Professional Documents
Culture Documents
org
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Reaya sözcüğü, Osmanlı’da devlet mülkiyetindeki toprakta (tımar) çalışan doğrudan
üretici bağımlı köylüler için kullanılan bir terimdir. Arapça raiyye ya da raiyyet (sürü)
sözcüğünün çoğuludur. Reayanın belirleyici özelliği vergi yükümlülüğüdür.
[2] Aktaran: Selahattin Hilav, Marx, Türkiye Üzerine, Önsöz içinde, Gerçek Yay.,1966, s.9
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /2
Mehmet Sinan
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bu konuda Mustafa Akdağ, Ömer Lûtfi Barkan, Halil İnalcık, Niyazi Berkes gibi tarihçi ve
araştırmacıların eserlerine bakılabilir.
[2] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, cilt I, Gerçek Yay., 1972, s. 12
[3] age, s.12
[4] M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c.1, Cem Yay., 1974, s.276
[5] Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Köz Yay., 1971, s.60
[6] P. Wittek’den aktaran Sencer Divitçioğlu, age, s. 61
[7] age, s.63
Engels’e yazdığı 21 Haziran 1853 tarihli mektubunda Marx şöyle diyordu: “Bernier haklı
olarak Doğu’daki bütün olayların temelinde toprakta özel mülkiyet olmayışını görür ve bu
konuda Türkiye, İran ve Hindistan’a atıfta bulunur. Bu, Doğu cennetinin gerçek
anahtarıdır.”[1] Engels de hemen o ay içinde Marx’a yazdığı cevapta şöyle der: “Toprak
mülkiyetinin olmayışı, gerçekten de Doğu’nun tümü için anahtar. Doğu’nun siyasal ve dinsel
bütün tarihi de burada saklıdır. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçiminde de olsa toprak
mülkiyetine varamadılar?”[2]
Kapitalizm öncesi ekonomik-toplumsal oluşumlarla ilgili çalışmalarını bu dönemde kesintisiz
olarak sürdüren Marx, doğuluların neden toprakta özel mülkiyete (feodal biçiminde de olsa)
varamadıklarını sonunda keşfetmişti. Marx’a göre bunun birbirine bağlı iki nedeni vardı.
Birinci neden, Doğu toplumlarında çok eski zamanlardan beri devam edegelen despotik
devlet oluşumlarının varlığıydı. Bu tip devletler, tarımcı toplulukların üzerine çöreklenerek bu
toplulukları her açıdan kendilerine bağımlı hale getiriyorlardı. Batı’da görülen güçsüz ve
dağınık feodal devletlerden farklı olarak, Doğu’nun despotik devletleri son derece merkezi-
bürokratik bir yapıda örgütlenmiş güçlü devletlerdi. Doğu’da ortaya çıkan bütün Arap-İslam
ve Türk-İslam devletleri de bu kategoride devletlerdi.
İkinci neden ise, Doğu’da tüm toprakların her zaman üstün bir topluluğun, yani despotik
devletin mülkiyeti altında bulunmasıydı. Bu yüzden, topraklar üzerinde bireysel ya da ailesel
düzeyde bir “özel mülkiyet” gelişmemişti. Toprağın devlet mülkiyeti altında olması, toprağı
işleyen köylüleri de devlete bağımlı “daimi kiracılar” durumuna getirmişti. “Bu şartlar
altında, bu devlete tâbi olan herkes için geçerli olandan daha güçlü bir siyasal ya da iktisadî
baskının varlığına gerek yoktur. Devlet bu durumda en yüksek beydir. Burada egemenlik,
ulusal çapta yoğunlaşmış olan toprağın sahipliğinden oluşur. Ama öte yandan, toprağın
gerek özel, gerek ortaklaşa zilyetliği ve tasarrufu olmasına karşın, toprakta özel mülkiyet
yoktur.”[3]
Doğu toplumlarının gelişim çizgisinin Batı’ya göre farklı oluşunun temelinde yatan gerçeklik,
nereden bakarsak bakalım, çok eski zamanlarda ortaya çıkmış ve kapitalizm öncesi tüm
Doğu toplumlarını derinden etkilemiş olan despotizm geleneğidir. Bu geleneğin taşıyıcısı olan
Doğu’nun despotik devletleri, toplum içinde bir sınıfa dayanıyor değillerdi aslında. Tersine,
toplumdan bağımsız ve toplumun üstünde bir güç olarak örgütlenmiş olan bu devletler, tüm
toplumun tepesinde “süper bir güç” olarak durmakta ve tüm toplumu bir sürü gibi
gütmekteydiler. Dolayısıyla bu devletler, toplumsal yaşamın tüm alanlarını (ekonomik,
sosyal, siyasal, kültürel vb.) mutlak kontrolleri altında tutabildikleri sürece, yaşamlarını
sürdürebilirlerdi. Böyle bir despotizm düzeninde en üstün, en yüce otorite olarak toplumun
en tepesinde oturan ve devlet iktidarını kendi şahsında somutlaştırmış bulunan despot
(hükümdar), elbette ki “tanrısal bir güç” ya da “kutsal bir baba” olarak görünmekteydi
topluma.
O halde burada asıl açıklığa kavuşturulması gereken nokta şu oluyor: Toplumdan bağımsız
olarak örgütlenen, dolayısıyla toplumun herhangi bir sınıfına dayanmayan bu tip devletler,
nasıl oldu da yüzyıllar boyunca ayakta kalabildiler? Despotik devletleri ayakta tutan ve
toplumsal yaşamın tüm alanlarında belirleyici bir güç olmalarını sağlayan “gizemli”
mekanizma neydi acaba?
Bildiğimiz kadarıyla bu mekanizma, kendini devletle özdeşleştirmiş olan yönetici devletlû
sınıfın, yani Doğu despotizmine özgü “kapıkulu bürokrasi”nin oluşturduğu örgütlü güçten
başkası değildir. O halde gelin, Doğu despotizmine özgü bu muazzam bürokratik
mekanizmayı, önce genel oluşumu bakımından ve daha sonra da Osmanlı toplumu özelinde
incelemeye çalışalım.
Despotik devlete özgü bir yönetici sınıf: Kapıkulu bürokrasi
Despotizmin egemen olduğu toplumlarda, devlete ait olan mülkün (yani topraklar üzerindeki
güç ve hükümranlığın) her ne surette olursa olsun bölünmesi ve yönetici sınıfın şu ya da bu
bireyinin veya yönetici sınıf dışındaki toplum bireylerinin “özel mülkiyeti”ne geçmesi söz
konusu olamazdı. Bu toplumlarda mülkün tek sahibi, tanrının yeryüzündeki elçisi sıfatıyla ve
devletin başı olarak, yönetici sınıf piramidinin en tepesinde oturan hükümdardır. Ama bu
sahiplik, bugün anladığımız anlamda bir “özel mülkiyet” sahipliği olmayıp, devletle “özdeş”
olmanın getirdiği bir “devlet adına” sahipliktir.
Despotik tarzda düzenlenmiş eski Doğu toplumlarında, hükümdar (despot) da dahil olmak
üzere yönetici egemen sınıfın unsurları (devleti yöneten asker-sivil bürokrasi, ulema vb.),
görevlerinin karşılığı olarak ya hazineden maaş alırlar ya da devlete ait toprağın intifa
hakkından, yani toprak gelirinden (vergi-rant) yararlanırlardı. Ama öte yandan, yönetici-
egemen sınıf konumundaki bürokrasinin sahip olduğu bu “yararlanma” hakkı irsî bir hak
değildi. Yani veraset yoluyla mirasçılara intikal edemezdi. Çünkü yönetici bürokratın devlet
katında işgal ettiği makam ve taşıdığı ünvan, onun özel mülkü ya da soydan geçme
“müktesep hakkı” olmayıp, devlet yönetimindeki fonksiyonuna (işlevine) bağlı ve görev
süresiyle sınırlanmış olan bir “hak” idi.
Tarihte uzun ömürlü olmuş despotik devletlerin başındaki hükümdarların, şu üç kuralı bir
doğa yasası gibi benimseyip uyguladıkları biliniyor: Birincisi, toprakta “devlet mülkiyeti”
sisteminin sıkı bir şekilde uygulanması; ikincisi, mülkiyeti devlete ait olan topraklarda
devletin “daimi kiracı”sı olarak çalışan toprağa bağlı çiftçilerin sıkı bir denetim altında
tutularak aynı düzen içinde kalmalarının sağlanması ve üçüncüsü, devletin toplumun
üstünde mutlak bir güç olarak yaşamasını sağlamak üzere, toplumun sınıflarından tamamen
bağımsız, kapıkulu denen bir yönetici devlet sınıfının yaratılması ve bu yolla devletin
monolitikliğinin korunması.
Bu kurallar, tarihte ortaya çıkan despotik yapıdaki devletlerin hemen hepsinde uygulanmış
ortak kurallardır. Dağınık ve parçalı bir görünüm arz eden Batı Avrupa’daki feodal yapıların
tersine, Doğu’nun despotik devletlerinin uzun ömürlü oluşu, söz konusu kuralları sıkı bir
biçimde uygulamış olmalarına bağlıdır. Nitekim, tarih incelendiğinde görülmektedir ki,
Doğu’da kurulan despotik devletlerin pek çoğu, bu kurallara uydukları ve dış etkenlere
kapalı bir yapıyı sürdürebildikleri sürece ayakta kalabilmişler, fakat kurallar bozulduğunda ve
bu toplumlar dış etkenlere açık hale geldiklerinde, çözülme ve çöküş kaçınılmaz olmuştur.
Tarih bize, en eski çağlarda bile despotik hükümdarların, devleti yönetecek bürokrasiyi
doğrudan kendilerine bağlı kullardan seçerek oluşturduklarını ve bunu yaparken de nasıl ince
eleyip sık dokuduklarını gösteren pek çok örnek sunmaktadır. Örneğin, Mısır, Çin, Laos,
Vietnam vb. gibi eski çağın asyatik toplumlarında, devlet memurluğuna alınacak insanlar son
derece sıkı sınavlardan geçirilirdi. Öte yandan, Osmanlı’daki uygulamasını aktarırken de
değineceğimiz gibi, devlete bağlı “kapıkulu yönetici” yetiştirmek üzere devşirilen gençlerin,
geldikleri toplumsal sınıf ve çevreyle her türlü bağlarının kesilmesi de gene kesin bir kuraldı
bu despotik devletlerde.
Devşirilen gençler sarayda uzun bir eğitimden geçirilerek devlete kapıkulu yetiştirilirlerdi.
Kapıkulları, kapıkulu ocakları denen, tamamen dışa kapalı, korporatif bir örgütlenme içinde
tutulurlardı. Örneğin, Osmanlı’da Hıristiyan çocuklardan devşirilip eğitilerek devletin en
yüksek makamlarına getirilen asker-sivil yöneticiler, Mısır’da köle sülalesinden gelerek
hanedanlık kuran Memlûklar ve bazı eski Hint devletlerinde krallığa kadar yükselmiş köle
kökenli hükümdarlar hep bu kapıkulu sınıfına mensuptular.
Yeri gelmişken, “devlet” sözcüğünün, bugünkü yaygın anlamına nazaran bu toplumlarda
taşıdığı farklı anlama dikkat çekmek gerekiyor. Arapçadan gelen bu sözcük , “feleğin
çarkının dönüşünün bazı kişileri ‘talihli’ kılması demekti…. Asıl önemli olan şey devlet değil,
hükümdar ve onun adamlarıdır. Bunlar en yüksek güç yerine gelme talihine uğramış,
başlarına ‘devlet kuşu’ konmuş talihliler olduklarından kendilerini devletli sayarlardı. Bu
toplumlarda devlet bir müessese değil, güç sahibinin bir sıfatıdır. Çiftçi nasıl çiftli çubuklu,
zenaatkâr nasıl iş yerli ve araçlı, tüccar nasıl paralı ise baştakiler de devletlidir.”[4]
Doğu despotizmine özgü bu kapıkulu sınıfı, eski sınıfsal köklerinden tamamen koparılmış ve
sosyal çevreleriyle bağları tamamen kesilmiş unsurlardan meydana geldiği için, devlet
dışında hiçbir kökensel aidiyeti bulunmayan, “köksüz” ve “yapma” (sentetik) bir sınıftı. Bu
sınıf, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlardaki (örneğin köleci, feodal ve kapitalist
toplumlardaki) sınıflardan hiçbirine benzemez. Çünkü bu sınıf, üretim sürecindeki toplumsal
işbölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. O, üretim sürecinden bağımsız olarak,
devlet katındaki fonksiyonel bir işbölümünün sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla,
devlette yönetici sınıf konumunda olan kapıkullarının bu “sınıf” konumları geçici bir nitelik
taşımakta ve üstlendikleri yöneticilik işleviyle (yani mevki ve makamlarının süresiyle)
sınırlanmış bulunmaktadır.
Öte yandan, despotik devletlerin devasa bir bürokratik mekanizmaya sahip olmaları ve bu
mekanizma içinde kapıkullarının sayısının sürekli artması, bu devletlerin yumuşak karnını
oluşturuyordu aynı zamanda. Çünkü, tarihteki örneklerinden de biliyoruz ki, üretimden ve
toplumdan tamamen kopuk bu yapay sınıfa mensup olanların sayısının sürekli artması,
despotik sistemin iç dengelerinin bozulmasına, devlet yönetiminde yozlaşmalara, çıkar
çatışmalarına, iktidar kavgalarına ve nihayet sistemin kaçınılmaz çöküşüne yol açmaktaydı.
Bizans’ın fethi ve Osmanlı’da “kapıkulu bürokrasi”nin iktidara gelişi
Osmanlı devletinin niteliği ve yönetici sınıf korporasyonunun bileşimi, kurulduğu 14. yüzyılın
başından yıkıldığı 20. yüzyıla kadar hep aynı kalmış değildir. Kuruluş döneminde, alpler,
gaziler gibi aşiret kökenli askerî unsurlar ile, şeyhler, dervişler, abdallar gibi yarı askerî-yarı
mistik tarikat ehline dayanan Osmanlı devlet örgütlenmesi, asıl asyatik despotik karakterine
II. Mehmed (Fatih) zamanında kavuşmuştur. Tabii, bu aynı zamanda egemen devletlû sınıf
içinde esaslı bir değişikliğin olduğu ve yeni bir örgütlenmenin yapıldığı anlamına geliyordu.
Bu dönemin tarihsel sınırlarını belirtmek istersek şunu söylemeliyiz: Osmanlı’da asya tipi
despotik imparatorluk modeline uygun yapılar esas olarak 15. yüzyılın ortalarında oluşmuş
ve 17. yüzyılın başlarına kadar da bozulmadan devam etmiştir. Diğer taraftan sözü edilen bu
dönem, Batı Avrupa’da kapitalizme geçildiği, para ekonomisinin geliştiği ve bir burjuva
sınıfın ortaya çıkmaya başladığı dönemdir. Avrupa’daki gelişmeler ile Osmanlı sisteminin
statik bir yapıya kavuşması arasındaki çarpıcı tezat da burada başlar zaten.
