You are on page 1of 11

GÖSTERGENİN NEDENLİLİĞİ/NEDENSİZLİĞİ

Mustafa Durak

F. de Saussure için göstergenin iki temel ilkesinden biri göstergenin


‘nedensizlik’idir (öbürü de gösterenin ‘çizgisellik’idir). Saussure konuyu
kendisinin tasarladığı gösterge kavramı üzerinden yürütür. Ancak konu felsefede
adlandırılan şey ile adı arasındaki ilişki olarak düşünülmüştür. Bu yüzden
Saussure’ün gösterge kavramını sorgulamadan, doğrusu konuyu deşelemeden,
ad ve işaret ettiği şey arasındaki ilinti olarak anlamak daha doğru olacaktır.
Nedensizlik, ad ile adın işaret ettiği şey arasındaki bağın her hangi akılcı bir
nedene dayanmaması ilkesidir. Yani "sandalye" dış gerçeklik nesnesi ile "s a n
d a l y e" sözcüğünü oluşturan ses-birimlerinin, ne de bu ses-birimler
toplamının her hangi bir iç bağıntısı (aralarında doğrudan bir ilişki) olamaz.
Saussure, her dilde ayni nesne için farklı sözcüklerin kullanılıyor olmasını bu
ilkeye kanıt olarak görmektedir (1).

Saussure, bu ilkeye iki itiraz olabileceğini söyler ve onları yanıtlar :


1) Yankı sözcüklerinden yola çıkarak gösterenin seçilmesinin nedenli
olabileceği savunulabilir. Ama onlar bir dilsel dizgenin örgensel ögeleri
değildirler. Zaten sayıları da çok sınırlıdır. fouet (=kırbaç) ve glas (=yas çanı)
sözcükleri bazılarına bir ötümlülüğü (sonorité) telkin edebilir, ama bu
sözcüklerin kökenine baktığımızda ‘fouet’nin latince ‘fagus’ (=gürgen)’den,
‘glas’ın latince ‘classicum’ (=boru sesi)’nden geldikleri görülür. Bu sözcüklerin
bugünkü seslerinin niteliği ya da daha çok bu seslere verilmeye çalışılan nitelik,
sesel evrimin kendiliğinden, raslantısal bir sonucudur.

2)Yansı sözcüklere gelince (glu glu, tik tak), bunlar çok az sayıda oldukları gibi,
bazı gürültülerin yarı uzlaşımsal ve yaklaşık-öykünme olduklarına göre bunların
seçimi de zaten bir ölçüde nedensizdir. Fransızcada ‘uaua’ sesi veren yansı
sözcük almancada ŞauŞaudur. Bundan başka, bir kez dile girince, bu sözcükler
ses-bilgisel, biçim-bilgisisel vb evrime uğrarlar. Örneğin fransızcada güvercin
anlamına gelen pigeon halk latincesineki bir yansı sözcük olan ‘pipio’dan
gelmektedir. Açıkça görülüyor ki bu sözcükler ilk niteliklerinden bir şeyler
yitirmişlerdir. Ünlemler için de benzer şeyler söylenebilir. Ancak bunlar
arasındaki çeşitliliği görmek için dillere bakmak yeter: fransızcadaki “ay!”
almancada “au!” olur (2).

İkinci dereceden nedenlilik:


Saussure'ün CLG (“Genel Dil-bilim Dersleri”)inde, mutlak nedensizlik yanısıra
göreli nedensizlik için ayrı bir alt-bölüm yer almaktadır. Saussure için
göstergelerin yalnızca bir bölümü mutlak olarak nedensizdir. Öbürlerinde (göreli
nedenlilerde) yine bu nedensizliliği ortadan kaldırmadan nedenlilik konusunda
derecelendirmeler yapılabilir. Örneğin "on" sayı sözcüğü nedensizdir,"bir” de
nedensizdir ama "on-bir" dediğimizde 10+1 yani sonuçta ortaya çıkan ‘11’
sayısı bir nedene dayanmaktadır (her ne kadar "on" sayısının kendisi, nedensiz
olsa da). Böylece "on" ile "on-bir" arasında nedenlilik kertelemesi vardır.
Birinci dereceden ‘nedensizlik’ ve ikinci dereceden ‘göreli nedenlilik’. "On" ve
"bir " kendileri ayrı ayrı nedensiz iken bir araya gelerek göreli bir nedenlilik
oluşturmuşlardır. Ancak ikinci dereceden nedenliliklerde her zaman yeni ögeyi
oluşturan birimlerin toplamı bu birimi anlam olarak vermez. Zira "göz" ile
"gözlük" arasında da böyle bir ilişki vardır. Ama "gözlük" , "göz" ve "lük"
toplamı değildir: Gözlük # göz + lük

