Professional Documents
Culture Documents
(Baskin Oran)
Kürtçe'nin radyo tv'lerde yayini için yasal süreçte sonuç: Yasa çikali iki yil oldu, yayin
daha resmen baslayamadi. AB yetkilileri Güneydogu'da teftiste. Dil kurslari? Kürtçe ders
için dilekçe veren üniversite ögrencileri cezalandirildi. Sistem direniyor.
1920-30'larin Kemalizminden sonra Türkiye'nin yasadigi ikinci modernlestirme tsunamisi
olan AB Uyum Paketlerini saydim. Subat 2002'den bu yana çikartilan 7 paketin 5'i insan
ve azinlik haklariyla ilgili hükümler tasiyor. Sayim sonucu söyle:
1) "Türk Vatandaslarinin Geleneksel Olarak Kullandiklari Çesitli Diller ve Lehçeler"in
(yani, Kürtçe'nin) özel kurslarda ögretilmesi konusu 2 kere;
2) Radyo-tv'lerde yayini konusu 3 kere;
3) Gayrimüslim vakif mallari konusu 3 kere düzenlenmis. Yani, "Benim oglum bina okur,
döner döner yine okur" hesabi.
Neden? Çünkü hükümet yasa çikartiyor, yasa uygulanmiyor, hükümet bir daha çikartiyor
ayni seyi. Bunlardan ikisinin sürecini oturup sizin için özetledim ki, bu içler bayiltici traji-
komik rezaleti bir kenara yazasiniz. Yarin torunlariniza anlatirsiniz.
Radyo ve tv'lerden yayin
"Yasak dillerde yayin yapma yasagi" Mart 2002'de çikartilan Ikinci Paket sonucu Basin
Kanunundan kaldirildi.
Bunun üzerine bürokrasi "Yabanci Dilde Egitim ve Ögretim Kanunu" (YDEÖK) ile "Radyo
ve Televizyon Kurumlari Kurulus ve Yayin Kanunu"ndaki (RTKKYK) yasaklari devreye
soktu. TRT, önce, Kürtçe yayin yapamayacagini bildirdi (Milliyet, 16.10.2002). Sonra, bir
yandan bu konuda hazirlik yaptigini söylerken, birde ortaya çikti ki, yönetmeligin iptali
için Danistay'a gizlice dava açmis (Radikal, 16.06.2003).
Bunun üzerine hükümet 03 Agustos 2002'de Üçüncü Paket'i çikardi ve YDEÖK'daki
yasaklari kaldirdi. Bunun üzerine bürokrasi "Yalnizca TRT'de yayin yapilabilir" yorumunu
getirip, hiç olmazsa özel radyo ve tv'leri dislamayi denedi. Nasil olsa "özerk" TRT de
direnmekteydi. Bunun üzerine hükümet 19 Haziran 2003'te Altinci Paket'i çikardi ve
RTKKYK'da yaptigi degisiklikle özel kuruluslarin da yayin yapabilmesini sagladi. Bunun
üzerine bürokrasi bir yönetmelik çikardi ve su sinirlamalari getirdi: Yerel radyo ve tv'ler
yayin yapamaz, çocuklara yönelik olamaz, dil ögretilemez, her programda bire bir Türkçe
altyazi veya çeviri sarttir, radyolar günde 60 dakikayi tv'ler ise 45 dakikayi asamaz
(Radikal, 26.01.2004).
Sonuç: Yasa çikali iki yil oldu, yayin daha resmen baslayamadi. AB yetkilileri
Güneydogu'da teftiste...
Dil kurslari
Bu, çok daha traji-komik. Kurs sahibi valilige dilekçe veriyor, valilik "Bakanliga soracagiz
böyle bir yasa var mi" diyor; oysa kurs sahibi ihtiyaten Resmî Gazete'nin fotokopisini de
vermis (Radikal 22.09.2003). Sonra, kursun adina itiraz ediliyor "Özel Urfa Kürt Dili
Lehçeleri Ögretim Merkezi" yerine "Özel Urfa Mahalli Lehçe Dil Kursu" olmasi isteniyor
(Radikal, 09.06.2003). Sonra, "Bu Ingilizce kursu binasinda olmaz, baska bina ve müdür
ve sekreter tut" deniyor. Bunu asmak için hükümet 30 Temmuz 2003'te Yedinci Paket'i
çikartiyor ve mevcut kurslarda egitimi mümkün kiliyor.
Arkasindan, "Yangin merdiveni yok" deniyor. "Ruhsatimizda var" deyince, "O eski kursun
ruhsati, yeniden alacaksiniz" deniyor. O asiliyor, arkasindan "Binanin rölövesini getir"
deniyor. Rölöve her neyse o aranip bulunuyor, arkasindan "Bu kapilar 85 cm, oysa 90
cm olmasi lazim" deniyor (Milliyet, 18.10.2003). O da yapiliyor, "Ögretmenlerin niteligi
tutmuyor" deniyor. Çünkü ne dilde ders vereceksen o dilde lisans ögretimi lazim. Kurs
sahibi "Türkiye'de Kürtçe lisansi verilmiyor ki; disaridan getirtelim" diyor. "Olmaz, TC
vatandasi olmasi gerek" deniyor. Nihayet yayin yönetmeligi 25.01,2004'te yayinlanip
Batman'da ilk kurs açilabildiginde, bu sefer de "Adinda 'lehçe' ibaresi yok" diye faaliyete
geçmesi önleniyor (Milliyet, 18.01.2004).
Bu arada, Kürtçe dersi için dilekçe veren 10.538 üniversite ögrencisinden 3621'i
gözaltina aliniyor, 533'ü tutuklaniyor, 446'sina "yasadisi örgüte yataklik"tan dava açiliyor,
15'ine üç yila kadar hapis veriliyor (Cumhuriyet, 15.08.2002). Dicle Üniversitesinden 7
ögrenci ise "dilekçe vermeye tesebbüs"den uzaklastirma cezasi aliyor (Radikal,
30,08.2002).
Sistem direniyor. Direniyor, çünkü Sevr Paranoyasi daglari bekliyor.
Daglar da, bütün bunlarin sonunda oralara tekrar çikmasi muhtemel Kürtleri...
Ulus denilen sey iki türlü insa edilir: Kan esasi, toprak esasi. Ülkede çok sayida
etnik/dinsel grup varsa, ikincisinden baska çare yoktur. Bu durumda, ülkenin üst-
kimliginin adi, bütün bu alt-kimlikleri kucaklayabilmek için hepsinden baska türlü seçilir.
Önce, hayattaki en saygideger insanlarin basinda gelen Ahmet Isvan'in, telefonda
anlattigi öykü:
"Annemin amcasi Sâti bey, tam adiyla Sâti El Husrî, o zamanin çok önemli bir egitimcisi
imis. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal çagirmis. Maarif Vekaletinde
kendisiyle çalismak istedigini söylemis. Yani, Milli Egitim Bakanligi öneriyor. Sâti bey,
söyle cevap vermis:
Efendim ben Arap'im. Biz Osmanli iken bize yer vardi. Simdi siz bir Türk Devleti
kurdunuz. Bana yer kalmadi. Müsaade ederseniz, ben kendi memleketime gidecegim.
Ve Sâti be, kalkip ilkin Irak'a, sonra Misir'a, sonra yine Irak'a gitmis. Her gittigi yerde
dislanmis. Sonunda Irak'ta ölmüs..."
Bu öykünün, hazinligini artiran ayrintilari ve devami var ama, bir baska gün. Sanirim
anlasilmistir.
***
Siz bana bakmayin. Yukaridaki son cümleden pek emin degilim. Çünkü bugün, kafasi iyi
çalisan bir sinif arkadasimin köse yazisi internetten geldi.Sevr paranoyasinin paranoya
falan olmadigini döne döne yaziyor ve bu ülkeyi "parçalatmayacaklarini" söylüyor. Onun
için, izin verirseniz bir daha anlatayim.
Benimle iliskiyi 25 yildir hiç kesmemis ve her gittigi yerden yazmis bir ögrencimin
Cezayir'den yolladigi elektronik postayla baslayalim:
"Sevgili Hocam, Sevgili Abim,
(...) 1975'te Kibris'a 16 yasimda ilk gidisimde bana 'Sen Türkiyeli misin?' diye
sormuslardi. Ilk defa orada duymustum. Bir de, 30 yil sonra. Daha önce size
söylemistim: Cezayir'de (Algerie) Arap, Berber, Tuareg, Mozabit vs. degisik gruplardan
insanlar yasiyor. Bir Berber 'Je suis Arabe' demiyor ama 'Je suis Algerien' diyebiliyor. O
zaman tabii ki bir Kürt 'Ben Türk'üm' diyemez; Türk bir irkin adi. Türkiye vatandasiyim ya
da Türkiyeliyim diyebilir gururunu incitmeden. Zaten dedirtmedik de ne oldu? Adamlar
dalga geçerek 'TC'liyim' demeye basladi.(...)"
***
Acaba bu sefer anlatabilmis miyimdir? Ne olur ne olmaz, biraz daha yazayim.
Ulus denilen sey iki türlü insa edilir: Kan esasi, toprak esasi. Eger ülkede çok sayida
etnik/dinsel grup varsa, ki Türkiye böyledir, ikincisinden baska çare yoktur. Bu durumda,
ülkenin üst-kimliginin (devlet tarafindan vatandasa biçilen kimligin) adi, bütün bu alt-
kimlikleri (vatandasin kendine biçtigi kimligi) kucaklayabilmek için, bütün bunlarin
adlarindan farkli bir ad olarak seçilir. Yoksa, bunlardan üstün olaninin adi üst-kimlik ilan
edilip sonra da "Bu ad herkesi temsil ediyor" denemez. Ama Türkiye'de deniyor!
Iran, Fransa, Britanya, Ispanya... Bunlarda, sirayla: Iran, Frank, Breton, Ispanyol diye bir
alt-kimlik bulunmaz. Birincisinde Farslar, Azeriler, Kürtler, Beluciler vs. vardir. Ikincisinde
Korsikalilar, Bretonlar, Oksitanlar, vs. vardir. Üçüncüsünde Iskoçlar, Ingilizler, Galliler,
Irlandalilar vardir. Dördüncüsünde Katalanlar, Basklar, Andaluzyalilar, Kastilyalilar vs.
vardir. Yani, bütün bu ülkelerde alt-kimlikler ile üst-kimligin adi tamamen farklidir.
"Türkiyeli"yi bir türlü benimseyemeyenlerin itirazlari sunlar:
1) "Türkiyeli, Türk'ten gelir, yani meseleyi çözmez": Bunu en çok milliyetçi Kürtler
söylüyor; "Anadolu Cumhuriyeti" öneriyorlar. Trakya'yi ne yapacaksin? Üstelik, bu
ülkenin adini Türkler koymadi. Kimi ülkeler "disaridan" adlandirilir. Türkiye'nin adi da
Venedikliler tarafindan verildi: Turchia. Zaten, ilk basta devletin adi da buydu: Turkiya
Cumhuriyeti. "Türk" adi da Çinliler tarafindan verilmisti: Törük. Sevr metninde 20 kere
"Osmanli Imparatorlugu", 200 kere "Türkiye" geçer, biliyor muydunuz?
2) "Bu bizi parçalar": Tam tersine. Asil, "Türk" parçaliyor. Türk etnik kimliginden
olmayanlari yabancilastiriyor. "Ben Türk'üm" demeyen insanlar nasil "Türk" üst-
kimliginde birlesir?
3) "Türk üstünlügünden vazgeçilemez": En samimi olanlar, bunlar. Tabii, en cahil olanlar
da...
4) "Bir sey fark etmeyecektir": Etmeyecek olur mu? Bu ülkede tüm etnik ve tüm dinsel
gruplari kucaklayan bu terim hiçbirinin digerinden önde olmadigini ilan ediyor. Yalnizca
üzerinde yasanilan topraga gönderme yapiyor. Bundan daha kucaklayici ve nesnel
simge olur mu?
***
"Kafam karisti". Çok iyi; karissin. Hiç karismamis olup da kendinden emin kafa, sadece
maganda kafasidir.
"Türkiyeliye alisamiyorum". Kolay degil. Yastigini degistirdiginde bile alismak zordur.
Kolay degil, 1920'lerden beri her önemli sorunu (Kürt, Rüsvet, Tehcir, Yolsuzluk, Alevi
vs.) sürekli halinin altina süpürdük. Doldu. Koktu. "Koktu" diyenleri vatan haini yapmak
artik halletmiyor. AB'den de neferet ediyoruz, çünkü bu çöpleri çikartip atmamizi sart
kosan o.
Ama artik, Yeni Safak'ta Bayramoglu'nun dedigi gibi, "Cin Siseden Çikti". Artik Türkiye
bunlari mecburen düsünecek. Bugün "Lozan'i elestiriyor, demek ki Sevr'i istiyor"
buyuranlar 15 yil önce de "Amerika gitsin de Rusya mi gelsin?" diyordu; bunlar biraz zor
ögrenir. Ama insan olan degisecek; hiç kendinizi üzmeyin.
-ELEFTEROTIPIA:
Elefterotipia gazetesinin 24 Aralik 2004 tarihli sayisinda,Simeon Soltaridis'in Prof. Baskin
Oran ile yaptigi mülakat:(Hocam sagolsun asil metni gönderme inceligi
gösterdi.Tesekkürler Baskin Oran Hocam.)
1.Türkiyenin , bugün, demokrasi açisindan yeri nedir?
Türkiye, AB’ye girmek isteme süreci sirasinda, çok büyük bir hizla çogulcu demokrasiye
dogru gidiyor. Burada “çogulcu” kelimesine dikkat göstermek lazim, çünkü Türkiye
1950’den beri demokrasi.Ama altkimliklere saygi anlaminda demokrasinin 20yy sonu
anlamindan söz edebilmek için bugünleri beklemek gerekti.
Diger yandan, Türkiye’nin bu demokrasi anlayisi açisindan katetmesi gereken bir hayli
yol bulunuyor. Çünkü AB’nin zoruyla çikarilan yasalarin gerektigi gibi uygalanabilmesi,
ancak, insanlarin zihniyetinin degismesiyle mümkün ve bu zihniyeti degistirmek yasalari
degistirmek kadar kolay degil.
Unutmamak lazim: Türkiye, B.Avrupa’nin yaklasik 400-500 yilda katettigi mesafeyi
yaklasik 70-80 yil içinde aldi. Bunun yarattigi muazzam sorunlar var.
2.Bazi çevreler demokrasiyi ve Atatürkçülügü kendi cikarlari acisindan anlattiyorlar. Bu
anlatis olumsuz degerlere va tarza yonlendiriyor.Bir demokrasi korkusu goruluyor.
Türkiye, AB’nin zoruyla da olsa, yasamindaki ikinci Yukaridan Devrim’I yapiyor.
Hukukunu degistirme yoluyla toplumunu ve devletini degistirmeye çabaliyor. Bu da,
dogal olarak, Asagidan bir tepkiyle karsilasiyor. Birinci Yukaridan Devrimi yaptigi
1920’lerde de karsilasmisti.
Tabii, bu tepkiyi verenlerin hepsi korkudan yani samimi olarak vermiyor. Bir kismi da
ayricaliklarini yitirmemek için direniyor.
Diger yandan, unutmamak lazim ki, Türkiye 15 yil boyunca gerçek bir iç savas yasadi ve
bu biteli daha on yil olmadi.
3.Bazi cevreler devamli “Turkiyenin bolunmesini” istediklerini vurguluyorlar. Hele hele
azinliklarin Turkiye ye karsi calistiklarini soyluyorlar. Bu tutumlari nerden kaynaklaniyor
Sevr Paranoyasindan. Yukarida sözünü ettigimiz korkudan. Unutmamak lazim ki
Osmanli’da azinliklar 19.yüzyildan itibaren imparatorlugun önce içislerine karismak sonra
da parçalanmasi için Batili büyük devletler tarafindan kullanildilar.
Tabii, bu kullanma durumunu bizzat imparatorluk tahrik etti, çünkü özellikle Dogudaki
Ermeniler konusunda reform yapmayi bir türlü kabul etmedi. Ama sebebi ne olursa
olsun, böyle bir kullanma ve müdahale etme durumu vardi. Türkiye’de azinlik deyince
hemen bu akla geliyor.
4.Bugun Turkiye’ de “azinlik” kelimesi zitlik getiriyor, olumsuz atmosfer yaratiyor. Neden
AB’nin azinlik tanimi ile Türkiye’de azinlik deyince anlasilan tamamen ilgisiz. AB azinlik
deyince sunu kastediyor: „Dominant olmamak sartiyla, çogunluktan farkli olan ve bu
farkliligini kimliginin vazgeçilmez unsuru sayan kisi ve grup„. Çünkü dünyada azinligin
tanimi artik böyle.
Oysa, Türkiye’de azinlik deyince derhal ve sadece gayrimüslimler akla geliyor. Çünkü
1454’ten beri uygulanan ve 1839’da kaldirilmis olmakla birlikte uygulamada henüz
unutulmamis olan Millet Sistemi böyle icap ettiriyor. Bu sistemde gayrimüslimler ikinci
sinif vatandas idi. Ayrica, yukarida da söyledigim gibi, gayrimüslimler Batili büyük
devletler tarafindan imparatorlugu zayiflatmak için kullanilmislardi ve dolayisiyla „bölücü“
faktör idiler. Simdi de azinlik deyince hemen bu iki sey akla geliyor: „Ikinci sinif vatandas
ve bölücü faktör“.
Diger yandan, AB’nin “Azinlik haklari” dedigi zaman anladigi ile Türkiye’de anlasilan da
taban tabana zit. AB bunu dedigi zaman sunu anliyor: “Dominant olmayanlarin da,
dominant olanlarla tamamen ayni haklara sahip olmasi“. Oysa Türkiye’de hemen
gayrimüslimler ve Lozan akla geldigi için, çogunlugun sahip olmadigin pozitif haklar akla
geliyor ve bu da “Azinlik Statüsü“ demek. Grup haklari demek. Buradan kalkarak da, Bati
müdahalesi demek.
Oysa, azinlik kavrami ile azinlik haklari ve statüsü tamamen farkli seylerdir. Azinligin olup
olmadigi bir ülkeye sorulmaz; farkli insanlar varsa vardir yoksa yoktur. Ama azinlik
haklari ve özellikle de statüsü vermek devletin bilecegi istir. Türkiye’de bu anlasilmiyor.
5.Turk solun bazi kesimleri bile Turkiye de azinliklarin olmadigini soyluyorlar.
Onu birak, bizzat Kürtler ve Aleviler kendilerinden azinlik olarak bahsedildigi zaman
siddetli tepki gösteriyorlar. Sebebi, yukarida izah edilen ikinci sinif vatandas ve bölücü
faktör anlayisi.
6.Bazi cevreler “Sevr sendromunu” yasiyorlar. Neden.
Daha önce yazdim.
7.Yazmis oldugunuz azinlik raporu ile Turkiyede alt ust olunmus. Halbuki gercekleri
yansitiniz.
Gerçekler her ülkede ve her zaman rahatsiz eder. Burada da etti. Üstelik, bu devletin
resmî bir kurumunun raporuydu. Diger yandan, AB Ilerleme Raporuyla hiç ilgisi olmadigi
halde, o raporla paralellikler gösteriyordu ve 17 Aralik sürecinde yayinlanmisti.
Dahasi, Türkiye’de üstkimligin degistirilmesini önermek, Lozan’in eksik-yanlis
uygulandigini söylemek, anayasanin degistirilmesi teklif dahi edilmesi mümkün olmayan
maddelerinin degistirilmesini teklif etmek gibi seyler yapiyordu. Tepki almasi normaldir.
Degil üstkimligini, yastigini bile degistirsen iki gün uyuyamazsin.
8.Eger yazdiginiz gerceklere Ankara birkac sene evvel duyarlilik gosterseydi bugun
Avrupa yolunda belki daha degisik yollar uzerinde yurur du.
Evet ama, halamin da „sakallari“ olsaydi amcam olurdu.
9.Bu gercekleri bilmelerine ragmen Ankarada niye bu yolu takip ediyorlar.
10.Niye bu yolu , halki korkutarak, egitim vasitasi ile baska degerler uzerine egitimi
yurutuler.
11.Niye “ust kimligi” ve “alt kimligi” kulandilar.
12.Yazmis oldugunuz raporda Rum azinligi na karsi yapilan olumsuzluklari yazdiniz. Bu
bir reform niteligindedir. Tabi yazinizdan sonra asiri milliyetci kesim , burokrasi ve
genelde “derin devlet” size karsi tavir almis.Neden.
Ben belli bir azinligin sorunlarini degil, Türkiye’nin sorunlarini yazdim. Bu arada Rum
azinligi da. Azinliklarin durumunun düzeltilmesi Türkiye’nin durumunun düzeltilmesidir.
13.Raporla ,bazilari, “milli birlik dinamitleniyor” dediler, bazilari sizleri mahkemeye
goturduler, hukumet ise Insan Haklari Baskanligi yerine ozerk kurul olusturuyor. Bu
gorusler Turkiyeyi geriye ve Avrupanin disina goturuyor.
Mahkemeye vermediler. Savciliga „vatan hainligi yapiliyor“ diye suç duyurusunda
bulundular. Böyle seyler her yerde olur. Mesela Yunanistan’da da Bati Trakya azinliginin
durumu bir tabudur ve bugün bile bu azinligin Türk oldugunu söylemek birçok çevrede
vatan hainligi suçlamalarinin yapilmasina yol açar.
Aydinlar, toplumlarindan daima birkaç on yil öndedir. Dolayisiyla, bu tür suçlamalar
normaldir.
14.Rum vakiflari, Patrigin ekumeniklik sifati, Rum egitimi, Heybeliadanin acilmasi v.s
Rum azinligin problemleridir. Nasil cozulebilirler.
Türkiye AB sürecine girince bunlar teker teker ve büyük kolaylikla çözülecek.
Heybeliada’nin açilamasi bunlarin basinda gelecek.
Türkiye’deki Sevr Paranoyasi hem yükseliyor, hem de kayboluyor. Çünkü Kürtlerin dil
kursa açabilmesi, Kürtçe kaset satilmasi, TV’de yayin yapilmasi, vs. hep Türkiye’yi
parçalayacaktir korkusuyla engellendi. Kürtçe kasetler satiliyor, dil kurslari açildi, TV’de
yayinlar yapiliyor, ama Türkiye parçalanmadi. Bütün bunlari anlamak zaman aliyor, ama
anlasiliyor. AB sürecine girse, Türkiye’de bu anlama olayi müthis kolaylasacak.
15.Ekumenik siyasi degil bir tarihi ve dini unvan dir. Ankara niye Kabul etmiyor. “Boykot
genelgesini” nasil yorumluyorsunuz.
Yine Sevr Paranoyasi. Bunun yani sira, cehalet : Ortodoks ilahiyatini bilmiyor kimse.
Katolikligin çok tersi bir durum oldugu, merkezilesmenin bulunmadigini bilmiyor.
Bir de, tabii, kabul etmek lazim ki burada da tarihsel kötü anilar devreye giriyor : 1918
mütarekesinde Fener Türkiye aleyhine çok ciddi faaliyette bulundu. Bunu unutmak
kimileri için zor oluyor.
16.Heybeli ada Ruhban Okulunu hangi cevreler ve niye actirmiyorlar.
Ayni sey.
17.Nasil olur bir okul koskoca bir devlete karsi tavir alabilir. Sizce okulun acilmasi
Turkiyenin demokratilesme yolunda bir adimin atildigi denilebilirmi.
Tabii ki öyle. Fakat yine kabul etmek lazim ki AKP, imam hatiplerin kapatilmasi için
bastirildigi bir dönemde Ortodoks okulu açmakta zorlaniyor. Yoksa, bunun için hazirlik
yapildigini biliyoruz .
Ayni sey, Ermenistan’a açilacak sinir kapisi için de söz konusu.
18.Devamli yeni vakif kanunlari cikiyor. Bu kanunlarla Rum azinligindan alinan vakiflarin
geri alacagini bekleniyordu. Yok geri verilsin, bu gunlerde Buyukada yetimhanesi
alinmis, Balikli Rum Hastanesine buyuk vergi koyulmus, Rum kliselerinden Elektrik icin
eski yillardan simdiye kadar olan borclari iteniliyor ve veremedikleri zaman elektrigi
kesiliyor (bak. Kurucesme Ay Dimitri Klisesi) v.s. Bunlar hepsi VGM nin Rum cemaatin
Vakiflarina mudahalesidir .Bu durumu Nasil yorumluyorsunuz
Bunun sadece Rumlarla ilgisi yok. Gayrimüslimlerle var. Derin Devlet, Vakiflar Genel
Müdürlügünü kullanarak Türkiye’nin demokrasiye gidisini baltalamaya çalisiyor ve
bunlari yapiyor. Umuyor ki, bu baskilara Yunanistan da Bati Trakya’da parallel baskilar
yapar ve kavga büyür, ayrica AB büyük gürültü koparir. Umarim Yunanistan ve AB akilli
davranir ve Derin Devletin oyununa gelmez, çünkü bu baskilari Türkiye aydinlari
önlemek için ortaya atiliyorlar; bu sorun onlar tarafindan halledilecek. Üstelik, Hükümet
de istemiyor, özellikle Disisleri de saçini basini yoluyor.
Türkiye’de üst kimligin “Türkiyeli” olmasi gerektigini söylerken, su andaki üst kimligin
“Türk” oldugunu söylemistik ya, sok yaratmasin diye öyle söylemistik. Çünkü aslinda üst
kimligimiz “Lâhasümüt”tür: Laik Hanefi Sünni Müslüman Türk!
Ben söylemedim; Yargitay Baskan Vekili Osman Sirin söyledi. Türk Ceza Kanununun
“Kisinin dinsel inanç, düsünce ve kanaatini yaymasini men etme suçu”nun 1-3 yil ceza
gerektirdigini söyleyen 115. maddesinin, “Yüzde 98’i Müslüman olan bu ülkede sadece
diger dinlerin misyonerlerine yaradigi ve bunlara saglanacak kolayligin ülke düzeninin
bozulmasina neden olacagi” gerekçesiyle degistirilmesini istedi (Birgün, 06.01.2005) .
Yani, gayrimüslim sayisi 100.000’in altinda olan 70.000.000’luk Laik Türkiye’de Islam
propagandasi serbest, Hiristiyan propagandasi yasaktir diye yasa çikacak.
***
Ilginç memleket. Tarihine müthis düskün insanlarimiz tarihini bilmiyor:
Bu ülkede Protestan misyoner faaliyetinden, daima ve en fazla, yerlesik Hiristiyanlar yani
Rumlar ve Ermeniler (özellikle de ikinciler) nefret etti. Nedeni basit: cemaatleri Amerikali
misyonerler tarafindan resmen çaliniyordu. Müslümanlari Protestan yapmak mümkün
degildi ama, 19. yüzyil sonundaki kaosta Kürt ve Çerkez çetelerinin inim inim inlettigi
Dogu Ermenilerini yapmak kolaydi.
Ama ne gam. Bugün kendilerine “milliyetçi” diyenler, ülkede toplam 1473 kisi kalan
Rumlarin her yil yapageldigi “Suya haç atma” inanç törenini bu yil karadan ve denizden
Mehter Marsiyla bastilar. Gerekçeleri: Türkiye’yi Hiristiyanliktan kurtarmak.
Kendilerine “solcu” diyenler, ruhsat verilmedigi için birkaç apartmanin alt katina açilan
Hiristiyan ibadet yerini basiyorlar.Gerekçeleri: Türkiye’yi emperyalizmden kurtarmak.
Kendilerine “sosyal demokrat” diyenler, bugüne kadarki misyoner çabalarinin yarattigi
1500-5000 Protestan’in Türkiye’yi bölünmeye götürdügüne yürekten inaniyorlar.
Gerekçeleri: Türkiye’yi yabanci boyundurugundan kurtarmak.
Bugün, herhangi bir ülkede, bu kadar büyük bir çogunlugun (1’e 700) bu kadar küçük bir
azinliktan korktuguna bir örnek daha var midir, ben duymadim.
***
Bu toplumsal histerianin nedenleri açik: Hernekadar kökleri 1839’a dayanacak kadar
eskiyse de, disaridan ithal demokratiklesmenin (Batililasmanin) içte yarattigi tepki. Bir de,
Osmanli’da ve Türkiye’de, küresellesmeye rastlamasi yüzünden, Batililasma’nin her
zaman Fukaralasma’yla senkronize yürümüs olmasinin yarattigi korku.
Yalniz, bu sefer bir farkla: Bugüne kadar tepkiyi gösterenler hep alt siniflardi; bugünse
orta siniflar: Küçük burjuvazinin okumus kanadinin, statüsünü yitirmek korkusundan
gelen reaksiyonu.
Evrensel bir reaksiyondur: AB’deki küçük burjuva da ayni tepkiyi yabanci (Müslüman)
isçilere gösteriyor. Ama, biz onun adina “yabanci düsmanligi” diyoruz. Hani,
Karadenizlinin biri ötekine övünürmüs: “Bizim kiz sekreter oldu. Patronu çok memnun.
Durmadan maasini artiriyor, her seyahate götürüyor, hediyeler aliyor”. Öteki dinlemis
dinlemis: “Benimki de o biçim oldu ama, ben senin kadar güzel anlatameyrum” demis; o
hesap.
***
Burada analizlere dalmak yerine, sonuç belirtmek daha önemli:
Türkiye’de, bütün iddialarimizin aksine, ne laiklik var ne de din ve inanç özgürlügü.
Devlet, hep din tercihi yapageldi: Devleti denetim altina alma konusunda asil tehlike
olabilecek yüzde 99’un inanci Islam’in hoparlörlü apartman-camilerine izin veriyor, 1500-
5000 kisinin çansiz apartman-kiliselerine vermiyor. Oysa, Hanefi Sünni Müslümanlik bu
ülkede tek basina egemen olmamis olsa, devletin laik tutumu aynen B.Avrupa’da oldugu
gibi kolaylasacak: Orada laikligin güçlü olmasinin iki nedeninden birincisi burjuvazinin
güçlü olmasi ise, ikincisi de, Katolikligin tek inanç olmamasi idi.
Din alaninda çifte bir çifte standart var: 1) Islam’in propagandasini devlet ve toplum
katinda alabildigine tesvik ediyor, baska dinlerinkini yasakliyoruz. Oysa; kamu sagligina
ve ahlakina aykiri düsmeyen hiçbir inancin/düsüncenin yasaklanmasi düsünülemez. 2)
Avrupa’daki isçilerimizin durmadan cami yapmalarini ve mal almalarini alkisliyoruz,
yabancilar bizde yapinca/alinca “Türkiye parçalaniyor/satiliyor” diyoruz. Türkiye
Arastirmalar Merkezine göre, Almanya’da mal sahibi Türkiyeli sayisi: 195.000.
Yabancilarin tasinmaz almasina izin çiktiktan sonra Türkiye’de mal sahibi Alman sayisi:
166. (Hürriyet, 11.01.2005).
Ve, isin ilginç tarafi, bütün bunlardan hiç rahatsizlik duymuyoruz.
***
Basladigimiz gibi, Yüce Yargitay’la bitirelim: Sayin Baskan Vekilinin “sadece Islam
propagandasi yapilsin” demesi acayip degil. Yargitay’in çizgisine tamamen uygun:
“Türk degillerdir” gerekçesiyle, Hukuk Genel Kurulu, Rum vakfinin mal edinmesini
08.05.1974 tarihinde 505 sayili karariyla yasakladi ve bu zincirleme gitti.
Eger o tarihten beri AB Uyum Yasalari çikti diyorsaniz, 29.09.2004 tarihinde 1. Hukuk
Dairesi, 9589 sayili karariyla, Ermeni vakfinin tapulu binasinin tapusunu iptal etmeyi
reddeden mahkeme kararini bozdu. Sebep: Vakif, tapulu malini tekrar tapuya
kaydettirmek için basvuru yapmamisti. (Anlamadiysaniz üzülmeyin, sizde bisey yok).
Sonra; bu ülke laiktir, bu ülkede adalet var, bu ülkede din ve inanç özgürlügü var, bu
ülkede ayrimcilik yok demeyelim.
Lâhasümütlük var bekardesim, diyelim, Lâhasümütlük...
Birincisini söyleyenin, kaçinilmaz olarak ikincisini söyleyecegini nihayet anlamak için pek
tatsiz bir firsat çikmis bulunuyor:
Bati Trakya’daki Iskeçe Türk Birligi (ITB) adli dernek, adinda “Türk” sifatini tasidigi için
sonunda Yunan Yargitayi tarafindan kapatildi. Gerekçe: “Lozan’da Türkler degil,
Müslümanlar denmektedir. ‘Türk’ kelimesi Lozan’a aykiridir. Tüzügünde ‘Atatürk
ilkelerine baglilik’tan söz eden dernek, yabanci bir devletin emellerine hizmet
etmektedir”.
Bu saçmasapan karar, her iki taraftaki insan haklari (IH) savunucularini çok üzdü. Ama
Yunanistan’daki milliyetçileri çok sevindirdi.
Türkiye’deki milliyetçileri de. Anlatayim.
***
Yunanistan’daki milliyetçiler, Bati Trakya Müslüman Türk Azinliginin ülkeyi parçalamak
ve bölgeyi Türkiye’ye baglamak istedigine hep iddia ettiler. Ne zaman Türkiye’de Rum
azinliga baski olduysa, çok sevindiler çünkü kendi yaptiklari baskilar mesrulasmis
oluyordu. Nitekim, 1995’den önce B.Trakya’da durum tam bir rezaletti (Bkz. Türk-Yunan
Iliskilerinde Bati Trakya kitabim).
Bu tarihten sonra, AB’ye tam entegre olmaya kararli Simitis-Papandreu yönetimi ciddi
iyilesmeler getirdi: Araç ehliyeti alma sorunu kalmadi, vatandasliktan atmaya yarayan
irkçi 19. madde kaldirildi, Türkiye’den gelen kitaplarin dagitimi ve ögretmen atamalari
basladi, azinliga üniversiteye giriste özel kontenjan tanindi, çok sayida Türkçe FM radyo
açildi, “dönüsü olmayan pasaport” uygulamasi kaldirildi, üniversiteyi Türkiye’de
okumuslara denklik verilmeye baslandi, Yasak Bölge yasagi çok hafifletildi,
kamulastirmalar fiilen durdu. En önemlisi de, ev-arazi alma ve onarim yasagi tarihe
karisti.
Bu arada, Bati Trakya azinligi da katiyen asimile olmaya degil ama, entegre olmaya
basladi. Çünkü azinlik bilincini besleyen baskilar azalmisti. Ülkesine isindi. Türkiye’ye
göçmesi çok azaldi.
Bunlar yapilirken, Kilise basta olmak üzere Yunan milliyetçileri ülkenin satildigini ilan
ettiler. Nitekim, Yargitay raportörü, raporunda kapatmanin reddini istedigi zaman,
hiddetten boguluyorlardi. Neyse ki Genel Kurul kapatma karari verdi de, rahatladilar.
Oysa simdi, milliyetçi Yunan Yargitayi ITB’yi kapatinca, Müslüman Türk azinlik AIHM’ye
basvuracak. Kendi ülkesinde bulamadigi adaleti oradan saglayacak. Yunanistan tokat
yiyecek.
Ama, isin daha ilginç bir yönü var: Türkiye’deki milliyetçiler de bayram yapiyor. Çünkü
vatandasimiz olan azinliklarin Türkiye’yi satmak istediklerine eminler ve bunlara
yapilacak baskilar için gerekçe dogdu! (Bu baglamda “Milliyetçi” derken, kendisine
“Kemalist” diyen bazilarini da terimin içine katiyorum; onu da anlatacagim).
***
Bizim milliyetçiler, zaten, AB süreci ciddilestiginden beri kendilerini üç seye adamislardi:
1) AB’ye vurmak için, “anti-emperyalizm” adi altinda, Yabanci Düsmanligi yapmak
(“Yabancilarin tasinmaz alabilmeleri, ulusal egemenligimizin sonudur!”);
2) Din yaymanin ulusal birligi parçalamak anlamina geldigini kesfetmek (Yargitay Baskan
Vekili Osman Sirin: “Kisinin dinsel inanç, düsünce ve kanaatini yaymasini cezalandiran
TCK md.115 sadece misyonerlere yaramaktadir, ülke düzeni bozulmaktadir, madde
degistirilmelidir”);
3) Bir avuç kalmis (Rumlar: 1473 kisi) kendi azinlik vatandaslarimiza saldirmak, dinsel
özgürlüklerini engellemek (Ciddi devlet adami izlenimi birakmis D.Bahçeli: “Haliç’ten haç
çikarmak, Istanbul’u Konstantinopolis yapmak istemektir” Hürriyet, 16.1.05)
***
Iste, bu B.Trakya haberi üzerine, Türkiye’de bir dernek büyük firsat yakaladi. Derhal TC
Içisleri Bakanligina basvurdu: “Lozan’da Rumlardan degil, gayrimüslimlerden
bahsedilmektedir. Mukabele bilmisil esaslarina göre, Türkiye’de Rum ve benzeri isimler
tasiyan dernek ve vakiflar kapatilmalidir” (Hürriyetim, 19.1.05).
Deveye boynun egri demisler, nerem dogru demis:
1) Mukabele bilmisil (“karsiliklilik”), IH alaninda islemez (Viyana Antlasmalar Hukuku
Sözlesmesi, md.60/5).
2) Rum terimi “Rum Ortodoks”un kisaltilmisidir ve bir Hiristiyan mezhebini ifade eder.
3) “Yunan” deseydi bir nebze anlasilabilirdi; Rum diyor!
4) Yurt disindaki soydasini (üstelik, yalnizca bir kismi Türk etnik kökenlidir) korumanin
yolunu, kendi vatandasina baski yapmak olarak görüyor; ne hazin!
5) Bu ifade, Yunan milliyetçilerinin iddiasini destekliyor.
6) Simdi, Yunan milliyetçileri daha da azacak.
Efendim, geldik isin en ilginç yerine. Bu “bir dernek”in adi ne, biliyor musunuz: Hukukun
Egemenligi Dernegi! Üstelik, Insan Haklari Danisma Kurulu (IHDK) üyesi.
***
Peki, diyeceksiniz, adi böyle olan bir “IHDK üyesi” dernegin Yunanistan’daki Türkler için
demokrasi isteyecek yerde Türkiye’deki Rumlar için baski istemesi fevkalade gülünç
ama, Kemalistlere niye laf ediyorsun? Su satirlari okuyunuz:
“Hukukun Egemenligi Dernegi’nin… karsiliklilik istemesi, sorunu sevimsiz hale getirme
istidadinda olsa da, ayni gözlükle bakildigi zaman haksiz görünmeyecektir”.
Sizi bayram bayram üzdüm ama, bunlar, en Kemalist gazetemizin en Kemalist
yazarlarindan birinin 18.1.05 tarihli yazisindan.
Tek yaziyla hüküm verilir mi? Verilmez. Ama, böyle diyenlere, kalkip da, “Kardesim, sen
neler diyorsun!” diye açikça karsi çikan kaç tane Kemalist tanidiniz acaba?
Milliyetçilik denen farkli kimlik düsmanligini “ulusalcilik” diye yeniden adlandirmak biseyi
degistirmiyor. Kemalizm böyle anlasildikça batiyor (CHP’ye bakin, yeter).
“Muasir Medeniyet” diyen o insana da yaziklar, hem de ne yaziklar oluyor…
Sanatçi, bir gazetenin sorularini yanitlarken söyle demis: “1 milyon Ermeni ve 30.000
Kürt öldürüldü”.
Iki sayi da anlamsiz. Osmanli Hükümetinin Sevr tasarisina verdigi yanita 16 Temmuz
1920’de ültimatomla cevap veren Müttefikler bile 800.000 ölüden bahsediyordu
(S.Meray-O.Olcay, Osmanli Imparatorlugunun Çöküs Belgeleri, Ankara, SBF Yayini,
1977, s.32). Toplam 30.000 ölü olduguna göre, Ege’ye giden onca Türk bayrakli tabutlar
neydi?
Sanatçi, sanatin sinirlarini asinca zayiflayabiliyor.
***
Bu yanlislar, meydanlarda toplanip kitap yakanlarin yani sira, okumuslari da harekete
geçirdi. Ankara Üniversitesinden (AÜ) bir profesör söyle yaziyor (virgülünü
degistirmeden veriyorum):
“Neden Türk Milletini-Ulusunu böylesine rastgele karalayanlar evrensel hukuk kurallari
içinde sorgulanmiyor? Böyle, rastgele mantigi ile suçlamalari mesala Avrupa da veya
ABD yapabilirmisiniz? Hukuk devleti olma ile ancak bu ‘kus yumurtasi üretenlere’ hadleri
bildirilemez mi? Saygilar?”
“Kus yumurtasi” dedigi, MHP’nin Ortadogu gazetesi köse yazari Serdar Kuru’nun yine
AÜ eposta listesine gönderilen yazisindan ögrendigimize göre, bir “istihbarat dünyasi”
terimi. O.Pamuk’un böyle açiklamalar yapmak için küçücükten özel olarak yetistirildigini
anlatiyor …
“Evrensel hukuk kurallari” dedigi de, bütün özgürlüklerin önkosulu olan ifade
özgürlügünü yalnizca “siddete tesvik”, “hakaret” ve “nefret söylemi” durumlarinda
savunmayan, ayrica açiklamanin “açik ve somut tehlike” yaratmasini sart kosan BM ve
AK sözlesmeleri ve AIHM ilkeleri (bkz. benim Türkiye’de Azinliklar, Istanbul, Iletisim
Yayinlari, 2004, s.107).
Acaba, “açik ve somut tehlike”, dogru veya yanlis fikrini açiklayan sanatçiyi yok etmek
isteyenlerden ve onlari “fikren” destekleyenlerden geliyor olmasin?
***
Akademisyenlere de fazla yüklenmemek lazim. Herkesin alani ayri. Bunlari
bilmeyebilirsiniz. Peki, ya dört yil siyaset bilimi ve uluslararasi hukuk okumuslar ne
diyor?
“TCK’yi inceledim. Orada ilginç bir madde var: 301. Bir avukat tutalim ve ücretini
ödeyelim. ‘Türklügü alenen asagilamak’tan 6 aydan 3 yila kadar hapsettirelim, bir de
simgesel tazminat alalim”. Ayni listeye yazan bir digeri, O.Pamuk’un vatandasliktan
atilmasi için imza toplamayi öneriyor…
Bunlari söyleyenler, bir sinif arkadaslarinin yazdigi bilimsel Rapor saldiriya ugrayip TV
önünde yirtildigi ve yazari “Kan akacaktir” diye alenen ölümle tehdit edildigi zaman bile
giklarini çikartmamislardi.
Bu da önemli degil; hazin olan asil su: Bunlari söyleyenler, gençliklerinde özgürlüklerin
en doludizginini yasamis olanlar: 68 yilinin Mülkiye mezunlari…
***
“Ey vatan, gözyaslarin dinsin; yetistik çünkü biz!”. Mülkiye Marsinin bu misrainda geçen
vatan, yani Devlet, acaba hangi Devlet?
1859’da kuruldugu dönemlerde, ilk anayasayi yapan Mithat Pasa’yi bogduran Devlet mi?
Cumhuriyet’ten sonra, sair Nazim Hikmet’i ziyarete gitti diye genç tegmenleri Deniz
Kuvvetlerinden çikartip hapse sokan Devlet mi? Grevi 1961’e kadar yasaklamis Devlet
mi? Sermayeyi Müslüman tüccara transfer için Varlik Vergisini çikartip, farkli dinden
vatandaslarini Erzurum Askalelere kar küremeye süren ve sonuçta Türkiye’nin
sinailesmesini elli yil geciktiren Devlet mi? Beyazit meydanlarinda ifade özgürlügü için
gösteri yapan ögrencilerin üzerine atli polislerini süren Devlet mi? Farkli etnik kökenden
vatandaslarini, çocuklarina isim koydu diye mahkemelerde süründüren Devlet mi?
Gayrimüslim vakiflarina 1974 mahkeme kararinda resmen “yabanci” diyen, 2004 yilinda
bile bu vakiflar için “Tapuda tescilli mallarinin tescili için de basvuracaklardir” hükmünü
çikartan Devlet mi? Farkli mezhepten vatandaslarina zorla Sünnilik dersi aldirtan Devlet
mi? Okullarindaki üçte bir ögrencinin “Gerekirse devlet ugruna bireyler feda edilebilir”
(Radikal, 15.02.05) dedigi devlet mi? Hangisi?
Sakin, o güzelim marsin o güzelim misraindaki Devlet, kendisini agir elestiren
vatandasina da insan muamelesi yapan Devlet olmasin? Daga-tasa yazilmis “Önce
Vatan” ibaresinin sonuna bir “-das” ekleyecek düzeye gelmis bir Devlet olmasin?
Eger degilse, o zaman Sakalli Celal’in o çeliskili sözü dogru demektir:
“Bu kadar cehalet, ancak maarifle olur”…
-ABD ne istiyor, Türkiye ne yapmali(Baskin Oran)
Yaklasik bir haftadir ABD medyasi ve devlet adamlari, Orta Dogu’yu kan ve atese bogan
ve daha da bogacak gibi gözüken politikalarinda Türkiye’yi kullanabilmek için, korku
tünellerini fayrap ettiler. Söylemis ve yazmis olduklarini büyük dikkatle okumak çok
önemli:
“ABD Hava Kuvvetleri istihbarat uzmani” J.Feiser, tahmin mi yoksa dilek mi oldugu
anlasilmayan su ifadeyi kullaniyor: “Nükleer silahlara sahip bir Iran, AKP hükümeti ile
MGK’nin arasini açabilir” (Cumhuriyet, 17.02.2005). Demek ki ABD, Türkiye’de
askerlerle sivillerin çatismasindan umutlaniyor.
Eski BM büyükelçisi R.Holbrooke W.Post’ta yaziyor: “Türkiye ile Rusya yakinlasmasi
tehlikeli”. Demek ki ABD, bu yakinlasmayi katiyen istemiyor.
Asil sinir harbi, R.Pollock’in W.S. Journal’daki yazisinda (Radikal, 18.02.2005).
Nankörlük suçlamasiyla basliyor: “Baku-Ceyhan’i kabul ettik, Ermeni tasarilarini
geçirmedik, Apo’yu yakalayip verdik, AB’de kulis yaptik”. Bunlara cevap vermek basit:
Baku-Ceyhan’i, Rusya’yi sikistirmak için istedi. 24 Nisan’i daha Eylül 84’te “Insanin
Insana Hunharlik Günü” ilan etti. Apo’yu verisi, K.Irak’daki faaliyetlerine itiraz edilmemesi
içindi. Hele, AB’ye giriste yardim ettigini hiç söylememeliydi, çünkü CIA’nin “Türkiye’nin
üyeligi, AB’yi parçalayabilir yada dagitabilir” sonucuna varan 2002 tarihli raporunun 19
Aralik 2005’ten birkaç gün önce yayinlandigi herkesin malumu (M.Kirikkanat, Radikal,
04.02.2005).
Sonunda, tehdit ediyor: “Türk yetkililer eger kamuoyundaki önyargilari önlemezse
ABD’de dostsuz, Avrupa’da sevilmeyen, paranoyak, marjinal, ikinci sinif bir ülke olarak
bulabilirler kendilerini”. Demek ki ABD, tehditlerini ve mecbur kilmalarini kolaylastiracagi
için, Türkiye’nin Avrupa’da sevilmemeye devam etmesini istiyor.
***
Yil 1966, Mülkiye ikinci sinifin yazinda Paris’e bir staja gitmisim, “Bi bikini giyiyorum
plajda, bi göreceksin, yasaktir ya bizde, Franco’nun polislerini kudurtuyorum!” diye
basimi döndüren seytanin arkabacagi bir Ispanyol kiziyla ayakta iki kadeh atiyoruz, barin
tezgahinda konusmalarimizi dinleyen yasli kulagikesiklerden biri tatli tatli lafimiza
karisiyor, az sonra da kulagimiza egilecek: “Siz pek tatli bir çift imissiniz! Evim karsida.
Anahtari vereyim, gidip keyfinize bakin!”.
Bendeki genç salakliginin derecesini hesap edin ki, içim gidiyor bu teklife; oysa kiz
tecrübeli, tesekkür ediyor, koluma giriyor, çikiyoruz. Disarida bana diyor ki: “Maintenant
nous savons où ne pas aller!” Simdi artik nereye gitmemek gerektigini biliyoruz!
ABD’nin saldirgan Orta Dogu politikasina alet olmamak için ne yapmamak gerektigini,
ABD’nin ne istedigine bakip çikartmak çocuk oyuncagi.
***
Türkiye, bu korku tünellerini bilir. Bunlari agababasini 1945-46’da yasadi. O zamanlar
Ingiliz ve Amerikan gazeteleri SSCB isgalinin ha bugün ha yarin baslayacagini yaydilar.
Türkiye’nin sinirlerini bozmaya ve ABD’ye siginmasini saglamaya çalistilar. Sonradan
disisleri bakani olacak Necmettin Sadak, Türkiye’nin her seyin farkinda oldugunu 10
Mart 1946 tarihli Aksam’da söyle yaziyordu:
“…Rus kaynakli propagandalara Ingiltere ve Amerika’da… ‘Sinir Harbi’ deniyor. Fakat bu
acayip harp sesinin ne bitmez tükenmez yankilari varmis ki, ta geçen Hazirandan
patlayan top, on aydir Ingiliz ve Amerikan basininda çinliyor, oradan tekrar tekrar
kulagimiza geliyor. Acaba bu suretle ikinci bir sinir harbi karsisinda miyiz? Bu haberler…
geçen yaz Moskova’da açiga vurulmus düsünce ve emellerin, temcit pilavi gibi ortaya
sürülmüs yeni bir çesnisinden ibarettir”.
Her sey bu kadar açikti. Fakat ABD çekiyor, Stalin sersemi de itiyordu. Savasta
karaborsayla biti iyice kanlanan sermayenin bastirmasiyla, Türkiye sonunda gidip
ABD’nin huzur verici kollarina sigindi. Bugün durum çok bakimdan çok farkli. Ama
degismeyen bir nokta var: Korkunca kurtulmuyorsun, aksine kucaga geliyorsun.
***
Bugün Türkiye’nin bu batakliga girmemesi ve bir Stratejik OBD’ye yarasir politika
izlemesi için, ABD’nin istemedigi seyleri yapmasi gerekiyor.
Yani, Iran ve Suriye’ye yapilan baskilara tek yumruk halinde direnmesi. Yani, Rusya’ya
yaklasmasi. Yani, kendi insanina insan muamelesi yapmak sayesinde AB’yle derhal
barismasi.
Ama, bu kadar dis borçla ve bu kadar iç tutarsizlikla AKP bunlari yapabilir mi, ayri
mesele. Yoksa, ne yapilmasi gerektigi çok açik.
Anayasa Mahkemesi çok önemli bir karar verdi. Tapu Kanununun 35. maddesini
degistiren 19.07.2003 tarihli yasanin, yabanci uyruklulara tasinmaz satmayi kimi
kosullarla mümkün kilan 19. maddesini oybirligiyle iptal etti.
Etti ama, tuhaflik var. Yazimin basligi, Adnan Keskin’in 15.03.2005 tarihli Radikal’deki
yazisinin manseti ve durumu çok güzel özetliyor. Mahkeme “mahcup”. “Bu iptal,
yabanciya hiç mal satilamaz anlamina gelmez. Sadece, yasal güvence ve sinirlamalarin
yeterli görülmedigi anlamina gelir” türünden açiklamalar, yürütmeyi durdurma
verilmemesi, yasagin ancak kararin gerekçesi Resmî Gazete’de yayinlandiktan 3 ay
sonra baslayacak olusu, karar gerekçelerinin epey geç açiklandigi da dikkate alinirsa,
ciddi “mahcubiyet” belirtileri. Ayrica kimi üyelerin “Biz karsiydik ama, karsi çikmadik”
dedikleri dolasiyor.
***
Tartismaya baslamadan önce, yabanciya satis kosullarini bilelim: 1) Alicinin ülkesi
Türkiyelilere tasinmaz satiyor olacak (karsiliklilik); 2) Tasinmaz sakincali (askerî,
stratejik, vb.) bölgede olmayacak; 3) Sirketlerin 300 dönümün (1 dönüm=1000 m²)
üzerinde alabilmesi için Bakanlar Kurulu izni olacak.
Simdi de, bugünkü durumu, Bayindirlik ve Iskan Bakani Z. Ergezen’in son demecinden
görelim: Iptal edilen yasa çiktiktan sonra 10.121 yabanci gerçek kisi ve 3 sirkete, 42 ilde,
üzerinde 8.351 bina bulunan toplam 4.400 dönüm satilmis. 47 ülkeye mensup bu
yabancilar arasinda ilk 5’e girenler: Almanlar, Ingilizler, Hollandalilar, Avusturyalilar,
Irlandalilar. Bu toplam satis, 5.300 dönümlük Heybeliada yüzölçümünden küçük
(Hürriyet 24.01.2005 ve Milliyet 21.01.2005).
Bir de karsilastirma yapalim: 2004 sonu itibariyle Almanya’da tasinmaz alan Türkiyeli
sayisi: 195.000. Her biri ortalama 130 m² hesaplansa, Luxembourg devletinin yüzölçümü
ediyor: 25.000 dönüm. Türkiyelilerin diger Avrupa ülkelerinde de 45.000 tasinmaz
aldiklari biliniyor (Hürriyet, 11.01.2005).
***
Yabanci uyruklulara satisa karsi çikanlarin söyledikleri su: Bu, memleketi satmaktir.
Özellikle Israilliler GAP’tan, Suriyeliler de Hatay’dan aliyor; bunlar yarin buralarda
egemenlik iddiasinda bulunurlar. Yahudiler vaktiyle Filistin’de böyle yapmisti.
Tapu-Kadastro Gn.Md. M.Z. Adli’nin açiklamalarina göre, Gn.Kur., MIT ve MSB
arastirma sonuçlari hiçbir Israillinin GAP’tan tasinmaz almadigini gösteriyor. Bunlar 82’si
Istanbul’da olmak üzere Türkiye’de toplam 133 tasinmaz almislar. Hatay’daki Suriyeli
tasinmazlarina gelince; bunlar, Hatay TC’ye 1939’da katildiginda Suriye uyruklugunu
tercih edenlerin arazileri (Radikal, 11.12.2004). Zaten, 1939’dan beri Suriyelilere
tasinmaz satilmamis.
***
Devletin resmî istatistiklerine “hainlik” veya en azindan “yalan” demiyorsaniz, bu iste
armutlarla elmalar falan degil, armutlarla örnegin tuglalar birbirine karistiriliyor:
Mülkiyet ile Ulusal Egemenlik ayni sey saniliyor. “Devletlestirme” ve “kamulastirma”
kavramlari yok farzediliyor. Ingiliz mandasi altinda devletsiz toprak olan Filistin bölgesi ile
Türkiye Cumhuriyeti birbirine benzetiliyor. Tasinmaz mal (gayrimenkul), bavula konup
götürülen tasinir (menkul) malla karistiriliyor. Hiç gitmedigi bir ülkenin durumu umurunda
olmayacak yabanciyla, malinin bulundugu ülkenin istikrarli olmasini isteyecek yabanci bir
tutuluyor.
Dahasi, her an gelip her an tüyen spekülatif sermayeden titreyen Türkiye, dünyanin en
kalici yabanci sermaye yatirimi olan tasinmaz yatirimini reddediyor!
Bu kadar acayiplikler bir araya geldigine göre, sakin bu, bizim meshur Sevr
Paranoyasi’nin bir parçasi olmasin? Hani, toplam 85.000 gayrimüslimin yasadigi
70.000.000’luk Türkiye’nin misyoner faaliyetlerince parçalanmakta oldugunu söyleyen
Sevr Paranoyasi’nin? Yazik yahu bu insanlara! Gece falan uyumuyorlardir herhalde?
Onlari da ben mi düsünecegim!
***
Ama, bunca sinirlayici kosul koymus bir yasayi iptal edebilmek için, 177 maddelik
anayasada madde bulamayip, 12 Eylülcü zihniyetin Baslangiç Bölümüne yansimis o
âfâkî “Yüce Türk Devleti’nin bölünmez bütünlügü”ne müracaat zorunda kalacak bir
yüksek yargi karari karsisinda oturup elbette düsünecegim.
Taa 17. yüzyilda Islam’a geçmis Musevileri (“Sabetaycilar”) bile düsman ilan edecek ve
Hitler’i best seller yapacak hale gelen bir irkçi milliyetçilik dalgasinin daha neleri ve
nereleri yazik edebilecegini düsünmeyip de ne yapacagim?
Bir süredir bu ülke çok tehlikeli gidiyor. Simdi de sonun baslangici gözüktü. Mersin’deki
son bayrak kriziyle çok vahim günlere itiliyoruz.
Bir süredir, AB kaynakli yukaridan demokratiklestirmeye muazzam bir “milliyetçi”
reaksiyon basladi. Bugüne kadar bu reaksiyon, kimi mektep-medrese görmüslerin
ülkedeki gayrimüslimlere küfretmeleri ve “milliyetçi” refleksleriyle sinirli kalmisti. Ör. 17.
yüzyilda Müslüman olmuslar “Sabetayci” diye asagilandi. Ör. Pterocephalus Kurdicus
veya Phlomis Armeniaca gibi uluslararasi bitki ve hayvan adlari Arenaria Yunusemreii ve
Gypsophila Osmangaziensis gibi “milliyetçi” gülünçlüklere dönüstürülmek istendi (Birgün,
07.03.05).
Ardindan, bu gidise devlet düzeyinde katkilar basladi. Ör. Çevre ve Orman Bakani
O.Pepe, bu son söyledigim acayipligi “Kimse bize kuzu postunda kurdu yutturamaz.
Yutmayiz. Bilimsellik kilifi altinda bölücülük yapiliyor” diye destekledi (Hürriyet, 07.03.05).
Ör. Istanbul 1. Ordu Komutanligi, birdenbire, 85 yil önce 6 erimizin Ingilizler tarafindan
öldürülmüs oldugunu kesfetti ve artik tören düzenlenmesine karar verdi (Milliyet,
18.03.05). Ör. Tunceli valiligi “Newroz” kelimesinin Anayasa md.3’e aykiri oldugunu
kesfetti (Radikal, 20.03.05).
Ardindan, bu havadan etkilenme sirasi yüksek mahkemelere geldi. Ör. TCK 312’ya
getirilen ifade özgürlügünü koruma fikrasini bir ay önce uygulayarak bir gazeteciyi
aklayan Yargitay, bir ay sonra ayni nitelikte bir gazete yazisinda suç buldu ve böylece
163’ü geri getirmis oldu. Ör. Anayasa Mahkemesi, hiçbir somut Anayasa maddesine
dayanamadan, yabancilara toprak satma yasasini Anayasa’ya aykiri ilan etti (Radikal,
15.03.05).
Üniversite bunun disinda kalamazdi tabii. Üstelik bir de dört sokak çocugu (fotolari için:
Radikal s.1, Milliyet s.16, 23.03.05) Mersin’deki mitingde Türk bayragini yakmak
istemisti. Üniversite içi sorunlarin dile getirildigi Ankara Üniversitesi eposta listesinde
birdenbire milliyetçi mektuplar uçusmaya basladi. Yazanlarin uzmanlik alanlari ilginçti.
Disçilik’ten iki, Ziraat’ten bir prof Norveç büyükelçisi istenmez kisi ilan edilsin istedi.
Saglik Egitim’den bir prof gazetelerdeki Genelkurmay bildirisini listeye gönderdi.
Disçilik’ten bir prof “Devlete sadik olmanin milliyetçilikle ne ilgisi var anlamiyorum” diye
yazinca, Kimya’dan bir prof ona: “Türk milliyetçisi olmakla gurur duymamiz lazim” diye
tepki gösterdi. Eposta adresi yine Ziraat’i gösteren bir hanim, PKK bayrakli bir PKK
mezarliginin Diyarbakir’da bulundugunu kesfedip “Diyarbakir Belediyesine yaziklar olsun”
diye yazdi; oysa bu mezarligin K.Irak’ta bulundugu, ayni listede daha önce belirtilmisti.
***
Simdi, bu reaksiyon halk düzeyine de yayilmak isteniyor. “Herkes evine ve isyerine Türk
bayragi assin!” kampanyasi baslatiliyor. Asmayan, hain olacak. Milliyetçilik tohumlari
çiçek vermeye basladi.
Kürt milliyetçileri farkinda degil veya olmak istemiyor. “Biz de kurucu unsuruz, biz de asli
unsuruz, Kürtçe ikinci resmî dil olmalidir” diye ortaya çikiyor. Kürtlere bunca etmis olan
Öcalan, simdi de “3 hukuklu, devletsiz konfederasyon” diyerek Uluslararasi Anayasa
Hukukuna emsali görülmemis bir katki yapiyor. Kürt milliyetçileri, irkçiliga doludizgin
kosan Türk milliyetçiliginin agzina biberonla süt veriyorlar.
Türk milliyetçileri farkinda degil veya olmak istemiyor. Lozan’in 39/4 maddesi
Cumhuriyet’in kurulusundan beri ihlal ediliyor. Bayrak olayi üzerine Genelkurmay’dan
yayinlanan bildiride bir devletin agzina bile alamayacagi bir terim kullaniliyor: “Sözde
vatandas”. Yani askerî devlet, vatandasi vatandasliktan atiyor. Mersin sokaklarinda
“Alpaslan Türkes’in Askerleriyiz”, “Ya Sev, Ya Terk Et” sloganlariyla bir liseye saldiriliyor.
Bir simitçi “Pis Kürt” diye dövülüyor. Hatta, haber dogruysa, Tokat’ta bir lise müdürü
bayrak töreninde ögrencilere kin ve nefretlerini göstermelerini söylüyor ve bütün gün
okulda mehter marsi çaldirtiyor (Birgün, 23.03.05). Türk milliyetçileri, Kürt milliyetçiliginin
agzina biberonla süt veriyor.
Iki süt de zehirli. Türkiye kendini milliyetçilikle zehirliyor. Ama AKP iktidarina inme indigi
bir ortamda, iki taraf da milliyetçiligiyle hâlâ övünüyor…
Not: Sonradan aklima bisey geldi: Ya o bayragi o dört çocuga “karanlik güçler” yaktirmak
istediyse? Olmaz demeyin. 6-7 Eylül 1955 olaylarina yol açan Selanik’teki bombayi kim
attirmisti, hatirliyor musunuz? Ya 24 Aralik 1978 Maras’i? Ya 05 Temmuz 1980
Çorum’u?
Irkçi tonlari gitgide artan bir milliyetçiligi, kimileri bilerek kimileri bilmeden yükseltiyor.
Bunun, herbiri makale uzunlugunda 4 temel nedeni var:
1) Yukaridan demokratiklestirmeye kimlik tepkisi; 2) AB’nin yaptigi haksizliklara tepki (ör.
simdi bir de referandum icat etmek); 3) Artan issizlik ortami; 4) Her birimize
dogdugundan beri damardan verilmis “milliyetçi” egitim.
Esas kerametin sonuncusunda oldugunu, ilk üçüne en az maruz kalmis iki apayri grubun
tepkisini aktardigimda göreceksiniz: Sonuçlar karbon kopya.
***
Ayrimciliga karsi bir dernegin toplantisinda, dünya görüsleri birbirine yüz seksen derece
zit iki dinleyiciyle diyalogumuz:
Itiraz: “Milliyetçilik sanki kötüdür gibi anlatildi. Ben dogdugum köyü seviyorum. Ben de
milliyetçiyim”.
Cevap: “O, insanin içinde dogustan olan yurtseverliktir; karistirmayin. Milliyetçilik 18.
yüzyil sonunda B.Avrupa’da icat edilmis bir ideolojidir, ama B.Avrupa disinda hep devleti
güçlendirmeye yönelmistir”.
Itiraz: “Hep Bati’dan aldiginiz kavramlari aktariyorsunuz. Bunlardan biri de, Osmanli’da
Müslümanlarin gayrimüslimlere baski yaptigi iddiasi”.
