara Büyükşehir Belediyesi
Yay.; Şeref Erdoğdu, Ankaram; Vakıflar Genel Müdürlüğü, Vakıf Kayıtlar Arşivi, Defter no:
418, s. 633; Rifat Özdemir, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara. 1998, s. 58; Abdülkerim Erdoğan, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yayınları, Ankara,
2004, s. 202
102 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt
Yay., İstanbul, 1998, s. 272-273
103 Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Birleşik Yay., c. II, İstanbul, 1996, s 721
104 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt
Yay., İstanbul, 1998, s. 272-274
105 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt
Yay., İstanbul, 1998, s. 290-304
106 Yusuf Kılıç, “Ayaş Kültür Mirasının Ünlü Simalarından Şihâbüddin Sivasî ve Şeyh
Muhyiddin”, Ayaş ve Bünyâmin Ayaşî, Ayaş Belediyesi Yay., Ankara,
1993, s.160
107 Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hayatı Eserleri Tarîkatı, Erkam Yay, İstanbul,
1999, s. 107-125
108 Müjgan Cunbur-F. Ahsen Turan, “Mutasavvıflar”, Altındağ’ın Manevi Coğrafyası,
Altındağ Belediyesi Yay., Ankara, 1998, s. 85-87
109 Müjgan Cunbur-F. Ahsen Turan, “Mutasavvıflar”, Altındağ’ın Manevi Coğrafyası,
Altındağ Belediyesi Yay., Ankara, 1998, s. 88-89
110 Fehmi Kuyumcu, Evliyanın Dilinden, Ankara
111 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Akçağ Yay., Ankara, 1997, s. 451
112 Fuat Bayramoğlu, Haci Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 91
113 Erhan Yetik, İsmail-i Ankaravi Hayatı, Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri, İşaret Yay.,
İstanbul, 1992, s. 51-67
114 Rekin Erten, Şeyhülislam Yahya Efendi Divanı, Akçağ Yay., Ankara, 1995; Hasan
Kavruk, Şeyhülislam Yahya Efendi Divanı, MEB Yay., Ankara, 2001
115 Müjgan Cunbur-F. Ahsen Turan, “Mutasavvıflar”, Altındağ’ın Manevi Coğrafyası,
Altındağ Belediyesi Yay., Ankara, 1998, s. 80
116 Müjgan Cunbur-F. Ahsen Turan, “Mutasavvıflar”, Altındağ’ın Manevi Coğrafyası,
Altındağ Belediyesi Yay., Ankara, 1998, s. 81
117 Ethem Torun, Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle Beypazarı, Ankara, 2004 s
174; Hikmet Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, A.Ü. İlahiyat Fakültesi
Yay., Ankara, 1967, s.103
118 Halit Cevri Aslangil-Halil Hamdi Ekiz, Kalecik’in Tarihi, Kalecik Kültür Der Yay.,
Ankara, s. 15
119 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 106-109

