You are on page 1of 29

www.solplatform.

org

“Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır


1.bölüm
Elif Çağlı
13 Ocak 2007

Marksizmin kurucuları, dünya işçi devriminin gelişkin kapitalist ülkeleri kucaklayan sürekli
devrimler sayesinde sosyalizme ilerleyebileceğini savunmuşlardı. Tarihte yaşananlar bunun
doğruluğunu tersten de olsa kanıtladı. Bu durum çarpıcı ifadesini, proleter sosyalist devrimin
Rusya gibi geri bir ülkede patlak vermesi ve Avrupa devriminin imdada yetişmemesi
neticesinde biçimlenen koşullarda buldu. Her zaman olduğu gibi tarih yine düz bir çizgide
ilerlememiş ve devrimci Marksistlerin önüne çözümlenmesi gereken yeni sorunları yığmıştı.
İşçi devriminin Rusya’da sıkışıp kalmasının doğurduğu sonuçlar, “tek ülkede sosyalizm”
tartışması bir yana, sosyalizme geçişin temel koşulu olan devrimci işçi iktidarının uzun süre
tek başına yaşayamayacağı gerçeğini gözler önüne seriyordu.
Marksist teoriyi eğip bükmeye yeltenmeden, onu etkin bir düşünsel silah olarak kullanmayı
becerenler için bu sorunların doğru tarzda kavranabilmesi imkânsız değildi. Nitekim,
sosyalizm ve dünya devrimi gibi can alıcı konularda Marksizme sadakatle bağlı kalan Lenin
ve Troçki gibi önderler, ortaya çıkan tehlikelere dikkat çektiler. Vahim olan, mevcut
gerçekliğin Stalinist bürokrasi tarafından olması gereken zaten tam da buydu şeklinde
çarpıtılarak sunulmasıydı. Burjuva cepheden gelen saldırıları bir tarafa koyacak olursak,
esasen bu durum, dünden bugüne Marksizme ve sosyalizme duyulan inanç ve güvenin
sarsılmasının başlıca nedenini oluşturmaktadır.
Stalinist resmi tarih
İşçi sınıfını iktidara taşıyan 1917 Ekim Devrimi henüz aşılamayan bir tarihsel örnek olmayı
sürdürüyor. Ne var ki 1920’lerde cereyan eden gelişmeler, ilerleyen tarihsel sürece
damgasını vuran ve etkisi günümüze dek uzanan son derece ciddi sonuçlara, insanı
kahreden nice acı olaylara yol açmıştır. Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde
Stalinist bürokrasinin egemenliği kurulmuş ve işçi iktidarı getirdiği tarihsel kazanımlarla
birlikte tasfiye edilmiştir. Bu konu üzerinde daha önce çeşitli vesilelerle durduğumuz için bu
noktada sözü fazla uzatmayalım. Ancak bu tarihsel gerçeklerin devrimci Marksistler için ayan
beyan açık olması, bunların işçi sınıfı tarafından da bilindiği veya devrimci saflarda bu gibi
konularda genel hatlarıyla bir kavrayış birliğinin sağlanmış olduğu anlamına gelmiyor.
Solda birlik özlemi çeken iyi niyetli insanlara ne denli sevimsiz görünse de, işçi hareketinin
farklı siyasi eğilimler temelinde bölünmüş olması aslında doğaldır. Toplumun sınıflara
bölünmüşlüğünü yansıtan çeşitli sol siyasetler olduğu gibi, önemli tarihsel olayların da farklı
algılanışları ve yorumları vardır. Sınıf mücadelelerinin ve farklı sınıfsal çıkarların çatışmasının
dışında, kerameti kendinden menkul bir tarih mevcut değildir. İnsan topluluklarının şu ya da
bu yöndeki eyleminin yaratabileceği farklı sonuçların belirleyiciliğinden soyutlanmış, tek
düze ve önceden kurgulanmış biçimde insana hükmeden bir tarih anlayışı, gerçekliği değil
olsa olsa idealist felsefenin yarattığı bilinç çarpılmasını yansıtabilir.
Yıllar içinde dünyada sosyalizm adına yaşanmış olanların veya Marksist düşünce adına ileriye
sürülen teorilerin ak mı kara mı olduğunun hakkıyla değerlendirilmesi, bilimsel temellere
dayanan bilinçli bir çabayı gerektiriyor. Doğruyu bulabilmek, haklıyı seçebilmek ve yanlışı
mahkûm edebilmek için insanın her şeyden önce düşünsel eylemini dayandıracağı sağlam
bir teorik temele ihtiyacı var. Bu olmadan, neye göre “bu haklı, şu haksız” veya “bu doğru,
şu yanlış” denebilir ki? Sağlam teori ise, şu ya da bu kişinin kafasından fırlayan düşünsel bir
icat olmayıp, gerçekliği bilimsel temellerde kavrayıp açıklamaya çalışan ve gerçeklerin
testinden geçebilen değerlendirmelerdir ancak. Gerçekliğe denk düşmeyen, kasıtlı biçimde
çarpıtılmış, egemen unsurların çıkarlarına yontulmuş bir tarih anlayışıyla, tarihsel olguları ve
olayları doğru şekilde kavrayıp yorumlayabilmenin mümkün olamayacağı aşikâr olsa gerek.
Sınıflı toplumların tarihini incelediğimizde, hangi zaman dilimi veya hangi coğrafya söz
konusu olursa olsun, egemen kesimlerin çıkarlarına göre yazılmış bir resmi tarih olduğunu
görüyoruz. Çok eskilere ya da uzaklara gitmeye gerek yok. Örneğin Türkiye’de burjuva
cumhuriyetin kuruluşunu, emperyalizme karşı kazanılmış şanlı bir zafer diye sunan resmi
tarih malûmumuz. Sovyetler Birliği’nde de, Lenin’in ölümünden sonra işçi iktidarına son
veren ve despotik-bürokratik bir rejimin kuruluşunu gerçekleştiren egemen bürokrasinin
yazdığı bir resmi tarih var. O resmi tarihe göre Stalin en büyük devrimci, Troçki ise bir karşı-
devrimcidir. Keza aynı resmi tarih, işçi sınıfının tepesinde egemenlik sürdüren bürokrasilerin
sömürü ve baskı koşullarını yansıtan bürokratik rejimleri, yıllar yılı dünya işçi sınıfına ve
devrimcilere “işte sosyalizm budur” diye sunmuştur.
Ne yazık ki bu resmi tarih, Marksizme ve sosyalizm anlayışına büyük bir kara çalma
pahasına son derece etkili de olabildi. Zira Marksizmin kanıtladığı üzere, genelde egemen
fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Ve Stalinizm de, Sovyetler Birliği gibi muazzam bir
coğrafyada egemenliğini sürdürmüş bulunan egemen sınıfın (devletli bürokrasinin) ideolojisi
olarak biçimlenmiştir. Stalinizmin Sovyetler Birliği’nde ve daha sonra benzerlerinde hüküm
süren bürokratik rejimleri “yaşayan sosyalizm” diye yutturabilmesi için Marksist teoriyi tahrif
etmesi gerekiyordu. Bu tahrifatın başlıca ürünlerinden biri de, bilimsel gerçekleri yok sayan
ve egemen bürokrasinin çıkarlarına denk düşecek tarzda icat edilen “tek ülkede sosyalizm”
teorisi idi. Bunun gibi daha birçok konuda gerçekler çarpıtıldı ve böylece kendini Marksizmin
yerine ikame eden Stalinist bir ideoloji yaratıldı. Stalinizmin iktisadi alandaki ifadesi ulusal
kalkınmacı-devletçi planlama, siyasi içeriği totaliter bürokratizm, örgütsel ilkesi ise
bürokrasinin egemenliğini garantiye alan bir monolitik parti anlayışı oldu.
Marksizmi katleden bu egemen bürokrasi, kendi egemenlik alanının tüm yansımalarını yıllar
boyunca nice devrimci kuşağa “doğru budur, buradan yürüyeceksin” diyerek benimsetecekti.
İnsan bilinci gerçekliği çarpıtan bu gibi prizmaların bir kez tutsağı olmuşsa, artık her şey
buna göre “doğru” ya da “yanlış” görünür. Böylece, Ekim Devriminin önderlerinden biri olan
Troçki hain ilan edilecek, Marksizmi yaşatmaya çalışan devrimcilerin seslerine kulaklar
tıkanacak, “tek ülkede sosyalizm”in mümkün olmadığını haykıran Marksistler sosyalizm
düşmanı olarak algılanacaklardı. Buna şaşmamak gerek.
İşin hazin olan tarafı, gerçekten de devrimci inanca sahip ve devrim için canını vermiş veya
vermeye hazır pek çok insanın bu tür çarpılmalara uğramış olmasıdır. Stalinizm egemen
bürokrasinin elinde bir iktidar asası olmuşsa, bu tür egemenlik çıkarlarıyla hiçbir ilgisi
bulunmayan dürüst devrimci insanlar için, onları gerçek devrimci düşünceden uzak tutan
prangalar anlamına gelmiştir. Yaşayan ve çeken bilir derler. Stalinizmin egemenliği altındaki
Sovyetler Birliği’ni, sosyalizm özleminin hayata geçtiği cennet olarak algılama gafletine
düşen kuşaklar açısından gerçekler elem vericidir. Ama ne denli acı çekilirse çekilsin,
gerçeklerin üzeri örtülemez, güneş balçıkla sıvanamaz. Tarih affetmez, döner dolaşır
ödenmeyen faturaları insanın önüne koyuverir. Tarihten ders alabilmek içinse, devrimci
düşüncenin keskin kılıcının altına boynunu uzatabilecek cesarete sahip olman ve bedel
ödemen gerekiyor. Gerisi lafı güzaf!
Düşünsel düzeyde büyük çabalar harcamaya, bu uğurda ter akıtmaya, gerekirse
örselenmeyi veya tecrit edilmeyi göze almaya pek de yatkın olmayan bir anlayışın egemen
olduğu bu topraklarda, sol siyasette genelde tutuculuk egemendir. Aman fincancı katırları
ürkütülmesin! Böyle gelmiş, böyle gitsin! Stalinizmin işçi sınıfının devrimci mücadelesi
açısından ne anlam ifade ettiği Marksizmden öğrenerek değil, yine bizzat Stalinizmin
çarpıtmaları temelinde değerlendirilmeye devam edilsin! İşçi sınıfına nice zarar, egemen
bürokrasiye ise büyük yarar getirmiş olan Stalinizme karşı devrimci mücadele bayrağını
yükseltmeye çalışan devrimci önderler, bırakın ajanlıkla, hainlikle suçlansın! Kimse, bu
devrimci önderlerin ne dediğini ve neyi savunduğunu bizzat onların eserlerine bakarak
anlamaya teşebbüs etmesin! Aman ha, kurulu düzenler altüst olmasın!
Bu tür bir düşünsel korkaklığın başka ülkelerde de tanığı olmamız mümkün. Ama Türkiye
gibi devletçi geleneğin ve Asyalı kültürün baskın izlerini taşıyan coğrafyalarda, bürokratik
kalkınmacılığı sosyalizm sanan dar görüşlülükten beslenen sol anlayış misliyle güçlüdür.
Unutulmasın ki devrimci fırtınaların alabildiğine estiği çok canlı dönemlerde bile, Türkiye,
solda Stalinizmin okkalı egemenliğini yansıtan çarpıcı bir örnek olmuştu. Bu topraklarda
egemen sol kültür, devrimci Marksist fikirleri savunmaya ve bu fikirlerin temsilcisi olmuş
devrimci önderlerden öğrenmeye çalışanlara, “Müslüman mahallesinde salyangoz satma!”
diyerek hücum etmeye yatkındır. O nedenle, Ekim Devrimiyle kurulmuş işçi iktidarının
akıbetinden tutun da bürokratik rejimlerin karakterine ve sosyalizmin gerçekte ne olduğuna
dek pek çok önemli konuda, devrimci Marksizmin bilimsel temellere dayanan
değerlendirmeleri Stalinistlere küfür gibi geliyor.
Ne demişti koca Marx? Sen yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler! Biz de, tarihi olguların
derinliğine kavranması çabasını kısır bir “Stalinizm-Troçkizm” çekişmesine indirgeyen küçük-
burjuva sol anlayışın dar görüşlülüğüne asla prim vermeksizin, devrimci Marksizm yolunda
yürümeyi sürdüreceğiz. Bu yolda layıkıyla, hak ederek yürüyebilmenin temel koşullarından
biri de, sosyalizmin gerçekte ne olduğunu ve ne olamayacağını bilmektir. Aslında Marksizmin
kurucularının çözümlemeleri, bu gibi konularda kimin doğru kimin yanlış yol tuttuğunu
kavratacak bilimsel temeli bizlere bahşetmiş bulunuyor.
Sosyalizm sınıfsız ve devletsiz toplumdur
Stalinizmin teorik alandaki suçlarından biri de, kapitalizmden komünizme geçiş konusundaki
Marksist açılımları bilinçli olarak tahrif etmesidir. Bu tahrifat nedeniyle dün olduğu gibi
bugün de dünya genelinde sol harekette, sosyalizmi proletarya diktatörlüğü dönemi ile
özdeş sayan bir anlayış yaygındır. Böylesi bir vahim yanılgının pençesinden
kurtulamayanlara, daha Marksizmin kuruluşu döneminde açıklığa kavuşturulmuş bulunan
bazı temel gerçekler, yanlış, tuhaf veya özgün gelebilmektedir. Bu konuda verilebilecek en
çarpıcı örneği, insanlığın kapitalizmden geleceğe uzanan tarihsel serüvenini bilimsel anlamda
başlıca üç evreden müteşekkil gören Marksist yaklaşımın reddedilmesi oluşturuyor. Bu
tarihsel evreler özetle, proletarya diktatörlüğü altında yaşanacak geçiş dönemi, sosyalizm
(sınıfsız toplumun ilk evresi), komünizm (sınıfsız toplumun olgunlaşmış evresi) diye
sıralanmaktadır.
Oysa Stalinist gelenek, sosyalizm evresini, kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş dönemi yani
proletarya diktatörlüğü dönemi ile aynı şeymiş gibi gösterir. Belirtmeliyiz ki, Troçkist
saflarda da bu kapıya çıkan bulanık yaklaşımlar az değildir. Nihayet kısaca vurgulamak
gerekirse, Stalinizmin icadı olan “tek ülkede sosyalizm” teorisi, sosyalizmi, sınıflı ve devletli
bir toplumsal düzen düzeyine indirgemektedir.
Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, kapitalizmden komünizme giden yolda önce bir
geçiş döneminin, bir devrimci dönüşümler döneminin yaşanması zorunludur. İnsan yaşamını
sınıflı toplumların esaretinden kurtarıp, sınıfsız toplumun özgürlük dünyasına kavuşturacak
olan bu devrimci dönüşümler ancak işçi sınıfı iktidarı altında gerçekleşebilir. Nüfusun üreten
ve emeğiyle geçinen çoğunluğuna dayanan bu iktidar, proletaryanın, burjuvazi ve devrimi
tehdit eden unsurlar üzerindeki diktatörlüğü anlamına gelir. Kapitalizmden komünizme geçiş
döneminin siyasal karşılığı olan proletarya diktatörlüğü, tarihsel örneklerden bildiğimiz üzere
komün tipi (ya da aynı anlama gelmek üzere sovyet tipi) bir yarı-devlete dayanır. İşçi
sınıfının doğrudan egemen olduğu ve devletin bürokratik bir mekanizma olmaktan çıkarak
daha baştan sönmeye yüz tuttuğu bir dönemdir proletarya diktatörlüğü dönemi. İnsanlığı
sınıfsız toplum düzenine ulaştıracak olan proletarya diktatörlüğü döneminin olmazsa olmaz
koşulu ise işçi demokrasisidir. Altını kalınca çizerek belirtelim ki, işçi demokrasisinin
yaşatılmadığı bir durumda işçi sınıfının iktidarı kesinlikle ölmeye yazgılıdır.
Proletarya diktatörlüğü dönemi henüz sınıfların ve devletin yok olmadığı, ama tüm sınıflarla
birlikte sınıflı topluma özgü kurumların da tasfiyesinin sürdüğü bir tarihsel evredir. Sınıflı
toplumlar tarihinde ilk kez ezilen ve sömürülen bir sınıfın iktidar oluşu, tarihin gidişatını
tamamen değişikliğe uğratacak muazzam bir eylemdir. Dünya devriminin ilerleyişiyle birlikte
tüm gezegenimiz üzerinde işçi iktidarının kurulması, kapitalizmi ve sınıfsal ayrımları geri
dönüşsüz biçimde sona erdirebilir. Ve zaten işçi demokrasisi sayesinde daha baştan bir yarı-
devlete dönüşmüş bulunan devletin sönümlenmesini sağlayabilir. Proletarya diktatörlüğünün
tarihsel görevi, insan toplumunun yaşam koşullarını kapitalizmin zincirlerinden kurtarmak ve
sosyalizme taşımaktır. İşçi sınıfı bu soylu misyonunu evrensel düzeyde başarıyla yerine
getirdiğinde, kendisi de dahil tüm sınıfların varoluş koşulları ortadan kalkacak ve proletarya
diktatörlüğü dönemi tamamen son bulacaktır. Böylece insanlık sınıfsız toplum düzeninin
sosyalizm adını verdiğimiz ilk evresini yaşamaya başlayabilecektir.
Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz
ve üreticiler arasında hak eşitliğinin sağlandığı bir toplumsal düzendir. Sosyalizm, sınıfsız
toplumun olgunlaşmış evresine, yani bayrakları üzerinde herkesten yeteneğine göre,
herkese ihtiyacına göre ilkesi yazan komünist toplum düzenine sıçramaya hazırlanan özgür
üreticiler topluluğudur.
Sosyalizm konusunda yaratılan zihinsel karmaşa nedeniyle birkaç hususa daha değinmekte
yarar var. İşçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesi ve burjuva devlet aygıtını parçalayarak
kendi egemenliğini ilan etmesi, yalnızca siyasal devrimin başarılması demektir. Unutulmasın
ki proleter sosyalist devrim, siyasal ve toplumsal devrimin bütünlüğünden oluşur. Ayrıca da
bir ülkede proletarya diktatörlüğünün kuruluşu, aslında siyasal devrimin bile kısmi zaferi
anlamına gelir. Zira siyasal devrimin bütünsel zaferi, işçi sınıfının dünya ölçeğinde egemen
oluşuna bağlıdır. İşçi sınıfının amacı, işçi iktidarının yani işçi demokrasisinin tek ülkede
kuruluşuyla yetinmek olamaz. Proletaryanın çıkarı, tüm ülkelere işçi demokrasisi bayrağının
dikilmesinde, devrimin sürekliliğinin sağlanmasındadır.
Bir ülkede iktidara gelen işçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkilerini tasfiyeye girişerek ve
toplumsal ihtiyaçları gözeten planlı bir iktisadi işleyişi başlatarak, maddi zemini sosyalizme
daha da hazır hale getirmeye koyulur. Bu nedenle işçi iktidarı altında gerçekleşecek bu
tarihsel adımların, bir başka deyişle toplumsal dönüşümlerin sosyalist kuruculuk diye
adlandırılmasında pek de mahzur yoktur. Tıpkı işçi sınıfının, ilerleyeceği hedefi belirtmek
amacıyla kendi devrimini sosyalist devrim olarak nitelemesinde bir sakınca olmadığı gibi.
İşte sosyalizm kavramının bu anlamda ve kapsamda kullanılmasıyla, tek ülke sınırları içinde
sosyalizme geçileceği, yani sosyalizmin yaşanmaya başlanacağı iddiasının hiç ama hiçbir
ilişkisi bulunmamaktadır.
Sınıfsız toplumun ilk evresi olan sosyalist toplum hakkında yukarda özetlediğimiz hususlar
dikkate alındığında, “tek ülkede sosyalizm” teorisinin saçmalığı kolayca anlaşılacaktır. Bu
saçmalığın derecesini vurgulamak için yalnızca önemli bir hatırlatma yeter. Bir yandan bir
ülkede proletarya diktatörlüğünden söz edilecek, yani sınıflar ve devlet varlığını sürdürecek,
öte yandan o ülkede “yaşayan sosyalizm” olacak! Böyle bir iddianın, gerçeklikle, bilimle ve
Marksizmle bağdaşabilir bir yanı yoktur. Sınıfsız toplum düzeni olarak sosyalizm, tek tek
ülkelerde taksit taksit yaşanmaya başlanacak bir toplumsal olgu değildir. O yüzden, Stalinist
veya merkezci akımların iddia ettiği şekilde, sosyalizmin tam zaferinden söz edilemese bile
yine de tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği iddiası bir fasaryadan ibarettir. Sosyalizm,
gezegenimizi özgürlüğe kavuşturacak olan dünya işçi demokrasisi altında insanlığın hep
beraber sıçrayacağı bir tarihsel moment olabilir ancak. Ve ancak bu sayede, insan toplumu
yine tüm dünya üzerinde hep beraber sınıfsız toplum düzenini olgunlaştıracak ve onun
komünizm dediğimiz olgunluk evresine ulaşabilecektir.
Stalinist bürokrasinin “tek ülkede sosyalizm” teorisini icattan muradı, kendi egemenlik
koşullarını sosyalizm diye yutturabilmekti. Bunun gereğini yerine getirmek üzere yeniden
yazılan “Marksizm”de, proletarya diktatörlüğü dönemi sosyalizm dönemi olarak lanse edildi.
Ve bürokratik diktatörlüğün de kendini işçi iktidarı yerine ikame etmesiyle birlikte tahrifat
tamamlanmış oldu. Böylece, sınıfsız toplum düzeninin ilk evresi anlamına gelen sosyalizmle
alâkasızlığı bir yana, aslında işçi iktidarıyla bile hiçbir ilintisi bulunmayan bürokratik
diktatörlükler, insanların belleğine “yaşayan sosyalizm” diye kazındı.
