Professional Documents
Culture Documents
Mustafa Durak
2)Yansı sözcüklere gelince (glu glu, tik tak), bunlar çok az sayıda oldukları gibi,
bazı gürültülerin yarı uzlaşımsal ve yaklaşık-öykünme olduklarına göre bunların
seçimi de zaten bir ölçüde nedensizdir. Fransızcada ‘uaua’ sesi veren yansı
sözcük almancada ŞauŞaudur. Bundan başka, bir kez dile girince, bu sözcükler
ses-bilgisel, biçim-bilgisisel vb evrime uğrarlar. Örneğin fransızcada güvercin
anlamına gelen pigeon halk latincesineki bir yansı sözcük olan ‘pipio’dan
gelmektedir. Açıkça görülüyor ki bu sözcükler ilk niteliklerinden bir şeyler
yitirmişlerdir. Ünlemler için de benzer şeyler söylenebilir. Ancak bunlar
arasındaki çeşitliliği görmek için dillere bakmak yeter: fransızcadaki “ay!”
almancada “au!” olur (2).
İkinci nedenliliklerde, yapıcı ögeler söz konusu olabildiği gibi, artık köke iyice
kaynaşmış görünen, ayrılmaları ancak art-zamanlı çözümlemelere bağlı ekler de
olabilir. Saussure için ikinci dereceden nedenlilik;
1) belirli bir terimin çözümünü, dolayısıyla söz-dizimsel bir ilişkiyi,
2) bir ya da daha fazla başka ögeye başvurmayı, dolayısıyla çağrışımsal bir
ilişkiyi içerir.
Hint dilbilgiciler, biçimle dil arasında doğal bir bağın varlığını savunmuşlardır.
Yunanlılarda "nomos"/"physis" terimlerinin odak noktası olduğu bir tartışmaya
tanık oluyoruz. Nomos; yazılı olmayan, yaşanan gelenek ve göreneğe dayanan
kurallar, yani kendiliğinden bir anlaşmadır. Physis; sözcüklerin, adlandırmaların
nesnelerin doğasıyla, özüyle bağlantılı oluşudur.
Nesne ile adı arasında doğrudan bir ilişki kurma özellikle büyü olayında,
söylencelerde görülebilmektedir. Sesler (, adlandırmalar) giderek dil, gizli
güçlerle iletişime girmede kullanılan bir araç olarak da görülmüştür. "Bu
yüzden, ibadetlerde her ses, her vurgu önem taşır; çünkü yanlış bir vurgunun,
bir nesnenin mahiyetini tam tersine çevirmesi mümkündür" (9). Bu düşünceye
karşı çıkanlar, insanların farklı diller kullandıklarını bu yüzden de nesnenin özü
ile sözcüğün özü arasında bir ilişkiden söz edilemeyeceğini, edilebilse bile
bunun dillerden ancak birinde varolması gerekeceğini ileri sürerek, böyle bir
durumda da dillerden birinin öbürlerine göre kaynak dil, ve/ya kutsal dil
olacağını, oysa her dilde mantık dışı ne kadar çok olgu olduğunu, yani dillerin
mantığı ile genel mantığın buluşamadığını söylemişlerdir. Sofistler, her şeyi
mantıkla düşünme "logos" ile çözmeye kalkışmışlar, her türlü benimsenmiş
değeri akıl süzgecinden geçirmeye çalışmışlardır. Böylece sonuçta kuralların
genel bağlayıcılığına karşı çıkmış oluyorlardı. Platon sorunu adların doğruluğu
olarak ele alıyordu (bak: Kratylos).
Sese aktarma: Doğal dünyayı yalnızca ses olarak algılamaz insan, öbür
duyumları da devrededir. Ancak insan bu duyumları birbirine aktarma eğilimi
gösterir. Bu nedenle sesleri görmekten, renkleri işitmekten söz edilir. İşte
insanın dış dünya ile ilgili duyumlarını sese aktarması da söz konusu olabilir.
Ses simgeselliği: Her dilde bir takım sözcüklerin sesel göstereni, gösterilenle
uyum içindedir. İşte bir bakıma gösterilenin öykünmeyle ya da raslantısal olarak
bir özelliğinin temsil edilerek gösterenleştirilmesine ses simgeselliği adını
vermektedir Porzig. Verdiği almanca örneklerden bir kaçı: spitz (=sivri, keskin);
Witz (=zeka, espri); fix (=tez, çabuk). Walter Porzig, nesne ile ses uyuşumu
konusuna çok ilginç bir kanıt getirir: ses ile nesne arasındaki uyuşum ve
bakışımın ayırdında olan şair, bu olguyu kendi sesel deneyimiyle şiirinde işlerse
ortaya lyrique bir yapıt çıkar. Lirik de dil kadar eski bir olgudur (16). Ancak
"kullandığımız kelimelerin en büyük kısmında, onların ses yapılarının,
kastedilen olgu ile herhangi bir ilişkisi olduğunu asla hissetmeyiz", diyor Porzig.