Cevap: “Duvara çivi çakarken yumruk degil çekiç kullanmak size acayip gelmiyor ama,
siyaset biliminde bilimsel kavram kullanmak acayip geliyor. ‘Millet-i Hakime’ kavraminin
mefhum-i muhalifi ‘Millet-i Mahkume’ degil midir?”
Itiraz: “Gayrimüslimler kendi hukuklarini yasiyorlardi; mahkum falan edilmemislerdir”
Cevap: “Hapisle ilgisi yok. Sizin bilmeniz lazim: Hakim, hüküm veren; mahkum da
hakkinda hüküm verilen demektir”.
***
Itiraz: “Türkiye’deki ayrimcilik, çogunlugun azinliga baskisidir dediniz. Oysa, ABD gibi
azinlik emperyalist ülkeler, dünya çogunluguna misyoner yollayip ayrimcilik uyguluyor”.
Cevap: “Bu ayrimcilik tanimini anlamadim. Ayrica, Islam propagandasi gibi, baska din
propagandasi da ifade ve inanç özgürlügüne girer. Diger yandan, komünizm heyula iken
‘milli güvenlik’ adina saldirilara ugramis insanlarin, günümüzün heyulasi insan haklarina
simdi ayni gerekçeyle saldirmalari üzücü”.
Itiraz: “Onlar bize vize uygulayacak, biz onlarin misyonerlerine hayir demeyecegiz, öyle
mi?
Cevap: “Aradaki benzerligi anlayabilmek için biraz zamana ihtiyacim var”.
***
Gelismis üniversitelerimizden birinin eposta grubundan birkaç mektup:
“Benim ülkemde hiç kimse bayragima, ulusuma, degerlerime hakaret edemez (AB
ugruna bile olsa)”.
“Bu olay haberlere konu olana kadar forwardlayiniz” (K.Irak’daki PKK mezarligini
Diyarbakir’da sanan bir fotograf göndermis).
“Devlete sadik olmanin milliyetçilikle ne alakasi var anlayamiyorum”.
“Meydani Ulus ve Bayrak düsmanlarina birakmayacagimizi herkes bilmeli”.
“Bayragimiza kendi vatanimizda bir kisim sözde vatandasimiz tarafindan saygisizlik ve
saldiri yapilmasini siddetle ve nefretle kiniyoruz”. (veb’de resmî basin açiklamasi)
“Bayragimiz lafla degil kanla korunmustur… Üniversitemiz devleti, ülkesi, bayragi ve laik
demokrasisini korumak için hiç kimseden izin almayacagi gibi, X gibilerin provokatör
olarak göstermesinden de çekinmeyecektir… kendisi bunu begenmedigi takdirde istedigi
yere gidebilir” (Resmî açiklama. 7 fakültenin yönetim kurullari bunun ardindan sirayla
destek açiklamalari yapiyorlar)
“Üniversitemizin tüm kurullarini mesgul eden sözde ögretim üyesi X’in fakültemiz önünde
maketi yakilarak protesto edilmesini öneriyorum” (X’in bir arkadasindan ironik mektup)
“Öneriniz kanimi dondurdu. Maket semboldür. ‘Homeopathic magi’ sembole yapilan
uygulamanin aslina yansiyacagi ön kabulüne dayanan fikir çagrisiminin ürünüdür”.
“Yakma konusunda bir saplantiniz oldugunu düsünüyorum ve bu fikirlerinizi bir
akademisyene yakisir bulmuyorum” (yukaridaki ironiyi ciddiye alan iki mektup)
“Gördügümüzde gözlerimizin doldugu sanli bayragimiza yapilan her türlü hareketi
kiniyoruz”.
***
IS 55-135 yillarinda yasamis Pamukkaleli hemserimiz Epiktetos galiba hakli: “Bir insanin,
bildigini zannettigi seyi ögrenmesi imkansizdir” demisti.
Sakalli Celal de hakli galiba: “Bu kadari da, ancak tahsille olur” dediydi…
-Köktenmilliyetçilik(Baskin Oran)
Bugün doktora sözlü sinavinda bir prof, ögrenciye sordu: “Modernlesme, köktendinciligi
zayiflatir; ne diyorsunuz?”
Ögrenci yabanci uyrukluydu ve zayifti. Bu önermeye katiliverdi. Modernlesmenin
köktendinciligi ilk planda güçlendirdigine iliskin Türkiye’de masallah pek bol olan
örnekleri bilmiyordu. Reforma yeltenen II. Osman’in önce irzina geçilip sonra
bogulmasini (1622), Patrona Halil’i (1730), Kabakçi Mustafa’yi (1807), Kuleli Olayini
(1859), 31 Mart’i (1909), Menemen Olayini (1930), bütün bunlari, disaridan/yukaridan
gelen modernlestirme’ye karsi ülkedeki “kimlik”in verdigi dinsel tepkiler olarak
yorumlayamadi.
Tabii, modernlesmeye tepkinin yalnizca Islam’a mahsus olmadigini hiç bilemezdi. Hocasi
olmakla her zaman övündügüm Doç. Çagri Erhan’in da hatirlattigi gibi, “Evropa’ya gidip
gâvur olan” gayrimüslim gençlerin getirdikleri “fesada” karsi esas taassup tepkisini
verenler, basta Fener Patrikhanesi olmak üzere, bilumum gayrimüslim resmî din
kuruluslari olmustu...
***
Cumhuriyet’le birlikte, muazzam bir degisiklik oldu: Yari-feodal imparatorluk’tan ulus-
devlet’e geçilince, din, tutunum (cohesion) ideolojisi koltugunu milliyetçilik’e terk zorunda
kaldi. Sonra, yavas yavas iki durum gelisti:
1) Islam degisti: Ulus-devlet tekkeleri vs. kapattiktan sonra, kitlelerin dinsel enerjisini
döktügü kanallar da tikandi ve Islam siyasete kanalize oldu. Modernlestirici Kemalizm’in
rakibini 1946 ve 1950’de destekledi. Sonunda da RP’yi (1994) ve AKP’yi (2002) iktidara
getirdi.
Bu arada, altyapi degismisti: Türkiye’de feodal ekonomi bittigi için, din de ister istemez
degisti. 1930’larda yukaridan modernlestirmeye alttan irtica tepkisini verenlerin torunlari,
2000’lerde yukaridan modernlestirmeye girisip “AB’ci” oldularsa, eskiye dönmenin
olanaksizligini anlamanin yani sira, bu nedenle oldular.
2) Milliyetçilik degisti: 1930’lardaki üstyapi reformlarini yapip bitirince, modernlestirici
islevini yitirmeye basladi. Bir ara “ortanin solu” ve “sosyal adalet” türünden çikislar
aradiysa da, bir tür “devlet dini” (“laikçilik”) haline gelmis olmanin da etkisiyle, sonunda
tutuculasti. Aynen, B.Avrupa’da feodalizme karsi mücadele eden ilerici burjuvazinin
iktidara geldikten sonra tutuculasmasi gibi.
Bu arada, altyapi degismisti: Dünyada devletçi ekonomi (ithal ikameci sinailesme) bittigi
için, milliyetçilik de degismek zorundaydi ama, dinin aksine, kendini adapte edemedi.
Bati’nin altyapisal etkisine (çokuluslu sirketlerin sömürüsüne, teknoloji getirmeden sirket
satin almalara, vb.) direnis üretecek yerde, Bati’nin üstyapisal etkisine (demokrasi ve
insan haklarina) direnis üretmeye basladi.
Bu durumda Türkiye’de milliyetçilik, bireysel haklari 18. yüzyilda gelistirmesi sayesinde
“millet”e odaklanan B.Avrupa örneginin disindaki bütün milliyetçiliklerin yaptigini
yapmaya basladi: “Birey”e karsi “Devlet”e kapilandi.
Bunun sonucu gülünç oldu: Yillarca “Komünizm Geliyor!” diyen milliyetçilik, o bitince, “AB
Geliyor!” demeye basladi. Özrü ise, kabahatinden büyüktü: antiemperyalizm. 7 yilda 433
kisiyi Hiristiyan yapan misyonerleri seytan ilan etmeyi tabii ki dinle savunamazdi; bu
“solcu” gerekçeyle savundu. Mamafih, onyillarca devlet tarafindan ezilen komünistlerin
ayni seyi yaptigi ve devleti savundugu bir ortamda, bu büyük bir günah sayilmamali.
Sonuç olarak, diyalektik geregi (“her sey, kendi ziddinin tohumunu kendi karninda tasir”)
bugün Türk milliyetçiliginin yeni islevi, yukaridan modernlestirmeye tepki vermek haline
geldi. 1930’larda bu modernlesmeyi getiren Kemalistlerin torunlari, “ulusal kimlik”e
müdahale ediyor gerekçesiyle, simdi ayni seye tepki veriyorlar.
***
Kürt milliyetçiliginin ve gosizmin tahrikleri. Issizligin etkisi. Milliyetçilik ögretecegim
derken yabanci düsmanligi ögreten egitimin sartlandirmasi. AB’nin densizlikleri… Bütün
bunlar var.
Ama kitleler, 4 sokak çocugunu bahane ederek gençleri linçe kalkisiyorlarsa ve bu da
valisi, muhalefet lideri ve “en Kemalist gazete” basyazisi (11.04.05) tarafindan “halkin
kendiliginden eylemleri” ve “ulusal duygularin yükselmesi dogaldir” diye yorumlaniyorsa,
bunun bir tek temel nedeni vardir:
“Kimlik Bekçiligi” yapacagim diyen köktendinciligin “Din Elden Gidiyor, Vurun Gâvura!”
siari yerine köktenmilliyetçiligin “Devlet Elden Gidiyor, Vurun Sözde Vatandasa!”
sloganinin geçmis olmasi. TKP’lisinden, MHP’lisine kadar…
Tabu, hain ilan edilmeden konusamayacagin konudur. Komünizm, Kürt, Kürdistan vs.
derken, bir tek Ermeni konusu kalmisti; son tabu da sizlere ömür. TV’lerde
açikoturumdan geçilmiyor. Türkiye’yi kutlamak lazim. Daha iki ay önce tabularin
tabusuydu; her ülke bu kadar çabuk yapamaz.
Tabii, bitti derken, Türkiye’de bitti. “Paralel TC”de degil. Çünkü nasil Ermenistan ve
Diaspora diye ayiriyorsak, Türkiye Cumhuriyeti ve Paralel TC diye de ayirmak lazim.
Türkiye, çok taktik degistirdi. “O neymis?”le basladi “Ermeniler bizi katletti”yle devam etti,
“Katletme karsilikli oldu” dedi, “Tarihçilere birakalim” dedi, son olarak TBMM, “Ortak
komisyon kuralim, iddialari incelesin” dedi. Bunlar, hep, “O neymis?”in çesitlemeleri oldu.
Yine de Disisleri Haziran 2000’de bir çikis yapayim dedi, Ecevit “Azerilere soralim” deyip
öldürdü. AKP’de milliyetçiligin at gözlügü yoktu, ama o da haddinden fazla seyle malûldü
(son olarak Arinç, Anayasa Mahkemesinin kaldirilabilecegini bile söyledi!) ve Paralel
TC’yi asamadi.
Paralel TC ise giderek katilasti. Ön saftaki temsilcisi, 12 Eylül’ün, Atatürk’ün vasiyetini
degistirerek yeniden biçimlendirdigi Türk Tarih Kurumu (TTK) oldu. Prof. Özdemir, 28
Nisan’daki Siyaset Meydani’nda sunu söyledi Hrant Dink’e: “Avrupa’ya gidip bizi sikayet
ediyorsunuz”. Yani, daha iki hafta önce Avrupa’ya gidip, “Ermeniler Avrupa için hâlâ
politik sermaye. Avrupali da sorumludur” (11.04.05 Hürriyet ve Milliyet) ve “Disaridakiler
içerdekilere hamilik yapmasin” (13.04.05) diyen adama.
25 Nisan günü muazzam bir olay oldu. Hürriyet’te Murat Bardakçi, Talat Pasa’nin
ailesinden aldigi tehcir defterinden dizi baslatti. Defterde, tehcir edilen Ermeni sayisi en
yetkili agizdan ve net veriliyordu: 924.158.
Böylece Bardakçi, hem simdiye kadar “Ölü sayisi 1,5 milyondur” diye ilan etmis
Diaspora’nin, hem de “Bütün Ermenilerin sayisi 950.000 kadardi, bunlarin 430.000’i
tehcir edilmistir” diyegelmis Paralel TC’nin kolunu ayni anda koparmis oldu.
O gece, Star TV’deki açikoturumda Prof. Özdemir yine 430.000’de israr etti: “924.158,
Ermenilerin tüm nüfusudur” dedi. Oysa, dizinin ertesi günkü ikinci parçasinda Talat Pasa
açikliyordu: “Imparatorluktaki tüm Ermenilerin sayisi 1.256.403’tür, eksiklerle
hesaplanirsa 1,5 milyondur”. Tabii bu durumda, defterin Talat Pasa’ya ait oldugunu
reddetmek gerekiyordu; yapildi.
Ayni 25 Nisan gecesi, TTK’nin bir sorunu daha vardi: Baskan Prof. Halaçoglu, o günkü
Radikal’e su demeci vermisti: “Suçlu olmayanlar yerinde kaldi. Kadin ve çocuklar ise,
kurye olarak kullanildiklari için tehcir edildi”. Yani, “yardim ve yataklik”! TTK temsilcisi bu
demeci görmemisti, bir sey diyemezdi, sunu dedi: “Ermeniler isyan etmislerdi, tehcir
edildiler”.
Tabii, Ermeni çetelerinin cezasinin niye bir milyona yakin Ermeni halkina çektirildigi yine
anlasilamadi. Paralel TC’nin “Biz bütün Ermenileri tehcir etmedik; sadece 430.000’ini
ettik, hepsi de ölmedi!” diye savunma yaptigi ülkede bu kadari artik normal sayilmaliydi.
***
Peki, Kibris olayini büyüte büyüte büyümüs bir Hürriyet’te, Murat Bardakçi Paralel TC’ye
bu onulmaz darbeyi niye vurdu?
Iyi gazeteciydi de ondan. Ama, bir de “makbul vatandas” oldugu için Star TV
açikoturumuna telefonla katildi, “Bu tehcir çok normaldir, Devlet’in kendini savunma
refleksidir” dedi.
Sonra, ama Hürriyet’ten ama Bardakçi’dan ama iyi saatte olsunlar’dan, bilemem, devami
da geldi: Dizinin ikinci günü Bardakçi ilan etmisti: “Yarin: Ermeni binalari”. Yani,
Ermenilerin arkada biraktiklari ve Müslüman esraf tarafindan yagmalanan emlakle ilgili
bilgi verilecekti.
Ertesi gün (3. gün) dizi mansetinin söyle oldugu görüldü: “1915-16’da Sadece Ermeniler
Degil, 702.905 Türk de Yer Degistirmisti”. Yani, Rus saldirisi sonucu batiya kaçip mülteci
olan Müslümanlar!
Ve, 3. gün, dizi birdenbire sona erdi…
***
Paralel TC eylemlerinden son haberimiz 28.04 tarihli Milliyet’ten: “Agri Dagi resimli
Ermeni konyagi Ararat’in Türkiye’de satilmasina, ‘Tüketiciyi yaniltacak bir sekilde, ürün
Türkiye’de üretiliyor duygusu yaratiyor’ denilerek izin verilmedi”.
---------------------------------
Not: Isviçre’de “Soykirim yoktur” diyen tutuklaniyor. Türkiye’de “Soykirim Var” diyen
tutuklanacak. Iki taraf yalnizca siyasette degil, rezalette de yarisiyor…
Konferansi iptal ettirmekle, Türkiye, bir kez daha kendi ayagina kursun sikti.
Gözüktügünden çok daha demokratik oldugu izlenimini verme firsatini kaçirdi. Simdi;
yapilamamasi, yapilmasindan daha büyük gürültü kopartacak. Türkiye düsmanlari
bayram ediyor.
Sebep olanlar UTANSIN. 80 yildir tek tarafli dinlerken susup, alternatif görüs çikinca
“Tek tarafli ele aliniyor” diyenler UTANSIN. Üniversite özerkligini rezil edenler UTANSIN.
24 Sali sabahi yazdigim asagidaki yaziyi, hiç degistirmeden, tam da Tehcir “Kanun-i
Muvakkat”inin çiktigi bu 27 Mayis günü, bu utanmasi gereken “milliyetçilerimiz”e ithaf
ediyorum.
---------------------------
Benden bir yil sonra mezun Mülkiyeli kardesim Prof. Ilber Ortayli, Prof. Halil Inalcik-
sonrasi kusaginin belki de en önemli tarihçisidir. Uluslararasi planda saygi gören nadir
Türkiyelilerdendir. Üstelik, fildisi kulesinde kazik gibi oturup kalan cinsinden degil; sözü-
sohbeti çok hos cinsinden, genis kültürlü bir tarihçidir.
Seksen yildir bu ülkede Ermeni konusunda resmî görüsten baska birsey duyulmadi.
Seksen yildir, biraz farkli düsüneyim diyen “hain” oldu. Yillardir, TV’lerden üniversitelere
ve ilkokullara kadar kronolojik sirayla: 1) “Ermeni meselesi mi, o da neymis?”; 2) “Onlar
bizi öldürdü, biz onlari öldürmedik, ölenler de salginlardan öldü”; 3) “Katliam olduysa bile,
karsilikli oldu”; 4) “Bu konuyu tarihçilere birakalim” dendi. Hâlâ bile deniyor.
Bilimadami, kendi alaninin her konusunu bilemez. Önemli olan, çalismadigi alanda
konusmamaktir. Ilber Hoca, konusmayi çok sevdigi halde, bu nadir görülen basireti
gösterdi. Hep sustu. Bu konuya karismadi.
***
Tabu; agzini açan “hain” ilan edildigi için, kimsenin konusamadigi konudur. Simdi
TV’lerde her Allahin günü bir Ermeni tartismasi var. “Son Tabu” da sizlere ömür.
Bu isler böyledir iste. Gider gider, bitiverir. Bogaziçi-Bilgi-Sabanci üniversitelerinin 25-27
Mayis’ta ortaklasa düzenledigi “Imparatorlugun Çöküs Döneminde Osmanli Ermenileri”
konferansina yerleskesinde izin verdi diye Bogaziçi Rektörü Prof. Ayse Soysal’a hain
diyenleri kimse hatirlamayacak, Hoca saygiyla hatirlanacak. Siz Sokrates’i mi
hatirliyorsunuz, onu idam edenleri mi?
Birgün söyle diyecegiz: “Yahu, bizim bir zamanlar bir son tabumuz vardi; neydi ooo?”.
***
Ilber Hoca bu noktada Ermeni konusuna birdenbire girdi. “Davet edilenler hep belli bir
takimin isimleri. Meseleler böyle çok saglikli tartisilmaz” dedi (Hürriyet, 23.05.2005).
Oysa, yirmi bes yildir sadece resmî görüs sempozyumlari yapilirken, bunu söylemek hiç
aklina gelmemisti.
Üstelik bu giris, bir tür, cami duvarina hamle etmeyle karisik oldu: “Hukuksal problemleri
herhalde Ingiliz filologu Murat Belge tartisacak” dedi. Filolog dedigi, sunca yildir siyaset
bilimi ve sosyoloji üzerine hepsi de özgün 20 kadar kitap yayinlamis Prof. Murat Belge
idi.
Bu çok önemli degil ve üstelik beni degil Murat’i ilgilendirir; o da ilgilendi zaten. Önemli
olan su ki, hukuk sorunlarinin filolog tarafindan tartisilamayacagini söyleyen bir tarihçinin
hukuk konusunda fazla iddiali konusmayan bir kisi olmasi gerekirdi.
“Herbokolog”” birinden canli örnek vereyim. Bu arkadas Mülkiye’de bir yeterlik sinavi
jürisinde “Lozan’da sadece Ermeniler, Rumlar, Museviler azinlik sayilmistir” diye bir fikir
serdetti. Sinavdan sonra, bunun yanlis oldugunu kendisine söyledim.
Olabilir; basta ben, hepimiz ne yanlislar yapiyoruz. Ama, düzelttikleri zaman
tekrarlamiyoruz. Bu arkadas ayni yanlisi baska bir jüride daha yineledi. Bunun üzerine,
kendisini usulca bir kenara çekip Lozan’da bütün gayrimüslimlerin azinlik sayildigini
tekrar söyledim. Yazdiklarimin künyesini de verdim.
Ne hikmetse, ayni seyi bir de Belçika büyükelçiliginde 2 Aralik 2004 gecesi verilen
yemekte yapti. Herkes AB reformlari konusunda fikrini söylüyordu; sira kendisine gelince
ayni fahis hukuk hatasini tekrarlayinca, hiç istemezdim ama, konuk disisleri bakaninin
Türkiye hakkinda yanlis bilgi edinmemesi için isin dogrusunu dobra dobra belirtmek gibi
tatsiz bir zorunluluk karsisinda kaldim.
***
25-27 Mayis konferansinin belli bir takimin toplantisi oldugu hususunda Ilber hakli. Ama,
son birkaç yildir gittikçe hizlanan bir biçimde karsi takima, “devlet takimi”na transfer olan
tarihçi Ilber Ortayli’nin söyleyecegi birsey degildi bu.
Tekrar ediyorum: Ilber Ortayli, Halil Inalcik-sonrasi kusaginin belki de en önemli tarihçisi.
Böyle birisinden, olaya devlet açisindan degil tarih açisindan bakmasi ve söyle demesi
beklenirdi:
“Bunlarin hepsi ayni takimdan. Su âna kadarkiler gibi. Bu konferansta karsit fikir ortaya
konacagi için artik tek kale bitecek. Nihayet maç görebilecegiz”.
Iste o zaman, büyük olasilikla, herkes Ilber’den bahsederken “belki de” demeksizin
bahsedecekti. Dur bakalim, tarih nasilsa gösterecek.
1915 Tehciri konusunda Türk resmî tezinin su andaki baslica temsilcisi, TTK Baskani
Prof. Yusuf Halaçoglu’nun 30 Mayis 2005 tarihli The New Anatolian’a (s.4) verdigi
mülakatta Nursun Erel soruyor: “Çogu korunmasiz kadin ve çocuk olduklarindan, tehcir
edilenlerin bile bile ölüme gönderildigi iddiasina ne diyorsunuz?” Prof. Halaçoglu:
“Bunu söyleyenler bir sey bilmeden, sadece kendi duygularina göre yorum yaparak
söylüyorlar. Nereden muhtemeldi? Osmanli tehcir sirasinda yiyeceklerini içeceklerini
tahsis ediyor, gittikleri yerde onlara ziraat alanlari tahsis ediyor, araba tahsis ediyor,
gittikleri yerde esnafa sanat erbabina alet edevat veriyor, kendi teçhizatini veriyor. Bütün
bunlari planlamis bir devlet öleceklerini nereden bilsin?” (bundan sonra, Kizilhaç’a da izin
verildigini söylüyor)
***
Anilar, genellikle ani yazarinin savunmasidir; onun için kaynak olarak epey kuskuyla
kullanilirlar. Ama ani yazari bazen açik konusur. Bakalim, Ittihat-Terakki triumvirliginin
(üçlü yönetiminin) ikinci adami, 1915’in baslica sorumlusu, Dahiliye Naziri Talât Bey
1915 hakkinda ne diyor (Talât Pasa’nin Anilari, haz.Alpay Kabacali, Istanbul, T.Is
Bankasi Yayinlari, 2000):
“Ben bu kanunun tamamiyla uygulanmasina karsiydim. Jandarmalar tamamen, polisler
ise kismen ordu hizmetine alinmis ve yerlerine milisler konulmustu. Göçün bu yollarla
yapilmasi durumunda çok çirkin sonuçlar elde edilecegini biliyordum. Dolayisiyla,
gelecegi düsünerek, bu kanunun uygulanmamasinda israr ettim ve yürürlüge girmesini
geciktirmeyi de basardim” (s.67).
“Ordu, göç ettirme kanununun uygulanmasinda yeniden israr etti. Ben yine karsi çiktim
(…) Bu görüsmeler sirasinda meslektaslarimdan bazilari beni duygusuzluk ve vatana
bagli olmamakla suçlayacak kadar ileri gittiler” (s.68).
“Mebuslarin verdigi bilgiler cidden feci idi. Birçok geceler uyku uyuyamadim (…) Gerek
göç ettirmeler, gerek isyan yüzünden Ermeniler çok kayip vermislerdir. Bunu itiraf etmek
gerekir (bundan sonra, Müslümanlarin da öldürüldügünü söylüyor). Esas olarak askerî
bir önlemden baska bir sey olmayan göç ettirme, vicdansiz ve karaktersiz insanlarin
elinde bir facia seklini almistir. Amacim bu hareketlerin çirkinligini gizlemek degildir”
(s.77) (bundan sonra, bunlardan dolayi hükümeti ve Ittihat-Terakki’yi suçlamanin
haksizlik oldugunu söylüyor).
“Ben, gönderilmeleri sirasinda Ermenilere yapilan islemleri tamamiyla itiraf ve olaylari
olduklari gibi aktarma cesaretini gösterdim” (s.78) (bundan sonra, Ermenilerin
Müslümanlari katlettigini de karsi tarafin itiraf etmesini istiyor).
Demek ki 1915’in yaraticisi, eserini, hiç de 2005’deki savunanlar gibi savunmuyor.
***
Bir de, Ittihat-Terakki triumvirliginin üçüncü adami Cemal Pasa’yi dinleyelim (Cemal
Pasa, Hatiralar, yayina haz. Alpay Kabacali, Istanbul, T.Is Bankasi, 2001):
“Fakat baska ordular mintikasinda göçmenlere karsi yapilan tecavüzlerin benim ordu
mintikamda da yapilmasina katiyen tahammül edemeyecegimden, bu konuda gayet
siddetli emirler vermeyi kendim için bir zorunluluk saydim” (s.421) (bundan sonra,
“Ermenilerin cidden acinacak bir sefaletle bütün yol boylarina yayilmis bulunduklarini
haber aldigimdan…” diye devam ediyor).
Cemal Pasa, bütün bunlarin neden yapildigi konusunda söyle diyor: “Zannediyorum ki,
umumi tehcir gibi pek siddetli ve bütün dünya uygarliginin ilgilenecegi bir karar alabilmek
için arkadaslarim pek büyük sebepler ve belgeler elde etmislerdi. Bu bilgiyi, kendilerinin
yayinlarindan, pek yakin bir zamanda anlayarak süphe ve meraktan kurtulacagimiza
inaniyorum (…) 1915 tehciri esnasinda yapildigini duydugum cinayetler cidden nefret
uyandiracak seylerdir” (s.423).
Bu “pek büyük sebepler ve belgeler”i halen beklemekteyiz. Beklerken de; “süphe ve
merak”imizi kraldan çok kralci, papadan çok papaci yorumlarla gideriyoruz ve elalemi
kendimize güldürüyoruz. Yabancilarin Talât ve Cemal pasalari okumadigini mi
saniyorsunuz?
Medya uzun uzun verdi. Uçakta içilmeyen içkilere varincaya kadar. Basbakan
Erdogan’in ABD seferinden çikarilacak sonuçlar ve dersler teoride nereye oturuyor, bari
ben de onu anlatayim.
Türkiye-ABD iliskilerini anlayabilmek için, daha önceki yazilardan asina oldugunuz iki
aktörü takdim edeyim: 1) Hegemon Devlet (HD). Dünyaya tek basina söz geçiren devlet.
ABD; 2) Stratejik Orta Boy Devlet (Str. OBD). Kuruldugu cografya dolayisiyla boyundan
büyük öneme sahip olan ve bu yüzden de sürekli basi belaya girebilen devlet. Türkiye.
Ikisi arasinda kesintisiz iliski var. Çünkü HD, belli bir bölgede sözünü geçirebilmek için
Str. OBD’yi kullanmak zorunda. Onu, “Eksen Ülke”si yapmak zorunda. Yaptigi zaman,
ona birçok konuda yardim verir ve karsiliginda da itirazsiz itaat alir.
Son cümleye dikkat: HD’nin Eksen Ülke’ye verecegi sey sinirli, bekledigi sey sinirsizdir.
Çünkü verdiginin de sinirsiz olmasi durumunda, partnerinin adi Eksen Ülke degil,
“Stratejik Ortak” olur. Oysa ABD’nin, tarihsel vs. nedenlerle, dünyada iki tanecik stratejik
ortagi var: Ingiltere ve Israil. Bunlardan neredeyse sinirsiz destek alir ve bunlara
neredeyse sinirsiz destek verir. (Tabii, bu dediklerim bugüne kadar böyle oldu; bundan
sonrasi bilinmez. Çünkü ABD böyük devlettir, nokta).
Str. OBD ise hem HD’nin gazabini çekmemek, hem de basinin sikistigi konularda onun
yardimini almak zorunda. Oysa, kendisi için en rahat nefes alinacak pozisyon, tabii ki
denge durumu. Yani, bulundugu bölgede tek bir devletin egemen olmamasi. Aksi halde,
Eksen Ülke olayim da yardim alayim derken uydulasabilir ve sonuçta bölge devletleriyle
basi belaya girebilir (ör. 1955 Bagdat Pakti). Ama Türkiye, AB’deki Türk düsmanlari ile
Türkiye’deki AB düsmanlarinin koalisyonu yüzünden bu konuda bisey yapamiyor.
***
Sanirim, Erdogan’in gezisi netlesmistir:
1) ABD, Balkanlar-Kafkaslar-O.Dogu Bermuda Seytan Üçgenine egemen olabilmek için
Türkiye’nin yakin isbirligine ihtiyaç duyuyor. Ama onu “stratejik ortak” düzeyine
getirmeye ihtiyaci ve niyeti yok, çünkü güçlü taraf kendisi ve muhtaç taraf Türkiye.
Üstelik kendisinin bölgede Israil’i var. Zaten, Türkiye’yi biraz da Israil’e stepne diye
istiyor: Israil hem fazla küçük, hem çözdügü kadar sorun yaratiyor, hem de fazla dikbasli.
Ama, ABD’deki lobisi durdukça, Israil de duracak. Onun için, Türkiye “Stratejik Ortak”
ilan edilmeyi daha çook bekler.
2) Türkiye için en ideal teorik durum, ABD’nin gazabini çekmeden özerkligini korumak.
Oysa birinci tezkereyi (06.02.2003) bir solukta geçirerek adamlara bu is tamamdir
dedirttikten ve bilumum 6. Filoyu Iskenderun açiklarina toplattiktan sonra ikincisini
(01.03.2003) reddedince, HD’nin gazabini çekti.
Üstelik, bir de, kendi içinde çoktan halletmis olmasi gereken Kürt, Kibris, Ermeni ve dis
borç sorunlarini kanserlestirmek yüzünden HD’ye muhtaç oldu:
Türkiye kendi Kürtlerini sirf alt kimliklerini inkâr etmeyi artik birakarak mutlu etseydi,
K.Irak Kürtlerinin Kürdistan kurmalarindan korkmazdi. 2002’de Denktas’in kuyruguna
yapisip Annan Planini reddetmeseydi, Kibris sorunu kalmazdi. Susurlukçu Teskilat-i
Mahsusa’nin avukatligini yapmayi marifet saymasaydi, Diaspora’yi böyle güçlendirmezdi.
Sadece bankalara 46 milyar $ hortumlatmamis olsaydi, IMF’ye yüzsuyu dökmezdi.
Oysa simdi Kürt sorununda “Aman, PKK’yi engelle”, Kibris için “Aman, Ercan
havaalanina milletvekili yolla”, Ermeni sorunu için “Aman, bu yil da soykirim deme”, dis
borç için de “Aman, IMF’ye söyle, ertelesin” diye Washington kapilarinda (Yunan
müziginde “amanes” diye bir acikli sarki türü vardir) amanesci olmazdi. Ne yaptigini
kendisi bile bilmeyen hayâl-i fener CHP’yi “Amerikan düsmani” ilan etmeyi kurtulus
çaresi bilmezdi…
Washington ise, durumdan memnun mesut. Hem kendi kizginliginin tadini çikartiyor,
hem de Türkiye’nin muhtaçliginin. Bermuda Seytan Üçgenine tam egemen olmak için,
bir yandan Ukrayna ve Gürcistan’i kullanip Karadeniz’e el atarak Rusya’yi pistirmaya
çalisiyor, bir yandan da Türkiye’yi kullanip Iran ve Suriye’yi. Basarirsa, rakipsiz kalacak.
***
Ama, Allahtan, Bizans üzerinden Osmanli tarikiyle intikal etmis bir Str. OBD refleksi var
Türkiye’nin. Suriye’yle Iran’in ipini çekmeye araci olursa, kendi ipini çekecegini biliyor.
Direniyor. Ama Sevr Paranoyacilari kanser ürettikçe, nereye kadar, Rufailer karisir.
-Turnesol kagidi bir dava geliyor(Baskin Oran)
29 Haziran’da önemli bir dava görülecek. Sonucu; hem Türkiye’deki tabularin yikilma
derecesini gösterecek, hem de AB Uyum Paketleri sayesinde epey düzeltilen
hukukumuzun ne denli uygulandigini. Lafi uzatmayalim, savcinin iddianamesinden (ifade
ve vurus yanlislarini ayiklayarak) suçlamayi özetle okuyalim:
“Yukarida açik kimligi yazili sanigin 17 Ekim 2004’te yapilan Ankara Barosu Genel
Kurulunda yaptigi konusmada: ‘Osmanli Imparatorlugu, 1915’te Hamidiye Alaylari ve
Ittihat-Terakki kadrolari ile 1,5 milyon Ermeni’nin katliaminda rol almistir. Mazlum ve
Güzel Ermeni halkinin acisini paylasarak önlerinde saygi ile egiliyorum… Kürtler ayri bir
ulustur… Kürtlerin devlet kurma hakkini da hukuksal bir hak olarak sonuna kadar
savunuyorum’ ve benzeri ifadeler kullanmak suretiyle… halki birbirine karsi kamu düzeni
için tehlikeli olabilecek sekilde düsmanliga veya kin beslemeye alenen tahrik ettigi
anlasildigindan, TCK’nin 312/2 maddesi geregince…”.
Sanik Avukat Medeni Ayhan’la konustum. Ayrica, iddianameye verdigi cevabi okudum;
hukuksal durumu size özetleyeyim:
1) M. Ayhan iki sivri sey söylüyor: Kürtlerin devlet kurma hakki vardir; Ermeniler 1915’te
katledilmistir. Bu sözlerin ikisi de mevcut hukukumuza göre suç degil.
Bir defa, Kürt devletinin kurulmasini istemek suç degil. AIHM, mahkum edilen yazar
Muzaffer Erdost’un yazisini ifade özgürlügü çerçevesinde buldu ve Türkiye’yi 8.500 Evro
tazminata çarptirdi (Hürriyet, 09.02.2005). Üstelik, M. Ayhan daha önce bu suçtan
AIHM’nin 3. Dairesince iki kez aklanmis durumda (dosya no. 99/49059 ve 99/45585).
Üstelik de, Terörle Mücadele Yasasi 8/1 yürürlükteyken ve DGM’ler varken.
Ikincisi, Ermeni katliami yapildi demek suç degil. Tabii, M. Ayhan, yeni TCK’nin 305.
maddesindeki “Temel milli yararlara karsi fiillerde bulunmak maksadiyla ve bu nedenle
[yabancilardan] maddi yarar saglayan” kisi sayilmayacaksa. Maddeye göre, “temel milli
yarar” kavrami “bagimsizlik, toprak bütünlügü, millî güvenlik ve Cumhuriyetin Anayasada
belirtilen temel nitelikleri” anlamina geldigi için, buradan tutturmak biraz zor. Ama “maddi
yarar” saglamaktan tutturmak kolay. Insallah, M. Ayhan’in, AB büyükelçiliklerinden birinin
verdigi bir kokteyle gitmisligi falan yoktur.
2) Dava, su anda yürürlükte bulunmayan eski TCK’nin 312/2’sine göre açilmis. Bunun
yeni TCK’daki karsiligi olan md.216/1 söyle diyor: “Halkin sosyal sinif, irk, din, mezhep
veya bölge bakimindan farkli özelliklere sahip bir kesimini, diger bir kesimi aleyhine kin
ve düsmanliga alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenligi açisindan açik ve
yakin bir tehlikenin ortaya çikmasi halinde bir yildan üç yila kadar hapis cezasi ile
cezalandirilir.”
M. Ayhan’in konusmasinda böyle bir durum olmadigi gibi; bir irkin bir irka üstünlügünü
içerecek sekilde irkçilik propagandasi da yok, siddet çagrisi da.
3) Iddianamede usul hatasi da var. Konusma, meslek örgütü Baro’nun genel kurulunda
yapildigi ve bu nedenle meslek faaliyetinin bir parçasi oldugu halde, Adalet
Bakanligindan izin alinmadan kamu davasi olarak açilmis. Bu durumda, Avukatlik
Yasasinin 58. ve 59. maddeleri uygulanarak yargilamanin durdurulmasi ve gerekli iznin
alinmasi gerekiyor.
***
Bu dava turnesol kagidi gibi dava. Bekleyip görecegiz.
-Irak Dünya Mahkemesinde Türkiye.(Baskin Oran)
Sivil toplumu daha yeni yeni olusan Türkiye’nin, karar oturumu için seçilmesi çok
önemliydi. Bunun nedeni açikça da söylendi: TBMM’nin 1 Mart 2003’deki ret karari.
Mahkemede bütün sürecin bir tahlilini yaptim, sizlerle paylasiyorum.
***
Ilk tezkere (6 Subat; “Türkiye liman ve havaalanlarinin ABD asker ve teçhizatini
alabilecek biçimde modernize edilmesi”) daha kimsecikler neyin ne oldugunu anlamadan
kolayca geçmistir. Çünkü Türkiye ABD’ye çok borçludur: IMF meselesi bir yana, ABD
Apo’yu bosuna teslim etmemistir. Ayrica, Kürdistan korkusu daglari beklemektedir.
Bu kolay geçisin tatsizligi suradadir ki, ABD (hakli olarak) bunu Türkiye’nin her seyi kabul
ettigi biçiminde anlar ve bütün donanmasini Iskenderun açiklarina yigar.
Arkasindan, olasi zararin tazmini görüsmeleri baslar ve muazzam uzar. Amaç tabii ki
para koparmak degildir. ABD K.Irak’a girmeye izin vermemektedir, TSK da uzatarak
direnmektedir. Bu, 31 Ocak ve 28 Subat’taki MGK bildirilerinde apaçiktir. Bu uzamanin
sonuçlari ilginç olur: Dünya kamuoyuna tam bir ay kazandirir ve her yerde anti-Amerikan
gösteriler baslar. Ama Türkiye ciddi prestij yitirir; ABD generaline dolar sokusturtan
dansöz biçiminde karikatürleri çizilir yabanci basinda.
Bu arada, MGK bildirileri, 2.Tezkerenin (1 Mart; “Yabanci askerlerin gelmesi ve
Türkiye’nin K.Irak’a asker göndermesi”) reddiyle sonuçlanir. Türkiye, bu rezil isgale
katilmaktan hazret-i diyalektik sayesinde, Kürdistan’i engellemesine izin verilmemesi
sayesinde kurtulmustur.
Ve bir de, Türkiye’nin, taa Bizans ve Osmanli’dan gelen, kendi bölgesinde statükonun
bozulmasini istememe refleksi sayesinde. Tabii, burada, isadamlari ile kimi gazetecilerin
agzindan alev çiktigi bir ortamda, AKP’nin grubunu serbest birakisini ve gizli oylama
yaptirisini da unutmayalim.
ABD reddedilince, önemli sonuçlar dogar: Halk parlamentosunu ilk defa sever. AB,
Truva Ati demekten vazgeçer. Dansöz karikatürüne bir kare eklenir: Amerikali general
bir kalça darbesiyle yerlerdedir. Iki kareli bir karikatür de çizilir: Bush “Irak’ta demokrasi
görmek istiyoruz” demekte, ve tamamlamaktadir: “…ama, Türkiye’de degil!”.
Türkiye bir “erkeklik” yapmistir ama, erkek adam korkmaz diye bir sey yoktur tabii. ABD
kudurur, TC de korkar. 3.Tezkere ABD’nin Türk hava sahasini kullanmasina izin verecek
ve ABD ayni gün (20 Mart) isgali baslatacaktir.
Arkasindan, çok sikisan ABD’nin asker istegi 4.Tezkereyle karsilanir. Ama ortam
tamamen degismistir. Kürtler “Gelmesinler, vur emri çikarttik” der. Ayaklanan Irak’taki tek
dayanagini küstürmek istemeyen ABD de bir süre sonra yan çizer: “Türk birligi hassas
konu”. Nihayet hükümet, yetkiyi kullanmayacagini açiklar. Yani, hani “Allah korumus”
derler ya, burada Türkiye’yi önce Kürtler sonra ABD koruyacaktir. Daha dogrusu, Irak
halkinin isgalciye kan kusturmasi.
***
Türkiye’nin bu çok önemli olaydaki zikzakli tutumu, özetleyeyim, üç özelliginden
kaynaklanmistir:
1) Böylesine nazik bir cografyada kurulmus Türkiye, statükocu/mesruiyetçi olmak
zorundadir. Bölge bir alt-üst oldu mu, zor düzelir. Bu, ABD’ye “hayir” demeyi
gerektirmistir.
2) Türkiye maddi-manevi müthis borçludur. Bu, ABD’ye “evet” demeyi gerektirmistir.
2) Türkiye, kendi Kürtleri meyledebilir diye Kürdistan’dan korkmakta ve süreci durdurmak
için K.Irak’a girmek istemektedir. Bu, hem ABD’ye “evet” demeyi getirecek, hem de
ABD’nin kendiliginden vazgeçmesi sonucunu doguracaktir. Diyalektik dedugum da
budur!
Son tahlilde bu zikzaklar, bir “Güzel Kararsizlik” olusturacaktir. Ama Türkiye’yi hukuksal
sorumluluktan kurtarmayacaktir. ABD saldirisi, a) bir mesru savunma olmadigi ve b)
Güvenlik Konseyi iznini almadigi için hukukdisidir ve kendisine tüm yardim edenler de
sorumludur. Türkiye su eylemleri yüzünden sorumludur:
1.Tezkereyle saldirgana mekan hazirlamistir; ardindan, 8 Subat mutabakati saldirgani
Türkiye’de üslendirmistir; 3.Tezkereyle saldirgana hava koridoru vermistir; 4.Tezkere
saldirgana asker vermeyi öngörmüstür; Incirlik “insani yardim” için kullandirilmistir ki bu,
kullananin sütüne birakmadir.
Bununla birlikte, bu suçlarin uluslararasi yaptirimi yoktur. Ulusal yaptirimi da yoktur; Taa
1991’de Anayasa Mahkememiz isi basindan atmistir: Özal’in TBMM’ye aldirdigi 107 ve
108 numarali kararlari “yasa degil de Meclis Karari” oldugu için denetim disi tutmustur!
Bu durumda, kabul edilen tezkerelerin Anayasa Md.92’ye uygunlugu denetlenememistir.
Türkiye sorumludur, fakat BM’nin ve büyük devletlerin bile gik diyemedigi bir ortamin
hafifletici sebep olusturdugu da belirtilmelidir.
Çig süt emmis biri sifatiyla son on bes günün gazetelerini okuyorum.
Hürriyet, 19.06.2005: “Ermeni Dostuydu. Antika kitap kaçirdigi iddiasiyla Erivan
havaalaninda tutuklanan Türk vatandasi Yektan Türkyilmaz ‘Ermeni Dostu’ çikti.
Türkyilmaz, geçen hafta gazetecilerle yaptigi sohbetlerde soykirim iddialari hakkinda
Ermenilerin hakli oldugunu öne sürerek, Osmanli’yi soykirim yapmakla suçlamisti”.
Yani, resmen, “iyi olmus p…’e!” diyor.
***
Milliyet, 27.06.2005: “Komsuda Irkçi Sok. Sadece üç ay önce kurulan ve seçimlerde
yüzde 8.16 oyla 4. parti olan Hücum Koalisyonu ATAKA partisinin lideri Volen Siderov,
ülkenin resmî dilinin Bulgarca oldugu söylerken, Türklerin kurdugu Hak ve Özgürlükler
Hareketinin (HÖH) anayasaya aykiri oldugunu bildirdi”.
Hürriyet, 28.06.2005: “Siderov, ‘Hasan ismini Hasanov yapacagiz’ dedi ve Bulgar Ulusal
Televizyonundaki Türkçe yayinlarin da hemen durdurulmasini istedi”.
Simdi, bu Bulgaristan, AB’ye hangi yüzle girecek?
***
Bununla birlikte, Komsu’ya fazla da yüklenmemek lazim. Ismi lazim degil, bölgedeki bazi
ülkelerde degil 4. partinin, cümle devlet mekanizmasinin böyle davrandigi görülebiliyor.
Bir ülke var, anayasanin degistirilmesi teklif dahi edilemeyecek 3/1 maddesini kullanan
dayanan bürokrasisi, radyo-tv’lerde “devletin dili”nden baska dilde yayin yapilmasini
yaklasik iki yil boyunca sirayla su engellemeleri yaparak önledi:
Devlet radyo-tv’sinin teknik olarak “o dilde” yayin yapamayacagini bildirmek; bunun için
danistaya gizlice dava açmak; “özel radyo-tv’lerde yayin yapilamaz” demek; “ancak tüm
ülkeye yayin yapanlar bunu yapabilir” demek; “çocuklara yönelik olamaz, dil ögretmeye
yönelik olamaz” demek; “haftada sadece 5 saat yapilabilir” demek.
Bir ülke var, bürokrasisi, ülkenin resmî dilinden baska dillerde özel kurs açilamamasi için
sirayla su engellemeleri sergiledi:
Kurs adlarina itiraz etmek; mevcut olandan farkli kurs binasi, müdür, sekreter tutulmasini
istemek; yangin merdiveni ruhsatini yeniden istemek; binanin rölövesini istemek, 85 cm
olan kapilarin 90 cm’ye çikartilmasini istemek; o ülkede o dilde egitim olmadigi halde o
dilde ögretmenlik lisansi istemek ve baska ülkelerden alinmis o dilde ögretmenlik
lisanslarini da kabul etmemek; üniversitelerde o dilde ders olanagi verilmesi için dilekçe
veren 10.538 ögrenciden 446’sina “yasadisi örgüte yataklik”tan dava açmak, bunlarin
533’üne tutuklama karari vermek, 3.621’ini gözaltina almak, 15’ine bidayet
mahkemesinde üç yila kadar hapis cezasi vermek. Bir üniversitesinde de, 7 ögrenciye
“dilekçe vermeye tesebbüs”ten yarimsar ve birer dönem okuldan uzaklastirma cezasi
kesmek.
Bir ülke var, anayasa mahkemesi, anayasanin yine 3/1 maddesi hükmünü kullanarak,
“devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlügünü bozucu” davranistan, önüne gelen
siyasal partiyi kapatti. Ayni isi bir de Siyasi Partiler Kanununun 78/a ve 81/a,b
maddelerine dayanarak yapti.
Bir ülke var, 2003 basinda Nüfus Yasasi degistirilene kadar, ülkede yasayan yaklasik 15
milyon vatandasin çocuklarina kendi dillerinde isim koymasini yasakladi ve bu isimleri
koyan anababalari mahkemelerde süründürdü.
***
Hep Bulgaristan’la ugrasmayalim. En nihayet, bu ülkede “Türk Partisi” diye anilan HÖH
daha düne kadar koalisyon ortagiydi ve on gün önce yapilan seçimlerde son on bes yilin
en yüksek oyuna ulasarak ve Bulgaristan’in 3. partisi olarak simdi yine koalisyona
giriyor. Bu cografyada ülke mi yok? 05.07.2005 tarihli Milliyet’ten Yunanistan hakkinda
okuyoruz:
“Türkiye Düsmanlari Mora’da Bulusuyor. Ana slogan: Türkiye, Avrupa’dan disari!”
Iyi de, hangi ülkeydi o, hani “Ya Sev, Ya Terk Et” sloganindan geçilmeyen? Hangi
yabanciya hitap ediyordu sahi o slogan?
Bir de dogumuza dönsek? 30.06.2005 tarihli Hürriyet’ten okuyoruz: “Bakü’den Jest.
Azerbaycan, Kibris Türklerinin KKTC pasaportuyla ülkelerine girmesinin yolunu açti”.
Acaba, hangi ülkeydi o, KKTC temsilcilerinin Avrupa Konseyine kabul edilip edilmemesi
29 Nisan 2004’te Strasbourg’da oylanirken, kendi temsilcilerini salona yollamayan? Niye
yollamadiniz dendiginde de, önce “Vallahi haberimiz olmadi” diyen, ondan sonra da
“Devlet baskanimizin kokteyli vardi” diyen? Hani, kendisini kirmamak için Türkiye’nin
Ermenistan’a kapi açmayip kivrandigi ülke…
***
Mademki seytanin gör dedigini görüyoruz, tam görelim bari:
Bulgaristan’daki Türklerin nüfusu yüzde 8,5. HÖH’ün aldigi oy yüzde 12,68. Bulgarlardan
tam 40.000 oy almis. Nasil is?
Sakin, partinin çikardigi 33 milletvekilinden 6’sinin halis muhlis Bulgar olusundan
olmasin? Ders almasi gerekenlere duyurulur.
Polisin “Bilmemkaç parça kayitsiz çikti” iddiasina gelince, orasi ilginç: 1928’de kabul
ettigimiz Latin harfleriyle yazilmamis ne varsa evin içinde, bu arada rektörün babasinin
mührünü ve dedesinin madalyasini, antika sanip herbirini ayri kalemlere kaydedip
götürmüsler…
***
Said-i Nursi’nin Medresetüz-Zehra’yi kurmak istedigi Van’da seriatçi örgütlenmeye izin
vermeyen bir rektöre Islamcilarin tahammül edemedikleri ve Prof. Askin’in basinda uzun
zamandir biseylerin dolastigi çoktandir biliniyordu. Vakit gibi bir gazetenin diline
doladigini söylemek yeter.
Gazeteciler hemen üniversitenin eski doçenti, Milli Egitim Bakani Hüseyin Çelik’e
kostular. Çelik: “Bu olayla hiçbir ilgim yoktur. Ben de gazetelerden okudum” dedi. Sonra,
geçen yil yerel seçimler öncesi Van’da verdigi demeci verdiler: “Ben buraya geliyorum,
Yüzüncü Yil Üniversitesine yatirim yapacagim, ama rektör bey hep yurtdisinda oluyor,
karsilamaya gelmiyor”. Ama belki de bu demeç, Basbakan Erdogan’in karsilamayi
yasaklayan genelgesinden önceydi…
***
Üniversite cihetinden farkli tepkiler geldi. Bir hoca bir eposta grubunda yazdi: “Son
yillarda demokratik, laik ve Atatürkçü Cumhuriyet çizgisinden ayrilmayan, baskilara
boyun egmeyen Prof. Dr. Yücel Askin için sanki gizli bir dügmeye basilmistir”. Bir cevap:
“Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. 100. Yil Üniversitesi'nin sayin rektörü ile ilgili
bir yanlislik varsa, adalet bunu mutlaka düzeltecektir”.
Ama hiç kimse de kalkip sunu demedi: “Yahu, burada en önce kinanacak konu, olayin
kendisidir. Eger bu arkadasimiz “Islamci” denilen taifeden olsaydi, yapilani tasvip edecek
miydiniz? Görevli giden rektör yokken konutu basilir mi? Bireysel veya örgütsel terörden
devlete siginirsin; devlet teröründen nereye siginirsin? Bu, bir rektöre yapilandir. Bir de
siradan vatandasa neler oluyor, onu düsünün!”
***
19 Temmuz tarihli gazetelerde, YÖK’ün “Rektöre yapilan dehset verici” diye açiklamasi
çikti.
Kimse çikip da, “Yahu, sen YÖK olarak, koskoca Bogaziçi Üniversitesindeki bir
sempozyumun, resmî agizlardan alev gibi çikan tehditlerle engellenmesini kalktin
destekledin de, devletin savcisinin yasal izinle yaptirdigi bir aramayi kalktin niye
kiniyorsun?” demedi…
***
Bir kisi hariç. 20 Temmuz tarihli gazetelerde çikan yazili açiklamasinda Van Bassavcisi
Kemal Kaçan, YÖK’ün açiklamasi hakkinda inceleme baslatilacagini duyurdu; YÖK,
rektörü simdiden suçsuz ilan ederek suç islemisti.
Iyi de, Sayin Bassavci yazili açiklamasinda, “Evde sunu bulduk, bunu bulduk, bunlar
suçtur” diyerek yargicin kararini simdiden verivermisti. Bu yargisiz infaz, Radikal’in
mansetine söyle yansidi: “Savciya Bak, Savciya!”.
“Türkiyeli” teriminin devlet için ne büyük nimet oldugunu henüz algilayamayan
Genelkurmay Ikinci Baskaninin “Kürt aydini ne demek? Toplumu bölecek miyiz?” dedigi
bir Türkiye’de savci da böyle yapar tabii. Biz de eeeele yasayip gideriz iste…
Kimse de kalkip demez: “Sevgili pasam, Kürtçe kurslarinin ögrencisizlikten kapanmasi,
‘Kürt aydini’ diyebilmenin sayesinde oldu!”, diye…
NOT: Çok büyük bilimadamiydi, Istanbullu Stefanos Yerasimos öldü. Türkiye biliminin
basi sagolsun.
***
Baskin efendi, hadi yeter. Bak, canindan aziz okurlarin ne diyor. “Bu haksizlik. 52
haftanin zaten en az 47’sinde baska konulari isliyorsunuz, tam Bodrum havasina
giriyoruz, mezara tükürmelerden girip Roj TV’ler... Burada sicaktan tansiyondan zaten
perisaniz. Bir de üzerine bunlar. Keyif almak ve gülmek istiyoruz”. Pek âlâ!
Geçen gün Pasatarlasi’nda günesleniyoruz, yanimiza semsiyeleriyle gelip yaygilari
yayan, biri tesettürlü 3 kadinla 4 çocuga aile reisinin âniden patlamasini aktarayim:
“Televizyonda görüp Bodrum diye tutturdunuz, getirdik. Hadi bakalim. Ne anladiniz
simdi? Denize bile girmiyorsunuz!”. Veya, barlarin önünden tekerlekli Tansas sepetiyle
sabahin 03’ünde pet sise toplayan adamin, arabanin içine matizlikten düsen (vallahi ve
billahi, içine!) zargana gibi bir esmere bakisini anlatayim. Ama siz tatil yazisi diye
tutturduysaniz, bunlar sizi kesmez. “Sosyal içerikli” der, begenmezsiniz.
O zaman, Hey Yavrum Hey’de size “Dagistan Mantisi, Caucasia Ravioli, Midye Tava”
(ne uyar be!) ikram edelim veya toksaniz onun hemen sagindaki yerde bi “tirnak
dövmesi” yaptiralim, bu arada ben size bizim Feyhan’in Pasatarlasi’nda geçen hafta
sirtüstü yüzerken bir adama tosladigini, hemen binlerce özür diledigini, adamin da
Feyhan’i “aksam yemegine” davet ettigini anlatayim. Evde bir haftadir konusuluyor,
çünkü Neyran fena takti, “Çok sükür allahima, anneme ilk defa laf atildi!” diye samata
yapiyor. Ben en çok Feyhan’in adama verdigi cevaba güldüm: “Kardesim, siz Bodrum’u
neresi saniyorsunuz!” “Neresi” yine ayri, asil bayildigim su “kardesim” lafi; yani gönlü
olmayan kadinin, o hani, erkegin elini kolunu donduran insest suçlamasini
yapistirivermesi!
***
Bodrum Cafe’deyiz, birer dalli adaçayi içip gidip yatacagiz, yabanci turistler geldi,
komilerden birine resim çektirecekler, bir tanesi kare disinda kalmis, komi hem eliyle içeri
isaret ediyor hem bagiriyor: “Insayt, insayt!” Bu memleket batmaz kardesim. Adam
kareye girdi, ama biraz fazla girdi, komi eliyle disari isaret edip yine bagiriyor: “Dissayt,
dissayt!”.
Ayni komi, geçenlerde hesaba “Too much!” diyen turistin de tercümanligini yapmis: “Bu
gece 2’de maç var diyo, usta!”
Bir tane daha Hemsinli olayi nakledeyim de, Karadenizli fikralari nasil çikiyor anlayin. Ali
Bey anlatiyor, garsonlardan biri memlekete gidip yüzü gözü sis vaziyette dönmüs,
sormuslar, anlatmis: “Agabeymle fena kavga ettik, gittim basçavusa sikayet ettim!” Isin
matrak tarafi, yüzünü abisi sisirmemis. Basefendi demis: “Bana bak! Sonra gelip
agabeymdir falan diye geri almak yok! Bu bakkal defteri degil!”. Almam, kalbimi çok kirdi
demis. Ama evde aile meclisi fena azarlamis, derhal git sikâyetini geri al, demisler.
Gitmis, basefendi bunu essek sudan gelene kadar pataklamis, ben sana dememis
miydim, diye.
Bitti saniyorsunuz, degil mi? Yani, bizdeki tatil yazilarini bu kadar küçümserseniz ben de
size “kardesim!” diye baslarim. Garson dönmüs o vaziyette köye, dosdogru abisinin
evine dayanmis: “Pana bak! Bundan sonra sikâyete sen gideceksun!” diye bagirmis. Bi
mazarrat olmazsa devam ederiz efendim.
Sizin bu yaziyi okuyacaginiz 9 Eylül günü, çocuklugumun Izmirinin büyük keyif günüydü.
Sabah erkenden Birinci Kordon’a çikar, beklerdik. Bundan 73 yil önce sehri
düsmanlardan kurtaran atlilarimiz, kiliçlarini çekmis vaziyette, atlarinin nallari o günkü
kaba parke taslarda kivilcimlar çikartarak Altay Lokalinden Iskele’ye dogru digidik digidik
geçecek diye heyecanlanirdik. Geçerken de ellerimiz patlayana kadar alkislardik,
tezahürat yapardik.
Benim bu yaziyi kaleme aldigim 6 Eylül günü ise, bundan 50 yil önce, büyük korku ve
istirap çekmeme sebep olan gündür.
***
Günlerden beri Nesrin ablamla Taskin abimi ikna etmeye çalisiyorum, o gece beni
açikhava sinemasina götürecekler. Ben Alan Ladd’in Gündogdu Sinemasinda oynayan
“Çelik Hançer”ini istiyorum, çünkü gökten düsen bir tastan yapilmis bir hançerden
bahsediyoruz ve mahalledeki bütün arkadaslar görmüs, ama büyüklerim onun hemen
karsisindaki Ünüvar Sinemasinda oynayan “Kahraman Serif”i uygun görüyorlar, Gary
Cooper var diye. Mecburen oraya gidiyoruz.
Sonuna dogru disaridan patirtilar basladi. Kimileri filmi birakip çikiyor. Biz zor bitirdik
çiktik, bir baktik ki yüz metre ötedeki Yunan baskonsoloslugu alevler içinde. Meger
olaylar aksamüstü Fuar’daki Yunan pavyonunun önündeki bayragin bir çocuk tarafindan
indirilmesiyle baslamis da bizim haberimiz yokmus. Sonradan, bizim Gazi Ilk Okulundan
bir sinif arkadasimiz, Tayfun oldugu söylendiydi.
Eve kapagi zor attik, bir de baktik ki bizim Ikinci Kordon 270 numaradaki evimiz
hincahinç; mahallemiz Alsancak’da ne kadar gayrimüslim komsumuz varsa tikismis.
Herkes ayakta. Yanimizdaki 268 numarada hiç evlenmemis iki yasli Rum hanim
otururdu, saçlari blö’lü, birara köpeklerini belediye zehirlemisti de daha büyük olani gelip
bizim evden kardesinin isyerine hiçkira hiçkira telefon etmisti, bir yandan köpekçige
sarimsakli yogurt tikistirmaya çalisarak, onlarin zangir zangir titreyisini özellikle
hatirliyorum…
Babam kapiyi kapattirmis, kol demirini vurdurmustu. Biraz sonra güruh kapiya dayandi.
Demir sokak kapisi gidip gidip geliyor; kiracaklar. Babam yasli, sinirli, sert, saygi gören
bir adamdi. Çubuklu pijamalari üstünde, açtirdi kapiyi, çikti mermer basamaklara,
“Defolun! Türk evi burasi!”
diye agzindan tükürükler saçarcasina haykirdi. Öndeki it, tepesindeki saçlar seyrek,
“Peki, amca!”
dedi, defoldular. Bugün sanki bana öyle geliyor ki pijamanin arka cebinde
milletvekiliyken verilmis Kirikkale vardi ama, hayal etmis de olabilirim.
Ortalik biraz yatisinca, bize siginmis olanlarin evlerinin tahrip ve talan edildigini içimiz
ezilerek gördük. Evimizin önünden bir sürü herif-i nâserif elleri-kollari dolu, geçe geçe
bitemedi. Kordon’dan denize otomobil ve kuyruklu piyano atildigini bu gözlerimle
gördüm.
O yasta pogrom mogrom bilmiyordum ama simdi biliyorum: Bu tam bir pogrom’du.
Avrupa’nin çesitli ülkelerinde tarih içinde Yahudi mahallelerine yapilan saldirilarin tipik bir
örnegiydi yani.
O gece yatagima isemisim.
***
Elimde yazili bir 6-7 Eylül tanikligi var. Önce anlatinin orta kismini veriyorum, bakalim
anlatani taniyabilecek misiniz:
“… Ama 6-7 Eylül’de Beyoglu olaylarinin bir benzeri de Ada’da oldu. Bir çapulcu sürüsü
evimi basti. Camlari kiriyor, çocuklarin yattigi odaya tas atip duruyorlardi. O kadar
sinirlenmisim ki, sayet eve adim atsalar, elimdeki kuvvetli silahla birkaçini öldürebilirdim.
Ama bir süre sonra gittiler. Günlerce agladim…”
Taniyamadiniz. Simdi de tanikligin vermedigim bas tarafini vereyim:
“1955 yilinin Eylül olaylari sirasinda basima gelmisti böyle bir olay. Düsünün,
Fenerbahçe’de yildiz olmusum, milli takimdayim ve dünyanin dört bir yanina gidip çok
sevdigim memleketim için oynayip duruyorum. Havalimaninda bir maç dönüsü on
binlerce kisi omuzlara aliyor”.
Simdi de sonunu veriyorum, sadece tanigin adini saklayarak; artik tanirsiniz:
“Beni mutlu eden yine Fenerbahçeli taraftarlar oldu. Kartal’dan bir motor dolusu
Fenerbahçeli geldi, ‘Emret XXX abi, kim yapti öldürelim onlari’ diye. Yine bazi devlet
adamlari duymus ve çok üzülmüstü. Benden isim istediler. Ama ben, evi basanlarin
hepsini tanimama ragmen tek bir isim bile veremedim. Unuttum gitti. Birkaç çapulcunun
yaptigini memlekete mal edemem ki; ben bu memleketin çocuguyum. Beni üzen bir olay
daha yasamistim. Ben 17 yasindayken Varlik Vergisi çikmisti. Çok insafsiz bir karardi.
Özellikle azinliklar için dayanilmaz bir seydi. 1940’li yillarda bu yüzden birçok ailenin
ocagi söndü. Arkadaslarimin babalari vergiyi ödeyemeyince evlerinde ne var ne yok
satip duruyorlardi. Kimi de Askale’ye gitmek zorunda kaliyordu. Sikildim ve gönüllü
olarak askere yazildim. Bu sayede unuttum her seyi”.
Tanidiniz mi Lefter’i? Lefter ya! Bu rezillikten 5 ay sonra, 19 Subat 1956’da yenilmez
dünya sampiyonu Macaristan’i 3-1 yendigimiz o mucizevi maçta biri dömi-voleyle digeri
penaltidan 2 gol atarak Milli Takimi galip getiren “Ordinaryüs” Lefter ya! Lefter
Küçükandoniadis!