Manevi Mimarlarıyla Ankara


120 Hüseyin Çınar, “Osmanlılar zamanında Yabanabad (Kızılcahamam-Çamlıdere)
kazasında kurulmuş olan vakıflar”, Tarihte ve Günümüzde Kılcahamam-Çamlıdere Yöresi,
Kızılcahamam-Çamlıdere Eğ. ve Sos. Yard Vakfı Yay., Ankara, 1997, s.53-55
121 Müjgan Cunbur-F. Ahsen Turan, “Mutasavvıflar”, Altındağ’ın Manevi Coğrafyası,
Altındağ Belediyesi Yay., Ankara, 1998, s. 82
122 Nihat Azamat, “Çerkeşi Mustafa Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. VIII, İstanbul,
1993, s. 274
123 Nihat Azamat, “Çerkeşi Mustafa Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. VIII, İstanbul,
1993, s. 274
124 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. -113-115
125 Nihat Azamat, “Çerkeşi Mustafa Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. VIII, İstanbul,
1993, s. 273
126 Hikmet Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, A.Ü. İlahiyat Fakültesi
Yay., Ankara, 1967, s. 117
127 İrfan Gündüz, Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddin, Seha Neşriyat, İsatanbul, s 160-161
128 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 94-96
129 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 96-101
130 Nihat Azamat, “Abdülhakim Arvasi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. I, İstanbul,
1988, s. 211-212
131 Mahir İz, Yılların İzi, Kitabevi Yay., İstanbul, 2000, s. 89-91
132 A. Cüneyt Köksal, M. Asım Köksal Hayatı ve Hatıraları, Köksal Yay., İstanbul, 2000
133 Rehber Dergisi, Özel sayı: 3, Ankara, 2005
134 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 48; Abdurrahman Cami, Nefahatü’l-Üns, Marifet Yay., İstanbul, 2001, s. 834-838
135 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 52; Mustafa Kara, Eşrefoğlu Rumi, TDV Yay, Ankara, 1995., s. 33-52;
Abdurrahman Güzel, Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Akçağ Yay., Ankara, s. 313-317
136 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 49
137 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 50
138 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 31-33; Abdurrahman Cami, Nefahatü’l-Üns, Marifet Yay, İstanbul, 2001, s. 842
139 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay, Ankara,
1989, s. 31-33; Abdurrahman Cami, Nefahatü’l-Üns, Marifet Yay, İstanbul, 2001, s. 842
187

188

Manevi Mimarlarıyla Ankara


140 Musatafa İsen-Cemal Kurnaz, Şeyhi Divanı, Akçağ Yay., Ankara, 1990, s.11-21; Fuat
Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara, 1989, s. 23-
24,51
141 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 50
142 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 48
143 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 49
144 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 52
145 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 52
146 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 49
147 Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 53; Abdurrahman Güzel, Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Akçağ Yay, Ankara, s. 317-
318
148 Evliya Çelebi, Tam Metin Seyahatname, Birleşik Yay., c. II, İstanbul, 1996, s 698-
669; Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, c.I, TTK Yay., Ankara,
1989, s. 86