Türkçedeki "köpek" sözcüğü için, ingilizcede “dog”, fransızcada “chien”,
italyancada “cane”, yunancada “skili”, rusçada “sobaka”, arapçada “kelb”
sözcükleri kullanılmaktadır. Yani birbirlerinden tümden ayrı sözcüklerdir
bunlar.
Ben burada bir varsayım olarak yine de diller arası bir bakışımın
bulunabileceğini ileri sürüyorum. Zira ses olayı ele alındığında yalnızca ses-
birim değil ses-birimciklerin de ele alınması gerektiğini (zira fiziksellik orada
yatmaktadır) ve bu benzerliğin, evrenselliğin sözcüğün köken-bilgisinde
soruşturulması gereğinin altı çizilmeli diyorum. Ancak bu evrenselliklerin yanı
sıra eş-zamanlı yaklaşımlarda çeşitli dillerde ayni kavram için var olan sözcük-
birimler arasındaki ‘nedensizlik’ bir işlemin hızlı bir biçimde yapılabilmesi için
bir önkabul olarak ele alınabilir. Yoksa sözcüklerin tümden nedensizliği söz
konusu edilemez. Bu konuda özellikle İvan Fonagy'nin yapmış olduğu
çalışmalar bu nedenlilik konusundaki açmazları yeniden gündeme getiren
deneylerdir. Kaldı ki yukarıdaki “dog”, “köpek”, “cane”, “chien”, “kelb”,
“sobaka”, “skili” sözcüklerinde bir ortak k/g ses-birimi bulunması ilginçtir.
Zira italyancadaki “cane”, (‘kane’ okunur) ve fransızcadaki “chien” sözcüğü de
bu "cane"den türemedir. Ve bu /k/, /g/ ses-birimleri kavgacı seslerdir. Ancak
yine de tüm sözlük-birimlerde böyle bir ilişki aramak gerekmez. Önemli olan
sözlük-birim oluşturmada benzetme/örnekseme ilkelerinin ayırdına
varmılmasıdır.
Jonathan Culler, Saussure'ün nedenlik konusundaki getirisini anlatmaya
çalışırken, Horne Tooke'tan aktardığı şu alıntıyı "eğlendirici" bir örnek olarak
nitelemektedir: "İşte ‘bar’ (=çizgi, çubuk, kol, engel vb) kökü üstüne Tooke'un
söyledikleri:
“Tüm kullanımlarında bar bir tür savunmadır: Bir şeyi güçlendiren, koruyan,
savunan şey; barn (ambar), tahılı vb’ni hava koşullarından, yağmadan koruyup
sakınan kapalı yer. Baron (baron, kıralın bir altındaki feodal güç) silahlı
savunucu ya da güçlü adam. Barge (mavna) güçlü bir kayık. Bargain (pazarlık,
ticari bir anlaşma) doğrulanmış, güçlü bir anlaşma... Bark (gemi) iri yarı bir
araç. Ağacın bark'ı (kabuğu) savunmasıdır (...) Bu aşırı bir örnek olmakla
birlikte birkaç önemli noktayı göz önüne serer: İlkin sözcükler, ilgilendikleri
temel yaşantı ulamlarını tasarımlayan göstergeler olarak ele alındığından ve bu
ulamlara göre kümelendiğinden, dil incelemesi bir tasarım kavramı üstüne
kurulmuştur. Tasarım ya da anlam birliği bu sözcükleri biraraya getirmek için
kullanılır. İkincisi, düşünceye ışık tutmak için çözümleyici kişi, göstergelere
neden yüklemeye çalışır: Baron yalnızca ses-bilimsel bir dizi ile anlamın
nedensiz birleşimi değildir; kendi başına, tüm bağıntılı göstergelerin doğal
temeli olan bir ilkel kökten türediği düşünüldüğünden nedenlidir. Genelde,
kökenbilimsel tasarı, bizim dilimizdeki sözcüklerin nedensiz göstergeler olmayıp
akılcı temelleri olduğunu, ilkel bir göstergeye benzediklerinden nedenli
olduklarını varsayar " (17).
Daha sonra Saussure’ün bakış açısını değerlendiren Culler, onun dili bir tasarım
düzeni olarak kavradığını; "Dil-bilimsel biçimleri gösterge olarak ele almadıkça
onları tanımlayamayacağımızı gördü”ğünü (18), söyler. Göstergeler yalnızca
öteki göstergelerle olan bağıntılarından oluşurlar, bu yüzden tek tek göstergeleri
tasarımlar olarak inceleme tasarısının bir yana bırakılmasını istediğini hatırlatır.
