Professional Documents
Culture Documents
Mustafa Durak
Giriş:
Şiir ve din gibi her biri çok geniş ve farklı açılardan incelenmiş, incelenmekte
olan iki alanı konu edinmek çok iddialı bir girişim olurdu. Bu yüzden bu yazıda
kendimi birer kesitle sınırlamak istedim. Platon’un, “Devlet” adlı kitabında
şiire, sanata, dine yaklaşımı ile İslam dininin, temel kaynakları Kur’an ve
hadislerde, şiire yaklaşımı üzerine tuttum merceğimi.
1. PLATON
1a. Sokrates/Platon’da Estetik ve Poetik:
İYİLİK VE DOĞRULUK OLARAK ESTETİK/POETİKA.
Öncelikle şunun bilinmesinde yarar var. Antik yunan’da şiir denilince nazım
olarak yazılmış metinler, oyunlar, destanlar anlaşılıyor. Örneğin Homeros en
büyük şairdir.
Yine pek net olmayan bir anlatıya göre, biri Delphoi tapınağına gider ve sorar:
yeryüzündeki en bilge kişi kimdir? Yanıt: Sokrates. Onun bilgeliğinin nedeni
de şu ifadesinden kaynaklanmaktadır: “Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum”. Her
şeyi bilenin Apollon olduğu ve de Sofokles’in Ödipus üçlemesindeki bilen
bilmeyen karşıtlığında geleceği bilme konusunda beliren ‘gören ama bilmeyen’
ile ‘kör ama bilen’ karşıtlığı düşünüldüğünde bilgi konusunda özlü bakışlar o
dönemlerde öne çıkıyor ama bunun, insanı, bilme konusunda güvensizleştiren
dile getirişler olduğunun altını çiziyorum.
Taklit kuramı:
Platon, önce sedir örneğiyle ressamın bir şeyin aslını yapmaktan uzak olduğunu
ileri sürer. Onun için mağara kuramına bağlı olarak her şeyin, farkına
varamadığımız ideaları vardır. Bu ideaları yapan tanrıdır. Sedir örneği ele
alındığına göre sediri, bu idea modelliğinde yapan da marangozdur. Ressam ise
modelin modelliğinden yararlanarak yapar resmini. Bu durumda ressam bir
şeyin ancak taklidinin taklidini yapabilir. Şair de öyle: ancak bir şeyin
taklidinin taklididir ortaya koyduğu.
Dikkat edilirse sedir örneğinde kullanıcı yoktu. Bu örnekte ise İdea’yı var eden
yok. Bu durumda üç sanat değil dört sanattan söz etmek gerekecek. Ve doğrusu
burada sanat sözcüğü “bilme”ye bağlı olarak işlemektedir. Bir şeyin ideasını
yapma sanatı, o ideanın varlığa dönüştürülmüş biçimini yapma sanatı, o şeyi
kullanma sanatı (eğer bir aygıt ise zira Platon bize aygıt dışında bir şeyi
örneklemez), ve benzetme sanatı.
Ve giderek tanrı, her şeyin özünün, aslının yaratıcısıdır. Oysa ressam ve şair;
bir şeyin aslını değil, taklidinin taklidini yapabilir, diyordu. Dizgin ve gem
örneği dikkate alındığında Platon, şeyler dünyasını eksik değerlendirmektedir.
Zira şeyler öncelikle doğal ve yapay şeyler olarak ele alınmalıydı. Böyle
bakıldığında en azından Platon’un örneği bağlamında sanatçının ya da, şairin
yaptığı, taklidin taklidi olmaktan kurtulur. Doğal bir şey resmedildiğinde,
şiirleştirildiğinde olsa olsa taklit olur, benzetme olur. Platon şiirden benzetmeyi
çıkardığına, çıkarmak istediğine göre geriye ‘şiir dili eksiltilmiş dil kalır’ (şiir
dili- benzetme). Böylece şiiri, gerçekliğin diline çevirmiş, şiir dilini yok etmiş
olur.