Bazı tartışmalı sorunlarda yanlış anlamalara fırsat vermemek için önemli gördüğümüz birkaç
hususa daha değinelim. Bir dünya sistemi kurmuş bulunan kapitalizmin tasfiyesinin ancak
dünya ölçeğinde gerçekleşeceği ve sınıfsız toplum düzeninin de ulusal değil bir dünya düzeni
olacağı çok açıktır. Bu bakımdan işçi sınıfının devrimi (sosyalist devrim) bir dünya
devrimidir. Ancak bu devrimin niteliğini derinlemesine kavrayabilmek için, bazı sorunları
onun siyasal ve toplumsal boyutunu ayırt ederek tartışmak gerekiyor. Örneğin tek ülkede
işçi sınıfı iktidarının kurulması mümkündür ve bu olasılık devrimin siyasal boyutunu
ilgilendirir. Oysa sosyalist kuruculuk asla tek ülkede tamamlanamaz ve bu gerçeklik de
devrimin toplumsal boyutuna işaret eder. Siyasal devrim boyutuyla sosyalist devrimin hangi
ülkeden başlayarak patlak vereceği, ekonomik gelişme düzeyinin basit bir türevi olamaz.
İşin bu yönü, bir ülkede siyasal ve toplumsal çelişkilerin derinleşip keskinleşmesiyle alâkalı
bir sorundur.
Siyasal devrim pekâlâ şu ya da bu gelişkinlik düzeyine sahip bir kapitalist ülkede patlak
verebilir ve işçi sınıfını iktidara taşıyabilir. Fakat esasen sosyalist devrim, işçi sınıfının çeşitli
ülkelerde iktidara gelmesiyle birbirine eklemlenen ve bu sayede kapitalizmin geri dönüşsüz
tasfiyesini mümkün kılan sürekli bir devrim sürecidir. Ve bu devrim ancak dünya ölçeğinde
tamamlanabilir. Ayrıca tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığı bir yana, bir işçi iktidarının tek
ülkede yalıtık vaziyette uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Bir başka deyişle, tek
ülkede proletarya diktatörlüğünün akıbeti de tamamen iç ve dış koşullara bağlıdır. Kapitalist
sistem tarafından kuşatılan yalıtılmış bir işçi iktidarı, dış müdahale tehdidi bir yana,
nihayetinde içte biriken çelişkilerin kurbanı olabilmektedir. Bu gibi hususlar, 1917 Ekim
Devrimi pratiğinin Marksist teoriyi zenginleştiren katkılarıdır.
Buradan hareketle, dünya devriminin ilerleyişine dair bazı öngörülerde bulunmak da olanaklı
görünüyor. Siyasal boyutuyla dünya devrimi, tüm ülkelerde ani ve eşzamanlı bir tarihsel
eylem biçiminde cereyan etmek zorunda değildir. Dünya işçi sınıfının devrimci siyasal atılımı,
pekâlâ kopuşsuz bir tarihsel süreç içinde çeşitli ülkelerde patlak veren proleter devrimler
zinciri şekline bürünebilir. Bu gibi konularda spekülasyona kaymamak koşuluyla çeşitli
olasılıklar irdelenebilir. Fakat çok açık olan gerçek şudur ki, dünya devrimi süreci ancak
kapitalist kuşatma tarafından esaslı bir kesintiye uğratılmaması, yani süreklilik arz etmesi
koşuluyla ilerleyebilir ve zafere koşabilir. Bunun için, bir ülkedeki veya bölgedeki devrimin
etkisinin dünyanın diğer alanlarına yayılması, şu ya da bu ülkede kurulan işçi iktidarının bir
diğeri ile tam manasıyla enternasyonalist komünist tarzda kardeşleşmesi şarttır. Ve de
dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist önderliği olmadan bu görevlerin üstesinden
asla gelinemeyeceği aşikârdır. Bu öznel koşulun yanı sıra, nesnelliğin önemi de büyüktür. Bir
ülkede meydana gelen devrimin dünya devriminin ilerletici gücü olabilmesi için, kapitalist
sistemin yalnızca çeperlerine değil merkezine esaslı darbeler indirmesi şarttır.
Marksizm mi, “Marksizm” mi?
Yukarda kısaca değinmeye çalıştığımız gerçeklikler, devrimci Marksizmin, burjuva ve küçük-
burjuva sosyalizm anlayışlarından ayırt edilmesini sağlıyor. Marx ve Engels’ten başlamak
üzere, Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler, bu gerçeklerin ifadesi olan bir siyasal
çizgiyi mücadele içinde bıkıp usanmaksızın egemen kılmaya çalıştılar. Geçmişten günümüze
uzanan bu kızıl çizgiye damgasını basan temel unsurların, dünya devrimi kapsamında sürekli
devrim anlayışı ve tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı şeklinde özetlenmesi hiç de yanlış
olmayacaktır. Stalin bile Lenin’in otoritesi altındayken dünya devrimi çözümlemesine karşı
çıkmamış, tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu söylememiştir.
Lenin’in ölümünden sonra, Stalin, egemen olan bürokrasinin çıkarları doğrultusunda yeni bir
“Marksizm” yaratmaya koyulacak ve bu bağlamda eşitsiz gelişme yasasının da Lenin
tarafından keşfedildiğini ilan edecektir. Amacı, bu yasanın esasen kapitalizmin emperyalizm
döneminde işlemeye başladığını beyinlere kazımaktır. Marx ve Engels’in “bilemeyeceği” bu
“yeni” özelliğin, tek ülkede sosyalizm lehine nesnel bir değişim yarattığını iddia eder Stalin.
İşin aslında Stalinizmin bu tür iddiaları tam anlamıyla kuyruklu yalanlardır. Zira Marx’ın
kapitalist iktisadi sistemin derinlerine dalan tahlilleri, eşitsiz gelişme yasası dahil bu üretim
tarzının tüm gizlerini ortaya serer. Muazzam Kapital çalışmasında Marx, şayet tüm alanlarda
eşzamanlı ve eşdeğerde gelişme olanağı olsaydı kapitalist üretimin asla meydana
gelemeyeceğini açıklamaktadır.
Stalinizmin, “tek ülkede sosyalizm” masalına dayanak olsun diye anlamını çarpıttığı eşitsiz
ve bileşik gelişme yasasının dünya kapitalist sisteminin işleyiş yasası olduğu çok açıktır.
Stalin’in çarpıtmalarından arındırılacak olursa, bu yasa, bir yandan tek ülkede sosyalizmin
olanaksızlığına işaret ederken, diğer yandan proleter devrim açısından dünyanın ve dünya
işçi sınıfının kaderinin bütünleştiğini kanıtlar. Özetle, Marksizmin kurucularının temel teorik
argümanlarıyla Lenin’in düşünceleri arasında bir açı yaratmak ve emperyalizm çağının
Marksizmi şeklinde bir Leninizm icat etmek tamamen abesle iştigaldir. Böyle bir siyasal
tutum, Lenin’i son derece haksız biçimde Marx’tan koparmak anlamına gelir.
Lenin hemen her konuda Marksizmin kurucularının sadık bir öğrencisidir. Lenin’in tüm teorik
çalışmaları, onun sosyalist devrimi tıpkı Marx ve Engels gibi bir dünya devrimi kapsamında
kavradığını gözler önüne sermektedir. Proleter devrimin Avrupa’nın gelişkin kapitalist
ülkelerinde kaydedeceği sıçrama Marksizmin kurucuları açısından ne denli önem taşıyorsa,
bu Lenin için de öyledir. Zira bu tür açılımlar devrimci önderlerin kişisel tercihlerine değil,
bazı nesnelliklere işaret ederler. O yüzden Lenin, Rusya gibi geri bir ülkede proleter devrimin
yaşama şansını, devrimin Avrupa’daki ilerleyişine bağlamıştır.
Rusya, dünya devrimini ilerletmenin nesnel olanakları bakımından gerçekten de tamamen
elverişsiz bir ülkeydi. Ne var ki, Çarlık rejimiyle birleşen bir kapitalistleşme sürecinin
yoğunlaştırıp keskinleştirdiği çelişkiler Rusya’da devrimi dayatmış bulunuyordu. Bir başka
deyişle, Rusya iktisaden çeşitli Avrupa ülkelerine kıyasla daha geri bir durumda olsa bile,
tarihsel ve siyasal koşullar bu ülkeyi dünya proleter devriminin patlak verebileceği bir zayıf
halka konumuyla öne çıkartmıştı.
1917 Ekim Devrimi pratiğinin gündeme getirdiği yeni sorunlar, Lenin ve Troçki gibi devrimci
önderleri Marksist teoriyi çekiştirmeye değil, tersine bu sorunların dünya devrimi açısından
yarattığı tehlikelerin kavranıp açıklanması çabasına yöneltti. Onlar bu devasa sorunların
bindirdiği basınç altında, Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarını korumak ve yaşatmak
için çırpındılar. Bu devrimci önderlerin tutumu ile, iradi çabalarla aşılamayacak nitelikteki
sorunların ürünü olan yozlaşma ve çarpılmayı teorize eden ve böylece Marksizm dışı bir
“sosyalizm” anlayışı yaratan Stalinizm arasında keskin bir ayrım çizgisi vardır.
1917 Ekim Devrimi sonrasında yalnız kalan işçi iktidarının kaderi konusunda Lenin’in yaptığı
değerlendirmeler, onun proleter devrimin ancak bir dünya devrimi olarak başarıya
ulaşabileceğine duyduğu bilimsel inancı ortaya koyar. Bütün bu dönem boyunca Lenin gibi
gerçek Bolşevikleri endişe ve acı içinde kıvrandıran temel sorun, tek başına kalan işçi
iktidarının yaşatılıp yaşatılamayacağıdır. Sovyet egemenliğinin yaşatılabilmesi için devrimci
önderlerin çırpınışlarını, onların tek ülkede sosyalizmi savundukları şeklinde tahrif ederek
sunmak, bu önderlerin derinlikli Marksist kavrayışlarıyla dalga geçmek anlamına gelir.
Tek ülkede sosyalizm bahsinde Lenin’in ardına sığınmaya çalışanlar gerçekten de fena halde
yanılıyorlar. Stalinist tahrifatlara verilecek en iyi yanıtı bizzat Lenin’in değerlendirmeleri
oluşturuyor. Marx ve Engels’in, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin dünya çapında
uzun doğum sancılarını gerekli kılacağına ilişkin çözümlemelerini özenle yorumlamıştır Lenin.
Marx ve Engels için olduğu kadar Lenin için de, bu geçiş sürecinin kapitalizmin bütün
biçimlerinin ve eski kuruluşların tümünün parçalanacağı zahmetli bir dönem olacağı açıktır.
Yine devrimci Marksist önderlerin dikkat çektiği üzere, bu yolda başarıya ulaşabilmek için
bütün ülkelerin işçilerinin mücadele ve eylem birliğinin sağlanması kesin bir zorunluluktur.
Rusya’da siyasi ve toplumsal çelişkilerin yoğunlaşması, ekonomik gelişme düzeyine
bakmaksızın bu ülkeyi öne fırlatmıştı. Fakat Avrupa devriminin geri çekilişi, Ekim Devrimini
gerçekleştiren öncü müfrezeyi yalnızlığa sürükledi. Tarihin devrimci önderlerin rızasına
bakmaksızın önlerine çıkarttığı devasa sorunların üstesinden salt iradi çabalarla
gelinemeyeceğinin bilincindeydi Lenin. Bu nedenle de temel devrimci görevi, Avrupa’da
yeniden canlanacak proleter devrimin imdada yetişmesine dek dayanmaya çalışmak şeklinde
ifade ediyordu. Lenin, koşulların muazzam zorluğu nedeniyle yenilgi ihtimalinin ağır bastığı
bir durumda bile devrimci mevzileri çarpışmadan terk etmeyecek kalibrede gerçek bir
devrimciydi. O yüzden, mücadeleye girişmeksizin daha baştan pes edenlere taviz
vermeyecekti.
Lenin o günün koşullarında Rusya ölçeğinde bir şeyleri korumaktan söz etmişse, kuşkusuz
bunun ulusal dar görüşlülükle hiçbir alâkası yoktur. Tersine bu koruma kaygısı, yalnız ve
yalnızca dünya devriminin ilerleyişi umuduna bağlanmış enternasyonalist devrimci bir görev
anlayışının yansımasıdır. Yeri gelmişken önemli bir hususu da belirtelim. Avrupa devriminin
geri çekilişinin Sovyet devleti açısından yarattığı tehlikenin bilincinde olmakla, henüz hiçbir
şeyin kesinleşmediği bir tarihsel anda umudu yitirmeyip, devrimi elden geldiğince
koruyabilmek için mücadeleyi sürdürmek birbiriyle çelişen tutumlar değildir. Aksine bu iki
tutum, tarihsel gidişatın kısa ve uzun vadeli diyebileceğimiz farklı boyutlardaki Marksist
kavranışıdır ve birbirini devrimci tarzda bütünlemektedir. Ayrıca da gözden kaçırılmaması
gerekir ki, diğer müfrezeler imdada yetişene dek Rusya’daki devrimci burcu korumaya
çalışmanın, sosyalizmin tek bir ülke sınırları içinde gerçekleşebileceği iddiasıyla hiçbir ortak
noktası bulunmamaktadır.
Ne yazık ki dün olduğu gibi günümüzde de kimileri, Stalinist “Marksizm” tarafından
çarpıtılmış siyasi bakışlarıyla, Lenin’in sosyalizm kavrayışını bir tür “ulusalcı sosyalizm”
kalıbına sığdırmaya çalışıyorlar. Bazı yazılarında iktidarın proletarya tarafından fethi yani
sosyalist siyasal devrim anlamında kullandığı sosyalizm sözcüğüne dayanılarak, Lenin’de
dünya devrimi anlayışından kopartılmış bir sosyalizm açılımının, bir tür ulusal dar
görüşlülüğün kanıtları bulunmak isteniyor! Bu konuda kesin bir kanıt oluşturduğu
düşüncesiyle, onun Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine makalesi tekrar tekrar önümüze
konuluyor. Stalinist ve merkezci akımlar, bu makalede yukarda işaret ettiğimiz kapsamda
kullanılan sosyalizm kavramından hareketle, tek ülkede sosyalizmin pekâlâ mümkün
olabileceği konusunda Lenin’i şahit gösteriyorlar. Oysa Marksizmin endazesine vurulduğunda
açıkça görüleceği üzere, bu tür siyasi yaklaşımlar tamamen yanlış ve sosyalizm
mücadelesine zarar veren girişimlerdir.
Lenin, sosyalist toplumsal düzene ancak kapitalist sistemin dünya ölçeğinde tasfiyesi
sayesinde geçilebileceğini tam manasıyla idrak etmiş bir Marksist önderdir. Onda küçük-
burjuvazinin ulusal sınırlara hapsedilmiş sınıflı ve devletli “sosyalizm” anlayışının izini bulup
ortaya çıkarma çabası beyhudedir. Tersine, dünya işçi hareketinin bu devrimci önderi,
küçük-burjuva zihniyetin Marksizmle bağdaşmaz karakterini her bir önemli vesileyle teşhir
etmiştir.
Bu konuda pek çok örnek verilebileceği gibi, Lenin’in editörlüğünü yaptığı ve önsöz yazdığı
bir kitapta (Stepanov-Skvortzov’un Elektrifikasyon adlı kitabı) okuyucuya hararetle tavsiye
ettiği satırlar hatırlanabilir: “Rus proletaryası, asla yalıtık bir sosyalist devlet yaratmayı
düşünmedi. Kendi kendine yeten bir ‘sosyalist’ devlet, bir küçük-burjuva idealidir. Bunu az
çok andıran bir durum, ancak küçük-burjuvazinin ekonomik ve politik olarak ağır bastığı
koşullarda düşünülebilir; dış dünyadan kopuk küçük-burjuvazi, yeni teknik ve yeni
ekonomiyle birlikte çok istikrarsız bir hal alan kendi ekonomik formlarını pekiştirmenin
yolunu arar”. Unutulmasın ki, işçi sınıfının toplumsal devrimi üretim araçlarında özel
mülkiyete karşı olduğu kadar, dünya ekonomisinin ulusal çıkarlar temelinde bölünmesine de
karşıdır. Sosyalizm mücadelesinin özünde, her düzeyde enternasyonalizm ve insanlığın
evrensel çıkarları yatmaktadır.
Gizlenemeyen gerçekler ve Stalin’in tahrifatları
Stalin’in dümeni tek ülkede sosyalizm çarpıtmasına kırmasından önce gerek Bolşevik Partide
gerekse Komintern saflarında dünya devrimi anlayışının savunulageldiği aşikâr bir gerçektir.
Bu konuda sıralanabilecek pek çok kanıt mevcuttur. Buharin ve Preobrajenskiy’nin kaleme
aldığı ve Komintern tarafından temel eğitim kitabı olarak onaylanan Komünizmin ABC’si’nde,
proleter devrimin ancak dünya devrimi olarak zafere ulaşabileceği, sosyalizmin muzaffer
olabilmesi için dünya devriminin zaferinin zorunlu olduğu belirtilmektedir.
Rusya’da işçi sınıfının hiçbir zaman izole olmuş bir sosyalist toplum yaratmayı düşünmediği
(ve zaten yaratamayacağı) bizzat Lenin tarafından açıkça ifade edilmiştir. Kendine yeterli bir
“sosyalist” devlet düşüncesi olsa olsa bir küçük-burjuva idealidir. Aslında sosyalist düzenle
hiçbir alâkası bulunmayan fakat kendisini öyle takdim eden sınıflı ve devletli “sosyalizm”
olgusu, bir bakıma bu küçük-burjuva idealin gerçekliğe dönüşmesidir. Stalinist bürokrasilerin
egemenliği altında biçimlenen ve günümüzde de küçük-burjuva sosyalistlerin düşlerini
süslemeye devam eden ulusal kalkınmacı sözde sosyalist rejimler bu gerçekliğin somut
ifadesi olmuşlardır.
Ocak 1918’de toplanan Üçüncü Sovyetler Kongresinde, tek ülkede sosyalizmin
olanaksızlığına işaret etmişti Lenin. Komintern’in Üçüncü Kongresindeki konuşmasında ise,
dünya devriminin desteği olmaksızın Rusya’da proleter devrimin zafere ulaşamayacağını
baştan beri bildiklerini vurguluyordu. Ama kendi irade ve tercihlerinden bağımsız olarak,
olayların gelişimi onların önüne tek ülkeye hapsolan devrimci işçi iktidarını savunma görevini
çıkarmıştı. Fakat şurası çok açıktır ki, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Sovyet sistemini
(işçi demokrasisini) korumak için gösterdikleri çaba, Stalinist bürokrasinin egemenliğini ifade
eden bir sözde işçi iktidarını korumaya çalışmaktan tamamen farklı bir niteliğe sahiptir. Bu
ikisi arasında bir benzeştirme yaparak, Stalin döneminde dünya komünist hareketine
dayatılan bürokratik korumacılığı (yani sosyalizm sözcüğünün ardına sığınan bürokratik
rejimin korunması) haklı göstermeye çalışmak devrimci ciddiyetle asla bağdaşamaz.
1921 yılında Lenin’in yol göstericiliğiyle biçimlenen Komünist Gençlik Programında belirtildiği
üzere, Rusya muazzam doğal kaynaklar barındırıyor olsa da sanayi bakımından küçük-
burjuva nüfusun ağır bastığı geri bir ülkeydi. Ve sosyalizme ancak sosyalist dünya devrimi
aracılığıyla varılabilirdi. Nihayet, 1922’de toplanan ve Lenin’in katıldığı son kongre olan
Komintern Dördüncü Kongresinde kabul edilen bir kararda ise, Bolşeviklerin dünya devrimi
perspektifi şu sözlerle ifade edilmekteydi: “Dördüncü Dünya Kongresi bütün ülkelerdeki
proleterlere, proleter devrimin hiçbir zaman tek bir ülkenin sınırları içerisinde zafere
ulaşamayacağını hatırlatır; o yalnızca uluslararası biçimde, dünya devrimine gelişerek zafere
ulaşabilir.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal - Belgeler, c.2, Maya Yay., Eylül
2002, s.390)
Stalin Lenin’in ölümünden sonra, Nisan 1924’te kaleme aldığı Leninizmin İlkeleri adlı
broşüründe henüz aynı perspektifi savunur görünmekteydi. Bu broşürde örneğin şu satırlar
yer alıyordu: “Sosyalist üretimin örgütlendirilmesi için bir tek ülkenin, özellikle Rusya gibi bir
köylü ülkesinin çabaları yetmez; bunun için birçok ileri ülke proleterlerinin çabaları gerekir.”
(Stalin, Leninizmin İlkeleri, Sol Yay., Eylül 1979, s.162) Ancak aradan fazla bir süre
geçmeden, Stalin kendisininki dahil bu tür değerlendirmelerin yanlışlığını ilan edecek ve
dümeni devrimci Marksizme tamamen ters yöne kıracaktı.
1924 yılının Aralık ayında Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği adlı yeni broşüründe,
Stalin, artık dünya devrimi anlayışını savunanları eleştiriyor ve sosyalizmin tek ülke sınırları
içinde kurulabileceği fikrini savunuyordu. Nitekim sosyalizm sorununda yaptığı bu
“düzeltme” doğrultusunda eski açıklamalarını geri çekmiş ve “sosyalist toplumu kurmak için
gerekli her şeye sahip bulunduklarını” ilan etmişti. (age, s.163) Buna paralel olarak egemen
bürokrasi, Lenin’in yazılarında geçen sosyalizm sözcüğüne de artık keyfi anlamlar
yükleyecekti. Stalin’in “Troçkizme” karşı yürüttüğü seferberlikten Marksist külliyat da
nasibini alacak, Marksist eserler üzerinde tahrifatlara girişilecek ya da bazı önemli yazılar ve
programatik belgeler arşivlerde çürümeye terk edileceklerdi.

“Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır /2


Elif Çağlı

Stalin’in marifetiyle biçimlenmeye başlayan “tek ülkede sosyalizm” teorisi, Komintern’in


1928 yılında toplanan Altıncı Kongresince kabul edilen programa da damgasını bastı.
Lenin’in otoritesi altında söylediklerini daha sonra bir bir geri alan Stalin, Kongre öncesinde
Buharin’e tek ülkede sosyalizmin savunusu doğrultusunda bir program taslağı hazırlatmıştı.
Taslakta, kapitalizmin mutlak bir yasası olan ekonomik ve siyasal gelişim eşitsizliğinin
emperyalizm döneminde daha da şiddetlendiği belirtilmekte ve takiben şöyle denilmekteydi:
“Bu nedenle, uluslararası proletarya devrimi, aynı zamanda her yerde birden gerçekleşecek
tek bir eylem olarak görülmemelidir. Bu nedenle sosyalizmin zaferi, ilkin az sayıda hatta bir
tek kapitalist ülkede mümkündür.” (III. Enternasyonal - Belgeler, Belge Yay., Ekim 1979,
s.150)
Açıktır ki Stalinizm, proleter devrimin siyasal ve toplumsal boyutlarının içerik ve anlamı
konusunda bilinçli olarak tam bir zihin karmaşası yaratmıştır. Siyasal devrimin tek ülkede
gerçekleşme olasılığı ikna edici bir unsur olarak kullanılarak, sosyalizmin tek ülkede
muzaffer olabileceği yalanı inandırıcı kılınmaya çalışılmıştır. Bunun anlamı, işçi sınıfı
devriminin toplumsal bir devrim olarak asla ulusal arenada tamamlanamayacağı gerçeğinin
fütursuzca inkâr edilmesidir. Stalinizmin egemenliğinin tesisi ile birlikte Komintern de
devrimci özünü yitirmiş ve bürokrasinin komünistler üzerindeki baskı aracına dönüşmüştür.
Komintern programı ve içerdiği tek ülkede sosyalizm anlayışı, egemen bürokrasi tarafından
dünya komünist hareketine resmen dikte ettirilecektir. O gün bugündür tek ülkede
sosyalizm konusu, aşamalı devrim anlayışının yanı sıra Stalinist çizginin belirleyici unsurları
arasına katılmış ve resmi komünist çizgiye bağlanan (ya da ondan kopamayan) kuşaklar
tarafından inatla savunulmuştur.
Ancak bürokrasinin “sosyalizm” konusundaki tahrifatı yukarıda belirttiğimiz noktada da
durmamış, 1936 yılına gelindiğinde Stalin, Sovyetler Birliği’nde sosyalist düzenin artık
tamamen gerçekleştiğini açıklamıştır. 1939 yılında toplanan 18. Parti Konferansında ise,
Stalin bu kez “komünizme ilerliyoruz” palavrasını savurur. Kruşçev, bürokrasinin büyük
şefinin açtığı yoldan “ilerlemeyi” sürdürecek ve resmi KP’lerin 1960 yılında Moskova’da
gerçekleşen bir toplantısında, “Sovyetler Birliği’nin komünist toplumun genelleşmiş inşasını
başarıyla gerçekleştirdiğini” ilan edecektir. Stalinizmin devrimci Marksizmin katli anlamına
geldiğinin bundan daha çarpıcı kanıtı olabilir mi?
İkinci Enternasyonal sosyalizminin yansıması
Stalinist “tek ülkede sosyalizm” teorisi, gerici ve ütopik bir anlayışın ifadesidir. Gericidir, zira
sosyalizmin maddi zeminini döşeyen faktör ulusal kalkınma değil, kapitalizmin uluslararası
gelişimidir. Tek ülkede sosyalizm anlayışı ise evrenselleşmenin karşısına ulusalcılığı
dikmektedir. Ütopiktir, çünkü tek ülkede sosyalizmin gerçekleşmesi fiilen olanaksızdır. Tek
ülkede sosyalizm sözde teorisi ve iddiası, Stalin’in Marksizme bir katkısı değil Marksizmin
Stalin tarafından açıkça inkârıdır. Ve nihayet bütün bu nedenlerle bu “teori” ve “iddia” işçi
sınıfının devrimci çıkarlarına tamamen aykırıdır. Tekrar pahasına bir kez daha altını çizelim.
İktidarın proletaryanın eline geçmesi devrimi tamamlamaz, sadece onu başlatır. Sosyalist
inşa, ancak devrimin ulusal ve uluslararası ölçekte sürekliliği temelinde yol alabilir.
Stalinizmin egemenliğini yansıtan “tek ülkede sosyalizm”in (ya da bir zamanlar ünlenen
deyişle reel sosyalizmin), sınıfsız toplumun ilk evresi anlamına gelen sosyalizmden tamamen
farklı bir olguya işaret ettiği yeterince açık olsa gerek. Stalin ve onun izinden gidenler
tarafından savunulan bu sınıflı ve devletli “sosyalizm”, aslında daha İkinci Enternasyonal
zamanında üretilen çarpıtılmış ve iğdiş edilmiş bir sosyalizm anlayışının yansımasından
ibarettir. Stalinist egemenlik düşünsel dayanaklarını Marksizmde değil, Marx’ın eleştirdiği
Lasalcı küçük-burjuva sosyalizminde bulmuştur ve bu durumun aslında anlaşılır bir yanı da
vardır. Zira bürokratik diktatörlüğün varlığıyla uyumlu “sosyalizm” ancak bu olabilir ve
Stalinizmin sosyalizm teorisi de zaten bu uyumun bir ifadesidir. Bürokratik diktatörlük
böylece, devlet mülkiyeti ve bürokratik planlamadan ibaret bir gerçekliği, yani kendi
egemenliğinin koşullarını topluma yaşayan sosyalizm diye sunmanın yolunu bulmuştur.
Bürokrasinin egemenliği altında devletin hiç de sönmeye yüz tutmadığı, tersine daha da
güçlendiği bir “sosyalizm” maskaralığının üzeri, küçük-burjuvanın kulağına pek hoş gelen o
meşhur “özgür halk devleti” yalanı ile cilâlanacaktır. Nitekim Sovyetler Birliği’nde 1936
Anayasası ile bir yandan sosyalizmin zaferi ilan edilirken, öte yandan bürokrasi “özgür halk
devleti” propagandasına dört elle sarılır. Bu durum, bürokratik diktatörlüğün kendi despotik
devletini “sevimli” göstermek üzere başvurduğu bir sahtekârlıktan öte bir şey değildir.
Unutulmasın ki, bir zamanlar Alman sosyal demokrasisi içindeki küçük-burjuva sosyalizminin
alâmet-i farikası olan devletçi sosyalizm anlayışı da kendisini “özgür halk devleti” esprisiyle
ifade etmiştir. Marx tarafından eleştirilen Lassalle’ın sosyalizm anlayışı, küçük-burjuva solun
ulusalcı ve devletçi zihniyetini yansıtmıştır. Keza Alman sosyal demokrasisinin ünlü
teorisyenlerinden Vollmar, ulusal ölçekte devlet mülkiyeti ve planlama üzerinde yükselen
sosyalizm açılımıyla, tek ülkede sosyalizm teorisinin zeminini döşemiştir. Sosyalizm
konusunda Marksist kavrayışa açıkça karşı çıkan Vollmar, “Yalıtık Sosyalist Devlet” adlı
makalesinde şöyle demektedir: “İnanıyorum –ve aşağıdaki sayfalarda kanıtlamaya
çalışacağım– ki, sosyalizmin nihai zaferi tarihsel olarak öncelikle tek devlette daha
muhtemel olmakla kalmayıp, yalıtık sosyalist devletin varlığı ve refahı yolunda hiçbir engel
bulunmamaktadır.” (Aktaran Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci
Yay., Eylül 2000, s.42)
Günümüzde de benzerlerini çeşitli sosyalist örgüt ve çevreler arasında çokça bulabileceğimiz
bu siyasi anlayış, kapitalist çağın üretici güçleri ulaştırdığı boyutları ısrarla görmezden
gelmeye çalışmakta, küreselleşme olgusunu yalnızca burjuvazinin ideolojik propagandası
addetmekte, evrensel gelişmenin karşısına ulusalcılığı dikmektedir. Oysa biliyoruz ki, bu tür
anlayışlar ve bu temelde oluşmuş ulusalcı siyasetler, uzun yıllar önce bizzat Marksizmin
kurucuları tarafından mahkûm edilmiştir.
Marx ve Engels, Fransız sosyalist hareketi içinde baş veren küçük-burjuva sosyalizm
anlayışına karşı yürüttükleri ideolojik kavgada, proleter devrimin ulus-ötesi karakterine ciddi
biçimde dikkat çekmişlerdi. Fransa örneği vesilesiyle proleter devrimin özelliğine değinirken,
Marx, devrimin Fransa’da başlayabileceğini fakat sorunun yalnızca Fransa içinde
çözümlenemeyeceğini, yani devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanamayacağını belirtmişti.
İşçi sınıfının Fransa’da siyasal iktidarı ele geçirerek devrimi başlatması mümkündü, ancak
toplumsal devrimin başarısı onun diğer ülkelere yayılmasına bağlıydı. Bu nedenle şu
değerlendirmeyi yapıyordu Marx: “Yeni Fransız Devrimi, derhal ulusal alandan ayrılmak ve
19. yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek
zorunda olacaktır. (Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.1, Aralık
1976, s.276) Marx’ın 19. yüzyılın koşulları nedeniyle Avrupa olarak vurguladığı bu alan,
kapitalizmin gelişmesiyle birlikte giderek dünya düzeyine yükselmiştir.
Ulus-devletin sınırları içinde tamamlanan burjuva devrimlerden farklı olarak, proleter devrim
her yönüyle uluslararası bir içeriğe sahiptir. Evrensel-tarihsel eğilimi itibarıyla ulusal sınırları
aşarak çeşitli ülkeleri tek bir dünya pazarının ortak potasına akıtan kapitalizm, bu ülkeleri
uluslararası işbölümü ve eşitsizlik ilişkileri temelinde karşılıklı bağımlılık içine sokmuştur.
Fakat bu iktisadi birlik eğilimi, kapitalizmin bunalımlarını ve rekabet gerçeğini ortadan
kaldırmamıştır, kaldıramaz da. Bu nedenle, ulusal sınırların ve çekişmelerin yok olduğu,
siyasal açıdan bütünleşmiş bir Avrupa (ya da benzeri bölgesel birlikler) kapitalizm altında
liberal bir düşten öteye geçememektedir. Avrupa’da olsun veya dünyada olsun, çeşitli
halkların barış içinde yaşayabileceği ve iktisaden hep birlikte gelişebileceği bir birliği
gerçekleştirme olanağına yalnızca dünya proleter devrimi sahiptir. Kapitalist gelişme dünya
üzerinde sosyalizmin maddi önkoşullarını yaratmıştır. Ne var ki, üretici güçlerin önüne bir
engel olarak dikilen özel mülkiyet zincirlerini ve gerici ulusal sınırları yalnızca dünya devrimi
paramparça edebilir. Bu gelişme, insanlığın kendi gerçek tarihini yaşayacağı birleşmiş özgür
bir dünyayı yaratacaktır.
Devrimci Marksizme sahip çıkan Troçki
Stalinist egemenlik yalıtılmış Rusya’nın tek başına sosyalizmi kuracağını söylemekle, her
adımda Marksizmin inkârına dayanan bir dönemi başlatmış oluyordu. Kapitalizmle bile
çelişen, kendine yeterli, kapalı, otarşik bir ulusal düzen fikrinin, kapitalist dünya sistemini
haydi haydi aşacak bir evrensellik düzeyini gerektiren sosyalizm hedefiyle bağdaşması hiçbir
şekilde mümkün değildi.
Marx ve Engels’ten başlayarak Lenin dahil tüm devrimci önderlerin titizlikle savunageldiği
dünya devrimi fikrine sahip çıkmayı sürdüren devrimci önder Troçki oldu. Troçki’nin başını
çektiği devrimci muhalefetin (Sol Muhalefet) yükselttiği dünya işçi devrimi ve sürekli devrim
inancı, Stalinist egemenlik tarafından “maceracılık”, “Sovyet düşmanlığı” sıfatlarıyla
lanetlendi. Böylece, uluslararası statükonun koruyucu önderi olarak Stalin Batılı kapitalistlere
göz kırpıyor ve gönderdiği işaret de karşı tarafça alınıyordu. Dünya burjuvazisi, dünya
devrimine inanan “maceracılar”a karşı statükocu bürokrasiyi yeğlemekte kendi çıkarları
açısından yarar umacaktı. Kendi ulus-devletini koruma güdüsüyle biçimlenen egemen
bürokrasi içinse, dünya kapitalizmiyle “barış içinde birlikte yaşamak”tan ve dünya devriminin
ilerleyişini durdurma pahasına işine gelen bir uluslararası dengeyi korumaktan daha doğal
ne olabilirdi?
Bürokrasinin önderi Stalin proletaryanın uluslararası devrimci hedeflerinin karşısına ulusal
egoizmi dikerken, Troçki ise ulusal sosyalizmin imkânsızlığı ve Sovyet rejimini bekleyen
tehlikeler üzerine çok özlü açılımlar getirmekteydi. “Proleter devriminin, Sovyetler Birliği
deneyiminin de gösterdiği gibi uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması
ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde, ulaşılan
başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik
durumunun devam etmesi halinde proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur.
Buradan tek kurtuluş yolu, gelişmiş ülkelerin proletaryalarının iktidarı ellerine geçirmesidir.
Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası
zincirin yalnızca bir parçasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim
sürekli bir süreç oluşturur.” (Troçki, Sürekli Devrim, Köz Yay., Kasım 1976, s.16)
Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı anlamına geldiğine
dikkat çekiyordu Troçki. Sovyet ekonomisinin izolasyonu bir üstünlük değil, aksine ekonomik
işleyiş açısından uzun vadede yıkıcı bir tehditti. Kapitalizmin dünya ekonomisi çağında,
“sosyalist” Sovyetler Birliği kapitalizmin restorasyonu tehlikesiyle yüz yüze bulunmaktaydı.
Nitekim yakın tarihlerde cereyan eden olaylar, Stalin’in veya Stalinistlerin içi boş
“komünizm” böbürlenmelerini yerle bir ederken, Troçki’nin 1936 yılındaki tahminini
doğruladı. “Sovyetler Birliği kapitalizm ile çevrelenmeye ne kadar devam ederse, toplumsal
dokunun dejenerasyonu da o kadar ilerler. Uzatılmış bir tecrit dönemi, kaçınılmaz olarak,
ulusal komünizmle değil, kapitalizmin restorasyonu ile bitecektir.” (Troçki, İhanete Uğrayan
Devrim, Köz Yay., Mayıs 1980, s.240)
Nihayet tek ülkede sosyalizm (veya genel anlamda komünizm) iddiası karşısında
hatırlanması gereken en önemli husus, Stalinist diktatörlükler altında yaşanmış olan sözde
sosyalizmin, Marksizmin önderlerinin dahiyane öngörüsünü doğrulamaktan başka bir kapıya
çıkmadığıdır. “Üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik
yaşantısının, yerel hayat planı üzerinde değil de dünya tarihi planı üzerinde cereyan etmesini
içeren gelişmesi) katiyen vazgeçilemez, önce yerine gelmesi gereken pratik bir koşuldur,
çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan
için mücadele yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.… Bu
koşul olmadığı takdirde:1. komünizm ancak yerel bir görüngü olarak var olabilir; 2. bizzat
insan ilişkilerinin güçleri, evrensel, bu yüzden de katlanılmaz olan güçler olarak
gelişemezler, yerel batıl inançlardan doğan ‘koşullar’ olarak kalırlar; ve 3. değişimlerin her
yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırır. Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen
halkların ‘ani’ ve ‘aynı zamanda’ meydana gelen hareketi olarak mümkündür, bu da gene
üretici gücün evrensel gelişmesini ve komünizme sıkı sıkıya bağlı dünya çapında değişimleri
varsayar.” (Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.1, s.42)
Yaratılan büyük tahribat
Stalinist ideoloji, tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı bir yana, aslında tek ülkede işçi
iktidarıyla bile en ufak bir ilgisi bulunmayan bir siyasal gerçekliğin ifadesidir. Vaktiyle Stalin,
Sovyet işçi iktidarının içten yürüyen bürokratik karşı devrimle yıkılması neticesinde
egemenlik koltuğuna kurulmuş ve bürokratik rejimi dünyaya “sosyalizm” diye lanse etmişti.
Stalinizmin yaratığı bu “tek ülkede sosyalizm” fenomeni tek kalmayacak ve zamanla
benzerleri de türeyecekti. Böylece, çeşitli Doğu Avrupa ülkeleri, Çin, Küba, Vietnam gibi
örneklerle sayıları artan bürokratik rejimler temelinde bir “sosyalist blok” hasıl oldu. Bu
ülkelerde kendilerini işçi-emekçi iktidarı diye tanıtan, gerçekte ise devletli bir sınıf olarak
egemenlik sürdüren yönetici bürokrasiler, oluşturdukları modern despotik diktatörlükleri
uzun yıllar boyunca sosyalizm diye yutturmayı başardılar.
Bu gelişmelerle birlikte “tek ülkede sosyalizm” konusu da, tarihin önemli bir kesitine
damgasını basan somut bir olgu katına yükselmişti. İşçi sınıfı ve birbiri ardı sıra gelen kim
bilir kaç devrimci kuşak böyle bir dünyaya gözünü açtı, bu “sosyalist” gerçekliğin altında
yaşadı veya sosyalizm diye bunu gördü, bunu belledi. Böylece dünya komünist hareketinde
Marksizmin yerini Stalinizm alırken, gerçek sosyalist toplum kavrayışı da yerini “tek ülkede
sosyalizm”lere terk ediyordu. Bu temelde 20. yüzyılın önemli bir bölümüne, Rusya’nın büyük
ve ezen ulus “sosyalizmi”, Çin’in köylü “sosyalizmi”, Yugoslavya’nın piyasa “sosyalizmi”,
Küba’nın devlet “sosyalizmi” ve hatta Kamboçya’da Pol Pot’un emekçi kitleleri kırıp geçiren
cinsten “sosyalizmi” şeklinde tasvir edebileceğimiz bir büyük rezalet damgasını basacaktı. Bu
tablo karşısında devrimci Marksistlerin yüreği yanar ve ecelleri fiilen bu “sosyalist”
bürokrasilerin eliyle gelirken, gündelik yaşamın hay huyu içinde sürüklenen işçi-emekçi
kitlelerin ise sosyalizme dair kavrayışları bulandı. Umutları sararıp soldu.
Çeşitli vesilelerle vurguladığımız gibi, tarihten ders çıkartırken muradımız tüm günahları şu
ya da bu kişinin sırtına yükleyerek işin içinden sıyrılmak değildir. Kuşkusuz ki devrimci
Marksistlerin sorunu, bir kişi olarak Stalin’le uğraşmaktan ibaret olamaz. Fakat dilerseniz bir
başka kavramla adlandırın, Stalinizm dediğimiz ideoloji ve tarihsel gerçeklik, dünya işçi
sınıfının devrimci mücadelesinin, Marksist düşüncenin, insanlığın güzelim sosyalizm
sevdasının sırtına saplanmış kalleş bir hançerdir. Bakın, alınan yaralar hâlâ iyileşmedi.
Devrimci işçi hareketi uzun yıllar boyunca bir yandan burjuva düzenin, diğer yandan
bürokratik rejimlerin salvo ateşleri altında güçsüz düştü. Burjuva düzenin işçi sınıfına gül
yağdırmayacağı bilinen bir gerçekti, ama kendini işçi sınıfının yoldaşı ve komünist diye satan
bürokratların yarattığı tahribat çok ama çok daha büyük oldu. Bu tahribat, bürokratik
rejimlerin “yaşayan sosyalizm” kılığına büründüğü yıllar boyunca birikimli olarak gerçekleşti.
Ve sonunda bu rejimler tarih sahnesini terk ederlerken de, artlarında kendilerine inanmış
olanların çöküntüsünden oluşan koskoca bir enkaz yığını bırakarak çekip gittiler.
Günümüzde Marksizmin ve sosyalizm inancının yeniden güç kazanabilmesi için, taze kana ve
boşa geçirilmeyen, tam anlamıyla devrimci sabırla, emekle inşa edilecek yeni bir mücadele
hattına ihtiyaç var. Devrimci Marksizm kof hayaller değil, bilimsel temeller üzerinde
yükselen tarihsel iyimserlik demektir. Ama yalnızca tarihsel iyimserliğe sahip olmak ve
devrimci mücadelenin yeniden atılıma geçeceğine inanmak da yetmiyor. Bunun yanı sıra,
işçi sınıfının devrimci potansiyeline ve Marksizme içten ve derinden inanan kişilere düşen bir
büyük görev var. Sağlam ideolojik temellerde örgütlenmek ve diyelim günümüzde Küba
örneğinde olduğu gibi, bürokratik bir rejimin “yaşayan sosyalizm”in son kalesi diye
yutturulması şeklindeki oyunlara iştirak etmemek gerekiyor. Yoksa tarih yine affetmez!
Sosyalizm umudunun bürokratik rejimlerin varlığına bağlanmasının işçi mücadelesinde açtığı
yaraların ne denli derin olduğu Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte kavranamadı mı? Daha
ne kanıt isteniyor? Bu kez de bir başka sarsıcı olay, Küba’nın çöküşü mü bekleniyor?