İkinci nedenliliklerde, yapıcı ögeler söz konusu olabildiği gibi, artık köke iyice
kaynaşmış görünen, ayrılmaları ancak art-zamanlı çözümlemelere bağlı ekler de
olabilir. Saussure için ikinci dereceden nedenlilik;
1) belirli bir terimin çözümünü, dolayısıyla söz-dizimsel bir ilişkiyi,
2) bir ya da daha fazla başka ögeye başvurmayı, dolayısıyla çağrışımsal bir
ilişkiyi içerir.

Saussure, birimleri değerler olarak, bir dizgenin ögeleri olarak ve zıtlıkları


içinde ele almıştır. Bu yüzden de ögeleri birbirine bağlayan dayanışmalara
(çağrışımsal ve söz-dizimsel düzenlere) dikkat etmiştir. Nedensizliği
sınırlandıran da bunlardır. On-dokuz, on-sekiz ile çağrışımsal olarak
dayanışmadadır; söz-dizimsel olarak da "on" ve "dokuz" ile dayanışmadadır.
On-dokuz birimi, değerinin bir bölümünü bu çifte ilişkiden alır (3). Bu ikili ilişki
aslında dizisel ve dizimsel ilişkidir (4).

Saussure için, dil dizgesi göstergenin nedensizliğine dayanır. Dil mekanizması


tümden akla dayansaydı, o bizzat kendinde incelenebilecekti. Ama doğal olarak
karmaşık bir dizgenin, bir parçacık düzeltiminden başka bir şey olmadığından,
bu mekanizma nedensizliğin bir sınırlandırılması olarak incelenirken bizzat dilin
kendi doğasının kabul ettirdiği bakış açısı benimsenir (5).

Nedensizliğin en yüksek olduğu diller sözcüksel; en düşük olduğu diller de


dilbilgiseldir. Çince -ültra-sözcüksel, hint-avrupa ve sanskritçe ültra-dilbilgisel
örneklerdir. Bir dilin içersinde nedenliden nedensize sürekli bir geçiş, tüm evrim
hareketini işaret edebilir (6).

Yukarıda da söylediğim gibi bu, dil konusunda düşünenleri çağlar boyunca


uğraştırmış, tartıştırmış bir konudur: nesne ve adı. Bir adın nesnesiyle ilişkisi
nedir? Adın fiziksel seslendirilişi ile nesne arasında doğrudan ya da dolaylı bir
ilişki söz konusu mudur? "Nedensizlik" kavramı aslında dil-bilim çalışmalarını
bazı açıklanması güç, varsayımlardan kurtarma çabası olarak da görülebilir.
Ancak yine de böylesine bir kestirip atmayla işin içinden çıkılması hem olası
değil, hem de bazı dil gerçeklerini gözardı etmeyi, görmezden gelmeyi
getirmektedir. Dinsel inanışa göre sözcükleme insana Tanrı tarafından
verilmiştir. Kur'an'da "Ve Allah Adem'e adları öğretti", Kitab-ı Mukaddes'te de
"nesneler bu adları taşıyordu, zira ilk insan, Tanrının verdiği görev ve yetki ile
onları öyle adlandırmıştı" (Musa'nın birinci Kitabı, bab 2 19-20). Daha sonra
dillerin çeşitlenmesi yani ayni gönderilenli bir sözcüğün farklı biçimlerle
kullanılması ‘Babil Kulesi Kuramı’yla açıklanıyordu.

Hint dilbilgiciler, biçimle dil arasında doğal bir bağın varlığını savunmuşlardır.
Yunanlılarda "nomos"/"physis" terimlerinin odak noktası olduğu bir tartışmaya
tanık oluyoruz. Nomos; yazılı olmayan, yaşanan gelenek ve göreneğe dayanan
kurallar, yani kendiliğinden bir anlaşmadır. Physis; sözcüklerin, adlandırmaların
nesnelerin doğasıyla, özüyle bağlantılı oluşudur.