Evet, biz Lefter’in evine bile saldirmisizdir evelallah. Ve 50. yilda gidip bi toplu özür
dilemeyi henüz akil da edememisizdir…
***
Bana burada koyan asil sey, bu memleketin yetistirdigi en efendi ve en büyük futbolcu
olan Lefter’in evine hunharca saldirisimiz degil. Lefter ne diyor duydunuz mu: “Birkaç
çapulcunun yaptigini memlekete mal edemem ki” diyor.
Iyi ki Lefter, canim abim Lefter, o olaylarin birkaç çapulcunun isi olmadigini, bizzat bir
devlet kurumu tarafindan tertiplendigini bilmiyordu. Çünkü o zaman çok daha büyük
istirap duyardi. Tempo dergisinin 9-11 Haziran 1991 tarihli 24. sayisinda Fatih
Güllapoglu imzasiyla çikan Emekli Orgeneral Sabri Yirmibesoglu mülakatinda su satirlari
okuyoruz:
- Bak, ben sana bir örnek daha vereyim. 1974 Kibris Harekâti. Eger Özel Harekât Dairesi
(ÖHD) olmasaydi, o harekât, yani iki harekât da o kadar basarili olabilir miydi? Harekât
baslamadan önce ÖHD devredeydi. Adaya bankaci, gazeteci, memur görüntüsü altinda
ÖHD elemanlari gönderildi ve bu arkadaslarimiz, adadaki sivil direnisi örgütlediler, halki
bilinçlendirdiler. Silahlari 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül
olaylarini ele al.
- Pardon Pasam, anlamadim. 6-7 Eylül olaylari mi?
- Tabii. 6-7 Eylül de bir Özel Harp isiydi. Ve muhtesem bir örgütlenmeydi. Amaca da
ulasti. Sorarim size, bu muhtesem bir örgütlenme degil miydi?
- E, evet Pasam!
Bütün bunlari yazmayacaktim çünkü 50. yil vesilesiyle her gazetede epey biseyler çikti,
ama bugün Milliyet’in mansetinde Istanbullu Rum gazeteci Mihail Vasiliadis’in anlattigi
“Kapicimiz Ahmet önce bizim evi yagmacilardan kurtardi, ondan sonra bayragini ve
kazmasini alip baska mahallelerdeki gayrimüslim evlerini yagmalamaya gitti” öyküsü
yazdirdi bana. Vasiliadis’in geçenlerde Gümülcine’de iki kadeh arasinda anlativerdigi üç
öyküyü daha nakledeyim de öyle bitireyim, içimde kalmasin, siz de bu memlekette neler
yasanmis oldugunu duyup su anda daha neler yasaniyor olabilecegini düsünün.
***
Yil 1959-60, Vasiliadis yedeksubayligini yapiyor. O sirada Türkiye’ye 106’lik havan
toplari yeni gelmis, kullanmak için biraz geometri falan lazim, 2000 küsur yedeksubay
arasindan sinavla 26 kisiyi seçiyorlar, onlara özel kura geliyor, Vasiliadis Istanbul
Rami’deki 53. Piyade Alayini çekiyor, müthis mutlu. Bir de Haci Çavus’u var, Haci tapiyor
Mihail Tegmenine. Bisey emretse de yapsam diye bekliyor. Vasiliadis bir de hafif
çatladigi için artik takmadigi günes gözlügünü, içi gittigini açikça belli eden Haci’ya
hediye etmis, Haci çocuklar gibi sevinmis, Mihail Tegmenine bir baska baglanmis.
Bigün Haci geliyor, çok rahatsiz. Biraz isrardan sonra açiliyor:
- Tegmenim, bu allahsizlar sana ne diyerler bilir misin? Senin için Rum diyerler...
Vasiliadis Haci’nin içini rahatlatiyor:
- Yok be Haci! Benim anam-babam Rum da, ondan diyorlardir!
- Ha, öyle desene! Göstererem ben onlara simdi!
***
Ayni alayda Vasiliadis’in bölügüne yeni erler geliyor, herkes önceden gidip seçiyor,
Vasiliadis’e de kimsenin istemedikleri kaliyor. Içlerinde 70 yasinda bir adamcagiz da var.
Tek kelime Türkçe konusamiyor. Vasiliades ne yapsin, bir kasa yaptirip bunu bölügün
ayakkabi boyacisi yapiyor. Talime falan da götürmüyor; nasil götürsün, ne anlayacak
Türkçe var, ne de kosacak hal. Kimse de ilgilenmiyor zaten.
Zamanla adamcagizin terhisi geliyor, o zamana kadar da konusup anlasacak kadar
Türkçe ögrenmis, ayrilmadan önce Vasiliadis’e gelip, minneti gözlerinden tasar biçimde
tesekkür ediyor. Bu vesileyle de niye 70 yasinda askere geldigi ögreniliyor: Meger
bunlarin köyünde nüfus kagidi çikarma âdeti yokmus, ne kimse sorarmis ne de lazim
olurmus, ama ailede herkes öle öle mallarin bunun üzerine kalmasi gerekmis, o yüzden
buna 50 yasinda bir kafakagidi çikartmislar. Kagida göre 20 yasina gelince de askere
alinmis…
***
Vasiliadis’in üçüncü öyküsü biraz hüzünlü.
Küçük Mihail 3,5 yasindayken Varlik Vergisi çikiyor. Eve iki görevli hacze geliyor; biri
haciz memuru öbürü hamal. Fakat esyalari o anda götürmeleri mümkün olmadigindan,
kapali bir balkon var, oraya yigiyorlar. Bunlarin içinde Mihail’in yeni alinan tahta ati da
var, sallanan cinsten. Mihail’in içi gidiyor. Hamal balkonun kapisini mühürlemek için,
muhtemelen Yenice paketinin kapagindan bir kartonda birlesmek üzere üstüne kirmizi
balmumu dökülecek ipleri hazirlamakta. Mihail onun yaninda sessizce duruyor, cama
alnini ve burnunu yapistirmis atina bakiyor.
Hamal durumu anliyor, bagladigi ipi çözüyor, kapiyi açiyor, Mihail anlayip hemen atini
kapiyor, kucagina siki sikiya bastiriyor. Hamal gülümsüyor. Mihail’in basini oksuyor. Ama
o anda çocugun arkasina gözü takilip gülümsemesi dudaklarinda donuyor. Memur
geliyor, ati Mihail’in elinden kapiyor, kapiyi açtiriyor, digerlerinin arasina firlatiyor, mühür
vuruluyor.
Vasiliadis bundan sonrasini söyle anlatti:
- Aglamamam gerektigini anladim. Aglamadim. Gik demedim. Ama memura öyle bir
bakmis olmaliyim ki, gözlerini indirdi, çekip gitti.
9 Eylül Izmir’in kurtulus günü kutlu olsun efendim.
Bir Radikal yazari “Tarihî demeleri, bunlarin zavalli benliklerine verdikleri önemi
gösteriyor” dedi. Oysa, “Zavalli” benligimi bana bunca sevdiren çok az sey yaptim
hayatta, bu Konferans’a katilmak kadar…
Idare Mahkemesi karari (2-1) “Nerem dogru?”yu hatirlatti. Önce, ortada durdurulacak bir
“idari islem” yoktu! Çünkü Konferans 8 kisilik bir Hazirlik Komitesi tarafindan
düzenlenmisti; üniversiteler tarafindan degil. Prof. Ü. Azrak: “Yanlislikla idare
mahkemesine bosanma davasi açilmasi gibi!” dedi.
Dahasi, bilimsellige ve kimin davet edilecegine (yani “yerindelik”e) yargicin karismasi
Idari Yargi Usul Kanunu md. 2’ye aykiriydi; nitekim üçüncü yargiç “incelenmeden ret”
istedi. Bu karar ve yargiçlari meselesi önümüzdeki günlerde nasil bir seyir alacak, hep
birlikte bekleyip görecegiz. Buna karsilik; Bilgi basta olmak üzere Bogaziçi ve Sabanci
üniversiteleri, ayrica T. Erdogan ve A. Gül çok güzel anilacak. E. Inönü, Eski Bakan C.
Aykan ve E. Büyükelçi T. Iskit de.
Dahasi, davayi açan Hukukçular Birligi Derneginin Küçükçekmece MHP adayi
yöneticilerinin dava açabilmek için gerekli “menfaat bagi” yoktu. Üstelik, 19’unda verilen
karari, mahkemeyi nasil ikna ettilerse, tebligata bizzat çikartmislardi. Tabii, son gün
(22’si) ve mesai biterken.
***
Tarihî Konferans’in baslica 3 anlami var. Birincisi, Türkiye’deki Korku Imparatorlugunu
yikti. Çünkü yapildi ve Türkiye hâlâ yerinde duruyor. Ikincisi, son tabuyu yikti. 12 Eylül bir
kere daha bitti. Demokrasiye büyük katkidir. Üçüncüsü, Türkiye disarida muazzam
sayginlik kazandi. Bir de, seyredin simdi, anneannesinin veya dedesinin Ermeni
oldugunu çok geç yasta ögrendigini açiklayanlarin sayisi ne biçim artacak.
Asagidakileri, “Konferans bilimsel degil, herkesi sokmadilar, yapanlar tarihçi degil”
diyenler arasinda utanma hissi bulunanlar mevcuttur diye yaziyorum:
1) Hazirlik Komitesindeki 8 kisiden 5’i Prof., 2’si Doç., 1’i Yd.Doç. idi. Danisma Kurulunu
olusturan 15 kisinin 12’si Prof., 2’si Doç., 1’i Yd.Doç. idi. Bunlar disinda teblig verenlerin
8’i Prof., 3’ü Doç., 12’si Yd.Doç. idi.
2) ABD’deki irkçi “Turkishforum” temsilcisi Fatma Sarikaya rektörlerin protokol
konusmalarini “Bunlar teröristtir!” ve “Bir de ifade özgürlügü mü istiyorlar?” diye
bagirarak defalarca kesintiye ugratti. Devlet Arsivleri Gn. Md. Yd. Doç. Mustafa Budak
söz alip konustu ve bildiricilerle tartisti. Emekli olmasina ragmen siyah saçlariyla
dikkatleri çeken disçi Prof. Ilhan Çuhadaroglu soru sormak için söz alip “Sahtekârlar!”
diye hakaret etti.
3) Ermeni Sorunu gibi çok genis konular sadece tarihçiler tarafindan degil, ancak
disiplinlerarasi yaklasimla incelenir: Etnograf, sosyolog, uluslararasi iliskilerci, hukukçu,
demograf, edebiyatçi, psikolog, vb. Ör. Hititler tarihte yasamistir ama, onlari arkeolog ve
etnologlar da inceler. Ama, disçilerin listeye girmesi herhalde zordur.
***
Konferans’in disina gelince. Sag ve “sol” milliyetçilerden olusan “Kizilelma Koalisyonu”na
mensup 30-40 kisilik bir grup iki gün boyunca davetlilere kapida çürük yumurta ve
domates atti. O saygideger insan Inönü’ye bile. Bu, yasadaki “saldirisiz gösteri”ye pek
girmiyordu. Ama yine de çok sevindiriciydi, çünkü kursun’dan domates’e evrim
geçirmislerdi.
***
Konferans’ta çok ilginç seyler geçti ve söylendi. Hirant Dink, gazetelerden
okumussunuzdur, “Su, çatlagini buldu” olayini anlatip sonunu “Biz Ermenilerin bu
topraklarda gerçekten gözü var. Ama alip götürmek için degil, altina girip yatmak için”
diye baglayinca herkes aglamaya basladi (zaten, siyah saçli emekli disçinin firlayip “Agit
yakiyorsunuz, sahtekârlar” demesi bu sirada vuku buldu). Bu arada, disari çikip cep
telefonlarina sarilan iki genç muhabirin “H.Dink, Ermenilerin topraklarimizda gözü
oldugunu itiraf etti” diye ajanslarina haber geçtikleri gözlendi ve durum anca
düzelttirilebildi!
Mustafa Budak’in: “Müslüman kayiplari niye anmiyorsunuz?” demesi üzerine H.Berktay
söyle dedi: “Yahudi Soykiriminda 6 milyon Yahudi öldürüldü. II. Dünya Savasinda
Almanlar 7,5 milyon kayip verdi. Siz hiç Alman tarihçilerin “Alman kayiplarini niye
anmiyorsunuz?” diye sordugunu duydunuz mu? Berktay, Türk tezindeki katiligi ise söyle
yorumladi: “Öyle derin bir siper kazdik ki, dibinde kaldik disari çikamiyoruz”.
Emekli Büyükelçi Temel Iskit’in söyledikleri çok ibret vericiydi: “Türk dis politikasi,
uzlasma yerine çatismaya programlidir. Ben 41 yil diplomatlik yaptim, daima hakli
olmaktan yorulmusumdur”.
“Lozan Antlasmasi” deyince anlasilan, tabii ki Türkiye’yi kuran ve Hatay hariç sinirlarini
saptayan 24 Temmuz 1923 tarihli meshur Lozan Baris Antlasmasi. Oysa ABD bu
antlasmayi ret falan etmedi. Kabul da etmedi. Bu konuda hiçbir oylama da yapmadi.
Çünkü Lozan Konferansinda sadece gözlemci olmustu; hiçbir sey imzalamamisti.
Peki? Sorun, karistirmaktan geliyor. Meshur Lozan Anlasmasini baska biriyle, yine
Isviçre’nin Lozan kentinde 6 Agustos 1923 tarihinde imzalanan ve sonra ABD
Senatosunca reddedilen bir ticaret antlasmasiyla karistirmaktan geliyor.
Önemli bir arastirmaci olan Prof. Ataöv’ün böyle bir hata yapmasi mümkün olmasa
gerek. Acaba Hürriyet yazari mi yanlis anladi? Dahasi, bu bir maddi hata mi, yoksa bu
ikinci antlasmayi Türkiye’de pek az kimsenin bilmesinden yararlanmak mi çekici geldi?
3) Ermenilerin hangi tarihler arasi Osmanli’ya Müttefik ordulariyla birlikte saldirdigindan
söz edilmiyor; oysa bu çok önemli.
Birinci Dünya Savasi Osmanli için Kasim 1914’te basladi. Tehcir bes ay sonra, Nisan
1915’te. Savas üç yil sonra, Ekim 1918’de bitti. Ermeniler bu bes ay içinde saldirdilar ise,
Tehcir bunun intikami olabilir; bu üç yil içinde saldirdilar ise, bu saldirilar Tehcir’in
intikami olabilir. Hangisi daha olasidir dersiniz?
4) Asil vahim hususa gelelim: Haberde “Ermeni” teriminin ne anlama geldigi belirsiz.
Osmanli Ermenisi mi, Rus Ermenisi mi, diaspora (ABD, Fransa, Arjantin…) Ermenisi mi?
Ne Ermenisi?
Tabii, haberi okuyan her normal insanin anlayacagi, Osmanli Ermenisi. Yoksa, Rusya
Ermenilerinin Çarlik ordularinda Osmanli’ya karsi çarpismis olmasi kadar dogal ne var?
Ihanet içinde olmalari için Osmanli Ermenisi olmalari lazim. Bakalim Osmanli Ermenisi
mi bunlar:
1915 rezaletinin kestirmeden “soykirim” olarak anilmasina
en kuskulu yaklasan tarafsiz bilim adami
Michael Mann (The Dark Side of Democracy, Cambridge, 2005, s.135-136) bu konuda
su bilgileri veriyor:
Gerek dogduklari topraga baglilik nedeniyle, gerekse bir
silaha sahip olup Moskova’ya karsi milliyetçilik yapabilmek için Çar ordularina gönüllü
yazilan Rusya Ermenilerinin sayisi 150.000 küsur. Rus ordularinda (dogal olarak)
Azerilerin de bulundugu gerçeginin yani sira, Rusya Ermenilerini Osmanli’ya ihanetle
suçlamak da ilginç bir bulus dogrusu!
Kaçip Rus ordularinda görev yapan Osmanli Ermenilerine gelince: Bunlarin sayisi
Ermeni kaynaklarina göre 1.000-5.000, Türk ordu kaynaklarina göre 6.000-15.000. O
sirada Osmanli ordularinda görev yapan Ermenilerin sayisi ise 200.000’in üzerinde.
***
Demek ki durum, Hürriyet’teki “bomba”dan biraz farkli. Bu okuduklarinizi uluslararasi
piyasada tekrar ederseniz alay edebilirler; bu tip bilime, pardon, gazetecilige güvenmek
biraz riskli.
Ama, milliyetçiligin atgözlügü böyle “iyi” haberlere hemen güvenivermeyi ve sevindirik
oluvermeyi gerektiriyor. Bu atgözlügü degil mi basimizin en büyük belâsi, Asala
katillerinden ve saireden çok çok önce?
-Paralelizm(Baskin Oran)
Yasim 60’i geçti. Simdiye kadar iyi gidiyordum, hâlâ da iyi gidiyorum gerçi ama, bundan
sonra artik inis basliyor; onu da kabul etmek lazim.
Yaslanan bazilarinin o zamana kadar yapamadiklarini yapmak istediklerini görüyorum;
örnegin tekne almak, dünya gezisine çikmak istiyorlar. Bende ise talepler gitgide
azaliyor. Yaslilik yillarim için yalnizca iki sey istiyorum:
a) Temel ve özellikle de saglik ihtiyaçlarimi karsilamaya devam edecek kadar para;
b) Çifte bir paralellik: Bir yandan esim Feyhan ile paralel yaslanmak, diger yandan
vücudum ile zihnimin paralel yaslanmasi.
Yani, kafamin benden önce “gidip” de dosta-düsmana beni mahcup etmemesi. Bakin,
“Saglikli bir yasam” bile demiyorum; paralellik diyorum. Çok sey mi istiyorum bilmem
ama, gerçekten baska istedigim bisey yok.
***
Eski basbakanlarimizdan Bülent Ecevit’i bu ölçütler açisindan düsündügümde sansli,
üstelik kendime göre epey dinamik buluyorum:
a) Milletvekili oldugu için saglik ihtiyaçlarini TBMM neredeyse sonsuza dek karsiliyor.
(Valla, bir gün milletvekili olmak isteyecek olsam, yalnizca ve yalnizca bu nedenle olmak
isterdim. Iki ablam var, milletvekili kizi olduklari için TBMM onlara bakiyor, oglan çocuk
oldugum için bana bakmiyor; kendilerini nasil kiskaniyorum!)
b) Hem sevgili esi Rahsan hanimla birlikte yaslandi, hem de vücudu ile zihni paralel
yaslaniyor; ne güzel.
Gerçi Rahsan hanim fizik bakimdan Bülent beyden daha iyi ve burada paralellik biraz
zedeleniyor. Sayin Ecevit, masallah pehlivanlar gibi dolasan ve Güniz Sokak’ta oturdugu
evin Sevket Demirel’e ait olan üçte birine TMSF tarafindan haciz konabilecegi haberleri
çikinca ortaligi birbirine katan Sayin Süleyman Demirel’in aksine, fizik bakimdan biraz
yiprandi; biraz zor yürüyor.
Buna karsilik, evlilikleri yarim yüzyili çoktan devirmis olan kari-kocanin zihinleri hem
paralel yaslaniyor, hem de günceli kaçirmiyor.
Ocak 2005’te Rahsan hanim konusmustu: “Ülkemde Müslümanligin gerilemesine razi
olamam. Bir AB modasi çikti, dinimiz elden gidiyor. Simdi ülkemizde kiliseler yer yer
apartman katlarina kadar yayildi”.
Gerçi kimi gazeteciler bu satirlari “Rahsan elden gidiyor” diye yorumladilar ama, ana
temamizin sinirlari içinde kalirsak yani paralel yaslanma açisindan düsünürsek Rahsan
hanimin bu sözleri önemli. Çünkü bugünlerde Bülent bey de Rahsan hanima paralel bir
demeç verdi. KKTC Cumhurbaskani M.Ali Talat’in Türkiye büyükelçisini ve Türk
komutanini yanina almadan bayram tebriki kabul etmesi üzerine söyle dedi:
“Mans Denizi’ndeki Channel Adalari’nin durumu örnek alinabilir. Iç iliskilerinde tamamen
özgür olan bu devletin basinda Londra’da belirlenen askerî vali ile yüksek bassavci var.
Türkiye de, KKTC için benzer bir düzenleme yapabilir”. (Radikal, 8 Kasim 2005)
Yani, Kibris’a Türkiye’nin Genel Vali atamasini öneriyor…
***
Bununla birlikte, Ecevit çiftinin sözleri bu paralelizmi degil de, son zamanlarda “yükselen
deger” olan Milliyetçiligi, veya Ulusçulugu, veya Ulusalciligi yansitiyor da olabilir. Yani
Ecevitler AB emperyalizmine karsi Ikinci Kurtulus Savasi veriyorlardir. (“Veya” deyip
durusumun nedeni; milliyetçilik demeyelim de aman baska bisey diyelim diye karar
verdik ama hangisini seçecegimizi henüz bilemedik, ondan).
Ha biri, ha öteki. Bendeniz, dedim ya, öyle iddiali degilim. Benim derdim paralelizmle
sinirli: Kafam benden önce gidip de beni dosta-düsmana karsi zorda birakmasin yeter,
diyorum.
Ayni saatlerde, Semdinli’de Renault içinde yakalanan iki astsubayin görev yazisinin olay
gününe, yani 9 Kasim’a ait oldugu ortaya çikiyor (Milliyet, 29 Kasim).
Türkiye, “çözüm” olarak, önüne gelen yazara “devlet yargi organlarini alenen
asagilamak”tan ve “kin ve düsmanliga alenen tahrik”ten dava üzerine dava ikame ediyor,
adeta AB sürecine savas açmisçasina dimdik yürüyor…
Not: Kürtlerin üzerinden jet uçurmak, o bir Türk Klasigi. “Üreme” hesabi yapmak ise
orijinal; yegenim Adil’e dogrulatmak ihtiyaci hissettim. Söyle diyor: “Hesap dogru.
Türkiye’nin artis hizi, Kürtler dahil, yilda yaklasik % 2. Eger yeni doganlarin 16 yasina
kadar çocugu olmaz dersen, o zaman Kürtlerin artis hizinin yaklasik %17 olmasi gerekir.
Tabii, gayri-Kürtlerin hiç artmamasi sartiyla.”
Türkiye’de Kürt meselesi su günlerde o kadar karisti ki, benim de kafami karistirdi.
1) Bu sorunu halletmenin tek yolu, Kürt içeren diger ülkelerle aramizdaki esigi
alabildigine yükseltmek. Ki, bizim Kürtler Türkiye’ye entegre olsunlar ve “asagi” atlamak
istemesinler. Simdiye kadar binbir ayrintisiyla on bin defa yazdim, bu esik ayni anda
saglanmasi gereken iki ögeden olusuyor: Kürtlerin a) Ekmek; b) Kültür sikayetlerini
gidermek. Yani bu insanlara biraz nefes aldirmak; alt kimliklerine de saygi göstermek.
Fakat biz tam tersine gidiyoruz:
Birincisiyle ilgili olarak, 1999’dan beri hiçbir sey yapilmadi. Üstüne üstelik, Radikal’de
manset: “Kisi basina gelir K.Irak’ta 4000, Güneydogu’da 400 dolar”! (04.12.2005)
Ikincisine gelince, AB Uyum Paketlerini, bu insanlarin sonsuz sabrini deneme laboratuari
yaptik. “Sayin Öcalan” dedin mi, 500 YTL ceza (Hürriyet 21.11.2005). “Roj Bas” (iyi
günler) dedin mi kelime basina 2 ay hapis ve 820 YTL ceza (Radikal, 11.10.2005).
Diyarbakir’da parklara Kürtçe isim vermek yasak (Radikal, 02.12.2005). Temel
beklentiler katiyen karsilanmadi. Bunlar birikiyor, tortu gittikçe yükseliyor.
2) Devleti yönetenlerin söylemi tutarsiz. Basbakan bir kalkiyor “Kürt sorunu farkli, PKK
terörü farkli” diyor (Sabah, 22.08.2005), sonra Y.Zelanda’dan demeç veriyor: “Türkiye’de
sadece bölücülük sorunu vardir” (Radikal, 07.12.2005). Bir kalkiyor, “TC vatandasligi üst
kimliktir” diyor, arkasindan da “Birlestirici unsur Islam” diyor. Ana muhalefet lideri Baykal
insana tümüyle hüzün ve ötesini veriyor. Türk milliyetçilerinin oylarina çengel atmak için
bilim adami bile bile lades yapiyor.
Türkler arasinda söylemin bini bir para. “Türkiyelilik ne ise yarayacakmis ki?”cilerden tut,
koskoca hocam Prof. Mümtaz Soysal’in da aralarinda bulundugu (tanrim!), sözcülügünü
Azinlik Raporu Yirticisi Fahrettin Yokus’un yaptigi, MHP’liler ve emekli generaller
grubuna varincaya kadar (Milliyet, 01.12.2005).
Egemen unsur olmaya alismis Türkler, bu “power position”i, yukariya yerlesmis bu
konumu kimselere birakmak istemiyor.
3) Kürt liderlerin hepsi ayri telden. Öcalan kalkiyor, “TC üst kimligini kabul ediyorum.
Bizim ne istedigimiz bellidir. Ne bagimsizlik ne federasyon istiyoruz” diyor (Hürriyet,
06.12.2005). Buna karsilik Kürt-Der sözcüsü Ibrahim Güçlü gibi (Tempo, 02.12.2005),
Serefettin Elçi gibi federal yapi isteyenler var. Milliyet’teki (28.11.2005) D.Sazak
röportajinda DTP Esbaskani Ahmet Türk “Bu sorun üniter yapiyla çözülebilir” diyor,
sonra da “Türkleri aslî unsur sayarsaniz öteki kimlikleri inkar etmis olursunuz” diyor.
Çok dogru; irkçilik degil ama, aslî unsur olma hastaligi sart midir? Kürtleri aslî unsur
sayinca, bu öteki kimlikleri inkar olmuyor mu? Her seyde farkli düsünen bu insanlar hep
bir agizdan “Biz kurucu unsuruz, biz aslî unsuruz” demekteler. Bu bir tepki, Türk
milliyetçiligine tepki, anliyorum, ama tutarli olmak diye bisey de var.
???
Özet: Türkler ile Kürtler’in muazzam ortak bir noktasi mevcut: katisiksiz bir Millet-i
Hakime zihniyeti. 1454 tarihli Millet Sistemi’nin kilit kavrami Millet-i Hakime olmayi biri
terk etmek istemiyor, öteki “bana da yaninda yer aç” diyor. Ikisi de kendini aslî ve kurucu
unsur olarak görüyor ve tabii ki digerlerini de talî (ikincil) unsur. Bu kadar basit. Bu
kafalarla “Türkiye unsuru” ne olur, onu ikisi de düsünmüyor.
Not-1: Azinlik Raporu’nu yazdik diye 5 yil hapis isteyen savcinin hakkimizdaki
iddianamesinden: “Ihbarcilar: Fethi Bolayir, Mahir Akkar”. 03.12.2005 tarihli
Cumhuriyet’in 5. sayfasindan: “Mahir Akkar adli yurttas Basbakan, TBMM Baskani, AKP
ve AKP MKYK üyeleri hakkinda seriatçilik iddiasiyla Yargitay Cumhuriyet Bassavciligina
suç duyurusunda bulundu”. Yorumlar: 1) Demek ki bu hazretin isi bu; 2) Bu bir ilahî
adalet tecellisi.
Not-2: Kim ve nasil elde etmis, veya gerçek midir bilemem; internetten “Öcalan’in 30
Kasim 2005 tarihli görüsme notlari” baslikli bir bant çözümü geldi. Söyle bir cümle de
geçiyor: “TC Vatandasligini anayasal üst kimlik olarak kabul ediyoruz. Alt kültürel
kimliklerin önündeki engellerin kaldirilmasini istiyoruz. Bu konuda Baskin Oran’in
görüsleri dikkat çekicidir. Bizim görüslerimizle örtüsmektedir”. Bi de buradan dava açilir
mi acaba dersiniz?
Üniversitede profesörsündür, bir gün bir zarf gelir. Devlet hiç sormadan seni
Basbakanlik’a bagli bir danisma kuruluna üye atamistir. Huzur hakki falan da almadigin
gibi, bütün gün süren toplantilarda ögle yemeginin parasini da cepten verirsin. Sonunda
oturup “üst kimlik, alt kimlik” diye resmî rapor üretirsin, istisnasiz herkesi kucaklayan
“Türkiyeli” kavramini tartismaya açarsin, o zaman iki “muhbir vatandas”in dilekçesi
isleme konur, derhal mahkemeye verilirsin, 5 yil isterler.
Dert degil; nihayet bu vatan bizim; ne diyebiliriz ki. Ama kimini suçlayip içeri at, kimini
birak konussun, bu olmuyor.
Çünkü ayni kavramlari senin arkandan MIT’in 2 numarali yöneticisi kullanir (bkz. Radikal,
7 Aralik 2005), hatta bizzat basbakan dilinden düsürmez (bkz. bütün gazeteler, bütün
televizyonlar, her tarih), ama ilgili makamlar bunu suç saymaz.
***
Büyüklerimiz niçin böyle yapiyor?
Çünkü birinci durumda bu dava furyasini garip bulan ne kadar Batili gazeteci varsa
disaridan geliyor, kapiya dayaniyor. Büyüklerimiz çok rahatsiz oluyor. Batili gazetecileri
engelleyemedigi için Türkiyeli insan haklari savunucularini engellemeye çalisiyor. Yani
çözümü içeride ariyor. Sonuçta yumurta ile tavuk durumlari beliriyor; o ayri mesele tabii.
Ikinci durumda ise sinirlarimiz disinda yeni bir komsumuz dünyaya geliyor, petrol zengini
de olabilecek bir Kürdistan, onun üzerine büyüklerimiz çok huzursuz oluyor, politikalarini
gözden geçiriyorlar ve çözümün Türkiye içinde bulunmasi gerektigini birdenbire
kesfediyorlar.
Hele, daha devlet olmamis Barzani, K.Irak’i kastederek “Ister Kürt, ister Arap, ister Asuri,
ister Yezidi olun. Bu topraklarda yasiyorsaniz, Kürdistanlisiniz” diyerek 700 yillik bir
devlete muazzam bir ders verdikten sonra (Milliyet, 14.12.2005).
Ve hatta, Türkiye içinde “içerde” bulunan biri bile sinirlarimiz disindaki bu durumdan
rahatsiz olduktan sonra…
***
Çocuklugumuz Izmirinde bir tekerleme vardi: “Aziz dostum kertenkele, vur basini yerden
yere”. O artik degisti, söyle oldu:
“Aziz dostum midye, al basini ellerine, kulak ver kissadan hisseye”:
Içten etkilenmeye açik olmazsan, distan etkilenmeye açik olursun.
Bir gün gelir, açiliverirsin.
Iki kabugunun arasina sert bir cisim sokup büküverirler, açiverirler.
Cezaevlerinde sikça duyulan bir deyimdir bu. Yani, kötülerin en kötüsü durumda bu
adamin alacagi ceza ne kadar olur, anlamindadir. Simdi gelin, ulusal gururuna çok
düskün bir millet olarak söyle bir durumu tartisalim.
Vatandasin biri çikmis ve “Biz Türkler bir tarihte falanca insanlari kestik” demis olsun.
Rezil, yalanci, dengesiz, tarih bilmez, provokatör, berbat bir adam.
Simdi, bu asagilik niteliklerini birlikte kabul ettigimiz adamin bu adi sözlerini
cezalandirmak için uygulanacak hukuka gözatalim:
***
Madde-1: “Herkesin, ifade özgürlügüne hakki vardir. [Bu özgürlük] demokratik bir
toplumda ulusal güvenlik, ülke bütünlügü, kamu güvenliginin gerekleriyle ve kamu
düzeninin korunmasi veya suçun önlenmesi, genel saglik ve ahlakin baskalarinin ün ve
haklarinin korunmasi, gizliligi olan bilgilerin açiklanmasinin önlenmesi ya da yargi
organinin otorite ve yansizliginin saglanmasi için gerekli olan ve yasayla konulan kural,
kosul, kisitlama ve cezalara baglanabilir”.
Yukaridaki adi cümle, ifade özgürlügünün burada sayilan istisnalarinin (ülke bütünlügü,
vs.) hiçbirine girmiyor. Ceza hukukunda yargiçlar istisnalari ve yasaklari
genisletemedikleri için, yorum ve kiyas yoluyla da ceza verilemez (TCK md.2).
Bir de suna bakalim:
Madde-2: “(…) Herkesin ifade özgürlügüne hakki vardir. [Bu hakkin kullanilmasi] ödev ve
sorumluluklari da içerir. Bu nedenle belli kisitlamalara bagli olabilir. Ancak, bunlar
yasayla öngörülen ve a) Baskalarinin haklarina ve adina saygi göstermek; b) Ulusal
güvenligi veya kamu düzenini ya da kamu sagligini veya genel ahlaki korumak; için
gerekli olan kisitlamalar olabilir”.
Rezil adamin sarfettigi sözler için burada da ayni durum var: “belli kisitlamalar”in
hiçbirine girmiyor ve yorumla da sokulamaz.
Üstelik, yerlesik içtihada göre bir bilgi veya fikir “gücendirici, soke edici, rahatsiz edici”
olsa dahi ifade özgürlügüne girer.
Özet: Bu sözler, istedigi kadar tepki yaratici olsun, istedigi kadar kötü bir adam
tarafindan söylensin, bu maddeler geçerli oldugu sürece ifade özgürlügüne girer. Yani,
bu isin “idami” sifirdir.
***
Ne oldu? Niye itiraz ettiniz? Bunlar TC yasalari degil diye mi?
Çok haklisiniz; TC yasalari degil. Ben sizi aldattim. Yukaridaki “Madde-1” Avrupa Insan
Haklari Sözlesmesinin md.10’u. “Madde-2” ise, BM Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararasi
Sözlesmesinin md.19’u. Içtihat dedigim de, AIHM içtihadi.
Bunlarin yerine, siz, hakiki bir TC yasasi hükmü öneriyorsunuz:
TCK md. 301/1: “Türklügü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen
asagilayan kisi, alti aydan üç yila kadar hapis cezasi ile cezalandirilir”
Bakin, iste bu madde “ise” yarayabilir.
Çünkü, eger “Anliyam, sanliyam, kilici kanliyam” diye türkülerin söylendigi ve milleti
olusturan unsurlardan ikisine birden tek bir hitapla (“Ermeni dölü”) açikça hakaretin
serbest oldugu bir ülkede, bir tarihte falanca insanlarin öldürülmüs oldugunu beyan
etmek Türkleri asagilamak olarak yorumlanirsa, bu isin idami 3 yila kadar hapis
demektir.
***
Ama, hiç kusura bakmayin. Çünkü bizim ulusal hukukumuza göre, benim verdigim TC
yasasi olmayan maddeler ve içtihat sizin verdiginiz TC yasasi olan TCK md.301/1’den
üstün:
“Usulüne göre yürürlüge konulmus temel hak ve özgürlüklere iliskin milletlerarasi
andlasmalarla kanunlarin ayni konuda farkli hükümler içermesi nedeniyle çikabilecek
uyusmazliklarda milletlerarasi andlasma hükümleri esas alinir” (Anayasa md.90/5).
Türkiye bu iki uluslararasi metnin birincisini 1954’te, ikincisini de 2003’te usulüne göre
onayladi ve yürürlüge soktu. Demek ki Anayasamiza göre TCK md.301/1 hükmünün
burada hükmü yok.
Dahasi, bu durumda md.301, Anayasamizin bu 90. maddesine de aykiri ve yargiçlar
tarafindan uygulanmaksizin Anayasa Mahkemesine sevk edilmeli.
Üstelik, biliyor musunuz ki bu 301/1 resmî ideoloji açisindan da sakincali, çünkü açikça
Pan-Türkizm yapiyor? Gerekçesini okuyunuz: “Maddede geçen Türklük deyiminden
maksat, dünyanin neresinde yasarsa yasasinlar Türklere has müsterek kültürün ortaya
çikardigi ortak varlik anlasilir. Bu varlik Türk Milleti kavramindan genistir ve Türkiye
disinda yasayan ve ayni kültürün istirakçileri olan toplumlari da kapsar”.
Bu durumda nerede kaliyor “sinirlar disina tasmayan” Atatürk Milliyetçiligi iddiamiz? Var
mi, Moldova’daki Gagauz Türklerine laf söyledin diye 3 yil içeri atilmak?
***
Yok canim, saka. Atilmazsiniz, çünkü Müslüman olmadiklari için Gagavuzlari Türk’ten
saymiyoruz. Onlara laf söylemek serbest.
Ama mesela K.Irak Kürtlerine degil. Dag Türkü olmalari hasebiyle.
Bizim Ermenilere de degil. Dostum Kadir Cangizbay Agos’ta (no.375, 06.06.2003)
açiklamisti, kendileri aslen Orman Türkü’dürler; adlari Ormanî olup, zamanla Ermeni diye
incelmistir…
----------------------
Not: Türkiye’de Çin üzerine çok az kitap vardir. Iyi bir tanesi, Attila Sönmez’in çevirisiyle
Bilgi Üniversitesi Yayinlarindan çikti: Ray Huang, Çin Tarihi, bir makro tarih yaklasimi.
Bendeniz bes yasina gelene kadar Göztepe’de oturduk. Köse basindaki karakol
nedeniyle “Karakol Çikmazi” denen, Hakimiyet-i Milliye ilkokulunun hemen yaninda,
Filipaçi’nin Bahçesi boyunca uzanan 99. Sokakta elli liraya kiradaydik. Ileride bir fabrika
bacasindan bir duman tüterdi; “Duman, duman!” derlerdi ve korkardim. Sonra, babam
Alsancak’ta Ksenya soyadli bir "Beyaz Rus" kari-kocadan otuz bin liraya bir Rum evi
satin aldi Ikinci Kordon’da, oraya geçtik.
99. Sokak’tan en canli hatirladigim sey, evimizin yukarisindaki Italyan Bahçesi idi. Küçük
ablam Ayten oraya dere kenarinda radika toplamaya götürürdü. Nergisler, nergisler ve
düsmemem gereken kuyular vardi ve uçsuz bucaksizdi; simdi apartman ormani, hiç
sormayin.
Italyan Bahçesi’nin daha üstlerinde Susuz Dede varmis. Tabii ki oraya kadar çikamazdik;
olacak sey degil. Ama nasil bir vesileyle idi hatirlamiyorum, sonradan bir çiktim. Yesil
boyali bir yatir vardi. Basucunda ciliiiz tek bir agaç dikiliydi; gelenler kovayla su getirip
döküyorlardi. Simdi koruluk olmus.
Aradan yillar geçti, büyük ablam Nesrin kirk yedi yasinda asik olup evlendi, kocasi
Ressam Vedat’in tepenin yanindaki evine tasindi (Vedat abinin yagliboya resimlerindeki
münzevî top agaç, iste oradandir). O zaman ögrendim ki, Susuz Dede’de makara
açarmis genç kizlar. Tepenin eteginde makara satilirdi; onlardan alir, yukari çikincaya
kadar aça aça giderlermis. Eger iplik yukari varana kadar tükenmezse, dilekleri olurmus.
Özellikle cuma günleri sucu çocuklar ve falci kadinlar kaynardi ortalik.
Aradan yaklasik kirk bes yil geçti, yilbasi günü Feyhan’la birlikte tekrar çiktim Susuz
Dede tepesine. Siz de mutlaka biliyorsunuzdur: Yeni yila nasil baslarsan öyle gidermis;
rahatlatici bir yaziyla baslayalim ki rahat bir yil olsun. Asagidakiler, yatirin beyaz
mermerlerine ziyaretçilerin elle yazdiklaridir; “virgülüne dokunmadan” aynen veriyorum.
***
“Ailemi, çi. me. ve dostlarimi koru Allahim! Ileride hepimizin ii bi meslek sahibi olmamizi
ve artik üzülmememizi sagla. AMIN!!!”
“Ersan beni chok sevsin”
“Allahim, çok geçerli bir telefon alayim. Bana yardim edin. Düzgün bir ask yasamak
istiyorum amin. Melih Saricaoglu” [Bu adini da yazmis ki, Susuz Dede karistirmasin]
“Allahim, bana bir telefon ve ailemle hiç kavga etmeyim. Ailemle durumum iyi olsun.
Aileme bol saglik ver. Arabayi ögreneyim. Karnemde zayif olursa bana kizmasinlar.
Elimden gelen bu. AMIN”
“Layik bi evlat olim onlari utandirmiyim! ERCAN’LA ÇIKIM LÜTFEN!”
“ALLAHIM Tüm insanlar mutlu olsun. Herkezin hakkinda en hayirlisini nasip et” [Bu,
saglamci].
“Allahim nolursun hep mutlu olalim. Vedatla ayrilmayalim. Babamin isleri bozulmasin.
Hep basarili oliyim. Iyi bir meslegim olsun”
“Bismillahirrahmanirrahim. Allahim ne olursun Dostum ve ben erkekler ve ailemiz
yüzünden artik üzülmeyelim, aglamayalim. Ben E’ya, dostum’da Haz’i çok seviyo. Ne
olur bizi mutlu et. Artik onla çikim. Dualarimizi kabul et Allahim!!”
“ALLAH’IM BENI N’OLUR GÖKHANIMDAN AYIRMA. Kavga etmeyelim. Iyi geçinelim.
BEN ONU O BENI HEP SEVSIN”
“Kocalarimiz bizi hep sevsin ve ALDATMASIN NOLUR TANRIM”..
“Allahim ne olur aileye zarar gelmesin. Basarili olayim. Yesimle çiktigimiz hiç bilinmesin.
Yesim Ercanla çiksin. Lütfen!” [Burada durumlar biraz karisik galiba. Insallah Ercan gelip
görmez]
“ALLAHIM!! Sana siginip sana güveniyorum. Okulumu basariyla bitireyim. basarili bir is
hayatim ve mutlu bi evim olsun en önemli: Annem ve babam artik kavga etmesin hep
mutlu ve beraber olalim. Lütfen annem ve babam ayrilmasin. Emre ve ben mutlu olalim
ben hep dogru yolu bulayim. Stajim iyi geçsin ne olur. Amin. BUSE”
“Allahim! Lütfen ailemi ve beni koru okul hayatimda basarili olayim ve aile hayatimda
dogruyu bulayim. Bana sans, para ver. Tekinle barisalim. Lütfeeen! AMIN. BERNA. Eger
bunlari kabul edersen sana yine gelicem” [Bu kizimiz Allah’a mi hitap ediyor Susuz
Dede’ye mi, tam anlasilmiyor (aslinda hepsi ayni), ama rüsvetçi oldugu kesin]
***
Simdi internetten baktim, meger Susuz Dede’nin adi Rum zamaninda Ayos Agapi imis,
yani Sevgililer Tepesi.. Millilesince, Susuz Dede oldugu anlasiliyor. Ama bu “dinci”
durumu Göztepe Muhtari Meral Kurt söyle yorumluyor: “Yesil alanin bozulmamasi için
eskilerin söyledigi bir hikaye bu!” (www.izmir.gen.tr’den Izmir Life). Iyi de, Meral abla,
Kemalizm’i kurtarmissin ama, o zaman orada münzevîîî, ciliiiz tek bir agaç vardi yahu.
Pirus, Epir’in muzaffer kraliydi. IÖ 281’de Italya’ya yürüyüp büyük zafer kazandi. Ama
öyle kayiplar verdi ki, “Böyle bir zafer daha kazanirsam mahvoldum” dedi. Kazanani
perisan eden zaferlere, Pirus Zaferi denir.
***
Kabul edelim: Su an için, Derin Devlet’in zaferi muhtesem…
Çünkü 25.11.1979’da Maltepe Askerî Cezaevinden sikiyönetim varken kaçirdigi Agca’yi,
sirtinda 1 idam 2 müebbetle, 5,5 yilda tahliye ettirdi.
Öyle bir tahliye ki, Papa suikastinin yatilmis cezasini, Ipekçi cinayetinin yatilmamis
cezasindan düsürterek. Adeta, “Bir suç daha islemek, erken tahliye sebebidir”
dedirterek…
Susurluk’taki siyah Mercedes’in kopyasini cezaevi kapisina dayayip, tosuncuklara
“Seninle gurur duyuyor!” diye bagirtarak...
GATA’nin kapali oldugu Kurban Bayraminda. Muayene tarihine kadar karakolda atilmasi
gereken günde iki imzaya nanik yaparak. Imza vermemenin sonucunu, yani yeniden
tutuklanmayi önleyerek…
Bu mükemmel kresendo’nun muhtesem finale’si olarak, müsahadeye gerek
görülmeksizin askerden çürük raporu aldirarak…(Oglum Hasan, motosiklet kazasindan
diz sakatligi için 1 sivil 2 de askerî heyet raporu aldigi halde, askerligini komando soför
olarak yaptiydi).
Böylece, devlete ve kamuoyuna bangir bangir: “Biz daha ölmedik! Gücümüz her seye
yeter! Kapayin çenenizi, girin evinize!” mesajini vererek…
“Ülkücü” gence de: “Devlet Bahçeli’nin seni pasiflestirmesine izin verme! Yine gel bize!
Gücümüz sonsuz! Elimiz her yerde! Hapisten de kaçiririz; tahliye de ettiririz; rapor da
aldiririz; cebine para, koynuna manken de koyariz! Bizi bu acemi PKK itirafçi hiyarlarina
mecbur birakma!”
Üstelik, kimi gazetecilere, “Bunlar hep tesadüftür. Komplo teorilerine saplanmayalim”
diye yazdira yazdira…
***
Diyalektigin en temel kuralina göre, “Her sey, kendi mahvinin tohumunu karninda tasir”.
Doganin en temel kuralina göre, “Doruktan ötesi, inistir”
Mükemmel, iyi’nin düsmanidir.
Rektifiye isteyen motorun, son anda çekisi artar.
Travmatik ölüm anlarinda, penis sertlesmesi görülür. Buna Ingilizcede “Meleklerin
Sehveti”-angel lust denir (www.ogrish.com). Beckett’in “Godot’yu Beklerken”inde
Estragon mirildanir: “Kendimizi asmaya ne dersin?” Vladimir: “Himm. Bizimki kalkar”.
Estragon: “Kalkar mi!” (en.wikipedia.org/wiki/Death_erection)
***
Derin Devlet, Susurluk’tan sonra simdi de Semdinli’nin üstünü adim adim örtüyor.
Mükemmele dogru yürüyor…
Bilirkisi heyeti araba üzerinde kesif yaptigi sirada uzaktan açtigi atesle 1 kisiyi öldürüp 5
kisiyi yaralayan uzman çavus Hakkari’de, bomba sanigi iki astsubay ise Van’da
yargilaniyor. Dosyalari birlestirilmiyor (Radikal, 17.01.06). Uzman çavus tahliye de edildi.
Demek ki, diyoruz, bu olay örgütlü degil. Çete isi degil. Derin Devlet isi degil. Bunlar
münferit, adi olaylar. “Yerel olaylar”.
***
Derin Devlet gözükara gidiyor…
Ama böyle bir ortamda bu kadar gözükara gitmeye ihtiyaç duyabilmek için, fazla sikismis
olmasi gerektigi akla geliyor…
Çünkü sabirlar mayalanmaya basladi…
Daha dün: “Semdinli’deki olay Derin Devlet isi olamaz, çünkü fazla acemilik var”
diyenler, “Olmaz artik bu kadari da!” diye sizlaniyor. Arkasindan, “Ülkücüler ayagini
kesince, itirafçilara kaldilar; acemilik ondan” yorumlari geliyor…
“Simdi deli raporu da aldi. Elini kolunu sallayarak geziyor. Kalkip da birini ‘Gicik oldum!’
diye vursa, sonra da raporunu gösterse, kim sorumlu olacak?”lar basliyor…
Genelkurmay’in benzer bildirileri simdiye kadar hep zehirzemberek olur ve en büyük
gazetelerde birinci sayfa sürmansete çikardi.. Bu seferki, arka sayfalarin bir kösesinde
zar-zor yer buluyor (Hürriyet, 17.01.05, s.18).
Tonu da, “amacini asmis yorumlar”in “Soguk Harp döneminde teskil edilmis ve diger
birçok ülkede de benzeri bulunan” bir birimi sorgulamanin, “vatan savunmasi
hazirliklarinda zafiyete sebep” olacagindan sikayet edilmesi tonunda seyir ediyor…
En önemlisi, bildiride Özel Harp Dairesi için: “bahsi geçen karanlik olaylarla hiçbir
kurumsal iliskisi olmamistir” deniyor…
***
Baba Diyalektik harekete geçiyor.. Doga, hükmünü icra ediyor.
Pirus’un ereksiyonu basliyor…
Rita Verdonk. Kriminoloji ve örgüt sosyolojisi uzmani. Özgürlük ve Demokrasi Için Halk
Partisi üyesi. Mayis 2003’ten bu yana Göç ve Entegrasyon Bakani.
Rotterdam Belediyesinin entegrasyon amaciyla yeni yayinladigi 7 maddelik “Davranis
Rehberi”ne “son derece sicak” baktigini bildirdi. Rehber’de 2 numarali ilke suydu:
“Rotterdamlilar ortak dil olarak Felemenkçeyi kullanirlar”.
Rita bunu su gerekçeyle destekliyordu: “Insanlar, sokakta yabanci dilleri duymaktan
rahatsiz oluyor”.
***
Tabii, Avrupa bu. Hemen alaylar basladi. Yazilanlardan bir demet
(www.minorites.org/article.php?IDA=14442):
“Halkinin yarisi ‘yabanci’ kökenli olan Rotterdam’dan bahsediyoruz. Kizma ama Rita,
senin kreukreu [Felemenkçeyi kastediyor] daha tam dünya dili sayilmaz. Amerika’dan
ziyaretçimiz geldi. Isaretle konussak olur mu?”
“Gramer hatasi yapanlar da mahkum olur mu? Üçüncü tekil sahsi (zij/hun/hen) dogru
kullanmayanlar?”
“Ya Frizlandlilardan biri [Hollanda’nin kuzey kesiminde, konustugu farkli dil yasayla
korunan bir azinlik] gelir de buradan geçerse ne olacak? Rotterdam’i, Kralligin kimi
yasalarinin uygulanmadigi bir bölge mi ilan etsek acaba?”
***
“Allahin sopasi yok!”. Bu söz gibisi de hiç yok.
***
1930’larda ve yine 1960’larda “Vatandas! Türkçe konus!” kampanyasi vardi. Birincisine
yetisemedim ama, ikincisine yetistim sükür. Çocuk safligi iste; dilbilgisi hatasi yapilmasin
diye öyle afisler asiliyor, sanmistim. Anca Mülkiye’de anladim ki, gayrimüslimlerin
sokakta kendi dillerini konusmalari bizi rahatsiz ediyormus, ondan asarmisiz o afisleri
tramvaylara, suraya buraya…
30’lardaki kampanya da hem gayrimüslimler, hem de sokakta Kürtçe ve Arapça
konusanlar için açilmisti. Hatta, kimi belediyeler kelime basina 5 ks. ceza kesiyorlardi;
benim Atatürk Milliyetçiligi kitabinda dipnotuyla vardir. Gösterilen gerekçe: “Halk rencide
oluyor” idi.
Tavsiye ederim, sinirleriniz saglamsa, Kizil Elma’ci sitelere girin, “Türk’ün büyük
hosgörüsünden ve konukseverliginden yararlanarak bu ülkenin kanini emenler, bu
memleketten ekmek yediklerini unutmasinlar” türünden inciler var, okuyun.
Arkasindan gelen “Ya Sev, Ya Terk Et!”leri de ihmal etmeyin.
Ve mirildanin: “Allahin sopasi yok”…
***
Mahkemesi lazim degil, adi hiç lazim degil, tarihi de önemsiz; bir savci açtigi davadaki
iddianamesinde ezcümle söyle diyor:
“Anayasamizda kullanilan Türk kelimesi bir irki degil, bir milleti ifade etmektedir”
Yunanistan’in Iksanti (Iskeçe) kentindeki istinaf mahkemesi, 1927’de kurulmus Iskeçe
Türk Birligi adli dernegi kapatirken söyle demisti: “Bu dernegin adi Yunan yasalarina
aykiridir. Yunanistan’da Türk yoktur. Yunanli Müslümanlar vardir”.
Allahin sopasi yok…
***
Bu memlekette silahli kuvvetlerimiz kusaklar boyu insanlari ve kurumlari azarladi: Buraya
Atatürk kösesi niye yapilmamis? Fotografi niye kötü? Heykeli nerede? Atatürk’ün su
sözü bu kitaba niye konmamis? Niye bu politikaci Atatürk tablosunun önünde resim
çektirmiyor da biraz ötede çektiriyor, vs., vs.
Geçenlerde KKK yeni “bröve” yaptirmaya kalkti, bunca kusaktir “yetistirilmis” olan
“milliyetçi”lerimiz ayaklandi. Hatta, bizim Azinlik Raporu’nun Sayin Muhbir
Vatandas’larindan Mahir Akkar “Atatürk’ü bir anda binlerce gögüsten kaldirdi ve yerine
Yunanlilara ait bir figür olan defneyi koydu” (Sabah, 14.11.05) diye dava açti. KKK simdi
yine Atatürklü üçüncü bir bröve yaptirdi ve (herhalde “sivil”lerin zoruyla vazgeçmis
olmamak için) internette oylamaya açti.
Allahin sopasi yok…
***
Bir “milliyetçi”yi derhal taniyabilmek için yanilmaz bir turnesol kagidi vardir: “Ben aslinda
azinliklari çok severim. Kaç tane komsumuz vardi, yemek alip verirdik” diye basladi mi,
tamamdir. Rotterdam Belediyesinin yayinladigi “Davranis Rehberi”nin geriye kalan 6
ilkesini duymak ister miydiniz:
“1) Rotterdamlilar birbirlerinin sorumluluklarini üstlenirler, ayrimcilik yapmazlar; 3)
Radikallesme ve asiriciligi reddederler; 4) Çocuklarini eksiksiz bir yurttas olarak
yetistirirler; 5) Kadinlara saygili davranir, kadin-erkek ayrimi yapmazlar; 6) Escinsellere
saygili davranir, escinsel-heteroseksüel ayrimi yapmazlar; 7) Inanç sahiplerine, farkli
inançlari bulunanlara ve inançsizlara esit ve saygili davranirlar” (Hürriyet, 24.01.06).
***
Peki, biz hep imansizin yaptiklari sayesinde mi ögrenecegiz? Daha kolayi yok mu bu
isin?
-----------------
Not: Bu ülke, Aydin Güven Gürkan gibi çok az deger kaybetti. Bilgili, eylemci, dürüst,
mütevazi idi. Bu dört nitelik çok nadir biraraya gelir. Bir konusmamizda benden,
Türkiye’nin iç ve dis temel sorunlarinin pratik çözümlerini yazmami istemisti. Kristof
Kolomb’un yumurtasi gibi bisey. Çalisacagim. Onun eseri olacak.
Türk filmi adina benzedi ama, geçen hafta Türkiye için kullandigim “Allahin sopasi”
terimini Avrupa da fazlasiyla hak ediyor.
***
Avrupa sermayesi, devletin ordularini ardina alarak, 1870’lerde dünyaya tasti:
Emperyalizm.
Bunun bir yarari da, isten atilma nedeni olarak suçlayip nefret ettigi makinelerden
kurtulmak isteyen proletaryasina rüsvet vermek olacakti. (Oldu da. Çünkü bu yayilma
hem baklava tepsisini büyüttü, hem de bu mazlum insanlari “ulusal gurur” söylemiyle
uyusturdu).
Bu saldiri özellikle Afrika gibi bakir yerlerde korkunç sonuçlar verdi. Yüz binlerce Siyah,
yeni çikmis makineli tüfeklerle biçildiler. Amerika’ya kafileler halinde köle yollandilar.
Yeterince çalismayan Siyahlarin elleri bileklerinden kesildi, vs.
“Uygar” Avrupalinin bu rezalete tepki göstermemesi için, bütün bunlari döneme uygun bir
teorik temele oturtmak lazimdi. Bunun yöntemi, Birinci Küresellesme’de (1490’lar,
sömürgecilik) “Allahsizlara Tanrinin dinini götürüyoruz” olmustu. Ikinci Küresellesmede
de (1870’ler, emperyalizm) “Asagilik irklara uygarlik götürüyoruz” oldu.
Birinci sloganda “allahsiz”ligi kanitlamak gerekmiyordu, çünkü bu insanlar Hiristiyan
degildi. Ikinci sloganda “asagilik”ligi kanitlamak gerekliydi ve tarihte ilk defa irkçi teorileri
doguran iste böyle bir ihtiyaç oldu. Vahsilerin “insan olmadiklari” kanitlandi ve
Avrupalilarin içi rahatladi.
Allahin sopasi yok. 1215 Magna Carta’dan baslayan demokrasi sürecini damla damla
insa eden Avrupa, irkçiligi icat ederek bu büyük onuru mirasyedi gibi harcayan kita
olmustu.
Allahin sopasi yok. Bu emperyalizm çok kisa sürede korkunç bir rekabete de dönüstü.
Yayilmaya erken baslamis Ingiltere-Fransa ile yeni baslamis Almanya-Italya iki kere
dünya savasina tutustular ve bu sefer kendi gençlerini daha modern makineli tüfeklere
biçtirdiler.
***
Zamanla, fiili isgal biçimindeki emperyalizm pahali geldi. Bagimsizlik hareketleri benzin
atesi gibi yayildi. Artik isgale olanak da yoktu, gerek de. Isgalciler Avrupa’ya evlerine
döndüler, yerlerini ticari iliskilere biraktilar.
Allahin sopasi yok. Dalga tersine döndü ve bu sefer Afrika vs. kalkip Avrupa’ya gelmeye
basladi. Avrupa’nin buna itirazi olmadi, çünkü 1960-70 büyümesini besleyecek ucuz
isgücü geliyordu. Ama, Türkiye’den de epey yabanci isçi getirten bu büyümenin
durulmasiyla birlikte durum degisti. Gettolarinda yasayan, en berbat isleri en ucuza
yapan bu insanlar Avrupalilara batmaya basladi. Degismek ve gelismek istemedikleri
kesfedildi. Gün geldi, Paris’in kenar mahalleleri Paris Komünü dönemine tas çikartti.
Allahin sopasi yok. Irkçilik yapma sirasi, bu sefer, ise girememe nedeni olarak suçlayip
nefret ettigi bu insanlardan kurtulmak isteyen lumpen proletaryaya geldi. “Dazlak”
dediklerimiz.
***
Simdi de, lumpen olmayan Avrupalilarin irkçiligi basliyor.
Okullarda Almanca konusmayan ögrencilere bahçe süpürten. Rotterdam’dan gelip
geçenleri Felemenkçeye zorlayan.
Strasbourg Üniversitesindeki kizin basina-kiçina karismayi asla aklina-hayaline
getirmeyen, ama Türkiye’deki üniversiteli kizin türban taktiginda okuldan atilmasini
onaylayan Strasbourg Mahkemesi kararlari üreten. Yani, isin ucu kendine dokunmaya
baslayinca kendi ilkelerini inkâr eden.
19. yüzyilda isten atilmanin faturasini küresellesmeye çikartacagina makinelere çikartan
insanlarin kitasi, 21. yüzyilda küresellesmeye çikartacagina yabanci insanlara çikartir
hale geldi.
Allahin sopasi yok. Avrupa, yüzyillar boyunca demokrasinin besigi olmaktan damla
damla biriktirdigi onuru, simdi de tutarsizlik yaparak ikinci defadir ki mirasyedi gibi
harciyor.
Ama, isin bizim için tatsiz bir tarafi da su ki, Avrupa demokrasiden henüz nasibini tam
alamamis ülkelere yol göstermekte gittikçe daha çok zorlanacak. Türkiye’nin
demokratiklesmesinden ödü kopanlarin dili daha da uzayacak: “Bakin, onlar da
yapiyorlar ayni seyi” diye bayram edecekler.
Netice-i kelâm, bize binecek fatura yine. Allahin sopasi yine gelecek, bizi dürtecek…
Bilkent Üniversitesinde “state theory” [devlet kurami] adli dersi veren Diemut Majer adli
bir profesör dönemin ilk dersinde ögrencilerine Avrupa’nin tarihsel gelisimini gösteren bir
harita göstermistir. Fakat sinifta bulunan dikkatli bir arkadasimiz bu haritadaki bir hatayi
farketmis.
Hata ise oldukça büyük: Bilkent gibi seçkin bir üniversitede bir ögretim görevlisi derste
Türkiye üzerinde bir bölümün Kürdistan olarak gözüktügü haritayi ögrencilerine ders
anlatirken kullanmaktaydi.
Bu dikkatli arkadasin uyarisiyla arkadaslar hocaya bu olayi sordugunda bayan Majer “biz
buraya böyle diyoruz” gibi daha da anlamsiz bir takim sözle kendini savunmaya geçmis.
Daha sonra sinifta kargasa çikmis ve bazi ögrenciler sinifi terk etmis, fakültenin diger
hocalari sinifa gelmis ve bölüm dekani da bu olayi duyunca daha da sinirlenmistir. Bunun
üzerine sinif dagitilmis.
Bayan Majer ise piskin piskin bir sonraki derste (hemen ardindaki ders) baska bir sinifa o
haritayi kullanmadan dersi anlatmaya devam etmistir.
Hepimiz okul/fakülte yönetiminin /dekanligin bir seyler yapmasini, ögretim görevlisinin
okuldan uzaklastirilmasini beklerken aldigimiz haberlere göre hocaya sadece bir uyari
verilmis.
Bu dersi alana 4. sinifta olan arkadaslarimiz derse devam etmek zorundalar. State
Theory adli dersi alan arkadaslarimizin bazilari derse bundan sonra girmeyecekler
protesto amaçli olarak.
Artik kendi üniversitelerimizde kendi hocalarimiz bizlere Kürdistanli haritalar
göstermekteler ve bunun engellenmesi gerektigine inaniyorum. Bu yüzden asagidaki
adres bilgilerine Diemut Dajer hakkinda sikayet e-postasi atabilirsiniz. Böylece tepkimizi
ortaya koymus oluruz. Bilkent’te milli hassasiyeti ile ortaya çikmis ufak bir arkadas
grubuyuz, sizlerin de yardimina ihtiyacimiz vardir. Umutlarimizi bosa çikarmayacaginizi
umuyorum. Bu e-postayi çevrenize yayarak da kamu oyu olusturmamiza yardimci
olabilirsiniz. Saygilarimla…
AB’YE HAYIR! VAR OLSUN 82. IL MÜCAHIT KIBRIS!
***
Türkiye’nin en burjuva üniversitesinde patlatilan rezaleti görüyor musunuz? Alman
profesör hanim 17. yüzyili anlatirken bir harita gösteriyor. K.Mezopotamya bölgesinde
“Kurden” (Kürtler) yaziyor (Birgün, 9 Subat). En iyisi, bu mektubu bana yönlendiren
Mülkiyeli arkadasima sicagi sicagina yazdigim cevabi asagiya almak:
***
Yâ Hû! Avrupa’nin tarihsel gelisimini anlatirken gösterilen tarih haritasi demek, bu
bölgeyi Kürdistan olarak yazan harita demek. Çünkü tarihte bizim dogu-g.dogu bölgesi,
K.Irak ve bati Iran da dahil olmak üzere, Kürdistan adini tasidi. Üstelik bu terimi ilk
kullanan da, 12. yüzyilda B.Selçuklu Sultani Sancar’dir.
Bu bölgenin Osmanli’ya düsen kismi 20.yüzyilin basina kadar bizde de “Kürdistan”
olarak geçti. Bu terim yerine Vilayat-i Sarkiye’nin gelmesi, H.Cahit beyin (Yalçin)
gayretleriyle, 1910’lardadir. Ondan sonra S.Anadolu, D.Anadolu, D. ve GD. Anadolu,
Kalkinmada Öncelikli Yöreler, Sikiyönetim Bölgesi ve nihayet OHAL bölgesi. Lâ havle ve
lâ kuvvete!
Ben de Mülkiye son siniftaki Uluslararasi Güncel Sorunlar dersimde Kürt Sorunu’nu 4-6
saatte anlatirken bir sürü saydam harita kullanirim. Bunlardan bir tanesi, Tarihsel
Kürdistan; bir digeri Kürt internet sitelerinin denize açilim göstermeyen Kürdistan
haritasi; bir üçüncüsü de “Böyle bir civan ülke denize mutlaka çikabilmeli” mantigiyla
denize de çikis veren harita.