Tarih keyfi tercihlerle ilerlemiyor
Tek ülkede sosyalizm bahsi, siyasi çevrelerin kendi eğilimlerine göre olumlu ya da olumsuz
tarzda yaklaşacakları iradi bir tercih konusu değildir. Onun olanaksızlığı, nesnel gerçekliğe
ve tarihsel koşulların ürünü olan gelişmelere bağlıdır. İnsan toplulukları kendi tarihlerini
kendi keyiflerine göre değil, kendilerini içinde buldukları verili koşullara göre yaparlar. Bir
toplumsal düzenin son bulmasının ve yerini bir başka toplumsal düzenin almasının yine verili
koşullar tarafından belirlenen kuralları vardır. Marksizmin tarih anlayışı, somut koşulların
çözümlenmesine, yaşamın içinde bizzat hükmünü icra edecek olan kuralların kavranmasına
dayanır. Tarihsel materyalizm dediğimiz bu tarih anlayışı tamamen bilimsel temeller
üzerinde yükselir. Onun, henüz yaşanmamış bir tarih dilimine önceden kalıp çıkarmaya
teşebbüs etmek gibi saçma ve kurgusal yaklaşımlarla hiçbir ilişkisi yoktur.
Tarihin materyalist kavranışı, dünya üzerinde yaşanmış olan çeşitli toplumsal düzenlerin
içsel özelliklerini anlamamızı, bunların birbirlerinden farkını görebilmemizi ve içerdikleri
gelişme dinamiklerinin neler olduğunu değerlendirebilmemizi sağlıyor. Biliniyor ki, dünya
üzerinden gelip geçen farklı toplumsal düzenler farklı üretim tarzlarına dayanmıştır. İnsan
toplulukları bir zamanlar sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal düzen (ilkel komünal toplum)
içinde yaşamış, daha sonra ise tarih sahnesine sınıflı toplumlar çıkmıştır. Tarihin Doğu tipi
gelişme çizgisine asyatik üretim tarzı damgasını basarken, Batı tipi gelişme çizgisi boyunca,
köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzları yaşanmıştır. Nihayetinde kapitalist üretim tarzı
Doğuda ve Batıda tüm eski üretim ilişkilerini tasfiye etmeye koyularak, dünya üzerinde
egemenliğini ilan etmiştir.
Kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelerek, vaktiyle farklı üretim tarzlarına sahip tüm
ülkeleri eşitsizlik temelinde organik bir bütünlüğe ulaştırması, insanlığı fevkâlade önemli bir
dönemeç noktasına getirmiş bulunmaktadır. Zira kapitalist üretim tarzına dek başka hiçbir
üretim tarzı, insanlığın önüne, sınıflı toplum düzeninin hem de dünyasal ölçekte aşılabilmesi
fırsatını çıkarabilmiş değildir. İnsanlık tarihi içinde erişilmiş bulunan bugünkü gelişme düzeyi
ise, nesnel olarak, sınıflı toplumlar döneminin sonu ve sınıfsız toplum döneminin eşiği
anlamına geliyor. Kuşkusuz bu olanağı gerçekliğe dönüştürecek olan, ancak ve ancak işçi
sınıfının bilinçli devrimci eylemi olabilir.
Asyatik, köleci, feodal üretim tarzlarının hiçbiri, insan topluluklarının dünyasal birliğini ve
ortak tarihini yaratmaya muktedir olamadı. Bunların her biri bir başka sınıflı toplum
düzenine yerini terk ederek göçüp gitti. Dünya genelinde düşünüldüğünde, farklı üretim
tarzlarının birbirinin yerini alışı hiç de eş zamanlı ve aynı sırayı izleyen biçimde
gerçekleşmedi. Toplumların tarihsel evrim çizgisini böyle yanlış bir şekilde tasavvur etmenin
gerçeklikle veya Marksist tarih anlayışıyla uzak yakın bir ilişkisi yoktur.
Dünyayı bir bütün olarak sınıfsız toplum düzeninin eşiğine getiren kapitalist üretim tarzı ise,
toplumsal devrimin karakteri ve ona önderlik edecek sınıf bakımından, tarihin daha önceki
halkalarında asla mümkün olmayan bir değişim fırsatı yaratmış bulunuyor. Kapitalizmden
önce gelen sınıflı toplumlarda eski egemen sınıf, yeni üretim ilişkileri temelinde yükselen bir
başka egemen sınıf tarafından devriliyor ve bu değişim neticesinde bir başka sınıflı toplum
düzeni kuruluyordu. Bu tür bir değişime eşlik eden hiçbir toplumsal devrim, sınıflı toplum
düzenine son vermemiş, dünya ölçeğinde süreklilik kazanmamış ve evrensel bir nitelik
taşımamıştır. Öte yandan bu nitelikteki toplumsal devrimlerin tümünde, emekçi kitleler son
tahlilde yükselen egemen sınıfa yardımcı olmaktan öte bir rol oynamamışlardır. O nedenle,
kendilerini bir egemen sınıfın elinden kurtarsalar bile bir başka egemen sınıfın iktidarı altında
bulmuşlardır. Oysa kapitalist düzene son verecek olan sosyalist devrim, tüm bu açılardan
bambaşka bir nitelik taşımaktadır. Bu tarihsel farklılığın temelinde, yine kapitalist üretim
tarzı altında gerçekleşen nesnel bir değişim yatıyor.
Bu değişimin niteliği üzerinde kısaca duralım. Eski üretim ilişkilerini tasfiye ederek yol alan
kapitalist gelişme, böylece, geçmiş dönemlerin egemen devletli sınıflarını, egemen toprak
beylerini ortadan kaldırmış ve tüm egemenlik kaynaklarını kapitalistleştirmiştir. Kapitalizm
altında egemen unsurlar, tek bir burjuva sınıf içinde farklı kesimler halinde
bütünleşmişlerdir. Kapitalist üretim tarzı, geçmiş toplumlarda tanık olunduğu gibi, kendi
içinden yeni üretim ilişkileri temelinde bir başka sömürücü egemen sınıf çıkartmaya
muktedir değildir. İşte bu nedenle kapitalizm, sınıflı toplumlar tarihinin son halkasıdır. (Ekim
Devrimi sonrasında yaşandığı üzere, işçi iktidarını yıkarak veya onun adına iktidara gelerek
egemen olan bürokrasinin kurduğu sınıflı-sömürülü toplumlar bu kuralı bozmuş değildir. Zira
bu gibi kendine özgü geçici toplumsal biçimlenmeler, son tahlilde kapitalizm karşısında
yıkılmaya yazgılı olan ve neticede kuralı doğrulayan tarihsel anomalilerdir.)
O yüzden bugün tüm insanlığın önünde, ya bu kahrolası kapitalist toplum düzeni altında bir
yok oluşa sürüklenmek ya da onu aşarak, dünya ölçeğinde sınıfsız, sömürüsüz toplum
düzenine ulaşmak dışında hiçbir başka seçenek yer almıyor. Tek tanrılı dinlerin uzun yıllar
boyunca emekçi kitlelerin beynine kazımış olduğu cennet-cehennem ikilemi aslında bu
biçimiyle, bu yaşamda ve bu dünyada karşımızda duruyor. Yeryüzünü bir cennete çevirmek
elimizdedir, bunun için ayaklarımızın altına döşenmiş nesnel bir temel de bulunmaktadır;
ama fırsatlar asla kendiliğinden gerçekliğe dönüşmeyecektir.
Sınıflı toplumların son halkası kapitalizm, nihayet insanın insanı sömürmesine son verecek
ve sınıfların, egemenlik müessesesinin, devletin sönümlenmesini sağlayacak mucizevi bir
sınıfı doğurup büyütmüş bulunuyor. Yaşlanıp çürümeye yüz tutan ve can çekişen kapitalizm,
kendi eseri olan bu sınıfın eliyle gelecek olan ölümünü geciktirmek için ne denli çırpınsa da,
işçi sınıfını daha da büyütmekten ve onun yüreğini iğrenç kâr düzeninin kötülüklerine karşı
isyan duygusuyla doldurmaktan kaçamaz. İnsanlığı yok oluş uçurumuna sürükleyen
kapitalist düzene son verebilecek yegâne sınıf olan işçi sınıfı, derinlerde yatan sınıf kinini,
kapitalizme öfkesini fiilen devrimci güce dönüştürecek bir örgütlenme ve mücadele ihtiyacı
içindedir.
Günümüzün temel sorunu budur. Devrimin öznel faktörlerinin (devrimci bilinç ve devrimci
örgütlülük düzeyi) yetersizliği nedeniyle doğmuş olan büyük boşluğu, bir başka toplumsal
dinamiğin (örneğin çevreci hareket, kadın hareketi, dünya sosyal forumu gibi
organizasyonların ya da radikal İslamcı hareketlerin vb.) doldurabileceği düşüncesi tehlikeli
bir düştür. Evet bu bir düştür, çünkü bunların hiçbiri kapitalizme son vermek bakımından işçi
sınıfının sahip olduğu devrimci potansiyele sahip değildir. Bu düşünce tehlikelidir de. Zira
yok oluşun kıyısına sürüklenmiş bulunan insan türünü kurtarabilecek yegâne fırsat olan
sosyalist dünya devriminin gerçekleşme koşullarının olgunlaştırılması görevini
gölgelemektedir.
Yukarda kısaca değinmeye çalıştığımız hususların işaret ettiği sonucu özetleyelim. İnsanlığın
kapitalizmin yarattığı katlanılmaz felâketlerden kurtulabilmesi ancak sosyalist devrim
sayesinde mümkün olacaktır. Bu devrimi gerçekleştirebilecek yegâne sınıf işçi sınıfıdır.
Kapitalist dünya sistemine son verecek toplumsal devrim, ancak dünya ölçeğine yayıldığı
takdirde başarılı olabilir. İşçi sınıfının yerküremiz üzerinde sömürücü sınıf egemenliğine son
verecek siyasal iktidarının kurulması, sosyalizme geçişin olmazsa olmaz koşuludur. Üretici
güçlerin gelişimini ve üretim sürecinin niteliğini yerel ya da bölgesel olmaktan çıkartıp
dünyasallaştıran kapitalist üretim tarzını aşacak yeni bir toplumsal düzen, ancak işçi sınıfının
dünya ölçeğindeki devrimci atılımı temelinde kurulabilir. Tüm bu nedenlerle, şu ya da bu
siyasal eğilimin arzu ya da iradesinden bağımsız olarak, işçi devrimi sürekli bir devrim, bir
dünya devrimi niteliği taşır. Ve tartışma konumuz temelinde vurgulayacak olursak, tek
ülkede sosyalizm diye bir şey olamaz. Bu sonuçlar Stalinistlerin iddia ettiği üzere Troçkizmin
kurgusal çıkarsamaları olmayıp, tarihsel gidişatı derinliğine ve bütünselliğine kavrayan
devrimci Marksizmin dile getirdiği gerçeklerdir.
Sosyalizm bir düş değil
Stalinizmin egemenliği altında dünya komünist hareketinin perspektifi, Sovyetler Birliği’nin
istikrarının korunmasına indirgenmişti. Hem de dünya devriminin ilerleyişinin durdurulması
pahasına! Aslında korunmaya çalışılan, sovyet işçi iktidarını tasfiye etmiş bulunan bürokratik
bir rejimdi. Fakat kuşkusuz minareyi çalan kılıfını da hazırlayacaktı. Dolayısıyla bu gerçekliği
gözlerden gizleyecek çeşitli gerekçeler icat edilip, bunlar teorize edildi. Böylece, resmi
komünist hareketin peşinden sürüklenenler “yaşayan sosyalizmi” koruma adına çeşitli
tahrifatları kabullendiler. Günümüzde resmi komünist hareketin temelleri çökmüş olsa da,
Stalinist sol anlayışlar varlıklarını sürdürüyorlar. Merkezci akımlara gelince, bunlar
Stalinizmin bazı yönlerini eleştirir gibi görünseler bile aslında bütünü irdelemekten uzak
duruyorlar.
Demokrasi denildiğinde işçi iktidarını değil de, bu iktidar hedefinin önüne dikilen ve
burjuvaziyle ittifaklara dayanan halk cephesi, ileri demokrasi tarzında aşamaları anlayan
Stalinist geleneğin devrim perspektifi de tamamen sakattır. Aşamalı devrim anlayışı ve sınıf
uzlaşmacılığı, 1917 Ekim Devrimine öncülük eden Bolşeviklerin tarihsel geleneğinden kopuşu
simgeleyen en önemli kanıtlardır. Stalinist bürokrasilerin kendi egemenliklerini ve kendi
çıkarlarını yansıtan bürokratik rejimleri sosyalizm diye yutturmaları, aslında işçi sınıfını
kurtuluşa götürecek yegâne olanak olan dünya devrimi mücadelesine indirilmiş muazzam bir
darbedir. Ne var ki, uzun yıllara damgasını basan bir tarihsel sapma nedeniyle pek çok
devrimci insan Stalinist geleneği Marksizmin somutlanışı olarak kavrama gafletine
sürüklenebilmiştir. Ne yazık ki bu tür acı yanılgılara sürüklenişin sonu gelmiş de değildir.
Günümüzde Küba örneği temelinde sürdürülmeye çalışılan “yaşayan sosyalizm” anlayışı bu
durumun en bariz göstergesidir.
Devrimci Marksist geleneğin dünya devrimi ve sürekli devrim bağlamında savunduğu siyasal
çizginin anlamı, yerküremizi kapitalizmin esaretinden kurtarmak ve sınıfsız toplum düzenine
ilerletmektir. Bu hedeflere ulaşabilmenin, devrimci Marksizmin aydınlattığı devrim ve
sosyalizm anlayışı dışında başka hiçbir yolu bulunmuyor. Ama biliniyor ki, düşüncelerin ömrü
ilham aldıkları gerçeklerin ömründen uzundur. Bu konuda akla gelebilecek sayısız örnek bir
yana, Stalinizmin etkisi gerçekten de çarpıcıdır. Stalinizm kendi varlık nedeni olan bürokratik
rejimlerin çöküşünden sonra, yani günümüzde bile ne yazık ki dünya üzerinde hâlâ nice
devrimci niyetli insanı Marksist mücadele yolundan alıkoymaktadır.
Dile getirmeye çalıştığımız tüm bu hususların, Stalinist çizginin düşünsel esaretinden beynini
kurtaramamış olanlara “karşı-devrimci Troçkizm” biçiminde görüneceğini çok iyi biliyoruz.
Maksadımız, umutsuz vakalar karşısında fazladan çene yormak değil. Ama futbol takımı
tutar gibi küçük-burjuvaca bir “Stalinizm mi, Troçkizm mi” çekişmesiyle de hiçbir yere
varılamayacağı çok açık. Dünya işçi sınıfının devrimci atılımının sağlanabilmesi için devrimci
Marksist geleneğe sahip çıkılması, onun güçlendirilmesi gerekiyor. Ve bu yapılmadıkça
kaybeden, şu veya bu Stalinist ya da Troçkist çevre olmayacak, doğrudan dünya işçi sınıfı
olacaktır.
Stalinizmin Marksizme saldırısı kuşkusuz yalnızca teorik düzeyde kalmamıştı. Marksizmi
savunmaktan başka “günahları” olmayan Leninist-Bolşeviklere “karşı-devrimci”, “ajan” diye
kara çalınmasından tutun da, pek çoğunun yaşamı bürokrasinin engizisyon
mahkemelerinden çıkartılan idam kararlarıyla söndürülmüştü. Her şey bu kadardan da ibaret
değil. Stalinizmin siyasi mücadele çizgisi, yıllar içinde ortaya çıkan nice devrimci fırsatın
heba edilmesine, böylece dünya devriminin ilerleyişinin baltalanmasına neden oldu. Bu acı
gerçeklerle yüzleşmek, Marksizme ve işçi sınıfının kurtuluşu davasına inanan her dürüst
devrimcinin boynunun borcu olmalıdır.
Stalinizme yönelttiğimiz tüm eleştiriler, Stalinist geleneğin iç yüzünü henüz kavrayamadığı
için ondan kopamayan kimi devrimcilerin sandığı gibi Troçkizmin yumurtladığı yaveler değil,
tarihsel gerçeklerdir. İşçi sınıfı adını kullanarak hükümran olan ve neticede dünya işçilerinin
sosyalizme duyacağı özlemi karartan Stalinizm tarihsel bir vakadır. Stalin egemen
bürokrasinin en yüksek temsilcisi olmuş ve dünya komünist hareketini yolundan saptıran
resmi çizgi haliyle onun adıyla anılmayı hak etmiştir! Devrimci Marksizme düşman egemen
bürokrasilerin mahkûm edilmesi görevi asla savsaklanamaz. Stalin’in devrimci insanlara ve
işçi sınıfının devrimci mücadelesine indirdiği ölümcül darbeleri, “devrim yolunda yapılmış
hatalar” diyerek geçiştirmenin mazur görülecek hiçbir yanı olamaz.
Stalin aslında tersten olmak üzere Marx’ı doğruladı. Marx, Komünist Birliğe Çağrı başlıklı
bildirisinde sürekli devrim anlayışını ortaya koyarken, demokratik küçük-burjuvazinin
devrimi kısmi istemlerin gerçekleşmesi noktasında sonlandırmak isteyeceğine dikkat
çekiyordu. Buna karşılık komünistlerin görevi, “az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen
konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca
bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu
ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı
üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi
sürekli kılmak”tı. Stalinizmin yaptığı, Marx’ın mahkûm ettiği çizgiyi izlemek ve devrimleri
yarı yolda kesintiye uğratmak oldu.
Durum buyken, Marksizmin sürekli devrim anlayışını Troçkizm diyerek lanetleyen
bürokrasinin baş temsilcisini “hatalarına rağmen o bir devrimci liderdi” diyerek aklayacağız
öyle mi? İnsanlığı sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceğe taşıyabilecek olan sosyalist mücadele
anlayışı egemen bürokrasinin çıkarlarını yansıtan “tek ülkede sosyalizm” çarpıtmasıyla
boğulmuşken, “Troçkizm” veya benzeri suçlamalar gelir korkusuyla susulacak mı? Devrimci
insan kendini tarihten ders almayı bilemeyen bir aptal durumuna düşürebilir mi? Hayır,
elbette hayır!
Stalinizm “tek ülkede sosyalizm” acı ilacını dünya komünist hareketine yuttururken,
“Sovyetler Birliği” faktörünü tepe tepe kullanmıştı. Bürokrasinin oyunu hiç de yabana atılır
çapta değildi, zira devrimci insanların Ekim Devriminin yeşerdiği topraklara içten bir bağlılık
ve sevgi beslemesi anlaşılır bir şeydi. Stalinizm yalnızca beyinlerimizi zehirlemekle kalmadı,
kim bilir kaç kuşaktan işçinin devrim ve sosyalizme ilişkin en içten duygularına, yüreğine,
inancına, sevgisine el uzattı, değdiği yeri dumura uğrattı. Bilinçleri alabildiğine çarpıttı. Bu
nedenledir ki, Lenin döneminin Sovyetler Birliği’yle hiçbir ilgisi kalmamış bulunan koca bir
bürokratik rejim çökerken, ona hâlâ “yaşayan sosyalizm” diye bakanlar her şeyin sonu
gelmişçesine gözyaşı döktüler. Diğer yandan, uzun yıllar bu rejimlerin altında yaşamış ya da
bu gerçekliği gözlemiş milyonlarca işçi ise, bürokratik rejimlerin çöküşünü, Marksizmin ve
sosyalizmin sonu diye lanse eden dünya burjuvazisinin ideolojik etki alanına sürükleniverdi.
Aslında bugün üretici güçlerin ulaştığı düzeyi değerlendirecek olursak, nesnel koşullar sınıf
düşmanı cephenin iddia ettiği gibi sosyalizmin sonuna değil, tam tersi bir duruma işaret
ediyor. Açlığın, yoksulluğun, eşitsizliğin, sömürünün, savaşların, sınıfların, devletin, siyasi
çekişmelerin, birbirinin sırtına basarak yükselmeyi arzulattıran o pis rekabetin olmadığı bir
gelecek olanağı kapıya dayanmış, devrimci mücadele eliyle gerçekliğe dönüşmeyi bekliyor.
İnsan soyunun çıkarları adına yalansız dolansız ve göğsümüzü gererek söyleyebiliriz ki,
sosyalizm sayesinde yeryüzündeki tüm insanlar kardeşleşebilir, barış ve huzur içinde
yaşayabilirler. Böyle bir dünya düş değil, masal değil; işçi sınıfı devrimiyle rahatlıkla
ulaşılabilecek gerçek bir hedef.
Komünizmin ilk evresinden yani sosyalizmden başlayarak, insanın insanı ezmediği, tam
tersine her an birbirine dostluk elini uzattığı ve her şeyi kardeşçe paylaşma bilinci içinde
daha da insanlaştığı bir toplumsal düzen kurulabilir. Bu toplumsal düzen sayesinde insanlık,
bebelerine tüm toplumun kendi çocuğu gibi sahip çıktığı, hastalarını iyileştirmek için seferber
olduğu, yaşlılarını derin bir sevgi ve saygı halesiyle kuşattığı, gençlerinin önüne kültürel
yükseliş ve özgürce gelişim olanaklarını serdiği, yaşamı zorunlu bir çalışma alanı olmaktan
çıkartıp keyifli bir oyun alanına dönüştürdüğü bir dünyayı yaratabilir. Böyle bir geleceği
yaratmak hiç de hayal değil. Köhnemiş kapitalizm yıkılmayı bekliyor.
İnsan soyunu sınıflı ve sömürülü toplum düzeninin cenderesinden kurtarıp, o güzelim
geleceğe taşıyacak olan işçi sınıfı görev başına! Burjuvazi ne denli çırpınırsa çırpınsın, işçi
sınıfının devrimci mücadelesinin yeniden ve bu kez daha sağlam biçimde ilerleyişe
geçeceğine olan inancı köreltmeye, bu inanç doğrultusundaki çabaları durdurmaya muvaffak
olamayacak. İşçi sınıfı devrimci bir şahlanışa geçmeyi başardığında, sonunda kazanan bu
sefil kâr düzeni değil insanlık olacak!

Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı


1.bölüm
Elif Çağlı
26 Ocak 2006

Geçiş sorunu, emperyalist aşamaya yükselen kapitalizm döneminin proleter devrimler çağı
oluşuyla doğrudan ilişkili bulunuyor. Lenin tarafından dillendirilen bu sorun, işçi sınıfının
kitlesinin proleter devrim hedefine kazanılması ve mücadelenin bu hedef doğrultusunda
ilerletilmesi amacıyla gündeme getirilmişti. Lenin’in geçiş sorununu ortaya koyuşu, bir
zamanlar Marksist saflarda bir hayli tartışmaya neden olan aşamalı devrim anlayışına da
verilmiş net bir yanıttı. Böylece, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde devrimci programın işçi
iktidarını amaçlaması gereğine işaret etmekteydi Lenin. Fakat onun ölümünden sonra
Stalinist bürokrasinin egemenliğiyle birlikte Sovyetler Birliği’ndeki işçi iktidarı son bulacak ve
dünya komünist hareketine de İkinci Enternasyonal oportünizminin ya da Rus Menşevizminin
alâmeti fârikası olan aşamalı devrim anlayışı enjekte edilecekti.
Stalinizm, geçiş sorunundaki Marksist yaklaşımı söz düzeyinde kabul eder görünse de,
gerçekte onu devrimci özünden tamamen uzaklaştırmış veya yadsımıştır. Bu duruma karşı
çıkan ve Lenin’in devrimci eylem programı anlayışını sürdürmeye çalışan devrimci önder
Troçki’dir. Troçki’nin biçimlendirdiği Geçiş Programı, devrimci Marksist zincirin önemli bir
halkasını oluşturmaktadır.
Sorunun Geçmişi
Marksist düşünce ve mücadele anlayışının temellerinin atıldığı bir dönemde dünyaya
gözlerini açan Komünist Manifesto, enternasyonalist bir işçi örgütü olan Komünistler
Birliği’nin programı olarak kaleme alınmıştı. Marx ve Engels’in devrimci program
çalışmalarına damgasını basan başlıca kaygı, kapitalizme son verecek ve işçi sınıfını iktidara
taşıyacak komünist mücadele anlayışını ortaya koyabilmekti. Almanya örneğinde olduğu
üzere henüz bir burjuva demokratik devrimin yaşanmadığı ülkelerde bile, Marx ve Engels,
devrim sorununa, nihayetinde proletaryayı egemen kılabilecek stratejinin ve taktiklerin
belirlenmesi açısından yaklaştılar. Onların devrimci program anlayışı, devrimin kesintisizliği
ve sürekliliği bağlamında işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu aydınlatıyordu.
Ne var ki oportünist ve reformist siyasetler, daha Marksizmin kurucularının yaşadıkları
dönemden başlayarak işçi partilerini devrimci program çizgisinden uzaklaştırmaya
koyuldular. Böylece, İkinci Enternasyonal’e egemen olan ve asgari-azami program
ayrımında ifadesini bulan bir program anlayışına varılmış oldu. İkinci Enternasyonal’in başını
çeken Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Erfurt Programı, asgari talepler uğruna
mücadeleyle, azami hedef (işçi iktidarı ve sosyalizm) arasında devrimci tarzda bağ
kurmayan yapısıyla, Marksist kavrayışa tamamen aykırı bir öze sahipti. Ancak ne yazık ki,
İkinci Enternasyonal’in siyasi çizgisi ve program anlayışı sosyalist hareket üzerinde uzun bir
dönem boyunca egemenlik kurmaya muvaffak oldu ve kolayına da aşılamadı.
19. yüzyılın önde gelen Rus Marksisti Plekhanov tarafından biçimlendirilen Rus Sosyal
Demokrat İşçi Partisi programı da, devrimci iktidar hedefini asgari ve azami diye ikiye bölen
yapısıyla, genelde İkinci Enternasyonalin program anlayışından esinlenmişti. İlerleyen yıllar
içinde Lenin, Rosa, Troçki gibi önderler, program, strateji, taktikler, mücadele anlayışı
benzeri tüm temel konularda oportünizm ve reformizm tarafından köreltilen devrimci damarı
yeniden keşfe çıkacaklardı. Bu sayede, İkinci Enternasyonal’in Marksizme yabancı ve aykırı
niteliği zamanla açıkça teşhir edilecekti. Lenin’in daha 1905 Rus devrim sürecinde,
Menşeviklerin liberal burjuvaziyle uzlaşan ve devrimi boğan taktiklerine karşı devrimci
taktikler oluşturması, Marksizmin devrimci köklerinin sahiplenilmesi anlamına geliyordu.
Keza Troçki’nin sürekli devrim anlayışını geliştirmesi ya da Rosa’nın İkinci Enternasyonal’in
reformist şeflerine karşı devrimci mücadele bayrağını yükseltmesi de benzer örneklerdi.
Devrim kitleler için olduğu kadar devrimci önderler için de çok eğiticidir. Rusya’da 1917
Şubatından Ekimine ilerleyen dönem bu gerçeği kanıtlar. Bu süreçte Troçki, savunduğu
sürekli devrim anlayışının ancak Lenin’in önderlik ettiği tipte bir Bolşevik örgüt sayesinde
yaşama geçirilebileceği noktasına ilerlemiştir. Lenin ise, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami
program ayrımının izini taşıyan eski Bolşevik yaklaşımın terk edilmesini mümkün kılmış ve
işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu açabilmiştir.
Rusya’ya döndükten bir gün sonra, Lenin’in 4 Nisan 1917’de Tauride Sarayında okuduğu
ünlü Nisan Tezleri bu açıdan büyük bir önem taşır. Rusya gibi bir ülkede, nesnel koşulların,
önce “işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”nün kurulmasını gerektirdiği
görüşünün yanlışlığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Lenin Nisan Tezleri’nde, işçi vekilleri
Sovyetlerinin mümkün olan biricik devrimci hükümet olabileceğini açıklar. Ve böylece,
devrimci iktidar sorununu, devrimin demokratik ve sosyalist görevleri bakımından iki ayrı
aşamaya bölen o “eski” Bolşevik anlayışın terk edilmesi imkânını yaratmış olur. Fakat
Lenin’in, o dönemde başka tellerden çalan ve Menşeviklerle birleşme konusunu gündeme
getirmiş bulunan Kamanev’i, Stalin’i ve Bolşevik Merkez Komitesinin daha pek çok üyesini
ikna edebilmesi kolay olmayacaktır. Ancak aradan bir aya yakın bir süre geçtikten sonra
parti çoğunluğunu kendi görüşlerine kazanabilir. Yaşam, Lenin, Troçki gibi devrimci
önderlerin iktidar sorunundaki devrimci yaklaşımlarını doğrulayacak ve muzaffer Ekim
Devrimiyle kurulan proletarya diktatörlüğü kendisini hem demokratik hem de sosyalist
görevlerin çözümüyle yükümlü bulacaktır.
Rusya’da 1917 devrim sürecinde proletarya diktatörlüğünün kurulması önündeki başlıca
engel, nesnel değil öznel koşullardan kaynaklanmaktaydı. İşçi kitlelerinin bilinç ve örgütlülük
düzeyi henüz yetersiz olduğu ve işçi sınıfı henüz küçük-burjuva ideolojisinin etkisinden
kurtulamadığı için, devrimin öznel koşulları olgunlaşamamıştı. İşte zaten Lenin’in de bu
süreçte üzerinde önemle durduğu konu, devrimin olgunlaşmış nesnel koşulları ile henüz
yetersiz kalan öznel koşulları arasındaki dengesizliği ortadan kaldıracak taktikleri tayin edip
uygulayabilmekti.
Lenin bu görevin üstesinden gelmek amacıyla, aslında daha Nisan Tezleri öncesinden
başlayarak, devrimi ilerletecek talepleri formüle etmeye koyulmuştur. Uzaktan Mektuplar
adıyla bilinen beş adet mektup, buna ilişkin görüş ve önerilerini içerir. Bu mektuplarda
Lenin, ikili iktidar gerçeğinden söz etmekte ve işçi sınıfının eski devlet aygıtının yerine artık
kendi iktidar organlarını geçirmesi gerektiğini belirtmektedir. Devrimin, asgari (burjuva
demokratik) bir aşamada konaklaması diye bir seçeneğin bulunmadığı, ya ilerletileceği ya da
gerileyerek yenilgiye uğrayacağı çok açıktır. Bu nedenle proletaryanın mücadelesi, mutlaka
sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi noktasına taşınmalıdır.
Lenin yarım kalan beşinci mektubundaki fikirlerini, Bugünkü Devrimde Proletaryanın
Görevleri Üzerine (On maddeden oluşan Nisan Tezleri) ve Taktik Üzerine Mektuplar adlı
çalışmalarında daha da geliştirecektir. Bu sayede Lenin’in, sosyalizme geçişi sağlayacak
talep ve tedbirler diye sıraladığı önlemler netleşecek ve yenilenen parti programının da
belkemiğini teşkil edecektir. Bu çerçevede, Lenin, siyasal iktidarın Sovyetlere geçmesi; polis,
ordu ve bürokrasinin lağvedilmesi; büyük toprak mülkiyetine el konulması ve tüm toprağın
ulusallaştırılması; bütün bankaların derhal İşçi Temsilcileri Sovyeti’nin denetimine tabi bir
ulusal bankada birleştirilmesi şeklinde talepler sıralar. Ve şöyle der: “Doğrudan görevimiz,
sosyalizmin ‘başlatılması’ değildir, yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri
Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi,
Sol Yay., Şubat 1979, s.12-13)
Açıktır ki Lenin, sıraladığı geçişsel nitelikteki tedbirleri iktidar sorunuyla doğrudan ilişkili
kılmıştır. Böylece biçimlenmeye başlayan geçiş yaklaşımı, Bolşeviklerin toplantılarında ele
alınacak ve kabul edilecektir. Lenin ayrıca, Ekim’in arifesinde savaş ve açlık koşulları
nedeniyle yaklaşan felâket karşısında, kontrol tedbirleri diye bilinen talepleri formüle
edecektir. Başlıca beş madde halinde toparlanan bu tedbirler, Troçki’nin hazırladığı Geçiş
Programı’nın da temel ekseni niteliğindedir. Lenin tarafından kaleme alınan ve doğrudan işçi
denetimi altında gerçekleştirilecek geçiş talepleri özetle şunlardır:
1. Bütün bankaların tek bir banka halinde birleştirilmesi ve devletleştirilmesi;
2. En önemli tekelci kapitalist birliklerin (şeker, petrol, kömür, maden vb.) devletleştirilmesi;
3. Ticari gizliliğin kaldırılması;
4. Bütün sanayici, tüccar ve genel olarak patronların sanayi birliklerinde birleştirilmesi;
5. Halkın tüketici kooperatiflerinde örgütlenmesi.
Lenin’in yukarda değindiğimiz bütün bu açılımlarının kabulü, dünya komünist hareketi
bakımından büyük bir önem taşır. Zira böylece, İkinci Enternasyonal’in işçi sınıfı
mücadelesini fiilen, iş ve yaşam koşullarında tedrici iyileştirmeler sağlanması, burjuva
demokratik hakların elde edilmesi veya genişletilmesi gibi kısmi talepler çerçevesine
hapseden asgari program anlayışı tarihsel olarak aşılmış bulunmaktadır. Rusya’da Lenin
önderliğinde, doğrudan devrim sürecinin içinde formüle edilen ve kitlelere acil eylem hedefi
olarak gösterilen geçişsel talepler, bundan böyle tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının
devrimci eylem programına ışık tutacaktır.
Emperyalizm çağında komünist partilere düşen görev, önüne herhangi bir başka iktidar
aşaması dikmeksizin, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi için mücadele etmektir.
Zaten 1917 devrim süreci içinde Bolşevik programda yapılan değişikliğe damgasını vuran
temel unsur da budur. Ve Lenin’in çağ tanımıyla da doğrudan ilişkilidir. Emperyalizm
aşamasına ulaşmış kapitalizmin, proleter sosyalist devrim çağı olduğunu belirtir Lenin.
Yalnızca proleter sosyalist devrim, insanlığı emperyalizmin ve emperyalist savaşların
yarattığı çıkmazdan kurtarabilecektir. “Devrimin zorlukları ve olası geçici başarısızlıkları ya
da karşı-devrimin dalgaları ne kadar büyük olursa olsun, proletaryanın nihai zaferi
kaçınılmazdır. Bu yüzden objektif koşullar sayesinde mevcut dönemin gündeminde, sosyalist
devrimin içeriğini oluşturan ekonomik ve politik önlemlerin gerçekleştirilmesi için
proletaryanın politik iktidarı ele geçirmesine yönelik çok yönlü doğrudan hazırlığı
bulunmaktadır.” (Lenin, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.107, abç)
Böyle bir çağda komünist öncünün rolü, bu görevin üstesinden gelmeyi mümkün kılacak
nesnel koşulların (devrimci durum) ortaya çıkması veya olgunlaştırılması bakımından da
fevkalâde belirleyici bir önem kazanmıştır. Komünist partiler, kitle mücadelesini, yalnızca
kapitalizm altında gerçekleşebilir görünen kısmi talepler uğruna mücadeleye kilitlememeli,
kitleleri işçi iktidarının kurulması hedefine fiilen yaklaştıracak talepleri savunmalıdırlar. İşte
Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler tarafından geliştirilen ve dün olduğu şekilde bugün
de devrimci program sorununda sahip çıkılması gereken talepler sisteminin özü budur.
1917 Rus devriminin etkisi kuşkusuz yalnızca Rusya ile sınırlı kalmadı, başta Avrupa ülkeleri
olmak üzere tüm dünyaya yayıldı. Zaten yıllardır İkinci Enternasyonal’in evrimci ve reformist
çizgisine karşı çıkan Rosa, Aralık 1918’de Spartakistlerin program anlayışını açıklarken,
devrimi ilerletecek talepleri sıralıyordu. Keza Rosa, ölümünden kısa bir süre önce
gerçekleşen Alman Komünist Partisi Kuruluş Kongresinde yaptığı konuşmada, İkinci
Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının terk edilmesinin mutlak bir zorunluluk
olduğuna dikkat çekmekteydi. Spartakistlerin programının, acil ve sözümona asgari talepleri
sosyalist hedeften kopartan Erfurt programıyla bilinçli bir karşıtlık içinde olduğunu
vurgulamaktaydı. “Bizim için asgari ve azami bir program yok; sosyalizm tek ve aynı şey;
bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz asgari hedef budur” diyordu Rosa. (Rosa
Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor, Belge Yay., Nisan 1979, s.142)
Rusya’da işçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi, Troçki’nin savunduğu sürekli devrim
perspektifinin ve 1917 devrim süreci içinde Lenin’in geliştirdiği devrimci strateji ve
taktiklerin doğruluğunu kanıtlayan büyük bir sınav oldu. Ekim Devrimi, yalnızca sosyalist
görevlerin değil, devrimin demokratik görevlerinin de işçi iktidarı altında üstesinden
gelinebileceğini gösterdi. Muzaffer Ekim Devrimi ayrıca, bir Enternasyonal örgütün,
doğrudan komünist ilke ve amaçlar doğrultusunda yaşama gözlerini açmasını da mümkün
kıldı.
Lenin’in sağlığında toplanan Komünist Enternasyonal kongrelerinde, devrimci Marksist
geleneğin halkalarını oluşturacak kararlar alındı, son derece önemli konular tartışıldı. Lenin,
Komintern’in 1920 yılında toplanan İkinci Kongresine katkı mahiyetinde kaleme aldığı ve
Çocukluk Hastalığı olarak bilinen kitabında, dünya komünist hareketinin dikkatini geçiş
sorununa çekti. Lenin’in vurguladığı gibi, işçi sınıfının öncüsü burjuva demokrasisine karşı
proletarya diktatörlüğü safına kazanılmıştı ve böylece çok önemli bir iş başarılmıştı. Fakat bu
her şey demek değildi. “Şimdi bütün güçleri, bütün dikkati daha az önemli görünen, … fakat
buna karşılık görevin somut çözümüne pratik olarak daha yakın olan bir sonraki adıma, yani
proleter devrime geçişin, daha doğrusu proleter devrime yaklaşmanın biçimini bulmaya
yoğunlaştırmak” gerekiyordu. (Lenin, Seçme Eserler, c.10, İnter Yay., Haziran 1997, s.152)
Buradan hareketle, Komünist Enternasyonal Üçüncü ve Dördüncü Dünya Kongresi geçiş
sorunu üzerinde durmuştur. Ne var ki geçiş taleplerine acil eylem çağrısı olarak can veren
nesnel koşullar bu dönemde değişime uğramış, Avrupa’da devrimci dalga geri çekilmiştir. Bu
durum geçiş sorunu tartışmalarını kaçınılmaz olarak etkileyecektir. Devrimin yeniden
canlanması yönünde beslenen arzularla, içinden geçilen dönemin buna ters niteliği
arasındaki uyumsuzluk, geçiş sorununa bağlı kimi açılımlarda (örneğin işçi hükümeti)