Ayna kuramı:
Platon, ayna kuramında, sanatçının yaptığının bir tıpkısını çıkarma, taklit
olduğunu söylerken, sanatçının, edebiyatçının (şairin) yaptığının bir aynalama
olduğunu söylerken, kullandığı ayna örneğinin de bir benzetme oluğunu
görmek gerek. Dolayısıyla pek çok örnekte bize kendi anlayışını aktarırken
sanatlı, imgesel bir dil kullandığı, başka bir deyişle sanatçıya, şaire öykündüğü
söylenebilir. Asıl önemlisi, aynayı “bütün işçilerin yaptığı ayrı ayrı şeylerin
hepsini yapan, yaman bir usta” olarak tanımlamasıdır. “Bu usta yalnız bütün ev
eşyasını yapmakla kalmaz, bütün bitkileri, bütün canlı varlıkları ve kendini de
yapar. Dahası var; yeri, göğü, Tanrıları, göklerde ve yerin altında, Hades’in
ülkesinde ne varsa hepsini o yapar”(6).
Platon sanatçının yaptığı iş ile aynanın yaptığı arasında bir ilinti kurarken eksik
bir benzetme kurmaktadır. Zira ayna fiziki olanı kendiliğinden yansıtırken,
ressam ya da şair, kendi anlatım yeteneğini, yapma becerisini kullanır, kendi
varlığından izler ekler yapıta. Ne ressamın yaptığı ne de şairin yaptığı aynanın
yaptığıyla bir tutulamaz. Kaldı ki aynanın bir şey yaptığından söz edilemez.
Onun varoluş nedenidir, biçimidir yansıtmak. Şairin, ressamın yaptığını
aynanın yaptığıyla buluşturmak, gerçekleştirilen resim ya da şiir edimlerini tek
bir olguya indirmek demek olur. Platon’un yaşam öyküsünde şiirde başarılı
örnekler verdiğinden söz ediliyor. Platon filozof olarak ortaya çıktığına göre,
şiiri yeğlememiş demektir. Oysa insan yapabildiğini sandığı işi yeğler ve
kendini başarılı saymasıyla orantılı olarak sürdürür. Akıllı hiç kimse başarısız
olduğu bir işi zor altında kalmadıkça sürdürmez. Diyeceğim Platon şiirde
başarılı olsaydı, şiiri bırakmazdı. Ya da isterseniz şöyle düşünelim: şiiri
reddeden bir şair!?
“Eski yeni şairlerden hangisi hangi hastaları iyi etmiştir Asklepios gibi?
Hangisi onun gibi hekimlikten anlayan çıraklar bırakmıştır arkasından? …
Sevgili Homeros… kendi işlerinde olsun, devlet işlerinde olsun, insanları hangi
kurumların daha iyi yapacağını kestirebilmişsen söylesene bize. Hangi devlet,
düzeninde yaptığı değişikliği sana borçludur? .. Hangi devlet seni iyi bir kanun
adamı sayar ve bir fayda görmüştür senden?”(17).
“Peki onun zamanında bir savaş olmuş da, bu savaş onun önderliği veya
öğütleriyle kazanılmış mı? … herhangi bir işte ustalığı görülmüş mü?
Zanaatlarda veya başka bir alanda akıllıca bir buluşu olmuş mu? …Birisini
adam etmiş mi ömründe? Ondan aldığı dersler için seven olmuş mu kendisini?
(18).
“Kimine göre tragedya şairleri bütün sanatları, insanların iyi ve kötü taraflarını,
hatta Tanrılarla ilgili her şeyi bilirlermiş; çünkü iyi bir şairin, ele aldığı konuları
iyi işleyebilmesi için ilk önce bunları bilmesi gerekirmiş … Bu şairlerin
yarattığı birer gölgedir olsa olsa, gerçek varlıklar değil … insan bir şeyin hem
kendini, hem de benzerini yapma gücünde olsa, benzer şeyler yapmakla uğraşır
mı var gücüyle? ... Benzettiği şeyleri gerçekten bilse benzetmekten çok
yaratmaya çalışırdı bence onları.. övgüsünü değil kendisini yapardı her
şeyin”(21).
Burada iki terimin altını çiziyorum: ‘gölge’ ve ‘övgü’. Şair iki benzetmede de
olumsuz. Nesnenin kendisi değil gölgesi oluyor ilkinde. İkincisindeyse
övülecek olan değil, övgü düzendir. Her ikisinde de birincil, yeğlenilir değil
Platon’a göre. Burada en azından Platon’un ruhsalı bakımından, ikincil olmaya
razı olmayan bir kimlik beliriyor.