Herakleitos için dünya "zıt yönlü gerilimlerden oluşan bir örgüydü ve bu


gerilimler, çakışmaları sırasında nesneleri meydana getiriyorlardı" (7). Ve
Herakleitos, sözcüklerdeki seslerin, adlandırılan nesneleri doğrudan doğruya
gösterdiğini ileri sürüyordu. Sözcüklerin özünü akış, hareket olarak belirliyordu.
"Hareketlerle en eski kelimelerin sesleri arasında, tabiattan kaynaklanan bir
ilişki bulunmaktadır" (8). Bu sözcüklerdeki /r/ ve /i/ sesbirimleri onun için bir
kanıttı.

Nesne ile adı arasında doğrudan bir ilişki kurma özellikle büyü olayında,
söylencelerde görülebilmektedir. Sesler (, adlandırmalar) giderek dil, gizli
güçlerle iletişime girmede kullanılan bir araç olarak da görülmüştür. "Bu
yüzden, ibadetlerde her ses, her vurgu önem taşır; çünkü yanlış bir vurgunun,
bir nesnenin mahiyetini tam tersine çevirmesi mümkündür" (9). Bu düşünceye
karşı çıkanlar, insanların farklı diller kullandıklarını bu yüzden de nesnenin özü
ile sözcüğün özü arasında bir ilişkiden söz edilemeyeceğini, edilebilse bile
bunun dillerden ancak birinde varolması gerekeceğini ileri sürerek, böyle bir
durumda da dillerden birinin öbürlerine göre kaynak dil, ve/ya kutsal dil
olacağını, oysa her dilde mantık dışı ne kadar çok olgu olduğunu, yani dillerin
mantığı ile genel mantığın buluşamadığını söylemişlerdir. Sofistler, her şeyi
mantıkla düşünme "logos" ile çözmeye kalkışmışlar, her türlü benimsenmiş
değeri akıl süzgecinden geçirmeye çalışmışlardır. Böylece sonuçta kuralların
genel bağlayıcılığına karşı çıkmış oluyorlardı. Platon sorunu adların doğruluğu
olarak ele alıyordu (bak: Kratylos).

Walter Porzig, nomos ve physis arasında bir uzlaşmaya giderken yine de


önceliği physis'e verir. Onun için ad ile nesne arasında sesel öykünme, sese
aktarma, sesli davranış (jest) ve ses simgeselliği söz konusudur.
Sesel öykünme: Sesler dünyasını öykünerek dilin seslerine dönüştürebiliriz.
Örneğin, guguk kuşu, almancası "Kuckuck" [kukkuk], yunancada "kokkux".
Ancak ses dünyasının dilsel sese yansıması, tam bir birebirlik sunmaz. Bu
farklılık seslendiren kişi ya da toplumların algılama biçimlerinin farklılığından
ileri gelir. "horoz Almanya'da kikeriki, Fransa'da cocorico, İngiltere' de cock-a-
doodle-do, [Türkiye'de üüürüüüüü] diye öter" (10). Ancak burada Porzig'in
algılama farklılığına şunu eklemek gerekmekte: bu algılama yalnızca kişisel
algılama özelliklerinden değil, belki çıkıştaki (bunu ilk kullanandaki) farklı
işitmekten ve/ya kullandığı dilin ses dizgesinin dayatması sonucu oluşan
algılamadan ileri gelmekte, ve giderek toplumsallaşmaktadır. "Genel olarak dile
saf bir ses taklidi sokulmakta, bu ses taklidi dilin biçim örgüsüne
yerleştirilmekte, kelime haline girmiş olmaktadır" (11). Hint-Avrupa dil
ailesinde "taş"; "sivri", "keskin" anlamlarıyla yaygın olan bir kelime ailesinin
temelini oluşturan ak kökünün, muhtemelen taşların yontulup düzeltilerek alet
haline sokuluşu sırasında çıkan sesin taklidi olduğu da söylenebilir. Bu konuda
Porzig bir aykırılığa dikkat çeker: hiç bir dilde sözcükler ses açısından
değişmeden kalamaz oysa doğal sesler ayni kalırlar (12).