Osmanlı hükümdarları, güçlenme belirtisi gösteren merkezkaç eğilimlere karşı baştan beri
olumsuz bir tutum içinde olmuştur. Kuruluş dönemindeki Osmanlı hükümdarları, güçlerinin
yettiği yerlerde, feodal yapıdaki beyliklerin yaşamasına asla izin vermediler. Güçlerinin tam
olarak yetmediği kimi yerlerde ise, uzlaşmalar yaparak var olan feodal yapıdaki beylikleri
kendilerine bağlı tutmaya çalıştılar. Bu da gösteriyor ki, Osmanlıların kurduğu devlet, Doğu
geleneğine uygun olarak daha baştan “despotizme eğilimli” bir devlet idi.
Nitekim ilk Osmanlı hükümdarlarının başlangıçtaki uygulamaları, yani fethedilen toprakların
hükümdar ailesi ve savaş ortakları (gaziler, şeyhler, dervişler) arasında “ülüş” sistemiyle
paylaştırılması yöntemi, çok uzun ömürlü olmamıştır. İlk başlarda görülen, akrabalara ve
savaş ortaklarına “malikâne”, “yurtluk” vb. biçiminde toprak temliki (mülk verme) usulü,
belli bir zaman sonra tamamen terk edilmiş ve bunun yerini, genel bir uygulama olarak
“askerî tımar” sistemi almıştır. Bunun anlamı, toprağın mülkiyeti (rakabesi) devlette kalmak
şartıyla, toprağın vergi gelirinin askerî şeflere hizmet karşılığı tahsis edilmesidir. Artık bütün
tımarlar doğrudan doğruya Osmanlı sultanı tarafından verildiği ve istendiğinde geri
alınabildiği için, akıncı beylerinin ve benzeri askerî şeflerin iktisadî güç elde ederek ve kendi
özel silahlı güçlerine dayanarak, ileride feodal beyler haline gelmeleri önlenmiştir.
Bu nedenledir ki, Osmanlı toplumunda orta çağ Avrupasındaki gibi toprak mülkiyetine
dayanan soylu bir aristokrasinin ortaya çıkması hiçbir zaman söz konusu olmadı. Kaldı ki,
devletin mutlak hâkimi konumunda gözüken Osmanlı ailesi de, Batı’daki feodal beyler gibi
soyluluğa dayanan bir geçmişe sahip değildi. Osmanlılık aslında bir soyun temsilcisi olmayıp,
tamamen fetih savaşlarına dayalı iktisadî durum ve şartların yarattığı bir birliğin adı idi.
Toprağın mülkiyetinin devlete ait olduğu bir durumda, devleti temsil eden hâkim unsurlar da
ancak fonksiyonel olarak (yani görev yetkilerine dayanarak) bu konumu elde edebilirlerdi.
Nitekim, “eski vak’a-nüvisler Osmanlılardan bahsederken, onları daima ‘devlet hizmetinde
bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdir (idare eden –M. S.) sınıf’ olarak
nitelendirmişlerdir”[5]
Osmanlılar, kendilerinden önceki despotik devletlerin (örneğin, İran ve Anadolu Selçuklu
Devletlerinin) deneyimlerini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle, fetihler yoluyla genişlemiş olan
topraklar üzerinde savaş ortaklarının hak iddiasında bulunarak ayrı bir baş çekmelerinin
(derebeyleşmelerinin) önüne geçebilmek için, daha I. Murad (Hüdavendigâr) zamanında
(1360-89) önlem almaya başlamışlardı. İlk önlem olarak, doğrudan padişaha bağlı olacak
yeni bir yönetici bürokrasiyi (kul zümresini) örgütlemeye giriştiler.
Osmanlı beyliği başlangıçta henüz küçük bir hanedanlık devleti iken, ilk Osmanlı
hükümdarlarının bu beyliği savaş ortaklarıyla (gaza beyleriyle) birlikte yönetmeleri pekâlâ
mümkün olabilmişti. Ama fethedilen topraklar genişleyip de gaza beyleri üzerinde kontrol
güçleşince, Osmanlı hükümdarlarının endişeleri de artmaya başladı. Devleti birlikte
kurdukları ve yönettikleri eski savaş ortakları kendi aralarında bir çıkar birliği oluşturabilir ve
ellerinin altında bulundurdukları silahlı güçlere dayanarak ayrı bir baş çekebilirlerdi pekâlâ.
Nitekim bunun ön belirtileri de ortaya çıkmıştı. I. Murad’ın tahta geçmesinden hemen sonra
Ankara’da ahîlerin başkaldırması ve Trakya’da kimi akıncı beylerinin kendi hesaplarına
topraklarını genişletmiş olmaları, Osmanlı hükümdarı için birer tehlike sinyali idi.
Selçuklu devlet geleneği içinde yetişmiş bir aileden gelen Osmanlı hükümdarları, kendi
yönetimleri altındaki gaza beylerinin güçlenmesine ve ayrı bir baş çekmesine asla fırsat
vermeyeceklerdi. Nitekim I. Murad, merkezkaç güçlerin oluşması tehlikesine karşı, doğrudan
kendine bağlı olacak yeni bir askerî ve idarî yapıyı oluşturmaya girişecekti. Bu yapı,
hükümdarın merkezî iktidarını güçlendirecek bir şekilde örgütlenecek ve mutlak bir şekilde
hükümdara bağlı olacaktı. Böylece, Osmanlı devletinde yeni bir yönetici bürokrasinin
(doğrudan padişaha bağlı kapıkulları) örgütlenmesi uygulaması başlamış oluyordu. Bu
örgütlenme Avrupa feodalizminde hiç görülmemiş bir örgütlenmeydi.
Osmanlı devlet yönetiminde önemli bir rol üstlenecek olan bu kapıkullarının devşirme
usulüyle örgütlenmesi dâhiyane fikrini padişaha ilk öneren ve teşvik edenler, ulema sınıfına
mensup devlet adamları oldu. Aslında ulemanın bu önerisi, bir iktidar çekişmesi içinde
oldukları askerî şeflerin artan gücünü dizginlemeye yönelikti. Fakat tarihin bir ironisi olsa
gerek, ulemanın, askerî şeflerle mücadelesinde vurucu güç olsun diye yarattığı bu devasa
bürokratik makine (kapıkulları) sonunda yaratıcısını da ikinci plana iterek, kendisi iktidara el
koyacak ve böylece Osmanlı yönetici sınıfının üçüncü kuşağı tarih sahnesine çıkmış olacaktı.
Osmanlı devlet teşkilâtında kapıkullarının ilk nüveleri, savaşta tutsak edilen Hıristiyan
gençlerden (pençik oğlanları) devşiriliyordu.[6] Devşirmelerin bir araya getirildikleri ve
yetiştirildikleri yer, “acemi ocağı” denen kurumdu. Fakat tutsak edilen bu Hıristiyan
gençlerin ellerine geçen ilk fırsatta kaçmaları yüzünden, sonradan bu yöntemden vazgeçildi.
Yeni sisteme göre, tutsak alınan gençler önce Anadolu’daki Türk reaya çiftliklerine
gönderiliyor ve burada hem çalışıp hem de Müslüman adet ve geleneklerini öğrendikten
sonra, yedi-sekiz yıllık bir eğitim dönemi için acemi ocağı denen kapıkulu yetiştirme ocağına
giriyorlardı. Bu dönem acemilik ve aynı zamanda da hizmet görme dönemiydi.
Devşirme yöntemi esas olarak Fatih Kanunnamesi ile yasalaştı ve kuralları iyice belirlendi.
Fatih zamanında çıkan devşirme kanunnamesine göre, Müslüman ve Yahudilerin, Gürcü,
Çingene, Kürt, Acem, Arap ve Türklerin çocukları devşirilemezdi. Bunun yanı sıra, hanenin
tek çocuğu, çoban ve sığırtmaçlar, köse, kel, doğuştan sünnetli, çok uzun ya da çok kısa
boylu olanlar, Türkçe bilenler, bir sanatı bulunanlar, İstanbul’u görmüş olanlar da
devşirilemezdi. Başlıca devşirme bölgeleri ise Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan,
Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Hırvatistan idi.[7]
Kul olarak yetiştirilecek oğlanlar artık savaşta esir alınanlardan değil, Hıristiyan reaya
ailelerin 14-18 yaş arasındaki sağlam vücutlu ve akıllı erkek çocukları arasından devşiriliyor
ve bunlar asker ya da idareci yetiştirilmek üzere ayrılıyorlardı. Acemi ocağında eğitilip
yetiştirilen devşirmelerin bir bölümü kapıkulu ocaklarına alınıyordu. Bu ocaklar, Osmanlı
Devleti’nin sürekli ordusunu (ücretli) oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve
teknik sınıftan asker ocakları idi. Yeniçeri Ocağı da bu ocaklardan sadece biriydi, ama daha
sonra en önemlisi ve sistemin temel taşı olacaktı. Bunun yanı sıra, bir de padişahın yakın
hizmetinde ve idarî görevlerde çalışmak üzere sarayın Enderun[8] bölümünde eğitime alınan
saray içoğlanları (buradaki “iç” kelimesi, padişahın devamlı olarak oturduğu sarayı belirtiyor)
vardı.
Kapıkulu adayları, Balkanlar’daki Hıristiyan köylerinden devşirilip Anadolu’ya
gönderildiklerinde, orada sipahilerin ve Türkçe bilen reayanın yanında basit bir Türkçe de
öğreniyorlardı. Daha sonra İstanbul ve Edirne’deki acemi okullarında Arapça ve Farsça da
öğrendiklerinden, bunların karmasından Osmanlıca dediğimiz bir dil gelişecekti. Bu dil de
tıpkı padişah, kul ve devlet gibi, toplumdan kopuk, köksüz ve sentetik (yapma) bir şeydi.
Ama tıpkı kapıkulları gibi, bu Osmanlıca dili de ilerde devlet-i âlî Osman’ın alâmeti
fârikasından biri olacaktı.
Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren devlet katında iktidarı yavaş yavaş eline geçiren
“kapıkulu bürokrasi” tümüyle devşirme kullardan oluşuyordu. Sınıfsal köklerinden tamamen
koparılmış olduklarından toplum içinde hiçbir sınıfla kökensel bağları kalmamış olan ve
kendilerini bütünüyle devlete ait hisseden bu kapıkulları, devlet içinde tam manasıyla “kapalı
kutu” bir sınıf oluşturdular.
Kullar köle miydi?
Peki, devlet katında yöneticilik düzeyine kadar çıkan bu kullar köle miydiler? Bu konu
eskiden beri yeterince anlaşılmış olmadığından, sık sık yanlış yorumlara kapı açmıştır.
Örneğin bizde ve Batı’da yazılan kimi Osmanlı tarihi kitaplarında, kulların birer “köle” (saray
köleleri) oldukları söylenmektedir. Oysaki Osmanlı kaynaklarından hiçbirinde bunlara köle
dendiğine rastlanmıyor. “Birçok hallerde de bunlar açık bir şekilde kölelerden ayrılıyor
(meselâ Koçi Bey devlet adamlarının kapılarında köle kullanacaklarına kul kullanmalarını
tenkit eder). Gerçekte yükselmiş kapıkullarının çoğunun kendi köleleri vardı.”[9]
O dönemin koşullarında köle, satın alınabilen bir mal gibiydi. Bu anlamda kölenin sivil hakları
olmadığı gibi, hiçbir politik yetkisi de yoktu. Kölelik aslında devşirilme yolu ile doğmazdı.
Köleler ya kaçırılarak, ya tutsak edilerek, ya da satın alınarak köle yapılan insanlardı. Ya da
bir köleden doğdukları için köle olurlardı. Erkek ve kadın köleler, ya şahısların hizmetinde,
ya da üretim sürecinde birer üretim aracı olarak kullanılırlardı. Tüm bunların hukukî ifadesi
ise, bir insanın bir başka insanın malı olmasının kabulü anlamına geliyordu. Nitekim, antik
çağdaki Roma hukuku ile orta çağdaki İslam hukuku, kölenin durumunu bu bakış açısıyla bir
özel hukuk (kişi hukuku) konusu olarak düzenlemişti. Tabii, kendi özel hukukunda buna yer
vermeyen toplumlar ise, insanları köleleştirme eylemlerini suç saymakta ve bir tüzel hukuk
hükmü ile yasaklamaktaydılar. Nitekim eski Yunan’da, yoksullaşan yurttaşların geniş çapta
köleleştirilmesi eylemine son vermek için çıkarılan Solon Kanunları bunun bir örneğidir.
Osmanlı’da da köleler vardı; ama bunlar eski Roma ve Yunan’da olduğu gibi üretim
sürecinde birer üretim aracı olarak değil, daha çok kişisel hizmetlerde (ev hizmetlerinde vb.)
kullanılırlardı. Bu anlamda sarayda da bol miktarda erkek ve kadın kölelerin bulunduğu
bilinen bir şey. Osmanlı’da kişisel hizmetler için kölelik, 19. yüzyılın ortalarına kadar devam
etmiştir. Oysa kullar, kölelerden çok farklı bir statüdeydiler. Bir kere kullar, belli bir amaç
için devşirilen ve yalnızca erkeklerden oluşan bir insan grubuydu. Devşirilme amaçları ise,
yalnızca devlet hizmetinde görev yapacak olmalarıydı. Köleler gibi haklardan mahrum
değillerdi, tersine pek çok imtiyazlara sahiptiler. Bunlar saraya mensubiyetle birlikte,
kişilikleri ve yerleri belirlenen “adamlar” oluyorlardı. Yani bir anlamda devlet “ricali”ne
(rütbeli mevki sahibi kimseler) katılmış oluyorlardı. Tüm politik kimlikleri saraya
mensubiyetten kaynaklandığı için, bunların hepsi padişah kulu sayılıyorlardı. Dolayısıyla
kullar, devlet katında ve padişahın emrinde bir ocak (korporasyon) olarak örgütlenmiş
görevliler grubuydular. Öte yandan, kölelerden de kul devşirilebilirdi kuşkusuz. Ama köle
olan kulluğa derildiği zaman köleliği sona ererdi. Çünkü onun statüsü tamamen değişmiş
olurdu. O artık bir kişinin malı olmaktan çıkar, bir kapıya (devlet makamına) kapılanırdı.