çekiştirmelere ve bazı noktalarda bulanıklığa neden olacaktır.
Üçüncü Kongre ve Geçiş yaklaşımı
Avrupa’da devrimci dalganın geri çekildiği, Ekim Devriminin Rusya gibi geri bir ülkede
yalıtıldığı ve burjuva gericiliğinin, faşizmin çeşitli ülkelerde yükselişe geçtiği koşullar
Komintern’i son derece yaşamsal problemlerle yüz yüze getirir. Temmuz 1921’de toplanan
Üçüncü Kongre, komünistlerin dikkatini, kitleleri kazanmadan öncünün hazırlıksız savaşlara
atılmasının yaratacağı tehlikelere çeker ve işçi sınıfının sermayeye karşı birleşik cephesinin
oluşturulması gereğini vurgular.
1921 yılında Orta Almanya’da komünist öncünün giriştiği hazırlıksız Mart ayaklanması çok
büyük kayıplara neden olmuştur. Durumun vahametini değerlendiren Komintern yönetimi,
bu koşullarda saldırı değil savunma taktiklerinin uygulanmasının doğru olacağı görüşünü
savunur. Troçki tarafından kongreye sunulup oybirliğiyle kabul edilen raporda (Uluslararası
Durum ve Komintern’in Görevleri Üzerine), proletaryanın açık iktidar mücadelesinin birçok
ülkede bir yavaşlama ve duraklama içine girdiği tespiti yer almaktadır. Bu durumda
Komintern, kitlelerin kazanılmasına yönelik örgütlenme ve ajitasyon çalışmalarına ağırlık
verilmesini kararlaştırır.
Üçüncü Kongrede geçiş sorunu da ele alınmış ve Radek’in sunduğu Taktikler Üzerine Tezler,
geçiş talepleri yaklaşımını içerecek biçimde hazırlanmıştır. Tezlerde, komünist partilerin,
kapitalizmin sallantıda olan temellerini güçlendirmeye ve onarmaya yönelik asgari
programlar ileri sürmeyeceği belirtilmektedir. “Komünistlerin temel hedefi kapitalist sistemi
yıkmaktır. Ancak bu hedefe ulaşabilmek için komünist partiler, işçi sınıfının acil ve dolaysız
ihtiyaçlarını ifade eden talepler ileri sürmelidirler. Komünistler, kapitalist sistemin varlığının
devamıyla bağdaşıp bağdaşmadığına bakmaksızın, bu talepler için savaşmak amacıyla
kitlesel kampanyalar örgütlemelidirler.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal –
Belgeler, c.2, Maya Yay., Eylül 2002, s.117)
Aynı yerde belirtildiği üzere, şayet ileri sürülen talepler geniş işçi kitlelerinin acil ihtiyaçlarına
denk düşüyorsa ve kitleler tarafından bu ciddiyetiyle benimseniyorsa, o takdirde bu talepler
için mücadele iktidar mücadelesinin kalkış noktası olacaktır. Komünist Enternasyonal,
reformistlerin ve merkezcilerin asgari programlarının yerine, bir bütün olarak alındıklarında
burjuvazinin iktidarına meydan okuyan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya
diktatörlüğü için mücadeleyi ilerleten bir talepler sistemi koymayı karar altına almıştır.
Mücadelenin yükselişine bağlı olarak, sınıfın kitlesini düzenle bütünleşmiş sendika
bürokrasisinin cenderesinden kurtaracak örgütsel formların yaratılması da büyük önem
kazanmaktadır. Geçiş talepleri, işçi-emekçi kitlelerin öz-örgütlenmelerini teşvik eden bir
biçimde ortaya sürülebilmelidir ve üretimin işçiler tarafından kontrolü hedefiyle
birleştirilmelidir. Bu açıdan fabrika komiteleri ve devrimci sendikalar önem taşır. “Fabrika
komiteleri, ancak geniş işçi kitlelerinin ekonomik çıkarlarını savunmaya yönelik mücadeleler
içinde ortaya çıktıkları ve proletaryanın tüm devrimci kesimlerini –komünist parti, devrimci
işçi örgütleri ve radikalleşen sendikalar– birleştirmeyi başardıkları takdirde, bu görevlerini
yerine getirebileceklerdir.” (age, s.119)
Üçüncü Kongrede, Lenin’in daha önce ele aldığı ve kitle çalışmasını baltalayacak sekter
yaklaşımlar olarak değerlendirdiği tutumlar üzerinde de durulmuştur. Sendikalara katılmaya
veya parlamento kürsüsünü kullanmaya karşı çıkan sol komünistler, geçiş talepleri
yaklaşımını da oportünist bulup reddetmektedirler. Bu yanlış tutum Komintern tarafından
haklı olarak eleştirilmiştir. Kongre kararlarında yer aldığı üzere, sorun nihai amacı işçi
sınıfına ilan etme sorunu değil, sınıfı nihai amaç için mücadeleye çekebilme, böyle bir
mücadeleyi yoğunlaştırma sorunudur.
Dördüncü Kongre ve İşçi Hükümeti
1922 Aralık ayında toplanan Dördüncü Dünya Kongresi, birleşik cephe çalışmaları içinde
ileriye sürülebilecek geçişsel sloganlar konusu üzerinde durur ve bu çerçevede işçi hükümeti
sloganını da ele alır. Zinovyev tarafından sunulan ve kongrenin oybirliğiyle kabul edilen
Taktikler Üzerine Tezler, işçi hükümetine ilişkin kararları içermektedir. Ne var ki bu konu,
doğrudan iktidar sorunuyla ilişkili olması nedeniyle diğer geçişsel taleplerden farklı olarak
son derece hassas bir niteliğe sahip bulunmaktadır. Zaten bu yüzden de kongrede sert
tartışmalara yol açmıştır.
Tezlerde açıklandığı üzere, işçi hükümeti (veya işçi ve köylü hükümeti) sloganı, genel bir
propaganda veya ajitasyon sloganı olarak her yerde kullanılabilir. “Ancak, güncel politik bir
slogan olarak işçi hükümeti, burjuva toplumun konumunun özellikle istikrarsız olduğu ve işçi
partileriyle burjuvazi arasındaki güçler dengesinin hükümet sorununu acil çözüm gerektiren
pratik bir sorun olarak gündeme getirdiği ülkelerde en büyük öneme sahiptir”. (age, s.306)
İşçi hükümeti sloganı Komintern tarafından genel düzeyde ortaya kondu, ancak farklı
koşullarda doğabilecek problemler ciddi bir tartışmaya yol açtı. Kongreye tezleri sunan
Zinovyev, işçi hükümeti sloganının parlamenter geleneklerin güçlü olduğu ülkelerde
kullanılması konusunda özellikle dikkatli olunması gerektiğini söylüyordu. Bu sloganın olağan
parlamenter mücadele çerçevesinde kurulacak bir “işçi hükümeti”ni savunur tarzda ileri
sürülmesi reformizmden başka bir anlama gelmeyecekti. Nitekim Fransız delege Duret,
Fransa’da işçi hükümeti sloganının yalnızca parlamenter bir içeriğe sahip bulunduğunun
altını çiziyor, ama şayet işçi hükümeti kitlelere dayanacaksa bunun da zaten sovyetler
iktidarına denk düşeceğini belirtiyordu. İtalyan delege Bordiga ise, işçi hükümeti sloganı
eğer proletarya diktatörlüğünün yerine kullanılacaksa, bu yaklaşımda içine sinmeyen taraflar
olmasına rağmen karşı çıkmayacaktı. Ama iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci şekilde ele
geçirilmesinden başka anlama gelecekse, bunu kabul etmeyecekti. Genelde sol sekterlikle
suçlanan Bordiga, işçi hükümeti sorununda dile getirdiği bu endişelerinde hiç de haksız
değildi.
Dördüncü Kongrenin işçi hükümeti konusundaki açılımları hakkında genel bir değerlendirme
yapmak gerekirse, problemli bulduğumuz noktayı baştan açıkça ifade edelim. İşçi hükümeti
talebi, eğer yalnızca proletarya diktatörlüğü hedefini popüler sloganlarla kitlelere
benimsetmek amacına dayandırılmış olsaydı, hatalı bir yön içermeyecekti. Ve neticede bir
bulanıklığa da yol açılmayacaktı. Ama öyle olmadı. Bir yandan savunulan bu hedefe, fiilen
ancak işçi sınıfının devrimci diktatörlüğünün gerçekleştirebileceği görevler yüklendi; diğer
yandan ise işçi hükümetinin henüz bu anlama gelmeyeceği söylendi. İstenirse pekâlâ yanlış
yönlere çekiştirilebilecek bu tür bir yaklaşımın olumsuz etkileri, takip eden yıllar içinde
ortaya çıkacaktı.
Dördüncü Kongre tartışmaları içinde işçi hükümetine dair çelişkili değerlendirmelere örnek
verelim. Radek, bir işçi hükümetinin henüz proletarya diktatörlüğü olmayıp, ancak ona geçiş
aşaması sayılabileceğini açıkça belirtiyordu. Öte yandan kongre tarafından kabul edilen
metinde, işçi hükümetinin üstesinden geleceği görevler şu şekilde sıralanıyordu:
“proletaryayı silahlandırmak, burjuva karşı-devrimci örgütleri silahsızlandırmak, üretimin
kontrolünü sağlamak, verginin asıl yükünü mülk sahibi sınıfların üzerine kaydırmak ve karşı-
devrimci burjuvazinin direncini kırmak”. (age, s.306)
Şayet Dördüncü Kongrenin bu açılımlarına sahip çıkılacaksa, bu ancak, Lenin’in 1917 devrim
sürecinde örneklediği üzere, ikili iktidar durumuna devrimci proletarya lehine son verecek
önlemleri savunmak anlamına gelebilirdi. Bir başka deyişle, bu açıkça iktidarın sovyetlere
devrini istemek demekti. Bu uğurda yürütülecek fiili mücadele ise bu hedefin
gerçekleşmesini, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını mümkün kılacaktı. İşte Lenin’in
proletarya diktatörlüğüne geçiş talepleriyle anlatmak istediği de özde buydu.
Belirtmeliyiz ki, bu yaklaşımdan uzaklaşan ve ikili iktidar döneminin olağandışı karakterini
görmezden gelen hükümet formülleri ya tamamen havada kalacak ya da daha kötüsü
oportünizme kapıyı açacaktır. 1917 Rus devrim sürecinde ortaya çıkan ikili iktidar
durumunda Lenin’in savunduğu geçişsel taleplerin uygulayıcısı devrimin yarattığı işçi
örgütleridir, başkası da olamaz. Çeşitli işçi partilerinin koalisyonu anlamına gelecek şekilde
ve nispeten durmuş oturmuş dönemlere has hükümetleri çağrıştıracak tarzda yürütülecek
işçi hükümeti propagandası, asla proletarya diktatörlüğünün popüler propagandası olamaz.
Dördüncü Kongrenin işçi hükümetine ilişkin muğlak değerlendirmeleri, aslında farklı siyasal
eğilimler arasında bir uzlaşma sağlama gayretini yansıtıyordu. Çelişik yaklaşımlara bir örnek
verelim. Hükümet mevzuunda çeşitli olasılıklar sıralanırken, İngiltere’de karşılaşılabilecek
cinsten liberal işçi hükümetleri ya da Almanya örneğindeki sosyal-demokrat işçi hükümetleri
de değerlendirilmekteydi. Bu iki tip hükümetle ilgili olarak tezlerde şöyle deniyordu:
“Yukarıdaki ilk iki tip, devrimci işçi hükümeti değildir, gerçekte burjuvazi ve devrim karşıtı
işçi önderleri arasındaki koalisyon hükümetleridir. Böylesi ‘işçi hükümetleri’ne, kritik
zamanlarda güçsüz düşmüş burjuvazi tarafından, proletaryayı devletin gerçek sınıf karakteri
hakkında aldatmanın bir aracı olarak … veya satılmış işçi liderlerinin de yardımıyla
proletaryanın devrimci saldırısının önünü kesmek ve zaman kazanmak için, izin verilir.
Komünistler böyle hükümetlere katılmazlar. Aksine, onlar bu sahte işçi hükümetlerinin
gerçek karakterlerini kitleler önünde amansızca teşhir etmelidirler.” (age, s.308)
Dikkat çekilen bu hususlar tamamen doğru olmakla birlikte, bu değerlendirmeyle tamamen
çelişen yanlış görüşler de yansıtıldı. İşte somut bir örnek: “Fakat devrim için proletaryanın
çoğunluğunu kazanmanın en önemli görev olduğu, içinde bulunduğumuz kapitalizmin
gerileme döneminde, böylesi hükümetler dahi, burjuva iktidarının parçalanma sürecini
hızlandırmaya nesnel olarak yardımcı olabilirler.” (age, s.308)
Dördüncü Kongrenin, işçi hükümetine dair bu tür muğlak ve çelişik değerlendirmeler
yapması, bu konuda daha sonra ortaya çıkacak savrulmalara gerçekten de adeta mazeret
sunan bir temel döşemiştir. Bir yandan Stalinistler, aslında burjuvaziyle uzlaşma anlamına
gelen Halk Cephesi hükümetleri anlayışını buraya dayandırmak istemişlerdir. Diğer yandan
ise bazı Troçkistler, yine aynı noktadan hareketle komünistlerle sosyal-demokrat partilerin
(ya da aynı anlama gelmek üzere sosyalist partilerin) koalisyonunu bir geçiş talebi olarak
savunabilmişlerdir.
Ama Dördüncü Kongrenin işçi hükümeti konusunda yarattığı muğlaklık kuşkusuz bu derece
vahim boyutlarda değildir ve o nedenle de kongre kararları hakkında fazladan eleştiri
yapmak doğru bir tutum olmaz. Örneğin, komünistlerin diğer işçi partileriyle hükümete
katılma koşulları kongre tarafından doğru bir şekilde karar altına alınmıştır.
“1.Bir işçi hükümetine katılma, ancak Komintern’in onayıyla gerçekleşebilir.
2.Böyle bir hükümete katılan komünistler, partilerinin en sıkı denetimleri altında bulunurlar;
3.Böyle bir işçi hükümetine katılan komünistler, kitlelerin devrimci örgütleriyle son derece
yakın temasta olmalıdırlar;
4.Komünist parti, kendi kimliğini ve ajitasyonunun tam bağımsızlığını koruma hakkına
kayıtsız şartsız sahip olmalıdır.” (age, s.307)
Dördüncü kongrenin işçi hükümetine ilişkin kararlarında yer alan ve yanlış yorumlanmaması
gereken bir başka hususa değinerek bu konuyu kapatalım. Bu husus, proletarya
diktatörlüğünün kavranışıyla ilgilidir. Kararlarda, “proletaryanın tam diktatörlüğü, yalnızca
komünistlerden oluşan gerçek bir işçi hükümeti olabilir” denmektedir. (age, s.308) Açıktır ki,
Lenin ve diğer devrimci önderler, iktidarın partiye değil sovyetlere ait olması gereğini
savunmuş ve o doğrultuda davranmışlardır. Partinin görevi sovyetler içinde önder
olabilmektir ve bu misyonunu da elbet, işçi kitle örgütlerinde çoğunluğu ele geçirerek yerine
getirebilir. O nedenle Lenin, sovyetler içinde Bolşevik çoğunluk sağlanmadan iktidarın fiilen
alınması çağrısının zamansız olacağını savunmuştur ve bu yaklaşımı doğrudur. Ama bu hiç
de, proletarya diktatörlüğünün komünist parti diktatörlüğü olduğu ve bir işçi hükümetinin de
ancak ve yalnızca tek bir komünist partinin unsurlarından oluştuğunda tam işçi iktidarı
sayılabileceği anlamına gelemez, gelmemelidir.
Dördüncü Kongrede geçiş sorunuyla ilgili olarak bir başka önemli karar daha alınmıştı.
Komünist Enternasyonal’in Programı Üzerine Karar’da ulusal seksiyonların önüne program
hazırlıklarına girişme görevi konmaktaydı. Seksiyonların hazırlayacağı program taslaklarında
geçiş talepleri için mücadelenin gerekliliğinin kesin ve açıkça belirlenmesi isteniyordu. Ayrıca
Komintern bir genel program oluşturacak ve burada da tüm geçiş taleplerinin ve kısmi
taleplerin teorik temelleri ortaya konacaktı. Karar metninde, “programda geçiş taleplerine
yer verilmesinin oportünizm olarak tanımlanmasına yönelik her girişime ve temel devrimci
hedeflerin yumuşatılmasına ya da bunların yerine kısmi taleplerin geçirilmesine aynı
kararlılıkla karşı çıkılması” istenmekteydi. (age, s.332)
Alınan bu karar gereği, hazırlanacak genel programda çeşitli ülkelerin ekonomik ve siyasal
yapılarındaki temel farklılıklar hesaba katılacak ve geçiş taleplerinin başlıca tarihsel türleri
açık seçik bir biçimde somutlanarak gösterilecekti. Ama Lenin’in ölümü ve Stalinist
egemenliğin kurulmasıyla birlikte Komünist Enternasyonal ne yazık ki devrimci raydan çıktı.
Bu nedenle Stalinist Komintern tarafından hazırlanan 1928 Programı, Lenin döneminde
kararlaştırılan görevin yerine getirilmesi anlamına gelmedi. Tersine Stalinizm, işçi sınıfının
devrimci program anlayışını, bir zamanlar Lenin’in önderliği sayesinde ulaşılan mevzilerin
çok gerilerine savurdu. Dünya komünist hareketini Menşevizmin kirli sularına sürükledi.
Geçiş talepleri ve program sorunu bağlamında Lenin’in ortaya koyduğu devrimci görevin
sorumluluğunu üstlenen siyasal önder, Bolşevik mirası devrimci tarzda sahiplenen Troçki
olacaktı.

Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı / 2


Elif Çağlı
26 Ocak 2006

Troçki ve 1938 Geçiş Programı


Troçki tarafından hazırlanan ve 1938 yılında Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresinde
uluslararası program olarak kabul edilen Geçiş Programı, günümüzde de örnek bir tarihsel
belge olma niteliğini sürdürüyor. Troçki böyle bir devrimci eylem programını inşa çabasına
girişmekle, Komintern Dördüncü Kongresinin karar altına aldığı, fakat Lenin’in ölümünden
sonra Stalinizmin egemen oluşu nedeniyle yerine getirilmeyen bir görevi fiilen üstlenmiştir.
Bu program metni üzerinde burada tüm ayrıntılarıyla durmaya olanak yok, zira geçiş
taleplerini teker teker ele almaya kalkmak neredeyse bu belgeyi olduğu gibi aktarmak
anlamına gelirdi. Bu nedenle yalnızca bazı önemli noktalarına değineceğiz. Geçiş
Programının dünden bugüne devrimci özünü vurgulayan şu önemli satırların daha baştan
altını çizelim: “Görevi, kapitalizmin hakimiyetini ortadan kaldırmaktır. Amacı, sosyalizmdir.
Yöntemi, proleter devrimidir.” (Troçki, Geçiş Programı, Kardelen Yay., 1992, s.48)
Programın daha ilk bölümünde çok önemli bir soruna değinilir. Belirtildiği üzere, tarihsel
koşulların sosyalizm için henüz “olgunlaşmadığına” ilişkin lafazanlıklar ya cehaletin ürünü ya
da bilinçli bir aldatmacadır. Oysa, proleter devrim için gerekli nesnel önkoşullar yalnızca
olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutmuştur. Önümüzdeki tarihsel
dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürünün bir yıkım
tehdidi altında olduğu aşikârdır. Bu nedenle, artık her şey proletaryaya, esas olarak da
proletaryanın devrimci öncüsüne bağlı hale gelmiştir. Kısacası, insanlığın tarihsel bunalımı,
devrimci önderliğin bunalımına indirgenmiştir. Troçki’nin bu tespitleri son derece yerindedir
ve zaten devrimci mücadelenin bu örgütsel boyutunu açıklığa kavuşturmadan da, bir
programa sahip olması gereken devrimci ruhu kazandırmak asla mümkün olmayacaktır.
Ne var ki, bu satırların yazılmasının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen işaret edilen
tarihsel bunalım henüz aşılabilmiş değildir. Bu da bize işin bir başka önemli tarafını
hatırlatıyor. İşçi sınıfının kurtuluşu ve insan toplumunun esenliğe kavuşabilmesi bakımından
yaşamsal önem taşıyan bu gibi tarihsel sorunlara yalnızca işaret etmekle yetinilemez,
gereğini yerine getirmek için sorumluluk üstlenilmelidir. Değerli olan, örgütsel alanda
bunalımın aşılmasını mümkün kılacak bir yolun tutulabilmiş olmasıdır. Marx’tan başlayarak
Lenin’e, Troçki’ye ve diğer devrimci önderlerin mirasına sahip çıkmanın başka bir ölçütü
bulunmuyor.
Geçiş Programı, İkinci Enternasyonal geleneğinin yerleştirdiği ve daha sonra da Stalinizmin
sahip çıktığı asgari-azami program ayrımına karşı koyan devrimci program anlayışının somut
örneğidir. Bu program işçi sınıfının gündelik mücadelesiyle devrim hedefini, kısmi taleplerle
geçişsel talepleri birbirine bağlar. Böylece, zaten 1917 Nisanında Lenin sayesinde aşılmış
bulunan, fakat Stalinizmin egemenliğinin kurulmasıyla bir kez daha hortlatılan eski “asgari
program” anlayışının yeniden aşılması sağlanmıştır. Troçki’nin bu konuyla ilgili
değerlendirmesine bakalım: “Kapitalizmin yükseliş çağında hareket eden klasik Sosyal
Demokrasi, programını, birbirinden bağımsız iki bölüme ayırmıştı: burjuva toplumunun
çerçevesi içinde gerçekleştirilecek reformlarla sınırlı olan asgari program ve belirsiz bir
gelecekte kapitalizmin yerini sosyalizmin alacağını vaad eden azami program. Asgari ve
azami program arasında hiçbir köprü yoktu. Gerçekte Sosyal Demokrasi’nin böylesi bir
köprüye ihtiyacı da yoktur; çünkü sosyalizm sözcüğü, sadece bayram söylevlerinde
kullanılır.” (age, s.15)
Geçiş Programında yer aldığı üzere, devrim öncesi ajitasyon, propaganda ve örgütlenme
döneminin stratejik görevi, devrimin nesnel koşullarının olgunluğu ile proletarya ve onun
öncüsünün olgunlaşmamışlığı arasındaki çelişkinin üstesinden gelmektir. Bu bakımdan,
güncel taleplerle devrimin sosyalist programı arasındaki köprüyü kurmaları için kitlelere
günlük mücadele süreci içinde yardımcı olunmalıdır. Bu köprü geçiş talepleri sistemi
sayesinde kurulacaktır ve iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesine hizmet edecektir.
İşçi sınıfının devrimci programı farklı düzeydeki taleplerin bütünlüğü üzerinde yükselir.
Ancak devrimci durumlarda gerçek anlamlarına bürünecek geçiş taleplerinin yanı sıra, işçi-
emekçi kitlelerin gündelik mücadelede takipçisi olacakları iktisadi ve demokratik içerikli
kısmi talepleri de içerir. Önemli olan, ileri sürülen taleplerin bulunulan her evrede
kapitalizmin nefessizliğini sergileyebilmesi ve böylece kitlelerin giderek daha üst düzeydeki
talepler uğruna mücadeleye çekilebilmesidir. Hangi sloganların hangi dönemlerde ve ne
amaçla ortaya atılacağı konusu, uygun talepler formüle etmenin kendisi kadar büyük önem
taşır. Bir talebin veya buna denk düşen bir sloganın olağan dönemlerde genel bir
propaganda ve ajitasyon sloganı olarak mı, yoksa devrimci dönemlerde güncel ajitasyonel
bir slogan olarak mı yükseltileceği noktasındaki ayrımı kavramak fevkalâde önemlidir.
Bu gibi hususlar, devrimci bir örgütü başarıya ya da başarısızlığa götürecek olan taktik
belirleme sanatıyla doğrudan ilgilidir. Örneğin proletarya diktatörlüğünü kitleler nezdinde
popülarize edecek olan işçi iktidarı ya da işçi demokrasisi sloganı, genel propaganda ve
ajitasyon amacıyla devrimci olmayan bir dönemde de yükseltilmelidir. Böylesi örnekler daha
çok öncünün eğitimi açısından büyük önem taşır. Diğer yandan devrimci bir dönemde ise,
sözünü ettiğimiz bu sloganlar, düpedüz güncel bir nitelik kazanacak ve kitleleri doğrudan
eyleme çağıracaklardır.
Geçiş Programında da belirtildiği üzere, eğer kapitalizm kendi yarattığı felâketler karşılığında
yükseltilen talepleri karşılayamıyorsa, yıkılıp gitmelidir. Devrimci yaklaşım, kapitalizmin
verebileceğinin neler olduğunu “gerçekçi” biçimde kestirmekle değil, veremediklerini
kitlelere teşhir etmekle yükümlüdür. Kaldı ki, ileri sürülen taleplerin gerçekleşip
gerçekleşemeyeceği düzen içi statik bir sorun olmayıp, sonucu mücadele içindeki güçler
ilişkisince belirlenen bir sorundur. Troçki, Geçiş Programı Üzerine Tartışmalar bağlamında bu
konuya değinecek ve şu önemli gerçeğe dikkat çekecektir: “Devrimciler, daima, reformları
ve kazanımları devrimci mücadelenin yalnızca bir yan ürünü olarak değerlendirirler. Eğer
biz, sadece onların verebileceklerini talep ederiz dersek egemen sınıf taleplerimizin yalnızca
onda birini karşılar ya da hiçbirisini karşılamaz. Daha fazlasını talep ettiğimizde ve
taleplerimizi dayattığımızda kapitalistler azamisini vermek zorunda kalırlar. İşçiler ne kadar
militan bir ruha sahiplerse o kadar fazlası talep edilir ve kazanılır.” (Writings of Leon Trotsky
1938-9, Merit Publishers, 1969, s.45)
Bilindiği gibi, işsizlik ve hayat pahalılığı kapitalist düzenin asla kaçıp kurtulamayacağı ve
yoksul, sömürülen kitlelerin doğrudan canını yakan başlıca sorunlardır. Bu sorunlara karşı
devrimci tarzda yürütülecek mücadele yalnızca çalışma ve yaşam koşullarında bazı
iyileştirmelerin sağlanmasıyla sınırlı bir anlayışa dayandırılamaz. İleri sürülecek sloganlar,
kısmi taleplerle sınırlandırılamaz. Bu, sınıf mücadelesini sendikalizmin dar çerçevesine
hapsetmek olurdu. İktisadi ve siyasi içerikli kısmi talepler uğruna mücadelenin, sınıfın
kitlesini seferber etmesi bakımından önemi kuşkusuz yadsınamaz. Ne var ki, yalnızca bu tür
talepler ileri sürmek ve geçiş taleplerini reddetmek, devrimci Marksist yaklaşımla
bağdaşmayan, uzlaşmacı ve reformist bir tutumdur.
Başarılması gereken, en “barışçı” görünen dönemlerde bile, geniş kitlelerin sahip çıkacağı
mücadele hedeflerini, kısmi taleplerden geçiş taleplerine doğru yükseltebilmektir. Bu
nedenle Troçki, örneğin işsizlik ve hayat pahalılığı gibi kapitalizmin her an can yakan
sorunları karşısında, toplu sözleşmelerle sağlanan sıradan ücret artışları veya çalışma
saatlerinde tedrici bazı düzenlemelerle yetinilmemesi gereğine dikkat çeker. Bu bakımdan,
ücretlerin ve iş saatlerinin ayarlanmasında eşel mobil sisteminin uygulanması (toplu
sözleşmelerle sağlanacak ücret artışından vazgeçmeksizin, ücretlerin enflasyon oranında
otomatik olarak arttırılması ve bütün işlerin, ücretlerde hiçbir kayıp olmaksızın mevcut işçiler
arasında paylaştırılıp iş saatlerinin kısaltılması) talebi, burjuva düzenin nefessizliğini geniş
işçi kitlelerine kavratmak amacıyla ileri sürülmelidir.
Gerçekten de ileri sürülecek talepler, kitlelerin kapitalizm dahilinde bir çıkış yolu olmadığını
kavramalarına hizmet etmelidir. İşçi sınıfında devrimci bilinç sıçraması sağlayabilecek
yöntem, kapitalist düzenden “mantıklı” ve “gerçekçi” gözüken küçük lokmalar koparmakla
yetinmek olamaz. Kapitalizm altında yaygın biçimde gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama
devrimci bir durumda işçi-emekçi kitlelerin fiilen inisiyatif üstlenmesini sağlayacak işçi
denetimi, fabrika komiteleri benzeri geçişsel taleplerin yükseltilmesi fevkalâde önemlidir.
Devrimci bir önderliğin görevi, olağan görünen dönemlerde sınıfın öncüsünü bu temelde
eğitmek, devrimci süreçlerde de bu taleplerin kitlelerce benimsenip yaşama geçirilmesini
sağlamaktır.
Geçiş Programında sıralanan, kapitalist grupların mülksüzleştirilmesi, özel bankaların ve
kredi düzeninin devletleştirilmesi, ticari sırların açıklanması ve sanayi üzerinde işçi denetimi,
grev gözcüsü, savunma kolları, işçi milisi, işçi köylü ittifakının sağlanması, emperyalizme ve
savaşa karşı mücadele kapsamında silahlanma programlarına, gizli diplomasiye karşı
çıkılması, işçi ve köylü komitelerinin doğrudan denetimi altında işçi ve köylülerin
silahlandırılması ve askeri eğitimi şeklindeki geçiş talepleri, vaktiyle Lenin’in gündeme
getirmiş olduğu taleplerdir. Bu talepler, işçi sınıfının kitlesini devrimci işçi iktidarının
kurulmasına doğru çekmeye yöneliktirler. Geçiş talepleri sisteminin özünü, bunların gitgide
daha açık ve kesin bir biçimde doğrudan burjuva düzenin temellerine yöneltilmesi oluşturur.
Kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, bankaların devletleştirilmesi gibi sloganlar söz konusu
olduğunda rahatlıkla anlaşılacağı üzere, bu tür talepler devrimci iktidar sorununa
bağlanmadıkları takdirde devrimci özlerini yitireceklerdir. Böylece, siyaseten reformizme
kapı açılmış olacaktır. Bunu çarpıcı bir örnekle somutlayabiliriz. Bazı siyasi gruplarca bilinçli
olarak çarpıtılan devletleştirme mevzuu, her koşulda aynı anlama gelecek basit bir olgu
değildir. Hatırlatmak gerekir ki, Lenin’in geçiş sorunu çerçevesinde savunduğu
devletleştirme talebiyle, reformistlerin bu konudaki tutumu taban tabana zıttır. Reformist
siyaset, devlet mülkiyetini, kapitalist düzen çerçevesinde de işçi sınıfı adına bir kazanım
olarak değerlendirmektedir. Ve böyle yapmakla, daha Marx döneminden beri mahkûm
edilmiş bulunan bir anlayışı savunmaktadır. Ne yazık ki bu tür sakat görüşler ısıtılıp ısıtılıp
Marksizm adına önümüze sürülüyor. Oysa burjuva iktidarlar altında gerçekleşen
“devletleştirmeler”, kapitalist mülkiyetin özel ellerden kapitalist devlete geçmesi demektir.
Mülkiyetin sınıfsal niteliğinde bir değişim yaratmayan, kapitalist mülkiyetin özünü değil
yalnızca biçimini değişikliğe uğratan ve olsa olsa devlet kapitalizmini güçlendirmeye hizmet
eden bu tür devletleştirmeler, işçi sınıfı için bir kazanım teşkil etmezler.
Devletleştirme talebi, ancak ve ancak, mülkiyetin burjuvaziden kopartılıp alınması
bağlamında devrimci bir anlam ifade edebilir. Bunun da olağan dönemlerde değil, burjuva
düzenin derin bir sarsıntıya sürüklendiği devrimci dönemlerde gündeme gelebileceği asla
unutulmamalıdır. Bu talebin devrimci tarzda savunulması, bunun gerektirdiği diğer koşullara
da (kapitalistlere tazminat ödenmesinin reddedilmesi, işçi denetimi altında devletleştirme)
uyulmasıyla mümkündür. Nitekim Geçiş Programında devletleştirme talebi işte bu kapsamda
yer alır. Programda, bankaların devletleştirilmesinin, ancak devlet iktidarının bütünüyle
sömürücülerin elinden emekçilerin eline geçmesi durumunda yararlı sonuçlar doğurabileceği
belirtilir. Böylece reformistlerin bulanık “millileştirme” talebiyle ayrım çizgisi de net biçimde
çekilmiş olmaktadır. Özetle, bu gibi önemli konularda Geçiş Programında yer alan
değerlendirmeler doğrudur.
Geçiş Programı yalnızca devletleştirme özelinde değil, genelde geçişsel taleplerin bütününde
tayin edici unsur olarak iktidar sorununa bağlanmıştır. Devrim süreci içinde ortaya çıkacak
fabrika komiteleri, savaşa karşı mücadele örgütleri, fiyat denetim komiteleri benzeri yeni
organlar arasında koordinasyonun ancak sovyetler (ya da aynı anlama gelmek üzere işçi
konseyleri) sayesinde sağlanabileceği açıklığa kavuşturulmuştur. Bunun yanı sıra,
sovyetlerin ancak kitle hareketinin açıkça devrimci aşamaya geçtiği bir zamanda ortaya
çıkabileceği belirtilir ve şu açılım getirilir: “Ortaya çıktıkları ilk andan itibaren, sovyetler,
sömürücülere karşı mücadelelerinde milyonlarca emekçinin etrafında birleştikleri bir eksen
olarak, yerel yönetimin ve daha sonra da merkezi hükümetin rakipleri ve hasımları olurlar.
Nasıl ki fabrika komitesi fabrikada bir ikili iktidar yaratıyorsa, sovyetler de ülke çapında bir
ikili iktidar dönemi başlatırlar.” (Troçki, Geçiş Programı, s.34-35.) İkili iktidar dönemi ise,
geçiş döneminin doruk noktası olacaktır.
Geçiş Programı, taşıdığı başlıktan da anlaşılacağı üzere (Kapitalizmin Can Çekişmesi ve
Dördüncü Enternasyonalin Görevleri), ulusal düzeyde bir talepler listesi değildir;
komünistlerin dünya genelinde görevlerini bütünsel olarak vurgulayan bir belgedir. O yüzden
geçiş talepleri, emperyalist, sömürge ve yarı-sömürge, faşist ülkelerdeki ve nihayet Stalinist
bürokrasinin egemenliği altında bulunan SSCB’deki farklı görevler de hesaba katılarak
sistematize edilmiştir. Programatik açıdan komünistleri enternasyonal düzeyde eğitmeyi
amaçlayan önemli bir içeriğe sahiptir.
Ancak bu program son noktası konmuş bir program olmayıp, bizzat Troçki’nin ifadesiyle bir
“taslak program” idi. Şöyle diyordu Troçki: “Bu taslak programda eksik olan şeyler ve doğası
gereği programa ait olmayan şeyler vardır diyebiliriz. Programa ait olmayan şey
yorumlardır. Bu program sadece sloganları değil fakat aynı zamanda yorumları ve hasımlara
karşı polemikleri de içeriyor. Fakat tamamlanmış bir program değil. Tamamlanmış bir
program, emperyalist aşamasındaki modern kapitalist toplumun teorik bir açıklamasını
içermelidir”. (“More Discussion on the Transitional Program”, Writings of Leon Trotsky
1938-9, s.49.) Günümüzde daha net ve etkin programların hazırlanabilmesine temel
oluşturan bu programın dondurulmaya değil, geliştirilmeye ihtiyacı var.
Günümüzde sorun nasıl ele alınmalı?
Geçiş Programının yalnızca bugünün koşulları bakımından değil, kaleme alındığı tarihsel
dönem bakımından da problem teşkil eden ve düzeltilmesi, netleştirilmesi gereken bir
bölümü olduğunu belirtelim. Bu bölüm, Stalinist egemenlik altındaki Sovyetler Birliği’nin sınıf
karakteri ve bu tip ülkelerde egemen bürokrasiye karşı yürütülmesi gereken mücadele
konusuyla ilişkili bulunuyor. Ne var ki, hazırlanışının üzerinden uzun yıllar geçen bu belgede
eskiye dönük düzeltme gereği bir yana, son tarihsel kesitte köprülerin altından çok sular
aktı. Artık o Sovyetler Birliği ve benzeri rejimler çöktü.
Bugün devrimci programın teorik temellerini döşemek için, geçmişten yakın tarihe uzanan
bu devasa deneyim titizlikle değerlendirilmeli. Tarihsel bir hesaplaşmayı zorunlu kılan bu gibi
konularda, Troçki’nin çözümlemelerinde yanlış bulduğumuz hususları ve kendi görüşlerimizi
kapsamlı biçimde ortaya koyduğumuzdan, burada işin bu yönü üzerinde ayrıca
durmayacağız. (Bkz. Elif Çağlı, Marksizmin Işığında) Ama zaten günümüzde asıl sorun,
Troçki’nin çözümlemelerindeki kimi eksiklik ve hatalı noktalardan ziyade, Troçkizmin
zaaflarıdır.
Sovyetler Birliği’nin ve benzeri rejimlerin göçüp gittiği koşullarda bile tarihsel geçmişi
yeniden değerlendirme zahmetine katlanmayan bazı Troçkistler, Troçki’nin
değerlendirmelerini de ölü kalıplara çevirmişlerdir. O nedenle, sekter tutumlarda ayak
direyen Troçkist çevrelerin, 1938 Geçiş Programına aynen sahip çıktıklarını söyleyerek,