Sese aktarma: Doğal dünyayı yalnızca ses olarak algılamaz insan, öbür
duyumları da devrededir. Ancak insan bu duyumları birbirine aktarma eğilimi
gösterir. Bu nedenle sesleri görmekten, renkleri işitmekten söz edilir. İşte
insanın dış dünya ile ilgili duyumlarını sese aktarması da söz konusu olabilir.

Sanırım bazı kokular da duyulmaz görülür


Gördüm ben
Sonra annemi bir kokuda gördüm iyice
Seniha teyzemi de
Çok ağır bir kokudan gelmiş oluyor teyzem
Muhassen'den döndüğü zaman
O evden
İşaret parmağına benziyor bazı kokular
Edip Cansever

Sesli davranışlar: Porzig; insanların, heyecanlarına dayalı bedensel


davranışlar ürettiğini, ve bu üretim sırasında bedenin hareketli olduğunu ve
seslerin bu hareketlere eşlik ettiğini söyler: "Bir jest ya bir şeye işaret eder, onu
gösterir (mesela uzatılmış bir işaret parmağı), ya da bir şeyi temsil eder (mesela
tehdit anlamında sıkılmış bir yumruk) (..) temsili jestle insan adeta bir şeyi
vücutça ele geçirdiğini anlatmaya çalışır (..) Dudaklar ve dil gibi konuşma
organları da jestte yardımcı olurlar. Fakat konuşma organlarının jestleri sesli
olabilir" (13). Bu yaklaşım, en azından bazı sözcüklerin davranıştan doğduğunu,
davranışa bağlı çıkartılmak istenen sesler yardımıyla oluştuğunu ileri sürer: "Bir
çocuğun "yemek yemek" ve yemeğin kendisi için mama demesi [almancası da
mama], çiğneme hareketinin ses haline gelişinden başka bir şey değildir. Yalın
olarak ya da ikilenerek dünyanın pek çok dillerinde "anne"yi ifade eden ma
hecesinin, aslında (meme) emme hareketinin sese dönüşmesi olduğu, haklı
olarak düşünülmüştür" (14). Dış dünyadaki "kaynama ve akma hareketlerinin
/l/, /r/, /s/ sesleriyle yani dilin kayma hareketleriyle" aktarıldığını ifade eder
Porzig (15).

Ses simgeselliği: Her dilde bir takım sözcüklerin sesel göstereni, gösterilenle
uyum içindedir. İşte bir bakıma gösterilenin öykünmeyle ya da raslantısal olarak
bir özelliğinin temsil edilerek gösterenleştirilmesine ses simgeselliği adını
vermektedir Porzig. Verdiği almanca örneklerden bir kaçı: spitz (=sivri, keskin);
Witz (=zeka, espri); fix (=tez, çabuk). Walter Porzig, nesne ile ses uyuşumu
konusuna çok ilginç bir kanıt getirir: ses ile nesne arasındaki uyuşum ve
bakışımın ayırdında olan şair, bu olguyu kendi sesel deneyimiyle şiirinde işlerse
ortaya lyrique bir yapıt çıkar. Lirik de dil kadar eski bir olgudur (16). Ancak
"kullandığımız kelimelerin en büyük kısmında, onların ses yapılarının,
kastedilen olgu ile herhangi bir ilişkisi olduğunu asla hissetmeyiz", diyor Porzig.
Türkçedeki "köpek" sözcüğü için, ingilizcede “dog”, fransızcada “chien”,
italyancada “cane”, yunancada “skili”, rusçada “sobaka”, arapçada “kelb”
sözcükleri kullanılmaktadır. Yani birbirlerinden tümden ayrı sözcüklerdir
bunlar.