İzlendiği gibi ona göre şair bir süslemecidir. Oysa o süslerin arkasındakini
görebilendir. Süslere kanmayandır. Platon, resim ve şiirin bir ayrıcalık
olduğunu, sürekli bir eğitim olduğunu göz ardı ediyor. Ressamı ve şairi bilme
sınavından da sınıfta bırakıyor. Onların bilgisini geçersizleştiriyor. Hatta onları
yaptığı şeyi bilmeyenler olarak değerlendirebiliyor.
Bu son yargıda ise şiiri başka bir ölçütte sınıyor. Şiir, ciddi bir iş değil. Şairler
ağır başlı kişiler değil ona göre. Ciddilikten uzak olduğuna göre şair doğası
başıboş, dağınık, günün, gülüncün peşindedir.
Platon mutlakçıdır:
Platon, her şeyi doğrunun, iyinin, yararlının merkezinden görür. Benzetmeci
sanat da ona göre, bilgi içermediği için sıfır bilgi olmakla kalmaz, bilgeliğe
karşı, öğrenmeye karşı olan yanımıza, tembelliğimize seslenir. Dayanaksız
olanın, geçici olanın, gerçek olamayanın peşindedir. Değersizdir. Bu
anlayışıyla Platon idealisttir. Yetkinlikçidir. Mutlakçıdır. İnsandan uzaktır.
“Her benzetmeci sanat doğrudan uzak kalır, bilgeliğe karşı koyan yanımızla
düşer kalkar, sağlam ve gerçek hiçbir şeyin ardına düşmez … Benzetme
değersizin değersizle çiftleşmesi olduğuna göre değersiz bir şey doğurabilir
ancak”(25).
1c. Platon’da akıl ve heyecan (logos ve patos):
Seçkinci ve akılcı platon:
İnsanın tutkuları ve heyecanlarıyla ilgilidir resim ve şiir. Şiir, heyecanlara
yöneliktir. İnsanın heyecansız, durgun olan akıl yanı resim ve şiirle ilgilenmez.
Halk kendisine aslı değil de benzeri sunulan şeyin aslını bilmez. Asıl olanı halk
değil ancak seçkinler, eğitimli filozoflar kavrayabilir.
“Tutku gibi, öfke gibi içimize hoş veya acı gelen ve ister istemez gündelik
hayatımıza giren duygular şiir benzetmesinin etkisi altında kalmaz mı?
Benzetme bu duyguları kurutacak yerde sulayıp besler, dizginlenmesi gereken
tutkulara içimizin dizginlerini verir”(27).
Şiir zararlıdır:
Şiirin iyilik ve doğruluğa hizmet ettiğini görmek bizi güçlendirir diyor Platon:
Aldanma karşısında insanın aklını: “sayan, ölçen, tartan” yanını karşıtlar. “bu
akıl gücümüz de bazen aynı şeyleri birbirinin tersi gibi görebilir… Aklımızın
ölçüye dayanmayan bir yanı var ki bu, ölçüye başvuran yanıyle bir
olamaz”(34).
“İşin zevkinde olan benzetmeci şiir tutar da bize düzenli bir devlet içinde yeri
olduğunu ispat ederse kapılarımızı seve seve açarız ona. Şiirin ne hoş şey
olduğunu sen de bilirsin … şiir kendini haklı gösterebilirse bir kazanç olur
bizim için”(36).
“Tanrıları ve iyi insanları öven şiirler”e izin verilmesi, sorunu ister istemez
şiirin neliğinden çıkarır, şiirin konusuna getirir. Böyle olduğunda şiirin
heyecanlara seslenmesi, duyguları azdırması sorun olmaktan çıkar. Şiirin ne
yaptığına, yanlış olarak söz konusu ettiği yarar ölçütü de gözetilmez. Platon’un
istediği devlet anlayışıyla uyuşmuş, Platon’a, Platon’un tanrılarına, iyi
insanlarına (kahramanlarına) hizmet eden, boyun eğen, onları benimseyen
şairler hoş geldi safa geldi Platon için. Boyunduruğa alınmış bir şiirden yana
olanın demokratlığından, hoş görüsünden söz edilebilir mi?
Dil söz konusu olunca bir kavramla ilgili genel ve özel kullanımlar devrededir.