“bizim programımız zaten var” diye övünmeleri içi boş ve haksız bir üstünlük taslamadır.
Aslında her önemli sorunda olduğu üzere program sorununda da, çözümlenmesi gereken
problemlere bulunacak yanıtlar ve günün somut koşulları itibarıyla dillendirilecek talepler,
bunların hiçbiri, daha önceki devrimci halkalara eklemlenmeksizin vücut bulamazlar.
Komünist Manifesto’dan başlamak üzere, Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderlerin
program sorununda birbirine eklemiş oldukları halkalar, sahip çıktığımız bütünsel bir
devrimci mirası oluşturmaktadır.
Lenin’in devrimci işçi hareketinin gündemine soktuğu geçiş sorunu ve daha sonra da Troçki
tarafından geliştirilen geçiş programı bugün de büyük önem taşıyor. Stalinizmin uzun bir
dönem boyunca dünya komünist hareketine empoze ettiği ve ne yazık ki günümüzde de
etkisi devam eden aşamalı devrim anlayışından kopulması, devrimci işçi mücadelesinin
güçlendirilmesi bakımından mutlak bir zorunluluktur. Dünya kapitalist sisteminin iyice
olgunlaşıp çürümeye yüz tuttuğu ve artık insanlığı bir yok oluşa sürüklemekte olduğu
günümüz koşullarında, temel görev, kapitalizmin aşılmasını mümkün kılacak proleter
devrimlerin savunulmasıdır.
İşçi sınıfının devrimci programı, bu görevin başarılabilmesi için her zaman ve her koşul
altında sınıfın öncüsünü eğitecek ve devrimci durumlar doğduğunda ise yalnızca öncüyü
değil sınıfın kitlesini de fiilen bir işçi iktidarının kurulmasına doğru ilerletecek öze sahip
olmalıdır. Troçki’nin devrimci Marksizme kazandırdığı 1938 Geçiş Programı, genelde böyle
bir anlayışa ve böyle bir öze sahiptir. Ne var ki aradan geçen yıllar içinde cereyan eden
gelişmeler ve değişim hesaba katıldığında, günümüzde işçi sınıfının devrimci program
sorununun, yalnızca bu önemli tarihsel belgeye dayanarak çözülemeyeceği aşikâr olsa
gerek.
İşte bazı Troçkist çevrelerin program sorununa yaklaşımında bizce doğru olmayan tarz tam
da bu noktada somutlanıyor. Başka meselelerde de görüldüğü şekilde, Troçki’nin görüşlerine
sahip çıkmak adına, onun çözümlemelerinin değişen koşullar hesaba katılmaksızın tekrarıyla
yetinilmesi mücadeleyi ilerletmiyor, tersine zarar veriyor. Örnekse, Geçiş Programında o
dönemin sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri için söylenenleri hatırlatabiliriz. Bu ülkeler bugün
genelde kendi ulus-devletlerini kurmuş ve şu ya da bu ölçüde gelişmiş kapitalist ülkelere
dönüşmüş durumdadırlar. Fakat yanlış bir tutum sergileyen kimi Troçkist çevreler, devrimci
strateji ve taktikleri değişen gerçeklik üzerine inşa edecek yerde, Troçki’nin yıllar önceki
formülasyonlarını yinelemekle tatmin olabiliyorlar.
Troçki Geçiş Programında, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde demokratik program
ihtiyacının toptan reddedilemeyeceğini, mücadele içinde aşılabileceğini savunuyordu. Bu
nedenle de, Ulusal (ya da Kurucu) Meclis sloganının, Çin ve Hindistan benzeri ülkeler için
geçerliliğini koruduğunu belirtiyordu. Ancak bu slogan, ulusal bağımsızlık ve tarım reformu
talebine de kopmazcasına bağlanmalıydı. Bu açılımlar, o günün dünyasındaki somut koşullar
çerçevesinde ileri sürülmüştüler. Değişen şartlara aldırmaksızın, diyelim Türkiye gibi
ülkelerde “Kurucu Meclis” şeklinde talepler ileri sürmek tamamen yanlıştır. Bu tür görüşlere
sahip Troçkistler, günümüzde siyasal bağımsızlığa sahip çeşitli ülkeleri hâlâ sömürge veya
yarı-sömürge olarak nitelemekte ısrar ederek ve buradan hareketle anti-emperyalist
mücadeleyi de bir tür sömürgecilik karşıtlığına indirgeyerek büyük yanılgılara
sürüklenmektedirler. Dahası, böyle bir yol tutmakla aslında Troçki’nin bıraktığı düşünsel
mirasa da saygısızlık etmektedirler. Böylesi örneklerde açıkça görüldüğü üzere, bu Troçkizm
aslında Troçki’nin sahip çıktığı Marksist kavrayıştan uzak, ama Stalinist görüşlere daha
yakındır.
Tüm geçişsel taleplere yaşam kazandıracak olan siyasal iktidar sorunu, her zaman ve her
koşulda son derece titizlikle yaklaşılması gereken bir konudur. Diyelim programda şu ya da
bu talebin ifadesinde eksiklik olabilir ve bazen bu durum çok da ciddi bir problem teşkil
etmeyebilir. Ama iktidar mevzuunun çözümünde yaratılacak bir bulanıklık, sınıfın devrimci
kavrayışında ve pratik mücadelede son derece büyük riskler doğuracaktır. Komintern
Kongresi vesilesiyle üzerinde durduğumuz işçi hükümeti sorunu buna örnektir.
Proletarya diktatörlüğünün popüler tanımlaması olarak işçi hükümeti (ya da işçi-köylü
hükümeti) açılımının geçiş programında yer alması doğruysa da, bu konuda çeşitli yönlere
çekiştirilebilecek muğlak sloganlar kullanılmamalı. Günümüzde devrimci durumların
yaşandığı bazı Latin Amerika ülkeleri vesilesiyle örneklendiği üzere, bir yandan devrimci
geçiş taleplerinden söz edilmesi diğer yandan işçi hükümeti gibi önemli meselelerde
oportünizme düşülmesi affedilir hatalar olamaz. Daha somut biçimde ifade edecek olursak,
bazı Troçkist çevrelerin bir elleriyle devrimci içerik kazandırır göründükleri işçi hükümetini
diğer elleriyle bir burjuva koalisyon hükümetine dönüştürmeleri, devrimci Marksist tutumla
bağdaşmaz.
Bir taraftan işçi hükümetinin burjuva-demokratik yorumuna karşı çıkar gözükmek, ama
ardından da geçiş talebi diye sosyal demokrat partilerle koalisyon hükümetleri formüle
etmek tutarlı bir siyasal çizgi değildir. (Somutlamak için belirtelim ki, bazı Troçkistlerce
Yunanistan’da Papandreu-Florakis hükümeti veya Portekiz’de Soares-Cunhal Hükümeti
biçiminde örnekler ileri sürülmüştü!) Bu tür yanlışlara verilecek en iyi yanıt, Geçiş
Programındaki satırları hatırlatmak olacaktır. “ ‘İşçi Köylü Hükümeti’ sloganını ancak 1917’de
Bolşevikler için taşıdığı anlamıyla, yani anti-burjuva ve anti-kapitalist bir slogan olarak kabul
edebiliriz; yoksa onu sosyalist devrime bir köprü olmaktan çıkarıp sosyalist devrim yolundaki
başlıca engele dönüştüren epigonların sonradan verdikleri o ‘demokratik’ anlamıyla değil.”
(Troçki, Geçiş Programı, s.33)
İşçi hükümeti sorunu Troçki tarafından işte bu kadar net ifade edilmiştir. Böyleyken,
günümüzde artık ipliği büsbütün pazara çıkmış burjuva işçi partilerini (yukarıda adı geçtiği
üzere Yunanistan’da Papandreu’nun veya Portekiz’de Soares’in partisi ya da İngiltere’de
Blair’in İşçi Partisi gibi partiler!) içeren veya bunlara dayanan “işçi hükümetleri”ni bir geçiş
talebi olarak ileri sürmek, tam tamına reformizmdir.
Bu noktada insanın aklına ister istemez, reformist anlayışın devrimci yaklaşıma yönelttiği
sekterlik suçlamaları geliyor. Ancak hemen hatırlatalım ki, bir reformiste reformlar her
zaman devrim gibi, devrimci tutum ise aşırı solculuk, sekterlik olarak görünecektir. Dün
olduğu gibi bugün de Marksist geçinenler arasında böyleleri hiç eksik değildir. Troçki’nin
ifadesiyle, reformistler kitlelerin duymak istedikleri şeylerin ne olduğu hakkında iyi bir
sezgiye sahiptirler. Ancak devrimci tutum bu olamaz. Geçiş Programı üzerine yürüttüğü bir
tartışmada şöyle der Troçki: “İşçiyi zaman zaman sarsmak gerekir, açıklamada bulunmak,
ve sonra tekrar sarsmak –bunların hepsi propaganda sanatına aittir. Fakat propaganda
bilimsel olmalı, kitlelerin haletiruhiyesi önünde eğilmemelidir.” (“More Discussion on the
Transitional Program”, Writings of Leon Trotsky 1938-9, s.52.) Hiçbir zaman unutulmasın ki,
komünistlerin gerçekçiliği bilimseldir, nabza göre şerbet vermekten, kolay görünen ama
yanlış olan yolları seçmekten uzaktır.
Burada yeri gelmişken, gözden kaçırılmaması gereken bir kaç genel hususu –tekrar
pahasına da olsa– vurgulayalım. Birincisi, dünden bugüne yakıcı önemini koruyan işçi öz-
örgütlerinin çeşitlenmesi, yaygınlaşması ve güçlendirilmesi, yalnızca iradi kararlara değil
kuşkusuz içinde bulunulan nesnel koşullara da bağlıdır. Örneğin olağan dönemlerde fabrika
komiteleri türünden işçi örgütlenmelerinin yaygınlaşması mümkün değildir. O yüzden, içi boş
“genel grev” çağrılarının sergilediği fiyaskoya benzer bir duruma düşülmemeli ve “fabrika
komiteleri” veya “sovyetler” gibi sloganların kullanımı ve verdiği mesajlar bakımından
dikkatli olunmalıdır. Ancak devrimci bir dönemde acil eylem çağrısı anlamına gelecek bu tip
sloganların, sınıf mücadelesinin durgun seyrettiği koşullarda yalnızca genel propaganda ve
ajitasyon amacıyla yükseltilebileceği unutulmamalıdır.
İkincisi, proletarya diktatörlüğü anlamına gelen devrimci iktidar hedeflerinin propagandasını,
(bunun ancak devrimci dönemlerde yapılabileceği bahanesiyle) gündelik propagandanın
sınırları dışına sürgün etmek reformizmdir. Dün olduğu gibi bugün de bu tür sakat
yaklaşımlara karşı amansız bir mücadele yürütülmeli. Lenin, 1920 yılında toplanan
Komintern İkinci Kongresinde yaptığı bir konuşmada, “devrimci bir durum olmasa bile
devrimci propaganda yapılabilir ve yapılmalıdır” der ve şu önemli tespitle devam eder:
“Bolşevik Parti’nin bütün tarihi bunu kanıtlamıştır. Sosyalistlerle komünistler arasındaki fark
tam da buradadır; herhangi bir durum karşısında sosyalistler bizim gibi davranmayı
reddetmektedirler; yani devrimci bir çalışma yapmayı reddetmektedirler.” (Lenin Döneminde
Komünist Enternasyonal – Belgeler, c.1, Maya Yay., Mart 1997, s.142)
Üçüncüsü, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin güçlendirilmesi için kuşkusuz yalnızca
reformizm ve benzeri eğilimlere karşı mücadele yürütmek yetmiyor. Küçük-burjuva
devrimciliğine, sol lafazanlığa ve sekter eğilimlere karşı da uyanık olunmalı. Sol komünistler,
nihai hedeflerin yinelenmesiyle kitlelerin harekete geçebileceğini ummak şeklinde derin bir
yanılgı içindedirler. Oysa işçi sınıfı devrimcilerine düşen görev, gündelik mücadelenin konusu
olarak bilinen iktisadi ve siyasi içerikli kısmi taleplerden (ücretlerin yükseltilmesi, işçi-emekçi
kitlelerin vergi yükünün hafifletilmesi, genel sağlık sigortası, parasız eğitim, çalışma
saatlerinde indirim, iş ve sendika yasalarında işçiler lehine değişiklik yapılması, demokratik
hakların genişletilmesi vb.), daha karmaşık geçiş taleplerine dek tüm talepleri, mücadele
içinde savunmaktır. Dahası, sendikalar da dahil sınıfın kitle örgütlerini devrimci bir çizgiye
çekmeye çalışmak ve böylece devrimci mücadeleyi ilerletmeye fiilen hizmet etmek gerekir.
Bazı genel sorunlara değindikten sonra, şimdi de devrimci programın inşasında düne oranla
günümüz koşullarının içerdiği kimi önemli farklılıklara işaret etmeye çalışalım. Vaktiyle
Lenin, Komünist partilerin dikkatini geçiş sorununa çeker ve bu tartışmayı Komintern
gündemine taşırken, o dönemin somut gerçekliğinden hareket ediyordu. Altını çizdiği husus,
sınıfın öncüsünün proletarya diktatörlüğü hedefine kazanılmış olduğu, fakat proleter
devrimin yalnızca öncünün çabasıyla ilerletilemeyeceği idi. İşin bu yönü, günümüz
dünyasında da asla göz ardı edemeyeceğimiz bir önem arz ediyor. Ancak tarih hep düz bir
çizgide ilerlemiyor ve işçi sınıfı devrimci mücadele bakımından ulaştığı noktalardan pekâlâ
çok daha gerilere sürüklenebiliyor.
Lenin’in geçiş sorununu ortaya koyduğu tarihsel dönemin koşullarına oranla, devrimci işçi
hareketi hem düşünsel hem de örgütsel bakımdan ileriye gitmemiş, tersine gerilemiş ve
derin yaralar almıştır. İşçi sınıfının kitlesini bir yana bıraktık, onun öncü kesimleri dahi bugün
o döneme oranla, proleter devrimin ve proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini kavrama
noktasından henüz çok uzak bulunuyor. Lenin dönemi Komintern örgütlenmesi içinde yer
alan ve proletarya diktatörlüğüne ilişkin Marksist kavrayışı enternasyonale katılımın koşulu
olarak kabul eden komünist partiler çoktan berhava olmuş durumda. Dahası, Ekim
Devriminin ülkesi Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin iktidara el koymasıyla dünya
komünist hareketinde ortaya çıkan yozlaşma, yıllar içinde Marksizme büyük zarar vermiştir.
Yakın tarihlerde yaşanan ve bürokratik rejimlerin çöküşüyle neticelenen olaylar ise,
sosyalizme ve Marksizme hak ettiği itibarı kendiliğinden kazandırmadığı gibi, dünya
genelinde sosyalist çevreleri büyük bir moral çöküntüsüne ve örgütsel çözülmeye sürükledi.
Günümüzde Marksist veya komünist geçinen nice siyasi çevre o denli sağa kaymış ve
reformizm batağına saplanmış durumda ki, proletarya diktatörlüğü hedefini savunmak ne
kelime, bu hedefin karalanması için neredeyse burjuva işçi partileriyle ağız birliği ediliyor.
Sözün kısası, günümüzde devrimci mücadele alanında yüz yüze bulunulan sorunlar,
geçmişten günümüze miras kalan bazı devrimci belgelerin basitçe tekrarı sayesinde
aşılamayacak derecede yoğun ve ciddidir. Yaşanan olaylar işçi sınıfını devrimci bilinç ve
örgütlülük düzeyi bakımından alabildiğine geriletmiştir. Komünistleri de düşünsel ve örgütsel
olarak geçmişte kazanılmış mevzilerin gerilerine savurmuştur. Ancak çözümlenmeyi
bekleyen sorunlar bugün ne denli devasa görünürse görünsün, yarın devrimci bir sıçramayı
mümkün kılacak koşulların da aslında için için mayalanmakta olduğunu asla göz ardı
edemeyiz. Komünist adını taşımayı hak edenler, gerçeklik karşısında ürküntüye
kapılmaksızın, koşulları devrimci doğrultuda değişikliğe uğratmak için çabalayanlardır.
Günümüz koşullarında aciliyet kazanan birincil görev, yitirilen örgütsel ve ideolojik
mevzilerin yeniden ve sağlam temellerde kazanılabilmesi için canla başla çalışmaktır.
Bu görev anlayışı çerçevesinde, öncelikle işçi sınıfının ileri unsurları, işçi devriminin ve işçi
iktidarının gerekliliği fikrine örgütlü biçimde yeniden kazanılabilmeli. Devrimci program ve
devrimci propaganda çalışmalarında bugün için tutulacak ana halka, sınıfın öncü
kesimlerinin, özellikle işçi iktidarı ve sosyalizm konularında devrimci Marksist görüşler
temelinde eğitilmesidir. Bu görev doğrultusunda ilerleme kaydetmedikçe, sınıfın kitlesini
hedefleyen geçişsel talepler konusu –ne denli önemli olursa olsun– biraz havada kalacaktır.
Ancak kuşkusuz yaşam her zaman sürprizlerle doludur ve olaylar hiç de önceden düşünülüp
tasarlanmış planlara göre gelişmezler. O nedenle, devrimci strateji ve program bakımından
daha baştan olabildiğince her şeye hazırlıklı olmak, ama günün somut koşullarının öne
çıkardığı ana halkayı da doğru tespit etmeye çalışmaktan geri durmamak gerekiyor.
1938 Geçiş Programı, enternasyonal düzeyde teorik ve örgütsel bir sıçrama kaydedilip
aşılmadığı sürece, devrimci Marksist program konusunda örnek teşkil eden bir son halka
olmayı sürdürecek. Ama kuşkusuz, bu tarihsel belgede yer alan bazı değerlendirmeler ve
talepler günümüz koşullarında güncelleştirilip pekâlâ daha öz ve net biçimde vurgulanabilir.
Ancak iş bununla da bitmiyor. Sosyalizm konusunda yaratılan onca kafa karışıklığı hesaba
katılacak olursa, bugün program sorunları çerçevesinde yerine getirilmesi gereken temel bir
görev var. Sınıfın öncüsü, Sovyetler Birliği’nde yaşanan tarihsel deneyimin anlamı, işçi
devrimi, işçi demokrasisi, ezilen ulusların hakları, sınıfsız topluma geçiş, sosyalizm ve
komünizm gibi önemli konularda sağlam ve tatmin edici biçimde aydınlatılmalıdır. Geçiş
talepleri sayesinde bugünden yarına uzatılacak köprü, ancak bu koşulla sağlam bir zemine
inşa edilebilir. O yüzden, günümüzde programatik hedeflerin açıklanmasında kısa bir talepler
bildirgesinden çok, devrimci programın üzerinde yükseleceği temel görüşleri içeren
belgelerin kullanılmasının yararlı olacağı inancındayız (bu konuya ilişkin somut bir yaklaşım
olarak bkz., Temel Görüşlerimiz ve Platformumuz, www.marksist.com). İşin bu yönü,
kuşkusuz, çeşitli ülkelerde sınıfın öncüsünü eğitecek ve kitleleri ileri çekecek uygun talep ve
sloganların bizzat mücadele içinde yükseltilmesi görevini asla ortadan kaldırmıyor.
Son olarak ve her şeyden önemlisi, devrimci enternasyonalin ve onun programının inşasını,
oportünizme ve ilkesizliğe asla taviz vermeden devrimci kurallara dayandırmayı başarmak
gerekiyor. Bir zamanlar Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal için dile getirdiği gibi:
“Gerçeklere dürüstçe bakmak; işin kolayına kaçmamak; olgulara adını koymak; ne derece
acı da olsa kitlelere doğruyu söylemek; engellerden çekinmemek; önemlilerinde olduğu gibi
önemsiz meselelerde de titiz olmak; programı sınıf mücadelesinin mantığına dayandırmak;
eylem anı geldiğinde cesur olmak”. (Troçki, Geçiş Programı, s.45.) İşte izlenecek yolun
temel yapı taşları!

www.solplatform.org

You might also like