Ben burada bir varsayım olarak yine de diller arası bir bakışımın
bulunabileceğini ileri sürüyorum. Zira ses olayı ele alındığında yalnızca ses-
birim değil ses-birimciklerin de ele alınması gerektiğini (zira fiziksellik orada
yatmaktadır) ve bu benzerliğin, evrenselliğin sözcüğün köken-bilgisinde
soruşturulması gereğinin altı çizilmeli diyorum. Ancak bu evrenselliklerin yanı
sıra eş-zamanlı yaklaşımlarda çeşitli dillerde ayni kavram için var olan sözcük-
birimler arasındaki ‘nedensizlik’ bir işlemin hızlı bir biçimde yapılabilmesi için
bir önkabul olarak ele alınabilir. Yoksa sözcüklerin tümden nedensizliği söz
konusu edilemez. Bu konuda özellikle İvan Fonagy'nin yapmış olduğu
çalışmalar bu nedenlilik konusundaki açmazları yeniden gündeme getiren
deneylerdir. Kaldı ki yukarıdaki “dog”, “köpek”, “cane”, “chien”, “kelb”,
“sobaka”, “skili” sözcüklerinde bir ortak k/g ses-birimi bulunması ilginçtir.
Zira italyancadaki “cane”, (‘kane’ okunur) ve fransızcadaki “chien” sözcüğü de
bu "cane"den türemedir. Ve bu /k/, /g/ ses-birimleri kavgacı seslerdir. Ancak
yine de tüm sözlük-birimlerde böyle bir ilişki aramak gerekmez. Önemli olan
sözlük-birim oluşturmada benzetme/örnekseme ilkelerinin ayırdına
varmılmasıdır.
Jonathan Culler, Saussure'ün nedenlik konusundaki getirisini anlatmaya
çalışırken, Horne Tooke'tan aktardığı şu alıntıyı "eğlendirici" bir örnek olarak
nitelemektedir: "İşte ‘bar’ (=çizgi, çubuk, kol, engel vb) kökü üstüne Tooke'un
söyledikleri:

“Tüm kullanımlarında bar bir tür savunmadır: Bir şeyi güçlendiren, koruyan,
savunan şey; barn (ambar), tahılı vb’ni hava koşullarından, yağmadan koruyup
sakınan kapalı yer. Baron (baron, kıralın bir altındaki feodal güç) silahlı
savunucu ya da güçlü adam. Barge (mavna) güçlü bir kayık. Bargain (pazarlık,
ticari bir anlaşma) doğrulanmış, güçlü bir anlaşma... Bark (gemi) iri yarı bir
araç. Ağacın bark'ı (kabuğu) savunmasıdır (...) Bu aşırı bir örnek olmakla
birlikte birkaç önemli noktayı göz önüne serer: İlkin sözcükler, ilgilendikleri
temel yaşantı ulamlarını tasarımlayan göstergeler olarak ele alındığından ve bu
ulamlara göre kümelendiğinden, dil incelemesi bir tasarım kavramı üstüne
kurulmuştur. Tasarım ya da anlam birliği bu sözcükleri biraraya getirmek için
kullanılır. İkincisi, düşünceye ışık tutmak için çözümleyici kişi, göstergelere
neden yüklemeye çalışır: Baron yalnızca ses-bilimsel bir dizi ile anlamın
nedensiz birleşimi değildir; kendi başına, tüm bağıntılı göstergelerin doğal
temeli olan bir ilkel kökten türediği düşünüldüğünden nedenlidir. Genelde,
kökenbilimsel tasarı, bizim dilimizdeki sözcüklerin nedensiz göstergeler olmayıp
akılcı temelleri olduğunu, ilkel bir göstergeye benzediklerinden nedenli
olduklarını varsayar " (17).

Daha sonra Saussure’ün bakış açısını değerlendiren Culler, onun dili bir tasarım
düzeni olarak kavradığını; "Dil-bilimsel biçimleri gösterge olarak ele almadıkça
onları tanımlayamayacağımızı gördü”ğünü (18), söyler. Göstergeler yalnızca
öteki göstergelerle olan bağıntılarından oluşurlar, bu yüzden tek tek göstergeleri
tasarımlar olarak inceleme tasarısının bir yana bırakılmasını istediğini hatırlatır.
"Saussure, dil incelemesiyle anlık incelemesi arasındaki ilişkiyi en azından
örtük olarak ama yine başka bir düzeyde ve değişik bir yöntembilimsel
bağlamda yeni baştan kurdu. (..) Saussure'ün, anlamın, terimlerin kendi içkin
özelliklerine değil de aralarındaki değişikliklere dayanarak belirtiliyle
belirtisizi ayırdığını ya da ayrımsal olduğunu ileri süren bu savı yalnızca dili
değil, anlığın ayırdederek anlamı yarattığı genel insanlık sürecini de
ilgilendirir" (19).