Kavramlarla ilgili iki konudan söz edilebilir: bir kavramı analitik ve sentetik
olarak görmek ve bir kavramın bağımsızlaşması ya da bölünmesi konusu.
Sorun etmeye çalıştığım konu şu: tek tanrılı dinlerde tanrı kavramı nasıl
oluşmuştur? Her hangi bir dine bağlı dinsel ya da düşünsel açıklamalarda
model olarak tertemiz kaynak ve sonradan bu kaynağın kirletilmişliği vardır.
Dolayısıyla kurulmaya çalışılan ütopya, kaynağa dönüş ütopyasıdır. İlk
biçim(ler) idealleştirilir. Burada ruhsal açıdan (zihin de dahil) öznel özlem
(nostalji) kavramı işletilebilir. Ve insanın farklı alan ve olgulardaki tutumu
belki bir ruhsal çözümlemeyle olgular arası koşutluklar, benzeştirmeler
işletilerek ana karnına dönüş özlemine bağlanabilir. Giderek de öznenin güven
duygusu sorununa. En tehlikeli insan da kendini, güven alanına, başka deyişle
kendi kutsalına, kendi benine saldırılmış hisseden insandır. (Eric Fromm da
“Yıkıcılığın Kökenleri”nde, “Kendini Savunan İnsan”da benzer şeyler mi
söylüyor?)
Platon’da Metafizik:
Platon, “Devlet” adlı kitabında tanrıdan, ruhtan, Hades’ten, ödüllendirme ve
cezalandırmadan, öte yaşamdan, söz eder. Bunların tümü daha önceki
toplumlardan edinilmiş metafizik anlatım geleneğine bağlı bilgilerdir.
Platon’da Din:
Platon’da din sistemi, “site” yararına düzenin kurulması, sürdürülmesi için
aklın ve etik (Platon’un öngördüğü etik) olanın araçlığında status quo’nun,
Tanrı/kral yönetimimin sürdürülmesine hizmet eden davranışlar bütünüdür.
Yönetilenler sorgusuz bu düzene uymak durumunda olan uyruklardır. Akla ve
öngörülen etiğe uymayanlar her türlü cezayı hak edenlerdir.
Platon’da Tanrı:
Platon, Sokrates rolünün sesine sığınarak ideaları yapan bir tanrıdan söz eder.
Doğrusu bu, bugünün okuruna tanrıyla ilgili kendi kavramsalını işletme olanağı
verir. Ancak ayni metinde “Zeus için”, “Zeus’un başı için” kullanımları bizi
kendimize getirir. Platon, çok tanrılı bir inanış ortamının filozofudur. Onun
kavramsal evreni, çağdaş insanın kavramsallarıyla birebir çakışım içinde
değildir. Her ne kadar tek tanrılı dinler Platon’la sıkı biçimde ilintilendirilseler
de aralarında kavramsal farklılıklar vardır.
Platon’da Ruh:
Platon için hayvan ve insan, beden ve ruh olarak ayrımlanır (Bu bakış, tek
tanrılı dinlerin tümü tarafından sürdürülmüştür). İnsan ruhu sonsuzdur(40). O,
insan ruhunun sonsuz olduğunu benimsetmek için şöyle bir mantık izler.
Varlıkları sonlu kılan şey, onların hastalanmasına, giderek yok olmasına,
ölümüne yol açan kendi bedenselinin açmazlarıdır. Bunlar bedeni içten ve
dıştan etkileyen etmenlerdir. Ancak dış etmenin etkili olabilmesi için içte bir
yıkıma yol açması gerekir. İçten ve dıştan bir yıkıma yol açılamıyorsa
ölümsüzlük, sonsuzluk söz konusudur. “Ölümsüz olan, içinde kendisini
bozacak, dağıtıp, yok edebilecek hiçbir kötülüğün, illetin, ölçüsüzlüğün,
gevşekliğin, bilgisizliğin var olmaması, tutunamaması demektir”(41). “Bir şeyi
ne kendine özgü, ne de kendine yabancı hiçbir kötülük öldüremezse o hep var
kalacak demektir”(42). Bedenin böyle bir niteliği olmadığına göre beden sonlu
olandır. “Her varlığı yok eden içindeki kötülük, tabiatın ona kattığı illettir”(43).