Manevi Mimarlarıyla Ankara


KAYNAKLAR
438 Numaralı Muhasebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, Ankara, 1993, Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın Nu: 13
483 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, BDAGM Yay., Ankara,
1993
Akgün, Nejat, Burası Ankara, Ankara, 1996, Ankara Kulübü Derneği Yayınları No: 3
Akyurt, Yusuf Akyurt, Türk İslâm Kitabeleri I.Kısım, Ankara Kitabeleri, c. XI, Ankara 1942.
Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi
Ali Cevad, Memaliki Osmaniyenin Tarih ve Coğrafya Lügati, İstanbul 1313
Altındağ’ın Manevî Coğrafyası, Ankara, 1998, Altındağ Belediyesi Yayınları
Altınok, Baki Yaşa, Hacı Bayram Veli Bayramîlik Melâmîler ve Melâmîlik, Ankara, 1995,
Oba Kitapevi
Ankara Posta Kartları ve Belge Fotoğrafları Arşivi Katalogu, Ankara Büyükşehir Belediyesi
Yayınları, Ankara 1984
Ankara Vilayeti Sâlnâme-i Resmîsi 1325(1907) (1995), haz. Kudret Emiroğlu, Ahmet Yüksel,
Ömer Türkoğlu, Ethem Coşkun, Ankara, Ankara Enstitüsü Vakfı Yayınları; Ankara Vilayeti
Salnamesi (Salname 10, 1882), Defa 10, h. 1299, Vilayet Matbaası; Ankara Vilayeti
Salnamesi (Salname 11, 1876), Defa 11, h. 1300, Matbaa-i Ebüzziya; Ankara Vilayeti
Salnamesi (Salname 11, 1891), Defa 11, b. 1307, Vilayet Matbaası; Ankara Vilayeti
Salnamesi (Salname 13, 1900), Defa 13, h. 1318, Vilayet Matbaası; Ankara Vilayeti
Salnamesi (Salname 5, 1876), Defa 5, h. 1293, Vilayet Matbaası
Anonim, 438 sayılı Muhasebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri, (Tıpkıbasım) Ankara 1994
Anonim,50 Yılda Vakıflar, Ankara,1971
Araz, Nezihe, Anadolu Evliyaları, Remzi Kitabevi, Ankara
Aslangil, Halit Cevri-Ekiz, Halil Hamdi, Kalecik’in Tarihi Dünü Bugünü İçin Bir Araştırma,
Kalecik Kültür Derneği Yayını No: 1
Aslanoğlu, İnci, Ankara Karacabey Külliyesi, Ankara 1988
Aşık, Hüseyin, Şeyh Ali Semerkandî (K.S.) Hayatı Menkıbeleri, İstanbul, 1980, İlim
Yayınları No: 3
Avcı, Yunus-Onay, Mustafa-Kayan, Mehmet, Bütün Yönleriyle Yeşil Çubuk, Ankara, 1987
Avram Galanti, Ankara Tarihi, İstanbul-1951
Ayaş ve Bünyâmin Ayaşî (Tarihte-Günümüzde Ayaş ve Bünyâmin Ayaşî Sempozyumu)
Ayaş, 2-4 Temmuz 1993 Bildiriler, Yay. Haz. Mustafa Süzen-Kâmil Şahin, Ankara, 1993,
Ayaş Belediyesi Yayınları:1.
Ayni, Mehmet Ali, Hacı Bayram-ı Veli, İstanbul, 1986
Ayverdi, E. Hakkı, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II Murad Devri, C. II, İstanbul l972
Baltacı, Cahid, XV-XVI Asırlarda Osmanlı Medreseleri-Teşkilât, İstanbul, 1976
Barkan, Ö.Lütfi - E. Hakkı Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, İstanbul 1970
Bayramoğlu, Fuat, Hacı Bayram-ı Veli Yaşamı-Soyu-Vakfı, Ankara, 1989, Cilt 1-2, 2. Baskı,
Türk Tarih Kurumu Yayınları
Benekay, Yahya, Hacı Bayram-I Velî, İstanbul, 1966
Bursalı Mehmet Tahir, Hacı Bayram-ı Veli, Dersaadet, 1925
Cami, Abdurrahman, Nefahatü’l-Üns, Marifet Yay., İstanbul
Cebecioğlu, Ethem, Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Felsefesi, Ankara, 2004, Altındağ
Belediyesi Kültür Yayınları; Cebecioğlu, Ethem, Hacı Bayram Veli, Ankara, 1998, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları: 126
189