Bilindiği gibi Saussure dili bir dizge, göstergeyi de bu dizgeyi oluşturan bir
birim olarak ele almaktadır. Ancak gösterge kavramını açıklayabilmek için yine
de sözcük olarak ele alınabilecek "ağaç"tan yola çıkmaktadır. Bu da bizi ister
istemez bir yol kavşağında bırakmaktadır. Zira “sözcük” değişik alanların
kavşağı olarak ele alınabilir. Saussure'ün terimiyle dizgenin birimi ve ayni
zamanda yine Saussure'ün terimiyle sözün (parole) bir birimi. İşte sözcük, sözün
bir birimi olarak ele alındığında sözcüğün, nesnesi (gönderileni) ile ve
söyleyenin, söylenileniyle birlikte ele alınması kaçınılmaz olur. İşte bu noktada
dilbilim ile şiirbilimin yolları ayrılmaktadır, diyorum. Belki biraz daha ileri
gidip Porzig'i şöyle genişletebilirim: dilin ortaya çıkış biçimi şiirdir zaten.
Sonraki ayrılmalar, soyutlanmalar değer ve işlevlerin değişmesinden
kaynaklanmaktadır. Ve şiir, biçimsel ve içeriksel artık-bilgi (redondance)
içerdiğine göre, şairler hangi düzeyde olursa olsun, hep ifade etmenin yanısıra,
hep etkilemeyi düşlemişlerdir. Roman Jakobsondaki dilin şiirsel işlevini de
böyle anlıyorum ben. Ses-birimlerle o ses birimlerin, yer aldığı sözcükler ve
gönderilenleri bunlar arasındaki ilişkilere bakmadan bugün sesbilimin ses
birimleri nasıl adlandırdığına bir bakalım. Özellikle sessizler (ünsüzler) çıkış
yerleri yanısıra çıkış biçimleriyle adlandırılmakta, diyeceğim zorunlu bir
aktarmaya başvurulmaktadır. Örneğin ‘patlamalı ünsüzler’, ‘sızmalı ünsüzler’,
‘akışkan ünsüzler’ adlandırmalarında olduğu gibi.

Julia Kristeva da, I. Fonagy'nin sergilediği gibi dil-öncesi, dil-ötesi işlevi itkisel
yoğun bir etkinlik harekete geçirir, demektedir. Simgesel işlev göstergesel
chora'dan ortaya çıktıkça, bu itki bir birimde sınırlanır, kendini disiplin altına
alır ve düzenler. Bu birim konuşan öznenin kendi bedeninin birimidir. Çocuğun
söylediği ilk biçim-birimlerden başlayarak ses-bilimsel zıtlıkların oluşumu
kolayca açıklanabilir: mama, papa. /m/ dudaksı, burunsu, akıcı ve /p/ dudaksı,
patlamalı, emme ve patlama boğumlamaları aracılığıyla, tenselleştirici ağızsallık
(oralité) ve yıkıcı kıçsallığı (analité) aktarır.

Ağızsı itki: /l/, /r/, /m/ bu ünsüzlerin yanısıra kapalı ön ünlüler


Kıçsal itki: açık arka ünlüler
Üreme organıyla ilgili itki: /f/, /s/, /ş/
Falluslaştırma: /v/, /z/, /j/
Saldırgan, red: /p/, /t/, /k/; /b/, /d/, /g/
Şişebilir - fallik itki: /r/

Çeşitli dillerde bu ses birimlerin farklı boğumlanma biçimleri olduğu ve bir ses
birimin çıkarılışının, ayni zamanda birlikte bulunduğu öbür ses birimlere bağlı
olduğu da düşünülürse kendi aralarındaki sesel anlam (ses semantiği)
indirgenebilirlikten kurtulmuş olur.