“Kapı”, bir siyasi gücün sembolüydü ve o güce intisab etmekle birlikte kapıkulu da o gücün
taşıyıcısı, uygulayıcısı ve aracı olurdu. Kul bu gücü kullanırken bir “hak” ile donanmış değildi,
ama gücü kullanma işinde kendisine bir “yetki imtiyazı” verilmişti. “Hak geri alınmaz bir
şeydir; imtiyaz ise takmadır, geri alınabilir.”[10]
Toplumsal değil fonksiyonel bir sınıf
Bizans’ın fethinden hemen sonra, ulemanın önde gelen isimlerinden Sadrazam Çandarlı Halil
Paşa idam edildi (1453). Bu olay aslında Osmanlı devlet yönetiminde ulemanın üstünlüğüne
son veren bir olaydır. Eski “savaş ortaklığı” döneminin ilmiye sınıfına mensup olan bu ulema
taifesi, kendilerini çok önemli bir yerde görmekteydiler. “Çünkü bunlar kendilerini bir yandan
İslâm peygamberinin şeriatinin temsilcileri, bir yandan da ‘ulülemrin’ yani hükümdarın
delegesi sayarlardı. Bir yandan padişaha şeriati öğretirler, öte yandan halka ‘Ulül-emr’e
itaatin bir borç olduğunu telkin ederlerdi. Bunlar ne halktılar ne de kul.”[11] Ama devlette
üstlendikleri görevler nedeniyle (kadılık, müftülük, müderrislik vb.) daima halktan uzak,
devlete yakın oldular.
Fatih Sultan Mehmed’in padişahlığı döneminde, ulemanın yanı sıra devlet idaresinde sözü
geçen eski ailelerin nüfuzları da bertaraf edilmiş ve bunların yerine, padişahın emir ve
arzusuna mutlak surette uyan kişiler getirilmeye başlanmıştı. Bu kişiler aslında devşirme
usulüyle toplanıp sarayda (Enderun mektebinde) yetiştirilen padişaha bağlı kullardır.
Böylece, Fatih zamanında kulların devletin askerî-idarî-ilmî-mülkî tüm yürütme mekanizması
içine geniş çapta nüfuz ettiğini ve devlet iktidarının giderek bu kul taifesinin eline geçmiş
olduğunu görüyoruz. Nitekim, bu tarihten Kanunî Sultan Süleyman’ın ölümüne (1566) kadar
olan dönemde sadrazamlık makamına gelen 23 kişiden 20’sinin kapıkullarından, sadece
3’ünün ulemadan olması da bunun bir göstergesidir.
Batı’dan farklı olarak, toplumsal değil fonksiyonel bir işbölümünün ürünü olan ve anonim bir
varlığa sahip bulunan Osmanlı hâkim sınıfı (yönetici bürokrasi), kapıkullarının iktidara
gelişiyle birlikte bu vasfını büsbütün pekiştirmiş oluyordu. Aynı zamanda bu durum, Osmanlı
Devleti’nin despotik niteliğinin tam olarak belirginleşmesi anlamına gelir. Osmanlı Devleti
artık başlangıçtaki gibi küçük bir hanedanlık devleti değil, Bizans’ın muazzam bürokratik
mekanizmasını da devralmış, asya tipi despotik bir imparatorluk devleti idi. Nitekim Osmanlı
tarihinde, “hükümdarlar hükümdarı” anlamına gelen “Padişah” ünvanını ilk kullanan da Fatih
Sultan Mehmed olacaktı. Dolayısıyla, Osmanlı despotizminin gerçek anlamda ilk kurucusu ve
kanuncusunun Fatih Sultan Mehmed olduğunu söyleyebiliriz.
Fatih’ten önceki dönemlerin devlet yönetiminde esas olarak medreseden gelme ulemanın
ağırlıkta olduğu ve padişahı yetiştirenlerin de bizzat bunlar olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla,
önceleri bu ulema “ekâbir” takımı karşısında, padişahın mutlak yetkisi az çok sınırlanmış
durumdaydı. Fakat Fatih zamanında bu durum tamamen değişti. Devlet iktidarının her
kademesi ve hükümet idaresi (başta vezirlik olmak üzere), Enderun’da yetişmiş ve doğrudan
padişaha bağlı olan kulların eline geçti. Kullardan oluşan yeni hükümet mekanizması, sırtını
kendisi gibi kullardan oluşan ordunun ulufeli (ücretli) kesimine (özellikle yeniçerilere)
dayadı.
Osmanlı hükümdarlarının haftada iki gün devletin en yüksek yönetim organı olan Divana
(hükümete) başkanlık etmeleri ve toplantıları yönetmeleri kuralı da Fatih’in padişah oluşuyla
birlikte ortadan kalktı. Artık Divana katılmayan padişah, “devleti yönetme görevindeki en
önemli bir fonksiyonunu da ‘vekil-i mutlak’ı olan vezir-i azama geçirmek suretiyle, kendisi
ancak arzları ve divanın kararlarını kabul veya geri çeviren mutlak iradeli bir baş otorite
haline gelmişti.”[12]
Osmanlı’daki despotik devlet yapılanmasının önemli bir özelliğini ortaya koyması
bakımından, burada bir noktanın daha kaydedilmesi gerekiyor. Fatih döneminden itibaren,
“devlet kadrosunda hükümdarın (kendi iddiasının aksine olarak) artık ‘mülkün sahibi’
durumunda bulunmadığı, padişahlık görevinde ancak irsî bir memur gibi oturduğu”
gerçeğidir.[13] Bundan böyle devlet, Osmanlı ailesine miras kalmış bir mülk (mülk-i
mevrus) olarak değil, birliği padişah tarafından temsil olunan tek ve bölünmez bir varlık
olarak algılanacaktır.[14]
Osmanlı devletinin despotik yapısı Fatih döneminde tam manasıyla belirginleşince, aslında
padişahın da fonksiyonel bakımdan “yüce devlet”in bir kulu olduğu (kul-padişah) ortaya
çıkmıştır. Padişah, kulların en tepesinde duran bir kuldur; bürokratik korporasyonun ve
dolayısıyla despotik devletin bölünmez bütünlüğünün bir sembolüdür o! “Osmanlı
padişahının, kapıkulu ocaklarının birinci ortasının yoldaşlarından sayılması, ulufe günü
yeniçeri ağası giysisi ile kışlaya gelmesi ve ulufesini alması, at üstünde bir kâse şerbet
içmesi gelenekti”[15] Padişahı devletin “ücretli” kullarından biri olarak sembolize eden bu
“kul-padişah” ritüeli de göstermektedir ki, toplumun tepesine çöreklenmiş olan despotik
devlet, aslında toplumun üstünde asılı duran bürokratik korporasyonun anonim gücünden
başka bir şey değildir. Yani Osmanlı devleti, Batı’da olduğu gibi toplumun bir sınıfına değil,
toplum sınıflarıyla hiçbir bağı olmayan “yapma bir sınıf”a (kullara) dayanmaktadır. İşte asıl
Osmanlı denilenler de, devletin halktan ayırıp kullandığı bu kullardır. Dolayısıyla, Osmanlı
padişahları da esasen toplumun veya halkın değil, has Osmanlı denen bu kapıkullarının
başbuğudurlar.
Yeri gelmişken, “kerim devlet” konusunda bizde çok sık ve yaygın olarak düşülen bir yanlışa
da burada değinmek isteriz. Osmanlı’nın bahsettiğimiz bu despotizm dönemini
romantikleştirenler, bu dönemde devletin adaletinin toplumsal yaşamı mükemmel biçimde
düzenlediğini ve bu nedenle de sınıf ayrımı ve çatışması olmadığını söylerler. Bu düşünceye
göre, Osmanlı devleti öyle bir “kerim” devlet idi ki, tüm toplumu hem yüce varlığıyla
koruyor, hem de toplumun bireyleri arasında adaleti temin ediyordu. Onun için Osmanlı
toplumu imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum idi! Aslında tarihimize ait bu yanlış ve
çarpık düşünceler, Türkiye sol hareketinde de oldukça yer etmişlerdir. Eski kuşaktan
sosyalistlerimiz arasında Osmanlı’nın bu döneminden övgüyle söz eden ve örnek alınmasını
isteyen az insan çıkmamıştır. Evet, Osmanlı’nın despotik sisteminde devlet adaleti ve
düzenlemesi vardı ama, bu hiçbir zaman halkın çıkarlarını korumak ya da sınıfsız, imtiyazsız
bir toplum yaratmak için değildi. Devletin, dolayısıyla yönetici sınıfın (yani bürokratik
korporasyonun) gelir kaynakları kesilmesin, süt veren ineğe iyi bakılsın diye yapılıyordu bu
düzenlemeler. Devletin “kerimliği”, sürüyü koruyan sürü sahibinin “kerimliğinden” daha ileri
değildi Osmanlı’da!
Despotik devlet altında ekonomi ve toplum
Burada bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor. Osmanlı toplumunun evrim çizgisinin
Batı’daki gelişmeyle tam bir tezat oluşturduğunu daha önce söylemiştik. Batı’da devlet,
bizzat toplumun geçirdiği evrime göre, yani toplumsal sınıfların ekonomik ilişkilerdeki
ağırlığına göre biçimlenmiştir. Bir başka deyişle, özel mülkiyete dayanan Batı toplumlarında
devlet, iktisaden egemen olan sınıfın devletidir. Oysa, aşağıda göreceğimiz gibi, Osmanlı’da
bunun tam tersi söz konusudur. Osmanlı’da devlet, ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir
ürünü olmayıp, tam tersine, kendisi ekonomiyi ve toplumu elinde yoğurarak biçimlendiren
“kutsal” bir varlık görünümündedir.
Buradan çıkan sonuç şudur ki, Osmanlı toplumunda sınıfsal ayrışmayı yaratan esas faktör
toplumun içinde gelişen dinamik mekanizmalar değil, despotik devletin ta kendisidir.
Osmanlı toplumundaki sınıfsal oluşumlar, toplumun kendi doğal gelişimi içinde gerçekleşen
ekonomik-toplumsal bir ayrışmanın ürünü olmayıp, devletin dayattığı fonksiyonel bir
ayrışmanın ürünüdürler.
Osmanlı devletinin elindeki muazzam güç, daha önce de değindiğimiz gibi, bütün toprakların
ve doğal kaynakların mülkiyetinin onun tekelinde bulunmasından ileri geliyordu.
Kuruluşundan başlayıp 17. yüzyıla kadar olan dönemdeki devlet ve toplum yaşantısını göz
önünde bulunduracak olursak, Osmanlı’da toplumun bireylerinin başlıca üç büyük
fonksiyonel bölüme ayrıldığını söyleyebiliriz: 1- genel anlamda askerîler sınıfı diye çağırılan
yönetici bürokrasi; 2- şehirliler; 3- çiftçiler.
Bu fonksiyonel bölünme aslında yönetenler ve üretenler diye de özetlenebilir. Bu ayrışmada
padişah en üstte durmakta, askerî ve sivil işlevler üstlenmiş kullar da onun altında yer
almaktadır. Padişah da dahil, birinci sırada gelen bu askerîler sınıfı her türlü vergiden
muaftır. Bu sınıf kendi içinde ayrıca ücretli (yani hazineden geçinmeli) ve dirlikçi (yani
reayadan topladıkları vergi geliriyle geçinen) olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır.
Askerîler diye tanımlanan bu devletlû sınıf dışında kalan bütün halk yığınları (ister şehirli,
ister köylü olsun), “reaya” deyimi ile ifade ediliyordu. Bütün topraklar ve doğal kaynaklar
devletin mülkü sayıldığı için, şehirli ve çiftçi reaya da bu dev işletmenin emekçileri
sayılıyordu elbette. Artık ürünleri devletlû sınıf (askerîler) tarafından (vergi adı altında)
çekilip alınan ve iliklerine kadar sömürülen emekçiler!
Bu devlet sisteminin toplum anlayışına göre, toplum, devletin güdümü altında çalışmak
üzere örgütlenmiş ve her birinin işlevi ve görevi ayrı ayrı önceden belirlenmiş olan
organlardan oluşmaktadır. Ama devlete karşı farklı işlevler ve görevlerle yükümlü olsalar
bile, bu insan gruplarının birlikte oluşturdukları bütünsel bedenin (yani toplumun) tek bir
amacı vardır: devlet-i âlî Osman’ın bekasını sağlamak! Bu toplum nizamının hiç bozulmadan
sürmesi, Osmanlı devleti için yaşamsal önemdeydi kuşkusuz. Çünkü anlattığımız cinsten bir
devlet düzeni, ancak böyle koyun sürüsü gibi güdülen ve hiçbir değişim geçirmeyen statik
bir toplumun üzerinde durabilirdi. Sürekli değişim içinde olan bir toplumun üstünde ise asla!
Onun için, Osmanlı devlet adamlarının ve ulemanın ağızlarını her açtıklarında, “düzen”den,
“nizam”dan dem vurmaları boşuna değildi.
Tüm Doğu despotizminde olduğu gibi, Osmanlı despotizminde de toplum başka, devlet
başka şeydi. “Toplum, onların deyimiyle ‘reaya’ yerden bitme bir şey. Osmanlı kafasına
göre, toplum ‘reaya’ ve ‘beraya’ yani köylü ve kentli halktır. Devlet ise efendi veya babadır.
Bulunduğu yere tanrı tarafından getirilip konmuştur. … Bu iki varlığı İslâm ve Osmanlı
yazarları çok defa ‘sürü’ ile ‘çoban’a benzetirlerdi.”[16]
Klasik anlamda Osmanlı despotizmi, Kanunî Süleyman döneminde en yüksek noktasına
ulaştıktan sonra, 16. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başladı. Doğu’nun despotik
devletlerinin yaşamını incelemiş olan İbn Haldun’un söylediği gibi, bu tip devletler doğar,
büyür, yaşlanır ve ölürler. Ama bu devletlerin üzerine oturdukları toplumlar olduğu yerde
dururlar ve her defasında bu toplumların tepesine, aynı tipte bir yenisi gelip oturur. Fakat
Osmanlı devleti için böyle olmamıştır. Çünkü Osmanlı devletinin “bozuk düzen” içinde
yaşamını sürdürdüğü dönem (18. ve 19. yüzyıllar), onun yerini bir başka “despotik” devletin
gelip almasının artık mümkün olmadığı kapitalizm dönemiydi.
Osmanlı despotizminin “bozuk düzen” içinde yaşamını nasıl sürdürdüğünü ve Avrupa’da
gelişen kapitalizm karşısında nasıl bir çöküş sürecine girdiğini de gelecek bölümde
incelemeye çalışacağız.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol. Yay., Kasım 1995, s. 90, düzeltilmiş çeviri
[2] age, s. 90, düzeltilmiş çeviri
[3] Marx, Kapital, c.3., Sol Yay., Şubat 1990, s. 695, düzeltilmiş çeviri
[4] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, Gerçek Yay., Nisan 1972, s. 55
[5] Fuat Köprülü’den aktaran Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu,
s.65
[6] Pençik: Akın ve savaşlarda ele geçirilen her beş tutsaktan birinin devletin payı olarak
devlete verilmesi. Osmanlı’da bu uygulama, fetihler döneminin kapandığı 17. yüzyılın
sonlarına değin sürmüştür.