Tekrar yâ hû: Bir üniversitede hoca, istedigi seyi cani nasil isterse öyle anlatir. Istedigi
malzemeyi kullanir. Ögrenciler de istedikleri konularda edep dahilinde itiraz ederler,
tartisilir. Istemeyen, protesto mahiyetinde derse girmez. Ama, hangi ülkedeyiz be,
ögrenci nasil kalkar da hocanin anlattigi ders nedeniyle görevinden alinmasi için
yönetime gidip utanmadan arlanmadan ihbar eder? Üstelik sirkatin söyler gibi oraya
buraya yazip, destek istiyor. Bu zavalli çocuklara önce üniversitenin ne olup olmadigi
dersini okutmak lazim. Bizim Mülkiye’dekiler herhalde vatan haini de, “Sayin Muhbir
Vatandas”lik yapmak bunca yildir akillarina gelmedi.
Ülkedeki paranoya havasi bakar misin nerelere geldi?
***
Sonuç? “Uyari” verildigi falan yalan. Üniversitede sorusturma komisyonu çalismasina
devam ediyor. Hanim profesör ise ülkesine çekip gitti. Hakli; ne ugrasacak. Kendi ülkesi
degil ki bizim gibi inançla mücadele etsin…
Van Savciliginin, Semdinli iddianamesinde adi 17 kez geçen Kara Kuvvetleri Komutani
Büyükanit hakkinda 2 konuda sorusturma izni istemesi büyük gürültü kopardi.
Semdinli Davasini Unutturma Projesi’nin çok önemli parçasi olarak, Iddianame simdiden
linç edildi. Bir kere, belgeyi yazan savci diye Rektör Yücel Askin’in savcisi gösterildi
(oysa, ikisi ayri - I.Berkan, Radikal 8.3.06)). Ikincisi, içindeki iddialar tanik ifadesi.
Üçüncüsü, (kim yapti belli degil ama) gizli oldugu halde sizdirildi. Hepsinden önemlisi,
olmayacak sey yapip tabuya dokundu: TSK’nin en üst düzeyindeki bir askere.
Bununla birlikte, göreceksiniz, bu iddianame tarihe geçecek. Hem de, Harem-i Serif’teki
Zemzem Kuyusuna iseyen “Ebu Bevval” veya Ephesos’daki Artemis tapinagini yakan
Herostratus gibilerden degil. Iki nedenle:
Büyükanit’i askerlerden çok sivil askerler savundu. E.Bassavci Vural Savas: “Savciya
disiplin cezasi gerekir”; iki darbe yemis Demirel: “Bir komutanin savcilik takibine maruz
kalmasi yadirganir”; Hukukun Egemenligi Dernegi adli GONGO’nun yöneticisi ve “Insan
Haklari Danisma Kurulu Üyesi” E. Akyüz: “Olay TSK’yi ve milleti rencide etmistir. HSYK
göreve!”; Deniz Baykal: “Bu, TSK’ya darbe girisimidir”; Erkan Mumcu: “Büyükanit’i
kutluyorum” (Hürriyet, 6 ve 7.3.06).
Hele parti liderleri olacak son ikisi? Akillarinca tek tasla hem AKP’yi vuracak, hem de
askere sevimli olacaklar. Herhalde iddianamenin “bos iddialar” tasimasina isyan ediyor
degiller. Öyle olsa, en basta bizim Azinlik Raporu davasinda dillerini yutmaz, isyan
ederlerdi. Ayrica, bunlarin daha dava baslamadan, iddialarin dogru mu egri mi oldugu
görülmeden yaptiklari linç, yargiyi etkilemiyor da neyi etkiliyor acaba? Nerede Adalet
Bakanimiz, “Bekleyelim ve hukuka güvenelim” diyen?
2) Ilk defa bir sivil savci, muvazzaf askerlerin de suçlanabilecegini kanitladi. Tabu kirildi.
(Daha önce Savci Sacit Kayasu, emekli edilme pahasina, bir emekli askeri suçlamisti:
K.Evren!).
Bundan sonra, en azindan 1789’da getirilmis olan “yasa önünde esitlik” kurali
hatirlanacak. Bugüne kadar TC vatandaslari esitti. Fakat, Orwell’in “Hayvan Çiftligi”ndeki
ilahî lafindaki gibi, “bazilari digerlerinden daha fazla esit”ti. Örnekler sayilamayacak
kadar çok. En sonuncusu: Emniyet Gn.Md. Istihbarat Da. Bsk. Sabri Uzun açikladi: “2
jandarma astsubayi Antalya’da bir kisiyi kaçirdi, polis araci yakalayinca Vali Yahya
Gür’ün el yazisiyla görev emri düzenlendi ve kurtarildi” (Radikal, 22.2.06). Kasim
1959’da Adana’da içkili kullandigi özel araciyla yaya kaldirimina çikarak 1 kisinin
ölümüne ve 11 kisinin yaralanmasina yol açan Yarbay Allen Morrison da, Incirlik’teki
Amerikali komutaninin verdigi “görevlidir” yazisiyla kurtulmustu…
2) Eger sivil askerler yaptiklarini yapmaya devam etmezlerse, asker askerler bundan
sonra kendilerini toparlayacaklar. “Haddimi ve yasalari asarsam, basima bir is gelebilir”
diyecekler.
Mesela bir Hakkari Il Jandarma Komutani Albay Erhan Kubat, TBMM’de ifade verirken,
“Her sey kanunlar çerçevesinde. Patlamalar PKK’nin isi. Kafalari bulandirmayin”
(Radikal, 5.3.06) diye kesip atamayacak. Atarsa, “Neler diyorsun?” denecek.
Yasadisi varligi artik mahkeme karariyla bile saptanmis olan JITEM inkar edilemeyecek
(Diyarbakir 3. Agir Ceza Mahkemesi, “JITEM’in bir askerî birim olduguna” karar vererek
dosyayi askerî mahkemeye gönderdi -Milliyet, 16.2.06). Kontrgerilla artik insanin
gözünün içine baka baka inkar edilemeyecek.
Edilemeyince de, bitirilecek. Bitirilince de, bir komutan bir suç islerken yakalanmis bir
astsubayi için “Yahu, iyi çocuktur” dedigi zaman kimse kalkip bunu mahkemeyi etkilemek
için söylenmis bir söz saymayacak artik.
Denetimsizlik, en çok denetim disi kalan için felakettir. Bundan sonra askerler, kendilerini
kendilerinden baskasinin asla denetleyemeyecegi gibi bir yanilgidan yavas yavas
kurtulacaklar.
Önce katlanmak zor gelecek ama, bu yeni durum her seyden önce TSK’nin isine
yarayacak. Onu yüceltecek. Içindeki suiistimalleri yakalayarak sivillere ders veren TSK,
bunu da yaparsa dünyaya örnek olacak.
TBMM Semdinli Komisyonu için “Bana göre Meclis’te böyle bir komisyonun kurulmasi
hataydi” (Radikal, 8.3.06) diyen Adalet Bakani bizim davada böylesi bir iddianameye
müfettis yollamadi. Neden? Suç duyurularimi teftis için yeteri derecede vahim bulmadigi
için mi, yoksa ben Kara Kuvvetleri Komutani (KKK) olmadigim için mi?
Neden ana muhalefet partisi genel baskani Deniz Baykal, “Orduya karsi darbeyi ilan edip
önledik” (Radikal, 10.3.06) dedi de, simdiye kadar görülmüs en “kemiksiz-kilçiksiz” ifade
özgürlügü olayi olan Azinlik Raporu davasi hakkinda tek kelime etmedi? Üstelik, biz bu
Rapor’u IHDK Yönetmeliginin 5. maddesinin amir hükmüne göre görevimiz icabi
yazmisken? Doçenti oldugu Siyaset Sosyolojisi disiplini ifade özgürlügüne karsi oldugu
için mi, yoksa ben KKK olmadigim için mi?
Vaktiyle, böyle ifadeleri verenlerin adini Sema Piskinsüt asla açiklamazdi; neden bu
Komisyon insanlari ifsa edip hedef gösteriyor? Bundan sonra hangi akilsiz gidip samimi
ifade verir bu komisyonlarda? Vermesinler diye mi yoksa?
Her seyi birakin. Diyarbakir’da Öcalan’i destekler slogan attigi ve emniyet kuvvetlerine
tas firlattigi suçlamasiyla yargilanan Osman Uzan hakkinda dava açan Savci Muammer
Özcan, iddianamesinde Kürtlere “Sözde Halk” dedigi zaman (Milliyet, 16.3.06), basta
Adalet Bakanligi olmak üzere neden hiçbir resmî makam kalkip da tek kelime etmedi?
Türkiye’de en asagi 15 milyon insanin mensup oldugu objektif kimlige saldirida
bulunmak bölücülük olmadigi için mi, yoksa geçen Nevroz’da Mersin’de 12-13 yaslar
civarinda bes tane veledin Türk bayragini çignedigi haberleri üzerine yayinlanan
Genelkurmay bildirisi “Sözde Vatandas” diyerek bu türden iddianamelere bir yil
öncesinden icazet verdigi için mi? Baskani Org. Özkök “Aykiri fikir vatan hainligi degil”
diye enfes bir ders vermis olan Genelkurmay, neden bu türden islevi disina çikan
iddianamelere sinirleniyor o zaman?
Yüz binlerce Anadolu insaninin 1915’te telef edilmesinin bir numarali sorumlusu olan
Talat Pasa’yi Berlin’de âlâ-yi vâlâyla anisimiz, “Soykirimi cezalandirmak hiçbir zaman
suç sayilmaz” buyuran Ermenilerin Talat Pasa’nin katili için Erivan’da anit açmalarindan
(Milliyet, 17.3.06) daha mi mantikli?
***
Çok iyi düsünmemiz lazim; isler kötüye gidiyor. Evet, gerek Türkiye asagilaniyor,
gerekse Türkiye’nin yargi organlari ve ordusu gibi kimi temel/vazgeçilmez kurumlari.
Ama asagilayanlar, acaba asagiladigi söylenenler mi, yoksa tamamen baskalari mi?
Örnegin kimi komutanlari böyle hukuk-üstü tutmak TSK’ya yararli mi, çok zararli mi; iyi
karar vermemiz gerek. Bu memleket ve bu kurumlar çok lazim bize. Ama, “yedeginin
bulunup bulunmamasi”ndan çok, böyle asagilanmamis olmalari önemli.
-“Koalisyon”(Baskin Oran)
“Türkiye ne kadar kötüye giderse AKP o kadar oy kaybeder, biz de o kadar ihya oluruz”.
Bu, su anda Türkiye’de olusan bir iç-dis koalisyonun temel slogani. Koalisyon
ortaklarinin hedefleri farkli: Kimi Iran’da destek istiyor, kimi seçime hazirlaniyor, kimi de
Semdinli’yi örtme derdinde.
Türkiye’nin ne kadar acayip duruma sokuldugunu suradan hesaplayin ki, benim gibi “dini
pek de bütün olmayan” biri AKP’yi “savunmak” zorunda kaliyor…
Koalisyon, Kürt ve Islamci kimliklerini diyalogla sistem içine çekerek degil, cezayla
sistem disina (yani teröre) iterek engellemek istiyor. Istikamet ikili: 1) Içte: uyum öncesi
düzen, 2) Dista: ABD. Sonuç ise tek: AB’den uzaklasip 12 Eylül’e yaklasmak. Hani, AB
emperyalist ya, uzaklasiyoruz. “Solcu” milliyetçiler ellerine kina yaksinlar. Etnik Türk
milliyetçiliginden ödü kopan AKP’ye, 3,5-4 yillik çabayi rezil ettiriyorlar.
***
Menfaat dünyasidir, normaldir, çünkü sorunlar hallolursa bu koalisyon batar. Beni tek
endiselendiren, dünya egemenligi veya oy avciligiyla hiç ilgisi olmayan bir kesimin de bu
havadan etkilenmesi: Dünyalar kadar sevdigim bir arkadasim yaziyor:
“Sevgili Baskin, ben her zaman senin yanindayim. Yalniz tek konuda seninle ayni
düsünmüyorum. O da “türban” konusu. Eger üniversitede türbani serbest birakirlarsa,
bunun devami hizla gelir ve sonunda biz basi açiklar azinlikta kaliriz, hatta örtünmek
zorunda birakiliriz diye düsünüyorum. Belki sen buna ‘türban paranoyasi’ diyebilirsin.
Ama örtünecek olan siz erkekler degil, biz kadinlariz. Bu nedenle korkumuzu
anlamamaniz dogal. Iran’in bugünkü haline nasil geldigini hepimiz gördük”.
“Devrimin ilk yillarindaki gibi davranacaksak, bittik biz. Çünkü bu, tamamen degisen bir
dünyada, 80 yildir degismemek demek. 20. yüzyilin ilk yarisinda demokrasi ‘çogunlugun
iradesi’ idi, artik ‘alt-kimliklere saygi’ oldu. Degisen dünyada bu unsurlardan en az ikisiyle
(Alevileri de unutmadan) bir biçimde senteze gitmeden Türkiye’de kimseye rahat yok,
olmayacak da: 1) Kürtler, 2) Islamcilar. Ikisinin de alt-kimligini tanimak zorundayiz. Bu
hem demokrasinin olmazsa olmazi, hem de onlarin üst-kimligi (Türkiyeli) tanimalari için
sart. Çatismada oglu ölmüs acili anneye ‘sehit anasi’ diyene 6 ay hapsi bastir (Radikal,
17.04), basini okulda açip sokakta baglayan kadinin müdürlügünü engelle; bu ne kadar
gider? Sadece koalisyon’a yarar ve Türkiye batar”.
“1920 modeli Kemalizm gerek türban gerekse Kürt kimligi konularinda “muasir
medeniyet”i degil, 1920’de kalmayi seçti. Demokrasi bazinda toplumsal barisi sürekli
engelliyor. Senin gibi "canini koruma" içgüdüsüyle de hareket etmiyor bunlar. Bunu biraz
Sevr Paranoyasindan, ama esas olarak Etnik Türk Egemenliginden vazgeçmemek için
yapiyorlar. Türkiye'yi kuranlarin torunlari Türkiye’nin devam etmesine engel oluyor.
Yanaklarindan sevgiyle öpüyorum, esinin de”.
Derken, azmettirici olarak aranan eski yüzbasi “Albay” Muzaffer Tekin kendi ayagiyla
geldi. Daha dogrusu, “kimlikleri saptanamadan ortadan kaybolan” ve sonradan
yakalandiklarinda eski asker (biri binbasi, digeri basçavus) olduklari ögrenilen iki sahis
tarafindan, “kalbinin altinda bir biçak yarasiyla” Acibadem Hastanesine birakildi.
Danistay cinayeti sanigi avukat Aslan’i tamamen unutturacak kadar ilgi çeken Tekin’in
“babadan özel harpçi” olarak nitelenmesinin nedeni ise, zamanin Gn.Kur.Bsk. Org.
Cemal Tural aleyhinde yazan ünlü gazeteci Ilhami Soysal’i 1966’da kaçirip döven
Yarbay Salih Raci Tekin’in oglu olmasiydi.
Bu yazinin yazildigi 23 Sali günkü gazeteler, “kendisini on yildir taniyan” Emekli Astsubay
O.Yildirim tarafindan verilen bilgileri yayinladilar: “Son Canavar” lakapli M.Tekin,
Tuggeneral Sadi Çetinkaya tarafindan “Atatürk’ten sonra en büyük asker” olarak
nitelenmekteydi. “Vatanini ve milletini seven bir insan olarak, bu suçlamalari kendisine
yediremedigi için” intihari denemisti.
Bütün gazetelerin birinci sayfasinda ise, kendisinin, Susurlukçu Ibrahim Sahin’i koluna
girerek cezaevinden çikaran ve ayrica Veli Küçük’ün elini öpen fotograflari yer aliyordu.
***
Künklerin güldür güldür fiskirmaya devam ettigi bir sirada su geçici bilanço yapilabilir:
1) “Laik devlete saldiri” diye baslayan olayin Islamcilikla ve türbanla degil, yalnizca
Ülkücü mafyayla ve irkçi sagla iliskili oldugu anlasildi. Zaten, bu yüzdendir ki büyük
gazeteler artik “Susurluk Izi”, “Susurluk’tan Beter” ve “Ergenekon Yapilanmasi” gibi
mansetler atiyorlar.
Tam tersine, su anda görüldügü kadariyla olayin hedefi, AKP iktidari ve Tayyip’in
cumhurbaskanligi hevesi.
2) Bu olay, “Derin Devlet’in Üçüncü ve Büyük Fiyaskosu” olarak tarihe geçebilir. Çünkü
son zamanlarda iktidardaki partinin ve ayrica Emniyet’in üzerine fazla gidildi (Semdinli
için “Hirsiz evin içinde” diyen Emniyet Istihbarat Da. Bsk. Sabri Uzun’un görevden, Org.
Büyükanit’tan bahseden Van Savcisinin ise meslekten atilmasini animsayin). Köseye
sikisan kedi, canini disine takabilir. Olayin üzerine bu sefer gidebilir. Nitekim, görülmedik
hizla seyrediyor her sey.
Netice-i kelâm, bu korkunç olay, Türkiye demokrasisi açisindan mutlu sonuç verebilir.
Baba Diyalektik!
Aradaki ufak-tefekleri saymazsak, Susurluk’tan sonra bir de Semdinli patladi. Adina ister
Kontrgerilla, ister JITEM, ister Özel Harp, ister ne derseniz deyin, “Derin Devlet” diye bir
olgunun varligi zihinlerde kesinlesti.
Gerçi bu kavramin NATO tarafindan “Gladio” adiyla kurulmus bir gizli örgütten
kaynaklandigi herkesin malumu; hatta, bizim Mülkiye’de çikardigimiz Türk Dis Politikasi
kitabinin (Iletisim Yay.) ikinci cildinin 220. sayfasinda ayri bir “kutu” halinde anlatiliyor.
Fakat örnegin Ittihat ve Terakki’nin “Teskilat-i Mahsusa”si içindeki kimi olusumlar da tipik
bir Derin Devlet örnegi sayilmali.
***
“Tekel” kavraminin sebebini, “egemenlik” kavraminda aramak gerekir. Eger anilan kurum
bir siddet tekeli kuramamissa, yani birden fazla siddet merkezi varsa, o zaman
egemenlik yoktur. Çünkü bölünmüs egemenlik, egemenlik degildir. Oysa devletin temel
ögelerinden biri de disarida esitlik, içeride egemenliktir.
Gelelim, en önemli kavram olan “mesru”ya. Diger ikisi oldukça elle tutulur kavramlardir.
Oysa mesru kavrami daha soyut ve tartismalidir. Mesru sayilmak için yalnizca “kanun”a
uygun olmak yetmez (çünkü hukuka aykiri bir sürü kanun vardir), “hukuk”a da uygunluk
gerekir. Hukuk da, ancak “akla, adalete, hakka uygun” ve “genel kabul görmüs olmak”la
olusur. Bu da yetmez, zaman unsuru isin içine girer. Yani, bu son iki unsurun belli bir
süre toplumdan ciddi itiraz gelmeden yasamis olmasi da gerekir.
***
Iste, üzerinde uzun zamandir düsünüyorum, Derin Devlet’in tanimi burada ortaya çikiyor
ve basitligi de burada:
1) Derin Devlet, devlet yetkisini su veya bu biçimde kullanan kisi veya kurumlarin
mesruluk sinirlari disina tastiklari zaman siddet kullanmalari halinde ortaya çikar. Yani,
siddetin kullanilmadigi gayrimesru durumlar, örnegin sirf yolsuzluk yapilmasi durumlari
buna girmez.
2) Derin Devlet mensubunun devlet temsilcisi olmasi veya kendini su veya bu biçimde
devletle baglantili kilan bir pozisyonda olmasi gerekir. Yani devlet baglantisinin olmadigi
durumlar, örnegin bir özel güvenlik sirketi mensubunun gayrimesru siddet kullanmasi
Derin Devlet kavramina girmez.
3) Siddeti mesruluk disi kullanan devletle iliskili kisilerin kaç kisi oldugu önemli degildir;
bir de olur birkaç da olur. Önemli olan, belli bir plan dahili çalismadir. Örnegin, bir veya
birkaç polisin iskence uygulamasi Derin Devlet kavramina girmez. Ama bir tek polis tek
basina belli bir gayrimesru planin parçasi olarak iskence yaparsa, bu Derin Devlet’e
girer.
***
Iste, Derin Devlet kavraminin kimileri için bulanik olusu da buralardan geliyor. Bu
kavramin illa belli bir örgüt semasinin bulunmasi gerekmez. Ilgili kisi zaman zaman
mesruluk içinde, zaman zaman mesruluk disinda olabilir. Birinci durumda Devlet
memurudur, ikinci durumda Derin Devlet mensubu. Bu kadar basit. Basit oldugu için de
mücadelesi zor.
Arkasindan, bas sanik olan ve olay duyulur duyulmaz KKK Org. Büyükanit tarafindan “Iyi
çocuktur” diye nitelenen Jandarma Istihbarat Astsubayi Ali Kaya kalkti, rahat rahat
“Sayet devlet bazi yasal amaçlarina illegal yollardan ulasmaya girisseydi, bu halk bizden
fazla devletçi olurdu. Mersin’de bayrak yakacaklarina, bayragi gömlek yapip giyerlerdi”
dedi ve hepimiz öylece kaldik. Bombayi fiilen atmakla suçlanan PKK itirafçisi Veysel
Ates ise daha önce TBMM Komisyonuna “Kitapçi Seferi Yilmaz’i öldürmek istesem
kafasina iki kursun sikardim, kimse de duymazdi” diyebilmisti (I.Demirdögen, Radikal,
08.04.06).
Bu arada neler oldu, Emniyet Gn.Md. Istihbarat Da. Bsk. Sabri Uzun “Hirsiz evin içinde!”
dedigi için görevinden alindi, davanin savcisi Ferhat Sarikaya da Org. Büyükanit’tan
bahsettigi için memuriyetten bütünüyle atildi.
Bu fiili tavirlar, zaman içinde, olayin nereye gittigine isaret eden “hukuksal” tavirlarla
desteklendi. Ali Kaya “cezaevi kosullari” yüzünden “cigerlerinde verem baslangici”
kuskusuyla önce durusmaya rapor yolladi, sonra da mahkemenin “bir dahaki durusmaya
mutlaka getirilsin” kararina ragmen Ankara’daki askerî hastane GATA’ya nakledildi.
Avukatlari mahkemenin görevsizlik karari vermesini ve davanin askerî mahkemeye
gönderilmesini talep ettiler. Üçüncü durusmaya bu avukatlar 40 dakika geç geldiler ve Ali
Kaya’nin raporlu olmasi nedeniyle durusmanin ertelenmesini istediler (Radikal,
14.06.2006).
Bu kosullar altinda herkes yine bir erteleme beklerken, karar çikti: astsubaylarin herbiri
için “Kanunun suç saydigi fiilleri islemek amaciyla örgüt kurmak”tan (TCK 220) 1 yil 11
ay 10 güne, bombayla adam öldürmekten 25 yila, kitapçi Seferi Yilmaz’i öldürmeye
tesebbüsten 12 yila, adam yaralamaktan 6 aya mahkumiyet. PKK itirafçisi V.Ates’in
dosyasi ayrildi, 3 Agustos’a kaldi.
***
Bu mahkumiyetler “Derin Devlet” eylemi yapmaktan verilmis degil. Yani, iddianamedeki
gibi “devletin birligini bozmaya yönelik eylem”den degil, “basit çete”den verildi. Baska bir
söyleyisle, üç yargiçtan biri buna itiraz edip muhalefet serhi yazdi ama, bu istihbaratçi
astsubaylarin bu bombalamayi tamamen kendi hesaplarina (üç kisi??) yaptiklari
varsayildi. Zaten bu nedenledir ki müdahil avukatlar karari temyiz edecek.
Fakat, gerekçesi ne olursa olsun, nefes nefese alinan bu karar çok önemli. Sonun
baslangici diyebilir miyiz?
***
Bu dava tek basina görülmüyor. Inanilmayacak bir “çeteler karmasasi” olaylarindan
sadece bir tanesi ve model hep ayni. Örnegin, evlerinde tam bir cephanelik ele geçen
Atabeyler Çetesinin kilit ismi Pilot Yzb. Murat Eren, iki astsubayla (E.Tas ve Y.Yaman)
birlikte yakalanir yakalanmaz Genelkurmay Askerî Savciliginda “Semdinli ve çuval
olayini hazmedememistim. Elimi tasin altina sokmak istedim” diyerek suçlamalari kabul
etmisken, mahkemeye çikarilinca söyle dedi: “PKK’ya karsi mücadele vermek eger
çeteyse, ben çeteyim!” (Hürriyet, 09.06.2006)
Yalniz, Eren’in ayni haberdeki baska bir sözü ilginçti: “Bunlarin [bomba ve silahlarin]
bulunmasinin gerçek amacini söylemekten komutanlarimizi zor duruma düsürmemek için
çekindim”. Bunun ne demek oldugu pek anlasilamadi. Acaba kimi makamlara bir mesaj
miydi?
Belki de ikisi de farkinda degil ama, bu iki topluluk Türkiye’ye çok büyük iyilik ediyorlar.
Yalnizca “Yahu, demek ki bu Türkiye’de böyle seyler de konusulabiliyor artik!”
dedirttikleri için degil. Su nedenle:
***
Gelelim konumuza. Su anda TBMM’de bir Vakiflar Kanunu tasarisi var. Kangren olmus
gayrimüslim vakiflari sorununa “geçici” maddelerle “çözüm” getirmeye çalisiyor.
1) Bunlarin geri verilecegi taa 3 Agustos 2002 tarihli 3.Uyum Paketinde yer alan 4774/4
sayili yasada yazili. Ama bir isin yapilmasi için Türkiye’de yasa çikarmak yetmez. Çünkü
memur yasayi uygulamaz; yönetmelik ve hatta genelge bekler. Hatta, yukaridan bir
isaret gelirse veya zihniyeti elvermiyorsa bunlara da kulak asmaz. Yaptigini yapmaya
devam eder.
Geçici Md.5: Son mirasçi sifatiyla Hazine’ye tescil edilmisler tekrar vakfa tescil edilir,
diyor. Ama nasil, söylemiyor.
G.Md.7: VGM’nin yönetimine el koydugu (mazbut) vakiflarin mallari tekrar vakfa tescil
edilir, diyor. “Herhangi bir hüküm veya karar aranmaksizin” da diyor, ama ilave ediyor:
“VGM’nin talebi üzerine”. Üstelik, Türkiye’de hiçbir tapu müdürü mahkeme karari
olmaksizin bir tescili silip de emlaki baskasinin üzerine geçirmez! Üstelik yönetimi
VGM’nin elinde olduktan sonra, emlaki bunlar adina tescil etsen ne olacak, etmesen ne
olacak.
G.Md.9: a) 1913’te vakiflara tüzel kisilik verilene kadar mecburen “Isa”, “Meryem”,
“Cebrail” vs. üzerine yapilmis; b) Hazine ve VGM üzerine tescil edilmis; c) Hâlâ vasiyet
eden veya bagislayan üzerinde gözüken emlak, “18 ay içinde basvurulursa” vakif
üzerine tescil edilecek. Bu isi de hiçbir tapu müdürü yapmaz. Sanki kanunu yazanlar
bilmiyor. Tam, danisikli dövüs.
2) Üçüncü kisilere satilmis vakif emlakinin tazmini konusunda hiçbir hüküm yok.
Anlasildi: Hüküm, Strasbourg mahkemesinden çikacak ve o zaman devlet de çatir çatir
ödeyecek. Nitekim, “uzlasma” istedi bile! (Radikal, 22.6.06)
3) Bu emlakin tescili 2002’den beri “devam” edegeliyor, ama ulasildigi bilinenan en son
oran ancak yüzde 27,6 (Milliyet, 2.8.2005). Çünkü VGM de vatani kurtarmak için
cansiperane direnmeye devam edegeliyor!
***
Ama, umudu kaybetmeden. Bu iki konferans bundan iki yil önce yapilamazdi. Su anda
bile, hiç olmazsa Çerkezleri duyan söyle demistir: “Hih! Onlar da mi?!”
Yaa, onlar da. Hukuk’u guguk haline sokar, bir de herkesi “Türk” yapip çikarsan ne
bekliyordun?
Ama, ellemeyin, meheldir. Çünkü 2004 sonundan itibaren, yükselen Türk etnik
milliyetçiliginden ödü kopunca AB reformlarini durdurdu. Türkiye aydinlarinin basbelasi
TCK 301 için bile Sayin Adalet Bakani buyurdu: “Uygulamayi görelim. Hele Yargitay
içtihatlari çiksin”. Radikal simdi baslik atiyor: “Al Sana Uygulama” (12.07.06). Eh, 301
gibi madde çikartirsan ve degistirmezsen, böyle alirsin.
Simdi, bir de, bütün gerçek aydinlarin “Ben de H.Dink’in suçuna aynen istirak
ediyorum”lari baslayinca, bak artik…
Yeni Cami’nin önünden geçerken Bekri Mustafa’yi tutup götürmüsler, cenaze namazini
kildir demisler. Bekri, mevtanin kulagina egilip biseyler fisildamis. Cemaat sorunca
Bekri’den cevap: “Öteki dünyada sorarlarsa Istanbul nicedir diye, Bekri Mustafa Yeni
Cami’ye imam oldu de, hemen anlarlar”.
3) Türkiye yandi. Birakiniz “fikir suçu” kavraminin dünyada artik magandalik sayilmasini.
Biz artik, bugüne bugün, Ermeni diasporasini siddetle elestirmek için yazilmis bir cümleyi
kalkip da “Türklüge hakaret” olarak anlamayi ve cezalandirmayi basarmis bir ülkeyiz.
Yukaridaki Bekri fikrasini acaba asil burada mi kullansaydim?
a) 301 resmen irkçi bir madde. Çünkü gerekçesinde “Türklük”ü “Dünyanin neresinde
yasarsa yasasinlar” diye anliyor. Yargitay bunu Anayasa Mahkemesine götürecegine
oturup uygulayinca, ne yorum yapacagiz?
b) Yargitay, dincilik dendi mi fevkalade titiz bir kurum. Bizzat kendisi Türklerin yalnizca
Müslümanlardan olustugunu söyleyince ne yorum yapacagiz?
c) Yargitay bölücülük dendi mi fevkalade titiz bir kurum. Bizzat kendisi Türkiye’yi Türk
olan/olmayan, Müslüman olan/olmayan diye ayirinca ne yorum yapacagiz?
***
Bu yaptiklarim, ciddi suçlamalar. Hemen belgeleyelim:
“Türk olmayanlar” dedigi: Balikli Rum Hastanesi Vakfinin tümü de (yasal olarak baska
türlü olamaz zaten) TC vatandasi olan yöneticileri. Tarih: 06.07.1971.
Belge 3: 24.06.1975’te, yine Yargitay 1. Hukuk Dairesi ayni karari tekrar ediyor:
“…yabancilarin Türkiye’de mal edinmeleri yasaklanmis olup…”. (3648-6594 sayili karar).
Bu sefer de “yabanci” diyor. Yargitay, “vatandas” ile “yabanci”nin birbirinin tersi hukuki
kavramlar oldugunu bilmiyor mu?
Belge 4: Bunlar eskidir diyorsaniz, yenisini sunalim: Tarih: 29.09.2004. Agustos 2002’de
çikartilan AB Uyum Paketinden sonra bu komedi bitti diye düsünülürken, Yargitay 1.
Hukuk Dairesi, 8622 E. ve 9589 K. sayisiyla, Yedikule Surp Pirgiç Ermeni Hasta Vakfi
adina tapuda kayitli bir tasinmazin tapuya tekrar kaydedilmesini istiyor. Yani, Müslüman
bir “Türk” degilsen, tapuya “duble tescil” yaptirmak zorundasin (yerim kalmadi; ayrinti için
Iletisim’den çikan Türkiye’de Azinliklar kitabimin 103. sayfasina bkz).
***
1) Kesin karar iyi ki çikti. Çünkü yukarida yazdiklarimi bugün degil dün yazsaydim, TCK
288’e göre yargiyi etkilemekten 3 yil yerdim. Türkiye’de bekleyeceksin ki adam tam
anlamiyla mahkum olsun, ancak ondan sonra yazabilesin “Bu adama haksizlik yapiliyor”
diye.
2) Simdi Hrant, Strasbourg’a basvuracak. Ülkemiz 301 ayibindan kesin olarak o suretle
kurtulacak.
Ve, Türkiye’de hukuk bulamamis bir Hrant’in kesinlikle çikartacagi bu karar, “Ulusal
egemenligimiz elden gidiyor” diye feryadi basan eldengitmisler’in kulagina avize
boyunda bir küpe olacak…
Istanbul’un muhafazakar bir semtinde geçiyor. Ahmet, mahallenin kabadayisi. Bir tokat
oraya, bir tokat buraya. Biçkin, firlama, kavgaci, ama nasil! Zampara, ama nasil
zampara, bir uçanla bir kaçan kurtuluyor. Ama gerçek bir Robin Hood. Fakir babasi.
Hersey ondan soruluyor. Asayis berkemal. Her sey acayip düzgün. Mahalleli tapiyor
Ahmet’e.
Kismet bu; Ahmet evinin karsisinda zaman zaman perdeyi açan kiza asik oluyor.
Sonunda kizla evleniyor, karisini alip is kurmaya yurtdisina gidiyor. Mahalleli üzgün, ama
Ahmet’in de gelecegini garantilemesi lazim.
Aradan yillar geçiyor, mahalleli bir bakiyor ki Ahmet’in karisi elinden tuttugu çocuguyla
geri dönmüs. Bosanmislar. Yine yillar geçiyor, kiz tekrar evleniyor.
Birdenbire, muazzam bir haberle sarsiliyor mahalle: Ahmet dönüyor! Semt ayaga
kalkiyor, bez pankartlar hazirlaniyor, cümbür cemaat havaalanina karsilamaya gidiliyor.
Vee uçagin merdivenlerinden Ahmet iniyor, ama cinsiyet degistirme ameliyati olmus, bir
kadin olarak iniyor. Mahalleli perisan, pankartlari yirtip atiyor, ana avrat küfrederek
gerisin geri dönüyor. Bundan sonrasini Ali anlatti ama, epey karisik, sadece çok dramatik
ve fantastik oldugunu söyleyeyim.
***
Biz Torba’da Ali’yle mesgulken, Türkiye de E.Korg. Altay Tokat’la mesguldü. A.Tokat
mert, gözünü daldan budaktan sakinmayan, vazife askiyla yüklü, hedefe varmak ve
vatani korumak için her seyi yapabilecek nitelikte bir asker. Kamuoyu onu ilk defa
13.8.1989’daki su açik sözlülügüyle tanidi: “Devlet Istanbul’da uyguladigi kanunu burada
aynen uyguluyor. Benim sistemimde olsa kisa sürede bunlari yok edebiliriz. Sistemimde
degil insan, ot bitmez”.
Pasa, TSK’nin simdiye kadar K.Irak’a yaptigi en büyük (200.000 asker) ve en uzun (2,5
ay) harekati, Çekiç Harekatini yönetti. Bu ve benzeri basarilar sonucu “TSK Üstün
Liyakat Madalyasi”, “Üstün Basari Madalyasi” ve “Üstün Cesaret ve Feragat
Madalyasi”yla ödüllendirildi. Emekli olduktan sonra memlekete hizmetini siyasi alanda da
sürdürdü. MHP’ye girdi. MYK üyesi seçildi.
Bu sirada adi tekrar duyulmaya basladi, ama bir kaçakçilik davasi sanigi olarak. Halen
devam eden davada Pasa, Ulastirma Bakanligi Müstesar Yardimcisi Kemal Albayrak ve
30 sanikla birlikte, bir sirketin gazyagini “solvent” olarak gösterip 2 trilyonluk ÖTV’den
kurtulmasi için bürokraside aracilik yapmakla suçlaniyordu. Iddianameye göre rüsvetin
42.000’er avroluk havale dekontlari ele geçmisti. Polis, Pasaya hediye edilen 06 AJ 0102
plakali Passat’a da el koymustu. Savciya göre, Pasanin Antalya-Alanya ve Kars-Tiflis
demiryolu projeleriyle ilgili 10 milyon dolarlik rüsvet girisimleri ve baska kaçakçilik suçlari
da dosya kapsamindaydi (Sabah, 17.06.2004; Milliyet, 28.07.2006).
Bunlar kamuoyunda yanki yapmadi. Yankiyi, Pasa’nin Aktüel dergisinden (27 Temmuz
2007) Semin Gümüsel’e açik sözlü demeci yapti: “Semdinli’deki bomba ‘Arkadas, dikkat
et, onu yapma’ demek için atilmis olabilir. Ama bunu beceriksizce yaptilar. Ben olsaydim,
öyle yapardim, ikaz edersin, ikaz olmazsa hesabi görülür. Ne yapacagiz yani? Neymis,
hukuk disiymis. Böyle hukuk olmaz”.
Harekat planlarinin bir parçasi. Yani yukarida harekat planlari yapiliyor. Bunu daha önce
de duymustuk: “6-7 Eylül de bir Özel Harp isidir ve muhtesem bir örgütlenmeydi.
Amacina da ulasti. Sorarim size, bu muhtesem bir örgütlenme degil miydi?” E.Org. Sabri
Yirmibesoglu gazeteci Fatih Güllapoglu’na söylüyordu (Tanksiz Topsuz Harekat, Ist.,
Tekin Yay., 1991, s.104).
Yirmibesoglu’na pek tepki gelmemisti. Ama Türkiye AB zoruyla bir parça da olsa
degismis olmali ki, buna geldi. Ilginç tepkilerdi. Suç duyurulari yapildi. G.Kurmay ve
savcilik sorusturma açti. MHP açiklama yapti: “Pasanin açiklamalari bizi baglamaz.
Zaten üç toplantiya katilmayanin üyeligi düser” (www.internethaber.com).
Ama esas ilginç tepki, bu ekibin 83 yasindaki kalemsoru Altemur Kiliç’tan “Oldu mu
pasam?” basligiyla YeniÇag’dan (30.07.2006) geldi: “Bu konularda devlet sirri kavrami
ve titizligi her yerden fazla geçerlidir. Kol kirilir yen içinde ilkesi TSK’yi dis müdahalelere
karsi ayakta tutan unsurdur”. Arkasindan, A.Kiliç’in asil derdi geliyordu: “Pasa bir
Pandora Kutusu açmistir, bizlerin de TSK konularinda savunma gücümüzü kirmistir.
Bunlari açiklamanin yeri ve zamani mi idi aziz Pasam?”
***
Bunlar, bizim boyumuzu asan isler. Yine güzel Bodrumumuza dönelim biz. Ali’nin bu
oyunu nasil bitirecegini deliler gibi merak ediyorum. Çok dramatik ve fantastik.
“2893 sayili Türk Bayragi Kanununun 7/2. maddesine göre Türk bayragi bedene elbise
seklinde giyilemez. Ancak, burada sanik ay-yildizli tisörtü üzerinde tasiyarak ‘Türkiye’yi
seviyorum’ mesaji vermektedir. Kasit önemlidir. Kötü niyet olmadigi için kanuna aykiri bir
durum yoktur”.
Bir diger savci ise söyle diyor:
“Kanunda her ne kadar Türk bayragi elbise olarak giyilemez denilse de, buradaki bayrak
mi yoksa tisört üstünde ay-yildiz resmi mi, ona karar vermek lazim”.
***
Konuyu hatirladiniz: Motorize polis gücü Yunus ekibine mensup iken polislikten atilan
Güniz Akkus adli bir hanim, “çikar amaçli suç örgütü kurmak”la ve Bogaz’daki gece
kulüplerinden birini “çete kurup basmak, tehdit etmek ve sahibini silahla yaralamaya
tesebbüs”le suçlaniyor. “Eger öldürmek isteseydim direkt kafasina sikardim. Sadece
yere ates ettim” diyen hanim kizin lakabi, Istanbul dünyasinda “Hanimaga” imis.
Gazetelerde çikan fotosunda agzinda puro, belinde tabanca, gözler objektife dikilmis
biçimde “truvakar” bir poz vermis. Stüdyoda çekildigi anlasilan bir resim. Ama
durusmaya beyaz ayyildizli kirmizi bir tisört giyip gelmis.
***
Maddeyi hatirladiniz: Yeni TCK’nin eskiden olmayan 288. maddesi. Bir sorusturmanin
baslatilmasindan kesin karara kadar “sözlü veya yazili beyanda” bulunursaniz, davayi
etkilemekten 6 ay ilâ 3 yil arasi hapis yersiniz. Geçen hafta Adli Yil açilis töreninde
Yargitay Baskani tam metnini okuyarak bir kere daha hatirlatti.
Hanimaga’nin davasi devam ediyor. Bu nedenle, 6 ay ilâ 3 yil hapis yememek için, bu
konudaki gazete haberini vermekle yetiniyorum. Yargilandigi dava konusunda Agos’ta
kendini savunan bir yazi yazan Hrant’in, simdi bir de bu yazi nedeniyle “davayi
etkilemek”ten yargilandigi bir ülkedeyiz.
***
Ben Mülkiye’de okurken “Mukayeseli Devlet Sistemleri” dersine çok merakliydim. Hâlâ
da, karsilastirmali idare ve ceza hukukuna çok merakliyimdir. Acaba bu konu baska
Avrupa ülkelerinde nasil düzenlenmis? Özellikle de, bizim ceza kanununu aldigimiz
Italya’da?
Acaba Italya’da bir savci veya bir yargiç, bir davada, sanigin “Italya’yi sevmedigi”
kanaatine varirsa tahliye vermeyebiliyor mu?
Baska bir biçimde soralim: Bir suç isledigi iddiasiyla mahkemeye sevk edilen bir sahis, o
suçu isleyip islemedigiyle mi yargilaniyor, yoksa Italya’yi sevip sevmedigiyle mi?
Yani diyelim ki Antonio, Palermo’nun bir köyünde küçük bir çocugun irzina geçse, sonra
da “Ona o kadar büyük sefkat duyuyordum ki gögsüme bastirdim, bativermis” dese,
Sicilya Agir Ceza Mahkemesinde “niyetten” siyirir mi?
***
Milli Güvenlik Kurulu (MGK),Tapu ve Kadastro Genel Müdürlügüne (TKGM) bir gizli yazi
gönderdi. Osmanli tapu kayitlarinin Türkçelestirilerek bilgisayar ortamina aktarilmasina
karsi çikti (Hürriyet, 19.09.2006).
“Bu bilgiler etnik ve siyasi (asilsiz soykirim, vs.) istismara malzeme olabilir”. Diasporanin
pek bayildigi bu münasebetsiz “soykirim” terimini bir kenara atalim çünkü bütün
tartismayi bastan önlüyor ama, 1915 Ermeni Katliami “asilsiz” olduguna göre niye
çekiniyoruz?
***
Mülkiye’ye 1964’te basladim. Sinifimizda, aileden çok zengin oldugu söylenen Adanali
bir arkadas vardi. Adi, ideolojisi, bütün bunlar hep kirk bilmemkaç yil geride kaldi;
sonradan ahbap da olduk.
17 Eylül 2006 tarihli Milliyet’ten, onun zenginliginin (Orhan Kemal’in kâtiplik yaptigi Milli
Mensucat Fabrikasi) “aileden” degil, gayrimüslim azinliklardan geldigini ögrendim. Tesis
1907’de “Simyonoglu Fabrikasi” adiyla Aristidi Kozma tarafindan kurulmus. Kendisinin
“sehri terk etmek zorunda kalmasi” üzerine Hazine’ye geçerek “Milli Fabrika” adini almis.
1927’de bizim arkadasin dedesi dahil dört milli mütesebbise satilmis. Biriken borçlari
nedeniyle 1978’de yeniden Hazine’ye geçmis (asina geldi mi?).
***
Bizim sinif Mülkiye’ye 19 yasinda girdi. 11-12 yillik bir Kemalist egitimden geliyorduk.
“Anti-emperyalizm” adina hemen “sosyalist” olduk. Bu karisim açisindan bakinca, “Milli
burjuvazi” diye bir sey vardi ve is sonunda gidip sosyalizme varacakti.
Güzel de; hocalarimiz bile bilmezken, o yasta biz nerden bilecektik burjuvazinin
kompradorunun/millisinin olmayacagini? Hangi dinden ve milletten olursa olsun tek
kuralinin “kârin maksimizasyonu” oldugunu? Bunun da duruma göre bazen “milli” bazen
“enternasyonal” yöntemle saglandigini? Bize “devletçilik” diye okutulan seyin burjuvazi
imali, daha dogrusu, gayrimüslim burjuvaziyi kirpip kirpip Müslüman burjuvazi üretmek
oldugunu? Gayrimüslim vatandaslarin mallarina el koyup Müslüman vatandaslara
aktarmaya “milli iktisat” dendigini? Sanki dini farkli tüccar daha az vergi kaçirirmis gibi…
***
Dahasi var. Beatles dinlerken biz nereden anlayacaktik bu yagmanin bir süreç
oldugunu? 1915 Tehcirinde Ermeni mallari yerel esraf tarafindan yagmalanip “milli
sermaye” yapildiktan sonra, 1923 Mübadelesi sonucu Rum mallarinin da paylasildigini?
Lozan’in daha yapilir yapilmaz idari açidan (md.14), 1927’de de egitim açisindan (yasa
no.1151) Imroz ve Bozcaada’da fiilen yürürlükten kaldirildigini ve ada Rumlarinin göçe
zorlandigini? 1932 kanununun (no.2007) Istanbul Rumlarinin bir kismini isten attigini?
1934’te Musevilerin Trakya’dan ölüm tehdidiyle kovuldugunu? 1941’de gayrimüslimlerin
Yirmi Kura askerlik macerasini?
1969’da asistan olmusum, SBF Dergisine 48 sayfalik baba bir makale yazmisim, 1942
Varlik Vergisini “bürokrasinin burjuvaziyi denetlemesi” diye yorumluyorum; buradan
anlayin artik. 6-7 Eylül 1955 olaylarini on yasinda yasamisim ve o gece korkudan
yatagimi islatmisim, tam bir “pogrom” oldugunu Mülkiye talebesiyken bile ögretmemisler.
1964 Kararnamesiyle Rum paralarina “vaziyet edildigini” bilememisim. Elli yasima
geldigimde anca ögrenmisim 1936 Beyannamesi denilen rezalet uygulamayla bu
memleketin farkli dinden vatandaslarinin mallarina 1971’den itibaren çatir çatir ve
bilâbedel el kondugunu.
Neyi gizliyor MGK yazisi? 1915 Ermeni Katliaminin sonuçlarini, deniyor. Bu kadar basit
olsaydi keske. Tabii ki bu yazi hâlâ esas olarak 1915’i gizlemeye çalisiyor, ama esas
olarak “ilksel sermaye birikimi” sürecini gizliyor.
Kimden gizliyor? Türkiye insanindan tabii. Çünkü yabancilar bütün bunlari zaten ezbere
biliyor.
Niçin gizliyor? Çünkü 1915’i ögrenince, tüm süreç çorap sökügü gibi meydana çikacak.
O halde, halinin altina süpürmeye devam ediyor. Ama kardesim, göz bu; budak deligi
degil.
Birinci Kusak korkutmanin slogani: “Din düsmanlari geliyor!” idi. Seriat’in serrinden
1923’te Kemalizm sayesinde kurtulduk.
Ikinci Kusak’in slogani: “Komünizm geliyor!” oldu. Giden kâfir’in yerine, Soguk Savas
ortaminda komünist’i geçirerek düsmansiz kalmaktan kurtulduk.
Bu üçüncü kusagin üç tane çok önemli müttefiki var: 1) PKK terörü. (O kadar önemli ki,
PKK bomba atmadigi zaman kimi korgenerallerimiz attiriyor. Ben söylemiyorum, Altay
Tokat pasa söylüyor); 2) “Her mahalle parkina bir cami” zihniyeti; 3) Densiz AB yetkilileri
tarafindan temsil edilen küresellesme.
***
301’i yaratan zihniyetin ehemmiyetine gelince. Çok mühim: 1) Irkçi ve irk ayrimcisi; 2)
Dinci ve din ayrimcisi; 3) Türkiye’yi asagilayici ve yikici; 4) Türkiye’yi bölücü.
Irkçi ve irk ayrimcisi çünkü: Irkçi, çünkü maddenin gerekçesine göre Türklük=Dünyadaki
bütün Türkler; “Türk Milletinden genistir” diyor. Irk ayrimcisi, çünkü yalnizca Müslüman
dininden ve Türk soyundan vatandaslara hakaret yasak. Örnegin, siz hiç, 301’in (eski
adi: 159) Kürtlere veya Ermenilere vs. sövenlere uygulandigina rastladiniz mi? Hatta bir
kadin bakan (neydi adi?) Apo’ya “Ermeni Dölü” diyerek bir tasla iki kus vurmustu. 1934
Iskan Kanununda “Türk Irki” 6 kere geçiyordu. 1940’larda bile Hava Harp Akademisi
ilanlari “TC tebasindan ve Türk Irkindan” erkek daktilo ariyordu. Avrupa’ya giden
talebelerin “Türk Irkindan olmasi” isteniyordu (A.Yildiz, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”,
s.327-333).
Dinci ve din ayrimcisi çünkü: Bu zihniyet Müslüman olmayani Türk saymiyor. 1942 Varlik
Vergisinde gayrimüslimlere ve “dönme”lere ayri vergi kategorisi (8 misli) uyguladi. Ünlü
Prof. Hirsch, hatiralarinda, vatandasliga geçmek isteyince “Müslüman olursaniz daha
kolaylasir” dendigini yazdi. Yargitay 1971 ve 74’te Rum vatandaslara “Türk olmayanlar”
dedi. 1988’de çikarilan kararname, sabotaj yapabilecekler arasinda “Memleket içindeki
yerli yabancilar (Türk tabali)” diye bir kategori saydi. 1996’da Istanbul 2 Numarali Idare
Mahkemesi bir Rum vatandasa “Yabanci uyruklu TC vatandasi” dedi ve karar Danistay
12. Dairesi tarafindan onaylandi. Azinlik okullarindaki müdür basyardimcisinin “Türk asilli
ve TC uyruklu” olmasini isteyen 625 s. yasa md.24/2 su anda yürürlükte. Subat 2006’da
Devlet Denetleme Kurulu gayrimüslim vakiflarini “Yabanci vakiflar” olarak siniflandirdi.
Türkiye’yi asagilayici ve yikici, çünkü: Reformlari demokrasi için degil, AB istedi diye
yapiyor. Sevr’e Cevap’ta Babiali’nin fark ettigini bile fark edemiyor (Bkz. TDP, cilt I,
s.123). Aydinlarini mahkeme kapilarinda süründürerek tahrip ediyor ve “Cezayir savasi
Fransa’yi çürütüyor” diyen Sartre’i içeri atmak isteyenlere koyu milliyetçi de Gaulle’ün “O
Fransa’dir, hapsedemeyiz” demesinin yanina varamiyor.
Bölücü, çünkü: Vatandaslari “devlete sadik” ve “vatan haini” diye bölüyor. Devamli korku
salarak milli morali bozuyor, insanlari tedirgin ediyor. Bu açidan, daha “Seref ve
haysiyetiyle oynanan insanlar devlete zarar vermekten kendini alikoyamaz. Tersi
durumda, insanlar sadakat yolundan ayrilmaz” diyen 1839 Tanzimat Fermani seviyesine
yaklasamiyor. Sokaklarda linçi önlemiyor; kendi aydinlarini linç eden bir zihniyet önler
mi? Bir general, en hassas bölge Hakkari’de 24 Eylül 2006 günü komando erlerini sivil
giydirip ellerine pankart veriyor: “Bölücü olma, temiz ol”. Yani, Kürtlere “Sen pissin!”
diyor. Bu zihniyet, Demokrasi olmadan bir Cumhuriyet’in yasamaya devam etmesinin bu
devirde mümkün olmadigini göremiyor.
***
301’i kaldiralim mi, degistirelim mi diye soruyor Türkiye. 301 hiç önemli degil. Yukarida
anlattigim zihniyet önemli. O zihniyet itlaf edilmedikçe, 301 olmasa baska maddeler
yavrulayacak.
-Altmis-dokuz(Baskin Oran)
Fransa’daki yasanin geçmesini kesinlikle istiyorum. Nedenleri çok basit. Ama önce
tahlilimizi yapalim. Hem Fransa (Avrupa), hem Türkiye açisindan.
1) Avrupa’da Yahudi soykirimi olmamistir diyenlere ceza istenmesinin sebebi, Nazi
korkusunun bitmemis olmasi. Oysa, Ermeni kirimini tartismayi engellemenin sebebi
Ittihatçilardan korku olamaz. Fransiz Sosyalist Partisi, hazir seçimler de yaklasmisken,
Ermenileri kullanarak “öteki”yi, yani Türkleri AB’den kiskislamak istiyor. Bunun ekonomik
yönü de var (yabanci isçiler, vs.), ama esas olay tamamen sosyo-psikolojik:
küresellesmenin korkuttugu ulusal kimlikler milliyetçiligin çikmaz sokagina dogru
tabanlari yagliyor.
2) Türkiye’de Ermeni kirimi/soykirimi olmustur diyenlere ceza istenmesinin sebebi çok
çesitli ve malum: Ilkokuldan beri kör milliyetçi “egitim”in 1915 gibi milli rezaletleri dikkatle
saklamis olmasi ve bu yüzden bugüne kadar böyle bir seyden herkesin tamamen
bîhaber olmasi. Birdenbire ögrenince de, “soykirim” terimi yüzünden Nazilerle ayni kaba
konmaya duyulan hakli infial.
Fakat Türkiye’deki durum da Avrupa’dakinden farksiz: Küresellesmenin ödünü kopardigi
ulusal kimlik, milliyetçiligin çikmaz sokagina dogru tabanlari yagliyor. Onun içindir ki,
“soykirimdir” diyeni cezalandiran bir yasanin olmadigi Türkiye’de bu “milli vazife” 301 gibi
irkçi bir maddeye düsüyor. Farkinda misiniz ki biz de Ermenileri kullanarak “öteki”yi, yani
AB’nin getirmek istedigi ifade özgürlügünü kiskislamak istiyoruz?
Ikisi yaristiriyor. Zavalliliga dogru.
***
Buradan çikan sonuç su: Iki igrençlik birbirini artiriyor. Avrupa’daki Türkiye düsmanlari ile
Türkiye’deki AB (ifade özgürlügü) düsmanlari birbirlerinin agzina memelerini verip
emziriyorlar. Birbirlerini besliyorlar.
Sicak kavramini bilmiyorsaniz soguk’u da bilemezsiniz. Gece kavrami yoksa kafanizda,
gündüz de olmaz. Buna siyaset biliminde dikotomi denir. Dikotominin iki tarafi birbirini
kesinlikle dislar gibi gözükür ama, aslinda birbirleri olmadan yasayamazlar. Türkiye
dikotomi kavramini daha ögrenmemistir ama, çok yasamistir. Çünkü Derin Devlet ile
PKK da bugüne kadar birbirini emzirmistir; hâlâ da ibadullah emziriyor.
***
Simdi gelelim niye yasanin geçmesini istedigime. En azindan 2 sebepten mutlaka
geçmelidir:
1) Geçmelidir, çünkü Türkiye bu “Demokles Kilici”na fazla dayanamaz. Ertelenirse veya
Senato’dan geçmesi zaman alirsa, ensemizde sallanip duracaktir ve bin beter olacaktir.
Çünkü o zaman sürekli bir Em Baba, Emelim, Emdirelim durumu meydana çikacaktir.
Türkiye’de bu Fransiz aymazligindan yararlanip ucuz kahraman olmak isteyen cin zekali
mi eksik? Tek kelime devletler hukuku okumadan “Boykot edelim” diyenler, lise tarih
bilgisiyle “Cezayir Yasasi” çikarmaya kalkisanlar, 1969 tarihli Viyana Sözlesmesinin 60/5
maddesini hayatlarinda isitmeden mütekabiliyet uygulamak için “Ermenistan
vatandaslarini sinirdisi edelim” buyuranlar, “Paris’e lobi yapmaya gidiyorum, hakkinizi
helal edin” hosluklari…
Kisacasi, dikotominin iki bedbahtinin arayip da bulamadigi durumlar. Fransa ikinci postali
mutlaka ve mümkün oldugunca çabuk firlatmalidir.
2) Geçmelidir, çünkü Fransa’nin bir an önce Voltaire günlerine (“Dediklerinize hiç
katilmiyorum, ama söyleyebilmeniz için herseyi yaparim”) geri giderek özgürlesmesi ve
bütün Avrupa’yi da Türkiye dahil selamete erdirmesi gerekir. Buna back to future denir.
Geçmise giderek gelecege ulasmak. Deveciyan: “Tarihçilere ceza vermeyebiliriz” diyor.
Noterden tasdikli tarihçi cüzdani mi isteyeceksin? Fotograf da yapistiralim mi? Fransa bu
kadar acinacak duruma düsmüstür. Içinde bulundugu durum ancak böyle temizlenebilir.
Bu yasa geçince Fransiz ve AB entelektüelleri öyle bir patirti kopartacaklardir ki, Fransa,
olusmasinda bunca yüzyil en önemli rolü oynadigi AB degerlerine tipis tipis geri
dönecektir.
Derhal dönmezse, gecikirse, Fransa amiyane tabirle ayvayi yemistir. Çünkü yasa
uygulamaya konulursa önce Hrant Dink gibilerini (ki Hrant herhalde yalniz gitmeyecektir
oraya), arkasindan da Strasbourg mahkemesini basina püsküllü bela edecektir.
Türkiye’de ifade özgürlügü düsmanlarina hadlerini bildirmek için “soykirimdir” diyen
insanlar, Paris’e gidip “Hayir efendim, soykirim degildir!” diyecekler, kendilerini mahkum
ettirecekler, Strasbourg mahkemesi de Avrupa Insan Haklari Sözlesmesinin 10.
maddesine (ifade özgürlügü) aykiri bu yasayi yani Fransa’yi perisan edecektir.
Onlari ve Avrupa’yi ve bizi ve dünyayi uyandirmak için böyle rezaletler sartti. Bir firsat
yakaladik. Dibe vurmadan olmuyor. Baba Diyalektik!
Not: Sunu da simdiden söyleyeyim ki, 1915’te yapilan mezalimin Türkiye’deki
inkarcilarinin “ifade özgürlügü” adina Paris’e gidip kendini mahkum ettirmeye kalkmasi
zavalli bir “ortaoyunu” olur. Gülünç bile olmaz.
-Çildirin.(Baskin Oran)
Çok yasli bir Nigâr halam vardi; Allah rahmet eylesin. Ölümüne çok yaklasana kadar
bizde, erkek kardesinin evinde kaldi, simdi anlatamam, belki baska bir zaman anlatirim,
içimde ukte seyler vardir. Burada diyecegim o ki bana çok güzel masallar anlatirdi, ben
de ayaginin dibine yere oturur ve söminedeki harlamayi zor bastiran zayif sesini dört
kulagimin yaninda agzimi da bir karis açarak dinlerdim. “Bin Mumlu Samdan”i hele,
unutamam.
Çok ciddi ve aksi kadindi; babam tarafi hep öyle galiba. Yalniz, bir seferinde, pek alani
olmayan bir konuya el atti: fikra anlatti. Bir ilkokula bir Amerikali gelmis ve çocuklara
kucaklarini açmis: “Children!”. Halamin anlattigina göre çocuklar da zivanadan çikip
çildirmislar…
Bir de, insallah dogru degildir, tanidigim iki emekli diplomat, milletvekilleri Y.Yakis ve
S.Elekdag, Istanbul’a gelip isportacilik yapan Ermenistanlilarin “Ermenistan’in canini
sikmak için” sinirdisi edilmelerini, pardon, “kademeli” olarak geri gönderilmelerini
istemisler. 1964’te “Kibris meselesinde Yunanistan’i sikistirmak için” sinirdisi ettigimiz,
sülaleden yüzlerce yillik Dersaadetli ama Yunanistan uyruklu Istanbul Rumlari gibi…
Daha önce de bahsettim, yüzlerce üyeli bir Ermeni-Türk eposta grubu var. Burada çok
mantikli Ermeniler oldugu gibi, gözükara milliyetçiler de bol. Aralarinda Türkiyeliler var.
Geçenlerde bunlardan bir hanim kiz bu ayni “zirt-pirt”lari devletle ayni seyi söylemekle
suçladi. Dayanamadim, onu muhatap almayip listeye bir test sorusu yolladim. Asagidaki
siklardan birini isaretleyin, dedim:
Hanim kiz pek sinirlendi. Listeye “To Baskin Oran” yazarak gönderdigi mesajda
bendenizi “bir (veya iki) kadeh” attiktan sonra yazmakla suçladi. Ama o haliyle bile
K.Toptan’dan çok daha saygidegerdi, çünkü hiç olmazsa neler yazdigimizi okumus ve
anlamis.
***
Iki taraf da çildiriyor. Çildirin azizim. Hepiniz aynisiniz. Çildirinsiniz. Çildirin. Çünkü
büyürseniz kötü hissedersiniz. Çildirin kalin. Ama Nigâr halam kadar bile komik
degilsiniz.
Geçen haftaki yazim üzerine aldigim mektuplardan birkaçini asagiya kopyaliyorum. Daha
çok, meseleyi anlamis olanlari veriyorum; onlarin da çogu uyardiktan sonra uyandilar.
Fazla naif olanlari koymuyorum. 85’ten beri her hafta yazarim, hiç böylesi olmamisti.
Feyhan “Yazma, yanlis anlasilir” dedi, yazdim. Kari lafi dinlemeyen beter olsun.
***
“Bos simgelere odaklanmis aptallik ve kör milliyetçilik her halde bütün bu topraklarin
önemli ortak yanlarindan biridir. Yani bu açidan okudum son yazinizi… Demek ki hiç
ama hiç bir sey anlamamistim. Aslinda bir seyi yeni fark ettim: Ekinizi hiç okumamistim.
Yararli olabilirdi. Artik bu yaziyi yazmanizin nedenini daha iyi kavrayabilirim.”
“Okuma aliskanligi var mi ki sonuna kadar okuma aliskanligi olsun? Asil simdi “Türk
bayragiyla Yunan bayragini bir tutarak Türk milletine 301 defa hakaret etti” diye Kerinçsiz
bir dava açarsa, kusura bakmayin ama kahkahalarla gülecegim. Gülme hakkim
engellenemez.”
“O hadise gerçekten Dedeagaç’ta cereyan etmis ve sen kinayeli tesbih yoluyla bizdeki
mediocriteyi teshir ediyorsan iyi. Yok, Ibrahim Serif hadisesi tamamen kurgu ve digeri
gerçek ise belden asagi vuruyorsun derim.”
“Daha yazinin en altinda yer alan karsilastirmalara gelmeden iki tarafin milliyetçileri ne
kadar da birbirlerine benziyorlar
diye düsünmeye baslamistim. Asagisindaki karsilastirmalari okuyunca
www.sabah.com.tr/2006/10/25/gnd118.html adresinden hemen haberi bulup bir daha
okudum.”
“Birkaç sene önce Fransa’da bir derste sosyal iliskilerde sembol konusunu isliyordum.
Dedim ki bakin mesela Müslüman ülkelerde saatin saga mi sola mi takildiginin bile
anlami vardir. Biraz Türkiye'de sembollerden bahsettim, Mustafa Kemal dedim vs.
Sinavda en az dört kagitta Atatürk saatlerin sag kolda tasinmasini yasaklamistir gibi bir
örnek geldi. O gün bu gündür, kinaye yapmiyorum.”
“Evet yaziyi bir kez daha okudum. Ve ayni seyi düsünüyorum. Yani azinlik olmanin sanki
yer farki yok gibi. Ha Yunanistan'daki Türk azinligi, ha Türkiye'deki Rum veya Ermeni
azinligi. Hepsi ayni baski ve iskencenin altinda”.