Göstergenin nedenliliği, nedensizliğini yeniden gözden geçirelim:


1) Göstergenin nedensiz olarak kabul edilmesi seslerin hiç bir değeri
olamayacağını kabul etmeyi getirir. Bu da dillerin oluşumu konusunu açmaza
sokar. Evrimselliğin üstünü örter. Bir "akarsu"yu çeşitli biçimleriyle anlatan
gerek ayni dildeki gerek farklı dillerdeki gösterenlerde /r/ ya da /l/
sesbirimlerinin bulunuşu raslantısallıkla açıklanabilir mi? Akarsu: dere, ırmak,
nehir, rivière, fleuve, river, stream vb.
2) Dillerde ayni gösterilen için farklı gösterenlerin kullanılıyor olması dilleri
kullanan bireylerin ayni gerçekliğin farklı özelliklerini öne çıkarmalarından ya
da ayni özellik için ayni değerde farklı sesel birimler kullanmış olmalarından
kaynaklanıyor olabilir.

3) Saussure, gösterenlerin yalnızca son biçimlerini dikkate alıyor. Oysa bir


nesnenin sese yansıması, onun soyutlanması, kendi terimiyle “işitim imgesi”
haline gelmesi demektir. İşitim imgesi haline gelen nesnenin göstereni tek
biçimli değildir, farklı algılamalar, farklı gerçekleştirimler sonucu işitim imgesi
ayni değildir. Böyle olunca nesneleşen işitim imgesinin yeni algılamalar sonucu
değişikliğe uğrayacağı, değişiklikler sunacağı ortadır. Zaten bu yüzden sesbilgisi
ile sesbilim ayrılmıştır. Böylece gösterenin ilk üretildiği noktada varolabilecek
nedenlilikten uzaklaşılmış olunacaktır. Gösterenin nedenliliği, nedensizliği
konuşulacaksa gösterenlerin tarihini, kökensel biçimini ve gelişimini, ayni
kavramı işaret eden gösterenlerin kendi içlerinde dağılımını, iç-dil (intralangue)
ve dillerarası (interlangue) değişimleri bilmek zorundayız. Göstergenin
eşzamanlı biçimi yalın değil tıkız (compact) biçimdir. Göstergenin
nedensizliğini kabul etmek göstergeyi donuklaştırır, idealleştirir.

4) Dilbilimi ruhsal ögelerin dışında tutmaya çalışan Saussure, dilin üzerinde var
olan değerler bütününden kaçınmış ve dilsel gerçekliği yalnızca belli bir yanıyla
ele almış olmaktadır. Zira dilsel birimler tıkız bir halde bilinçli olarak
çözümleyebildiğimiz ve çözümleyemediğimiz birimciklerle yüklüdür.
Nedensizlik dilin işleyişini anlamamız için gerekli ve zorunludur. Ancak dilsel
birimlerin, bu birimlerin birleşimlerinin nedenliliğinde o dili konuşan öznelerin,
dış dünya ve duyular arakesitinde varolan değerleri ve değerlendirmeleri
yatmaktadır. Dilde varolan bu arakesit sayesinde dilin müzikalitesi, dilin
şiirselliği ortaya çıkmaktadır. Ve bu alan; çözümlenemez, metafizik bir alan
değildir. Bu konuda yapılmakta olan çalışmalar (özellikle İ. Fonagy'yi anmamız
gerekmektedir) geliştikçe dilin bu yanı, bu özelliği dil-bilimin belki ayrı bir dalı
olacaktır.

5) Doğal bir ses, farklı topluluklara ait kişilerce olabildiği gibi ayni topluluğun
kişilerince de farklı algılanabilir ve öykünmelerde farklı gerçekleştirimler söz
konusu olabilir. Ayni şekilde kişiler, ayni dış gerçekliğin farklı özelliklerini öne
çıkararak sese aktarmış olabilirler. Yani diller arası ayni nesneye ait hiç bir sesel
benzeşim sunmayan sözcüklerde, o nesneye ait farklı özelliklerin
gerçekleştirilmiş olduğu düşünülebilir. Buna örnek olarak YILAN dil-dışı
gerçeklik ile "yılan", "serpent" (serpan), "snake" (sneyk) sözcüklerine
baktığımızda her üç sözcükte (fransızcada burunsu da olsa) ortak /n/ ses-
biriminin; bunun yanısıra türkçe ve ingilizcede /y/ ses-biriminin; fransızca ve
ingilizcede /s/, /e/; fransızca ve türkçede /a/ seslerinin ortak olduğu
görülmektedir. Bunların yanısıra eşdeğerli /l/ ya da /r/ ses-birimleri tek değerde
buluşturulduğunda her üç dilde de olduğu görülmektedir. /s/ nin ıslıksı (sifflant);
/l ya da r/ nin akıcı (liquide) olarak adlandırıldığı göz önüne alınırsa yılanın
çıkardığı ses ve ilerleyişindeki akıcılığın sese aktarıldığı açıkça
görülmektedir. /e/, /a/ ve /n/’nin değerlerinin de yine YILAN dil-dışı nesnesiyle
dilsel sözcükler arasında toplumsal öbeklerin genel ruhsal yanlarını yansıttığı
düşünülebilir.