Bu durumda insanın sonsuz olma şansı ancak ve ancak ruh ile olanaklı olabilir,
olabilirse. Genel olarak beden için olduğu gibi ruh için de “Dağıtan, yıkan
kötü; sağlamlaştıran da iyidir”(44). Böylece beden/ruh ikilisi yanı sıra iyi/kötü
ikilisi de kurulmuş oldu.
Burada yine ayni konuyu didikleyeceğim. Ruh ve aslı söz konusu edildiğine
göre ruhun bir de asıl olmayanı var demektir. Ruhun aslının ve asıl olmayanın
(belki görüntüsünün) neliği konusunda bilgi vermiyor Platon. Sıçrayıveriyor.
Sanki bize iyilik ve kötülük konusunda, doğruluk ve eğrilik konusunda yeterli
bilgi vermiş gibi. Evet bize öğütlediği şunlardı: devlete güven, düzenden yana
ol, tanrıların gözüne gir –burada tekrar tekrar kimilerinin ileri sürdüğü gibi tek
bir tanrının söz konusu olmadığının altı çiziyorum-, dürüst ilişkiler. Ve tek
tanrılı dinlerin felsefesi ile Platon felsefesi karşılaştırılmalı.
“Ruhlar gelir gelmez Lakhesis’in önüne çıkmışlar…Önce bir rahip onları sıraya
dizmiş … sonra Lakhesis’in dizlerinden kura sayılarını ve hayat örneklerini
almış, yüksek bir kürsüye çıkıp bağırmış: Kader’in kızı bakire Lakhesis’in
buyruğunu dinleyin; değişken ruhlar! Yeniden ölümlü bir hayata doğacaksınız..
kader perinizi siz kendiniz seçeceksiniz ... kader perinizi siz kendiniz
seçeceksiniz … İyiliğe gelince onun sahibi yoktur; kim iyiliğe ne kadar verirse,
o kadar iyilikten payı olur. Herkes seçtiği hayattan kendi sorumludur”(57).
Platon dualisttir
Platon mutlakçıdır
Platon her şeyi iyilik ve doğruluk olarak görür
Platon metafizikçidir
Platon kralcı ve tanrıcıdır
Platon özgürlük ve hoş görü karşıtıdır
Platon akılcıdır, duyguların dizginlenmesinden yanadır…
Platon’a karşı şunları söyleyeceğim: şiir, bir dil olarak aracıdan başka bir şey
değildir. Bir at gibi binicisine boyun eğer, ne denli vahşi olursa olsun. Bu
yüzden düşünsel kiplerden hiçbiri şiiri şiirlikten çıkarmaz. Şiirin seçiminde
alıcı beğenisi önemlidir. Evet, şiir; dogmatik düşünce ile de yazılabilir. Ama
gerçek şair; toplumsal etkiden kurtulma bilincinde olamasa da, kimliğinin
derinlerinde de olsa aykırılığın, uyuşmazlığın heyecanını duyar.
2.
DİN VE ŞİİR
Konu din ve şiir olunca, çeşitli yaklaşımlar söz konusu olabilir. Dini
metinlerde, ilk önce dinin kaynağı sayılan metinlerde şiir kavramına ya da bu
metinlerdeki şiirselliğe bakılabilir. Bu, her iki alanın kullandığı dilsel araçların
karşılaştırılmasıyla gerçekleştirilebilir. Kaynak bakımından, öznelerin duruşu
bakımından din şiir ilişkisi ele alınabilir. Şiir ve din etkisi, etkileme gücü
bakımdan incelenebilir.
DİNDE ŞİİR:
Her ne kadar böyle bir başlık çeşitli dinlerin şiire bakışını konu almayı
gerektirse de burada konuyu İslam diniyle sınırlandıracağımı en başta
belirtmiştim.
İSLAMDA ŞİİR:
İslam dininin temel kaynakları Kur’an ve hadislerdir. Bu nedenle bu
kaynaklarla yetinilecektir.
Kur’anda şiir:
Konuyla ilgili ilk bakılması gereken kaynak da Kur’andır. Şiir konusu
Kur’anda iki ayette geçer. Bu ayetlerde, şiire ve şairlere karşı olumlu bir ifade
yoktur. Birincisinde şairlere uyulmaması, onların sözlerine kulak asılmaması
öğütlenmektedir. İkincisinde Kur’anın şiir değil, bir öğüt, bir Kur’an olduğu
vurgulanmaktadır:
“Şairlere ise, haddi aşan azgınlar uyarlar. Görmez misin ki onlar, her vadide
şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. Ancak iman edip
salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini
alanlar başka. Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir”(59).