“Bu haftaki makaleniz mükemmeldi. "Duzeltme" ise harika bir fikir. Anlamam biraz
zaman aldi ama tesiri pek yaman oldu.”
“Müthis bir yaziydi. Okuduktan sonra haberi buldum ve soke oldum. Galiba okuyan
herkesi de benim gibi ters köseye yatirdiniz. Türkiye'de olup bitenleri ve dünyayi
anlamamiza yardimci oluyorsunuz. Eski bir ögrenciniz olarak tesekkür ederim.”
“Daha önce denendiyse bile ben bu yöntemi bilmiyorum. Ilginç. Ne tepki alacagini
gerçekten merak ediyorum.”
“Sen bir âlemsin Baskin! Senin için bir ceza maddesi bulunmali. Bu maddeyi Kerinçsiz'e
yazdirmali. Ama yurtsever bir vatandas olarak benim bir taslak önerim var: ‘Türk halkini
ve onun bayrak, cami, din ve milliyet duygusu gibi kutsal ve yüce degerlerini kullanarak,
bu duygulari ima yoluyla da olsa istihfaf edenler 18 ay, suç basin yoluyla yapildigi
takdirde 36 ay hapse mahkum edilirler. Geçmis yazilarindaki gizli amaçlarina bakilarak
suçlunun iflah olmaz bir kisi olduguna kanaat getirilirse, hapisten çiktiktan sonra, islah-i
nefs ettigine kanaat getirilene kadar yazi yayinlamasi ve dostlarina e-posta yollamasi
yasaklanir’."
***
Insanlarin bu yaziyi algilamakta zorlanmalari üzerine bir test yapalim. Su siklardan birini
isaretleyiniz:
a) Bu olayi Türkiye’ye yakistiramadilar;
b) Kimse yazilari sonuna kadar okumuyor, hele dipnot okuma aliskanligi sifir;
c) Sabah’taki haberi görmemisler;
d) Olayin ayrintili anlatilmasi etkiledi;
f) Türkiye ile Yunanistan’in bu islerde burun farki yaptigi kanisindalar;
g) Hepsi.
Elif Safak’in Baba ve Piç’inde sirf kadinlardan olusan eski bir konak anlatilir. Ailenin
biricik oglu Mustafa 20 yil önce okumaya gittigi ABD’den ilk defa gelecektir, konak halki
ayaklara kalkip oglanin pek sevdigi asureyi kaynatmaya girismislerdir. Kadinlardan Banu
Teyze, Mustafa’nin bir hafta önce yine ABD’den gelmis üvey kizi Armanus’a tercüme
etsin diye evin kizi Asya’ya der ki:
“Hz. Adem’in tövbesinin kabul edildigi, Hz. Yunus’un onu yutmus yunus baligi tarafindan
azat edildigi, Hz. Mevlana’nin Sems’le karsilastigi, Hz. Isa’nin tanri katina alindigi, Hz.
Musa’ya On Emir indirildigi gün olan Asure Günü’ne benzer en önemli bir günleri var
miymis Ermenilerin?” (s.316-317)
Ermeni milliyetçiligiyle hiç ilgisi olmayan Armanus kiz’in agzindan otomatik olarak su
çikar:
***
Evet, 2015. Yani bize göre Ermenilerin nankörlük ve isyan edip layigini buldugunun sisli
anisi, dünya Ermenilerine göreyse hayattaki tek önemli sey olan soykirim’in 100. yili.
Nazileri hatirlattigi için biz Türkleri duyar duymaz (bana kalirsa hakli olarak) kirmizi
görmüs bogaya dönüstüren o mesum kelimeyi, yerkürede mevcut yaklasik 200 ülkenin
de telaffuz ederek “Bu jenosittir” demesinin önüne geçmek için vakit daraldi.
Gidisimiz gidis degil. Kötü’den çiktik, berbat’a gidiyoruz. Fikret Baskaya, Gazi’den Prof.
Kadir Cangizbay’in Özgür Üniversite Forumu dergisinde anlattigi bir “macera”sini
aktariyor, ibret-i âlem için dinleyiniz:
Cumhuriyet bir rejim. Türkiye bir devlet. Rejimden geçtik, devleti koruyacak “okumus”
zihniyetten gel. Buna “Okumus hoca” zihniyeti degil, “hocaya okutulacak” zihniyet dense
gerek.
***
Bu gidis, gidis degil. Birak 90 yili, en azindan 1973’ten beri arpa boyu ilerlemedikten
baska, hizla da geriliyoruz. Sokaktaki kitleler ise hizla ilerliyor: Tarih bilgisi fukaraligi üstü
bol tahrikten cinnet geçirip gayrimüslimleri alti-yedi eylüllemeye dogru ilerletiliyorlar.
Sonra ne halt edecegiz acaba?
“Bizdeki bu ‘Büyük Inat’ sürdükçe, korkarim 2015 gelip çattiginda uluslararasi bir ‘Büyük
Final’le karsilasacagiz”. Yani, yukaridaki 200 devlet olayi. Veya, neyse; 100 olsa daha mi
az olur yani? 75?).
“Kibris’i geciktire geciktire bu hale getiren zihniyet burada ne yapar bilmem” diyor Yavuz.
Geciktirmek için nefesini tutmak iyi de, fazla tutarsan yari yolda sönüvermek var.
Simdiye kadar “üzüntü” bile ifade etmedik. Devam ediyor: “Rüzgâri artik okumaya
baslamak ve ‘Bizim rejimimizden önce cereyan etmis olsa da, ayni zamanda Atatürk’e
düsman olan maceraperest Ittihatçi liderlerce Ermenilere karsi islenen bu insanlik
suçundan derin üzüntü duyuyoruz’ demek de mi çok zor?” Bunu demek de mi
Kemalizm’e aykiri? Namus, nesnellik, dürüstlük ve insanlik ayip mi? Zararli mi?
***
Ama, Türkiye ne kadar sansli, orasi meçhul. Simdi, adamcagizin dirisini tutup hapse
tikan zihniyet kortejin en önünde yürümek sartiyla, milliyetçilerimiz cenazeyi gövde
gösterisine döndürecekler. Bu açidan Ecevit de çok sanssizmis. Ölüsünü bakin ne biçim
istismar edecekler, laikligi seriata çevirenler.
Izmir’deki bir açikoturumda yaptigi konusma yüzünden, Gazi Üniversitesinden Prof. Atilla
Yayla’nin dersleri elinden alindi. Bir hocaya yapilabilecek en büyük fenaliktir. Akademik
özgürlüge bakiniz.
Iste simdi birkaç ay önce erken emekliligimi istedigime pisman oldum. Istememis
olsaydim bu paylasma daha anlamli olacakti. Acaba üniversitem benim derslerimi de
elimden alacak miydi. Bu is Türkiye’de “seviye”nin ölçütü olmus durumda.
Rektör Prof. K.Yamaç söyle demis: “Terbiye azligi gösteren bu kisi hepimizde infial
yaratti”. “Terbiyesiz” dememis oluyor; ne kibar üslup. Kendini de koruyor: “Ben profesör
yapmadim; benden önceki dönemde profesör olmus”. Yani, ben olsaydim engel
olurdum, diyesi. Belli ki sayin rektörün gözünde profesör olma ölçütü yayin yapmak vs.
degil. “Atatürkçü” olmak. Üstelik, fî tarihinde konmus “il sinirlari disina çikarken izin alinir”
diyen ve asla uygulanmayan kurali devreye sokup suçluyor Yayla’yi. Profesör
açikoturuma giderken izin alacak.
Baska açidan bakarsan, sayin rektör “görevini” yapiyor. Diyor ki: “Anayasa ve yasalar
‘Atatürk ilkelerine bagli ögrenci’ yetistirilmesini öngörüyor”. Allah için dogru. Ama, aynen
körlerin fil’i tarifi gibi dogru. Körler, filin neresi ellerine gelirse hayvani o sanirlarmis.
Atatürkçülük hakkinda “rivayet muhtelif” bir ülkede üniversitelerin görevi tabii ki “bilimsel
kusku” ve “arastirma” ögretmek olacak degil; laik bir din haline getirilmis “Atatürkçülük”ün
korunmasi olacak; ne olacakti ya?
***
Çünkü Kemalizm, döneminde muazzam bir ilerleme sagladi: Ümmet’ten Ulus’a, Yari-
Feodal Devlet’ten Ulus-Devlet’e, Tebaa’dan Vatandas’a geçis büyük ilerlemeydi. Bu
yüzden Kemalizm, dönemine göre, ilericidir.
2006 yilinin sonunda, 1930’lar monizmini (tekçiligini) savunmak ilericilik olacakti, öyle
mi? “Din-iman elden gidiyor” diye çigrismanin yerine “Laiklik-bagimsizlik elden gidiyor”
diye çigrismak ilericilik ha?
O zaman da elden giden bir sey yoktu, simdi de yok. Toplum bir adim daha ilerleyerek
dönüsüyor, o kadar. Anlamayan veya çikari zedelenen panige kapilarak çigrisiyor, hepsi
bu.
***
Her ama her dönemde, toplum dönüsürken farkli seyler söyleyenleri çarmiha gererler.
Ibret-i âlem için. Gererken de, o dönemde öcü kavram neyse onu kullanirlar.
16.-17. yüzyil Avrupasinda feodalite çözülüp burjuvazi Protestanligi icat ederken ve bir
sonraki yüzyilin Sanayi Devrimi solugunu duyururken, eski düzeni korumak isteyenler
(özetle, gericiler) cadilari yakmislardi. Çünkü din’den çikariyorlardi, Tanri’ya hakaret
ediyorlardi.
McCarthy’ci 1940’lar sonu ortaminda öcü “Komünizm” oldu. Çünkü “ülkeyi Moskoflara
satacak”ti. Komünist diye 15 Aralik 1945’te DTCF profesörlerinin dersleri ellerinden
alindi. 11 Ocak ve 11 Haziran 1948’de atildilar ve geri dönemesinler diye kürsüleri
kaldirildi.
Komünizm bitti, yeni öcü “Demokrasi”, çünkü “Ülkeyi parçalayacak”. A.Yayla linç ediliyor
çünkü ülkeyi AB’ye satacak, Atatürkçülük’ten çikaracak, Atatürk’e hakaret ediyor.
Bu karar, fevrî oldugu için, muhtemelen teknik bakimdan da sakattir; usulüne göre
alinmamistir. Simdi A.Yayla iç hukuku tükettikten sonra Strasbourg’a gidecek, iç hukuk
öyle düzelecek. Is mi yani bu? Devlet yönetmek mi bu?
***
Özetle, günesin altinda yeni hiçbir sey yok. “Vay namussuz, kimbilir daha neler
yapmistir” ile “Ifade özgürlügü herkese lazim olur” ikilisi, binlerce yillik çatismalarinin
bilmem kaç milyonuncu piyesini oynayacaklar yine.
Geçici olarak birincisi kazanacak, çünkü paranoya dönemlerinde ilk perde hep böyle
iner. Simdi izleyin, A.Yayla’ya daha neler icat edecekler. Sonunda bir de çocuk
pornosuyla suçlamazlarsa sasarim.
Son perdedeyse, herkes birbirine sorar: “O zamanlar niye böyle yapmislar ki?”
Not: Yazimi göndermeye 5 kala Hürriyet’te haber: “Yayla’nin kurulusu Liberal Düsünce
Toplulugu AB’den fon aldi”. Eskiden nefret ettigimiz “Moskova’dan para aliyor” olurdu,
simdi girmeye can attigimiz “AB’den fon aldi” oluyor. Hepsi bu.
Önce, bir ögrencimin dün yolladigi ses dosyasini dinleyelim. Cumhuriyet gazetesi Ankara
temsilcisi Mustafa Balbay, 26.11.2006 günü saat 11.30 sularinda, ART kanalindaki kendi
programinda konusmakta.
Karsisindaki kisinin “Fikir ve ifade özgürlügü adi altinda Türkiye’nin bölünmesine katkida
bulunacak paralar veriliyor” sözleri üzerine söyle diyor:
“Bu çok önemli bir durum. Yani Türk aydinlarinin, Türk gazetecilerinin, Türk yazarlarinin
ruhen satin alinmasi …”
Karsisindaki kisi “Ruhen ve bedenen! Maddi ve manevi olarak!” diye vurgu yapinca, M.
Balbay söyle devam ediyor:
“…Maddi ve manevi olarak satin alinmasi çok ciddi bir strateji. Simdi, ben bunlardan
bazilariyla görüsüyorum. Söyle görüsüyorum abi, bambaska insanlardi, simdi nasil böyle
oldu diyorum” (Burada ismini vermeden, bir doçentin 3000 sterlin aldigindan bahsediyor
ve karsisindakinin “Bunlar beyin yikama faaliyeti!” demesi üzerine devam ediyor):
“Aynen böyle. Su anda Ingiltere’de özel egitim görmekte olanlardan biri, adini da vericem
gerekirse, ben polemik sevmiyorum ama, adini da vericem, Prof. Dr. Baskin Oran. Su
anda Ingiltere’de özel egitim görüyor. Dönüste ben de sormak isterim nasil…”
Ses dosyasi kablosuz kaydedilmis. Bundan sonrasi zor duyuluyor. Önemli de degil
zaten. Bu kadari tamamen yeterli.
***
Nasilsa ortaya çikacak, ben açiklayayim: Mustafa Balbay dogru söylüyor. Burada özel
egitim görmekteyim. Simdiye kadar iki egitim kursuna gittim ve gerçekten çok sey
ögrettiler. Bunlari ben çoktan bilmeliydim ama kismet bu yasa ve basaymis.
Bunlardan birincisinin adi, “Endnote/level-2” kursu. Konusu adindan (Son Not) belli
zaten: Artik Türkiye’nin sonu yaklasiyor, iyice yaklasinca biz AB’ci aydinlar son bir bildiri
(not) yayinlayacagiz ve ülkenin bagimsizligini sona erdirip AB’ye teslim edecegiz. Iste bu
kursta (ki, kendileri, bu isimdeki “Endnote/level-1 kursunun bir üst kursu oluyor) bunlari
ögrettiler bana. Fevkalade ilginçti.
Bu kursun özü de söyle: Türkiye’nin güç noktasi TSK’dir. Bu, tabii, Güç Noktasi-1 oluyor.
“2” demelerinin nedeni bir önceki kurs gibi üst düzey olmakla ilgisiz. Sunla ilgili: Biz
vuracagiz ya o güç noktasina, bizimki de güç ya, böylece 2 güç noktasi birbirinin üstüne
patlamis oluyor. Zincirleme reaksiyon doguyor, atom bombasi etkisi yapiyor. Türkiye
bagimsizligini AB’ye daha çabuk teslim ediyor. Onun da egitimini böylece almis oldum.
Yalniz, burada Feyhan’la kaldigimiz odaya çok yakin olan Banbury Road no. 13, OX2
6JF adresinde verilen bu kurslarda çok acayip bir sey dikkatimi çekti: Üçer saatlik bu iki
kurs için benden 3’er sterlin aldilar. Yahu, biz buraya Türkiye’yi AB’ye nasil teslim ederiz
diye gelmisiz, kelleyi koltuga almisiz, uyanik bir gazeteci haber alsa mahveder, adamlar
(az da olsa) kurs için para aliyorlar. Hiç aklimin ermedigi husus bu oldu. Herhalde
gitmeye yakin bunun da kursunu verirler, ögreniriz. Ama ona da 3 sterlin alirlarsa itiraz
ederim.
***
Ben bu yaziyi burada bitirmistim. Her yaziyi oldugu gibi bunu da Feyhan’a okuttum, bana
dönüp ters ters bakti:
“Hah canimin içi, böyle yaz da, hani geçenlerde Kayseri’deki kilise olayini çarpici olsun
diye B.Trakya’daki camiye saldirma gibi yazmistin ya, kimse anlamamisti, ona benzesin
yine!”.
Yüzüne saskin saskin baktim. Sahi yahu, öyle olmustu degil mi, dedim. Anlasilan ben iyi
yazamiyorum. Tevekkeli degil, dün beni buraya üç ayligina arastirma yapmaya davet
eden College’in yetkilisine bunlari böyle anlattigimda adam gözlerini açip ciddi ciddi:
“Aman Profesör Oran, ne AB’si? Burasi Oxford Üniversitesi. Üstelik, sizi davet eden
‘Çagdas Türkiye Programi’nin sponsoru bir Türk bankasi. Sizden önce E.Kalaycioglu,
I.Turan, I.Ortayli, S.Özel, N.Yurdusev, L.Neyzi, S.Ayata, A.Öztürkmen, H.Gülalp,
M.Yegenoglu ve A.Kadioglu adli profesörler geldiler. Biz sizden burs karsiliginda 2
konferans istedik, siz sadece bizim binada 4 dizilik konferans verdiniz. O gittiginiz
egitimlerden birincisi bilgisayarda otomatik dipnot verme kursudur, digeri de bilgisayari
dinleyici önünde slayt göstermek için kullanma kursu!” dedi.
***
Kafam karisinca, Mülkiye’den güvendigim bir hukukçu arkadasa yazip sordum, bugün
diyor ki:
“Hocam, durum öyle bir hal aldi ki, herhangi bir sekilde yurt disina çikip arastirma yapani
vatan haini ilan eder hale geldiler. Ayda onlarca milyar maas alanlarin yarattiklari bu
terör akademik özgürlükleri tehdit eder ve arastirma yapmayi engeller hale geldi.
Bunlara, kanunlar dahilinde gereken cevabi vermek lazim artik”.
Bunu derken, “Bu seçim TBMM’nin degil, bal gibi Gn.K’in isidir” dediginin farkinda bile
degil. Bir de söyle bitirmemis mi: “Gn.K. Baskanligina böyle bir davette bulunmak,
haddini bilmemektir. Demokratik yasantiyi riske sokan bir tutumdur”. Diyemiyor ki
“Demokrasi, ülkeyi Gn.K’in yönetmesidir”, kaleminden öyle dökülüveriyor.
***
Yine ayni tarihli gazeteden okudugumuza göre, 40 “sivil toplum örgütü” Emekli
Orgeneral Sener Eruygur’un komutasinda, pardon, baskanliginda toplanmislar. Demeç
söyle: “CB makami cumhuriyetin degerlerini içine sindirememis kisilerce isgal edilemez.
Bu, TBMM’nin ulusal iradeyi temsil gücünün zayiflamasindan kaynaklanmistir”. Sayin
pasanin “ulusal irade”den neyi anladigi demecine lapsus’la iyi yansimis.
***
Aslinda, askerlere ve hele emekli askerlere hiç yüklenmemek lazim. Ne “sivil”ler var. 08
Ekim tarihli Milliyet, Prof. Dr. Celal Sengör’le konusmus. Hoca, Harp Akademileri açilis
dersinde söylediklerini heyecanla anlatirken söyle diyor: “Asker konusmali mi, evet
konusmali. Ordu tabii ki darbe yapabilir, niye yapamasin? Onun görevi memleketi
korumaktir. Harp Akademilerindeki dersimi de ‘Arz Ederim’ diye bitirdim. Karsimda
Genelkurmay Baskani oturuyor; ya ne diyecektim?”
Aslinda bunlarin lapsusla falan iliskisi yok, çünkü Hoca açik açik da söylemis: “Asker
olacaktim, olamayinca ABD’ye okumaya gittim”. Baska ilginç seyler de anlatiyor bir kere
baslayinca: “TSK’yla iliskim çocuk yasta, Yanya göçmeni dedemle basladi. Almanlarla
ortaklik için güvenilir adam aranirken Atatürk’e onu tavsiye etmisler, ‘Su sari saçli bir
oglan vardi, o mu?’ diye soruyor. Hemen kredi açiliyor ve dedem bir gecede zengin
oluyor”.
***
Hepsi normal de, beni meyus eden bütün lapsuslar içinde bir tek lapsus. Ben Sayin
Cumhurbaskani Sezer’i hep çok seve ve sayageldim. Dönemini böyle bir biçimde
bitirmesi beni fena yaraliyor. Anlatayim:
Kasim 2006’da Vakiflar Kanunu yenilendi. Yargitay 1974’te “Türk olmayanlar vakif
kuramazlar” diyerek (bu da “Müslüman olmayan Türk olamaz”in esasli bir lapsus’udur
ya, geçelim) gayrimüslim yurttaslari “gayritürk” ilan ettiginden beri bu insanlarin
vakiflarina hukuk haram edilmisti. Yeni yasa bu konuda hiçbir temel düzeltme getirmedi.
Örnegin, 1971’den beri hukuk disi olarak para ödenmeden zapt edilegelen ve üçüncü
kisilere satilan gayrimenkuller konusunda. Sadece birtakim iyilestirme kirintilari getirdi.
Simdi Cumhurbaskani Sezer bu kirintilara bile engel olmak için harekete geçti. Örnegin,
mallarini durmadan zapt eden 15 kisilik Vakiflar Meclisinde bu vakiflarin 1 kisiyle temsil
edilmesi maddesini bile veto etti.
Hazin olan, Sayin Sezer’in temel veto gerekçesi: Anayasa’nin 12 Eylül ruhunu en iyi
yansitan parçasi olan Baslangiç bölümü. Yani, “hiçbir etkinligin Türk ulusal çikarlarinin,
Türk varliginin, Devleti ve ülkesiyle bölünmezligi esasinin, Türklügün tarihî ve manevi
degerlerinin, Atatürk ulusçulugu, ilke ve devrimlerinin karsisinda korunma
göremeyecegi”. Yasa geçerse, Sayin Sezer’e göre gayrimüslim vakiflari “ekonomik ve
siyasi güç” elde edecekler ve bu da Türk ulusal çikarlarina aykiri ve ülkeyi bölücü olacak.
Bu haliyle, bu veto, Agustos 2002’deki 3. Uyum Paketiyle nihayet dur denmis bir hukuk
ucubesini, yani "1936 Beyannamesi” uygulamasini fazlasiyla hatirlatiyor.
Oysa, Sayin Sezer, Baslangiç bölümünün yani sira, iki seyi daha okumaliydi: 1)
Anayasa’nin Türkiye’yi “laik bir hukuk devleti” olarak tanimladigini; 2) Lozan’in 37.
maddesini.
37. madde söyle diyor: “Türkiye, hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeligin ve hiçbir resmî
islemin (bu bölümdeki insan ve azinlik haklarini koruma maddeleriyle) çelisir olmamasini
ve onlardan üstün sayilmamasini yükümlenir”. Çok açik: Lozan Antlasmasinin burada
sözü geçen hükümleri (md. 38-43) hiçbir biçimde degistirilemez, ihlal edilemez ve bu
yasaga anayasa da dahildir. Çünkü Anayasa da bir "kanun"dur ve bir "resmî islem"dir.
Bilemiyorum, su anda "Biz, Anayasa'nin Baslangiç bölümünde sözü edilen Türk Ulusal
Çikarlari karsisinda Lozan falan dinlemeyiz”e kadar vardik mi. Bilemiyorum, Sayin Sezer
basindan beri mi böyleydi yoksa roket gibi yükselmekte olan etno-dinsel
milliyetçiligimizin cazibesine son anda mi girdi. Tek sey biliyorum: Keske süresi, bu
lapsus’tan önce bitseydi.
Ama bence bu yasak hakli. Çünkü resmî dilden (Anayasamizin 3. maddesine göre:
“Devletin dili”nden) baskasi ülkeyi parçalayabilir. Türkiye’de biz bunu iyi biliriz ve hemen
önlemini aliriz. Nitekim, internetten okuyoruz: “Çagdas Gazeteciler Dernegi'nin (ÇGD)
düzenledigi ‘Yilin Basarili Gazetecileri Yarismasi’na, Sayfa Düzeni (Mizanpaj) dalinda
katilmak isteyen günlük Kürtçe gazete Azadiya Welat'in basvurusu reddedildi” (Milliyet,
15.12.2006).
Önemli bir milli güvenlik tedbiri daha: “Batman'in Kozluk ilçesi Yanikkaya Köyünde
ilkögretim okulu ögrencileri H.S., I.B., B.K., H.O., R.O., R.K., H.K. ve H.Y, grup olarak
çalistiklari is egitim dersinde PKK'nin sözde flamasinin renkleri sari-kirmizi-yesilin
agirlikta oldugu gökkusagi ve meyve resmi yaptilar. Resmi gören Müdür Yardimcisi
Tolga Omay da, Okul Müdürü Güven Bal'a sikâyette bulundu. Bunun üzerine, 8 ögrenci
disiplin cezasi verilerek 3 gün okuldan uzaklastirildi. Bal, ‘Gençlerimiz kötü aliskanliklara
bulasmasin diye sadece disiplin cezasinin verilmesi kararlastirildi’ dedi”. (Milliyet,
16.12.2006). Bir de, “sözde flama” nasil?
***
***
Anlasilan, “etkilenen” sadece bilinci degil bakkalin ki, devam ediyor: “Birçok insanin
bulundugu ortamlarda ayri bir odada benimle sevisiyordu. Bu yasananlardan kocasinin
haberinin olmamasi mümkün degildi. Beraberce dolastigimiz günler çok oldu. Bunlarin
birçogunu kamerayla kaydettim. Yaptiklarima su an çok sasiriyorum" (Radikal,
17.12.2006).
Peki, bir yardimci doçentin karisinin gazetelere düsmesi ile kendisinin ögrencilere ders
vermesi/verememesi arasinda nasil bir iliski var? Bu henüz görülebilir bir husus degil; su
anda görülen su:
1) “Suç” ne olursa olsun, bir hocaya “milli” ceza verilecekse, hemen dersi elinden
aliniyor. Çünkü, bir hocaya en çok bunun koyacagini hesapliyor olmalilar. Ki, vatanin
kurtarilmasi da burada ortaya çikiyor. Ögrenciler zehirlenmekten kurtariliyorlar. Vatanin-
milletin istikbali kurtariliyor;
2) Yardimci doçent, Prof. Yayla’yla ayni cezaya çarptiriliyor. Ki, her iki durumda da olay
“vuku” degil “süyu” bulunca oluyor bu is. Nedense.
***
Bu hafta, vatani kurtarmanin son yöntemini de TRT gösterdi. En iyi müdafaa hücumdur
diyerek Isveç’e haddini bildirdi. Banu Avar’in yaptigi belgesel Isveç’in insan haklarini
nasil ihlal ettigini anlatiyordu. Böylece bizi 8 konuda durdurmus olan AB’ye karsi
basimizin dik olmasi saglandi.
Her yilsonu gibi gazeteciler yine soruyorlar: “2006’yi nasil degerlendiriyorsunuz, 2007
nasil olacak?”.
2005 ve 2006 tek kelimeyle berbat idi. Insana aklini kaçirtacak saçmaliklarla ugrastik;
301 ve linçleri düsünün yeter. 2007, seçimler yüzünden daha da berbat olacak. Etno-
dinsel Türk milliyetçiliginin (çünkü hem irkçiliga kosuyor, hem de Müslüman olmayani
Türk saymiyor) roket gibi yükselmesinden yararlanan firsatçilar oy avina çikacaklari için
Türkiye bir cehenneme dönüsecek. Ama cennete giden yol cehennemden geçiyor.
***
Türkiye muazzam bir degisme içinde. 1920 ve 30’larda aydinlanmaci ama tekilci-
asimilasyoncu ulus-devlet modeline geçmistik, simdi çogulcu-demokratik devlet
modeline geçiyoruz. Dogum sancilari bu. Legen kemikleri açiliyor, kaslar geriliyor, aci
yükseliyor. Bunun sonucu acayip ve çeliskili olaylar yasiyoruz. Önemli kurumlarimizin
son bir ay içinde yasayip yasattiklarindan birkaç örnek:
Diyanet Dergisi “Ceninin özürlü oldugu tespit edilse bile kürtaj günahtir” diyor (Radikal,
15.12.06), Selçuk Üniversitesinden Ilahiyat Profesörü H.Tekin “Sarhos olup kendini
kaybetmedikçe, içki içtikten sonra namaz kilinabilir” diyor (Hürriyet, 15.12.06).
Trabzon’da bir yargiç, 2005’te bildiri dagitan TAYAD’lilari linç etmeye girisen 11 kisiyi
beraat ettirirken TAYAD’lilardan birini polise hakaretten dört aya mahkum ediyor (BIA
bülteni, 26.12.06). Buna karsilik Bursa’da Halis Gümüsoglu adli yargiç, sokak ortasinda
kurusiki tabanca sikan birini mahkum ettiginde karari Yargitay tarafindan “kurusiki ates
etmek, genel güvenligi kasten tehlikeye sokmak degildir” gerekçesiyle bozulunca,
sokakta bir tatbikat yaptiriyor. Veriyor eline kurusiki tabancayi mübasirin, havaya üç el
ates ettiriyor, geçen tasitlar frenlere asiliyor, esnaf sokaga insanlar balkona firliyor,
kesiften habersiz polisler kosusuyor, millet birbirine giriyor (Milliyet, 17.12.06).
Izmir’deki Dokuz Eylül Üniversitesi rektörü, bir dilekçeyi iletmek için kendisinden 17 gün
randevu alamayan Prof. Dr. Izge Günal’in 90 YTL ödeyip özel muayene randevusu
almasini kendine hakaret sayiyor ve hocaya “görevden el çektirme” cezasi veriyor, YÖK
de bu karari iptal ediyor (Radikal, 24.12.06).
Ankara’nin orta yerindeki Gazi Üniversitesinde birtakim kisiler ögrenci biçaklamayi,
hocalarin lastiklerini patlatmayi, onlari tehdit etmeyi hatta dövmeyi âdet haline
getiriyorlar, polis seyrediyor (örnegin Radikal, 4.12.06). Polis, Dumlupinar
Üniversitesinde görevli yardimci doçentin evini basiyor ve “dinsel içerikli kitap, dergi,
kaset, CD ve bir sandiktan sakli demetler halinde insan saçi” buluyor. Ama Içisleri
Bakanligi nüfus cüzdanlarindaki din hanesinin kisinin beyanina göre bos
birakilabilmesine, silinebilmesine veya degistirilebilmesine de karar veriyor (Hürriyet,
23.11.06).
Gazeteler bir gün yaziyorlar: “Kadin doktor ultrason çekmeye yanasmadigi için bir genç
testisini kaybetti” (Radikal, 20.12.06), ertesi gün yaziyorlar: “Ultrason çekilmis. Çekilmedi
diye rapor yazan doktoru valilik açiga aldi” (Radikal 21.12.06).
Atatürk Üniversitesinden bir yardimci doçent Dogu Anadolu’daki kiliselerin Gürcü veya
Ermeni olmadigini, Kipçak Türklerine ait oldugunu kesfediyor (Hürriyet, 7.12.06). Kültür
Bakanligi ise Anadolu Ermenilerinin en önemli tarihsel aniti Van Ahtamar kilisesini bir
Ermeni mimarin danismanliginda restore ettiriyor.
***
Eger Ankara’ya dönüs sikistirmasaydi daha ne örnekler vardi. Üstelik bunlar yalnizca
birbiriyle çeliskili degil, bir de kendi içinde çeliskili.
Örnegin YÖK, Prof. Dr. Izge Günal’i göreve iade ediyor ama, “kinama” cezasi veriyor.
Kipçak Türklerine kanit olarak gösterilen çift basli kartal, Dogu Roma’nin (Bizans) ünlü
armasi. Ama, bu çok orijinal kesif bu tarihsel kiliseleri tahrip edilmekten kurtarabilir.
Kültür Bakanligi, restore ettirdigi Ahtamar’i, inat yapar gibi, 24 Nisanda açmaya kalkiyor.
Bakan da, “bazi hassasiyetler dolayisiyla” Ermenilerin ünlü Ani kentini “Ani” diye telaffuz
ediyor…
***
2004 basinda da yazmistim. Tirtil kelebege dönüsürken bunlar olacak. Ilk büyük
dönüsümü 1920 ve 30’larda yasarken böyle sarsintilar su yüzüne çikmamisti. Simdi
ikinci büyük dönüsümde çikiyor. Çünkü o zamanlar M.Kemal “muzaffer komutan”di,
simdi T.Erdogan “saibeli dinci”. O zamanlar demokrasi yoktu, simdi çok sey konusuluyor.
O zamanlar Kürt ve Ermeni meseleleri dünyadan hiçbir destek göremezdi, simdi birer
uluslararasi sorun. O zamanlar, Bati’nin yenildigi bir ortamda Bati’yi almaya ve üstelik
aynen almaya “devrim” dedik, simdi ayni Bati dünyanin tartisilmaz efendisi oldugu için
onu adapte etmenin adi “Bati usakligi” oldu.
Tirtil kelebege dönüsecek. Ama özellikle 2007’de çok çekecegiz; hazir olunuz.
Agos baskisina yetistiremedigim not:
Hukukta yorumun temel kurallarinin basinda, yasa koyucunun iradesini dikkate almak
gelir. 1982’de anayasa yapilirken, amaç TBMM’yi cumhurbaskanini seçmeye zorlamakti;
seçmemeye zorlamak degil. Zaten 12 Eylül darbesinin temel resmî bahanesi de,
cumhurbaskaninin bir türlü seçilemeyisi idi.
Onun için, T.Erdogan seçilemesin diye hukuku bu kadar zorlamak aklin alacagi is
degildir. Bir de, “Anayasa Mahkemesinden döner ha!” diye tehdit var, hediyesi.
Ben de Erdogan’in cumhurbaskani olmasini hiç istemiyorum. Ama bu baska, yazili hukuk
baska. Hukuk herkese lazim olur; fazla bükmemek lazim.
Herkes diyecegini desin de, belki bu konuyu gelecek hafta daha uzun mütalaa etmek iyi
olur.
Sayin Taner’in saptamasi tabii ki çok dogru. Zaten en azindan 1996’dan beri Mülkiye 2.
sinifta okutuyoruz: Küresellesmenin getirdigi muazzam degisiklikler nedeniyle ulus-
devlet zayiflamaktadir, varligini bu modelle sürdürmesi mümkün degildiiiir.
Ama, Taner’in öne sürüp hemen hizla geçtigi temel çözüm dogru mu, orasi kuskulu:
“Bekle-gör olmaz, savunmada kalinmaz”. Sanki, bir istihbarat bürokrati olan Sayin
Müstesar, temel dis politika degisikligi öneriyor.
Bu türden bir dis politikanin adi, kara kapli kitapta “anti-statükocu” diye geçer. Oysa,
bizim dis politikamiz fevkalade statükocudur. Berbat cografyamiz geregi bunun böyle
oldugunu, bunun Osmanli’dan ve hatta Bizans’tan beri böyle sürüp geldigini ve gelmek
zorunda oldugunu, bu ihtiyatli politikanin en somut sloganinin da akli iyice basinda biri
tarafindan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” olarak formüle edildigini vs. yine Mülkiye’de fî
tarihinden beri okutmaktayiz. Türkiye’de yaklasik 35 üniversitenin ders kitabi “Türk Dis
Politikasi” da, bunlarin nedenlerini ve kanitlarini uzun uzan anlatir. Yani, bunlar bilinen
seyler.
***
Sayin Müstesar Taner, bu “temel çözüm”ünü uygulamak için sunlari gerekli görüyor: 1)
Güçlü bir ekonomi, 2) Kusursuz bir dis politika, 3) Caydirici bir ordu, 4) Bunlara destek
verecek saglam bir istihbarat.
Bunlar çok ideal seyler ama, amasi var. 1’in nasil saglanacagi ciddi merak konusu. 2’nin
nasil bir sey oldugunu (ve ayrica 1 olmadan nasil olabilecegini) bendeniz bilemiyorum. 3,
distan gelecek saldirilara karsi olmak sartiyla, tabii ki çok iyi. 4 de çok mantikli.
Yüzyillardir uyguladigimiz ve bugüne kadar vahim hiçbir hata yaptirtmamis statükocu dis
politika stratejimizi hangi somut sebepten dolayi degistirecegimiz ise, demeçte
belirtilmemis.
Belirtilmeyince, insanin aklina mecburen K.Irak’ta fiilen kurulan Kürdistan geliyor. Eger
buysa ve “bekle-gör olmaz, savunmada kalinmaz” bunun için denmisse, biraz sakin
olmakta yarar var.
Çünkü burada insanlar kalkar, statükocu dis politikanin alternatifinin maceraci dis politika
oldugunu, Sayin Müstesarin macera önerdigini söyleyebilir. Bir baskasi çikar, Sayin
Müstesarin amaci seçim öncesi AKP hükümetini sikistirmaktir, diyebilir. Bir baskasi
kalkar, RTE’yi cumhurbaskanliktan vazgeçirme planinin bir parçasidir bu konusma,
buyurur. Genelkurmay konusturtuyor, diyen çikabilir. Elalemin agzi torba degildir.
Konusma bu kadar flu olunca, bütün bunlar akla gelebilir. “Kirmizi Çizgi”lerin daha önce
konup konup kaldirildigi bir ülke oldugumuz ise apayri bir husustur.
Onun için, Sayin Taner tekrar konusmali ve neyi kastettigini net biçimde açiklamalidir. Bir
basin toplantisi yapmalidir.
***
Türkiye kendi Kürtlerini 80 yildir asimile etmeye çalisiyor. Çok geç artik.
Bir de, “baskalarinin Kürtleri”nin, eger bunlari yapmazsak “bizim Kürtlerimiz” için cazibe
merkezi olabilecegi gerçegi yok mu?
***
Mesele keske yalnizca Kürtler meselesi olsa. 1936 Beyannamesi deyip
gayrimüslimlerimizin vakif mallarini devletçe 35 yildir resmen gasp edegeldik, bakiniz
bugünkü haberlerde (9 Ocak 07) Strasbourg mahkemesi ne karar vermis ve gerisi de
gelecek. Bunun buraya varmasinin “Allahin emri” oldugunu en azindan bendeniz bin
defa yazdim (en azindan 2000 yilindan beri yaziyorum; ör. bkz. www.baskinoran.com,
yazi no. 16, 113, 213, 274, 316). Eminim, Strasbourg’daki Daimi Temsilciligimiz de
Bakanliga bin defa kriptolamistir. Simdi, hadi bakalim “Ben egemen ülkeyim, dinlemem”
deyiniz.
Egemenligin bas kosulu olan mesruiyet, ancak sürekli adalet uygulamasiyla mümkündür.
Vermeden almak, hiçbir kimsenin veya kurumun harci degildir. Dista güvenlik, ancak içte
mesruiyet varsa saglanabilir (yoksa, 30 yildir tüm dünyaya bagimsiz devlet diye ilan
ettigimiz KKTC’nin, Türk Genelkurmayina bagimli oldugunu kanitlamaya çalisarak degil).
Ama maalesef, bu çok basit kurallar 1930’lardan kalma “ulusalci” zihniyet için anlamasi
zor, isyan etmesi kolay seylerdir.
1) “Bir bakima iyi oldu. Simdi bunu Balkanlarda kullanir, biz de Osmanli vakif mallari için
AIHM’ye gideriz”.
Ayrica, bu sonuca varmak için söyledikleri yanlis. Örnegin AIHM, “Vakif senetlerinin yargi
karariyla bile iptal edilemeyecegi”ni falan söylemiyor. “Vakiflarin herhangi bir tarihte tapu
kaydiyla sahip oldugu tasinmazlarin, devletlerin veya mahkemelerin karariyla
baskalarina devredilemez” oldugunu da söylemiyor. Aksi halde vakif mallari yasal olarak
ve kamu yarari gerekçesiyle kamulastirilamazdi. Nitekim, bizzat bu davada tazminata
sebep olan Protokol no. 1 md. 1, yasal kamulastirmaya engel degil.
2) “Biz mülkiyeti ihlalden (Prot.1, md.1) mahkum edildik. AIHM bizi ayrimciliktan
(AIHSözlesmesi md.14) mahkum etmeyi reddetti. Bu durumda Lozan hukuken daha da
güçlenmistir”.
Bir kere, bütün bunlari basimiza saran 1936 Beyannamesi Lozan’in 40. ve 42/3.
maddelerinin açik ihlali.
Ikincisi, bu tam bir “fukara tesellisi” ve tamamen yanlis. Çünkü AIHM “Türkiye ayrimcilik
yapmamistir” demedi. Söyle dedi: “Prot.1, md.1’e göre yapilan inceleme isiginda,
Mahkeme bu iddiayi [ayrimciligi] ayrica incelemeye gerek görmemistir”.
Çünkü AIHM’nin içtihadi böyle. Eger somut bir maddeden ihlal bulursa, ancak bir baska
Sözlesme hükmüyle birlikte okundugunda ihlaline hükmedilebilen (yani, dolayli) bir
hüküm olan Md.14’e ayrica girmiyor. Ayrimciligi dogrudan yasaklayan Kasim 2000 tarihli
bir Prot.12 var ama, Türkiye bunu imzalamadi (Kerem Altiparmak hocama tesekkür
ederim). Tabii, bu tutum AIHM’yi epey bir is yükünden kurtariyor ama, daha önemlisi,
fazla kritik ve siyasal konularda (ör. Kürt sorunu) devletlerle didismekten kurtariyor.
AIHM, Md.14’ü “cinsiyet ayrimciligi” gibi pek suya sabuna dokunmayan konularda
uygulamayi seviyor.
3) “AIHM masa basinda, keyfî, hiçbir ölçüye dayanmayan kararlar veriyor. Haksiz ticarî
kazanç kapisi haline gelirse sayginligini yitirir”.
Gerekçesi su: “AIHM, Beyoglu’nda Rumlarin 505 m2’lik tasinmazina 910.000 Avro
tazminat hükmetti. Oysa yine Yedikule Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi Vakfinin yine
Beyoglu’ndaki 86 m2’lik tasinmazi için tam 2.200.000 Avro deger biçiyor”. Hani, tam,
“hangi bir yerini düzelteyim” dedikleri cinsten bir gerekçe.
Bir kere, bu konuda daha önce yazdigim için iyi biliyorum, Ermenilerinki 86 m2 degil.
Avukatlari D.Bakar ve S.Davuthan’a dogrulattim, sadece oturdugu zemin 99 m2, üstü de
dükkan ve 6 kat. Istiklal Caddesi üzerinde ve tam hisse. Dahasi, bu tazminata
Kadiköy’deki 138 m2’lik ahsap bir ev de dahil. Rumlarinki ise, Beyoglu’nda bir çikmaz
sokakta ve üç ortakli. Hükmedilen tazminat, sadece Fener Rum Erkek Lisesi Vakfi’nin
[FRELV] 32’de 12 hissesine ait (Milliyet, 10.01.07).
***
Sanirim 1993, Fakülte’deyim, telefon. Sekreter isaret etti, aldim: “Benim adim Firat Dink.
Bu haftaki yazinizda biz Ermenilere yapilan haksizliklardan bahsettiniz. Bizi çok mutlu
ettiniz, Allah razi olsun sizden” dedi ve aglamaya basladi. Ben çok kötü oldum. Dünya
basimda döndü. Aglamaktan ne söyledigimi hatirlamiyorum.
Hrant’la böyle tanistik. Sonra, bir Istanbul’a gittigimizde evinde yemege çagirdi. Tam bir
halilibrahim sofrasiydi. Rakel’e ellerine saglik diye diye bir haller olduyduk.
Gerçek adini degil nüfustaki mecburi adini veren ses sonra Agos’u kurmaya giristi. Beni
de istedi. Fakat, haftalik dergim o siralarda her yazimi itirazsiz basiyor. “Bu durumda
birakirsam ayip olur. Ama söz, ilk sayina özel bir yazi verecegim” dedim.
O dergi bir süre sonra bir yazimi koymayi reddetti. Isareti vermisti. Bir Istanbul gidisinde
yemekte Hrant’a dedim ki: “Hâlâ Agos’a istiyor musun beni?”. “Üçüncü sayfanin sagini
kapatmistim, senin için tutuyordum” dedi ve ekledi: “Ama, çok para veremem”. Birinci
cümlesine çok sevinmis, ikinci cümlesine çok sasirmistim çünkü yazi için telif de
verecegini söylüyordu. Bugüne kadar hiç aksamayan yazilarima 10 Mart 2000’de böyle
basladim.
1969’da Ankara’da siyah Citroen’ini satin aldigim Artin Usta’yi saymazsak, Hrant benim
ilk tanistigim Ermeni oldu.
***
Mart 2002. Feyhan, Hrant, ben Michigan’a Ermeni konferansina gidiyoruz. Sen kalk, fitilli
kadife takimlarini çek, bir gün önce gel havaalanina. Hayatinda ilk defa alabildigi
pasaportu kapidaki görevliye uzat, “Tamam geçin” denince de “Yok, ben yarin gidecegim
de, bir pürüz var mi diye geldim” de. Tabii, gidene kadar dalga geçtik ama, o kasindi:
Yemek servisi baslayinca bir de kulagima egilip “Ne kadar isterler yemek için?” diye
ayrica malzeme vermeseydi.
Indik, ariyorlar. Biz geçtik, Hrant’a pabuçlarini çikartiyorlar. Arkasindan, kemer falan.
“Tabii ulan, sende suçlu tipi var!” diyorum, “Bana bunu Ermeniyim diye yapiyorlar” deyip
üzerime geliyor.
Üniversitenin oteline indik, herkes yerlesiyor. Telefon et hemen asagi gelelim, diyoruz.
Bekle babam bekle. Sonunda kapi kirilir gibi vuruluyor. Hrant, yanina da Cengiz
(Çandar) haytasini almis, kapiya dayanmis: “Neler yapiyordunuz lan içerde ikiniz?”.
Pabuç biraksan ömür boyu ezer bu tipler. “Size ne lan, belediye nikahli karim!” diye
saldiriyorum. (Sonradan anlasiliyor; meger jak girisi telefon yerine bilgisayara takili
kalmis, ondan çalmazmis).
***
Bir hafta kadar önce, Rakel’e yazdigi ask siirlerini okumus. “Sen ise bana hiç ask
mektubu yazmadin” demis. Rakel de demis ki: “Ben sana her seyimi vermisim, ne ask
mektubuymus ayrica?”. Bilse ki sonunda mecburen bir tane yazacak ve tam yüz bin
kisinin önünde minibüsün üstüne çikip okuyacak o mektubu…
Geçen kis Etyenlerle bizi ziyarete geldiler Bodrum’a. Serap, Rakel, Feyhan deniz
kiyisinda geziyorlar, bunlar bütün gün evde benim tepemde. Her gün 16.30’a kadar at
yarisi oynuyorlar. TJK-TV pürdikkat izleniyor, Lider Form bülteni didik didik ediliyor,
saatlerce oturup falanca at geçen hafta ishaldi acaba düzeldi mi gibi konular tartisiliyor,
sonra Istanbul’a telefon edilip yazdiriliyor.
Diyorum ki, millet de sizi adamdan sayip ciddi dinli dinliyor, takdir ediyor, kiziyor. Bilse
kumarbaz oldugunuzu tefe kor. Bunu derken bir de farkina variyorum ki, bunlar
açikoturumlarin yani sira gerçek hayatta da eküri! Bunu söyleyince, Etyen diyor ki: “Ama,
kurdele onda!”. Meger, bir at sahibinin birçok atindan bir tanesine kurdele takarlarmis
takim kaptani gibi. Etyen zavalli, ne bilsin, tam bir yil sonra ben bir 19 Ocak aksami
telefon edecegim, “Kurdele artik sende Etyen” diyecegim…
***
Bitmek bilmez bir insan koridoru. Iki yanda, sira sira, simsiyah giyinmis kravatli gençler.
Heykeller gibi. Kafami kaldirip bakamiyorum.
Perde perde, sanki duracagi yer belli olmazmis gibi yükseldikçe yükselen bir orgun eslik
ettigi muazzam koroya, insanin tüylerini diken diken eden çan sesleri karisiverdi…
Yahu Hrant, ne zalim adammissin sen yahu. “Ben cinayetten bir gün önce bir rüya
gördüm. Rüyamda siz geceleyin ellerinizle topragi kaziyordunuz. ‘Hocam, merhaba,
hayirdir, ne yapiyorsunuz’ diye sordum, siz de bana ‘Mezar kaziyorum evladim’ dediniz.
Ben soke oldum ve ‘Aman hocam ne mezari, iyi misiniz, sagliginiz yerinde mi? Durun,
daha çok erken, nereye?’ diyorum, siz de bana “Merak etme çocugum, kendime degil
baskasina kaziyorum’ cevabini veriyorsunuz. Ayni gün saat 15.00’te Hrant Dink
öldürüldü”. Yeni mezun ögrencim Piril’in bu rüyasi da dururken, sirf bana esek sakasi
yapicam diye kalk, bir zavallinin enseden siktigi üç kursundan yararlanip senden 9 yas
büyük adama senin cenazeni kaldirma cezasi ver. Seninle birkaç kere dalga geçti diye
bu yapilir mi be? Bu kadari da yakisir mi be kardesim?
***
Seçim ortamindan ve Kerkük’teki durumdan da kuvvet alarak yükselen irkçi milliyetçilik
sonucu, üç dalga halinde hakaret ve tehdit aldim:
1) Kasim 2004. Azinlik Raporundan sonra. Istanbul’dan, ayni santralden üç ayri telefon
ve faks. Telefonumda numaralari çikti. Savciliga ilettik. Sonuç: “Soyut bir iddiadir, dava
açmiyoruz”. Herhalde, telefon numaralariyla birlikte telefon ahizelerini ve kordonlarini da
istiyorlardi, veremedik.
3) Son hafta içinde: “Anani bende taniyom ama benim çocugum olsaydin vatanhaini
olmazdin.akilli ol baskin akilli ol, pamugada söyle bin korumasi olsa onu bizim elimizden
kimse kurtaramaz yeterki öldürmek isteyelim. Vatancephesi Samsun Sorumlusu.”
Simdi düsünüyorum, acaba bunu da yargiya bildirsem mi. Bildirsem ne olacak? Simdiye
kadar bildirdik de ne oldu?
Tam bu noktada, aklima devletin klasik tanimi geliyor ve Türkiye için ürperiyorum:
“Devletin varliginin sebebi, bireyi maddi ve manevi olarak korumaktir. Karsiliginda da,
ondan sadakat talep eder”. Oysa, koruma yok. Tersine, üç sey yapiliyor:
2) Fikir sahipleri: “Türklüge hakaret etti” kararlariyla ve beraatlara itiraz yoluyla bunlara
vuruluyor. Ankara Cumhuriyet Bassavcisi Hüseyin Poyrazoglu bizim Azinlik Raporu
davasindan aldigimiz beraati Yargitay’a bizzat kendi imzasiyla götürdü. Yasin Hayal
dosyasi Yargitay Cumhuriyet Savciliginda 1 yila yakin beklemisken, bizimki 1 ay içinde
dairesine ulasti. Üstelik Poyrazoglu, bizi ihbar eden iki kisinin müdahil olmasi gerektigini
de yazdi.
Simdi, linç kültürü bu durumda cesaret almaz da hangi ortamda alir? Tabii ki birtakim
kisiler durusmalara geliyorlar, önce laf atiyorlar, kimse karismayinca pet sise atiyorlar,
kimse karismayinca madeni para.
Sonra da efendim, kursun atiyorlar. Biz de oturup kara kara düsünüyoruz: Kim var acaba
bu katilin arkasinda, diye.
Gerekçe, Borçlar Kanununun 44. maddesi imis: Özetle: “Zarar görenin de kusuru varsa,
tazminat indirilir veya verilmez”. Yani, Azinlik Raporunu biri yazan digeri oylatan bu iki
profesör Türkiye’nin temeline dinamit koymuslardir, analarina küfretmek meheldir. Tabii,
biz bu arada Azinlik Davasindan beraat etmisiz, hiç önemli degil.
Yargimiz hakkinda söylemek istedigim çok üzücü iki sey daha var:
1) AB Uyum Paketleri arasinda, ülkedeki zayif guruplara hakaret eden ve onlari hedef
gösteren iki hüküm de getirilmisti: TCK md. 216/1 ve 2. Ama bu simdiye kadar bir tek
kisiye uygulandi: Güneydogu’da saglik ocaginda beklesenlere “Pis Kürtler! Hepiniz
PKK’siniz” diyen bir askerî doktora, ki bu kararin Yargitay asamasi hakkinda hiçbir bilgi
yok. Yani, yargimiz henüz daha 216’yi kesfetmedi. Dahasi, ters yönde kesfetti:
Kaboglu’yla ikimizi 216/2’den yargiladi.
2) Meshur 301’e bir son fikra eklenmisti: “Elestiri amaciyla yapilan düsünce açiklamalari
suç olusturmaz”. Yargimiz, bir bütün olarak, henüz bunu da kesfetmedi.
Sonuç: Polisimizden çok önce, yargimizi acilen büyüteç altina almamiz gerekiyor. Devlet
devletligini korusun diyorsak eger.
Su anda, açtigim çok sayida hakaret davasi görülmekte. Bu yazdiklarim bana zarar
vermez mi? Verebilir. Ama yazmasam da bu atmosferde zaten veriyor. Hiç olmazsa
bilinsin.
Not: Bugün bendenize koruma verildi. Tesekkür ederim Hrant’im, canim kardesim.
Edebiyat kurallarina fevkalade aykiri ama, en bastan rica ediyorum, lütfen bu yaziyi
sonuna kadar okuyunuz. Çünkü burasi Türkiye.
***
Flas! Flas! Müslüman-Türk azinligin yasadigi Bati Trakya’da, “Bati Trakya’nin Gücü”
gazetesinin kurucusu ve genel yayin yönetmeni Ismail Ismail arkasindan ensesine 3 el
ates edilmek suretiyle gazetesi önünde güpegündüz öldürüldü. Adinin Yorgo Hirbopulos
oldugu bildirilen 17 yasindaki genç ve kimi arkadaslari olaydan sonra tutuklandi.
I.Ismail’e uzun zamandir yogun tehditler geldigi ama ihbarlari Emniyet’in ciddiye almadigi
anlasildi.
***
I. Ismail’in gazete önünden kaldirilan cenazesinde hiç beklenmeyen bir gelisme oldu.
Atina ve Selanik’ten Gümülcine’ye akin eden 100.000 kadar Yunanistanli Ortodoks,
aynen 1998 Marmara depreminde oldugu gibi, ellerinde “Hepimiz Türk’üz!”
pankartlariyla, cenaze namazinin kilindigi camiye kadar 8 km yürüdüler. Kimileri
“Hepimiz Ismail Ismail’iz!” pankartlari tasiyordu.
***
***
***
I. Ismail’in kani kurumadan, ülkenin en büyük gazetesi To Vima’nin genel yayin müdürü
Kostas Zamparadis, I. Ismail’in görevini devralan Türk gazetecinin “Yunanli hiç
degismeyecek mi?” mealindeki yazisina, hayalî bir konusma kurgulayarak siddetle
yüklendi. Ayni seyi, ülkenin ikinci büyük gazetesi Elefterotipia’nin kidemli yazarlarindan
Vasil Tombuloglou, Yunan bagimsizlik savasi kahramanlarindan Kapodistrias’in bir
öyküsünü anlatmak suretiyle yapti. Yeni genel yayin müdürünün de, üstelik meslektaslari
tarafindan böylece hedef gösterilmesi saskinlikla karsilandi.
***
I. Ismail’in 1996’dan beri “Bati Trakya’nin Gücü”nde isledigi temalar medyada söyle
özetlendi:
Cemaatimiz Yunanistan devletinin sürekli baskisi altinda yasiyor. Insan haklarimiz ihlal
ediliyor. Memur yapilmiyoruz. Askerde çavus çikariliyoruz.
Yunanistan Danistayi bize “Yabanci Uyruklu Yunan Vatandasi” diyen mahkeme kararini
oybirligiyle onayladi.
Fakat biz bütün bu insan haklari ihlallerini ülkemiz Yunanistan içinde çözmek istiyoruz.
Yabancilara sikayet etmiyoruz. Vicdan sahibi Yunanistanlilarla el ele çözecegiz.
***
Sevgili okurlarim. Saka, saka. Yine geçen seferki gibi kalkip da ciddi sanmayin. Bunlar
Bati Trakya’da geçmedi. Baska bir ülkede geçti. O ülkedeki “milliyetçiler” veya
“ulusalcilar”, ülkelerindeki azinliklarin neler çektiklerini baska türlü anlamazlar diye böyle
kurguladim. Sakaydi efendim. Kusura bakmayin; böyle ortamda saka da ancak böyle
oluyor.
***
Pankart açiyorlar: “Hepimiz Samast’iz”. TCK’nin md.77/1-a bendinde agirlastirilmis
müebbet hapisle cezalandirilan “Insanliga karsi suç”u alenen övüyorlar. Bunun TCK
md.215’e göre cezasi 2 yil. Yargi sessiz.
Iki kisi Igdir’dan kalkip Istanbul’a geliyor. Yakalaninca itiraf ettikleri amaç: Hrant’in
cenazesini protesto amaciyla feribot kaçirmak. TCK Md.35’deki “suça tesebbüs” durumu.
“Herhangi bir örgüte üye olmadiklari, organize bir eylem planlamadiklari ve eylemi
gerçeklestirmemis olduklari” için, otobüse bindirilip Igdir’a ugurlaniyorlar. “Türk’ün
Türk’ten baska dostu yoktur” diye bagirir vaziyette (Milliyet online, 13 Subat 07). Yargi
sessiz.
Neden feribot kaçirmak? Çünkü 27 Ocak’ta bir “Vatansever Türk Fedaisi” Çanakkale’de
Sultantepe feribotunu ayni nedenle kaçirdi. Iki insani rehin aldi. “Vatan için yaptim” dedi.
Serbest birakildi. Henüz hakkinda açilan bir dava yok (Milliyet online 28 Ocak 07).
Mersin’de bir dernek “Türk ana-babadan dogmus, soyunda dönme olmayan” gençlere
Kuran ve tabancaya el bastirarak yemin ettirdi: “Bu ugurda ölmek var, öldürmek var”
(Milliyet online 10 Subat 07). Yargi sessiz.
***
Ama, Basbakanlik IHDK Yönetmeligi Md.5 tarafindan talep edilmis resmî bir Rapor
nedeniyle biz iki profesör Savcilik tarafindan hemen mahkemeye verildik. Toplam 5’er yil
istemiyle. Beraat edince bu sefer Ankara Cumhuriyet Bassavcisi temyiz için Yargitay’a
basvurdu. Karari bekliyoruz.
***
Arkasindan, birtakim insanlar Rapor nedeniyle bize açikça hakaret ettiler. Asagida
alintilar yaptigim bu hakaretlere karsi açtigimiz davalarda bakiniz ne kararlar verdiniz:
2) Türkiye Kamu-Sen Gn. Bsk. Bircan Akyildiz: “Topragin bedeli kandir, gerekirse
dökülür”. Karar: “Davanin reddine...”. Gerekçe: “Davacilar, hazirladiklari Rapordaki
görüslerinin kamuoyunda sert olarak elestirilmesine katlanmak zorundadirlar”.
3) Kemal Yavuz, Aksam gazetesi: “Bir avuç zibidi”. “Ekmek yedigin kapiya ihanet etme,
sonra nimet çarpar”. Karar: “Davanin reddine….”. Gerekçe: “Zibidi kelimesi TDK
sözlügünde yersiz ve zamansiz davranislari olan kimse olarak açiklanmistir. Bu Rapor’a
imza atilmasi yersiz ve zamansiz olarak nitelenmektedir. Rapor hakkinda kamu davasi
da açilmistir”.
4) N. K. Zeybek: “Hainler korkak olur derler; peki bunlar niye bu kadar atak?”. “Siz o
uydurma azinliklarinizi alin da gidin Avrupaniza sokun”. Karar: “Davanin reddine…”.
Gerekçe: “Daha önce belli bir kesim tarafindan dile getirilen bu görüsler(in) bu defa
Raporlarda yer almasi nedeniyle sert elestirilere tabi tutulmasi da dogaldir”.
8) Selcan Tasçi: “Su topraga küfrederek basan var. Hain desen, isbirlikçi desen var.
Köpek gibi, bir kemikle susan var”. Karar: “Davanin reddine…”. Gerekçe: “Kamuoyunu
bilgilendirmek amaciyla sert sayilacak nitelikte yazida kamu yarari bulunmaktadir”.
(Yargitay da onayladi).
***
Bu tavir, ikili bir “ulusal sorumluluk”a denk düsüyor: 1) Kaba kuvvet sahiplerini gittikçe
cesaretlendiriyor; 2) Fikir sahiplerinin içteki adalete güveni sarsildigi için Strasbourg’daki
uluslararasi mahkemeyi Egemen TC’nin Temyiz Mercii haline getiriyor.
Bu aynayi tutmak benim ulusal görevim idi; yaptim. Karar yüce mahkemenindir.
***
Niçin CHP daha zararli? Çünkü “Atatürk’ün Partisi” olarak belli bir inandiriciliga ve
kemiklesmis bir oya sahip.
Böyle bir partinin kalkip da sanki Atatürk birakmamis gibi “Biz Musul’u Cemiyet-i
Akvam’a biraktigimizi unutmadik” demesi (Radikal, 28.10.2006), “Rum yönetimi, petrol
aratma cesaretini Ankara’dan ve KKTC yönetiminden aldi”, "70.000 Ermeniyi sürün”
(S.Idiz, Milliyet, 03.02.2007), “Irak’a girelim, ABD anlayis gösterecektir” (Radikal,
17.01.2007) diye kampanya yürütmesi, üstelik bir de 301 için “Birilerine yaranmak için
degisiklik kabul edilemez” sözünü söylemesi (Radikal, 19.02.2007) çok ürkütücü.
Niçin CHP’ye oy vermek daha tehlikeli? Çünkü lideri Deniz Baykal hiç samimi degil. Hiç
samimi olmayan böyle bir ana muhalefet partisi liderinin, roket gibi yükselen irkçi Türk
milliyetçiligi tsunamisi üzerinde sörf yapabilmek ugruna ileride daha neler söyleyip neler
yapabilecegini düsünmek bile korkutuyor.
Niçin Deniz Baykal hiç samimi degil? Çünkü söyleyip yaptiklarini, ne anlama geldigini
bile bile yapiyor. Çünkü Baykal alaydan yetisme bir politikaci degil. Mektepli: SBF’nin
Siyaset Sosyolojisi doçenti.
Gençlerin Trabzon’da, Sakarya’da, baska illerde sirf bildiri dagitmak yüzünden linç
edildigi, daha on gün önce Hrant Dink cinayetinin islendigi, stad tribünlerinde kitlelerin
“Hepimiz arkadan vuran katiliz” anlamindan baska hiçbir seye gelmeyen “Hepimiz Ogün
Samast’iz” diye haykirip pankart açtigi, beyaz bereler giyip dolastigi, “milliyetçi”
derneklerin Kur’an ve tabanca üstüne irkçi “ölme ve öldürme” yeminleri ettirdigi bir
ortamda söyledigi su sözlerin ne anlama geldigini bilmemesi mümkün degil:
***
1) Milliyetçilige asil rengini veren “Benim takimim iyidir” önermesi degildir, çünkü bu
sadece vatanseverliktir. Ya? “Benim takimim baskalarindan iyidir” önermesidir. Daha
dogrusu, “Bizim takim iyi, baskalari kötü” formülüdür. Sizin uzun boylu olmaniz,
baskalarinin sizden kisa boylu olmasiyla mümkündür.
Yani milliyetçilik, yalnizca ülkedeki Basat Grup için bir “ana çimento”dur. Basat grup
disindaki Zayif Gruplar içinse, beyinlerinin tepesine küüt diye inen bir beton bloktur. Bu
da ülkeyi böler. En azindan Türk ve Kürt diye böler.
Bölüyor da zaten. Baykal’in “ana çimento” diye övdügü milliyetçilik, bu ülkedeki 15
milyon Kürt kökenli için “Bunlarla alisveris etmeyin!”, “Kürtler çogalmasinlar,
dogurmasinlar” diyen ideolojidir. Bu insanlar devlete sadakat gösterir mi?
Milliyetçilik, basat grubu birlestirebilmek için dis düsman’in yani sira, asil bir “Iç Düsman”
yaratmak zorundadir. Böyle bir çimento, olsa olsa, deprem müteahhidi Veli Göçer’in
kullandigi cinsten bir çimentodur.
2) Simdi bekleyin; bu irkçi Türk milliyetçiligi tsunamisinin ardindan Kürt milliyetçiligi nasil
yükselecek. Siddet siddeti nasil dogurursa, milliyetçilik de milliyetçiligi nasil büyütecek.