[7] kaynak: Ana Britannica
[8] Enderun: Kelime anlamı iç, yürek demek. Osmanlı’da sarayın harem dairesi kısmına
verilen ad.
[9] N. Berkes, age,s. 94
[10] N. Berkes, age, s. 100
[11] N. Berkes, age, s. 115
[12] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, c.2, Cem Yayınevi, 1974, s. 72
[13] M. Akdağ, age, s.73
[14] M. Akdağ, age, s. 73
[15] kaynak: Ana Britannica
[16] N. Berkes, age, s. 56
Gelişen Batı kapitalizmi karşısında Osmanlının bocalama ve gerileme dönemi (17 ve 18.
yüzyıllar)
Osmanlı İmparatorluğu’nun 15. yüzyılda başlayan ve 16. yüzyıl boyunca devam eden militer
genişlemesi ve bu genişlemeye bağlı olarak gerçekleşen ekonomik yükselişi, 17. yüzyıla
gelindiğinde artık daha ileri gidemeyeceği bir noktaya gelip dayanmış bulunuyordu. Bunun
başlıca nedeni, Osmanlı toplumundaki hâkim üretim ilişkilerinin (Asyatik despotizm), bu
toplumun bağrındaki toplumsal üretici güçlerin gelişmesine daha fazla imkân tanımayan bir
karakterde olmasıydı. Aslında diğer despotik devletler gibi, Osmanlı devleti de belli bir
genişleme döneminden sonra kaçınılmaz olan bir “tarihsel dönüm” noktasına gelmiş
bulunuyordu. Osmanlı toplumundaki egemen üretim ilişkileri değişmediği sürece, bu
toplumunun kendi içsel dinamikleriyle yeni bir üretim tarzına geçmesi ve daha gelişkin bir
sosyo-ekonomik formasyona evrilmesi söz konusu olamazdı. Oysa bu söylediğimiz olay,
feodal üretim tarzı içinde yeni üretim ilişkilerinin gelişme imkânı bulması sonucunda 16.
yüzyıl Avrupa’sında yaşanmakta olan bir olaydı.
Toprakta özel mülkiyetin, yaygın meta üretiminin ve serbest mübadele ilişkilerinin
bulunmadığı, dolayısıyla bir sivil toplumun (özel mülkiyete dayalı sınıfların) oluşmadığı ve
buna bağlı olarak da gerçek anlamda sınıf karşıtlıklarının ve sınıf mücadelelerinin
gelişemediği Osmanlı toplumunda, evrimci ve devrimci dinamiklerin işleyebilmesi son derece
güç, hatta imkânsız gibi bir şeydi. Bu durumda olan bir toplumdan beklenebilecek şey,
kendini özellikle devlet katındaki (egemen sınıf içindeki) çatışma, yozlaşma ve çürümeyle
dışa vuran, uzun ve sancılı bir çözülme süreci olabilirdi ancak. Nitekim, Asya tipi bir sınıflı
toplum olan Osmanlı toplumunun 17. yüzyıldan itibaren içine girdiği süreç de bundan başka
bir şey olmayacaktı. 17. ve 18. yüzyıllar, gelişen Batı kapitalizmi karşısında derin bir malî
bunalım içine giren Osmanlının, hem merkezi despotik-devlet yapısında, hem de sosyo-
ekonomik yapılarında esaslı bozulmaların, çözülmelerin ve dağılmaların yaşandığı;
imparatorluk bünyesinde büyük toplumsal çalkantıların vuku bulduğu bir bocalama ve
gerileme dönemidir. Başka bir deyişle bu dönem, düzeni bozulmuş despotizmin ayakta
kalmak için direndiği bir dönemidir.
Osmanlı despotizminin bu iki yüz yıllık dönem içinde ayakta kalmak için gösterdiği direnç,
gerçekten ilginçtir. Bir yandan Batı Avrupa’da kapitalist üretim tarzı gelişiyor ve Osmanlı
devleti de bu Avrupa ile ticarî ilişkiler geliştiriyor. Ama öte yandan aynı Osmanlı devleti,
kendisini bu kapitalist transformasyonun dışında tutabiliyor ve kendi bozuk düzenli yapısını,
müthiş bir direngenlikle iki yüz yıl daha sürdürebiliyor... Peki bu nasıl olabiliyor? Ya da
Osmanlı’nın bu “başarısı”nın sırrı nerededir? Bunun o dönemdeki dış faktörlerle
açıklanabilecek pek çok nedeni var kuşkusuz. Ama bizce bu sorunun asıl yanıtı, Osmanlı
despotizminin maddi temelini oluşturan Asyatik üretim tarzının iç mekanizmalarında
aranmalıdır.
Osmanlı toplumuna ilişkin önemli bir tartışma: Asyatik üretim tarzı ve “durgunluk” sorunu
Marx’ın, ileride yazmayı düşündüğü büyük esere hazırlık niteliğinde kaleme aldığı 1857-58
elyazmaları (Grundrisse), yazılışından neredeyse yüz yıl sonra (1953’te) yayımlanabilmiştir.
Marx bu elyazmalarının “kapitalizm öncesi ekonomi biçimleri” başlığını taşıyan bölümünde,
Asyatik üretim tarzının, diğer üretim tarzlarından (kölecilik ve feodalizm) farklı tipte bir
“üretim tarzı” olduğunu söylüyordu. Şöyle ki, Batı uygarlığının (Batılı sınıflı toplumların)
temelini oluşturan köleci ve feodal üretim tarzları, esas olarak toprakta özel mülkiyete
dayanırken, Doğu uygarlığının (Doğulu sınıflı toplumların) temelini oluşturan Asyatik üretim
tarzı, toprakta kolektif devlet mülkiyetine dayanmaktadır. Öte yandan Marx, Asyatik üretim
tarzının, tarihsel olarak (yani zaman bakımından) köleci ve feodal üretim tarzlarına ön gelen
bir aşama olduğunu belirtmektedir. 1859 yılında kaleme aldığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı adlı esere yazdığı ünlü önsözde de bu görüşünü yineler Marx: “Geniş çizgileriyle, asya
üretim tarzı, antik çağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik
şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler.” (Marx, Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., Eylül 1993, s.24)
Sonradan Marx’ın bu açılımını yanlış yorumlayan kimi Marksistler, tarihsel bakımdan köleci
üretim tarzına ön gelen Asyatik üretim tarzının, içerdiği üretici güçler bakımından da
kölecilikten daha geri, daha ilkel bir üretim tarzı olduğunu iddia ettiler. Bu iddiaya ya da
varsayıma göre, Asyatik üretim tarzı, kolektif topluluk mülkiyetine dayanan ilkel sınıfsız
toplumdan (ilkel komünizmden), özel mülkiyete dayanan ilk sınıflı toplumlara (kölecilik ve
feodalizm) bir geçiş aşaması ya da bir “ara aşama” idi yalnızca! Marx’ın Katkı’ya önsözdeki
açılımını bu şekilde yorumlayanlar bu insanlar, Asyatik üretim tarzı ile köleci veya feodal
üretim tarzları arasında, yalnızca tarihsel bir ardışıklığın değil, organik bir geçişselliğin de
söz konusu olduğunu iddia ettiler. Yani onlara göre Asyatik üretim tarzı, tarihte kendi başına
kalıcı bir uygarlık yaratabilmiş bir üretim tarzı değildi. Bu üretim tarzı, ya köleciliğe ya da
feodalizme evrilen geçici ve “geçişsel” bir üretim tarzı idi yalnızca! Bu anlayış sahiplerine
göre, tarihteki temel üretim tarzları, yalnızca Batı tipi uygarlığa temellik etmiş olan kölecilik
ve feodalizm idi. Tarihsel evrim sürecinde ortaya çıkan Asyatik üretim tarzı ise, kalıcı hiçbir
uygarlık yaratamamış olan “talî”, “geçici” ve “ilkel” bir üretim tarzı idi!
Bu yaklaşımın, Marx’ın söyledikleriyle hiçbir ilgisi yoktur tabii ki. Bir kere Marx, Asyatik
üretim tarzını da diğer üretim tarzları gibi, “temel” bir üretim tarzı olarak tanımlar. Gerçi
Marx, Asyatik üretim tarzı ile köleci ve feodal üretim tarzları arasında tarihsel bakımdan bir
ardışıklık olduğunu söylemiştir, ama organik bir ardışıklık olduğunu hiçbir zaman
söylememiştir. Yani köleci ve feodal üretim tarzları, hiçbir biçimde Asyatik üretim tarzından
türemiş değillerdir. Ya da başka bir ifadeyle söylersek, Asyatik üretim tarzı, hiçbir zaman
köleciliğe ya da feodalizme evrilmiş değildir. Aslında Marx, kapitalizm öncesi ekonomik-
toplumsal kuruluşlara ilişkin olarak, iki ayrı sınıflı toplum tipi ve iki ayrı uygarlık çizgisi ayırt
etmektedir. Birincisi, toprakta kolektif devlet mülkiyetine dayanan Doğu despotizmi
tarzındaki sınıflı toplum tipi (Doğu’nun uygarlık çizgisi); ikincisi ise, toprakta özel mülkiyete
dayanan köleci ve feodal üretim tarzındaki sınıflı toplum tipi (Batı’nın uygarlık çizgisi).
Ekonomik-toplumsal kuruluşların tarihsel evrim süreçleri incelendiğinde görülmektedir ki,
antik çağlardan zamanımıza kadar olan tarihsel dönemde, Asyatik sınıflı toplumlardan
hiçbiri, köleciliğe ya da feodalizme evrilmiş değildir. Asyatik üretim tarzından, gene Asyatik
üretim tarzından başka bir şey türememiştir. Ta ki kapitalizm bir dünya sistemi olarak
gelişip, Asyatik üretim tarzı temelinde oluşmuş ekonomik-toplumsal kuruluşları dışardan bir
etkiyle çözene kadar! Marx’ın ortaya koymuş bulunduğu bu “iki ayrı uygarlık çizgisi” ve “iki
ayrı sınıflı toplum tipi” çözümlemesi doğru bir şekilde kavranmadığı ve kabul edilmediği
takdirde, Marx’ın tarihsel maddecilik kuramının bütünsel bir kavranışının mümkün
olamayacağı yeterince açık olmalı.
Öte yandan, Marx’ın çözümlemelerinden, Asyatik üretim tarzının, köleci ve feodal üretim
tarzlarından daha geri ya da daha ilkel bir üretici güçler düzeyini temsil ettiği ve hep de öyle
kaldığı gibi bir sonuç çıkarmak asla doğru değildir. Zira tarihte, sahip olduğu üretici güçlerin
gelişme düzeyi bakımından ilkel (arkaik) bir aşamada bulunan Asyatik sınıflı toplumlara
(örneğin eski çağlardaki Sümer, Hint, Mısır vb. uygarlığı) rastlandığı gibi, üretici güçlerin
gelişme düzeyi bakımından, köleci ve feodal aşamalara eşdeğerde bir gelişme gösteren
Asyatik üretim tarzlı sınıflı toplumlara da rastlanmıştır. Üstelik bu ikinciler yakın çağlara
kadar varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Örneğin, 16. yüzyılın sonlarına kadar parlak bir
gelişme sergileyen Çin ve Osmanlı İmparatorlukları gibi.
Dolayısıyla, “Asyatik sınıflı toplumlarda üretici güçler mutlak bir durgunluk içindedir”
gibisinden bir varsayımın ya da iddianın, bizce hiçbir geçerliliği yoktur. Tersine, üretici
güçlerin gelişme düzeyi bakımından bir karşılaştırma yapıldığında, Asyatik üretim tarzı
çerçevesinde oluşmuş kimi Doğu uygarlıklarının, köleci ve feodal üretim tarzı çerçevesinde
oluşmuş kimi Batı uygarlıklarından daha parlak bir üretici güçler ve teknolojik gelişme
düzeyini yansıttıkları rahatlıkla söylenebilir. Örneğin, Asyatik üretim tarzı çerçevesinde
gelişen kimi İslam devletlerinin Orta Çağ’da yarattıkları uygarlıkların, Batı’da feodal üretim
tarzı çerçevesinde yaratılan uygarlıktan çok daha parlak bir uygarlık düzeyini dışa vurduğu
yadsınamaz bir gerçekliktir. Keza aynı şekilde, 16. yüzyılın sonlarına değin çağlarının en
gelişmiş devletleri olarak kabul edilen Çin ve Osmanlı İmparatorluklarının sergiledikleri
uygarlık düzeyi de bu savın doğruluğunu kanıtlayan bir başka örneği oluşturmaktadır.
Bu konuda Marx da (gerek Grundrisse’de ve gerekse Kapital’de) farklı bir görüş ileri sürmüş
değildir kuşkusuz. Marx hiçbir zaman, “Asyatik üretim tarzı üretici güçlerin mutlak
durgunluğu ile karakterize olur” gibisinden bir genelleme yapmış değildir yazılarında. O,
“durgunluk” kavramını üretici güçler bağlamında değil, üretim ilişkileri bağlamında
kullanmış, yani Asyatik üretim tarzı çerçevesinde “durgun üretim ilişkileri”nden söz etmiştir.
Marx’ın bu tespiti, Asyatik üretim tarzına sahip eski Doğu toplumlarının tarihsel evrim
çizgisini anlamamız bakımından fevkalâde öneme sahip bir tespittir kuşkusuz. Önemlidir,
çünkü Marx’ın bu tezi, kapitalist üretim tarzının köken olarak niçin Asyatik üretim tarzından
değil de, feodal üretim tarzından türediğinin tarihsel koşullarını açıklamaktadır bize.
Tarihte ortaya çıkan Asyatik üretim tarzlarının çeşitli gelişkinlik düzeyinde olmaları, üretici
güçlerin bu üretim tarzı çerçevesindeki değişik gelişme düzeylerine bağlıdır. Ama öte
yandan, ne kadar çeşitlilik gösterirlerse göstersinler, kapitalizm öncesi çağlarda Asyatik
üretim tarzları başka bir üretim tarzına evrilmeksizin durmadan kendilerini yinelemişlerdir.
Asyatik üretim tarzının bu biçimdeki sürekliliği, aslında bu üretim tarzı çerçevesinde
toplumsal koşulların, yani “üretim ilişkilerinin” durgunluğuna işaret eder. İşte Marx’ın Doğu
toplumlarına ilişkin olarak dillendirdiği “durgunluk sorunu” da, esasen bu “üretim ilişkilerinin
durgunluğu”dur. Marx Kapital’de şunu yazdı: “Asya’da toprak rantı vergilerin temelini
oluşturur ve ayni olarak ödenir. Orada durgun üretim ilişkilerine dayanan bu rant biçimi,
dolayısıyla eski üretim tarzını sürdürür. Türk imparatorluğunun ayakta kalma gizemlerinden
biri de budur.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., 1978, s. 155)
Yazımızın bu bölümünde değineceğimiz üzere, Asyatik üretim tarzınca temellendirilmiş
olmasına karşın, Osmanlı toplumunun sahip olduğu üretici güçler ve teknolojik düzey
(özellikle kentlerde), hiç de Avrupa feodalitesinin sahip olduğu düzeyden daha geri değildi.