"Saussure, dil incelemesiyle anlık incelemesi arasındaki ilişkiyi en azından
örtük olarak ama yine başka bir düzeyde ve değişik bir yöntembilimsel
bağlamda yeni baştan kurdu. (..) Saussure'ün, anlamın, terimlerin kendi içkin
özelliklerine değil de aralarındaki değişikliklere dayanarak belirtiliyle
belirtisizi ayırdığını ya da ayrımsal olduğunu ileri süren bu savı yalnızca dili
değil, anlığın ayırdederek anlamı yarattığı genel insanlık sürecini de
ilgilendirir" (19).
Bilindiği gibi Saussure dili bir dizge, göstergeyi de bu dizgeyi oluşturan bir
birim olarak ele almaktadır. Ancak gösterge kavramını açıklayabilmek için yine
de sözcük olarak ele alınabilecek "ağaç"tan yola çıkmaktadır. Bu da bizi ister
istemez bir yol kavşağında bırakmaktadır. Zira “sözcük” değişik alanların
kavşağı olarak ele alınabilir. Saussure'ün terimiyle dizgenin birimi ve ayni
zamanda yine Saussure'ün terimiyle sözün (parole) bir birimi. İşte sözcük, sözün
bir birimi olarak ele alındığında sözcüğün, nesnesi (gönderileni) ile ve
söyleyenin, söylenileniyle birlikte ele alınması kaçınılmaz olur. İşte bu noktada
dilbilim ile şiirbilimin yolları ayrılmaktadır, diyorum. Belki biraz daha ileri
gidip Porzig'i şöyle genişletebilirim: dilin ortaya çıkış biçimi şiirdir zaten.
Sonraki ayrılmalar, soyutlanmalar değer ve işlevlerin değişmesinden
kaynaklanmaktadır. Ve şiir, biçimsel ve içeriksel artık-bilgi (redondance)
içerdiğine göre, şairler hangi düzeyde olursa olsun, hep ifade etmenin yanısıra,
hep etkilemeyi düşlemişlerdir. Roman Jakobsondaki dilin şiirsel işlevini de
böyle anlıyorum ben. Ses-birimlerle o ses birimlerin, yer aldığı sözcükler ve
gönderilenleri bunlar arasındaki ilişkilere bakmadan bugün sesbilimin ses
birimleri nasıl adlandırdığına bir bakalım. Özellikle sessizler (ünsüzler) çıkış
yerleri yanısıra çıkış biçimleriyle adlandırılmakta, diyeceğim zorunlu bir
aktarmaya başvurulmaktadır. Örneğin ‘patlamalı ünsüzler’, ‘sızmalı ünsüzler’,
‘akışkan ünsüzler’ adlandırmalarında olduğu gibi.
Julia Kristeva da, I. Fonagy'nin sergilediği gibi dil-öncesi, dil-ötesi işlevi itkisel
yoğun bir etkinlik harekete geçirir, demektedir. Simgesel işlev göstergesel
chora'dan ortaya çıktıkça, bu itki bir birimde sınırlanır, kendini disiplin altına
alır ve düzenler. Bu birim konuşan öznenin kendi bedeninin birimidir. Çocuğun
söylediği ilk biçim-birimlerden başlayarak ses-bilimsel zıtlıkların oluşumu
kolayca açıklanabilir: mama, papa. /m/ dudaksı, burunsu, akıcı ve /p/ dudaksı,
patlamalı, emme ve patlama boğumlamaları aracılığıyla, tenselleştirici ağızsallık
(oralité) ve yıkıcı kıçsallığı (analité) aktarır.
Çeşitli dillerde bu ses birimlerin farklı boğumlanma biçimleri olduğu ve bir ses
birimin çıkarılışının, ayni zamanda birlikte bulunduğu öbür ses birimlere bağlı
olduğu da düşünülürse kendi aralarındaki sesel anlam (ses semantiği)
indirgenebilirlikten kurtulmuş olur.
4) Dilbilimi ruhsal ögelerin dışında tutmaya çalışan Saussure, dilin üzerinde var
olan değerler bütününden kaçınmış ve dilsel gerçekliği yalnızca belli bir yanıyla
ele almış olmaktadır. Zira dilsel birimler tıkız bir halde bilinçli olarak
çözümleyebildiğimiz ve çözümleyemediğimiz birimciklerle yüklüdür.
Nedensizlik dilin işleyişini anlamamız için gerekli ve zorunludur. Ancak dilsel
birimlerin, bu birimlerin birleşimlerinin nedenliliğinde o dili konuşan öznelerin,
dış dünya ve duyular arakesitinde varolan değerleri ve değerlendirmeleri
yatmaktadır. Dilde varolan bu arakesit sayesinde dilin müzikalitesi, dilin
şiirselliği ortaya çıkmaktadır. Ve bu alan; çözümlenemez, metafizik bir alan
değildir. Bu konuda yapılmakta olan çalışmalar (özellikle İ. Fonagy'yi anmamız
gerekmektedir) geliştikçe dilin bu yanı, bu özelliği dil-bilimin belki ayrı bir dalı
olacaktır.