Hem de, K.Irak Kürtlerinin petrole el koymakta oldugu bir ortamda. Bu mu “ana
çimento”?
3) Bölücülügün yani sira, milliyetçilik Zayif Gruplarin insan haklarini ihlal edici bir
ideolojidir. Hiç, kalkip da, “Milliyetçilik bireyi sifirlar” falan diye felsefe yapmaya ve örnek
getirmeye gerek yok. Çünkü çatir çatir insan linç ediyor ve arkadan kursunla vurup insan
öldürüyor; dahasi var mi?
Bu da, insan haklarinin bunca önemsendigi bir dünyada Türkiye’yi tecrit edicidir. Parya
sinifina sokucudur. Hadi bakalim, Ermeni oldugu için öldürülen Hrant’in arkasindan “Biz
1915’te soykirim yapmadik” deyin dünyaya. Bu mu Türkiye’yi yüceltmek?
Görmüyor musunuz, insan haklariyla zerre kadar ilgisi bulunmayan ve bütün derdi Irak’ta
Türkiye’nin destegini saglamak olan ABD bile “Tamam, yardim edelim ama, 301’i
kaldirarak siz de kendi kendinize yardim edin” diyebiliyor.
CHP’yi ve Baykal’i büyük dikkatle izleyiniz. Su anda Türkiye için en önemli olay, CHP ve
lideri Baykal’dir.
Yanlis fakülte okumusum. Mülkiye yerine Hukuk’a gidip yargiç çiksaydim ülkeme çok
daha iyi hizmet verebilirdim. Asagida, gazete haberlerini ve verdigim kararlari
okuyacaksiniz.
***
Mesrob II konustu: ‘Al Türk milliyetçiligini, vur Ermeni milliyetçiligine (Milliyet, 10.03.07).
Karar: “Patrik’in, Ermenilere benzetmek yoluyla Türklüge (TCK 301/1) ve Anayasanin
baslangiç bölümündeki Türk milliyetçiligine hakaretten tecziyesine…”
Mesrob II’ye epostayla hakaret eden iki kisi para cezasina çarptirildi (Radikal, 10.03.07).
Karar: “Ilgili savci ve yargiç hakkinda, Türk düsmanligini tahrik suçundan ihbarda
bulunulmasina…”
Harput Ermenilerinin tehciri hakkinda Ingiliz Ermeni tarihçi Ara Sarafyan’la ortak
çalisacagini açiklamis bulunan TTK Baskani Prof. Halaçoglu “Arsivlerde kayit yok”
diyerek vazgeçti (Radikal, 10.03.07): Karar: “Halaçoglu’nun Ermeni teröristlerle isbirligi
yapmaktan tecziyesine, ayrica, Ermeniye gösterip gösterip firsat vermemekten kendisine
Üstün Hizmet Madalyasi tahsisine…”
Erzurum Askale’nin 89. kurtulus yildönümünde sahnelenen ve bir Türk ailesinin yillarca
yanlarinda çalisan iki Ermeni tarafindan öldürülmesinin canlandirildigi “Kurtulus”
piyesinde kullanilan ifadeler hakkinda Belediye Baskani Ahmet Yaptirmis “Arkadaslar
dogaçlama yaptilar ama dozunu ayarlayamamislar” dedi (Radikal, 04.03.07). Geçen yilki
törende süngülenmek üzere kimsenin Temsilî Ermeni olmak istememesi üzerine 10 YTL
karsiligi Ermeni arandigi medyaya yansiyan Erzurum’un Ilica ilçesinde bu yil Ermeni
çeteciler rol almadi (Milliyet, 12.03.07). Toplu Karar: “Baskan Yaptirmis’in ve Ilica
Kaymakami Cihan Demirhan’in milli hisleri zayiflatmaya tesebbüsten tecziyesine…”
***
Nesin Vakfi yöneticisi Prof. Ali Nesin: “Bu da Aziz Nesinlik degilse ne Aziz Nesinliktir?
Suçsuz çocuklarimi iskenceci devlete ihbar etmedim suçlamasiyla mahkemeye verildim”
dedi (Radikal, 12.03.07). Karar: “Suçlanan gençlere yataklik yapmaktan ve ayrica Aziz
Nesin’in oglu olmaktan, Ali Nesin’in tecziyesine…”
***
Beyoglu’nda “El Kadi-Tayyip Elele” pankarti açan Kemal Kerinçsiz hakkinda “hükümete
hakaret”ten (301/2) savcilikça dosya düzenlendi. Kerinçsiz: “Ama biz 301’in Türklüge
hakaret bölümüne (301/1) vurgu yapmistik” dedi. Karar: “Dosyayi düzenleyen savci
hakkinda Türklüge dolayli hakaretten dava açilmasi için ihbarda bulunulmasina,
K.Kerinçsiz’e hazircevapligindan ötürü Aziz Nesin Ödülü tahsisine...”
***
Org. Ilker Basbug: “Askerî ihtiyaçlar gerektirdigi zaman, Türkiye K.Irak’a karsi uygun
görecegi tedbirleri her zaman alabilir” dedi (Radikal, 11.03.07). Karar: “Org. Basbug’un,
ABD’nin bile bataga saplandigi bir yere TSK’yi sokup tehlikeye atmaya tesebbüsten ve
sonuç olarak dolayli terör örgütü propagandasi yapmaktan tecziyesine, ayrica, burada
“sicak takip” kavramina girecek bir durum olmamasi sebebiyle kendisine uluslararasi
hukuktan “sifir” verilmesine…”
***
Öcalan’a “sayin” diyen DTP’li Ahmet Türk ve Aysel Tugluk’a “suçu ve suçluyu övmek”ten
1,5 yil, Sedat Yurttas’a 6 ay ceza verildi (Radikal 08 ve 10.03.07). Karar: “Ilgili sahislara
bir de bölücülükten ceza verilmesi, ayrica, “sayin” kelimesinin Ingilizcedeki karsiliginin
“sevgili (dear)” oldugu yolunda duyumlar alindigindan, bu kelimeyi kullanmak sebebiyle
cezanin üçte bir oraninda artirilmasi için ilgili mahkemeye tezkere yazilmasina…”
***
Fenerbahçe’nin eski baskani Ali Sen: “Derim ki Kürdistan kurulsun. Erbil baskent olsun”
dedi (Fox TV). Karar: “A.Sen’in bölücülükten ve ayrica mahcur kisileri kendisiyle ayni
kötü yola sevk etmekten tecziyesine…”
***
***
1977’de ODTÜ’de jandarma tarafindan vurulan oglu Ertugrul’a aglamaktan kör olan
Ayse Karakaya (73), bu yil mezar basinda “suçu ve suçluyu övmek”ten TCK 215
geregince 2 yil hapis istemiyle mahkemeye verildi (Radikal, 14.03.07). Karar: “Anne
Karakaya’ya bir yukaridaki cezanin tatbiki amaciyla memleketi Salihli’deki firincilara
tezkere yazilmasina…”
***
-Ibretlik.(Baskin Oran)
Çok küçükken hep duyardim: “Ibret olsun!”. Bir de fikra animsiyorum: Koç gibi
palabiyiklariyla taninan yeniçeri agasi bir gün ocaga gelmis, bakmislar biyiklar gitmis.
Sormuslar, “Dün gece üzerinden bir fare geçti, kestim” demis. Aman agam, bir fare için
biyik mi kesilir, demisler. “Kesilir” demis. “Yoksa yol olur”. Türkiye’de yol olmasin diye
vaziyet edilen “ilginç” durumlar hizla artmakta.
1) En basta, Savci Sacit Kayasu ibreti vardi. 12 yil avukatlik yaptiktan sonra Ödemis’e
savci oluyor. Iskence görmüs bir cesedin “Yesil” kod adli Mahmut Yildirim’a ait oldugunu
ileri sürünce, sorusturma devam ederken Adana’ya ataniyor. Orada hazirladigi
iddianamede Kenan Evren ile diger 12 Eylül darbecilerinin yargilanmasini istiyor.
Sonuç: Iddianamesi isleme bile konmuyor, sikayet dilekçesi telakki ediliyor, konu bir
baska savciya devrediliyor, o da K.Evren ve sürekâsi hakkinda “takipsizlik” veriyor,
S.Kayasu’yu ise “görevini kötüye kullanmak”tan, avukatlik da yapamayacak biçimde,
meslekten ihraç ediyorlar. Hani, sorusturma aç, ver bir takipsizlik, suhuletle kapat, hayir.
Ibret olacak ki baskalari aklina bile getirmesin bir daha. Aynen Urfa’da, feodal ailenin,
kizini kentin saat meydaninda göstere göstere öldürmesi gibi. Devlet ben küçükken
insanlari ibret olsun diye sehir meydaninda asardi, sonralari nedense vazgeçti, baska
yöntemler kullaniyor.
2) Bir ibret almayan da, Van Cumhuriyet Savcisi Ferhat Sarikaya. Kayasu’ya
yapilanlardan ibret almamis olacak ki, Genelkurmay Baskani Org. Büyükanit ve yüksek
rütbeli subaylarin adini Semdinli iddianamesinde geçirince yine avukatlik yapamayacak
biçimde meslekten ihraç edildi. Generaller iki de tazminat davasi açtilar; gerisi de
gelebilir; yol oldu. Geçen hafta da yazdim: Herhalde simdi sirada Van Firincilar
Derneginin “Eski savciya ekmek de satilmasin” karari var…
3) Türkiye’de M.Kemal Pasa ile Demirci Mehmet Efe’nin hayalî diyalogunu iki kadeh
içince anlatip kah kah gülmemis yoktur: Demirci’yi ziyaret eden M.Kemal kahvesini
sekerli isteyesiymis de, Demirci kizanlarinin yaninda bozulup “Iste bana bunu
etmegcegdin pasam!” diyesiymis. Istanbul’da Mimarsinan Belediye Baskani Cuma
Bozgeyik herkesin yaptigi bu geyigi iki kadeh atmadan yapinca ve (fikra anlatmayi
bilmeyen herkes gibi) bir de “izahat-içtihat” ekleyince, “Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandasi
olarak…” diye baslayan 15 tane tazminat davasina muhatap oldu. Bu arada, partisi AKP
tarafindan üyelikten atildi. Alenen özür diledi, nafile. Hakkinda yurtdisi yasagi kondu, suç
duyurusu yapildi, vs.
Buradaki “Ayni adam” kelimeleri medyaya “Bu adam” diye yansiyinca (aynen yansisaydi
ne fark edecekti?), önce üniversitesi kendisini derslerinden aldi, sonra “kinama” vererek
bir tür “affetti”. Simdi de Izmir Savciligi, “Atatürk’ün hatirasina alenen hakaret etmek”ten,
Atatürk Aleyhine Islenen Suçlar Hakkinda Kanun’un 1/1 ve 2/1 maddelerinden ve
TCK’nin 53. maddesi geregince yargilayacak. Istenen hapis 3 yila kadar.
Neymis diye 53. maddeye baktim, hapis cezasinin yani sira bir de medeni haklari
kullanmaktan mahrum kilinmakla ilgiliymis…
***
Yeniçeri agasinin palabiyik kesmesi kadar “radikal” (baska sifat düsünürseniz, yaziniz)
seyler bunlar. Yol olsun istenmiyor.
***
“Ibret” kavrami için Ali Riza ve Sabahat Alp’in Büyük Osmanli Lügati’na bakayim dedim
(cilt II, s.633), söyle diyor: “1) Uslanmaya, uyanmaya ve ders almaya yarayacak hal,
durum. Bir olaydan ders alma”.
Not: Yaziyi tam yollarken, Kibris’taki TSK komutaninin KKTC Basbakanini herkesin
içinde azarladigini okudum. Kendini Türkiye’de sanmis olabilir.
Bulgaristan’da 1984 sonunda Türk azinliga traji-komik baskilar baslayinca, Aziz Nesin
ustam bir kitap yayinladiydi: “Bulgaristan’da Türkler, Türkiye’de Kürtler”.
Bendeniz de benzer seyleri sayisiz kereler yazdim (Sadece Agos’tan birkaç tanesinin
tarihleri: 15.12.2000; 07.03.2003; 11.06.2004; 21.01.2005; 06.05.2005; 27.10.2006;
09.02.2007). Yunanistan’da Türklere, Türkiye’de Rumlara eziyet edildigini
karsilastirmalarla verdim.
***
Bu ülkede insanlarin “Kürt” kelimesini telaffuz etmeye korktugu devirlerde, Kürt kökenli
yurttaslarimiz üzerine yapilan traji-komik baskilari korkmadan anlattigi için 29 kitabina
104 dava açilmis, sonunda toplam 17 yil 2 ay hapis yatmis bir bilimadami var: Doç. Dr.
Ismail Besikçi. Geçenlerde o da bu karsilastirmali konuya deginiyor ve “Popüler Kürtür
Esmer” adli aylik dergide söyle yaziyor:
“Söyle düsünelim: Örnegin Yunanistan’da Bati Trakya Türklerinin ilkokula devam eden
çocuklarina her gün ‘Yunan’im, dogruyum, çaliskanim... Varligim Yunan varligina
armagan olsun...’ diye and içirildigini farzedelim… Türk çocuklari neden Yunan varligina
armagan olacakmis?... Ama Kürt çocuklari her gün ‘Türküm, dogruyum, çaliskanim...
varligim Türk varligina armagan olsun’ diye ant içiyor. Bu ant, Kürtlerin yasadigi
alanlarda Türk egemenlik sisteminin ayrilmaz bir parçasi olmus”.
Aralik 2005’te dergiyi alan basin savciligi dava açmaya gerek görmüyor. 27 Ocak
2006’da Genelkurmay 301’den bir suç duyurusu yapiyor. Arkasindan, dosyayi inceleyen
Prof. Mehmet Emin Artuk “301’den degil, 216’dan açilmalidir” diyor. Yani “Türklüge,
devlet organlarina hakaret”ten degil de, “kamu düzeni açisindan açik ve yakin bir tehlike
ortaya çikartacak biçimde halki kin ve düsmanliga tahrik”ten. Her iki madde de, bizim
Azinlik Raporu’nu suçlamakta kullanilmisti.
***
“Türk aydinlarinin, Türk gazetecilerinin, Türk yazarlarinin ruhen satin alinmasi, maddi ve
manevi olarak satin alinmasi çok ciddi bir strateji. Su anda Ingiltere’de özel egitim
görmekte olanlardan biri, ben polemik sevmiyorum ama, adini da vericem, Prof. Dr.
Baskin Oran.” (bkz. Agos, 01.12.2006, www.baskinoran.com, 337 numarali yazi).
“Satilmistir” diyerek hakaret ettigi gerekçesiyle dava açiyoruz, 03 Nisan 2007 tarihli
dilekçede avukatlari aynen su savunmayi yapiyor:
“Davaci, Agos yazilarinda Avrupa Birligi karsitlarini, Ermeni soykirimi yoktur diyenleri
elestirmistir. Müvekkilimiz bu yazilari incelemis ve kendisinde olusan kanaati izleyicilerin
dikkatine sunmustur. Beyanlari, elestiri mahiyetindedir”. Yani, açikça, “hainler”e hakaret
ve iftira etme özgürlügü vardir, diyor.
Oysa, daha bugüne kadar agzimdan veya kalemimden “Ermeni soykirimi” diye bir terim
çikmadi. Çünkü 1915’deki utanilasi katliamin “soykirim” olarak anilmasina çok çesitli
nedenlerle karsiyim ve çok çesitli yazilarimda ve konferanslarimda bunu döne döne
anlattim. Yerevan’da verdigim bildiride bile. Zaten, Diaspora’nin kimi unsurlariyla sürekli
didismem de temelde buradan kaynaklaniyor.
***
Çok anlamsiz. Aynen, 1915 Kiyiminda kaç kisinin telef oldugu tartismasi gibi. Çünkü
Tehcir’de tek bir kisi bile ölmüs olsa, bir devletin vatandaslarini kesin ölüme yürütmesi,
sayilardan tamamen bagimsiz olarak bizatihi vahimdi.
14 Nisan’da onca aydin, cumhurbaskani (CB) seçiminden ürküp “Dinciler Geliyor” diye
kendini Anitkabir’e atmissa, bu mitingin sayilardan tamamen bagimsiz olarak bizatihi
büyük bir olay oldugunu kabul etmek lazim.
***
Yalniz, olayin asil önemi galiba baska tarafta: Ürken insanlarin, kendilerini ürkütenlerle
ayni düzlemde olmalarinda. En az üç açidan:
1) AKP yalnizca 2003 basindan beri hükümet. Simdiye kadar böyle bir miting
görülmedigine göre, ülkeyi 80 küsur yildan beri Kemalizm yönetiyor. Demek ki bu
insanlar bizzat kendi temsilcilerinin yarattigi sonuçtan ürktüler ve ayirdinda degiller.
Eruygur, iki hafta kadar önce Milli Mücadele Derneginin Ankara’da düzenledigi
dayanisma yemegine katildi (http://www.sonsayfa.com/news_detail.php?id=40417). Bu
dernek, 2003’deki ADD yürüyüsünde “Ordu Göreve!” pankartini açan ve her sayida ordu
müdahalesini açikça istemenin yanisira “Türkoglu!, Türklügünü Koru! Kürtlerle evlenme,
alisveris etme!” diye uyaran (http://www.turksolu.org/89/basyazi89.htm) Türk Solu ekibi
tarafindan 2007 basinda kurulmus bulunuyor (Radikal, 17.02.07).
Ankara Üniversitesi eposta grubunda bir tip profesörünün nitelemesiyle “mitingdeki en
güzel konusmayi yapan” Prof. Birgül A. Güler “Türkiye’nin güvencesi Kemalist Ordu’yu
bagrimiza basiyoruz” diye basladi, “Kemalist Ordu konusacak!” diye devam etti, “Biz
darbeci degiliz, devrimciyiz” diye bitirdi.
Yani, “Dinciler” özgürlükleri kisitlayacak diye meydanlara akin eden insanlar, ülkede
defalarca askerî darbe yapmislardan medet umanlarin düzenledigi bir mitingi
doldurdular. Aynen, Çankaya’da tesettürlü bir bas görmek için yanip tutusanlara oy
veren “Dinciler” gibi.
3) Gerçi “Dinci” çok degisti, “O Artik Burjuva”; Israil’e ihracat yapiyor (nasil ki, birçok
Kemalist “O Artik Asker”se). Ama “Dinciler”in ilkeleri, degisebilecek cinsten degil: Kutsal
yerleri Kâbe, kitaplari Kur’an, peygamberleri Muhammed Mustafa.
Bu katiliktan ürkenlerin sigindiklari yer Anitkabir. Kitaplari Nutuk. Ebedi Sef M.Kemal
Atatürk. Acaba Kemalizm 1930’lardan beri hiçbir biçimde degismemis “laik bir din” olarak
düsünülebilir mi? O yillardan beri Kemalizm’de degisen bir sey duydunuz mu?
Acaba, T.Erdogan’in (her açidan ve D.Baykal hariç herkes ve her kurum için yipratici bir
olay olan) CB adayligindan duyulan rahatsizlik, artik uçaklara binen tesettürlülerden
duyulan rahatsizliktan daha mi güçlü? Sakin, burada karsilikli bir “sinifsal durum”
olmasin?
T.Erdogan bir inat içinde. Ama onu buna zorlayan, Tan Oral’in karikatüründeki gibi
(Cumhuriyet, 12.04.07) “Yukari çikarsa ondan kurtulurum; kalirsa sözümü dinletmis
olurum” diyen “Kemalist” D.Baykal’in baslattigi inat degil mi?
Yani, Büyük 14 Nisan, aynen 367 gülünçlügü gibi, Kemalist söylemin güçlenmesi yerine
bir diger “tükenis” belirtisi olmasin?
***
O gün Ankara’da Mülkiye, Hukuk ve ODTÜ’den bir avuç ögrenci mitinge katildilar.
Harçliklarindan 10.000 adet fotokopi yapip bildiri dagittilar. Sloganlari suydu: “Ne Postal
Ne Takunya, Cumhur’undur Çankaya!”
Olabilir ki, görülmedik bir gelisme geliyor. Kurucusunun “Fikriyati dondurmayalim” dedigi
Kemalizm, tas gibi dondurulmak yüzünden (baba diyalektik!), “Güçlü Devlet” için “Muasir
Medeniyet”e geçmek gerektigini nihayet idrak etmeye basliyor olabilir…
Benim Bodrum’daki canim arkadasim (ve Feyhan’in kuzeni) Ahmet’i tanirsiniz. Her
konuda enseye tokatizdir, malum. Bir tek, Türkiye’nin meshur konulari hariç, tabii. Bu
gece yine dösendi:
“Ulen, allah senin gibi aydinlarin fazlaligindan milleti korusun. Vallahi birgün ben
sikacam, ben sag sen selamet! Nasil profluk len bu? Herkes PKK düsmani ya, sen Kürt
yanlisi. Herkes Ermeni meselesini elbette Türk yanlisi olarak getiriyor, sen Ermeni
yanlisisin. Çogunluk cumhuriyetçi ya, sen hemen karsi cepheye geçiyorsun. Millet senin
bu durumunu vallahi ögrendi. Dalgasini geçenler var. Bugün biri telefonda, senin eniste
aynen bunlarin yaninda yer alir, dedi. Ögrenmisler seni”. Sonra devam ediyor:
“…Yani, ilerde ben de gerçegi görüp karima türban mi giydirecegim? Hadi s… len! Sen
nasil bu kafalari desteklersin? Vallahi bu fikirleri yazarsan ben de sokaga çikarken
utanirim. Bodrum’da beraber gezmem eniste. Seni yuhalar bu millet!”
Yani, mealen, “Sen mazosistsin” diyor. Valla, yuhalamak degil ya ne yapsalar, anlasilan
(Ahmet’ime göre) bendeniz böyle dogmus bulunuyorum bir kere; elimde degil. Tabii,
benim için dünyanin en büyük cezasi Bodrum’da Ahmet’imsiz dolasmaktir. Ama o da
kusura bakmasin siz de bakmayiniz, serde mazosistlik var, bu tehdidi bile göze alarak
Abdullah Gül’ün CB adayi ilan edilmesinden duydugum memnuniyeti belirtmek istiyorum.
***
Neden? Gül benim babamin oglu mu? Hiç sanmam. Ben dini bütün bir âdem miyim? Eh,
simdi ayip olmasin, konusturmayin. Ben küfür yemekten zevk mi aliyorum? Hayir; ama
etmekten aldigimi söylerler.
Peki, niye memnun oldum? Çünkü efendim, Türkiye bu sayede 1905 yilina nihayet
girecek de ondan.
1905’te Fransa’da “kavgaci laiklik” bitti, “uzlasmaci laiklik” basladi. Simdi nedenlerini
anlatmak uzun sürer; Fransa’nin simgesi “Marianne” ile Kilise’nin simgesi “Marie”
(Meryem) bu tarihten sonra baristilar. Ve sonuçta, “Iki Fransa” zaman içinde birbirini
ehlilestirdi.
***
Iki nedenden ötürü: 1) Ikisi de RTE’nin aksine güler yüzlü ve uzlasmaci tipler; 2) Burada
siki durun: Ikisinin de esinin basi bagli. Çünkü artik Türkiye’de Devlet ile Din’in barismasi
gerek.
Süreç asla bugünkü haliyle devam edemezdi. Bir kesim, esi basibagli bir CB gelirse
dünyanin basimiza çökecegini düsünüyor. Tabular böyledir. Simdi gelecek ve
çökmeyecek. Çökmeyince, tabu sarsilir. Sarsilacaklar ve uzlasmak zorunda
hissedecekler. A. Gül’ün uzlasmaci kisiligi yumusak geçiste önemli olacak. -18’deki
dipfrize koydugunuz bile en fazla 6 ay dayaniyor. Bu ülke 75 yildir hiçbir seyin
degismedigini, degismeyecegini, degismemesi gerektigini söyleyen bir felsefeyle
yönetilegeldi; olacak is mi bu?
Simdi “Iki Türkiye” zaman içinde birbirini ehlilestirecek. Devlet “dinci”lerin alt-kimligine
saygi gösterecek, onlar da sistemin kurallarina göre oynayacak. Zaten su anda basibagli
esler bizim Oran’in parkurunda parlak esofmanlarla jogging yapiyorlar, köpek
gezdiriyorlar. Iktidar bizatihi ehlilestirir ki, bunlar bir de kaçinilmaz olarak burjuvalasti.
Türkiye 1905 yilina girdi; kutlu olsun. Darisi, Kürt 1905’inin basina saçilsin.
***
2) Gül, Çankaya’daki davetlerde içki ikram ettirmezse. Bunun tam bir turnesol kagidi.
Her halükârda, Gül simdiye kadar gelmis geçmis bütün CB’lerden daha önemli bir
pozisyonda. Türkiye’yi vezir de edebilir, rezil de.
***
Olmazini düsünelim: “Oylari yüzde 8-10 arasidir, degistiler, burjuvalastilar dedigin
Islamcilar bizimkilerin baslarini kapattirmaya kalkarlarsa?”
Bir önceki bildirinin (28 Subat) adi “Postmodern” idi, yenisine “E-muhtira” dendi. Bundan
sonraki de herhalde “nanoteknolojik” olur.
Ilginç olan, sonuna sikistirilmis ve bütünle ilgisiz cümleydi: “Ne Mutlu Türk’üm Diyene
anlayisina karsi çikan herkes TC’nin düsmanidir ve öyle kalacaktir”.
Galiba bu yüzdendir, ürperti yerine ironi dogurdu: “GKB sitesi hacklendi” türünden e-
dedikodular. “Kim, kimi, kimden koruyor?” (www.cagdashukukculardernegi.org) diye
çemkiren hukukçu tepkileri. “Bu GKB’nin olamaz; kötü bir köse yazarinin” yorumlari. Ve
hatta, “Uykusu kaçan birileri…” cinsinden çok sayida bildiri.
Anayasa Mahkemesinin verdigi “367 sarttir” hükmü ise hem Türkiye’yi 75 yildir tas gibi
donmus görmek isteyen 1930culari hem de AKP kurmayini kurtardi. Ve tabii, “Bu yargi
organi degil, parlamento disi muhalefet!” diyenleri.
***
4) “Halk arasinda korku ve panik yaratmak amaciyla tehdit” (TCK Md.213, 4 yil).
5) “Halki kin ve düsmanliga tahrik veya asagilama” (TCK Md.216/1, 3 yil). Halkin bir
kismini resmen düsman ilan ediyor.
E-muhtira bu suçlari isliyor. Ama bu konu savcilarin isi; geçelim. Yani, askerî savcilarin.
Çünkü darbe girisimleri artik GKB Askerî Savciligi’na gönderiliyor (Milliyet, 28.04.2007).
***
Bildiri bu sefer korkutamadi, çünkü “ortam” yok. AKP’nin kasabaliliklari yani fistik yesili
giydirilmis bebelere 23 Nisan’da ilâhi söyletmeler e-darbeyi “mesru”lastirmaya yetmiyor.
Galiba GKB, Baykal’in ve 14 Mayis mitinginin rüzgarina kendini kaptirdi. Rüzgar deyince,
iki “Esas Oglan”a bakalim:
1) Erken seçimde AKP çok daha güçlü gelecek; hep öyle oldu. Ama iktidar olacagim
diyorsa demokratlasacak. Yoksa RP/FP’ye dönecek ve batacak.
a) 14 Nisan’in düzenleyicisi, acele darbe meraki herkesin agzinda olan E. Org. Sener
Eruygur idi. 29 Nisan’inki, “Darbelerin çözüm olmadigi çok ama çok açiktir” diyen Prof.
Türkan Saylan. “Ne Postal Ne Takunya” diyen CHP’li gençler cabasi.
“14 Nisan, 1930cularin son çigligidir” derken, kastim Anitkabir’i Kâbe’ye döndüren “laik
dinci” profesörler ve politikacilar idi. Simdi olaylarin gidisi halk açisindan bir de bu
diyalektik sonucu patlatti. Seyh uçmaz, mürit uçururmus; 1930cular simdi ne yapacak
uçmaya devam edebilmek için?
b) Büyük çogunluk, hayatinda ilk defa sokaga dökülenler. Bunlar ömür boyu “Oglum! Ne
isin varmis yürüyüste!” demis anneler. Simdi “suç ortagi” oldular.
c) Dahasi, artik kendilerini ezilmis hisseden bu kitleler baska ezilmisleri fark edebilirler.
Kendilerinin Türk degil Beyaz Türk (LAHASÜMÜT) oldugunu sezmeye baslayabilirler.
Asagiladiklarinin dincilik degil, zencilik oldugunu görebilirler. “Din Elden Gidiyor”la “Laiklik
Elden Gidiyor”un parallelligini kurabilirler. Kazik kadar çocugu ebedi korumanin çocugun
degil ebeveynin ihtiyaçlarindan kaynaklandigini anlayabilirler.
Her iki taraf, ipten köprünün bir ucunun laiklik, öbür ucunun demokrasi yakasina
dügümlendigini algilayabilir.
***
Sonuçta, Fransa’da yasanmis olana varacagiz: 1905 sonrasinda Marie ile Marianne’in
(yani “Iki Fransa”nin) birbirini ehlilestirmesine. Burasi erkek memleket. Bu is “Iki Oglan”a
düsüyor. Hatta, onlarin anlasmasi, “Ikinci Iki Türkiye”yi yani Türk-Kürt’ü de etkileyecek.
75 yil sonra dogal süreç basladi; sanci bundan. Kimse “ortam” insa etmeye kalkismasin;
büyük burjuvazinin, solun ve gençlerin birlikte “Ne Darbe Ne Seriat” dedigi bir ülkede
sonuç vermez. Bundan sonra darbe hayaldir. Nanoteknoloji de üçüncü sayfa haberi olur.
Bagimsizlik, bir dis politika terimi. “Bir devletin baska bir devlet yönetimi ve denetimi
altinda olmamasi” demek. 1920’lerde ve 1960-70’lerde de öne çikmisti. Ama bu seferki
takvimini sasirmis (anokronik). Çünkü, M. Kemal 1920’lerde “Istiklal-i Tam” derken,
ekonominin önemine gönderme yapiyordu. Miting hocalarinda ekonomi, özellestirmeleri
protestodan ibaret. 60 ve 70’lerde solcular “Tam Bagimsiz ve Gerçekten Demokratik
Türkiye” diyordu. Miting hocalarinin çogu demokrasiyi “Kemalist Ordu konusacak!” diye
anliyor. Silahli konusursa silahsiza ne düser?
Bu hocalarin niye böyle konustu? Çünkü hem dis politikayla hiç ilgisiz dallardan
geliyorlar, hem de 1) Kavramin içerigini bilmiyorlar; 2) Bugünün, 1920 ve 60-70’lerdeki
dünya ve Türkiye’den 180 derece farkli oldugunu görmüyorlar. Anlatalim ve gösterelim.
Yani, alinmayin ama devletin tam bagimsizligi diye bir sey yok. Uluslararasi ortamdan
mutlak tecrit diye bir durum mümkün olmadikça da olmayacak. Bakin, rakipsiz ABD bile
kitipiyoz Saddam Iraki’na saldirabilmek için nasil tam 21 ülkenin askerine muhtaç oldu.
Hatta, bagimsizlik da yok. Dahasi, özerklik bile yok.
Peki, ne var? Literatürde “Devletin Göreli Özerkligi” denen sey var. Yani, ilke olarak içte
de dista da bagimli olan devleti zaman zaman nispeten rahatlatici dönemler var. Bize
bagimsizlik (hatta, tam bagimsizlik) diye ögretilmis bu kavrami daha yakindan tahlil
edelim:
2) Konumuz, Devletin Dis Göreli Özerkligi (bundan sonra: Özerklik). Bir devletin a)
baska devletlerin; ve b) uluslararasi sistemin (ittifaklar, vs.) sinirlayici etkisinden kimi
durumlarda nispeten siyrilmasi demektir. Bu, a ve b’nin geçici olarak etkisizlestigi
dönemlerde görülür. 1929 Bunalimi ve Hitler-Mussolini çikinca 1930’larda ve ABD-SSCB
dengesi kurulunca 60 ve 70’lerde yasandigi gibi. Biraz daha yakindan bakalim da, miting
konusmalarinin degerini ölçelim.
Bir devletin Özerklik’e sahip olmasi iki unsura bagli: Uluslararasi ortama (dis dinamik) ve
ulusal ortama (iç dinamik).
1) Dis dinamik: Türkiye buna etki yapamaz. Çünkü devedisi gibi iki güçten olusuyor: a)
“Sermayenin yayilmasi” biçiminde tanimlanabilecek küresellesme; b) Uluslararasi siyasal
sistem.
Birincisini alalim. Yilda 44 trilyon dolarlik dünya gayri safi üretiminin yüzde 20’sini ve
dünya ticaretinin yüzde 70’ini gerçeklestiren çokuluslu sirketleri “Benim jeostratejik
önemim var ama!”yla nasil etkileyeceksiniz? Dünya para piyasalarinda bir günde islem
gören 1,5 trilyon dolarin yüzde 90’i spekülasyon amaçli serseri mayin iken bunu hangi
Merkez Bankasi denetleyecek?
1909 yilinda 371 tane olan NGO’lar bugün 25.000’in üstünde. Demek ki, soyadi
asimilasyon olan Ulus-devlet “Ben içislerime karistirmam. Ben kendi insanima istedigim
muameleyi yaparim” dedigi anda özerkligi daha da zorlasiyor.
Ikincisini alalim. Türkiye’nin (+Osmanli, Bizans) velinimeti olan Kuvvet Dengesi bitti.
1930’larin ve 60-70’lerin Özerklik ortami yokken, hangi Tam Bagimsizlik?
2) Iç Dinamik: Özerklik’i güçlendirmek için yapilacak tek sey, bunu düzeltmek. Nasil? Dis
politikanin ardinda bulunan ve üç halkadan olusan (Askerî, Ekonomik, Toplumsal)
“arkaplan”i güçlendirerek. Oysa, askerî bakimdan Türkiye ABD’nin verdigi silahlara
bagimli. Ekonomik bakimdan da IMF’ye.
Sonuç
Bu durumda, Özerklik için yapilacak tek bir sey var: Toplumsal halkayi güçlendirmek.
Yani Kürt ve Islam sorunlarini cesurca karsina alip çözmek. Oysa miting profesörleri
Türkiye’nin 75 yildir yapageldigi devekuslugunu, yani bütün sorunlari hali altina
süpürmeye devam etmesini istediler nutuklarinda.
Kürt sorununu bütün Kürtleri Türk yaparak çöz ve olmayacagim diyenlere de “TC’nin
Düsmanidir ve Öyle Kalacaktir” bildirisi yayinla. Ermeni sorununu “Yagmur yaginca
magaradaki iskeletleri sel götürmüs, ama bakin Roma seramikleri var” diye çöz. Islam
sorununu, basini örtenlere evinden çikmayi haram ederek çöz. Sonuçta, kendini de çöz,
gitsin. Ondan sonra da “Tam bagimsizlikçiyiz”, öyle mi?
1) “Ne ABD ne AB” diyenlerin çogu, 60 ve 70’lerde moda icabi “ABD’ye Hayir” diyorlardi.
Kendi gençlikleri ile bugün arasindaki köprüyü simdi böyle kuruyorlar.
3) Mitingcilerin içinde elbette “Ne Takunya Ne Postal” diyenler vardi. Ama büyük
çogunluk, “Eger laiklik elden gidiyorsa, tabii ki ordumuz bâsimizin tâcidir” esprisindeydi.
“AB’ye Hayir” diyerek bunu dolayli söylediler.
***
Bundan sonrasi, bizim o zamanki tifilligimizi asiyor. Çünkü su sonuçlari doguruyor:
3) Dis politika açisindan: AB’yi Emperyalist ABD’yle ayni kaba koyarak Türkiye’nin bütün
dis politika olanaklarini yikiyor. Türkiye’yi yasatan hep Kuvvet Dengesi oldu. Dogu-Bati
karsitligi olmayinca Bati içindeki hiziplere oynama olanagi vardi. “Ne ABD Ne AB”
slogani bizi ABD’ye mahkum ediyor.
Bitmedi. "Küçücük çocuklari katil yapan irkçiliga karsiyiz. Asla olmayacak darbelere
karsiyiz” diyecegi için Prof. Türkan Saylan’in konusturulmadigi (E.Temelkuran, Milliyet,
15.05.07) Izmir mitinginde Alpaslan Isikli, o da profesör, konusuyor: “Izmir limani satildi
ey Izmirliler! Izmir limani artik Izmir’in de, Türkiye’nin de degildir”. Aman tanrim!
5) Bizzat Atatürkçülük açisindan: Biz gençken sadece ABD düsmanligi yaptik; Bati degil.
Slogana AB’yi de katan, “Muasir Medeniyet” Bati’yi düsman ilan ediyor. Bunu simdiye
kadar bir tek Seriatçilar yapmisti yahu.
(Not: Geçenlerde Istanbul’dan bir ögrenci benle eposta röportaji yapti. Bir hafta sonra
yine yazdi: “Son bi soru sorucam hocam ama bu ödevle ilgili degil. Kürt müsünüz”.
1971’de cezaevinde escinsellerin hasta olmadigini anlatmaya kalktigimda
mahkumlardan Gazozcu Dogan demisti: “Yani, sen bize simdi ibneleri mi müdafaa
ediyon?” Bu yazidan sonra benim emperyalist ajan ve gayrimüslim olduguma inananlar
artacaktir. Selam söyleyin).
Mitinglerin temel ayirici özelligi olan kadinlar ilk iki sloganla degil, laiklikle ilgiliydi. Bundan
anladiklari da, dogal olarak, kimse karismaksizin rahat olmaya devam edebilmek. Oysa,
mitingleri düzenleyenlerin derdi baska. Ama, buraya gelmeden önce, konumuzla ilgili
temel bilgilere bakalim.
Laiklik ve sekülerlik nedir?
Laik, Latince ruhban disi demek olan “laicus”tan. Feodalitenin ve Kilise’nin bir zamanlar
güçlü oldugu Katolik ülkelerde kullaniliyor. Laiklik/laisizm de, dinin etkisini silmeyi
hedefleyen devlet politikasinin adi. Laik de zaten devlete iliskin bir sifat.
Ikisinin ortak noktasi su ki, dinsel ortamlari Katolik ve Protestan diye çesitlilik (=denge)
arz ettigi için devletin karsisina “yekpare” bir din kurumu çikamamis. Dolayisiyla,
toplumun sekülerlesmesi kolay olmus.
Bizim Türkiye Kilise emsali bir Islami kurum tanimamis. Hatta Sünni Islam’i daima
devletin pençesi altinda tutmus (Sultan>Seyhülislam). Ama feodal yapi Kemalizm’le tam
tasfiye edilemedigi için dinsel tortular duruyor ve korkutuyor.
Daha önemlisi, dinsel çesitlilige de izin vermemek yüzünden din kurumunu karsisina bir
yekpare blok olarak almis. Öyle bir devletin laiklik politikasindan bahsediyoruz ki
gayrimüslimleri ya öldürerek (1915), ya göndererek (1923), ya korkutarak (1934), ya
pogromlarla (1955), ya mülksüzlestirerek (1942, “1936 Beyannamesi”), ya sinirdisi
ederek (1964) durmadan tasfiye etmis. Üstelik, dinsel çesitliligin öteki kanadini yani
Alevileri de sürekli bastirmis; sisteme sokmamis, pogromlara seyirci kalmis: 1978, 1979,
1993, 1995.
Sonuç: devlet bir yanda, dag gibi Sünni Islam diger yanda. Tabii ki sürekli zor
kullanacak. Bu, yenilgiyle esdeger.
***
Çok beklersiniz. “Din elden gidiyor”un altindaki imza: Rahsan Ecevit. “Rahsan elden
gidiyor” diye espri yapip “sesini benzetseniz”, bu sefer “Hiristiyan misyonerligi basini alip
gitmektedir” ve “Elimize bedava Incil tutusturuluyor”lari ne yapacaksiniz?. Bunlari
söyleyen Prof. A. Isikli Izmir mitinginde de Hrant’in cenazesinde “Hepimiz Ermeniyiz”
diyenleri kinadi. Acaba dünyanin herhangi bir yerinde, tehdit saydigi egemen dini
zayiflatmak için onun rakibi olan azinlik dinine saldiran laikler var midir?
Bu acayipligin çok net iki sebebi var: 1) Bu “laikler” aslinda Millet-i Hakime ideolojisinin
militanlari. Kafalarindaki Türk falan degil, farkinda olmadan LAHASÜMÜT. Laik olmak
sartiyla Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk; 2) Bu “laikler” “tam bagimsizlikçi” ve
“antiemperyalist” olduklari için, katledilen gayrimüslimler ve papazlar bizi
sömürgelestirmek isteyen emperyalist Bati’nin ajanlari oluyorlar.
1) “Iki tür küçük burjuvazi” ayrimi: Küçük burjuvazinin iki kanadi vardir: Okumus ve
Okumamis. Birincisine “aydin” diyoruz, ikincisine de “esnaf”. Bugün bize “laik-dinci”
kavgasi diye takdim edilen olay iste bu ayrimla ilgili, seriatla degil. Iki sebepten: a) Bu
kavga bu iki kanadin sinif-içi iktidar kavgasi. “Kemalist” dedigimiz yerlesik ve eski
seçkinler bir yanda, yeni seçkin olmak için yanip tutusanlar diger yanda. Molière gibi
basyapit yazmak zor; jogging yapan bir basibagli görünce dudak bükmekle idare
ediyoruz. b) Mesele din’i kullanmaksa, ikisi de kullaniyor: “Dinci”ler Sünni Islam’i,
digerleri de laik din ulusalcilik’i. Hatta, birinciler ikincilerden çok daha hizli evrilmekte!
-Operasyon!(Baskin Oran)
Yine “operasyon” modlarina girdik. Yaparsak ne olur? Önce geçmise bakalim. Çünkü
sosyal bilimlerin elinde laboratuar olarak sadece tarih var.
Söyle baslayalim: Daha 1921 M. Kemal - F. Bouillon anlasmasindan itibaren Türkiye’nin
kendi güneyi ve dogusuyla ilgili olarak yaptigi bütün antlasmalar tek bir amaca yönelik
oldu: Bölge ülkeleriyle anlasarak Kürtleri ortak zapturapta almak. Doruk noktasi 1937
Sadabad Pakti’nin 7. maddesi olan bu politika genelde basarili. Bir tarafta isyan edip
öbür tarafa kaçanlar geri verildi, vs.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi patlayip da Kürtler o sirada iktidar boslugu içindeki K.
Irak’a kaçinca, durum degisti. Diyarbakir Askerî Cezaevi’ndeki iskencelerin acisi buradan
yapilan saldirilarla çikartilmaya baslandi. Bunun üzerine “operasyon”lar devreye girdi.
Eski operasyonlarin röntgeni
Bunlarin ilki, ilginçtir, 1983’te. Yani, PKK’nin ortaya çikisini simgeleyen 1984 Eruh-
Semdinli baskinlarindan önce. Bunun ardindan, sayilari bugüne kadar 30’a yaklasmis
baskalari sökün etti. Bir siniflandiralim:
1) 1983-84: Irak’la özel anlasma yapilarak girildi.
2) 1984-88: Irak’la imzalanan Güvenlik Protokolü’ne dayanilarak girildi. Bu belge,
yukarida sözünü ettigim antlasmalarda oldugu gibi, her iki imzaci tarafa Kürtleri sinir
ötesinde “sicak takip”le izleme olanagi veriyordu. 1988’de kaçan Kürtlerin izlenmesine
Türkiye engel olunca, Saddam bu Protokol’ü feshetti.
3) 1991-95: Protokol feshedilince, gerekçe “Mesru müdafaa”ya dönüstü. Amerikalilarin
Çekiç Güç’ü kullanarak Türkiye sinirinda Kürtlere bir “Güvenli Bölge” kurduklari dönemdi
bu. Türkiye’nin çeliskisi büyüktü: PKK’yi vuran operasyonlar engellenmesin diye,
Bölge’nin bir Kürt devletine dönüsecegini göre göre, bu gücün süresini her üç veya alti
ayda bir uzatiyordu.
4) 1995-2003: Gerekçe bu sefer de “Türkiye’nin varolma hakki”na dönüstü. Bazi
operasyonlar çok büyük boyutlar ve amaçlar tasiyordu. Örnegin Mart 1995’deki “Çelik
Harekati” 50.000 asker ve korucuyla sinirdan 60 km içeri girdi. Eylül 1996’dakinde bir
“Güvenlik Kusagi” kurulacagi açiklandi. Bütün bunlara ciddi uluslararasi tepki geldi.
Yer tutmasin diye pek ayrinti veremedim ama, bilmem sunlar dikkatinizi çekti mi:
Bir kere: Operasyonu mesrulastiran gerekçeler resmî “antlasma”dan baslayip zaman
içinde “varolma hakki”na dogru bulaniklasiyor. Zaten 91’de “mesru müdafaa”
gerekçesinin baslamasiyla birlikte bir yandan AB’den, bir yandan da Filistinlilere Israil
saldirilarini hatirlayan Üçüncü Dünya ülkelerinden ugultu gelmekte.
Ikincisi: Operasyonlar Amerikalilarin ve K. Irak Kürtlerinin “full” onayiyla yapiliyor. Hatta
Amerikalilar uydudan bilgi veriyor, Kürtler de PKK’ya karsi fiilen çarpisiyor. Ama sonuç
fark etmiyor. Örnegin 1992’de sinir boyunca 65 karakol insa ediliyor, çekilirken
pesmerge kontrolüne birakiliyor, bunlari PKK isgal ediverince Nisan 1994 harekati
yapiliyor, vs. Haziran 1997’deki Çekiç Harekati’na Barzani’nin pesmergeleri de katiliyor.
Yine de ABD ve Ingiltere disinda Bati’dan ve Arap ülkelerinden büyük tepki var.
Üçüncüsü: Türkiye her seferinde “Bu sondur” diye ilan ediyor, sonun sonu gelmeyince
de “PKK’nin kökü kazinincaya kadar” diyor.
Dördüncüsü: Türkiye’nin asil çeliskisi baska yerde. Bir yandan PKK’ya karsi K. Irak
Kürtlerini elektrik, silah, para, kirmizi pasaport vs. vererek güçlendiriyor, bir yandan da
onlarin fazla güçlenip devlet kurmalarindan ürküyor. Sebebi: Kendi Kürtlerini memnun
edemedigini biliyor; onlardan hiç emin degil, Kürdistan kurulursa oraya meylederler diye
korkuyor.
Üstelik PKK’nin 1995’ten sonra askerî alanda kesin yenilmesinden sonra yine uykuya
yatiyoruz. Idam cezasini kaldirmak ve TV’de 45 dakika Kürtçe program yapmak disinda
hiçbir demokratiklestirme çabasina girismiyoruz (28.05.2007 tarihli Radikal’den haber:
“Igdir Vali Yardimcisi Mithat Gözen, Kürtçe türkü söyleyen Çoban Ali’yi sahneden
indirdi”). Kürt agirlikli illerde hiçbir ciddi ekonomik projeyi yürürlüge sokmuyoruz. ABD’nin
20 Mart 2003 Irak istilasi Kürdistan’i kurdugunda, Türkiye bu vaziyette.
Bu cesaretin bir sebebi olmali
Simdi öyle bir acayip bir durum var ki, vallahi anlamiyorum. ABD’nin tüymek için (kusura
bakmayin, Türkçede bunu adi budur) kendini paraladigi yere biz girmek için
paralaniyoruz. Bölgeyi iyi bilen Cengiz (Çandar) 26 Mayis tarihli Referans’ta yaziyor:
“Kandil Dagi’ni görmek için 250 km gitmek, sarmak için 50.000 asker lazim. Diyarbakir
ve Malatya hava üsleriyse 456 km ötede”. Hadi vardik ve sardik, bu kadar mars çaldiktan
sonra orada kim kalir?
ABD’nin ve Irakli Kürtlerin yardimiyla PKK terörünü 25 yildir temizleyememis bir Türkiye,
simdi ABD’nin “Kolaysa gir!”, Kürtlerin de “Kolaysa gel!” dedigi bir dönemde girip
temizleyecek. Birincinin eli kendini Irak’ta destekleyen biricik unsura yani ikinciye
mahkumken, bu ikinci de devlet kuruyorum diye magrurken. AB’nin ve Arap ülkelerinin
protestolari hazirken. Operasyonun korkunç ekonomik maliyetiyle firlayacak
enflasyonumuz kapidayken. Bu arada da “strateji uzmani” emekli generaller demeç
veriyor: “Girmek yetmez, bir de 15 kilometrelik Güvenlik Kusagi lazim”. Aman tanrim.
Bir mazosizm durumlari mi var, yoksa daha incelikli durumlar mi? Genelkurmay Baskani
daha 1,5 ay önce operasyon istedi, Meclis’i göreve çagirdi, Hükümet orali olmadi, Ulus’ta
bomba patladi, Hükümet askerden talep gelsin derhal karar alalim dedi. Ama bu sefer de
Genelkurmay’dan ses çikmiyor.
Insanin aklina kötü seyler sokanlar var. Diyorlar ki, Kürtlerin Meclis’e girmesini
engellemek için elbirligiyle her sey yapildi, anayasa bile degistirildi ki bagimsizlari birlesik
oy pusulasina hapseden degisiklik bu seçimlere uygulanabilsin. Ama adamlar kararli,
bagimsiz girecekler, bir sürü muzir aydin da bagimsiz girecek, mitingler bitti, muhtira
mizah konusu oldu; seçimleri yaptirmamak için tek çare savas. Polis yasasi da gümbür
gümbür geliyor; kaldirimdan yürüyenin parmak izini alacaklar…
Olabilir mi? Bilemem. Bildigim tek sey, Kürtler Meclis’e bu sefer de giremezse
Türkiye’nin isinin fevkalade zorlasacagi. Siyaset biliminde iki durum var: Muhalefeti
sisteme sokmak, muhalefeti sistem disina itmek. Birinci durumda giren senin mevcut
düzeninde reformlar ister, ikinci durumda itilen sistemi yikmaya soyunur. Yani, lafi
dolandirmayayim, daga çikar. Sen de gider indirmek için operasyon yaparsin, her
operasyondan sonra da “Bu sonuncusu” diye ilan edersin. Olmayinca, “Daga çikanin
kökü kazinincaya kadar” dersin. Yani, mevzu vatansa, gerisi teferruat. Mesela, kendi
Kürtlerini yabancilastirmak teferruat. Iç savas olasiligi teferruat.
Iyi de, Ulus’taki terör eylemi en fazla DTP’ye zarar verdi. Her mayin patladikça adamlarin
oylari buharlasiyor. Bu nasil is simdi? Yoksa DTP’yi engellemek isteyenler arasinda PKK
da mi var? Aklimizi koru, olmaz mi yarabbi.
------------------------
Tarih laboratuari meraklilarina Not: 1974 Kibris sonrasinda Yunanistan’da ve 1982
Falkland sonrasinda Arjantin’de neler oldu, bir göz atiniz; benim anlatacak yerim
kalmadi.
-Iyisaatteolsunlar.(Baskin Oran)
“Böyle ortamda seçim olmaz” dedirtmek için ugrasanlar var. Sunu bastan söyleyeyim de
öyle ilerleyelim: Savasta bile olsak bal gibi seçim yapariz. Inönü de 1943 seçimlerini
savasin göbeginde yapmisti. Seçimleri Acaba Kim Istemiyor’a geçelim. Bunlari 4
kategoride toplamak mümkün.
Dikkatinizi çekti mi? Bu iki “iyisaatteolsunlar” arasinda çikar birligi var. Birbirlerinden
besleniyorlar. Biri olmazsa öbürü de olmaz. Buna siyaset biliminde “dikotomi” denir.
Sicagi ancak soguk sayesinde, gündüzü ancak gece sayesinde algilayabiliriz.
Tabii, Dag’a Inananlar rahatsiz. Hem böyle devam etmek fiilen zor, hem de kamuoyunu
aleyhlerine çevirerek Türkiye’de yasamaya devam etmek hiç akillica degil. Fakat hem
dagda üzerlerine gidilince mayin patlatiyorlar, hem de Apo’nun yakalanmasindan sonra
yapilan AB Reformlari Kürtlere hiçbir gerçek umut isigi yakmadi.
Dagdakileri takip. Acaba neye yariyor? Dogu’daki koskoca ordu bu 1500 kisiyi niye
çembere alip dagda tutmuyor? Üzerlerine gidilmese ne olur? Gidiliyor ve yüksek rütbeli
subaylar bile ölüyor. Acaba neden gidiliyor? Bu isleri anlamak için siyaset bilimi
profesörü olmak yetmiyor anlasilan.
Bütün bunlari bildikten sonra, 8 Haziran 2007 tarihli Genelkurmay açiklamasi beni
fevkalade rahatsiz ediyor:
2) Açiklama, “Türk milletinin kitlesel karsi koyma refleksi”ne çagri yapiyor. Sonradan,
siddet olaylarina karsi Ispanya’daki gibi halk protestolari yapilmasini kastediyoruz, dendi.
Iyi de:
a) Ispanya’daki halk tepkisi, Bask Halkinin her türlü demokratik hakkinin eksiksiz verildigi
bu ülkede ETA’nin hâlâ siddete basvurmaya yeltenmesi üzerine kendiliginden olustu.
ETA bu yüzden bizzat Bask esnafi tarafindan aforoz edildi. Çünkü ticaret yaptirmiyor.
Dolayisiyla, bu örnek Türkiye’yle tamamen ilgisiz.
b) Bu bildiri din adamlarinin iskenceyle öldürüldügü, Ahmet Kaya tisörtü giyenlerin linç
edilmek istendigi bir ortamda yayinlandi. Bir anda, hiç kimselerin durduramayacagi
vahim sonuçlarin ebesi olabilir
3) Bakiniz, ortamda daha neler var: Sayin Büyükanit’in 12 Nisan basin toplantisi,
Ankara’daki terör olayi olur olmaz “Durun, daha neler olacak” demesi, 27 Nisan e-
muhtirasi, yeni ilan edilen Geçici Güvenlik Bölgeleri, K.Irak’a müdahaleden
bahsedilmesi…
Peki, parti liderleri ne yapiyor? Onlar kayip. Derhal biraraya gelip seçimde kararli
olduklarini bile açiklamiyorlar. Nedense.
Not: Yaziyi yazdiktan sonra PKK’nin ateskes haberi geldi. Bakalim 4. kategori ne
yapacak simdi. Çünkü bundan sonra kentlerdeki bombalar onlara fatura edilecek. Bu
arada, umarim, daha önceki gibi “Teröristi dagda bitirene kadar harekat” denmez ve
reformlar konusunda sagirkulak üstü yatilmaz. Denmez mi dersiniz? Yatilmaz mi
dersiniz?
-Topuk.(Baskin Oran)
Bizde topuktan vurma meraki var. Mafya degil. Kendi kendini topuktan vurma meraki.
Bir epostayi özetliyorum: “B.Oran’in seçim propagandasi için hazirlanan fotograf ve
kamera çekiminde yer aldim. Kendisinin hizmet alan-hizmet veren argümanini
kullandigini biliyordum. Belki Meclis’e girince hizmet verene de sira gelirdi, fikri degisirdi,
vs. Ama cumartesi günü üzerine basa basa ‘Basörtülü üniversitede ders alabilir, ders
veremez’ dedi. Kendisine verdigim destegi, zaten küçücük de olsa, geri çekmek
istiyorum. Kamera ve foto görüntülerimin bir ise yaramasini istemiyorum. Beni rahatsiz
edecek, vicdanimi kurcalayacak. Çikarilmasini talep ediyorum”.
Ciddi biçimde örtülü bir hanim kizla konusuyoruz, üniversiteye hem basörtülü hem mini
etekli girilmesini savundugumuzu söyledik, “Ama, kantinde surada burada ahlaksiz
davranislar göstermemek sartiyla tabii” dedi. Kendini üniversiteye sokmayanlara ne
büyük iyilik yaptiginin farkinda degil.
Partiler bu konuda enfes. AKP basta Yalçinbayir bütün insan haklari savunucularini
temizledi. DP Susurlukçu Bucak’i Urfa’da birinci siraya koydu. CHP hâlâ 301’i
savunuyor, daha ne? Bir örnek de Kürtlerden vermek lazim ama, bana vermemek
yarasir; anlayan anlamistir. Onun yerine, Kürtlere iliskin devlet tutumundan vereyim.
Danistay 8. Dairesi Türkçe disinda Kürtçe, Süryanice, Ingilizce brosür bastirdigi için
Diyarbakir Sur Belediye Meclisi’ni feshetti. Baskan Abdullah Demirbas’i da düsürdü.
Ayrica, 21 kisi için 3,5 yil hapis istenmekte.
Vurulan Sur Belediyesi degil, Türkiye
Baskan’in yazili açiklamasi var: “Resmî yazismalarda sadece resmî dil Türkçe
kullanilmaktadir”. Üstelik, Türkiye’de “Cumhuriyetin temel ilkelerine ve devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlügüne aykiri olma”mak sartiyla “Geleneksel olarak kullanilan
farkli dil ve lehçelerde” yayin yapmak serbest. Üstelik, 1992 yilinda Resmî Gazete’de
yayinlanarak yürürlüge giren Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Misaki madde 3/1, “Yerel
nüfusun çikarlari dogrultusunda düzenleme ve yönetme hakki ve imkani”ndan
bahsediyor.
“Azinlik” kavramini resmen reddettigi ve bizim 12 Eylül anayasasinin 3/1 maddesine
benzer biçimde “Cumhuriyetin dili Fransizcadir” dedigi için bayildigimiz Fransa’nin
belediyelerine bakalim. Durum, kimilerimizi sekte-i kalpten gönderebilir. Çünkü Almanya
sinirina yakin olanlarda nizamname öngörmüsse Almancanin bir diyalekti olan Alsasça
kullanilir. Dernek faaliyetlerinde de. Kamu kurumlarinda da. Mahkemelerde, yargiç
isterse bütün adli süreç boyunca. Seçim ve propaganda afisleri? 1919’dan beri.
Karayollari üzerine dikilmis levhalardaki yerlesim isimleri? 1979’dan beri. Yerel
Dernekler Yasasi? Bence onu hiç sormegcegdiniz, çünkü Istinaf Mahkemesi bu yasanin
Almanca olmasi nedeniyle geçersiz oldugu yolundaki bir basvuruyu 1975’te reddetti.
Daha fazla çesidimiz benim Karsi-Iddianame’de var.
Biz ne yaptik bugüne kadar? Mart 2002’de ikinci AB uyum paketi “yasak dillerde yayin
yapma yasagi”ni kaldirinca vatansever bürokratlarimiz harekete geçti. TRT Kürtçe yayin
yapamayacagini bildirdi, sonra da Danistay’a gizlice dava açti. Hükümet üçüncü uyum
paketini çikardi. Bürokrasimiz hemen yalnizca devlet radyosundan yayin yapilabilecegi
yorumunu getirdi. Altinci paket çikartildi ve özellerden yayin yapmaya da izin çikti.
Bürokrasimiz hemen bir yönetmelik yapti ve ancak “yerel olmayan” radyo ve TV’lerden
yayin yapilabilecegine hükmetti. Bir altin vurusla bitirelim: Haziran 2004’te isleri uzatmak
için RTÜK Diyarbakir Valiligine yaziyla basvurdu ve orada hangi dilin konusuldugunu
sordu.
Devam. “Yerel diller”de kurs açilmasi gündeme gelince basvurunun yapildigi valilik,
Resmî Gazete’yi okuyacak yerde Içisleri’ne basvurup talebin yasal olup olmadigini
sordu. Sonra, kurslarin adina itiraz etti. Sonra, mevcut Ingilizce kurslarindan ayri bina
tutulup kurslarin orada yeni müdür ve sekreterle yapilmasini istedi. Yedinci paket bunu
da asinca yeni yangin merdiveni istedi. O asilinca, bina rölövesi istedi. O da asilinca, bir
altin vurus da o denedi: Kapilar nizamnamedeki 90 yerine 85 cm oldugu için ruhsat
verilemeyecegini bildirdi.
Tabii, bu arada, Kürdoloji bulunmayan Türkiye’de Kürtçe ögretmen sertifikasi istemeler,
Kürtçe dil dersi için dilekçe veren 10.538 ögrenciden 446’sina “yasadisi örgüte
yataklik”tan dava açmalar, bunlarin 3621’ini gözaltina almalar, 533’ünü tutuklamalar,
15’ine üç yila kadar hapis vermeler, 7 ögrenciye “dilekçe vermeye tesebbüs”ten yarimsar
ve birer dönem uzaklastirma vermeler, daha sayayim mi, yasandi. O kurslar ki, bugün
ögrencisizlikten kapanmis bulunuyor. Daha fazla çesidimiz benim Türkiye’de
Azinliklar’da var.
Yani, efendim, bütün bunlar kendi topugumuza ates etmek degil de nedir? Bir devlet
kendi halkinin 15 milyonunu kendisine yabancilastirmak için bu kadar mi paralarmis
kendini?
Türkiye hizli gelisiyor. Torunlar soracak: “Dertleri neydi dede?” Biz bu kadar
mantiksizliktan hâlâ gebermediysek, cevap verecegiz: “Milliyetçilikti, evladim. Vatani
milleti parçalanmaktan kurtarmakti”. Tatmin olmayacaklar: “Peki, Kürt milliyetçiligini
güçlendirdiklerini anlamiyorlar miydi?” Boyun bükecegiz: “Mevzubahis vatansa, gerisi
teferruattir evladim”…
E.Oramiral I. Erdil’in haksiz mal edinmekten 2 yil 6 aya mahkum edilmesi fevkalade
önemli ve bir o kadar ögretici bir haber. En azindan üç açidan:
1) Askerleri cidden kutlamak lazim. Ama, haberi tersinden okursan, devletin asker
kanadi sivil kanada bir fark daha atti. Çünkü siviller yolsuzluklara Izmir deyisiyle
“ellesmiyor”. Simdi, TSK’nin en güvenilir kurum oldugu inanci kitleler arasinda biraz daha
pekisecek ve demokrasinin gücü ile askerin gücü tamamen ters orantili oldugu için
“malum durum” devam edecek.
2) Askerler yolsuzluklara göz yummuyor ama, baska seylere göz kirpiyor. Semdinli daha
olur olmaz Gen.Kur. Baskani Büyükanit bas sanik astsubay için demeç verdi: “Tanirim,
iyi çocuktur”. Can Dündar’in 6 Subat 2007 tarihli Neden programinda MITçi “Harp Okulu
mezunu” Nuri Gündes “A. Çakici’nin gözlerinden öperim” dedi. E. Yarbay Korkut Eken’e
emekli pasalarin verdigi muazzam destek: “Yaptiklari bilgimiz dahilindeydi. Efsane olmus
insandir. Cezaevine girmeyi hakketmemistir”. (Bu pasalar hakkinda “suç sayilan cürmü
övmek”ten sorusturma açildi ve “düsünceyi açiklama hürriyeti” gerekçesiyle takipsizlik
karari verildi. Demokrasi herkese bir biçimde lazim oluyor).
E. Korg. Altay Tokat ve E. Org. S. Yirmibesoglu’nun yaptiklarini tekrar etmiyorum. Simdi,
devletin askerî kanadinin olayi “profesyonel”lestirdigi yaziliyor. Sadece olayin
profesyonel komandalari birakilmasi degil mesele: Devletin “resmî” asker kanadina degil
ama, “gayriresmî” asker kanadina mensup birtakim devlet görevlileri yasalardan ve
anayasalardan almadiklari birtakim “yetki”leri kullanirken bugüne kadar mafyayi devreye
soktular. Mafya basladi kendine çalismayinca anlasilan bundan vazgeçildi. Suradan
anliyoruz ki, su siralarda emekli yüzbasilar ve binbasilar pitrak gibi ortaya dökülüyor.