Özellikle de Osmanlının 15 ve 16. yüzyıllardaki ekonomik ve siyasal ihtişam dönemlerinde.
Osmanlılar bu dönemde, savaş teknolojisindeki gelişmeler açısından olduğu kadar,
kentlerindeki endüstri ve el zanaatlarının gelişimi bakımından da Avrupa’dan öndeydiler. Ne
var ki, üretici güçlerin ve teknolojik düzeyin bu görece gelişmişliğine karşın, üretim
ilişkilerindeki sürekli durgunluk, aşağıda göreceğimiz gibi, sonunda her alanda bir tıkanıklığa
yol açmıştır Osmanlı toplumunda.
Asyatik üretim tarzına özgü “durgun üretim ilişkileri”nden kaynaklanan genel durgunluk
görüntüsü, Osmanlı toplumunda kendini iki düzeyde dışa vurmaktaydı. Birincisi, kırsal kesim
düzeyinde yaşanan durgunluktur. Kırsal kesimdeki durgunluğu, Osmanlı devletinin genel bir
kural olarak tarımsal artığın tümüne el koyması yaratmaktaydı. Bu el koyma nedeniyle,
serbest meta değişimine (ticarete) konu olacak bir artık-ürün birikimi kalmıyordu köy
topluluklarının elinde. Osmanlı devleti bu yolla, kırsal kesimde kendisinden bağımsız
ekonomik güç odaklarının türemesini engellemiş oluyordu tabii ki. Ama diğer taraftan, bu el
koyma biçimi, kırsal kesimin son derece geri ve hemen hemen hiç değişmeyen bir teknolojik
düzeyde kalmasına da neden oluyordu. Yalıtık köy toplulukları, bu durumda ancak kendi
basit yeniden üretimlerini sağlayabiliyorlardı. Doğu despotizminin temel çelişkisi de işte bu
noktada sırıtıveriyordu: Osmanlı despotizminin esas temelini oluşturan kırsal kesim (reaya
çiftlikleri), yalnızca üretim ilişkileri bakımından değil, üretici güçlerin gelişmesi (teknolojik
düzey) bakımından da bir durgunluğa mahkûm olurken, devlet ricalinin (siyasal gücün)
karargâhı durumundaki şehirler, fetihlerden gelen bir dış artıkla da beslenerek parlak bir
gelişme gösterebiliyorlardı. Ne var ki, bu “parlak gelişme”nin ne kadar yanıltıcı olduğu ve
despotik sistem içinde üretici güçlerin genel gelişme düzeyinin son tahlilde durgun üretim
ilişkileri tarafından sınırlanmış bulunduğu gerçeği, Osmanlının gerileme döneminde (17 ve
18. yüzyıllarda) bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktı.
Asyatik üretim tarzının işleyişi çerçevesinde, kent ile köy arasında giderek derinleşen
farklılaşma (teknoloji ve üretici güçler kentsel kesimde görece bir gelişme gösterirken,
köysel kesimde genel bir durgunluğun hüküm sürmesi), sonunda kentleri ayrı bir “gezegen”
haline getirirken, kendi kaderine terk edilmiş köyleri tarihin dışına iteler. Despotizmin siyasal
güç merkezleri olan kentler, Asyatik üretim tarzı çerçevesinde daha da geliştikçe, köysel
kesimdeki durgunluğun yol açtığı tarih-dışılık daha da belirginleşir. Bu nedenle, tüm Doğu
uygarlığının tarihinde olduğu gibi, Osmanlı toplumunun tarihinde de, gerçek tarihsel
harekete (toplumsal ve siyasal mücadelelere) katılabilen yalnızca kentsel kesim olmuştur.
Ama öte yandan, kentlerdeki bu gelişmeye rağmen, üretici güçlerin genel gelişme düzeyi
bakımından Asyatik üretim tarzında aşılamayacak bir sınır da vardır. Tarihteki örnekler de
göstermiştir ki, Osmanlı toplumu da dahil, tüm Asyatik sınıflı toplumlarda, üretici güçlerin
genel gelişme düzeyi feodalizme “eşdeğerde” bir gelişmenin daha ötesine geçemez.
Örneğin, Batı feodalitesinde kapitalizmin gelişmesine yol açan tefeci ve tüccar sermayesi,
Asyatik üretim tarzı temelinde biçimlenmiş Osmanlı toplumunda yozlaşma ve çürümeden
başka bir şeye yol açmamıştır. Kısacası, Asyatik sınıflı toplumlar, üretici güçlerin gelişme
düzeyini kendi içsel dinamikleriyle kapitalizme evriltme imkânına hiçbir zaman sahip
değillerdi. Çünkü bu üretim tarzının durgun üretim ilişkileri, son tahlilde bu evrimi engelleyici
bir rol oynuyordu. Nitekim aşağıda da açıklayacağımız üzere, 17. yüzyıldan itibaren Batı’da
kapitalizm gelişirken, Osmanlı ekonomisinin bu gelişmeye eklemlenememesi, tersine bir
gerileme süreci içine girmesi, gene aynı nedenden, yani Asyatik üretim tarzının kendi içsel
dinamikleriyle başka bir üretim tarzına evrilme kabiliyetine sahip olmamasından
kaynaklanıyordu. Bu kabiliyetsizliğin başlıca nedeni ise, tüm sisteme egemen olan durgun
üretim ilişkileridir. Üretim ilişkilerinde bu durgunluğu yaratan nedir diye sorulacak olursa,
cevabımız, “Doğu despotizmi tarzındaki devlet örgütlenmesi”dir, olacaktır.
Osmanlı despotizmi kapitalist Avrupa’yla karşılaşınca neler oluyor?
16. yüzyıla girerken, yeni bir çağın açılacağını haber veren çok önemli gelişmeler olmaktadır
Batı Avrupa’da. 1492 yılında İspanyollar Amerika kıtasına ayak bastılar. Hemen ardından,
1498 yılında Portekizli gemiciler, Atlantik’ten Afrika’yı dolanarak Hindistan kıyılarına
ulaştılar. 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde (1540’larda) ise, Portekizliler okyanusta açılan
yeni ticaret yolunu kullanarak Hindistan, Malaka ve Çin’le ticaret yapmaya başladılar. Aynı
tarihlerde Amerika’dan Avrupa’ya (İspanya’ya) dalga dalga altın ve gümüş akmaya başladı.
Kuşkusuz tüm bu gelişmeler, iktisadî devrim diye nitelendirilecek muazzam ekonomik
değişimlere yol açacaktı Batı Avrupa’da.
Batı’da kapitalizm çağına bir ön giriş olarak kabul edilen merkantilizm döneminin başlaması
ise, Avrupa’nın tarihsel gelişimini tamamen farklı bir mecraya sokacaktı. Öte yandan
Avrupa’daki bu gelişmeler, başta Doğu Akdeniz havzası ekonomileri olmak üzere, tüm
Doğu’nun ekonomik ve toplumsal tarihini de derinden etkilemekte gecikmeyecekti. Doğu-
Batı ticaretinin 17. yüzyıldan itibaren Akdeniz’den Atlantik Okyanusu’na kayması sonucunda,
eskiden Akdeniz’e gelip oradan tüm dünyaya dağılan Kuzey Afrika’nın altını, Hindistan’ın ve
Çin’in değerli metaları, şimdi okyanusta açılan yeni ticaret yolları üzerinden doğruca
Avrupa’ya taşınmaktaydı. Bu malları taşıyanlar ise, sahneye yeni çıkan ve kısa zamanda ün
yapan Portekizli, İngiltereli, Hollandalı tüccarların gemileriydi.
Bizans’ın fethinden sonra zaten Batı’nın ekonomik coğrafya sınırları içine girmiş bulunan
Osmanlı Devleti ise, Batı Avrupa’daki bu gelişmelerden esaslı bir şekilde etkilenecek Doğu
devletlerinin başında geliyordu. Atlantik’te büyük deniz ticaret yollarının açılmasıyla birlikte,
Osmanlı’nın egemenliği altındaki Doğu Akdeniz ticareti ve Doğu ticaret yolları (baharat ve
ipek yolu) eski önemini yitirecek ve Osmanlı’nın buralardan elde ettiği gelir kaynakları
zamanla kurumaya başlayacaktır. 17. yüzyıldan itibaren merkantilist bir politika güden
Avrupa’ya kıymetli maden (altın, gümüş) akışı hızlanırken, aynı tarihlerde Osmanlı devleti
bir kıymetli maden darlığı içine girecektir. Nitekim, Osmanlı akçesinin istikrarını yitirmesi de
bu dönemde başlayacak ve takip eden dönemlerde Osmanlı parası, Batı Avrupa’daki maden
akışına bağlı olarak sık sık devalüasyonlarla yüz yüze gelecektir.
Batı Avrupa’da merkantilizmin gelişmesi Osmanlıyı nasıl etkiliyor?
16. yüzyılın sonlarına kadar, Osmanlı ülkelerinden Batı Avrupa’ya (Fransa, İngiltere,
Hollanda) önemli bir ticaret faaliyeti olmamıştır. Osmanlının dış ticareti daha çok Doğu’ya
(Mısır, Yemen, Arabistan, İran, Kırım, Kafkasya vb.) yapılan bir ticaretti. Bu dönemde iç ve
dış ticaret faaliyetleri, hâlâ devletin mutlak tekelinde ve sıkı kontrolü altında bulunmaktadır.
Çünkü Osmanlı devleti 17. yüzyıla girildiğinde de eski anlayışını sürdürmekte ve tüm gelir
getirici faaliyetleri ya da gelir kaynaklarını, hazineyi güçlendirmek amacıyla
değerlendirmektedir. Zenginleşmenin tek yolunun hâlâ fetih savaşları ve toprak zaptı
olduğuna inanan devletlû sınıf, bunun için devletin (yani sarayın, yönetici sınıfın, ordunun)
artan harcamalarının karşılanmasını, en önde gelen bir amaç olarak bellemektedir. Ticaret
de hazineyi güçlendirici bir gelir kaynağı olarak görüldüğü için, daha baştan devletin tekeli
altında tutulmaktadır.
Aşağıda anlatacağımız gibi, Batı Avrupa’da devletler merkantilist bir politika güderek, kendi
lehlerine bir ekonomik genişleme sağlarken, Osmanlı devletinin yüksek katlarında hâlâ
Asyatik despotizmin mantığı işlemektedir. Bu mantığa göre, üstün bir “savaş gücü” ile,
“güçlü bir hazine”ye sahip olmak, bir devletin siyasal gücünün ve iktisadî zenginliğinin tek
yoludur! Nitekim bu anlayış nedeniyledir ki, Osmanlı devleti, tüm ekonomik faaliyet
alanlarına (tarım, iç ve dış ticaret, endüstri, madenler vb.) toplumun iktisadî gelişmesini
sağlayacak “yatırım ve üretim” alanları olarak değil, hazinenin (yani devletlû sınıfın)
doyurulmasını sağlayacak bir akar, bir gelir kaynağı (mukataa) olarak bakmaktadır.
Dolayısıyla, bu alanlarda faaliyet yürüten kişileri de, devlet hazinesine gelir sağlayan, yani
devletin hizmetkârı olan unsurlar olarak görmektedir. Bu hâkim mantık nedeniyledir ki,
Osmanlı devleti, mutlak tekeli altında bulundurduğu tüm iktisadî faaliyet alanlarını, iç ve dış
kapitülasyonlarla (yani bu alanlarda faaliyet yürüten yerli ve yabancı kişilere imtiyaz ve tekel
hakkı vererek) yürütmüştür hep.
Oysa aynı dönemde bambaşka bir ekonomik ve siyasal gelişme yaşanmaktadır Batı
Avrupa’da. Özellikle İngiltere, Fransa, Hollanda gibi toprakları nispeten küçük olan devletler,
fetih savaşlarına girişmeden ve başka ülkeleri zaptetmeden de iktisadî güçlerini arttırmanın
yolunu bulmuş gibidirler. Feodalizm döneminin devlet anlayışını çoktan aşmış bulunan bu
ülkelerin devletleri, gelişmekte olan sınıf (ticaret burjuvazisi) ile işbirliğine girişerek ve bu
sınıfın iktisadî girişimlerinin önünü açarak, dışarıdan içeriye “ticaret” yoluyla zenginlik
kaynaklarının (altın ve gümüş) akmasını sağlıyorlar. Bu ekonomik siyasete “merkantilizm”,
bu siyaseti güden devletlere de “merkantilist” devletler deniyor Avrupa’da.
Merkantilist devletlerin amacı, ticaret yoluyla altın ve gümüş elde etmek. Bunda da en
önemli araç, tabii ki, ordu ve fetih değil, ticaret ve de özellikle dış ticarettir. Bir ülke dış
ticaretini daima kendi lehine olacak şekilde düzenlerse, ticaret, sermaye biriktirmenin ve
iktisadî zenginliğin kaynağı haline gelebilir diye düşünüyor merkantilist devletler. Bir ülke
dışardan düşük değerli maddeler ithal edip, bunu kendi nüfusunun iş gücü ile işledikten
sonra, daha yüksek bir değerle tekrar ülke dışına satarsa, başka ülkeler aleyhine kendi
servetini arttırmış oluyordu.
Merkantilistlere göre, bir ülkenin zenginleşebilmesi için, dış ticaret ödemeler dengesinde
daima kendi lehine bir fark yaratılmalı ve bu fark da değerli maden (altın ve gümüş ) olarak
ülke içine girmeliydi. Bir ülkede değerli madenlerin artışı, para hacmini ve para dolaşımını
genişletecek ve bu da endüstri ve ticaret alanlarının genişlemesine yol açacaktı. O halde
devletin görevi, bu genişlemelerin gerektirdiği bütün şeyleri yapmaktı. Sonuçta bu mantık,
Avrupa’nın bu tüccar devletlerini ilerde sömürgeci devletler haline de getirecek ve
merkantilizm ile sömürgecilik el ele yürüyecektir.
İşte 17. yüzyıldan itibaren bu zihniyetle hareket eden Batı Avrupa’nın tüccar devletleri,
ticaret yapmak üzere dünyanın dört bir yanında koşturan kendi tüccarlarını desteklerlerken,
aynı tarihlerde klasik despotik anlayışını sürdürmekte olan Osmanlı devleti kendi tüccarlarını
mutlak kontrol altında tutuyor ve onlara asla hareket serbestisi tanımıyordu. Ama öte
yandan aynı Osmanlı devleti, Avrupalı tüccarlara kendi ülkesinde faaliyet yürütmeleri için
ticarî imtiyaz ve tekel hakları (kapitülasyonlar) vermekten de çekinmiyordu! Peki neden?