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Cumhuriyetin 80. Yılında Her Yönüyle Ankara, Ankara Büyükşehir Belediyesi Yay., Ankara,
2004
Çınar, Hüseyin-Gümüşçü, Osman, Osmanlıdan Cumhuriyete Çubuk Kazası, Ankara, 2002,
Çubuk Belediyesi Yayınları
Danişmend, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihî Kronolojisi (5 Cilt), İstanbul, 1971
Demir, Necati, Danişmend-name, Akçağ Yay., Ankara, 2004
Doğan, Ahmet, Müştak Baba, Akçağ Yay, Ankara, 1995
Erdoğan, Abdülkerim, Hacı Bayram-ı Veli, Altındağ Belediyesi Yay., Ankara, 2005; Tarih
İçinde Ankara, Ankara, 2002, Altındağ Belediyesi Yayınları; Unutulan Şehir Ankara, Ankara,
2004, Akçağ Yayınları: 601
Erdoğdu, Şeref, Ankara’nın Tarihi Semt İsimleri ve Öyküleri, Kültür Bakanlığı yay., Ankara,
1999; Ankaram, Alkan Matbaacılık, Ankara, 1965
Ergun, Sadettin Nüzhet, Türk Musikisi Antolojisi (2 Cilt) -Dinî Eserler, İstanbul, 1942
Ergun, Sadettin Nüzhet, Türk Şairleri (A-F), İstanbul, 1936
Erken, Sabih,Türkiyede Vakıf Abideler ve Eski Eserler, c. I, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yay.,
Ankara 1971
Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, Akçağ Yay, Ankara, 1997
Erten, Rekin, Şeyhülislam Yahya Efendi Divanı, Akçağ Yay., Ankara, 1995
Erünsal, İsmail E., XV-XVI. Asır Bayrami-Melamiliğinin Kaynaklarından Abdurrahman El-
Askari’nin Mir’atü’l-ışkı, TTK Yay, Ankara, 2003
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi (Günümüz Türkçesiyle), 2. Cilt -1 ve 2. Kitap, Haz Yücel
Dağlı-Seyit Ali Kahraman, İstanbul, 2005, Yapı Kredi Yayınları
Galanti, Avram, Ankara Tarihi I-ll, Ankara, 2005, Çağlar Yayınları: 7.
Göktaş, Numan, Murtaza-Abad’dan Kazan’a Kazan 2003, Ankara, 2003, Kazan Belediyesi
Kültür Yayınları: 1
Gölpınarlı, Abdülbaki, 100 Soruda Türkiye”de Mezhepler Ve Tarikatler, İstanbul,1969
Gölpınarlı, Abdülbaki, Melâmilik Ve Melâmiler, İstanbul, 1930 Gündüz, İrfan, Gümüşhanevî
Ahmed Ziyâüddîn (KS), Serhat Neşriyat Yayın No: 13 Güzel, Abdurrahman, Dinî Tasavvufî
Türk Edebiyatı, Ankara, Akçağ Yayınları: 300 Haslok, F. R., Bektaşilik Tetkikleri, MEB
Yay., İstanbul, 2000
IV Vakıf Haftası, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Haz. Abdülkerim Erdoğan, Ankara
1987
İnal, Îbnü’l Emin Mahmûd Kemal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, 1930
İnalcık, Halil, Fatih Devri Üzerine Tetkikler Ve Vesikalar I. Ankara, 1954
İnan, Yusuf Ziya, İslâmda Melâmiliğin Tarihî Gelişimi. İstanbul, 1976
İrdesel, Mehmet, Gelibolu ve Yöresi Tarihi, Genişletilmiş 2. Baskı, Geltur Ajans, 1998
İsen, Musatafa - Kurnaz, Cemal, Şeyhi Divanı, Akçağ Yay., Ankara, 1990
İz, Mahir, Tasavvuf, İstanbul, 1969
Kara, Mustafa, Eşrefoğlu Rumi, Ankara, 1995, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 174
Kara, Mustafa-Algül, Hüseyin, Osmancık’ta Bir Müderris Akşemseddin, Ankara, 2000,
Türkiye Diyanet Vakfı Osmancık Şubesi Yayınları:1
Kâtib Çelebi: Keşf-El- Zunun. (2. Cilt) İstanbul, 1941-1943 Kavruk, Hasan, Şeyhülislâm
Yahya Efendi, Ankara, 2001, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: 3557
190
Manevi Mimarlarıyla Ankara
Konyalı, İ. Hakkı, Ankara Camileri, Ankara, 1978, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları;
Âbideleri ve Kitâbeleri ile Şereflikoçhisar Tarihi, Fatih Matbaası, İstanbul, 1971; Ankara’nın
Abidelerinden Karacabey Mamuresi, Vakfiyesi, Eserleri ve Tarihi, İstanbul 1943
Koşay, Z. Hamit, Ankara Budun Bilgisi, Ankara, 1935
Köksal, A. Cüneyd, M. Âsım Köksal Hayatı ve Hatıraları, İstanbul, 2000, Köksal Yayıncılık
Köksal, Hasan, Battal Gazi Destanı, Ankara, 2003, Akçağ Yayınları / 479
Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, c. I-XII. İstanbul
Köprülü, M. Fuat, Anadolu’da İslâmiyet, Akçağ Yay., Ankara, 2005
Köprülü, M. Fuat, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara, 2003, Akçağ Yayınları: 493
Köprülü, M. Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yay., Ankara, 2003
Köse, İbrahim, Ankara Evkaf Defteri (1571), AÜ SBF Yay. Yük. Lis. Tezi, Ankara, 1996
Kutay, Cemal, Kurtuluşun Ve Cumhuriyetin Manevî Mimarları, Ankara, 1973
Kuyumcu, Fehmi, Evliyanın Dilinden, Nur Yay., Ankara, 1978
Mahir İz, Yılların İzi, Kitabevi Yay., İstanbul, 2000
Mambaury, Ernest, Ankara - Guide Touristigue, Ankara, 1933
Mıhcıoğlu, M. Mehdi , Gazi Mustafa Kemal ve Hafızamdaki Ankara, Ankara, 1998
Muallim Cevdet, Zeyl-i alâ Fasl’ıl “el-ahiyyet’il Feteyân’it Türkiye” Fî Rıhlet-i İbni Batuta,
İstanbul 1932
Mübârek Gâlib, Ankara Mescidler, Câmiler, Mezarlıklar, Ketâbeler, Haz. Seyfettin Erşahin-
Hüseyin Çınar, Ankara, 1996, Altındağ Belediyesi Kültür Yayınları No: 1
Müderrisoğlu, Alptekin, Kurtuluş Savaşında Ankara, Ankara Büyükşehir Belediyesi Yay.,
Ankara
Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt Yay.,
İstanbul, 1998
Ocak, Ahmet Yaşar, Türkler, Türkiye ve İslâm, İstanbul, 2003, 6. Baskı, İletişim Yayınları:
549
Ongan,Halit, Ankara’nın İki Numaralı Seriye Sicili, Ankara , 1974
Osmanlı Fermanları, Ankara, 2003, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire
Başkanlığı Yayın Nu: 63
Önder, Mehmet, Anadolu Efsaneleri. Ankara, 1966
Öney, Gönül, Ankara Aslanhane Camii, Ankara, 1980
Öney, Gönül, Ankara’da Türk Devri Yapıları, Ankara, 1971
Özdemir, Rifat, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara. 1998
Sevim, Ali, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, TTK Yay., Ankara, 1993
Sezgit, Bayram, Hacı Bayram-ı Velî, Ankara, Nur Yayınları No: 34
Şapolyo, Enver Behnan, Atatürk ve Seğmen Alayı. Ankara, 1971
Şapolyo, Enver Behnan, Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihî, Ankara, 1944
Şapolyo, Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul, 1964
Şener, Mesut, Nallıhan, İstanbul, 2001, 2. Baskı
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah Yay., İstanbul, 1998
Tanyu, Hikmet, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, Ankara, 1967, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları LXXVIII