Cephanelikleri bulunuyor. “Vatansever Kuvvetler Güç Birligi Hareketi” bunlardan sadece
bir tanesi (S. Arikanoglu, Radikal, 04.07.2007). Darbe planlamaktan baslayarak,
bunlarda yok yok: Tehdit, isyeri kursunlamak, ihaleye fesat karistirmak, resmî belgede
sahtecilik, tarihi eser kaçakçiligi, yasadisi bagis toplama, sahtecilik, kimi askerler ve yargi
mensuplariyla “sikifiki” olmak, ev alacagiz diye sehit esi dolandirmak.
Sehit esi dolandirmak ve vatanseverlik? Yahu, bunlarin binde biri dogruysa, biz
yanmisiz. Bu yüzbasi ve binbasilar, bunca “emir-komuta zinciri” aliskanligindan sonra
bunlari bunlar “tek tabanca” mi yaptilar diyorsunuz?
3) Devletin sivil kanadi, suçu önleyecek yerde, neredeyse azmettirici gibi çalisiyor.
Çünkü cezalandirmiyor. Malatya fecaati: Misyonerlere karsi kiskirtanlara ne yapildi?
Devlet Bahçeli “Misyonerler masum degil” dedi (Radikal, 22.04.2007). Erzincan Il
Müftülügü “Misyonerlik, Satanizm, Zararli ve Yikici Faaliyetler” diye panel düzenledi
(Tolga Korkut, Bianet, 19.04.2007). Diyanet Isleri Baskani (DIB) Prof. Bardakoglu
(aslinda, degerli bir insan) NTV’de 05.05.2007 tarihli canli yayinda “Insanlarimizi
misyonerlik hakkinda elbette uyaririz” dedi. Peki, DIB’de “Misyonerlik Takip Komisyonu”
olusturuldugunu muydunuz? Ya, DIB’in “Misyonerlik Bilgi Bankasi” için harekete
geçtigini? (E.A. Yavuz, Zaman, 16.03.2005). Acaba, bu arada devletin resmî dini “Din-i
Islam” oldu da biz mi duymadik? Ecevitler bu konuda “Din elden gidiyor” dediler.
Cumhuriyet Mitingleri’nde laik profesörler kürsüden haykirdilar: Hiristiyan misyonerligi
basini alip gitmektedir” ve “Elimize bedava Incil tutusturuluyor”.
Semdinli: Zavalli savci meslekten atildi, avukatlik bile yapamiyor. Meseleyi askerî yargiya
nakletmeye üç kisilik yargi heyeti karsi çikinca HSYK her birini ayri yere tayin etti.
Baskani da düz yargiçliga indirerek (Radikal, 29.06.2007). Yargitay “kesif yapilmamis”
diye bozmustu, heyet kesif yapmak istedi, vali “Olay çikarsa bagimsiz adaylara yarar”
diye izin vermedi (Kemal Göktas, Vatan, 30.06.2007).
Hrant’in katli: Enseye sikilan kursunla sonuçlanan süreç, Istanbul vali yardimcisinin
Hrant’i çagirip, Sabiha Gökçen haberi hakkinda “uyarmasi”yla basladi. Acaba, bu vali
yardimcisi, 22.02.2004 tarihli Genelkurmay basin açiklamasinda bu haberin “milli
duygulari kötüye kullanan, tehlikeli, sorumsuz” olarak nitelenmesinden etkilenmis olabilir
mi? Birlikte resim çektirmeyi “agzindan daha kolay laf almak” olarak izah edip akladilar
(Radikal, 04.07.2007). Simdi de saniklarin Emniyet tarafindan terör örgütü degil de
“arkadas grubu” oldugunu ögrendik (Radikal, 04.07.2007).
Buraya dikkat: Çünkü teröre bakan mahkemeler bir örgütün terör örgütü olup olmadigini
arastirmiyor. Içisleri Bakanligi’na soruyor, oradan ne yazi gelirse ona göre karar veriyor.
Acaba simdi mesela “Vatansever Kuvvetler Güçbirligi Hareketi”nin terörcü olup
olmadigini mahkeme kime soracak?
Bizim Dalavera Memet abi, bilemezsiniz mazarrat yazmaktan sizlere onun ölümünü bile
yazamadigim için nasil azaplar içindeyim, çocuklugunda her çocugun yaptigi cinsten bir
“arak” yapinca annesinden “dut daliyla” dayak yedigini, onun için hayatinda hiç
dürüstlükten sapmadigi anlatmisti; bizim kitapta vardir (s. 34-35). Iste, ebeveyn bunun
tersini yapinca çocugu suça tesvik etmis oluyor. Cezalandirilmayan çocuk daha büyük
suçlar islemeye özendiriliyor. Ebeveynin yerine devleti koyun, özendirmenin yerine de
azmettirmeyi; “Terör Sorunu”nun karanlik yüzünün peçesini açarsiniz.
-Yargitay, Quo Vadis?(Baskin Oran)
Evet, o klasiklesmis filme de isim veren tarihsel deyimle, Türkiye hukukunun zirvesi olan
Yüce Mahkeme, Nereye?
Bu sabah gazeteyi açar açmaz yüzümde, hatta Türkiye hukukunun yüzünde patlayan
tokat söyleydi: “Yargitay, Lozan’a göre Fener’in ekümeniklik iddiasinin geçersiz olduguna
karar verdi”. Ezberleri bozmaya Meclis’ten baslayacagiz derken Yargitay’dan baslamak
kismetmis. Yargitay 1971 ve 74’te Türk vatandaslarinin kurdugu gayrimüslim vakiflarini
“Türk olmayan” ilan ettikten sonra simdi bir de bu karari verdi maalesef.
Genel tarih bilgileri
Dünyada üç temel Hiristiyan mezhebi var: Kronolojik siraya göre Katolik, Ortodoks,
Protestan. Papa, birincisinin kesin egemeni. Üçüncüsünün hiçbir egemeni yok.
Ortodoksluk ise gerçekten ortada: 451 yilindaki Kadiköy Konsili’nden beri Fener, dünya
Ortodoks Kiliseleri için “primus inter pares” (= esitler arasinda birinci). Diger Ortodoks
kiliselerine emir verme durumu yok ama bu “ekümenik” (= evrensel) durum onlarin
ayinlerde Fener Patrigi’nin adini anmalarini ve kendi seçtikleri dinsel yöneticileri Fener’in
onayina sunmalarini gerektiriyor. Kisacasi “ekümen”lik, Ortodoks Kiliseleri arasinda
dinsel protokolde önde gelmek anlaminda. Birkaç yil önce, Fener’in ekümenik oldugunu
Papa da resmen kabul etti. Buna karsi çikan baslica iki kilise var: Atina Baspiskoposlugu
ve Moskova Patrikligi. Yine de Yunanistan’in kimi kiliseleri bile Fener’e tâbi (ör.
Onikiadalar, Aynaroz, Girit vb.).
Tabii, bir karsi çikan daha var: Türkiye. Yorum yapmayayim, hukuki durum hakkinda bilgi
vereyim: 143 maddelik Lozan’in hiçbir yerinde Fener’in adi veya ekümeniklik geçmez.
Fener için tutanaklara bakmak gerekir: Lord Curzon bu patrikhanenin dünyevi siyasal
niteliklerden yoksun, sirf bir dinsel kurum olarak kalmasini önermis, Ismet Pasa da bu
sözü senet saydigini belirten bir açiklamada bulunmustur. Hepsi o kadar.
Dava Yargitay’in önüne söyle geliyor: Istanbul’daki Bulgar Ortodoks Kilisesi (Haliç’teki
“Demir Kilise”) rahibi Konstantin Kostoff, bir yil öncesine kadar yapageldiginin aksine,
artik ayinlerde Fener Patrigi’nin adini anmamaya basliyor. Birden neden böyle yapmaya
basladigi, bir tahrik durumu olup olmadigi akla geliyor ama, devam edelim. Bunun
üzerine Fener onun “ruhanilik sifati”ni kaldiriyor ve durumu hem kiliseyi yöneten Bulgar
Kilisesi Vakfi’na bildiriyor hem de tüm dünya Ortodoks kiliselerine. Hatta, bunun üzerine
Vakif dinsel kurallara aykiri hareket ettigi için Rahip Kostoff’un is akdini feshediyor.
Savci bu durumda, dinsel özgürlüklerin ihlal edilmemesine adaletimizin büyük önem
verdigini gösterir biçimde, “Kostoff’un din özgürlügü ihlal edildi” diye kamu davasi açiyor.
Kostoff da davaya müdahil (katilan) sifatiyla katiliyor ve “benim dinsel ibadet ve ayinim
cebir veya tehdit kullanilarak veya hukuka aykiri baska bir davranisla engellenmistir;
Fener Patrigi ve Sen Sinod üyelerinin cezalandirilmasini talep ediyorum” diye dilekçe
veriyor.
Yargitay 4. Ceza Dairesi 2007/5603 sayili bir karar veriyor. Diyor ki: Kostoff’un din
özgürlügü ihlal edilmemistir. Cebir veya tehdit unsuru da yoktur. Nitekim bu sifatin
kaldirilmasina iliskin kararin üzerinden bir yildan fazla süre geçtigi halde Kostoff
ayinlerine devam etmistir.
Buraya kadar tamam. Bundan sonra sunlari söylüyor ve bendenizin ezber bozma görevi
de buradan basliyor. Kararin canalici yerlerini siyah puntoyla aliyorum.
Yargitay’in ezberini bozalim
1) Fener’in, diger bir Ortodoks azinlik olan Bulgar kökenlilerinin kilisesi üzerinde dinsel
ve hukuksal hiçbir yetkisi yoktur. (karar s.1)
Yanlis. Hukuksal yetkisi yok ama dinsel yetkisi var. 451 yilindan beri. Bu Türkiye
hukukuyla bütünüyle ilgisiz bir husus. Bu tamamen Ortodoks dinsel kurallariyla ilgili. Yani
tamamen evrensel Ortodoks Ilahiyati. Eger Türkiye mahkemeleri dünya Ortodoks
ilahiyatina da karisiyorsa, bunu da bilmemiz lazim.
2) Lozan Baris Antlasmasi ve eklerinde Fener sadece bir azinligin kilisesi olarak
belirtilmistir. (s.2)
Yanlis. Bir kere, antlasmada Fener hiç geçmez; yukarida açik açik belirttim. Ikincisi,
“ekler” denilen nedir anlayamadim, çünkü “Lozan Antlasmasi’nin ekleri” diye bir sey
yoktur. Sadece, “Lozan’da teati edilen mektuplar” diye bir sey vardir ve onun da “Lozan
eki” sayilip sayilmamasi doktrinde tartismalidir. Kaldi ki, Yargitay 4. Ceza Dairesi,
“antlasma ve ekleri” derken nerede geçtigini açikça belirtmek zorundadir. Genellemeyle
yetinmek olmaz. Üçüncüsü, bu konuda eger benim bir 2. sinif ögrencim hata yaparsa
ömür boyu 3. sinifa geçemez, Lozan’da hiçbir azinligin adi geçmez. Sadece
“gayrimüslimler” diye geçer. Lozan’da Rum, Ermeni, Yahudi diye azinlik ismi geçtigini
sananlar Lozan’in bir kere okumak zorundadirlar. Türkiye’deki en feci ezberlerden biri
budur çünkü.
3) Fener, sadece belli bir azinliga mensup kisiler üzerinde dinsel yetkileri haiz olan dinsel
bir kurumdur. (s.2)
Yanlis. Bir kere, yukarida da belirttigim gibi, Lozan’in hiçbir yerinde “belli bir azinlik”tan
bahsedilmez; “gayrimüslim azinliklar”dan bahsedilir. Ikincisi, Fener Türkiye’de yalnizca
Rum azinlik üzerinde degil, Rum olmayan Ortodokslar üzerinde de “dinsel” yetki
sahibidir: Ortodoks Bulgarlar, Ortodoks Araplar, gibi. Mesela bu sonuncular Hatay’da
yasarlar. Üçüncüsü, Fener yukarda da söyledigim gibi 451 yilindan beri dünya
Ortodokslari için 1 numarali dinsel makamdir. Nasil vaktiyle Islam Halifesi’nin adi
hutbelerde okunmussa, onun da adi ayinlerde zikredilir, vs. Bu isin bir din isi (ilahiyat)
oldugu bu kadar basit ve açiktir. Dedim ya, Papalik bile bunu kabul ediyor.
4) Egemen bir devletin kendi topraklarinda yasayan azinliklara kendi vatandaslarindan
farkli bir hukuk uygulayarak çogunluga dahi tanimadigi birtakim ayricaliklari onlara
tanimak suretiyle özel bir statü vermesi, Anayasa’nin 10. maddesine (esitlik) açikça
aykiridir. (s.2)
Yanlis. Üstelik, “çogunluga dahi” deyisi çok vahim. Çünkü bu gerekçe azinliklar
hukukundaki en temel ayrimi bilmiyor izlenimi vermekte: “negatif-pozitif hak” ayrimi. Bu
ayrimi bilmeyen de Mülkiye 2. sinifta ebediyen kalir. Negatif hak çogunluga hatta ülkede
bulunan herkese verilen haklardir: seyahat, mülkiyet, vs. Pozitif hak ise yalnizca
dezavantajli gruplara (burada: azinliklara) verilen haklardir: kendi okulunu ve kilisesini
kurup orada kendi dinini ve dilini okutmak, vs. Bu hak çogunluga verilmez. Dogrusu,
büyük hayal kirikligina ugradim. Ve, bunun nasil bir is oldugunu anlamaya çalisirken,
Anayasa Mahkemesi’nin 1994 DEP’i kapatma karari aklima geldi. Orada da negatif-
pozitif hak ayrimi hiç dikkate alinmiyor ve üstelik, çogunluga mensup vatandaslar 1. sinif,
azinliga mensuplari da 2. sinif sayiliyordu (bkz. benim Türkiye’de Azinliklar kitabim,
s.96). Demek ki bu durum yüksek yargi mensuplarimiz arasinda çok yaygin. Çok vahim.
Diger yandan, “özel statü vermek anayasaya aykiridir” diyor. Hiç anlayamadim.
Türkiye’de gayrimüslim azinliklara bu “özel statü” Lozan’in 37. ilâ 44. maddeleri arasinda
zaten verilmis.
5) Bu nedenle, Patrikhanenin ekümenik oldugu iddiasinin yasal bir dayanagi
bulunmamaktadir. (s.2)
Zurnanin zirt dedigi delige geldik sonunda. Yarabbi, biz Ortodoks Ilahiyati’na nasil
karisiyoruz? Diyanet Isleri Baskanligi mi bu? Ankara Valisi N.Tandogan, huzuruna
komünizmden getirilen bir gence 1930’larda “Ulan, komünist olmak gerekirse önce biz
oluruz, sen kim oluyorsun!” demis bu ülkede ama, “Ortodoks olmak” konusunda da ayni
seyin üstelik 2007’de söylenebilecegini dogrusu düsünemezdim…
Havva,canim kardesim,
“Canim” dememin sebebi var.Geçen haftaki Radikal Iki yazinda zarf’in güzeldi; kusursuz
bir Türkçe ve saygili. Mazruf’un güzeldi; daha üniversite okumadigin halde sistematik.
Basi kapali, fikri açik kizlarimizin birisin. Seninle konusmak istedim. Basi kapalilar da,
açiklar da okusun. Çünkü sen de söylüyorsun, her ikisinin de içinde ufku kapalilar ve
açiklar var.
Yalniz, birincisi, gençsin ve dogal olarak sabirsiz bir radikalsin; kimi seyler tam istedigin
gibi ve hemen olsun istiyorsun. Ikincisi, söylediginin aksine seninle iliskimiz katiyen
seçmen-aday iliskisi degil. En azindan yaslarimizi düsünürsen ve müsaadenle hoca-
ögrenci iliskisi. Bu sifatla, “tam ve hemen degisme” konusunda kimi hususlari dikkatine
sunmak isterim:
1) Tarihsel Derinlik: Devlet-din iliskisi uygulamalarinin degismesi baska seyin
degismesine benzemez. Üzerimizde tarihin ciddi agirligi var. En az iki açidan.
Birincisi, milliyetçiligin çiktigi B.Avrupa’da ulusal kimligin formülü “Tarih+dil” idi,
Balkanlar-Ortadogu bölgesinde hep “Tarih+din” oldu. Yani din faktörü ulusal kimliklerde
fazla güçlü bir yere sahip. Bir Yunanli Ortodoks degilse ve bir Türk Müslüman degilse,
Yunanli ve Türk sayilmaz. Korkutucu bir tarihsel miras bu. Baksana, birinci Cumhuriyet
Mitingi’nde (Tandogan) laik bir profesör çikti kürsüye, “Hiristiyan misyonerligi basini alip
gitmektedir, elimize bedava Incil tutusturuluyor” dedi. R.Ecevit “Din elden gidiyor” dedi;
oysa son 7 yil içinde Hiristiyanliga geçenlerin sayisi 72 milyonda 244 kisi. Böyle bir
ülkede degisiklik, yani “Yargiçlar da basörtülü olabilsin!” insanlari hakli olarak ürkütür.
Unutma; yüzde 98’i (Islamci degil ama,) Müslüman bir ülkedeyiz. Çogunlugun
diktatörlügü hiçbir seye benzemez; en iyi senin bilmen lazim.
Ikincisi, B.Avrupa’nin aksine (nedenlerini anlatmasi uzun) bizim bölgede hep Devlet>Din
oldu. Bizans’ta Vasileos>Patrik (zaten “Kayzerizm” terimi buradan gelir), Osmanli’da
Sultan>Seyhülislam. Cumhuriyet’teki laiklik uygulamasinin kökleri buradadir; Fransa’dan
ithalatta degil. Ciddi köktür.
2) Üretim biçimi-ideoloji iliskisi: Biliyorsun, feodal üretim biçiminin tutunum (temel)
ideolojisi “din”dir (ulusal kapitalizminki de “milliyetçilik”). Devletler, din’e müdahale
oranlarini feodaliteyi tasfiye basarilarina göre düzenlerler. Ör. Bir altyapi devrimiyle
basarili olarak tasfiye etmis olanlar daha bir serbest birakirlar. Bu açidan Ingiltere ile
Fransa arasinda bile fark vardir çünkü birincisi çok uzun bir süreç sonucu saglam
biçimde tasfiye etmistir Kilise’yi, ikincisi ise ancak kanli bir devrimle ve nispeten geç bir
tarihte.
Türkiye ise bir üstyapi devrimiyle yetinmek zorunda kaldigi için feodaliteyi tam tasfiye
edememistir; 2007’deki töre cinayetlerine bak demeyecegim çünkü toprak agaligi bile
hâlâ var. Böyle bir ülkede, yasalarla çatisan kimi dinsel taleplerin engellenmesi için
“saglik” (Ör. Hacca giderken alkollü pamukla siliyorlar diye asi yaptirmama) ve
“standartlasmis insan haklari” (Ör. Birden fazla kadin alma) ölçütlerine basvurmak bile
yetmez. Devlet, “bütün dinlere esit mesafede durmak” gibi nesnel bir gerekçe kullanarak
çogunlugun o güçlü dinine yani Islam’a mesafe almak zorundadir.
Kaldi ki, Batili ülkelerde ve feodalizmi hiç yasamamis olan ABD’de bile resmî dairelerde
dinsel simge takma meselesi fevkalade hassastir; benim “Küresellesme ve Azinliklar”
kitabinda epey örnek var.
3) Türkiye’de Islamcilarin talepleri: Bu çok çesitli talepleri iki açidan alabilirsin Havva: a)
Katilim amaçli. Ör. Senin evde oturarak koca bekleyip basörtülü kizlar dogurmak yerine
Mülkiye’ye “Milliyetçilik, Küresellesme, Azinliklar” dersime gelmek istemen gibi. Bunlara
her türlü destek verilmeli; b) Kamu düzenine ve baskalarinin haklarina müdahale
sonuçlu: Ör. Cuma’ya gidebilmek için çalisma saatlerinin degismesini isteme, içkili
lokantalari kent disina sürme, Ramazan’da özel sifreli TV’lerde bile erotik filmleri
yasaklatma, vs. Bunlar asla kabul edilemez. Bunlara sadece benim karsi çikmam
yetmez, sen de karsi çikmak ve sesini yükseltmek zorundasin tutarli olmak için. Ben
kendi türüme karsi çikayim, sen çikma. Olmaz. Tabii ki senin bu yastaki narin omuzlarina
yük yüklemekten bahsetmiyorum; gelinim anlayacaktir. Üstelik, bu tür talepler
entegrasyona yönelik de degil. Kendini tecrite yönelik. Duble kabul edilemez.
Iste böyle bir ortamda “tam ve hemen”i biraz düsünmen lazim. Daha da üstelik, bu kabul
edilemez talepleri ileri sürenler Türkiye’de çok çok azinliktalar (yüzde 8-10) ve
çogunlugun (yüzde 98) Müslüman olmasini kullaniyorlar.
1905’e gelindigi zaman
Seni duyuyorum: “Peki, bu hep böyle mi devam edecek? Ben sizin asistaniniz,
doçentiniz, sonra da sizin yerinize kürsü profesörü hiç olamayacak miyim? Ben
demokratken ve bunca demokrat olmayan basi açik varken?”
Benim gönlüm, güzel kizim, senin bu feryadinin yükselmeyecegi bir Türkiye’yi özlüyor.
Basini kapamak veya baska bir yerini açmanin hiçbir önem tasimayacagi bir ülkeyi.
Insanlarin kafasinin disindakine degil içindekine önem veren Türkiye’yi. Buna, insallah,
ülkemiz 1905 yilina girdigi zaman ulasacagiz. Bu tarih, daha önce de yazmistim,
Fransa’da “Çatisma Laikligi”nden “Birarada Yasama Laikligi”ne geçis tarihidir. Çünkü o
tarih gelip çattiginda Katolik Kilisesi iktidara (yani, insanlarin hayatini yönetmeye) talip
olmaktan vazgeçmisti. Bizde ise bu süreç henüz basliyor. Fakat, birak RP’yi, simdi
iktidar partisi AKP’den gelen saçmasapan demeçler (Ör. “Dindar cumhurbaskani”) ve
uygulamalar (Ör. Ortaögretim bodrumlarinda mescit açmak) bir yana, “Çogunluk bizde,
istedigimizi yapariz” zihniyeti de bu süreci zorluyor. Bizde, açikçasi, ne uzlasma kültürü
var ne de azinlikta kalana saygi. Oysa, demokrasinin 19. yüzyil sonu tanimi “Çogunlugun
iradesi” idi, 20. yüzyil sonu tanimi ise “Azinlikta kalana saygi”dir. Bu durumda olay hangi
noktadaysa orada kaliyor; yerinden oynamak istemiyor. Seni istemiyor.
Ne yapmali? Önce, herkes kendi “tür”ünün davranisini elestirmeli. Katiyen, ama katiyen
ona sirtini dayamayi seçmemeli. Unutma: AKP gibiler sana okula caninin istedigi gibi
girmen için yardimci olamaz; benim gibi laikler olabilir ancak. Zaten sen de o nedenle ve
belki de içgüdüsel olarak o tutarli grupla, Genç Siviller’le birlikte olmayi seçtin.
Basörtünle asistan olabilinceye kadar, senin basörtünle okula girip okumani savunan
insanlarla omuz omuza ol; gençligin verdigi bir itirazcilik içinde degil. “Silin benim
görüntülerimi tanitim filminden” degil. Tabii, kizini basörtüsü takacak biçimde yetistirmek
yerine serbest birakacaksin, degil mi?
Insanlarin ne giydigini veya çikardigini tartisanlarin alay konusu yapilacagi Türkiye
kurulana kadar saglam duracagiz kizim.
Atatürkçülük diye kendini paralayan bir anayasamiz var. 12 Eylül cuntacilari neden
Atatürk’e bu kadar sarildilardi, onlarin gerek ideoloji gerekse ezber icabi bugünkü
izleyicileri niye bu kadar sariliyorlar, anlatmayi meshur fikraya birakalim. Molla dua
ediyormus: “Allahim, sen bana iman bahset”. Bektasi duymus, duyuracak biçimde de
mirildanmis: “Allahim, sen bana raki bahset”. Izah da etmis: “Eh, herkes kendinde
olmayani ister”.
Mollanin buna ne dedigi bilinmiyor ama, "Atatürk kurucumuzdur. Kurucu liderimizdir.
Elbette Anayasa'da Atatürk'e vurgu yapilir. Ama Atatürkçülüge vurgu yapilmasina, ilke ve
inkilaplarina ideoloji baglaminda yer verilmesine gerek yoktur. Renksiz bir anayasa lazim
" dedigi için kendini TBMM’ye sokamadan basini derde sokan AKP milletvekili Prof.
Zafer Üskül’e seçim sonucu iyice demoralize olmus “Kemalist”lerin nasil saldiriverdikleri
malum. Dut yemis bülbüle dönen Baykal: “Dakika bir, gol bir!" diyerek canlandi. 184 oyla
cumhurbaskani seçilebilen bir ülkede bunun toplantisi için 367 gerektigini ortaya atan ve
de (torunlarimiz vallahi inanmayacak ama) Anayasa Mahkemesi sayesinde tutturan
Yargitay Onursal Bassavcisi S.Kanadoglu bu sefer anlamli konustu: “O zaman siz ulus-
devletin ortadan kalkmasini veya zayiflatilmasini istiyorsunuz” dedi.
Vallahi öyle. Aynen! Türkiye Cumhuriyeti’nin devam edebilmesi için ulus-devletin
zayiflatilmasini hatta ortadan kalkmasini istiyoruz. Hemen anlatayim.
“Atatürkçülük”, “Yukaridan Devrim”, “Ulus-devlet”
Çok sayida makalenin disinda “Atatürk Milliyetçiligi” adli 300 küsur sayfalik kitap da
yazdim ama, Atatürkçülük nedir bilmiyorum. Bilenlere de sasiyorum. Çünkü Atatürk
aramizdan ayrilali 70 yil oldu. Türkiye gibi bir ülkede 70 saatte bir hersey bastan asagi
degisirken 70 yil içinde ayni içerikte kalmis bir ideolojiden bahsedilebilsin, pes. “6 Ok”
diyecekseniz, hiç kendinizi yormayin:
Cumhuriyetçilik: En tartisilmayan ilke. Çünkü 1923’te Saltanat’in yerine Cumhuriyet geldi
ve bir daha kimse tartismadi. Simdi ise “demokrasi karsitligi” anlamina gelir oldu!
Laiklik: En tartisma yaratan ilke. “Laikçilik” biçimindeki yorumu “kamusal alan”a
türbanlilarin sokulmasini yasakliyor. Sokak da kamusal alanin en önde geleni; oradan
hesap edin. Yok, resmî daireleri kastettim diyorsaniz o zaman vergi ödemeye giden
basibagli kadini da sokmayin.
Halkçilik: Sakin ola baska bir sey sanmayin, “Imtiyazsiz sinifsiz kaynasmis bir kitleyiz”
deyip emegin örgütlenmesini yasaklamis ilkedir.
Devletçilik: Isterseniz hiç açmayalim. Biz gençligimizde bunu sosyalizm saniyorduk,
bunu söyleyeyim yeter.
Devrimcilik: “Reform” ve “ihtilal” gibi iki birbirine zit kavrami birden anlatmak yüzünden
anlamsizlasti. Bu yüzden de kimileri askerî darbeyle sosyalizm kurmak, kimileri de
kizlarin basini zorla açtirmak biçiminde anladi.
Milliyetçilik: 1920 ve 30’larda yari-feodal bir imparatorlugu bir ulus-devlet’e, ümmet’i
ulus’a, tebaa’yi da vatandas’a dönüstürebilmek için sart olan yukaridan devrim’i (YD)
yaparken kaçinilmaz olan tekdüzelestirme ideolojisiydi. Ama, sosyal siniflarin ve basta
etnik grup kimlikleri olmak üzere çesitli taninma taleplerinin artik ars-i âlâya yükseldigi
bugünün Türkiyesinde tam bir bölücülük. Çünkü Türk milliyetçiligi Kürt milliyetçiligini
tetikliyor, o da onu. “Milliyetçilik Türk toplumunun çimentosudur” (Hürriyet, 22.03.2007)
diyen, MHP kökenlileri birinci siraya yerlestiren, 301’i savunan ve “ortanin saginda”
oldugunu ilan eden Baykal’dan pay biçin.
Su “devrimcilik” meselesini biraz daha açacagim. Iç dinamigi tembel (yari-feodal)
ülkelerde Batici seçkinler (aydinlar) devleti bir biçimde ele geçirirler (1923) ve getirdikleri
Batici yasalari kullanarak bir ana model degisikligine giderler yani “yukaridan devrim”
yaparlar (1920’ler, 30’lar). Tabii ki kaçinilmazdir ama zorlamanin da sahidir. Çünkü bir
ulus-devlet eliyle yürütülür. Bizde herkesin üniter devlet’le karistirdigi bu kavram, ulusun
tek bir etnik gruptan olustugunu varsayan devlet türünün adidir. Varsaydigi sey hayal
oldugu için de asimilasyona girisir. Yani ulus-devletin soyadi “asimilasyon”dur. Iste bu
yüzden, kurulus döneminden sonra da sürdürülürse, aynen milliyetçilik gibi milleti param
param parçalar. (Örnek almaya bayildigimiz Fransa üniterdir ama Korsika adasinin ayri
yönetimi vardir, Alsace’da Fransizcaya tercüme bile edilmemis Almanca yasalar
geçerlidir, mahkemelerde Alsasça durusma yapilir, vb. Bkz.
http://www.ba.metu.edu.tr/~adil/baskin/296c)KarsiIddianame-tr(15-02-2005).doc).
Dahasi, YD çocuk oyuncagi degildir; 1 defa yapilir. Yeni temel düzen kurulduktan
sonrasi, artik tetiklenmis toplumsal dinamiklere kalmistir; ilerlemeyi onlar saglar. Nitekim
mükemmelen sagladilar da: 2001-2004 AB Uyum Paketleri! Her istedigim hemen
oluvermiyor diye ishal olmus gibi “YD” daha dogrusu darbe yapilmaz. Yoksa hem bin
güçlükle yaratilmis iç dinamigin olusumu sifirlanir (1960, 1971), hem de ilerici yerine
gerici modeller ortaya çikar (1980). Üstelik millet de çok sert tepki verir ve darbenin
antitezini pat diye iktidara getiriverir: 27 Mayis 1960’in ardindan 65’te Demirel. 12 Mart
1971’in ardindan 74’de Ecevit. 12 Eylül 1980’in ardindan 83’te Özal. 28 Subat 1997
muhtirasinin ardindan 2002’de AKP. 27 Nisan 2007 e-muhtirasinin ardindan da, güüüm,
bugünkü durum.
Böylece, darbe yapamaz hale gelirsin. O zaman baslarsin daha kötüsüne: Kendin gibi
düsünen “sivil”lere “YD” yapsinlar diye telkine. Bazi yüksek mahkemelerin son dönemde
verdigi son derece tartismali kararlarin tarihteki yeri iste budur. Ne hukuk ne de adalet
duygusu birakmistir. 1920 ve 30’larda hukuk kullanilarak insa edilenlerin devami
2000’lerde yine hukuk kullanilarak yikilmistir. Artik YD, eski seçkinlerin yerlerini
kaybetmeme telasina dönüsmüstür. Eskinin “din elden gidiyor”unun modern karsiligi
“laiklik elden gidiyor” paranoyasi kullanilarak.
Atatürk = Muasir Medeniyet
Onun için, Anayasa’dan Atatürkçülük gibi ne anlama geldigi artik sasmis, üstelik Atatürk
tüccarlarinin rant kapisi haline gelmis bir terim bal gibi kalkar ve çok da iyi olur. Ezber
artik terk edilir.
Onun yerini, Atatürk’ün çagdaslastirici islevini bugüne adapte etmek alir. O büyük adam
YD’nin bütün amacini söyle tanimlamisti: “Muasir Medeniyet’e ulasmak ve onu geçmek!”
1920 ve 30’larda “muasir medeniyet” o tarihlerin B.Avrupasi idi, Türkiye bugün o fasist
ortamdan fersah fersah ileride. O açidan Atatürk çok basarilidir. Ama, ezberci olduklari
için, “Kemalistler” degil. Çünkü Türkiye bugünün muasir medeniyeti B. Avrupa’dan
fersah fersah geride. O kadar ki, bu geriligi en “solcu”larimiz bile “AB emperyalisttir”
diyerek örtmeye çabaliyor. Sanki devletlerden baskasi emperyalist olabilirmis ve AB de
bir demokrasi projesi degil de devletmis gibi.
Bugünün muasir medeniyetine ulasmak 1920 ve 30’larin ideolojisiyle olmaz. Neyle
olacagini, tarihin tanidigi basica merkeziyetçi devlet olan ve Kemalistlerin de her firsatta
gönderme yaptiklari Fransa’nin sosyalist baskani Mitterrand’dan dinleyelim (1981):
“Fransa’nin kurulabilmesi için, geçmiste güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme
duyulmustur. Bugün ise, dagilmamasi için, yasal iktidarin agirlikli olarak yerel
yönetimlere birakilmasi zorunlu duruma gelmistir” (Oktay Uygun, Federal Devlet -temel
ilkeler, kurumlar ve uygulama, Ist., Çinar Y., 1996, s.194-5).
Yanlis anlasilmasin, yani biz Türkler Yunanlilarla pek benzesiriz. Geçenlerde yine güzel
güzel benzestik.
Yunanistan 19 Temmuz’da bir yasa yayinladi. Özel radyolarin en az 60-100.000 Avro
sermayeyle kurulmasini, en az 5 personel çalistirmasini, konusma programlarinda da
öncelikli/agirlikli olarak Yunanca kullanmasini sart kostu.
Bu kosullar, ülkede yayin yapan B.Trakya Müslüman-Türk azinligi radyolarini bitirebilirdi.
Oysa, 90 öncesinde kahvehanelerde Türkçe radyo ve TV dinlemek yasakken özellikle
1994’te valilerin seçimle gelmeye baslamasindan sonra Türkçe FM radyolari kurulmus
ve neseli neseli çalmaya baslamislardi. Ülke de parçalanmamisti.
Bizde de Kürt konusunda durmadan iç islerimize karisiyorlar ya, ilk itiraz sesini
uluslararasi örgütler yükseltti: AGIT, sonra IPI, sonra SEEMO. Bildiri yayinladilar ve
Cumhurbaskani Papulyas ile Parlamento Baskani Benaki’ye mektup yazdilar.
Azinligin parlamentodaki tek temsilcisi olan Yeni Demokrasi Milletvekili Ilhan Ahmet’in
oylamaya katilmadigi duyuldu. Kendisi yaptigi açiklamada “Hükümet yetkilileri bana
ruhsati olan radyolarin bunun disinda birakilacagini söylediler” dedi.
Birkaç gün sonra Türk azinlik radyolari ilk kurbanini verdi. Iskeçe’deki iki radyodan biri
olup Bulgaristan’dan bile dinlenebilen King (Kral) FM, Yunan Radyo Televizyon Kurulu
ERS’nin 4-2 oyuyla kapatildi. Suçlari söyleydi:
1) Bazen “King”, bazen “Kral FM” olarak farkli isim kullaniyor;
2) Öngörülen frekansin (87.5-107.7 Mhz) disinda bir frekansta (107.8) yayin yapiyor;
3) Her yarim saatte bir adini veya cingilini tekrarlamiyor ve yabanci bir ülkenin farkli
dildeki programini yayimliyor (Y.Kirbaki, Radikal, 09.08.07).
“Yabanci bir ülke”den kastin yakinlardaki bir komsu oldugu yorumlari yapildi hemen
B.Trakya’da. Baslayan dedikodulara göre, “o yabanci ülke”de resmî dil disindaki dillerde
yayin yapma isinin pek zahmetli gerçeklesmis olmasi Yunanistan’a da kötü örnek olursa
is kötüydü. Dendigine göre; o ülkede “yasak dillerde yayin yapma yasagi” 26.03.2002’de
kaldirinca resmî yayin kurulu yasagi baska kanunlarla sürdürmeye devam etmis, resmî
radyo “o dilde” yayin yapamayacagini açiklamis ve gizlice idari mahkemeye
basvurmustu. Hükümet bunu asmak için 03.08.2002’de bir reform yasasi daha çikarmis,
bürokrasi o dilde yayinin yalnizca devlet radyosundan yapilabilecegi yorumunu getirince
19.06.2003’te bir tane daha çikararak özel radyolarin da o dilde yayinini serbest
birakmisti. Bunu duyan bürokrasi bu sefer de yayinin ancak “yerel olmayan” radyo ve
TV’lerden yapilabilecegi kuralini getirmis, programlarda dil ögretmeyi yasaklamis, her
programa resmî dilde bire bir altyazi mecburiyeti koymustu.
Sikildiysaniz baglayayim: Nihayet 05.06.2004’te yani iki yillik bir mücadeleden sonra is o
yabanci ülkede noktalanmisti. Halkin bir kismi kendi anadilindeki yayina kavusmustu.
Tabii, devlet radyosundan olmak sartiyla, sabahin esselâtinda (saat 06.10-06.45) ve
günde 35 dakikaligina. Yine tabii, resmî yayin kurulu olayi yavaslatmak için “Ora
Valiligine” bir de “Orada hangi dil konusuluyor?” diye resmen yazip sorduktan sonra.
(08.06.2004 tarihli, mavi baslikli bir gazeteden)
Töre hikayesi gibi
Sikildiniz. Haklisiniz. Bunaltici. Daha hafif bir sey, mesela “töre” konusuyla karisik Banka
Soyan Casus öyküsü verelim. Ama “töre”yle karisik verelim ki daha heyecanli olsun.
Ama ben de sikildigim için müsaadenizle bunu adli adinca anlatacagim.
Temmuz’da TC Ziraat Bankasi ilk Türk bankasi olarak Atina ve Gümülcine’de sube izni
aldi. Bu arada Yunan Alpha Bank’in Türkiye’deki Alternatif Bank’i (Abank) almasi söz
konusuydu. Bankacilik Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) Baskani Tevfik Bilgin,
Abank’in satis izninin Ziraat’e sube izninin beklendigi için geciktirildigi yorumlarina
“Orada bir sorun yok” demisti (Radikal, 21.07.2007).
Dedi, demedi, bomba patladi. Alpha “Bankacilik Yasasi’nin 8. maddesindeki kosullari
karsilayamadigi için” satis veto yemisti. Asil gerekçe ise Atina’dan duyuldu: BDDK yazip
MIT’ten sormus, o da Alpha’nin yönetim kurulunda emekli bir casusun bulundugunu
bildirmisti: Pavlos Apostolidis.
Ayiptir (hatta, tehlikelidir) söylemesi, ben kendisini tanirim ve severim. Ankara’daki
büyükelçilikte ikinci adamdi, kitabimi bitirebilmem için 1985’te B.Trakya’ya gitmem
gerektiginde vizeyi ondan almistim. Annesi Fransiz’di; Yunanlidan çok Fransiz sayardi
kendini ve Pavlos degil Paul diye çagrilmayi severdi. Sakin ve yetenekli adamdi; zaten
Ankara’dan sonra büyükelçi, ardindan da Disisleri Müstesari oldu.
Sonra Paul’ü, Kenya’daki Apo olayinda resmen çarsafa dolasan Yunan MIT’ini, yani
EYP’yi adam etsin diye oranin basina ilk sivil baskan olarak getirdiler. Demek ki oradan
emekli olunca bankaci olmus. Aman, hani benzetmek gibi olmasin ama Paul’ün durumu
aynen MIT’in basina getirilen Büyükelçi Sönmez Köksal’i ve MGK’nin basina getirilen
Büyükelçi Yigit Alpogan’i hatirlatiyor. Umarim onlar da bankaci olmaz büyüyünce.
Bu son ikisi gibi Mülkiyeli olan Özgen Acar abemin anlattigi kadariyla, meger “casus”luga
terfi etmis ne çok büyükelçi geçmis Ankara’dan (Cumhuriyet, 10.08.07): Yunanli
Y.Korantis, Fransiz J.-C. Cousseran, Irakli R.D.M. El Tikritî, Polonyali A. Ananicz ve G.
Michalski. Özgen abem de ne kadar çok casus tanimis öyle. Yani, sey de atmak
istemiyorum elbette.
Madde 8’i okudunuz mu?
Bitirmeden önce, bu adi geçen 8. madde aynasina bakarak kendimizi görelim mi?
Madde 8/d “Bankalarin kurucu ortaklarinin” diye basliyor ve zimmet’ten sahtecilik’e kadar
inanilmaz sayida suç saydiktan sonra aynen söyle bitiriyor: “… milli savunmaya karsi
suçlar, devlet sirlarina karsi suçlar ve casusluk, yabanci devletlerle olan iliskilere karsi
suçlar, vergi kaçakçiligi suçlarindan veya bu suçlara istirakten hükümlü bulunmamasi.”
Simdi söyleyin bana: Bu bizim 8. madde casuslarin mi bankaci olamayacagini söylüyor,
yoksa “… casusluk… veya bu suçlara istirakten hükümlü bulunanlarin” mi? Tabii ki
ikincisi. O zaman, bizim aslan Paul Yunanistan’da casusluktan hüküm giydi.
Yahut da, bizim aslan ezber yine tas gibi çikti. Hani, bir fikra vardir, yahu sen okudugunu
anlamiyorsun demis, adam da: “Anlasam da izin vermem, anlamasam da; töremiz böyle”
demis. Tam böyle degildi ama, uysa da yazdim, uymasa da yazdim.
Ikincisi, “O kadar da çok Ermeni öldürmedik; bazilari hayatta kaldi” demek isterken,
Ermeni köylüsünün o korkunç 1915 Katliaminda canini kurtarmak için din degistirmek
zorunda birakildigini itiraf etti.
Üçüncüsü, devletin en önemli resmî kurumlarindan birinin baskani olarak, “Kilise kurma
çabasinda olduklari biliniyor” diyerek su anda bu memleketteki din ve ibadet
özgürlügünün durumunu açikladi.
Dördüncüsü, kendisinin ne kadar iyi arastirmaci oldugunu ve ne kadar çok sey bildigini
göstermek isterken, laik Türk devletinin din degistiren vatandaslarini “ev ev” tespit ettigini
de açikladi:
“1936-37'de devlet bu dönmeleri ev ev tespit etmis… Bu da dönmelerin listesi.
Mahallesine, köyüne, evine varincaya kadar isim isim. Eski ismi nedir, yeni ismi nedir?
Hangi evde otururlara varincaya kadar, resmî belgeler” (Zaman, 22.08.07). Kirk yil
ugrassaydik bu gerçegi bu kadar net ögrenemezdik. Artik buluruz.
Bilim dünyamiz Prof. Halaçoglu’na minnettardir.
Korku, insan duygulari içinde en dogal olani. Onun için, bu nazik geçis döneminde
“Seriat Geliyor!” ve “Parçalaniyoruz!” biçimindeki korkular dogaldir. Dogal olmayan,
seriatin meriatin gelmedigini ve parçalanmanin marçalanmanin olmadigini bilecek kadar
mürekkep yalamis kisilerin Türkiye üzerine siktigi Korku Spreyi.
Zaten dünyaya kapali olan Türkiye insaninin daha da berbat biçimde kendi içine
kapanmasina yol açan iki önemli iddia fiskirtiyorlar: 1) “Zarar görenler, yapilanlari hak
etmislerdi. Korkanlarin ve korkutanlarin verdikleri zararlar normaldir”; 2) “Yanlis
yaptigimizi söyleyenler yabancilarin masasidir ve ülkeyi satmaktadir”. Bunlarin ikisi de
gayrimüslimler üzerinden yürütülüyor çünkü “Millet-i Hakime” ideolojisinin egemen
oldugu bu ülkede azinliklari yabanci’yla özdeslestirmek büyük kolaylik sagliyor.
Bugün, isim vermeden, bu spreycilerden iki örnek vereyim. Birinin yazisi digerininse
demeci Milliyet’te çikti (9 ve 10 Eylül). Birinin alani tarih, ötekinin diplomasi/siyaset.
Yetistikleri ayni önemli okula, görevlerine, unvanlarina bakarsaniz gerçekten önünüzü
ilikleyeceginiz iki saygideger kisi.
Tarihçi söyle yazdi: “Surasi bir gerçek, iyi asker oldugu anlasilan Sakalli Nurettin
Pasa'nin yerli Hiristiyanlara karsi sert tavirlari tamamen kendisinden kaynaklanmiyor. Üç
yil üç ayin getirdigi sikintilar ve kin yerli halki da barissever tutumundan hakli olarak
uzaklastirmisti” Oysa, iyi bir tarihçi oldugu için sunlari bilmemesi imkansiz:
“Sert tavirlar” dedigi, hazretin mesela Izmir Rum metropolitini linç ettirmesi. “Evveliyati”
de karanlik: 1909’da rütbesi indirilip açiga aliniyor. Valilikten atilinca Ankara’ya geliyor,
ama “özel kosullar” ileri sürdügü için görev verilmiyor. Verildiginde, Koçgiri’de meshur
Topal Osman’i da kullanarak Kürtlere yaptigi mezalimle adini duyuruyor. Öyle ki,
TBMM’de mebuslar yargilanmasi için karar çikartiyorlar, M. Kemal Pasa araya girip
görevden aliyor da zor yatisiyor Meclis. “Sonrasi” da pek aydinlik sayilmaz. Bu sefer de
gazeteci Ali Kemal’i linç ettiriyor. Yargilanmak üzere Ankara’ya gönderilirken. Izmit
garinda, sivil giydirdigi askerlerine.
Zaferden sonra “Izmir Fatihi, Karahisar ve Dumlupinar Muharebeleri Galibi Gazi
Nureddin Pasa Hazretlerinin Tercüme-i Hali” diye kitap çikariyor. M. Kemal Pasa da onu
Nutuk’ta (1927) nerelere sokup çikariyor, okuyan bilir. Kurtulus Savasi komutanlari
Ankara’da o siralarda yeni yaptirilan Devlet Mezarligi’na nakledildi de, su kadarini
söyleyeyim, bu zatin kemiklerini 12 Eylülcüler bile istemediler.
Ünlü tarihçi iste bu “iyi asker”i aklamanin yani sira bir de “hakli olarak uzaklastirmisti”
diyerek linç’i akliyor. Tanidik geldi mi¬? Trabzon ve Malatya’daki misyoner cinayetleri
sirasinda çok duymustuk. Örnegin D. Bahçeli Malatya hakkinda: “Misyonerler masum
degil” demisti (Radikal, 22.04.07).
???
Diplomat/siyasetçi söyle demeç vermis: “Yabancilarin baskisiyla, Lozan'da azinliklarla
ilgili kurulmus dengeleri degistirip Osmanli düzenine geçmeyi hedefliyorlar. Lozan’la
oynanirsa adli kapitülasyonlara geri dönülebilir". Deneyimli oldugu için sunlari bilmemesi
imkansiz:
Bir kere, adli kapitülasyon hak verirsen degil, vermezsen basina bela olur. 1920’de
Müttefikler Osmanli’ya berbat Sevr kosullarini teblig ediyorlar. Osmanli diplomatlari zehir
zemberek bir yazili cevap veriyorlar; tavsiye ederim bizim Türk Dis Politikasi kitabinin
(Iletisim Y.) birinci cildinden okuyun, sasiracaksiniz (s.118-124). Ekonomik
kapitülasyonlari yekten reddediyorlar. Ama adli kapitülasyonlari reddetmek yerine, çok
ilginç bir sey söylüyorlar: “Bir yargi reformu komisyonu kurulsun”. Çünkü Osmanli devlet
adamlari, çagdas olmayan bir hukuk düzeni devam ettigi sürece Avrupa müdahalesini
önlemenin mümkün olmadigini anlamislar. Bugünküler daha anlamadi.
Ikincisi, duyan da sanir ki gayrimüslimlere Lozan’da verilmis haklar “yabancilarin
baskisiyla” artirilmak isteniyor. Oysa, Lozan’daki haklari bile uygulamiyor Türkiye; merak
eden benim Türkiye’deki Azinliklar’dan (Iletisim Y.) envai çesidini okusun.
Sadece Rumlarin yasadigi gündelik olaylari hatirlatsam dudaginiz uçuklar ve bu emekli
diplomat ne söylüyor dersiniz. Sayilari 120.000’den bugün 1500’e inmis bu insanlar suya
haç atma ayini yapiyor, karadan-sudan “milliyetçi” saldiri geliyor. Ilgisiz bir ceza
davasinin kararinda Yargitay 4. Ceza Dairesi ilan ediyor: “Patrikhane ekümenik degildir”.
Laik bir devlet Ortodoks ilahiyatina karisir mi? Iki buçuk ay önce Radikal Iki’de yazdim
(01.07.07), uzun uzun anlattim, sadece su hususu not edeyim: Kararda “Türkiye kendi
topraklarinda yasayan azinliklara kendi vatandaslarindan farkli bir hukuk uygulayarak …”
diyor. Sanki bu insanlar vatandas degil! Oysa, “Azinlik” kavraminin bes unsurundan biri,
meshur Capotorti Raporu’ndan dünya-alem bilir, “vatandas olmak”tir. Tevekkeli degil,
E.Mahçupyan demisti, “Biz gayrivatandasiz” diye (Zaman, 06.12.04).
Maalesef (ve maatteessüf) gayrimüslim vatandaslarimizin vatandas degil “yabanci”
oldugu artik bu ülkede “Yargitay Içtihadi”dir. Çünkü: 1) Yargitay 2. Hukuk Dairesi
06.07.1971’de oybirligiyle aldigi kararin gerekçesinde ilan etti (3339 Esas, 4399 Karar).
2) Yargitay Hukuk Genel Kurulu 08.05.1974 tarihinde ayni seyi söyledi (1971/22-820
Esas, 1974/505 Karar). 3) Yargitay 1. Hukuk Dairesi de bunu 24.06.1975’te yapti (3648-
6594 s. karar. Ayrinti isteyen yine Türkiye’de Azinliklar’a bakabilir (s.100-103).
Aslinda, artik “Devlet Içtihadi” demek lazim. Çünkü Vakiflar Genel Müdürlügü’nün ve
Hazine’nin 1936 Beyannamesi sayesinde gayrimüslim mallarini sürekli gasp etmesinin
ötesinde, Cumhurbaskani’na bagli Devlet Denetleme Kurulu 06.02.2006 tarihli
raporunda (www.cankaya.gov.tr) gayrimüslim vakiflarini “yabanci tüzel kisi” saydi.
Cumhurbaskani Sezer’in “Lozan’da olmayan haklari elde ediyorlar” diye Vakiflar
Yasasi’ni veto etmesi ise, kremasidir artik isin (Milliyet, 30.11.06).
Eh, bu durumda tabii ki önüne gelen Fener’i tacizi milli spor sayacak. Bulgar Ortodoks
cemaatinden Bujidar Çipof “bize dinsel baski yapiyor” diye ihbar edecek, savci kamu
davasi açacak, Çipof müdahil olarak katilacak (aynen, Kerinçsiz gibi). Sonra alisacak,
Patrik’in Hilton’daki bir toplantida “Patrikhane 6. asirdan beri ekümeniktir” demesini
“görev sirasinda din hizmetlerini kötüye kullanma” olarak ihbar edecek. Savcilik da
Patrik’e yazi yollayacak: “Sorusturma nedeniyle ifadenize basvurulacaktir. 20 gün içinde
savciligimizda hazir bulununuz. Gelmediginiz takdirde ZORLA GETIRILMENIZ IÇIN
KARAR alinacagi, ayrica yapilan masraflarin tarafinizca ödenecegi hususu bilginize rica
olunur”. Bu büyük harfler çagrida da büyük yazilmis. Oysa Fener Patrigi, degil
ekümeniklik, Allahlik veya Peygamberlik iddiasinda bile bulunsa bu laik yasalarimizda
suç degil. Siz ne diyorsunuz, 6. yüzyildan kalma unvaninda “Istanbul” degil de
“Konstantinopolis” bulundugu için Patrik’e “bilisim suçlari davasi” (Radikal, 03.11.03) bile
açildi bu ülkede.
Ama en güzeli, biri kalkti, Patrik’in gayrimesru çocuk sahibi oldugunu iddia etti (Hürriyet,
21.04.04). Dünyadaki üç yüz milyon Rum Ortodoks’un manevi lideri Patrik’ten kan alindi,
DNA testi yapildi, negatif çikti, bunun üzerine ihbarci zat söyle dedi: “Test Istanbul
Üniversitesi Adli Tip Enstitüsü’nde yapilmistir. Adalet Bakanligi Adli Tip Kurumu’nda
yapilsin”. Buna benzer daha neler. Çocuklugumun Izmir deyimiyle, maydanozlu köfteler.
Ama önemli olan bu “sokak”takiler degil, mürekkep yalamis olanlar. Kendileri en iyi Batili
okullarda okumuslar, gezmedikleri ülke kalmamis, Türkiyeli’nin dünyaya kapanmasi için
sprey sikiyorlar.
Not: Basbakan Erdogan demeç verdi: “Aydinlarimiz seslerini çikarmali”. Simdi bu bir
saka mi, alay mi? Çünkü “Zina suçtur”, “Azinlik Raporu intel fitnedir, Hergele
Meydaninda ilan ettiler, ek yerimize jilet attilar”, “Ermeni konferansi arkamizdan
biçakladi”, “301’in sorumlusu O.Pamuk’tur”, “Aydinlar ikiyüzlü ve omurgasizdir”, “301’i
uygulama halledecektir” gibi sözlerin sahibi Cemil Çiçek’in yeni kabinedeki görevi: “Insan
haklariyla ilgili kurullar ve insan haklariyla ilgili konularda koordinasyon”.
Bir ara, “Sinema koltuklarina AIDS’li igne sokuyorlar, oturana batti mi AIDS oluyor”
meshurdu. Sinemaya gitmekten vazgeçen oldu, dalga geçen çok oldu. Simdi dolasan
haberler farkli. Çünkü bunlar ülkemizin bölünmez bütünlügüyle ilgili. Iki tanesini asagida
vereyim de tüyleriniz diken diken olsun. Mülkiyeli sinif arkadasim büyük harflerle “ÇOK
ÖNEMLI LÜTFEN OKUYUN VE DAGITIN” demis:
“Diyarbakir’da bir resmî bina insaati. Önündeki tabelada sunlar yaziyor:
Diyarbakir Istinaf Mahkemesi Binasi Insaati. Construction of Appeal Building Diyarbakir.
Hibe Sözlesme bedeli: 7 milyon 284 bin Euro.
Financed by (Parayi veren): European Union (Avrupa Birligi)
Faydalanici: T.C. Adalet Bakanligi (Republic of Turkey, Ministry of Justice)
Su anda ülkemizde istinaf mahkemeleri yoktur. AKP hükümeti bu mahkemeleri kurmak
için yasa tasarisi hazirlamaktadir. Tesadüf bu ya; bu mahkemelerin kurulmasini AB de
israrli bir sekilde istemektedir. AB’nin projesi ülkemizin bölünmesi sonrasi, bu
mahkemelerin eyalet mahkemeleri olarak kullanilmasidir. AB bunu açik açik dile
getirmektedir. AB sonuçtan o kadar emindir ki, 7 milyon euroyu bir çirpida bagislamis,
mahkeme binasinin insaatina bile baslamistir. Üstelik nerede? Tesadüf bu ya; yine
Diyarbakir’da. Özgür ülkemin, özgür meclisinin, özgür insanlari. Özgür ülkemde özgür
meclisimin karari bile olmadan, yasasi bile olmadan, özgür ülkem daha bölünmeden, AB
bu mahkeme insaatini nasil yaptirabilmektedir? Lütfen, gönderebileceginiz herkese
gönderin, lütfen.
Artik son sanslarimiz…”
Bu canhiras çigliga bir diger sinif arkadasim baska bir uyariyla katiliyor: “Uzaga gitmeyin
arkadaslar. Ayni insaat ve tabela Ankara-Sögütözü’nde.”
Bu habere Hürriyet'ten de ulasabilirsiniz. Sanirim ilk defa, Yeniçag gazetesinden naklen
Emin Çölasan yazmisti (01.04.07).
Iste tam “sehir efsanesi” denen sey. Gerçek durumsa söyle:
1) Çoktan kuruldu bu mahkemeler. 26.09.2004’te kabul edilen ve Resmî Gazete’nin
07.10.2004 tarih ve 25606 sayili nüshasinda yayinlanan 5234 sayili yasayla: “Adli Yargi
Ilk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adli Mahkemeleri Kurulus, Görev ve Yetkileri Hakkinda
Kanun”. Bütün Avrupa ve KKTC’de vardi, bizde de oldu. Gerekçesi, Yargitay’i bogan is
yogunlugunu azaltmak. Kimi nispeten önemsiz (örnegin, 1000 YTL’nin altindaki) davalar
Yargitay yerine buraya gidecek. Aynen, artik Danistay yerine Bölge Idare
Mahkemeleri’ne gittigi gibi.
Geçici Md. 2 Adalet Bakanligi’na bu is için 2 yil süre vermisti. Oysa AB’ye verilen projeler
hemen sonuçlanmadi, biraz da lâgarlik oldu, binalar vs. yapilamadi, bunun üzerine
uygulama 2010’a ertelendi. Olay bu.
2) Eyaletle ilgisi yok. Bütün önemli merkezler gibi Diyarbakir’da da yapiliyor. Ankara-
Sögütözü’nde de. Istanbul’da da. Diyarbakir deyince, demek ki Kürtler Ankara’yi da
almaya kararli! Agzimdan yel alsin yarabbi, su mübarek Ramazan gününde…
Hatay Suriye’ye, GAP Israil’e
Ortalikta fildir fildir dolasan ikinci sehir efsanesi, yabancilara mülk satisi konusunda.
Burada da ülkemizin bölünmez bütünlügü söz konusu oldugu için ulusalcilarimiz bizi en
çok iki konuda uyariyor:
1) Ata yadigâri Hatay elden gidiyor. Hatay’da toplam 120 milyon metre kare Suriyelilere
satildi.”
Maalesef burada da ulusalcilarimizda birazcik bilgi eksikligi mevcut: Hatay’in Türkiye’ye
iltihak ettigi 1939’dan beri Suriyelilere tek bir santimetre kare satilmadi. Bu mülkiyet
tablosu o tarihte Suriye vatandasligini seçenler nedeniyle.
2) GAP elden gidiyor. Israil GAP’tan sürekli toprak satin aliyor. Bunlar yarin buralarda
egemenlik iddiasinda bulunurlar. Yahudiler vaktiyle Filistin’de öyle yapmisti.
Burada da bir tuhaflik var. Tapu-Kadastro Gn. Md. M.Z. Adli’nin açiklamalarina göre Gn.
Kur., MIT ve MSB arastirma sonuçlari hiçbir Israillinin GAP’tan tasinmaz almadigini
gösteriyor. Bunlar 82’si Istanbul’da olmak üzere Türkiye’de toplam 133 tasinmaz almislar
(T.Isik, Radikal, 11.12.2004). “Efendim, Yahudiler kurnaz. Türk vatandaslari adina
aliyorlar”. Eh, birader, yapiyorlardir köftehorlar. Ne Yahudi’dir onlar. Ne Sabetaycidir
onlar. Her sey beklenir onlardan…
Sonuç: Yine paranoya
Sicak döviz girisi durdugu an allakbullak olacak bir ekonomiyle yasiyoruz. Bu yolla son
dört yilda giren döviz 7.1 milyar dolar (Y.Törüner, Milliyet, 11.08.07).
Ve bu kalici döviz. Gidici degil. Yabancilarin spekülatif sermayeyle geldigini, deve
yüküyle faiz götürdügünü, üstelik de bir kriz aninda hemen alip götürerek ekonomiyi
batirdigini söylüyoruz, ki tastamam dogru. Ama öbür yandan da yabancilarin, alip
götürmesi en zor olan tasinmaz mülkiyeti edinmesini “ülkeyi satmak” sayiyoruz.
Acaba kimi insanlarimiz “mülkiyet” ile “ulusal egemenlik” kavramlarini karistiriyor
olmasin? Böyle bir endise varsa, onun da çaresi var: Dikkat ederiz ki yabancilar
topraklarini bavula koyup götürmesinler. Veya, sayfiye evlerinde Bagimsiz Cumhuriyet
ilan etmesinler.
Bu sehir efsanelerinin özeti: Kürtler ülkeyi bölmeye gidiyor, AB buna yardimci oluyor,
ülkemiz parça parça satiliyor, bu parçalar üzerinde yeni ülkeler kurulacak.
Ben de Prof. Serif Mardin gibi ihtiyatli olayim: Ülkenin elden gitmesinden korkanlar hakli
da olabilir. Çünkü 28.07.07 tarihli Radikal’de çikan bir habere göre topraklarimiz
üzerinde “Ilk Irlanda Kolonisi” kuruldu bile. Kusadasi’nda “eski çöplük mevkiinde” toprak
almislar, tapulari dagitmislar. Iki havuz, bar, restoran, spor merkezi ve futbol sahasi da
yapmislar. Nasilsa denize kiyilari da var; bunlar yakinda elektriklerini de kendileri üretir,
kuyularini açar, sonra da bagimsiz cumhuriyet ilan ederler. Bakin, açik havada sigara
içmeyi bile yasaklamislar. Küstahliga bak.
-Bumiputra.(Baskin Oran)
12 Eylül cunta anayasasinin degismesini engellemek için Korku Spreycilerimiz her gün
yeni bir kesif hatta icat yapiyor. Dünkü (25 Eylül), “Nobel ödüllü O.Pamuk nasil 1.8
milyon dolara kat alirmis?”in ardindan bugün de “Anayasa taslagini hazirlayan
profesörler para aldi mi?” diye çikti. Artik saygi da mafis; muslukçu gerekince parayla,
profesöre gerekince bedava. Ama su sirada korku malzemesi olarak öncelik 2 M’de yani
mahalle ve Malezya’da.
Bu “mahalle” isine çok gülüyorum. Mahalle hep vardi ve hep olacak. Türkiye’nin en
“çilgin” yeri Bodrum’da bile mahalle ne biçim erkek egemen, muhafazakar, baskicidir;
“Dalavera Memet’in Bodrum Tarihi”nde ve “Eniste Gözüyle Bodrum”da çok anlattim.
Feyhan cuma pazarina gitmis, üstünde normal hatta astarli etek. Boyaci Ismail Usta
geliyor, elindeki pazar çantasini aliyor, usulca: “Sen hemen evine git, üstünü degis,
günes vurunca için gözüküyor. Ne lazimsa ben alir birakirim” diyor. Feyhan da tipis tipis
eve gidiyor, degistirmeye. Hasan ile Neyran’i büyütürken de bundan yararlanmiyor degil.
Hasan o siralarda yasi icabi haylaz. Eve hemen ihbar geliyor: “Senin oglan bugün okula
gitmedi, mendirekte gazete okuyupturu!” veya “Seninki motor kiralamis, simdi buradan
firtina gibi geçti”. Neyran 25 yasinda, daha hayatinda Bodrum’da iken kimseyle el ele
tutusmamistir.
Buranin bir “Muhtar Amca”si var, Ibrahim Denizaslani. 80’inin üstündedir. Herkes saygi
gösterir. Iki sene önce 31 yillik muhtarken fazla kisa etekle veya sortla gelene nüfus
sureti falan vermez, giyinip geldikleri zaman verirdi. Kimse de itiraz etmezdi. Birak
kadinlari, biliyor musunuz ki ben erkekligimle istedigim gibi sokaga çikamiyorum
Bodrum’da? Evimizin hemen arkasindaki pazartesi pazarina sadece sortla gidemiyorum.
Allahin sicaginda üstüme bir atlet veya tisört geçirip de gidiyorum çünkü pazarcilar
rahatsiz olduklarini hissettiriyor. Al iste sana, mahalle baskisinin dik âlâsi.
Tahakküm sona eriyor korkusu dur bakalim daha neler yaptirtacak. Bunlar da “Kemalist
devrimci”. M. Kemal hele de 1920’lerdeki mahalleyi hesaba katsaydi hangi Kemalist
devrimi yapacakti acaba?
Olmadi, Malezya verelim
Malezya saçmaligi Amerikali diplomat Holbrooke’un iki ülkeyi “Ilimli Islam”a örnek
vermesiyle basladi. Kimse kalkip da, bu adam Türklere oynasinlar diye yumak verdi
kuskusunu duymadi. Agzindan çiktigindan bu yana biz Malezya’yla yatiyor kalkiyoruz.