6) Dilin sözcüklerindeki şiirsel özelliklerin dilin gündelik kullanımında değer


yitirerek soyutlandığı gerçeğini gözardı etmediğimi, burada bir alan ayrımı
yaptığımın altını çizmek isterim: dil-bilim /şiirbilim.

Notlar ve Kaynaklar :
(1) Ünlü dil-bilimci göstergenin nedensizliği ilkesine kimsenin karşı çıkmadığını
belirterek bunu herkesin kabul ettiği bir genel geçer sayar. Ve bu ilkenin, dilin
tüm dil-bilimine egemen olduğunu söyler. Ancak gösterenin nedensiz olmasının,
belirli bir gösterilen için her önüne gelenin yeni gösterenler kullanabileceği,
uydurabileceği anlamına gelmediğine dikkat çeker. Gösterge, bir kez dilsel
topluluk içinde yerleşti mi, bireyin onu değiştirme gücü yoktur der. Elbette bu
konu tartışmaya açıktır. Belki bu noktada göstergelerin keyfi kullanılamayacağı
savı üzerinden böyle bir yargıya gidilebilir. Ama bu yargı da görelidir. Zira
böyle bir sav, dili donuklaştırır. Oysa dilde göstergeler çok hızlı olmasa da
değişikliğe uğramaktadır. Bu değişikliklerin temelinde insan, zekası olduğuna
göre birey dili etkilemektedir, değiştirmektedir. Bu noktada şu söylenebilir:
toplum önerileri benimsemedikçe onlar dolaşıma girmez ve göreli bir sınırlılık
içinde kalır kullanımları. Doğrudur ancak, yine de dilin kapsamına girmiştir bir
kez. Kaldı ki bir dilin dağarcığındaki tüm sözcüklerin ayni kullanım sıklığını
göstermedikleri bilinir.
(2) Ferdinand de Saussure; Cours de Linguistique Générale; Payot; Paris;
1982 ; s.100-102
(3) Ayni Yazar, Ayni Kitap; s:182
(4) syntagmatique ve paradigmatique ilişki.
(5) Ayni Yazar; Ayni Kitap; s:182-183
(6) Ay; ak; s: 183
(7) Walter Porzig; Dil Denen Mucize; çev: Prof. Dr. Vural Ülkü; Kültür ve
Turizm Bakanlığı; Ankara; 1985, s:12
(8) Ayni Yazar, Ayni Kitap; Ayni Sayfa
(9) Ay; ak; s:13
(10) Ay; ak; s:17
(11) Ay; ak; s:17-18
(12) Ay; ak; s:18
(13) Ay; ak; s:20-21)
(14) Ay; ak; s: 21)
(15) Ay; ak; s:21)
(16) Ay; ak; s: 23
(17) Jonathan Culler; Saussure; çev: Nihal Akbulut; Afa Çağdaş
Ustalar Dizisi;1985; s:60-61
(18) Ayak; s:62
(19) Ayak; s:62

Doğan Aksan; Her Yönüyle Dil; TDK yay; Ankara; cilt:2


Julia Kristeva; La Révolution du Langage Poétique; Edition du Seuil; Paris;
1974
Ivan Fonagy; Biçim ve İşlev: Şiir Dili; çev: Mustafa Durak; Gergedan;
sayı:16
Platon; Kratylos
Bedia Akarsu; Wilhelm von Humboldt Dil-Kültür Bağlantısı; İstanbul Matbaası
1955

You might also like