Hasan Basri Çantay, bu ayetler dışında “Şairler”(Şuara) suresinin Mekke’de,
bu ayetlerin ise Medine’de indiğini söyler. Ne var ki ayetlerin kesin olarak
tarihi belli değildir. Ve Çantay son ayetle müslüman şairlerin amaçlandığını
belirtir.
Bir metnin anlamının, hem kendi metin bağlamında, hem tarihi bağlamı içinde
değerlendirilmesi gerektiğinini unutmadan, herhangi bir yoruma gitmeden,
sadece “şairler“ ve “apaçık” sözcüklerinin altını çizmek ve bir de Kur’anın
yalnızca belli bir döneme seslenmediğini hatırlatmak isterim.
Hadislerde şiir:
İslam dünyası, hadis konusunda hicri üçüncü yüzyılda (miladi 9. yüzyıl) altı
hadisçinin derlemiş oldukları hadis kitaplarını doğru, güvenilebilir (‘sahih’)
saymaktadır. Bunlar; Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn-
Mace’nin kitaplarıdır. Şiir konusunda da bu kitaplara başvurulmalıdır. Kur’an
ve hadislerde şiir ancak dine hizmet etmesi halinde kabul edilmektedir. Tıpkı
Platon’da olduğu gibi.
Şiire karşı:
Öncelikle olumsuz değerlendirmeleri sıralayalım:
“Şiir haramdır”(63).
"Resulullah buyurdular ki: ‘Sizden birinin içine onu bozacak irin dolması, şiir
dolmasından hayırlıdır"(64).
"Resulullah yürümekte iken karşısına şiir inşad eden (söyleyen), bir şâir çıktı.
Efendimiz: "Şeytanı tutun" veya "Şeytanı yakalayın" diye emretti”(65).
Şiirden yana:
Bu, şiire karşı olumsuz bakış Kur’andaki yargı ve değerlendirme ifadeleriyle
uyuşmaktadır. Büyük bir olasılıkla bu yaklaşımın, en az 13 mart 628 tarihli
Hudeybiye antlaşmasından bir yıl sonrasına (02 Mart 629) kadar sürdüğü
anlaşılıyor. Zira bu antlaşma ile müslümanların bir yıl sonra Kâbe’yi
ziyaretlerine izin veriliyordu. Aşağıdaki hadiste Ömer’in umre ziyareti (en
erken tarih bu anlaşmadan sonraki ilk Kâbe ziyareti (olabilir) sırasında
Kureyşlilere meydan okuyan, korku salmaya çalışan bir şiirin okunmasına bile
tepki vermesi, onun, şiirin hoş görülmemesi, yasaklanması konusundaki
bilgisini, buna inanmışlığını açığa vurmaktadır:
Bunu gören Hz. Ömer: ‘Ey İbnu Ravâha! Sen Resülullah'ın önünde ve Allah'ın
Harem bölgesinde şiir mi okuyorsun?’ dedi. Ancak Resulullah: ‘Ey Ömer bırak
onu. Onun şiirleri, Mekkeli kâfirlere okdan daha çabuk tesir eder!’ diyerek
müdahale etti"(66).
Şiir okuma:
Hz. Aişe, kendisinden, Resûlullah‘ın şiir okuyup okuadığı sorulduğunda şu
yanıtı verir: "Evet, İbnu Ravâha'nın şiirini terennüm eder ve şu mısraı okurdu:
"Kendisine azık vermediğin kimseler sana haber getirecek"(68).
Şiir dinleme:
"Ben, Resulullah’la yüz defadan fazla birlikte oturdum. Ashâbı ona şiirler
okuyor, cahiliye devriyle ilgili hadiseleri zikrediyorlardı. Resulullah da
sâkitâne (sessizce) onları dinlerdi. Bazan (anlatılanlara) onlarla birlikte
tebessüm buyurduğu olurdu"(69).
"Bir gün ben Resülullah'ın bineğinin arkasına binmiştim. Bir ara bana:
‘Hafızanda Ümeyye İbnu Ebi's-Salt'ın şiirinden birşeyler var mı?’ diye sordu.