Çünkü o tarihlerde kendi devletinin ihtişamından ve gücünden son derece emin olan Osmanlı
egemen sınıfı, yeni fetih savaşlarına çıkmadan önce, kimi Avrupalı devletlerle barış tesis
etmek, onların “dostluğunu” kazanmak istiyordu. Yani başlangıçta Osmanlı egemen sınıfı,
Avrupalı devletlere (örneğin Fransa’ya) tanıdığı iktisadî kapitülasyonları, siyasal bir dostluk-
müttefiklik gösterisi olarak algılıyor. Bu kapitülasyonların, yarın kendisine getireceği
ekonomik zararları asla düşünmüyor. Hatta işin içinde komisyon ve rüşvet de dönmeye
başladığı için, bir kısım devlet ricali bu işe bilerek de göz yumuyor.
İşin ilginç yanı, Osmanlı devletinin Batı Avrupalı devletlere kapitülasyonlar vermesi, tam da
bu devletlerin merkantilist bir iktisat politikası uyguladıkları, yani dışarıya karşı kendi
gümrük duvarlarını yükselttikleri bir döneme rastlıyor. Nitekim, Osmanlıların uyguladığı bu
kapitülasyon politikası (yani Avrupalı tüccarlara kendi topraklarında birtakım ticarî imtiyazlar
ve tekel hakları tanıması), Batı Avrupa ile ekonomik ilişkilere girdikleri 17. yüzyıldan
itibaren, hep Osmanlıların aleyhine işleyecek ve Osmanlı maliyesi ve para sistemi üzerinde
yıkıcı etkileri olacaktır.
Batı’daki para ve fiyat devriminin (kapitalist gelişmenin) Osmanlının malî düzeninde yarattığı
derin bunalım
Osmanlı devletinin 16. yüzyıl boyunca İran’la, Macaristan’la, Batı Akdeniz’de İspanya’yla
yürüttüğü uzatmalı savaşlar, yıllar içinde devletin giderlerini öylesine arttırmıştı ki, yüzyılın
sonuna gelindiğinde, toplumda sarsıcı bir para darlığı ve malî kriz baş gösterecekti. 1592
yılında devletin harcamaları gelirlerini yarım milyondan fazla geçti ve hazine askerîn maaşını
ödeyemez duruma geldi. Bu durumda, askerî kesimin en azgın silahlı gücü olan kapıkulu
sipahilerin (sipah) ilk ayaklanma girişimleri olur. Patlak veren bu ilk bunalım, sarayın
(padişahın) iç hazinesinden alınan parayla atlatılabilir ancak. Fakat bu tarihten itibaren,
Osmanlı parası bir daha istikrara kavuşamayacaktır artık. Çünkü devletin güttüğü para ve
maliye politikası, yeni dönemin, yani Batı Avrupa’yla girilen ekonomik ilişkilerin (dış
ticaretin) gereklerine göre değil, hâlâ eski zihniyete (yani hazinenin ihtiyaçlarının
karşılanmasına) göre belirlendiği ve askerî bürokrasinin sayısı da sürekli arttığı için, maaşları
ödeyemez duruma gelen devlet, sürekli olarak paranın değeriyle oynamak (para tahşişi
yapmak) zorunda kalır. Nitekim ilk büyük devalüasyon ve ardından da büyük kalpazanlık
olayları bu dönemde yaşanacaktır. Üstelik bu para kalpazanlığı, Osmanlı devlet ricalinin
bilgisi dahilinde, Avrupalı bankerler tarafından yürütülmektedir. Avrupalı bankerler ve
sarraflar dışarıda basılan ayarı bozuk (değeri düşük) sikkeleri Osmanlıya satmakta ve bu
yolla büyük vurgunlar vurmaktadırlar. Tabii, ülke içinde buna göz yuman vezirler, vezir-i
azamlar, üst düzey bürokratlar da bu kalpazanlıktan bolca nemalanmaktadırlar. Sonuçta, bu
malî buhran döneminde, en tepeden en alt kademeye kadar tam bir yozlaşma ve çürüme
yaşanacaktır Osmanlı yönetici sınıfı içinde.
Bütün bu 17 ve 18. yüzyıllar, Osmanlının despotik sisteminde esaslı bozulmaların ve
çözülmelerin yaşandığı önemli bir tarihsel dönemdir. Artık Osmanlı padişahları orduyu eskisi
gibi öyle kolay kolay savaşlara da süremezler bu dönemde. Asker savaşmak istemez ya da
savaşmak için daha çok altın, daha çok “prim” talep eder padişahtan. Sefere çıkıldığında,
artık eskisi gibi esaslı bir zafer ve ganimet de söz konusu olmaz. Bunun sonucunda, sık sık
isyanlar da baş gösterecektir kapıkulu sipahiler ve yeniçeriler arasında. Öte yandan bu
dönem, egemen devletlû sınıf içinde bireysel servet yığma yarışının da başladığı bir
dönemdir. Saray, kapıkulu bürokrasi, paşalar, vezirler, mültezimler ve sarraflar arasında
kurulan çıkar zinciri de, devlet katında başlayan yozlaşma ve çürümenin esaslı bir
göstergesidir. Örneğin, kapıkulu ocaklarının en disiplinlisi olan yeniçerilerin bozulması ve
çoğunun esnaflık yapmaya başlaması da bu dönemde olur. Yeniçeriler, “Bir çok ticaret
şubelerini tekelleri altına almaya, halkı kendileriyle alışverişe zorlamaya veya esnafın iş
yerlerine ‘baltalarını asma’ya başladılar (Denildiğine göre yeniçeriler, bir dükkâna uğrayıp,
kazançtan hisse istediklerini bildirmek üzere, oraya bir balta asarlarmış. ‘Balta olmak’ deyimi
bundan kalma. Bu bir nevi Amerika’daki gangsterlerin metodu).” (Niyazi Berkes, Türkiye
İktisat Tarihi, c.2, Gerçek Yay., 1970, s.166)
Ayrıca bu dönemde, sarayın içinde de esaslı bir boğazlaşma yürümektedir kapıkulu bürokrasi
ile köle kökenli saray hizmetkârları (harem ağaları vb.) arasında. Bu kavganın amacı da,
devlet hazinesi üzerinde kimin tahakkümünün geçerli olacağıdır. Bu amaçla saray içinde tam
bir çeteleşme oluşuyor. Ve bu çetelere mensup olan egemen sınıfın unsurları, hazineyi
soyarak, rüşvet yiyerek, sarraflarla gizli ortaklıklar kurarak muazzam servetler yığıyorlar. Ne
var ki bu servetler, daha sonra değineceğimiz üzere, Osmanlı sisteminde egemen olan
Asyatik üretim ilişkileri nedeniyle, üretken bir yatırıma hiçbir zaman dönüşemiyor ve
dolayısıyla, kapitalist sermaye yönünde bir evrimleşme sürecine giremiyor. Despotik
sistemin kendi örfî yasalarına göre, gayri meşru yoldan edinilmiş sayılan bu servetlerin ne
kadar büyük meblağlara ulaştığı, ancak bu servetlerin sahiplerinin kelleleri vurulup, malları
müsadere edildiğinde ortaya çıkabiliyor. Örneğin, saray çetelerinden birinin başında bulunan
valide Kösem Sultan öldürülüp, serveti müsadere edildiğinde, bu kadının 20 sandık altın
florisi ve bir alay da emlâkinin bulunduğu ortaya çıkıyor. Osmanlı yönetici sınıfının bir tek
unsurundan bu kadar “gizli” servet çıktığına göre, ötekilerin elinde biriken toplam servet
miktarı ne kadardır varın siz düşünün!
Bu temel bilgilerden sonra, artık, Batı Avrupa’yla (yani kapitalizmle) temasın Osmanlının
toplumsal sınıfları üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu, üretim ilişkilerinde ve mülkiyet
biçimlerinde ne gibi değişikliklere yol açtığını, egemen devletlû sınıf (bürokratik
korporasyon) içinde nasıl bir çatışma ve ayrışma yarattığını ve Osmanlı despotik sisteminin
bir bütün olarak bozuluşu üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu incelemeye geçebiliriz.
17. yüzyıl: Avrupa kapitalizme, Osmanlı “bozuk düzenli” despotizme yelken açıyor
17. yüzyılda Batı Avrupa sömürgeciliğin eşlik ettiği bir kapitalizme yelken açarken, aynı
dönemde Osmanlı devleti derin bir malî bunalımın içinde debelenmekteydi. Osmanlının
yaşadığı bu malî bunalım, hem yönetici devlet sınıfı içinde çıkar çatışmalarına, hem de
toplumda sonu gelmez çalkantılara, karışıklıklara ve isyanlara yol açacaktı. Fakat, daha
sonra da değineceğimiz üzere, bu isyanlardan hiçbirisi, toplumu dönüşüme uğratacak
“devrimsel” nitelikte isyanlar düzeyine yükselemedi. Dolayısıyla Osmanlı toplumu,
Avrupa’nın yaşadığı devrimsel nitelikteki sosyo-ekonomik ve siyasal dönüşümlerin hiçbirisini
yaşamadı. Bunun temel nedeni ise, yapısı gereği Osmanlı toplumunun, Avrupa’dakine
benzer nitelikte ekonomik ve sosyal dönüşümleri gerçekleştirebilecek “içsel dinamikler”den
yoksun bulunmasıydı.
Öte yandan, Batı ile ilişkiye geçtiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı toplumunun yaşadığı
ekonomik, sosyal ve siyasal süreçler, asyatik sınıflı toplumlara özgü çok önemli bir gerçekliği
de ortaya koymaktaydı: Batı ile ekonomik ilişkiler geliştiren ve dolayısıyla Batı kapitalizminin
etkilerine açık hale gelen asyatik karakterli Osmanlı toplumunda, despotizmin eski “klasik”
yapısını aynen sürdürebilmesi artık çok güç, hatta imkânsız bir şeydi. Batı ile ilişkilerini
geliştirdiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı devleti artık “klasik bir despotizm” olarak değil,
“düzeni bozulmuş bir despotizm”, ya da “melez bir despotizm” olarak varlığını
sürdürebilecekti.
Osmanlı devletinde merkezî hazineden geçinmeli (ulufeli) asker-memurların (yeniçeriler ve
“sipah” denen kapıkulu sipahiler) sayısının sürekli artması, devletin giderlerini de anormal
bir şekilde artırmıştı. Bir de bunun yanı sıra, despotik bir devlet için neredeyse temel bir
“ekonomik faaliyet” haline gelmiş bulunan “fetih savaşları ve toprak zaptı”nın durmuş
olması, Osmanlı devletinin derin bir malî bunalımın içine sürüklenmesine yetmişti. Öte
yandan, Batı’dan gelen para ve fiyat hareketlerinin ekonomi üzerindeki sarsıcı etkileri de,
yaşanan malî bunalımın tuzu biberi olmuştu. İşte tüm bu olumsuz faktörlerin bir araya
gelmesi sonucunda, Osmanlı devleti için çok sıkıntılı ve çalkantılı bir dönem başlamış
oluyordu.
Bu çalkantılı dönemde, Osmanlı devletinin giderleri neredeyse gelirlerinin üç katına çıkmış
bulunuyordu. Bu durumda, merkezî hazineye acil gelir kaynakları sağlama telâşına düşen
Osmanlı yönetici sınıfı (kapıkulu bürokrasi), gelir getirebilecek her kaynağa el atmaya
başladı. Ne var ki, ekonomisi bütünüyle tarıma dayalı “asyatik bir üretim tarzı”nın dar
çerçevesi içine sıkışıp kalmış bulunan Osmanlı devletinin, tarım gelirleri dışında el atabileceği
başkaca bir önemli gelir kaynağı da bulunmuyordu.
Bu şartlar altında Osmanlı yönetici sınıfı, hazineye doğrudan nakit girişi sağlamak amacıyla,
üç yüz yıldan beri yürürlükte olan ve bir bakıma Osmanlı despotizminin alâmet-i farikası
haline gelmiş bulunan geleneksel toprak rejiminde (askerî tımar sistemi) esaslı bir
değişikliğe gitmek zorunda kaldı. Toprak rejiminde yapılan bu değişiklik, Osmanlı
despotizminin sosyo-ekonomik yapısında ve iç siyasal dengelerinde büyük sarsıntılara yol
açacak kertede önemli bir değişiklikti.
Bu önemli değişiklikten ilk ağızda etkilenenler, yaşamını kırsal alanda sürdüren reaya
(çiftçiler) ve tımar beyleri (sipahiler) oldular. Fakat bu etkilenme onlarla da sınırlı kalmadı.
Toprak rejiminde yapılan değişiklik, bir yandan Osmanlı’nın sosyal bünyesinde derin
sarsıntılara, karışıklıklara ve isyanlara (Suhte ayaklanmaları ve Celali isyanları) yol açarken,
diğer yandan devletin işleyiş mekanizmalarında ve bizzat yönetici bürokrasi içinde
yozlaşmalara neden oldu. Bu durum, despotik sistemde esaslı bir “düzen bozukluğu”na yol
açtı. “Bozuk düzenli despotizm” diye tanımladığımız bu dönem tam iki yüz yıl (17 ve 18.
yüzyıllar) sürmüş ve Osmanlı’nın bir yarı-sömürge haline gelmesiyle sonuçlanmıştır.
Toprak rejiminde yapılan esaslı değişikliğin ardından gelen bu “bozuk düzenli despotizm”
döneminin, “klasik despotizm” döneminden hangi noktalarda farklılaştığını ve nasıl bir
sosyo-ekonomik yapılanmaya yol açtığını tam olarak anlayabilmek için, Osmanlı toprak
rejiminin, değişiklikten önceki ve sonraki durumuna biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
Böylece, bu iki dönem arasındaki farklılığı daha iyi kavrama olanağına da sahip olabileceğiz.
Osmanlı’nın klasik toprak rejimi, toprağa nasıl bir düzen getirmişti?
Bilindiği üzere, Osmanlı’nın klasik despotizm dönemi esas olarak Fatih Sultan Mehmed’le
başlamıştır. Mirî toprak rejimi uygulamasının yaygınlaştırılması ve genel bir kural haline
getirilmesi de esasen bu dönemde olmuştur. Uygulanan bu toprak rejimine göre, fethedilen
tüm tarımsal toprakların çıplak mülkiyeti (rakabe) tamamen devlete ait (mirî) oluyordu.
Devletin bu “üstün mülkiyet hakkı”, mutlak bir hak olup, devletin topraklar üzerindeki siyasi,
hukuki ve idari hükümranlığını ifade ediyordu. Genel bir kural olarak, devlet, mülkiyeti
kendine ait olan bu tarımsal topraklar üzerinde, doğrudan üreticilerin (reaya denen
çiftçilerin) sömürülmesi esasına dayanan vergisel (malî) bir düzen kuruyordu.