191

192

Manevi Mimarlarıyla Ankara


Tarihte ve Günümüzde Kılcahamam-Camlıdere Yöresi Sempozyumu 21-22 Ekim 1995,
Ankara, 1997, Haz. Kemal Güran-Eyüb Sanay-Seyfettin Erşahin, Kızılcahamam - Çamlıdere
Eğitim ve Sosyal Yardımlaflma Vakfı Yayını No: 2
Texier, Charles, Küçük Asya (A. Suad tercümesi), İstanbul, 1339 - 40
Torun, Ethem, Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle Beypazarı, Bey Ofset, Ankara, 2004
Turan, Ahmet Nezihi, Yabanâbâd Tarihini Ararken, Ankara, 1999, Kızılcahamam Belediyesi
Yayını
Turan, Fatma Ahsen, Ankara İle Bütünleşen Bir Mana Önderi Hacı Bayram-ı Velî, Ankara,
2004, Akçağ Yayınları: 536
Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yay., İstanbul, 2002
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını
Uluğ, Naflit Hakkı, Hemşehrimiz Atatürk, İstanbul, 1972
Uydum, Remzi, Ankara Evliyaları, Yorum Basın-Yayın San. Ltd. fiti., Ankara,
Uzunçarflılı, İ. Hakkı, Anadolu Beylikleri, TTK Yay., Ankara, 1988
Ülgen, Hilmi Ziya, Türk Tefekkür Tarihi. İstanbul, 1933
Vakıflar Dergisi, c. I-XXVIII, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yay, Ankara
Yetik, Erhan, İsmail-i Ankaravî Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, İstanbul, 1992,
İflaret Yayınları: 57
Yılmaz, H. Kâmil, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve CelvetiyyeTarîkatı, İstanbul, 1999, Erkam
Yayınları

You might also like