Ben: ‘Evet!’ deyince: ‘Söyle!’ dedi. Ben kendisine bir beyt okudum. O yine:
‘Devam et!’ dedi. Ben bir beyt daha okudum. O yine, ‘Söyle!’ diye emretti.
Böylece kendisine yüz beyit okudum"(70).
"Resulullah'a bir bedevî geldi. (Dikkat çekici bir üslubla) konuşmaya başladı.
Efendimiz (a.v.): ‘Şurası muhakkak ki beyanda [belagat: söz söyleme sanatı]
sihir vardır, şurası da muhakkak ki şiirde de hikmetler vardır’ buyurdu"(72).
“Şiir de söz cümlesindendir. İyisi iyi bir söz gibi güzel, kötüsü de kötü bir söz
gibi çirkindir”(73).
"Resülullah buyurdular ki: "Bir şâirin söylediği en doğru söz Lebîd'in söylediği
şu sözdür: "Haberiniz olsun, Allah'tan başka her şey bâtıldır. Ümeyye İbnu
Ebi's-Salt müslüman olayazdı"(74)
Notlar:
(1) (http://www.wsu.edu/~dee/GREECE/SOCRATES.HTM).
(2) Platon; Devlet; çeviri: Sabahattin Eyüboğlu-M.Ali Cimcoz; Remzi
Kitabevi; 1995; (s: 8).
((3) Ak, (s: 8), (4) Ak; (s: 9), (5) Ak; (madde: 601d), (6) Ak; (596c), (7) Ak;
(595c), (8) Ak; (600e-601a), (9) Ak; (595a), (10) Ak; (595b), (11) Ak; (598a),
(12) Ak; (598b), (13) Ak; (602c-d), (14) Ak; (603c-d), (15) Ak; (601b), (16)
Ak; (602c), (17) Ak; (599c-e), (18) Ak; (600a-c), (19) Ak; (600d), (20) Ak; (s:
14), (21) Ak; (598e-599a), (22) Ak; (601a-b), (23) Ak; (602a), (24) Ak; (602b),
(25) Ak; (603b), (26) Ak; (604e), (27) Ak; (606d), (28) Ak; (605a-c), (29) Ak;
(608a), (30) Ak; (605c-e), (31) Ak; (606a), (32) Ak; (606c), (33) Ak; (605e)
(34) Ak; (602e-603a), (35) Ak; (607b), (36) Ak; (607c-d), (37) Ak; (607a), (38)
Ak; (607b-c), (39) Ak; (597d), (40) Ak; (608d), (41) Ak; (609c-d), (42) Ak;
(611a), (43) (609b), (44) Ak; (608d), (45) Ak; (611d-e ve 612a), (46) Ak;
(612b), (47) Ak; (612e), (48) Ak; (613a), (49) Ak; (613a), (50) Ak, (613c), (51)
Ak; (613d), (52) Ak; (618e), (53) Ak; (619a-b), (54) Ak; (621c-d), (55) Ak;
(618b), (56) Ak; (614c-d), (57) Ak; (617d-e), (58) Ak; (614a),
(59) Diyanet İşleri Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali; Şuara Suresi, (224-227.
ayetler)
(60) http://www.iskenderpasa.com/1063C36C-1ABB-4D98-82B3-
6BC894E76453.aspx
(61) Diyanet İşleri; Kur’an-I Kerim ve Türkçe Meali; Yasin Suresi, (69. ayet)
(http://www.diyanet.gov.tr/Kuran/ayet.asp?Kuran)
(62) Mehmet Meçin-Büşra Arslan; İslam ve şiir;
http://www.yukselenkocaeli.com/yazarlar/mehmet-mekin-mecin-/islam-ve-
siir.html
(63) Aktaran hadis kitapları: Müslim: 2255, 2259, İbni Mace: 3755, Ebu
Davud: 5009, Tirmizi: 3008)
(64) Rivayet eden: Ebu Hüreyre; Hadis kitapları: Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud,
Tirmizî.
(65) Aktaran: El-Hudri; Derleyen: Müslim
(66) Aktaran: Hz. Enes. Derleyen hadis kitapları: Buhari, Müslim)
(67) Aktaran: Hz. Enes. Derleyenler: Buhârî, Müslim
(68) Aktaran:. Hadis kitabı: Tirmizî
(69) Aktaran: Câbir İbnu Semure. Derleyen: Tirmizî.