5) Doğal bir ses, farklı topluluklara ait kişilerce olabildiği gibi ayni topluluğun
kişilerince de farklı algılanabilir ve öykünmelerde farklı gerçekleştirimler söz
konusu olabilir. Ayni şekilde kişiler, ayni dış gerçekliğin farklı özelliklerini öne
çıkararak sese aktarmış olabilirler. Yani diller arası ayni nesneye ait hiç bir sesel
benzeşim sunmayan sözcüklerde, o nesneye ait farklı özelliklerin
gerçekleştirilmiş olduğu düşünülebilir. Buna örnek olarak YILAN dil-dışı
gerçeklik ile "yılan", "serpent" (serpan), "snake" (sneyk) sözcüklerine
baktığımızda her üç sözcükte (fransızcada burunsu da olsa) ortak /n/ ses-
biriminin; bunun yanısıra türkçe ve ingilizcede /y/ ses-biriminin; fransızca ve
ingilizcede /s/, /e/; fransızca ve türkçede /a/ seslerinin ortak olduğu
görülmektedir. Bunların yanısıra eşdeğerli /l/ ya da /r/ ses-birimleri tek değerde
buluşturulduğunda her üç dilde de olduğu görülmektedir. /s/ nin ıslıksı (sifflant);
/l ya da r/ nin akıcı (liquide) olarak adlandırıldığı göz önüne alınırsa yılanın
çıkardığı ses ve ilerleyişindeki akıcılığın sese aktarıldığı açıkça
görülmektedir. /e/, /a/ ve /n/’nin değerlerinin de yine YILAN dil-dışı nesnesiyle
dilsel sözcükler arasında toplumsal öbeklerin genel ruhsal yanlarını yansıttığı
düşünülebilir.
Notlar ve Kaynaklar :
(1) Ünlü dil-bilimci göstergenin nedensizliği ilkesine kimsenin karşı çıkmadığını
belirterek bunu herkesin kabul ettiği bir genel geçer sayar. Ve bu ilkenin, dilin
tüm dil-bilimine egemen olduğunu söyler. Ancak gösterenin nedensiz olmasının,
belirli bir gösterilen için her önüne gelenin yeni gösterenler kullanabileceği,
uydurabileceği anlamına gelmediğine dikkat çeker. Gösterge, bir kez dilsel
topluluk içinde yerleşti mi, bireyin onu değiştirme gücü yoktur der. Elbette bu
konu tartışmaya açıktır. Belki bu noktada göstergelerin keyfi kullanılamayacağı
savı üzerinden böyle bir yargıya gidilebilir. Ama bu yargı da görelidir. Zira
böyle bir sav, dili donuklaştırır. Oysa dilde göstergeler çok hızlı olmasa da
değişikliğe uğramaktadır. Bu değişikliklerin temelinde insan, zekası olduğuna
göre birey dili etkilemektedir, değiştirmektedir. Bu noktada şu söylenebilir:
toplum önerileri benimsemedikçe onlar dolaşıma girmez ve göreli bir sınırlılık
içinde kalır kullanımları. Doğrudur ancak, yine de dilin kapsamına girmiştir bir
kez. Kaldı ki bir dilin dağarcığındaki tüm sözcüklerin ayni kullanım sıklığını
göstermedikleri bilinir.
(2) Ferdinand de Saussure; Cours de Linguistique Générale; Payot; Paris;
1982 ; s.100-102
(3) Ayni Yazar, Ayni Kitap; s:182
(4) syntagmatique ve paradigmatique ilişki.
(5) Ayni Yazar; Ayni Kitap; s:182-183
(6) Ay; ak; s: 183
(7) Walter Porzig; Dil Denen Mucize; çev: Prof. Dr. Vural Ülkü; Kültür ve
Turizm Bakanlığı; Ankara; 1985, s:12
(8) Ayni Yazar, Ayni Kitap; Ayni Sayfa
(9) Ay; ak; s:13
(10) Ay; ak; s:17
(11) Ay; ak; s:17-18
(12) Ay; ak; s:18
(13) Ay; ak; s:20-21)
(14) Ay; ak; s: 21)
(15) Ay; ak; s:21)
(16) Ay; ak; s: 23
(17) Jonathan Culler; Saussure; çev: Nihal Akbulut; Afa Çağdaş
Ustalar Dizisi;1985; s:60-61
(18) Ayak; s:62
(19) Ayak; s:62