Bu vergisel düzenin işleyişi: Osmanlı devleti, hükümranlığı altındaki tarımsal toprakların
(mirî arazi) işletilmesini, yani ekonomik kullanım (tasarruf) hakkını, bu topraklar üzerinde
yaşayan veya sonradan bu topraklara yerleştirilen müslim ve gayri müslim reaya-çiftçilere
bırakıyordu. “Reayanın tasarrufuna bırakılan arazinin miktarı sınırsız olmayıp, toprağın
verimine göre, 80 ilâ 150 dönüm arasında değişen ‘çiftlikler’ olarak tahdit edilmişti. Her
ailenin elinde bir yahut iki çiftlik bulunması mümkündü.” (M. Akdağ’dan aktaran İsmail Cem,
Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., 1979, s.50) Çift, bir çift öküzle işlenebileceği
düşünülen bir toprak parçası idi. Toprak tasarrufunda temel birim (dolayısıyla vergiye de
esas olan birim) işte bu “çift” denen toprak parçası idi. “Çiftlik” kavramı da buradan
geliyordu.
Çiftliği tasarrufunda bulunduran reaya, devletin daimî kiracısı sayılıyor ve her bakımdan
devletin “koruması” altında bulunuyordu. Devlet reayayı koruyacak, gözetecek, reaya da
yaptığı üretimle devleti besleyecekti; kural bu! Devlet, mirî toprakları işleyen müslim ve
gayri müslim reayadan, toprak kirası (icar) olarak “çift resmi” ve “öşür” denen bir vergi
almaktaydı. Çift resmi, topraktan alınan sabit bir vergiydi ve nakdî olarak doğrudan merkezî
hazineye (devlete) ödeniyordu. Öşür ise reayanın ürettiği ürün üzerinden aynî olarak
(bölgelere ve toprağın verimine göre onda bir, sekizde bir, beşte bir vb. oranında) alınan bir
vergiydi. Öşür, doğrudan merkezî hazineye değil, devletin asker-memuru sayılan tımarlı
sipahiye “ürün olarak” ödeniyordu. Tabii, sabit toprak vergisi ve değişken üretim vergisi gibi
temel vergiler dışında, reayanın devlete ödemekle yükümlü olduğu daha pek çok çeşit vergi
(örneğin harçlar, cezalar, fetih seferleriyle ilgili olağanüstü savaş vergileri vb.) vardı.
Kısacası Osmanlı devleti, reayanın ürettiği tüm üründen düzenli bir vergi almaktaydı. Aslında
bu vergiler, toprak sahibi olarak devletin, doğrudan üreticiden (köylüden) çekip aldığı
“toprak rantı”ndan başka bir şey değildi. Marx’ın da belirttiği gibi, kapitalizm öncesi Doğu
toplumlarında despotik devletin “vergi” adı altında gerçekleştirdiği bir sömürü biçimiydi bu.
Müslim ve gayri müslim reayanın sırtına bindirdiği “vergiler” sayesinde, Osmanlı devleti de
reayanın ürettiği artık-ürün kütlesinin büyük bir kısmına el koymuş oluyordu. İşte
Osmanlı’nın o muazzam bürokratik-despotik devlet makinesi, reayadan çekilip alınan bu
artık-ürün kütlesi sayesinde ayakta duruyordu. Padişah ailesi, kapıkulları, beyler, paşalar,
vezirler, kadılar, müderrisler vb., yani despotik devlet makinesini oluşturan asalak Osmanlı
bürokrasisinin tümü, müslim ve gayri müslim doğrudan üreticinin (reayanın) sırtından
geçiniyordu. İlerde göreceğimiz üzere, fetihler ve toprak genişlemesi sayesinde 17. yüzyıla
kadar tıkır tıkır işlemiş olan bu bürokratik-despotik makine, ilkin toprak düzeninde, sonra da
diğer mekanizmalarda meydana gelen arızalar ve bozulmalar nedeniyle esaslı bir şekilde
sarsılmış ve belli bir tarihten sonra da “ayarı bozuk bir saat” gibi işlemeye başlamıştır.
Klasik despotizm düzeninde, toprağı işleyen reayanın devletin “daimî kiracısı” konumunda
olması, onu toprağa bağımlı kılan ve dolayısıyla topraktan kopmasını engelleyen bir
faktördü. Reaya adeta toprakla bütünleşmiş ve toprağın bir parçası haline gelmişti. Yıllarca
aynı toprak parçası üzerinde kendisine yüklenen üretim fonksiyonunu, babadan oğula geçen
bir süreklilik içinde sürdürmek zorundaydı. Görüleceği üzere bu bağımlılık, insanı insana
değil, insanı toprağa bağlayan bir “bağımlılık” ilişkisidir. Reaya toprağa bağlıdır, ama Batı
feodalitesinde olduğu gibi, bir kişiye (efendiye) bağımlı değildir. Öte yandan, reayanın
toprak üzerindeki tasarruf (toprağı kullanma-zilyedlik) hakkı, daimî olan ve mirasla
geçebilen (irsî) bir haktı. Ne var ki, reayanın sahip olduğu bu “tasarruf” hakkı, mutlak
anlamda bir “özel mülkiyet” hakkı olmaktan da çok uzaktı. Çünkü reaya, kendi zilyedinde
olan toprağı (çiftliği), hiçbir biçimde başkasına satamaz, devredemez veya bağışlayamazdı.
Osmanlı’nın toprakta uyguladığı “dirlik” (askerî tımar) düzeni: Osmanlı devleti her bölgedeki
ekilebilir toprakları, kendisine sağlayacağını tahmin ettiği vergi gelirine göre, “tımar” denen
birimlere ayırıyordu. Tımarlar, Osmanlı’nın askerî-malî gücünü ayakta tutan tarımsal temelli
bir “gelir kaynağı” idiler. Devlet bu tımarları, kendi hizmetinde çalışan çeşitli düzeyde askerî
görevlilerine birer geçim kaynağı (dirlik) olarak tahsis ediyordu. Dirlik, bir nevi maaş yerine
geçen bir gelir kaynağı idi. Devletten dirlik alanlar, toprağın gelirinden yararlanma (intifa)
hakkına, yani reayanın ödeyeceği vergilerin bir kısmını, kendi geçimlerini sağlamak üzere
doğrudan toplama yetkisine sahip oluyorlardı.
Görüleceği üzere, dirlik sahibi burada toprağın kendisine değil, yalnızca ve belirli bir süre için
“gelirine” sahip olmaktadır. Bu bakımdan, dirlik sahibinin burada elde ettiği hak, kendi özel
toprak mülkiyetinden kaynaklanan “ekonomik bir hak” olmayıp, devlet hizmetinde
bulunmasından kaynaklanan, göreve bağlı fiskal (malî) nitelikte bir haktır. Dirlik sahibinin
toprakta çalışmak (“doğrudan üretici” olmak) veya toprağın “işletmecisi” olmak gibi bir
durumu yoktur. Dolayısıyla, toprak üzerinde üretimle ilgili kararları (yani ekonomik
kararları) o vermemektedir. Aşağıda değineceğimiz üzere, toprağın nasıl işleneceğine, ne
ekilip ne biçileceğine karar veren, aslında toprağa tasarruf eden, yani reayadır.
Öte yandan, bu sistemde toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete ait olduğundan, dirlik
sahibinin kendisine tahsis edilen dirliği (tımar toprağını) herhangi bir biçimde bölmesi,
parçalaması, bir başkasına satması veya devretmesi, ya da devletin izni ve rızası olmaksızın
çocuklarına miras bırakması söz konusu olamazdı. Genel bir kural olarak dirlikler padişahtan,
yani merkezî idareden çıkan bir imtiyaz fermanıyla verilir ve bu belgeye “tezkire” veya
“berat” denirdi.
Bir tımarı meydana getiren temel unsur, toprağı ve sakinleriyle birlikte köylerdir. Osmanlı’da
köyler, doğrudan üretici konumunda olan onlarca “reaya hanesi”nden (dolayısıyla reaya
çiftliğinden) oluşmaktaydı. Bu durumda, bir veya birden çok köyü kapsayan bir tımar, pek
çok reaya hanesini ve dolayısıyla reaya çiftliğini bünyesinde barındırmış oluyordu. Bazen de
tersine, bir köyü oluşturan haneler (reaya çiftlikleri) beşerli veya onarlı gruplar halinde
bölünüyor ve bu gruplar birkaç tımar beyi (sipahi) arasında paylaştırılıyordu. Dolayısıyla,
Osmanlı tımar sisteminde “büyük köyleri, kasabaları, hatta şehirleri ve limanları içeren
büyük tımarlar olduğu gibi, bir tek köyü bölüşen küçük tımarlar da vardı.” (Halil İnalcık’tan
aktaran Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.1, s.240)
Dirlikler sağladıkları vergi gelirlerinin önemine ve büyüklüğüne göre üçe ayrılmaktaydı: Yıllık
vergi gelirleri 100 bin akçenin üstünde olan dirliklere “has”, 20-100 bin akçe arasındakilere
“zeamet”, 3-20 bin akçe arasındakilere de “tımar” deniyordu. Has’lar, başta padişah olmak
üzere yüksek yönetici bürokrasiye (sadrazam, vezir, defterdar, beylerbeyi, sancak beyi vb.)
ayrılmaktaydı. Zeamet ise, tımarlı sipahilerin en büyük komutanları olan alay beylerine ve
merkezde görev yapan yüksek memurlara verilmekteydi. Has ve zeamet sahipleri
kendilerine ayrılan dirlik topraklarında oturmak zorunda değillerdi. Bürokrasinin üst
tabakasını oluşturan bu kesimler, Osmanlı’nın bir nevi askerî yönetim karargâhları
konumunda olan şehirlerde otururlardı.
Dirliğin en yaygın olan türü, sisteme de adını vermiş olan “tımar” birimi idi. Tımarlar,
devletin toprak zaptı için yaptığı savaşlarda yararlılık gösteren savaşçılara “ihsan” edilirdi.
Tarımsal alanda “askerî görevler” üstlenen bu savaşçılara tımarlı sipahi veya tımar beyi
deniyordu. Tımar beyleri askerî seferlere katılmak ve beraberlerinde kendi yetiştirdikleri ve
donattıkları belli sayıda asker (cebeli) getirmekle yükümlüydüler. Tımar beyleri, devletin
kendilerine tahsis ettiği yıllık tımar gelirinin ilk üç bin akçelik kısmından sonraki her üç bin
akçelik kısmı için, bir cebeli hazırlamak zorundaydılar. Osmanlı askerî sınıfının en alt
kesimini oluşturan tımarlı sipahiler, 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun en
önemli ve sayıca en kalabalık savaş gücünü oluşturdular. Örneğin, “Osmanlı tımar sistemi,
16. yüzyılda sayıları Rumeli eyaletlerinde yaklaşık 75 bin, Anadolu eyaletlerinde de 92 bin
olarak hesaplanan bir sipahi ordusunun hazır tutulmasını sağlıyordu”. (Kaynak: Ana
Britannica)
Aşağıda göreceğimiz üzere, savaş zamanında orduya katılan, barış zamanında ise
tımarlarının başında duran ve merkezî otorite (padişah) tarafından tımar gelirlerini
(vergileri) toplamaya memur kılınan tımar beyleri, hiçbir zaman bağımsız bir sınıf (bir toprak
soyluluğu sınıfı) oluşturmuyorlardı. Hele Fatih devrinden itibaren, merkezî devletin despotik
yapılanması daha da pekişince, bu kesimin toprak üzerindeki gücü iyice kırılacaktı. Sonuç
olarak, Osmanlı toprak sistemine özgü bir sosyal kategori olan ve Osmanlı yönetici sınıfının
(bürokratik korporasyonun) en alt kesiminde yer alan “tımarlı sipahi”, zaman içinde
tasfiyeye uğrayan bir unsur olmaktan öteye geçememiştir.
“Reaya-sipahi” ilişkisi ile “serf-senyör” ilişkisi aynı karakterde bir ilişki midir?
Bu oldukça tartışmalı bir konudur. Soruyu doğru bir şekilde yanıtlayabilmek için, bu kez de
Batı feodalitesindeki serf-senyör ilişkisinin hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığına ve nasıl
bir içeriğe sahip olduğuna biraz bakmamız gerekecek. Bu bize aynı zamanda, Osmanlı’nın
despotik sistemi ile Batı’nın feodal sistemi arasında bir karşılaştırma yapma olanağı da
sağlayacaktır.
Osmanlı toprak sisteminin iki temel unsuru olan tımar beyi (sipahi) ile reaya (çiftçi)
arasındaki ilişkinin Batı feodalitesindeki senyör-serf ilişkisiyle aynı olduğunu varsayan pek
çok tarihçi ve sosyal bilimci, bu varsayımdan hareketle, Osmanlı toplumunun da feodal bir
toplum olduğu sonucuna çıkmıştır. Yüzeysel bir değerlendirmeyle yetinildiğinde, senyör ile
sipahinin ve serf ile reayanın birbirine benzedikleri söylenebilir pekâlâ. Ama üretim
sürecindeki rolleri, üretim aracıyla (yani toprakla) olan mülkiyet bağları ve toplumsal
statüleri bakımından yapılan daha ciddi ve daha derinlemesine tahliller, birbirine benzeseler
bile bu unsurların gerçekte farklı üretim tarzlarının ürünü olduklarını ve farklı sosyo-
ekonomik kategorileri ifade ettiklerini ortaya koymaktadır.
Batı Avrupa’da 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar, yaklaşık beş yüz yıl varlığını sürdüren
feodalizm, bir yandan askerî temelde oluşmuş büyük “özel” toprak mülkiyetine (toprak
senyörlüğü) ve bu mülkiyet çerçevesinde gelişen üretim ilişkilerine (servaj sistemi veya
“serflik” denen ilişkiler) dayanmaktaydı. Diğer yandan ise, üst sınıfların, yani büyük toprak
sahibi soyluların kendi aralarında bir “korunma mekanizması” olarak geliştirdikleri “adam
adama” bağlara (vassalite) ve bu amaçla yapılmış “biat” sözleşmelerine dayanıyordu.
Batı feodalitesi açısından burada değinmemiz gereken bir başka ayırt edici nokta ise, “fief”
sistemiyle ilgilidir. Erken ortaçağda, yani daha feodalizm henüz ortaya çıkmadan önce,
fiefler, Cermen askerî şeflerin askerî maiyetlerine (vassallarına) geçim kaynağı (dirlik) olarak
bağışladıkları bir toprak gelirini ifade ediyordu. Fief ya da beneficium denen bu toprak geliri
(ücret-toprak), kral ya da askerî şef tarafından bir görev karşılığı olarak verilen ve gene
onlar tarafından geri alınabilen geçici bir haktı. Yani, miras yoluyla geçen ve sürekliliği olan
bir hak değildi henüz fief. Tıpkı Osmanlı’nın dirlik sisteminde olduğu gibi, sahibine toprağın
mülkiyetini değil, yalnızca gelirini (intifaını) kazandırıyordu. İşte bu haliyle fief Osmanlı’daki
tımara, fief sahibi (vassal) ise Osmanlı’daki sipahiye benzemektedir. Ama dikkat edilsin, tüm
bu benzerlikler, Avrupa’nın feodalizm öncesi dönemindeki oluşumlar bakımından bir
benzerliktir. Oysa feodalizm çağında, yani 10. ve 11. yüzyılların Avrupa’sında karşımıza
çıkan “fief”, artık o eski fief değildir. Fief, çoktan vassalın mülkü olmuştur ve geri alınması
artık söz konusu değildir. Fief sahibi vassal, fiefi üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahiptir,
onu başkasına devir ve temlik edebilmektedir. Kısacası, feodal çağda fief, artık feodal bir
mülkiyet biçimi olarak, feodal beyin (senyör) işletmesini meydana getirmekteydi.