(70) Aktaran: Amr İbnu'ş-Şerrîd. Derleyen: Müslim
(71) Aktaran: Übey İbnu Ka'b. Derleyenler: Buhârî, Ebu Dâvud, Tirmizî, İbnu
Mâce.
(72) Aktaran: İbnu Abbâs. Derleyenler: Ebü Dâvud,
(73) Aktaran: Hz Ayşe’den, İbn-i Amr ve Ebu Ya’la. Derleyen: Buhari.
(74) Aktaran: Ebu Hüreyre. Derleyen: Buhârî, Müslim, Tirmizî)
(75) Rivayet eden: Hz. Aişe. Hadis kitapları: Buhârî, Ebü Dâvud, Tirmizî)
(76) Aktaran: Heysem İbnu Ebî Sinan. Derleyen: Buharî)
(77) Aktaran: Hz. Âişe. Derleyen: Müslim).
(78) Aktaran: Hz. Berâ. Derleyenler: Buhârî, Müslim).
(79) Aktaran: Hz. Aişe. Derleyen: Buhârî, Müslim. Müslim'in bir rivayetinde
şu da vardır: "(Hassân) dedi ki: "Şerefin en yükseği Âl-i Hâşim'den Bintu
Mahzumoğullarındandır. Senin baban ise köledir".
(80) Aktaran: Hz. Aişe. Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 487
*
Şiir ve İslam konusunda http://www.iskenderpasa.com/1063C36C-1ABB-
4D98-82B3-6BC894E76453.aspx adresinde şu bilgiler vardır:
1. “İslâm’ın zuhuru sıralarında Araplar arasında güzel söz ve şiir çok revaçta
idi. Onun son derece büyük bir propaganda gücü ve tesiri vardı. Şair ve
hatipler, muhitlerinden derin bir ilgi ve hürmet görmekteydiler. Yarımadanın
muhtelif yerlerinde kurulan panayırlara onlar da iştirak ederler ve büyük bir
dinleyici kitlesi bulurlardı. Cahiliye devrinde bazı kasidelerin altın ile yazılarak
Kâbe-i Şerîf’in duvarlarına asıldığı rivayet olunur ki bunlar el-Mu’allakatu’s-
seb’a diye meşhurdu”.
2. “Hz. Peygamber (as.), İslâm’ı her hususta olduğu gibi bu fena niyetli
şairlerden de korumak için ashabı şiire teşvik etmiştir. Müşriklerin hicivlerine
ve menfî şiirlerine nezih bir edâ taşımak, nesebe tecavüz etmemek kaydıyla
aynı ölçüde cevaplar verilmesi emredilmekteydi. Bu konuda hizmet görenlerin
en önde gelenleri ensardan Ka’b b. Mâlik, Abdullah b. Revâhâ ve Hazreç
kabilesinden meşhur Hassan b. Sâbit radıyallâhu anhüm idi. Kasidesi
muallâkalar arasında yer alan cahiliye şairi Zuheyr’in, yine şair olan oğlu Ka’b
radıyallâhu anh da Peygamberimiz’in (as.) emrinde bulunmaktaydı ki Onun,
Peygamber’i (as.) medih vadisinde söylediği ve “Bânet Su’âdu” diye başlayan
kasidesi, İslâm âleminde Kasîde-i Bürde diye nam almıştır”.
3. Mufassal tefsir kitaplarından çıkardığımız mâlumata göre İslâm nazarında,
Allahu Teâlâ’yı zikir, tevhid, O’na hamd u senâ, Hz. Peygamber’i, ashabını,
salih kişileri medih, taat ve ibadete, zühd ü takvaya teşvik, va’z u nasihat, güzel
huy ve edepleri neşir, hakîmâne ve güzel fikirleri beyan, müslümanları ve
İslâm’ı savunma vadisinde yazılan şiirler makbuldür. İslâm nazarında merdut
olan şiirler ise hiciv, ırz ve namusa tecavüz, nesebe ta’n, haram olan kadın,
içki, kumar, gibi şeyleri zikir, âşıkâne gazel boş ve mânasız mevzular, hakikati
ters gösterme, layık olmayanı medih, işine gelmeyeni zem ve insanlara ezâ
vadisinde söylenmiş olanlardır.