Feodalizmin ileri aşamalarında, fief sahibi soyluların topraklarında “senyörlük” veya “manor”
denen bir üretim örgütlenmesi uygulanıyordu. Manor, sıkı bir bağımlılığın birleştirdiği iki
parçadan oluşmaktaydı. “Bir yanda, tarihçiler tarafından ‘domaine’ veya ‘rezerve’ olarak
adlandırılan ve senyörün tüm ürünlerine doğrudan el koyduğu parça; diğer yanda da, küçük
ve orta büyüklükteki köylü işletmeleri olan ‘tenure’ler. Bu işletmeler, senyörlük toprağının
büyüklüğüne göre az veya çok olarak domaine avlusunu çevrelemektedirler.” (M. Bloch,
Feodal Toplum, Gece Y., 1995, s. 205)
Bu feodal işletmelerde manor sahibinin (senyörün) en üstte yer alan hakkı, manor içindeki
bağımlı köylülerin (serflerin) evleri, emekleri ve tarlaları üzerinde de geçerli olmaktaydı.
Senyörün serfler üzerine, aynî-nakdî ödentiler ve angarya yükleme hakkı bulunuyordu.
Serflerin başlıca yükümlülüğü, tüm ürünleri senyöre ait olan, senyörün reserve işletmesini
ekip biçmekti. Bunun için her serf, haftanın birkaç gününü senyörün bu reserve toprağında
çalışmaya ayırmak zorundaydı. Ayrıca da pek çok vergi ve ödentilerle yükümlülük altına
sokulmuşlardı serfler. Serflerin, kendi senyörlerinden başka, bir de o yörenin bölge
senyörüne karşı, banalites olarak bilinen yükümlülükleri vardı. Örneğin serfler, bölge
senyörüne ait değirmeni, ekmek fırınını, üzüm cenderesini veya bira imalathanesini vb. bir
para ödeyerek kullanmak zorundaydılar. Bu işleri kendi olanaklarıyla yapabilecek olsalar
bile, bunu para ödeyerek senyörün işletmesinde yapmak zorundaydılar. (aktaran Selim
Somçağ, Avrupa Feodalizminin Evrimi, Bağlam Y., 1994, s.13)
Feodalizmin kuruluş aşamasında, ellerinde serbest çiftlikler (alodlar) bulunan “bağımsız”
köylüler hâlâ mevcuttu. Bunun yanı sıra, bir senyöre ait araziyi kullanmaktan dolayı senyöre
bağımlı hale gelmiş köylüler hukuken üçe ayrılıyordu: “Özgür” kökenliler, bağımlılar ve köle
kökenliler. İkinci ve üçüncü grupta yer alanlar, aslında erken ortaçağda (Roma’nın çöküşü
ve Cermen istilaları sırasında) ortaya çıkan toprağa bağlı kiracı çiftçilerin (kolonuslar) ve
köle kökenlilerin devamıydılar. Birinci gruptakiler, yani “özgür” olanlar ise, feodalizmin
başlangıç döneminde topraklarını yitirerek “bağımlı” hale gelmişlerdi. Nitekim feodalizmin
ilerleyen dönemlerinde, serbest toprak (alod) sahibi diğer özgür köylüler de topraklarını ve
bağımsızlıklarını yitirerek (senyörlere kaptırarak), birer bağımlı köylü (serf) haline
geleceklerdi.
Batı Avrupa’da feodalizm, en yüksek aşamasına “manoryalizm”de ulaştı. Bu aşamada feodal
bey, hem kendi “reserve”inde büyük bir üretimci olarak görünürken, hem de kendi
egemenliği altında bulunan “bağımlı” köylülerin “başkumandanı”, “başefendisi”, “yargıcı” idi.
Feodal beyin işlerinin çoğunu kahyâları yürütmekteydi. Fakat kendisi de bir işletmeci olarak,
çiftliklerinin gelir işleriyle doğrudan ilgilenmekteydi. Nitekim tarımda kapitalizmin gelişmesi
sürecinde, toprak beylerinin (lordlar) bu konumunun önemli bir rolü olmuştur.
Osmanlı’nın kurduğu “despotik sistem”de ise, şu yukarda anlattığımız feodal oluşumların ve
işleyişlerin hiçbirisi yoktu. Ne toprakta büyük özel mülkiyet (toprak senyörlüğü), ne bir
“toprak soyluluğu” sınıfı, ne de kişileri biat sözleşmeleriyle aşağıdan yukarıya/yukarıdan
aşağıya birbirine bağlayan kişisel tâbiyet bağları (vassallık ilişkileri) mevcuttu. Bir kere
fethedilen tarımsal toprakların mülkiyeti, daha baştan ve genel bir kural olarak “devlete ait”
olduğu ve hep de öyle kaldığı için, Osmanlı’da büyük özel toprak mülkiyeti sahipliğine
dayanan bir “toprak soyluluğu” sınıfının oluşabilmesi zaten mümkün değildi. Osmanlı
sisteminde gerçek anlamda mutlak siyasal güç sahibi, padişah, yani Devlet-i Âli’yi şahsında
temsil eden “büyük despot” idi. Tanrının yeryüzündeki “elçisi” sıfatıyla, toprağın tek hâkimi
ve toplumun tek efendisiydi o! Onun mutlak iktidarı, tüm toplumun tepesine çöreklenmiş
olan “bürokratik-despotik” devlet makinesinin merkezî gücünde ifadesini bulmaktaydı.
Oysa Batı feodalitesinde, Osmanlı’daki gibi mutlak bir siyasal güçten ve merkezî kamu
otoritesinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü feodalizmde siyasal iktidar ve kamu
otoritesi, yerel feodal beyler arasında parçalanmış durumdaydı. En tepede duran kral bile,
gerçekte mutlak bir güç sahibi değildi. O da siyasal iktidarını, kendisi gibi büyük toprak
sahibi (senyör) olan diğer soylularla paylaşmak zorundaydı. İşte bu nedenledir ki, Batı
feodalitesinde, en alttaki şövalyeden en tepedeki krala (senyörlerin senyörü) kadar uzanan
ve aşağıdan yukarıya/yukarıdan aşağıya tüm soyluları tâbiyet bağlarıyla ve biat
sözleşmeleriyle birbirine bağlayan bir vassalite hiyerarşisi oluşmuş durumdaydı. Aynı
zamanda bu hiyerarşi, feodalizmin ayırt edici bir özelliğini de yansıtmaktaydı. Şöyle ki, bu
vassalite hiyerarşisinin üst mertebesinde bulunan bir senyör, kendi altındaki vassalını
atlayarak, onun altındaki vassala müdahale edemez, emir veremez veya bir talepte
bulunamazdı. Her vassal, yalnızca tâbi olduğu kendi üst senyöründen (süzereninden) emir
alırdı. Bu da gösteriyor ki, feodal vassalite hiyerarşisinin, ya da bağlılık zincirinin halkaları
arasında doğrudan geçişli bir işleyiş bulunmamaktadır. Bunun anlamı şudur ki, Batı
feodalitesinde bir soylu yalnızca ve bizzat kendi elinde bulundurduğu topraklarda gerçek
hükümranlık haklarına sahip olabilirdi. Kendisinin ya da kendisinden önce atalarının bir
başkasına (vassala) temlik etmiş olduğu fief toprakların yönetimine artık karışamazdı. İşte
bu nedenledir ki, feodal çağ Avrupa’sındaki ülkeler, çok sayıda irili ufaklı feodal parçadan
oluşan mozaikler haline gelmiş bulunuyordu. Toplumda bir bütün olarak soyluluğun
tekelinde olan siyasi güç ise, her bir mozaik parçasında bulunan iktidar odakları arasında
paylaşılmış durumdaydı. Bu yüzden, feodalizmde siyasal iktidar hiçbir zaman tek bir
merkezde odaklanmıyordu.
Batı feodalitesinde, her feodal beyin kendine ait bağımsız bir “iktidar küresi” oluşmuş
bulunuyordu. Feodal hiyerarşi içerisinde hem bir vassalın süzereni konumunda olan, hem de
kendisi bir süzerene vassal olan feodal bey (senyör, lord), kendi senyörlük alanının sınırları
içindeki köylüler üzerinde askerî, siyasi, hukuki, idari tek otorite sahibi idi. Ve köylülerin
ürettiği artık-ürüne iktisat dışı bir zor mekanizması yoluyla el koyma hakkına sahip
bulunuyordu. “Senyörlük” veya “manor” olarak adlandırılan feodal beyin hükümranlığı
altındaki bu topraklar, feodal sistemin çekirdeğini oluşturmaktaydı. Baştan beri ekonomik
görüntüsü ağar basan bu senyörlükler, feodal beylerin “doğrudan gelir getirici” işletmeleri
konumundaydılar.
Şimdi “senyör-serf” ilişkisi ile “sipahi-reaya” ilişkisine, şu yukarıdaki açılımlar çerçevesinde
yeniden bakmak gerekiyor. Burada serf ile reayanın ve senyör ile sipahinin konumu aynı
mıdır gerçekten? Bir kere feodal sistemde serf, her açıdan (ekonomik, siyasi, hukuki, idari)
senyörüne bağımlıdır. Oysa Osmanlı’da reaya, tımar sahibine (sipahi veya kula) bağımlı
değildir. Özel hukuk açısından reaya, eğer müslümansa şeriata ve kadıya, hıristiyansa
kilisesine bağlıdır. Ama bu bir ekonomik ve siyasal “bağımlılık” değil, yalnızca bir özel hukuk
bağlılığıdır. Öte yandan, tüzel hukuk açısından, yani devletle olan ilişkileri (malî, siyasi vb.)
bakımından reaya, sipahiye bağlıdır, ama “bağımlı” değildir. Çünkü sipahinin hukuksal ve
siyasal gücü, kendisinde bulunan bir hakkın gereği değil, devletin bir memuru olması
sıfatıyla, devletin müsaade ettiği sınırlar içinde kullandığı “sınırlı” bir yetkinin gereğidir.
Özetle, reaya sipahinin değil, devletin “bağımlı” köylüsüdür. Yüzlerce yıl süren bu “devlete
bağımlılık” içindeki yalıtılmışlık konumu, reayanın ortak bir sınıf bilinci geliştirmesini ve bu
temelde bağımsız bir sınıf hareketi oluşturmasını engellemiştir.
Senyör ile sipahinin karşılaştırılmasına gelince: Daha önce de belirttiğimiz üzere, en temel
ayrım, senyörün özel toprak mülkiyeti sahibi olması, sipahinin ise toprak mülkiyetinden
yoksun bulunmasıdır. Dolayısıyla senyörün toprak üzerindeki konumu, hem bir küçük
“hükümdar” hem de bir tarım üretimcisi, bir “işletme sahibi çiftçi” konumudur. Senyörün bu
konumu, devlet tarafından bu topraklara “görevli” olarak atanmış olmasından değil, toprağın
özel mülkiyetine sahip olmasından kaynaklanıyordu. Oysa sipahi, devlet tarafından atanmış
bir görevlidir ve ne üretimcilikle, ne işletmecilikle bir ilgisi vardır. O yalnızca, reayanın
devlete ödeyeceği vergileri toplamakla ve reayayı denetlemekle yükümlü bir asker-memur
statüsündedir. Özetle diyebiliriz ki, “feodal bey (senyör) ekonomik bir sürecin içinde, tımarlı
bey (sipahi) ise devletsel ve fiskal (malî) bir sürecin içinde yer alan kişilerdir.” (Niyazi
Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, 1972, s. 67)
Öte yandan, önemli bir diğer nokta da şudur: Feodal sistemde senyörler, beyliklerinin gücü
orantısında ve bir siyasal hiyerarşi içinde bir sınıf beraberliği (“soylular sınıfı”)
oluşturmaktaydılar. Oysa Osmanlı’da tımarlar, çok değişik kaynaktan gelen ve dolayısıyla
toplumsal kökenleri karışık olan kişilere verildiği için, tımar beyleri arasında hiçbir zaman bir
sınıf beraberliği oluşmamıştı ve bağımsız bir sınıf bilinci gelişememişti. Dolayısıyla, Batı
feodalitesindeki “soyluluk” geleneğinin esamesi bile okunmaz Osmanlı despotizminde!
Görüleceği üzere, yukarıda karşılaştırmaya çalıştığımız Batı feodalitesi ile Osmanlı
despotizmi arasında, zorlanırsa birtakım “benzerlikler” bulunabilir pekâlâ. Ama böyledir diye,
bu iki sistem arasındaki temel tarihsel farklılığı göz ardı ederek, onların “aynı” ya da “özdeş”
sistemler olduğunu (yani her ikisinin de feodalizm olduğunu) iddia etmek saçmalıktan öte bir
şey olmaz.
Peki ama, Osmanlı’nın “klasik toprak düzeni” 17. yüzyılda esaslı bir değişikliğe uğradığına,
hatta tasfiye olduğuna göre, acaba toprak üzerindeki ilişkilerin bu tarihten sonraki durumu
ne olmuştur? Ya da soruyu bir başka biçimde soralım: 17. yüzyıldaki değişiklikten sonra,
Osmanlı’nın toprak düzeninde ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik oluşumların, Batı
feodalitesine kıyasla durumları nedir? Bu yeni oluşumlar daha çok feodal kurumlara mı
benziyordu, yoksa başka bir şeye mi? Bu soruların yanıtları, klasik toprak düzeni değiştikten
sonraki Osmanlı toplum yapısına bakılarak verilebilir ancak. Şimdi de onu yapmaya
çalışalım.
--------------------------------------------------------------------------------
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, aktaran: D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, c.1, Cem Y., 1973,
s.65
[2] Niyazi Berkes, “Azgelişmişliğin Tarihsel Nedenleri”, Yön Dergisi, 21 Ekim ve 18 Kasım
1966, Aktaran: D. Avcıoğlu, age, s.71-72
[3] K. Marx- F. Engels, Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Sol Y., 1992, s.287
[4] N. Berkes, age, s.345
--------------------------------------------------------------------------------
--------------------------------------------------------------------------------
www.solplatform.org