Kiminle yatip kalktigimizi bilelim hiç olmazsa: Malezya Federasyonu, Güneydogu
Asya’da 13 eyaletlik bir mesruti monarsi. 1963’te bagimsiz olmus. Ingiliz kuvvetleri
1971’de çekilmis. Bati kismi yarimada, arada Güney Çin Denizi var, dogu kismiysa ada.
Baskenti Kuala Lumpur dünyanin en yüksek kulelerini barindiriyor ama, ülkenin bati
kirsalinda insanlar direkler üstünde oturuyor, dogusunda ise daha düne kadar kafatasi
avciligiyla ünlenmis yerli halklar yasiyor. Bu eyaletlerin babadan ogula geçme dokuz
sultani Malezya Krali’ni bes yilligina seçiyor. Her eyaletin kendi yasalari var. “Oruç Polisi”
gibi bizi büyük heyecana ve “Bak, gördün mü!”lere sevk eden haberler bu 13 eyaletin
ikisiyle ilgili.
Peki, neden Islam ülkenin “resmî dini”? Neden bu kadar güçlü ve güçleniyor? Çünkü
Islam, yüzde 52’yi olusturan fakir Malaylarin yüzde 30’u olusturan zengin Çinlilere karsi
çikabilmeleri için bir toplumsal tutkal sayiliyor. Ne gibi? Malay-Müslümanlar açisindan
düsününce aynen milliyetçilik gibi birlestirici. Ama ülke bütünü açisindan düsününce
(gayrimüslimler % 40) aynen milliyetçilik gibi bölücü.
Malaylari nasil birlestiriyor? Anayasanin otomatik olarak Müslüman saydigi Malaylar,
“Malezya’nin Efendileri” olduklari gerekçesiyle (vallahi bu gerekçeyle) ve bu anayasanin
153. maddesine göre “Bumiputra” statüsüne sahip. Parlamentoda bile tartisilmasi
hukuken yasak olan bu madde (tanidik geldi mi?), Bumiputralara sayisiz ayricalik taniyor:
Üniversiteye ve memuriyete giriste kontenjan, otomobil ve tasinmaz alimlarinda % 5-15
arasi indirim, vs. (bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Islam_in_Malaysia ).
Bumiputralik, yani Malay-Müslüman ayricaligi nasil uygulaniyor? Kimlik bilgileri “MyKad”
adli kartin “smartchip”ine yüklü. 12 yas üstü herkes bu karti her kontrolde göstermek
zorunda (http://en.wikipedia.org/wiki/Malaysia ). Simdi anladiniz mi Islam niye önemli
Malezya’da? Yerli Malaylarin göçle gelmis Çinlilerle mücadele silahi! Anlatin da
anlayayim, bunun neresi Türkiye’ye benziyor? Ama derseniz ki bu Bumiputralik
“birlestiricilik” açisindan Kemalizm’in Malezya versiyonuna benziyor, ben demedim siz
dediniz.
Hani, yeniçeri Yahudi’yi yere yatirmis, bogazina biçagi dayamis: “Ulan, Isa Peygamber’i
çarmiha gerersiniz ha!”. Yahudi inliyor: “Aman yigidim, bu 1500 sene önceydi”. Yeniçeri
köpürüyor: “Olsun! Ben daha yeni duydum!”. Bunlar yeni seyler degil. 153. maddenin
kökü taa Ingiliz sömürge yönetimine kadar gidiyor. Holbrooke yem atinca mal bulmus
Magribî gibi atlayan Korku Spreycilerimiz sayesinde biz yeni duyuyoruz. S.Arabistan’la
korkuttunuz, Iran’la korkuttunuz, simdi de sira Malezya’ya mi geldi?
84 yillik aczin itirafi
21 Eylül günü Hasan Cemal yazdi: “TBMM Seref Salonu. Askeri cuntanin üyeleri yan
yana dizilmis. Balkonda, Cumhurbaskanligi Filarmoni Orkestrasi Beethoven'in Kader
Senfonisi'ni çaliyor. Darbe, kutlamalari kabul ediyor. Yüksek yargi organlarinin üyeleri,
üniversite rektörleri siraya girmis, daha alti gün önce parlamentoyu kapatarak parti
liderlerini hapsetmis darbecileri tebrik ediyorlar”. Peki bugün?
Anayasa Mahkemesi, TBMM toplanamasin diye, 276’yla cumhurbaskani seçilen bir
ülkede toplanti yeter sayisini 367 ilan ediyor. Yargitay, gayrimüslimleri “yabanci” ilan
ettikten, Hrant’in 301’den cezasini onayladiktan ve Kaboglu’yla benim beraat kararimi
bozduktan sonra P. Selek’in yargilanmasina gerek olmadigina dair karari da bozuyor.
Bizim karar 12 Temmuz’da çikmis, avukatlarimizin bile haberi yok, taa 13 Eylül’de tam
anayasa tartismalarinin göbeginde “Yargitay’in tutumu iste budur” dercesine basina
açiklaniyor. Yargimiz çok tutarli: Askerleri 1980’de nasil desteklemisse simdi de ayni seyi
yapiyor.
Bir video klip çikiyor: “O gün öyle desinler, / Bugün böyle desinler, / Fatihalar, Yasinler, /
Bitmez Karadeniz'de” diye siddeti överken derhal karakolda Türk bayragi önünde
çekilmis meshur fotograf ekrana geliyor. “Hiç kimse vatanini, / Satmaz Karadeniz'de /
Vatan satsa bir kisi, / Aninda biter isi” dedigi anda da canim cigerim Hrant kaldirimda
arkadan vurulmus yatiyor. Izmir ve Erzurum barosu baskanlari bu rezillige arka çikiyor,
haklarinda sorusturma bile açilmiyor. Ama Yargitay, içinde siddetin s’si bulunmayan,
yönetmeligin amir hükmü (md. 5) geregi yazdigim bilimsel Azinlik Raporu’nu “açik ve
yakin tehlike” ilan ediyor. “Ifade özgürlügü sinirlarini asmistir” diyor. “Kin ve nefret
yaymaktadir” diyor.
1992’de TÜSIAD’a hazirladigi Rapor’da (acaba TÜSIAD telif ücreti vermemis miydi?)
“Tek Parti döneminde Kemalist ilkeler ulusal birligin saglanmasinda bir asamayi
simgelemektedir. Liberal demokratik rejimlerde devletin bir resmi ideolojisi olamaz"
demis olan YÖK baskaninin bir isareti üzerine bütün rektörler ve üniversiteler
ayaklaniyor: “Yeni anayasayi istemezük!” Üniversitemiz çok tutarli: Askerleri 1980’de
nasil desteklemisse simdi de ayni seyi yapiyor.
Tamam. Ama bütün bunlari laiklik adina yaptiklarini söylemesinler. Bumiputra’nin
tanimindaki “Türk” kelimesini muhafaza etmek için yaptiklarini söylesinler, yeter.
Dikkat ettiniz mi bilmem: En sik kullandigimiz terimlerin anlami çogunlukla net degildir.
“Aydin” bunlarin basinda gelir. Önce izninizle biraz teori yapalim, sonra ülkemize
döneriz.
Aydin terimi Bati dillerine çevrilemez. Çünkü yalnizca azgelismis ülkelere özgüdür.
Ortaçag’in izlerini silen “Aydinlanma”dan gelir. Aydin, bu çagi yasamamis olan kendi
ülkesinde onu simüle etmeye çalisan toplumsal tabakanin adidir.
Toplumsal tabaka? Küçük burjuva’nin hayatini okumuslukla kazanmayan türüne “esnaf”,
kazanan türüneyse “aydin” denir. Bu ikisinin arasinda ilginç bir karsitlik vardir: Birinci tür,
yani esnaf, Batililasmaya karsidir. Çünkü Bati’nin altyapisi olan kapitalizmin tekelci
egilimi onu devreden çikarir (“Kahraman Bakkal Süpermarket’e Karsi”), Bati’nin üstyapisi
da zivanadan çikarir (cinsel özgürlük, mini etek, vs.).
Ikinci türü olusturan aydin ise, tam tersine, Bati’dan ayri düsünülemez. John Kautsky’nin
çok ögretici tanimiyla o, “modernlesme kendi ülkesine ulasmadan modernlesmenin
ürünü olan” kisidir. Bunu yapan Bati egitimidir. Ülkenin geneli Bati’yla ilgisiz oldugu için,
bu egitimi alinca ülkesine yabancilasir. Yabancilasinca, orada yasayabilmek için ülkesini
Bati’ya benzetmeye girisir. (Zaten bu nedenledir ki, Islamci aydin olmaz. Müslüman
(mütedeyyin/dindar) aydin olur, ama Islamci aydin olmaz). Tabii, bunu yapabilmesi için
ise Bagimsizlik’i elde etmekle girisecektir çünkü bu evre Batililasma için gerekli ön
asamadir.
Aydinin 2 temel sinifsal niteligi vardir. Siniflararasi (yani proletarya ile burjuvazi arasinda)
olusu onu kompleksli ve yetenekli yapar: Asagiya düsmemek ve yukariya çikmak
çabasinin sonucudur bu. Zaten aydina “belkemiksiz” denmesi de bu yüzdendir.
Asil önemli olan, aydinin siniflarüstü niteligidir. Çünkü, alttan hiçbir reform talebi
üretmeyen (hatta, tersini üreten) ülkesinde sinif yapisinin gelismemis olmasindan
yararlanarak devleti ele geçirir ve “yukaridan devrim” yapar. Yukaridan devrim, devleti
ele geçiren aydinin hukuku (üstyapiyi) degistirme yoluyla ülkeyi toptan degistirmesinin
adidir.
Hangi Bati?
Bu durumda aydin kavraminin 2 temel çizgisi ortaya çikiyor: 1) Baticidir; 2) Kurdugu
devletle kendini özdeslestirmistir.
Ama, hangi Bati? Nasil devlet? Aydin, model aldigi Bati’yi belli bir tarihte donmus kabul
ederek statik olarak mi algilayacaktir, yoksa Bati’nin evrimini izleyen dinamik bir yorum
mu yapacaktir?
2007 yilinin AB tarafindan temsil edilen Batisi, “tek” kelimesiyle baslayan kavramlar (tek
parti, lider, kültür, dil, ideoloji, millet, vs.) tarafindan temsil edilen 1930’lar Batisinin
antitezi oldugu için, bu iki sorunun yaniti fevkalade önemli. Aydin eger birinci (statik) yolu
izlerse anti-Bati bir tutuculuga saplanabilir. Bu ugurda, ülkenin yasamina bitmek
tükenmek bilmeyen anti-demokratik müdahalelerde bulunmaya girisebilir. Her etkiye bir
tepki gelmesi fizik kurali olduguna göre, bu müdahalelere gelecek kaçinilmaz tepkiler
ülkenin iç dinamigini yipratabilir. Dahasi aydin, devleti yönetmenin ister istemez getirdigi
bir dizi ayricaligi koruma pesine de düsebilir.
Türkiye’de aydin, ülkeyi 1920 ve 30’larin Batisina uydurmak yönünde çok ciddi bir basari
kazanmisti. Yari-feodal bir imparatorluktan modern bir ulus-devlet’e geçisi saglamisti.
Ümmet’ten millet’e geçisi basarmisti. Tebaa’dan vatandas’a geçisi temin etmisti.
Fakat bugün, soyadi asimilasyon olan ulus-devlet’ten demokratik devlet’e geçmeyi
vatani bölmekle es tutuyor. Alt kimlikleri tanimayi reddeden millet’ten çogulcu ulus’a
geçmeyi ihanet olarak yorumluyor. Alt kimligi inkar edildigi için bu ülkede kerhen
yasayan vatandas’tan, alt kimligi tanindigi için bu ülkede severek yasayacak vatandas’a
geçmeyi engellemek için kendini paraliyor.
2007 = 1930 ?
Bugün maalesef çogu aydin, kendisine “Kemalist” adini yakistirarak, gerek devletin
statüsü (bagimsizlik ve egemenlik) ve gerekse yurttasin statüsü (özgürlükler) bakimindan
1930’larda demir atmis vaziyette.
1) O tarihlerde yani iki dünya savasi arasi dönemde “bagimsizlik” kavrami gerçekten
güçlüydü. Çünkü hem Ingiltere-Almanya arasindaki çekisme üçüncü ülkeler için genis bir
bagimsizlik alani yaratiyordu, hem de 1929 ekonomik bunalimi Bati’yi kendi basinin
derdine düsürmüstü. SSCB de o dönemde dogmustu. Daha önce ve daha sonra böyle
bir döneme rastlanmadi. Bugün onu aramak tam bir aymazlik.
Kaldi ki, öyle bir ortamda bile Türkiye bugünkü çogu aydinin
“bagimsizliktan/egemenlikten vazgeçme” olarak nitelendirebilecegi neler yapti, Lozan’i
bilmedikleri için farkinda degiller. Türkiye Musul konusunda kesin karari Milletler
Cemiyeti Meclisi’nin verecegini ilan etti (Lozan md.3/2). Azinliklar konusundaki 38-44.
maddelerin “hiçbir resmî metin ve hiçbir resmî islemle” degistirilemeyecegini kabul etti
(md.37). Gümrüklerini 5 yil yükseltmemeyi taahhüt etti. “Danisman” adi altinda gelecek
yabanci uzmanlarin yargi mekanizmasini ve saglik hizmetlerini 5 yilligina denetlemelerini
kabul etti. Her TC vatandasinin açik toplantilarda, basinda ve yayinda istedigi herhangi
bir dili kullanmasini kabul etti (md.39/4). 29 Ekim 1914’ten önce verilmis ekonomik
imtiyazlari geçerli saydi.
Bütün bunlarin farkinda degiller. Bir ülkenin kendi iradesiyle ve sinif atlamak için
yapacagi egemenlik devrini “bagimsizliktan vazgeçme” olarak algiladiklari için bugün
AB’ye girmeye de karsi duruyorlar. XIV. Louis’den sonra “L’Etat, c’est moi” (Devlet
ben’im) demeyi marifet sayiyorlar. “Anti-emperyalizm” adi altinda yabanci düsmanliginin
sinirlarini zorladiklarinin farkinda degiller.
2) Türkiye’deki aydinlarin çogu; bireyin özgürlügü, ademi merkeziyet, çokkültürlülük gibi
konularda 1930’larda kalakalmis vaziyette. Bugünkü Bati’nin bu temel ilkeleri
gerçeklesirse “vatanin ve milletin bölünmez bütünlügü”ne biseyler oluverecegi siirini
hazirolda ezbere okuyorlar durmadan. Iç dinamigin özerk sürecini askerî darbe ve
müdahalelerle sürekli olarak engelliyorlar.
“Bati” kavraminin bu statik/arkaik algilamasina, bir de, bu engellemelere gelen seçmen
tepkisinden ve ayrica on yillar boyu kendi yarattiklari zombilerden duyduklari ürküntüyü
katin, bugünkü çogu aydinin Bati ve onun demokrasisi hakkinda ne düsündügünü hemen
anlayabilirsiniz. Tabii, 1920’ler zihniyetinin sagladigi ayricaliklardan yoksun kalma
duygusunu da eklemeniz tavsiye olunur.
-Altay Tokat Pasa olayinin simdiki öyküsü.(Baskin Oran)
E. Korgeneral Altay Tokat, hakkinda açilan son davada da aklandi. Bu olaganüstü olay
tarihe kalsin diye bir özetlemek istiyorum. Baska bir sey de yapmayacagim. Gerekmiyor.
Olayin “bomba”sini 27.07.06 tarihli Yeni Aktüel’de gazeteci Semin Gümüsel patlatti: “Ben
de bomba attirdim”. Altay Pasa mülakatta sunlari söylemisti:
“Semdinli olayindaki bomba ‘Arkadas, dikkat et, onu yapma’ demek için, ikaz için de
atilmis olabilir. Ama istihbaratçilar bunu beceriksizce yaptilar. Olayi disaridan kontrol
etmek yerine hata yaptilar. Suikasta götürdüler. Benim zamanimda ben de bomba
attirdim”
Muhabir: “Nereye?”
“Bir, iki kritik noktaya”
“Siviller de var miydi orada?”
“Bos yerlerdi. Batidan gelen memurlar, hakimler isin ciddiyetini anlamiyor. Sunlar hizaya
gelsin diye evlerine yakin iki yere attirdim. Ondan sonra anladilar ki çok dikkatli olmalilar.
Bir musibet bin nasihatten iyidir. Öylece onlari egittim ben. Bunu hemen aman ‘Bomba
atmak yasaktir’ diye yorumlayamazsin.”
“Ama o bombalamada birileri zarar görebilirdi?”
“Yok, hayir. Onun hesabini ben yapiyorum. Mesela bazen Hakkari’nin yaninda havan
atesi yaptirirdim.”
Çorap sökügü gibi
Haber patlayinca, Altay Pasa sözlerinin ardinda durdu: “Bunda ne var. Bunlarin hepsi
egitim amaçli, harekât planlarinin bir parçasi. Alnim ak. Zamanasimi var. 15 yillik süre.
Sorusturma olmaz”. (A.Keskin, Radikal, 28.07.06)
Fakat sanki bir baraj yikilmisçasina birtakim haberler sökün etmeye baslamisti. Pasa’nin
MHP MYK üyesi oldugu ögrenilmis, partiden yapilan açiklamada “Bizi baglamaz. Ihracini
engellemek için sürekli mazeret dilekçesi yolluyor” denmisti. Diger yandan, Pasa’nin
baska olaylardan sanikliklari ortaya çikmisti:
1) 13 Agustos 1989: “Devlet Istanbul’da uyguladigi kanunu burada vatandasa aynen
uyguluyor. Benim sistemimde olsa kisa sürede bunlari yok edebiliriz. Benim sistemimde
degil insan, ot bitmez. Güneydeki komsumuz, 50 yil kendilerine karsi savasan insanlari,
bir harekâtla hepsini yok etti. Biz istesek ayni sekilde yok edebiliriz.” (Milliyet, 13.08.89,
E. Mavioglu, “Bombaci”, Saddam’a özenmis, Radikal 03.08.06).
2) Rüsvet ve yolsuzluk davasi: Bu haber Sabah gazetesinin 17.06.04 tarihli sayisindaydi.
ZRG firmasinin, Gebze’deki muazzam gazyagi kaçakçiligiyla ilgili olarak iki müstesar
yardimcisi ve bir genel müdürle birlikte Altay Pasa’ya da 42.000 Avro havale ettigine
iliskin dekonta ve kendisine hediye edilen 06 AJ 0102 plakali Passat otomobile el
konulmustu.
3) Kaçakçilik ve nüfuz ticareti: Ayni saniklarin Antalya-Alanya demiryolu projesi ihalesi,
uzman erbas sinavi, sigara ve çanta kaçakçiligi, yolsuz arazi alimi, dava takibi gibi çesitli
konularda protokol yaparak anlasmis bulunduklari saptandi (Milliyet, 28.07.06).
Bunlara karsilik, Altay Pasa’nin 1997’de K.Irak’a yapilan Çekiç Harekâti’ni yönettigi
duyuldu (Radikal, 28.07.06). Yeni Çag gazetesinde Altemur Kiliç ise söyle yakiniyordu:
“Kol kirilir, yen içinde. Bunlari açiklamanin yeri ve zamani mi idi aziz Pasam? Bu konuda
‘zaman asimi’ olur mu?” (30.07.06).
Yarginin tutumu
Sivil yargidan bir ses yoktu. Buna karsilik Genelkurmay Baskanligi sorusturma baslatti.
Basinda yapilan yorumlar, Pasa’nin bomba attirmak suçundan kurtulsa bile, “suçu
övmek”ten yargilanacagina iliskindi. Çünkü bomba atma suçunu savunmustu (A.Keskin,
Radikal, 29.07.06).
Nihayet Agustos 2006’da, 3 ayri suç duyurusu üzerine (Diyarbakir Barosu; IHD ve
Mazlumder; Yurtsever Cephe Hukukçular Inisiyatifi) cumhuriyet savciliklari da “görevi
kötüye kullanma” ve “genel güvenligi kasten tehlikeye sokma”dan sorusturma baslatti.
Dava açildigi takdirde 6 aydan 3 yila kadar hapis istemi söz konusu olacakti (Radikal,
01.08.06).
Eylül 2006’da Genelkurmay Askerî Savciligi, Altay Pasa hakkinda “komutanlara karsi
güven hissini yok etmeye çalismak ve yetkili olmadigi halde askerî konularda açiklama
yapmak” ve “meskûn mahalde bomba atmak” suçlarindan 6 yila kadar hapis istemiyle
dava açti (Radikal, 05.09.06).
Ekim 2006 sonunda askerî savcilik “yetkisiz açiklama yapmak” suçlamasi konusunda
davanin sivil mahkemeye gönderilmesine karar verdi. “Bomba atmak”tan ise askerî
bassavcilik “dava için yeterli yasal sebeplerin mevcut olmamasi nedeniyle kovusturmaya
yer olmadigi”na hükmetti. Gerekçe suydu: “Sanigin emekli oldugu son rütbe ve askerlik
meslegi içinde üstlendigi terörle mücadele faaliyetlerini yasa disi yöntemlerle yürüttügü
izlenimini dogurmustur. Bu, sabit oldugu takdirde, elbette suçtur. Her toplumda kamu
görevlilerinden bazilarinin zaman zaman suç isledikleri bilinen bir gerçektir. TSK’nin en
güvenilir kurum olma özelligini tasidigi ve sanigin söylemlerinden ve eylemlerinden
etkilenmeyecek kadar saglam bir organizasyona sahip oldugu ulusumuzca bilinmektedir”
(Radikal, 31.10.06). Bendeniz bunu tam anlamadim, ama gazetede eksik yazilmis
olabilir.
Bu sirada, Altay Pasa hakli çikti. Hakkari C.Bassavciligi, “halki kin ve düsmanliga tahrik”,
“yargi görevini yapani etkilemeye çalisma” ve “memuriyet yetki ve görevini kötüye
kullanma” suçlarinin islendigini belirledi, fakat zamanasimi oldugunu belirterek dava
açmadi. Takipsizlik kararinda, Altay Pasa’nin Ankara Askerî Savciligi’na verdigi bir ifade
de alintilanmisti: “Hakkari’de attirdigim bomba gerçek bomba degildi” (Radikal,
13.04.07).
Sonunda, 15 Kasim 2007 tarihli basindaki, “birkaç bomba” olayindan beraat etme haberi
çikti. Milliyet’e göre Istanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi Savciligi sanigin bombalama
eylemleri yaptirdigina yönelik kanit bulunmadigini ve ifadesinde yanlis anlasildigini
söyledigini belirterek, beraatini istedi. Mahkeme de Tokat'in beraatina hükmetti.
Birgün’deki habere göre savci “Sanigin ifadelerine ragmen görev yaptigi sirada
tuggeneral seviyesinde bulundugunu, hâkim evlerine yakin bir yerde bomba attirma
eylemiyle ilgili olarak kendisine özel bir izin verilmesinin söz konusu olamayacagini,
sanigin güvenlik önlemlerinin alinmasiyla görevi oldugunu ve aksinin
düsünülemeyecegini” ifade etti. Bunun yani sira savci, “Sanigin astlik-üstlük iliskilerini
zedelemeye, amir veya komutanlara karsi güven hissini yok etmeye yönelik hareketlerde
bulundugu iddiasinin ise unsurlarinin olusmadigi”ni belirtmisti.
Basini özetledim. Baska bir sey yapmadim.
Altay Pasa’nin Gebze’deki gazyagi kaçakçiligiyla ilgili olarak aldigi iddia edilen 42.000
Avro’nun dekontlarinin, hediye edildigi söylenen Passat otomobilin ve diger kaçakçilik-
nüfuz ticareti olaylarinin yargidaki devamiyla ilgili bir habere rastlayamadim. Takipsizlik
mi verildi, dava açildi da sessizce beraat mi verildi, bilmiyorum.
Finlandiya üzerine yazilmis ünlü kitabin adi bu degil, tabii. Dogrusu: “Beyaz Zambaklar
Ülkesinde”. Bizde özellikle Harbiye ögrencilerinin amentülerinden biri olarak bilinir.
Finlandiya’nin nasil kalkindigini yabanci (Grigoriy Petrov) gözünden ve kaleminden
anlatir.
Finlandiya ile Türkiye yalnizca alti yil arayla kurulmus. Üstelik, bu insanlarla yaptigim
uzun konusmalardan ögrendigim kadariyla pek ayni fikirde degiller ama, Macarlarin
yanisira Finlerin de Türk oldugu bizim pek malumumuzdur. Onun için simdi bir anligina
gözlerinizi kapayin, Finlerin yerine Türkleri koyun:
Türkiye’nin çektikleri
Türkiye (Osmanli) tam 6,5 yüzyil Yunan egemenliginde kaldi (1155-1809). Bugün de
bunun sonucu olarak Yunanca, Türkçenin yani sira ülkenin ikinci resmî dilidir. Bütün
sokak isimleri ve hatta reklamlar iki dilde yaziliyor. Ayrica, Türkiye sinirlarina dahil oldugu
halde Imroz ve Bozcaada’da tek resmî dil Yunancadir.
Türkiye Yunan egemenliginden 1809’da kurtuldu, Rusya’nin yönetimine girdi. Iç islerinde
özerk olarak. Anlayacaginiz, Yunanlilar Türkiye’yi Ruslara devrettiler.
1835’te, ulusal destan Ergenekon ilk defa yayinlandi.
Türkiye 6 Aralik 1917’de Rusya’dan bagimsizligini elde etti. Fakat bu bagimsizlik üzerine
Imroz ve Bozcaada “kendi kaderini tayin hakki” kullanarak Yunanistan’a katilmak istedi.
Milletler Cemiyeti askerden arindirilmak ve özerk kilinmak sartiyla burayi Türkiye’ye
birakti. Türkiye de 6 Mayis 1920 tarihli yasayla adalara eyalet parlamentosu kurma hakki
tanidi. Yunancanin tek resmî dil olmasi bundan.
Türkiye, Ikinci Dünya Savasinin baslamasiyla birlikte, bu sefer SSCB isgaline ugradi.
Ancak 1947 anlasmasiyla kurtuldu. Bir kisim topraklarini SSCB’ye birakmak zorunda
kalarak.
Burasi Türkiye. Daha önce iki yazidan (hatirlayamadiysaniz, yollayayim) agzim fena
yandigi için olayi hemen tadinda birakayim. Yukaridaki bilgilerde “Türkiye”yi Finlandiya,
“Yunan”i Isveç yapiniz. Rus aynen kalsin. “Imroz ve Bozcaada” yerine de Aaland
Adalari’ni rica edeyim. Bir de, “Ergenekon” çikacak, Kalevala girecek.
Bütün bunlarin özeti su:
1) Dis açidan: Finlandiya dista sorunlu. “Çok hassas” bölgede kurulmus. Iki bögrü
“düsman komsu”. Bunlar ülkeyi isgalde siraya girmisler.
2) Iç açidan: Finlandiya içte sorunlu. Nüfusun yüzde 5,6’si anadil olarak Isveççe, bir
kismi da Sami (yerli) dili konusuyor. Çogunluk Luteran olmakla birlikte, Ortodokslarin
yani sira “hiçbir dinden yazilmayan”larin orani yüzde 13. Hepsinden önemlisi, Finlandiya
ile Isveç arasindaki denizin tam orta yerindeki Aaland Adalari’nin resmî mensubiyeti
disinda her seyi (halki, yönetimi, dili, resmî dili, kültürü, vs.) Isveç’in. Azinlik konularini
bilenler sunu iyi bilir: Bir ülkedeki azinlik ülkenin orta yerindeyse korkacak fazla bir sey
yoktur. Sinirdaysa, durum ciddi olabilir. Eger bir adadaysa, çok ciddidir. En basit örnek:
Fransa ve Korsika.
1950’de babam bir Beyaz Rus’tan Alsancak’ta iki katli bir Rum evi aldi. Göztepe’deki kira
evimizden oraya geçisi animsamiyorum; fazla küçüktüm. Ama çok iyi animsiyorum ki eve
yerlesir yerlesmez büyük bir sikintiya battim: Iki ayakyolu da alafrangaydi.
Oturamiyordum. Pis oldugundan degil, üstüme veya ahsap oturak yerine bulastiracagim
korkusundan. Epey bir süre üstüne tünedim. Zor alistim.
Onun için, tüneyenleri anliyorum. Tabii, kapagini kaldirarak.
Büyük icat
9 Aralik tarihli gazetelerde büyük bir icadin fotografli haberi çikti. Antalyali girisimci
mühendis Ercan Evren, alafranga tuvaletleri alaturka gibi kullanmaya olanak verecek bir
düzenek yaratmis. Alafranganin etrafina at nali biçiminde bir basamak konuyor ve onun
üzerine tüneniyor. Bu kadar basit ve basarili bir tasarim olabilir. Tam bir “Kristof Kolomb
Yumurtasi”. Üstelik de, kirmadan.
Büyük önemi hijyenik olmasindan degil, bagdastirici olusundan. Iki karsit tarafi,
fedakarliga zorlamadan birlestiren bir model karsisindayiz. Bu mantik genellestirilse, bu
ülkedeki bir sürü saçmasapan inat bitecek. Çünkü alaturka tuvalet bir tez, alafranga
antitez, bu icat bir sentez. Yani, tezden de antitezden de farkli ama onlarin birlesmesiyle
olusan bir çözüm.
Bu memlekette sana zarar verse bile inat esas, uzlasmaysa çok istisnaidir. Hacca
gidebilmek için asi yaptirmak gerek. Ama birçok haci, igne yapilacak yer alkollü pamukla
dezenfekte edildigi için asi yaptirmak istemiyor. Böylelerine çikis izni vermesen ibadet
özgürlügünü kisitlarsin. “Git de geber” deyip yollarsan kamu sagligina ve düzenine aykiri
davranirsin. Oysa çözüm basit: Antalyali mühendisin yöntemini izlemek ve asiyi
yaparken alkollü olmayan bir dezenfektan kullanmak.
Peki, ya haci adayi bu yönteme de razi gelmezse? Iste o zaman çikis yapmasini önlersin
ve kimse itiraz edemez.
Inadim inat…
Fevkalade “Ortadogulu” olan bu “inat kültürü”, AKP’li Avni Dogan’in "Bizim kültürümüz
tektir, adi da Türk-Islam kültürüdür"üyle (Radikal, 07.12.07) birlesince ibadullah bela
üretiyor.
Mesela, Cuma namazi. “Dinciler” bu namazi çalisma saatleri içinde kilmak için kendilerini
paraliyorlar, “laikler” de bu namazi hiç kildirtmamayi basarabilseler iftihar edecekler.
Hem çagdas hem iyi bir Müslüman olan, elli yasindan sonra gidip yerinde Ingilizce
ögrenmis dostum Yilmaz Ensaroglu’na da dogrulattim: Cuma namazinin vakti ögle
namazinin vaktidir. Bu vakit de günes tam tepemize vurdugu andan yaklasik 45 dakika
sonra baslar, ikindi vaktine (bir esyanin gölgesinin esyanin iki katina ulastigi ana) kadar
uzanir. Yani ögle ve/veya Cuma bu arada herhangi bir vakitte kilinabilir. Yaklasik 2,5
saatlik bir zaman dilimi.
Bu durumda, istenirse Cuma namazi vakti dine uygun olarak degistirilebilir. Nitekim,
internete girin, örnegin 02 Kasim 2006 tarihli su haberle karsilasacaksiniz: “Ankara
Müftülügü yaz saati uygulamasinin sona ermesi nedeniyle Cuma namazi saatinde yeni
düzenlemeye gitti. Buna göre, su günlerde saat 11.40 dolayinda okunan ögle ezani,
yarindan itibaren Cuma günleri Ankara’da bir süre saat 12.00’de okunacak”.
Kaldi ki, T. Erdogan’in Cuma’ya yetisebilmesi için geçenlerde Denizli’de ezanin 15
dakika geç okundugu (www.dizi-tr.com) ve Mart 1986’da da T. Özal’in yetisebilmesi için
yine Cuma namazinin Hacettepe Beytepe kampüsünde 30 dakika geç kilindigi da
(http://forum.kanka.net/archive/index.php/t-443336.html) ayrica malum.
Bu durumda, 8 Aralik tarihli medyada çikan haberi nasil düsünmek lazim? CHP’li
baskanvekili bütçe görüsmeleri sirasinda “Cuma arasi” vermiyor. Bunun üzerine AKP
milletvekilleri toplu olarak kalkip, 7’si kadin 12 kisiyi “artçi” birakarak, namaza gidiyorlar.
Meger 5 yildir Meclis, ögle yemegi arasini Cuma namazi saatine denk getirmekteymis.
Aldirmadan kalkip giden AKP’li milletvekillerinin ne düsündügünü medya yazmiyor. Ama
söyle düsündüklerine eminim: “Cuma’ya istedigimiz zaman gideriz. Zaten 5 yildir
kazanilmis hak”. Yani, Ankara Müftülügü sorun çikmasin diye Cuma ezaninin okunmasini
ögle yemegi tatiline (12.00) aliyor, ama milletvekilleri bir sorun çikmasindan çekinmiyor.
Çekip gidiyor.
CHP’li baskanvekilinin bu durumda ne söyledigini de yazmiyor medya. Ama çekip
gidenleri kontrpiyede birakacak ve düsündürecek su sözleri söylemedigine eminim:
“Cuma namazi ikindiye yani 14.28’e kadar kilinabilir. Programdaki gibi 13.00’de ara
verdigimde gider, iki rekâtlik dinsel farizanizi eda edersiniz. Allah kabul etsin”. Yani, bir
uzlasma yaratmak için herhangi bir girisim yapmiyor. (Tabii, bu yazdigim gerçege
uymuyorsa, yani CHP’li baskanvekili buna benzer seyler söylediyse, sözlerimi geri aliyor
ve kendisini tebrik ediyorum).
Inatlarin sonucu
Tabii, siviller inatta kafiye tutturunca, askerler tunç kafiye tutturur. Silaha sadece terörist
sarilmaz ki; onlar da ara sira silaha sariliyorlar. 27 Mayis 1960’da “Kardes kavgasina son
vermek için” TBMM’yi kapatiyorlar. 12 Mart 1971’de “Anarsiyi önlemezseniz kapatiriz”
diyorlar ve kapatmaktan beter ediyorlar. 12 Eylül 1980’de bu sefer de “Bölücülük ve
irticayi önlemek” için kapatiyorlar. Arkasindan 27 Nisan 2007 gecesi “Ulu Önder
Atatürk'ün ‘Ne Mutlu Türk’üm diyene’ anlayisina karsi çikan herkes Türkiye
Cumhuriyeti'nin düsmanidir” diyorlar ve hizlarini alamayip ilave ediyorlar: “ve öyle
kalacaktir.”
Ulusal iradenin ikide birde bu biçimde yorumlanmasi yaralara çare olmamis ki son olarak
Org. Büyükanit 11 Aralik’ta, aleyhine Anayasa Mahkemesi’nde yeni açilmis dava
bulunan DTP’yi kastedip “PKK Meclis’e girerek legallesmistir” diyor.
Çünkü, aldiklari maarif (Ah! Sakalli Celal!) onlara “Vatan mevzubahis olunca gerisi
teferruattir” diye ögretiyor. Halkin iradesi, teferruat. Üstelik, 1960 darbesinde TSK Iç
Hizmet Kanunu Md. 35’le kendi kendilerine verdikleri “Cumhuriyeti korumak ve kollamak
görevi” durumu legallestiriyor.
Bu demeçle Org. Büyükanit ulusun iradesini hiçe saymakla da kalmiyor. Su 5 suçtan en
az birini isliyor:
1) DTP’nin terörist oldugunun kaniti elindeyse, bunu savciliga bildirmemek suçu (TCK
md.284/3 geregi 1,5 yila kadar hapis);
2) Kaniti yoksa, milletvekillerine hakaret suçu (TCK md.125 geregi 2 yila kadar hapis ve
ayrica para cezasi);
3) Kaniti yoksa, TBMM’ye alenen hakaret suçu (TCK 301/1 geregi 3 yila kadar hapis);
4) Kamu görevlilerine siyaset yasagini ihlal (211 s. TCK Iç Hizmet Kanunu Md. 43; ayrica
1632 s. Askerî Ceza Kanunu md. 148/C geregi 5 yila kadar hapis);
5) Kovusturma sürerken mahkemeyi etkilemek amaciyla beyanda bulunmak suçu (TCK
md.288 geregi 3 yila kadar hapis)
Ben söylemiyorum. Türkiye Cumhuriyeti kanunlari söylüyor. Açiniz, bakiniz.
Genelkurmay baskaninin anayasada dokunulmazligi varsa, onu bilemem.
Simdi gördünüz mü bu tuvalet icadinin önemini?
Irak’a basarili bir hava operasyonu yaptik. Son model uçaklarimiz nokta atisiyla terörist
yuvalarini dagitti. Üstelik kis günü ve gece vakti. Iki sey söylenebilir:
1) “Terör sorunu K. Irak’i vurmadan bitmez” dedigimize göre bu is herhalde artik
bitmektedir;
2) Uluslararasi bir tepki gelmemistir.
Galiba, 1938 yilindayiz. Çünkü bunlar o yil da gerçeklesmisti.
Insanüstü önlemler
Seyh Sait isyaninin hemen ardindan Takrir-i Sükun Kanunu ve askerî harekatla
yetinmeyip bir de gizli reform plani yaptik: Eylül 1925 Sark Islahat Plani. Burada her seyi
inceden inceye hesapladik. Kimi önlemler söyleydi:
- Ermenilerden kalan arazinin Kürtlere kiraya dahi verilmemesi ve buralarin evleri,
hayvanlari, tarim araçlari ve bir yillik geçimleri hükümet tarafindan saglanacak biçimde
Balkan ve Kafkas göçmenleriyle iskan edilmesi. On yil içinde buraya 500.000 göçmen
yerlestirilmesi (md. 5).
- Isyani bastirma masraflarinin bölge halkina ödetilmesi (md. 8).
- Bölgedeki “tali memuriyetlere dahi Kürt memur tayin” edilmemesi. Burada görev
yapacak jandarma dahil bilumum memurlara “tahsisat-i fevkaladelerinin” yüzde 75’i
oraninda zam verilmesi, ordu mensuplarina “1 ilâ 5 nefer tayini” oraninda zam yapilmasi
(md. 10).
- “Aslen Türk olup, Kürtlüge maglup olmaya baslayan” il ve ilçelerdeki devlet
dairelerinde, okullarda, “çarsi ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar”in
hükümet ve belediye emirlerine karsi gelmekten ve mukavemetten cezalandirilmasi (md.
13). (Bu ceza Kürtçe ve Arapça kelime basina 5 kurus olarak gerçeklesecektir).
- “Aslen Türk olan fakat Kürtlüge” asimile olmak üzere bulunan veya Arapça konusan
yerlerde acilen yatili okullar ve “mükemmel kiz mektepleri” açilmasi (md. 14).
- Firat’in batisindaki daginik Kürt yerlesimlerinde Kürtçe konusmanin “behemehal”
yasaklanmasi ve “kiz mekteplerine ehemmiyet verilerek kadinlarin Türkçe
konusmalari[ni] temin” (md. 16).
- Halktan para toplayarak “hükümet binalari ve jandarma karakollari ve askeriye ve hudut
karakollari”nin insasi (md. 17). Bu binalarin telefon ve telsiz gibi modern araçlarla
donatilmasi (md. 20). Kaçakçiliga karsi “zirhli otomobil” alinmasi (md. 22).
- Bölgeye “ecnebi bir sahis veya müessesenin” izinsiz girmesine engel olunmasi (md.
24).
Iran’i bile isgal ettik
Bunlara ragmen eskiya 1930 Agri’da yeniden ayaklandi. Günün basini söyle anlatiyor:
“Tayyarelerimiz sakiler üzerine çok siddetli bombardiman ediyorlar. Agri Dagi daimi
olarak infilak ve ates içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartallari asilerin hesabini
temizlemektedir. Eskiyaya iltihak eden köyler tamamen yakilmaktadir. Zilan harekatinda
imha edilenlerin sayisi on bes bin kadardir. Zilan Deresi agzina kadar ceset dolmustur.
Bir hafta içinde Agri Dagi tenkil harekatina baslanacaktir. Kumandan Salih Pasa bizzat
Agri’da tarama harekatina baslayacaktir. Bundan kurtulma imkani tasavvur edilemez.”
(Cumhuriyet, 16.07.1930).
Yine de isyancilar sikistiklarinda Iran’a ait K.Agri’ya geçip kurtuluyorlardi. O kadar kararli
hareket ettik ki, Iran’i güzellikle ikna edemeyince girip orayi isgal etmekten çekinmedik.
K. Agri’yi topraklarimiza kattik. Isyan bitti. Kimsenin de hiçbir sesi çikmadi (Türk Dis
Politikasi-1, Istanbul, Iletisim Yay., s. 362).
Burada da askerî harekatla yetinmedik, “gayet mahrem ve zata mahsus” bir Türklestirme
genelgesi yayinladik (Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri - gizli
belgeler, arastirmalar, notlar, Ankara, Öz-Ge Yay., s. 506-9):
- “Yabanci lehçelerle görüsen köyler”den küçük daginik olanlari “civar Türk köylerine”
dagitilacaktir (md. 3).
- “Bilhassa kadinlar arasinda” Türkçenin yayginlastirilmasina çalisilacak, “Türk kizlarinin
Türkçe konusmayan köylülerle evlendirilmesi tesvik” edilecek, “Türkçe bilmeyen köylü
kadinlari sehirlere celbed[il]erek Türk evlerine münasip hizmet ve suretlerle”
yerlestirecektir (md. 10).
- “Dahiliye Vekili” imzali genelge söyle bitiyordu: “… hülasa dillerini, âdetlerini ve
dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtina baglamak her Türk’e teveccüh eden
milli ve mühim bir vazifedir”.
Meseleyi kesin bitirmeye dogru: Dersim 1938
Ülke içinde fesat kaynagi olarak bir tek Dersim kalmisti. Daglar yüzünden girmek zordu.
“Dersim temizlenmezse bu mesele bitmez” diyorduk. Çok planli-programli hareket
ederek onu da bitirdik:
- Lider düzeyi: Seyh Sait isyanindan sonra 1927 ve 34’te iskan yasalari çikartarak
elebaslarini batiya sürdük;
- Altyapi düzeyi: Dersim’e kolayca asker nakletmek için yöreyi kara ve demiryollariyla
ördük. Ahsap köprü ve karakollari betondan yaptik;
- Yasa düzeyi: 1935’te buranin adini degistirecek “Tunceli Kanunu”nu çikararak yörede
farkli bir hukuk uygulamaya basladik. Bir korgenerali “Korkomutan” adiyla vali yaptik ve
kendisinin “tecil” etmedigi durumlarda idam cezalarinin derhal infaz edilmesini öngördük
(kanun md. 33).
- Uluslararasi hukuk düzeyi: 1937’de Sadabad Pakti’ni imzalayarak, Iran ve Irak’a
kaçmak isteyecek sakilerin (çogulu: eskiya; o zamanlar adlari böyle idi) geri verilmesini
saglama bagladik (Pakt md. 7).
C.Bayar’in, 1 Kasim 1938’de, hasta olan Atatürk’ün su sözlerini okuyarak Meclis’i açmasi
olayi bagliyordu: “Tunceli’deki toplu sekavet hadiseleri bir daha tekerrür etmemek üzere
tarihe devrolunmustur” (Der. Nimet Arsan, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I. Cilt,
Ankara, TITE, 1961, s.406).
Bütün bunlar 3 noktada özetlenebilir:
1) Çok kararli davrandik. Günün en son silah ve iletisim teknolojisini kullanarak bütün
gücümüzle vurduk;
2) Askerî harekatla yetinmedik; komple reform planlari yaparak herkesin Türklesmesi
için düsünülebilecek bütün önlemleri aldik;
3) Uluslararasi ortam fevkalade müsaitti. 1929 Büyük Bunalimi’ndan ve özellikle de
1933’te Hitler’in iktidara gelmesinden sonra, dünyanin agzinin içine baktigi Ingiltere ve
Fransa, hizla savasa giden ortamda Almanya’ya yanasmasin diye Türkiye’nin agzinin
içine bakiyordu. Atatürk bundan ustaca yararlanmasini bildi. Bu fevkalade uluslararasi
kosullarda ve Kürtlerin intelligentsiasinin bulunmadigi bir dönemde bu önlemler teker
teker gerçeklestirildi.
Ve böylece bütün isyan odaklarini yok ettik. Mutlak bir iç baris sagladik. Hiçbir ülkeden
de en ufak itiraz gelmedi. Atatürk’ün önderliginde herkes Türk oldu.
Anlamiyorum
Fakat hiç anlamiyorum. Bütün bu insanüstü çabalarimiza ragmen bu “eskiya” meselesi
hortladi da hortladi. Tek farki, 1970 ve 80’lerde “bölücü ve anarsist”, simdi de “terörist”
adini almasi. Hiç kusku yok, bunun sebebi bizim büyük devlet olmamizi istemeyen dost
ve müttefiklerimizdir. Son biçimiyle de, misyoner faaliyetleri. Baska sebep
düsünemiyorum. Çünkü biz yapilabilecek her seyi hiç eksiksiz yapmistik.
Ve simdi 1938’i televizyondan izledikçe titriyorum. 1938’e dönmek ve orada kalmak
istiyorum. Istiyorum da, Atatürk devrinde en müsait iç ve dis durumlarda olamayan simdi
nasil olacak?
Biz acaba neyi eksik biraktik?
Cat Stevens içinde bulundugu ortamdan, Yusuf Islam adiyla Müslüman olmak sayesinde
kurtuldu. Kürtler, milliyetçilik sayesindedir ki kimliklerine saygi talep edebildiler.
Kemalizm Türkiye’yi yari feodal bir imparatorluktan alip ayaklari üzerine kaldirdi. Yani,
ideolojilerin çok yararli kimi yönleri oldugu kesin. Isterseniz ideoloji yerine laik olan ve
laik olmayan dinlerin diyelim; hemen anlatacagim.
Ama, onlarin en az bir yönüne itirazim var: Akla degil de iman’a dayanmalarinin dogal
sonucu olarak, düsünmeyi ve tartismayi yasaklamalarina.
Daha iyi anlatabilmem için, bu sütunlarda 23.12. 2007’de çikan “1938” makalem
hakkinda, bir eposta listesine yazilan su iletiyi birlikte okuyalim:
Kafamiza uymayana, “filtre”
“Eylül 1925 Sark Islahat Plani diye bir seyden bahsediyor B.Oran. Ve tüm kurgusunu bu
Plan üzerine temellendirmis. Ve tüm argümanini bu planin tek tek maddeleri üzerine
kurmus.
“Ben sahsen samimi olarak merak ediyorum. Herhangi bir kurum veya grup ya da kisi
kendince görüs seklinde bir plan mi hazirlamistir? Yoksa bu gizli de olsa resmi bir
hükümet plani midir? Evet, gerçekten net bilgi elde edebilir miyiz?”
Benden bilgi istenince, sunlari yazip yolladim:
“Sark Islahat Plani S. Sait isyaninin bastirilmasindan sonra derhal hazirlanmaya
baslandi. 08 Eylül 1925 tarih ve 2536 sayili, ‘Türkiye Reis-i Cumhuru Gazi Mustafa
Kemal’ imzali Bakanlar Kurulu karari geregi su isimlerden meydana gelen bir Sark
Islahat Kurulu olusturuldu:
“- Mahmut Esat (soyadi: Bozkurt. Bozkurt-Lotus davasindaki rolüyle ve çok önemli
devrim yasalarinin [Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu, vb.] çikarildigi
dönemde adalet bakani olusuyla bilinir. Daha az bilinen yönü, kimi ilginç sözleridir:
"Türkün en kötüsü, Türk olmayanin en iyisinden iyidir", "Türk devleti islerini Türklerden
baskasina vermeyelim. Türk devleti islerinin basina öz Türklerden baskasi geçmemelidir.
Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet isleri basinda mutlaka Türkler bulunacaktir", "Benim
fikrim, kanaatim sudur ki, dost da düsman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türktür.
Öz Türk olmayanlarin Türk vataninda bir hakki vardir, o da hizmetçi olmaktir, köle
olmaktir" Bu son alinti, kendisinin Ödemis söylevindendir). Mustafa Abdülhalik (soyadi:
Renda. TBMM Baskani. Daha az bilinen yönü, 1915 Ermeni Katliamlarinda Bitlis ve
Halep valiliklerinde bulunarak olaya çok aktif biçimde katilmis olmasidir). M. Cemil
(soyadi: Ubaydin. Içisleri bakani). Mirliva Kazim (soyadi: Orbay. Genelkurmay ikinci
baskani).
“Plan, 25 Eylül 1925 tarihinde yürürlüge kondu. Resmîdir. Arkadasimizin bu Plan
konusunda kusku belirtmesi beni iki açidan mutlu etti: 1) Her seyden kusku duymak,
bilimsellik'in bir numarali geregidir; 2) Insanlar iman ettikleri seylerden önemli bir
tanesinin yanlis çiktigini görünce gerisinden de kusku duymaya baslarlar ve gerçege
erismeleri böylece kolaylasir.”
Simdi, “Resmî bir hükümet planidir” biçimindeki kesin bir cevaptan ve bu kadar
ayrintidan sonra ne beklersiniz? Su cevap geldi:
“Evet. Eger böyleyse, bu açikça görüldügü gibi hükümete sunulmus bir rapordur.
Hükümetlere her zaman sayisiz raporlar sunulur. Önemli olan o raporlarin hükümet veya
Meclis’ce kanun, kararname, yönetmelik, vb. haline getirilip getirilmedigidir. Bu durumda,
B.Oran’in yazdigi yaziyi ciddiye almadigim gibi, bundan sonra ondan gelenlere de filtre
koymak durumundayim. Tabii, herkes kendi bildigine inanmakta serbest ve özgür.”
Iyi de, bu tutumun bir Islamcidan ne farki var? Iman ettigi seye uymayan bir yaziyi “filtre”
ederek ona gözlerini kapatiyor. Hacca giden dindaslarimiz da 2003’te havalimanindaki
Zeki Triko mayo reklamlarinin üstünü kapattirmislardi. Arkadasimiz iktidarda olmadigi için
ancak kendi gözünü kapatabiliyor. Olsaydi, bu zihniyetle belki bizimkini de kapatabilirdi.
Demek ki bu bir din veya milliyetçilik meselesi degil; iktidarda olup olmamak meselesi.
Tabii ki bütün bunlar hep vatan için. Ama tam da bunun için tehlikeli. Susurluk çetecileri
de yaptiklarini kelimesi kelimesine ayni gerekçeyle savunmuslardi. Sadece, “vatan”
yerine “devlet” diyerek.
Devletin filtresi
Bu örnegi isterseniz saymayalim. Çünkü devleti temsil etmiyor. Memurlari, hatta
memurlarin en bagimsizini, yargiçlari alalim. Hatta, Yargitay baskaninin en bagimsiz
davranacagi emeklilik töreninde söylediklerini:
“Hakimler bagimsiz, teminatli ve tarafsiz olmalidir. Ama hakimin taraf olacagi olaylar da
vardir. Hakimler Türkiye Cumhuriyeti’nden yana taraftir. Hakimler üniter devletten,
bölünmez bütünlükten yana taraftir. Taraf olmustur, olacaktir. Ay yildizli bayraktan yana
taraftir” (CNN Türk.com, 26.12.2007).
Çok önemli sözler. Çünkü:
1) Yasalar bunlari içeriyorsa söylemeye zaten gerek yok. Içermiyorsa, o zaman Baskan
yargiçlarin TBMM yerine geçip kanun üretmesini ve bu ürettigini uygulamasini istiyor.
Bunun adi literatürde “Yargiçlar Devleti”dir ki, Montesquieu’nün 1748’de Yasalarin
Ruhu’nu yazdigindan beri demokrasinin özü sayilan “kuvvetler ayrimi”ni söker atar.
Bu durumda yargiçlarin yasa yapip uygulamasinin, din adamlarinin tibbi etik kurula
sokulmasi (Milliyet, 26.12.2007) gibi tüylerimizi diken diken eden bir olaydan ne farki
var? Aslinda var tabii: AKP bunu din adina, Yargitay Baskani ise milliyetçilik adina
yapiyor. Peki, o zaman kuvvetler ayrimini ihlal (ve ayrica kanunsuz yetki kullanma)
açisindan din ile milliyetçilik arasinda ne fark kaldi?
2) Demokrasi kavrami yargi tarafindan bu kadar “farkli” yorumlanirsa, yargiçlarin bu
yaklasimla verecekleri kararlari ne yapacagiz? Baskan söyle diyor: “Kesinlesmedikçe
elestiremeyeceksiniz” (Türk Hukuk Sitesi, 06.09.2006).. Yani, “Adil yargilamayi
etkilemeye tesebbüs” baslikli TCK 288’i böyle yorumluyor.
Prof. Kaboglu buna karsi diyor ki: “O zaman, Van rektörünün tutuklanmasini ve evinin
aranmasini elestiren binlerce kisinin hapse atilmasi gerekirdi”. Av. Fethiye Çetin’in
söyledigiyse ilke açisindan daha çarpici: “Bu sözler her seyden önce yargi mensuplarina
güvensizligin ifadesi. Ayrica, kesin karari beklerseniz elestirinin ne anlami kalir?”
Zavalli Hrant. Kendini gazetesinde savundugu için 288’in hismina ugramis, ancak ölerek
kurtulabilmisti. Acaba, mesele sadece 288’in hismi miydi yoksa maddeyi öyle
yorumlayan “bagimsiz, teminatli, tarafsiz” yarginin “ay yildizli bayraktan taraf” olmasi mi?
3) Türkiye’de siyasal cinayetlerin artik sadece “ay yildizli bayrak” bahanesiyle islenmeye
baslandigi bir dönemde Yargitay baskaninin bu konusmasi ne kadar yararli bir ortam
yaratir acaba?
Sali gecesi NTV’deki Can Dündar programi, insanin aklini fevkalade karistiracak bir
konuya ayrilmisti: Yasa taslaginda “cemaat vakfi” diye anilan Gayrimüslim vakiflari.
Gerçi konu teknikti ama, karistirma katiyen bundan degil. Av. Kezban Hatemi ile
bendeniz Lozan’da Gayrimüslimlere verilmis esitlik haklarinin artik yerine getirilmesini
savunurken, gerçekten ibret-i alem bir gece yasadik:
“Islamci” denilen AKP’nin bakani, yetersiz kalmakla birlikte, Lozan’a yakinlasma çabasi
sergiledi.
“Laik” dedigimiz CHP ve DSP’nin temsilcileri ise, “Türkiye bir Islam Cumhuriyetidir”
dercesine, Gayrimüslimlere esitlik istememize siddetle karsi çiktilar.
Imtiyaz nereden çikti?
CHP ve DSP temsilcileri tabii ki “Bu memlekette Müslümanlar Gayrimüslimlere
üstündürler efendim!” demediler. Esitlige iki biçimde karsi çiktilar:
1) “Gayrimüslim vakiflari esitlik degil imtiyaz pesindedir!” dediler. “Bir tane örnek veriniz”
dedik, elhak verdiler: “15 kisilik Vakiflar Meclisi’ne 1 de Gayrimüslim getiriliyor” dediler.
Yahu, bu 15 kisinin 14’ü Müslüman iken, 1 tane de Gayrimüslim getirilince imtiyaz mi
oluyor? Demek ki tümünün Müslüman olmasi lazim? Islam Cumhuriyeti mi burasi?
Dahasi var: Önceden kabul ettigi halde o gece MHP bir konusmaci yollamaktan son
anda vazgeçti. Çok isterdim gelmesini. O zaman açikça ortaya çikacakti MHP ile
CHP/DSP arasinda hiçbir fark olmadigi. Nitekim, TBMM görüsmelerinde bir MHP
milletvekili kalkmisti ve demisti ki: “Araya bir de cemaat vakfi temsilcisi girecek. Yani
benim atalarimin, evlâdi fatihânin vakiflarini bir Gayrimüslim denetleyecek, öyle mi? Bir
gayrimüslimin, Müslüman Vakiflarini denetlemesi nerede görülmüs? Vicdaniniz buna
elveriyor mu?” Sayin milletvekili açikça söyle diyor: Devlet=Müslüman. CHP ve DSP
temsilcilerinin aynisini diyor.
Lozan’in iki maddesi Gayrimüslim vakiflarindan bahseder ve onlara esitlik saglar. Md. 40
ve 42/3. Birincisi der ki: “… her türlü hayir kurumlari… kurmak, yönetmek ve
denetlemek… konularinda esit hakka sahip olacaklardir”.
Ikincisi de der ki: “… hayir isleri kurumlarina her türlü kolayliklar ve izinler saglanacak ve
yeni kurulacak olanlara bu nitelikteki öteki özel kurumlara saglanmis gerekli
kolayliklardan hiçbiri esirgenmeyecektir”.
Daha Lozan’da getirilmis esitligi saglamaktan fersah fersah uzakken, imtiyaz vermek
nereden çikti? Gözlerinin içine baka baka bu kadar insani aldatmaya nasil cesaret
edebiliyorlar, cidden hayrettir. Büyük cürettir.
Çürük can simidi: Mütekabiliyet
Biz “Esitlik verilsin!” dedikçe, sürekli sunu tekrarladilar: “Lozan’in 45. maddesi
mütekabiliyet getirir. Bati Trakya’daki soydaslarimiza Yunan devleti zulüm yapmaktadir.
Önce o zulüm önlensin”.
Hani, bilmiyor olsak yutacagiz. Md.45 der ki: “Türkiye’nin Gayrimüslim azinliklarina
taninmis olan haklar, Yunanistanca da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azinliga
taninmistir”. Yani, her iki taraf da kendi azinliklarini koruyacak.
Prof. T. Tarhanli’nin az düzeltmedigi bu vahim hatayi döne döne anlattik: “Lozan’da
mütekabiliyet yoktur. Bu ‘paralel yükümlülük’tür. Mütekabiliyettir denirse, bu resmen
Müslüman soydas için Gayrimüslim vatandasi harcamak olur ki, resmen dinciliktir.
Islamciliktir. Burasi laik bir ülke!”.
Yine Prof. Tarhanli’dan alarak durmadan tekrarladik: “Üstelik, 1969 tarihli Viyana
Antlasmalar Hukuku Sözlesmesi md. 60/5 insan haklari konusunda böyle bir
mütekabiliyeti açikça yasaklar!”
O sirada Kezban Hatemi kalkti, son darbeyi vurdu: “Hadi, Rumlara yaptigimizi
mütekabiliyetle yani Yunanistan’la izah ettiniz. Ermenilere, Yahudilere, Süryanilere
yaptigimiz haksizliklari neyle izah edeceksiniz?”. Yani diyordu ki, sesini benzettiniz
kokusunu ne yapacaksiniz?
Bu zihniyet de laikse…
Bütün bunlar arasinda bana en çok koyan seyler sunlar oldu:
1) Bir insan olarak içimi acitan, B.Trakya Türklerine orada yapilanlarin acisini bizim
burada Gayrimüslimlerden çikartiyor olusumuz.
2) Laik bir Türkiyeli olarak içimi acitan, Türkiye’nin laik falan olmayisi. Çünkü laiklik,
devletin bütün dinlere esit mesafede durmasidir. “Ya Gayrimüslimler sirket kurarlar da
güçlenirlerse!” diyorlar. Yahu, Diyanet Isleri Baskanligi 1982’de (12 Eylül döneminde!) bir
Türkiye Diyanet Vakfi kurdu. Daha 1996 yilinda yillik geliri 5 milyon YTL olan bu holding,
istirakler hariç, 8 sirkete ve 7000 adet gayrimenkule sahipti (Radikal, 13.08.2000).
Parasal birikimi nedense açiklanmiyor.
3) En fazla içimi acitan, bu din ayrimciliginin basini çekenlerin, laiklik konusunda
mangalda kül birakmayanlar olusu. Daha önce bin kere yazdim: 1971, 74 ve 75’te “Türk
olmayanlarin meydana getirdigi tüzel kisiliklerin tasinmaz mal edinmeleri yasaklanmistir”
derken, Yargitay Gayrimüslim vatandaslardan bahsediyor ve Türk=Müslüman diye ilan
ediyordu. Ayni seyi Sayin Sezer’e bagli Devlet Denetleme Kurulu yapti, çünkü
06.02.2006 tarihli raporunda bu vakiflari “Yabanci” basliginda siniflandirdi. Sezer ise
29.11.2006’da yasayi veto ederken “Bu yasa bu vakiflari Lozan’in çok ötesine çikariyor”
demisti.
Ne diyeyim, Bati Trakya Türklerine de acimiyorlar. Çünkü biz Gayrimüslimlerimizin
gözünü oydukça, Yunanistan da Bati Trakyalilarin gözünü oyacak; çok iyi biliyorlar.
Bütün bunlar fazla geliyor. Utanç duyuyorum.
Su anda TBMM’de bir Vakiflar Yasasi tasarisi bulunuyor. Oldugu gibi kabul edilmesi
bekleniyor. Adalet Komisyonu’ndan da aynen geçti. Bu tasarinin baslica önemi,
gayrimüslim vakiflarina devletin el koymasi biçiminde gelisen ve hukuk disi olarak
nitelenmis tutumu kanunlastiracak olmasindan geliyor.
Yalniz, tasarinin incelenmesine geçmeden once, hepsi de Osmanli döneminde birer
padisah fermaniyla kurulan bu vakiflari ve sorunlarini özetleyelim.
1)Sorunlar ve tahlili
Özellikle 1960’larin sonundan itibaren yapilan hukuksal uygulamalar sonucu gayrimüslim
vakiflarinin artik kördügüm halini alan sorunlari üç basliga ayrilarak söyle tanimlanabilir
ve tahlil edilebilir:
a)Hazine ve Vakiflar Genel Müdürlügü (VGM) tarafindan el konmus mallar sorunu
1936 Beyannamesinde yer almadigi gerekçesiyle 1960’larin sonundan baslayarak el
konulan ve devletin mülkiyetine geçirilen tasinmazlar konusunda simdiye kadar hiçbir
çözüm getirilmemisti. Simdiki tasari da getirmiyor.
Ilk planda bakildiginda, bu mallar hakkinda AIHM’ye basvurma olanagi da yoktur, çünkü
Türkiye bu olanagi ancak 1987’de ve geriye dönük olmaksizin tanimistir. Ayrica
Strasbourg’a basvuruyu, bu tür haksizliklarin iç hukukta giderilememesinden itibaren en
geç 6 ay içinde yapmak gerekmektedir. Dolayisiyla, el konulan mallarin üzerine bir
bardak su içmek gerektigi fikrine varilabilir. Bununla birlikte, 1960’larin sonunda baslayan
bu el koyma olayi, mallar sahiplerine iade edilmedikleri için, su anda “sürekli ihlal”
kategorisine giren bir durumdur. Bu nedenle AIHM’ye gidilebilir. Tabii, sonuç sudur:
Türkiye, kendi vatandasinin hakkini vermedigi için vatandas hakkini yine yurt disinda
arayacaktir.
Uygulamada çok büyük güçlükler çikartan ve sonuç vermeyen cinsten olmakla birlikte,
2001-2004 arasinda yapilan AB reformlari kagit üzerinde kimi olanaklar getirmistir. Fakat
asagida da görülecegi gibi, bu reformlarda geri vermenin nasil yapilacagi kimi yerlerde
belirtilmemis, kimi yerlerdeyse belirtilen yöntem uygulanabilir olmaktan uzak kalmistir.
Örnegin; mazbut (yönetimine VGM tarafindan el konulmus) vakiflarin VGM’ye geçmis
olan mallarinin vakif adina tescil edilecegi hükmü getirilmistir. Üstelik, “herhangi bir
hüküm veya karar aranmaksizin”. Fakat bu hem “VGM’nin talebi üzerine”
yapilabilecektir, hem de Türkiye’de hiçbir tapu müdürünün mahkeme karari olmaksizin
mülkiyet devri yapmadigi bilinen bir husustur. Ayni durum, hemen asagida sözü edilecek
“Nam-i müstear ve nam-i mevhumlar” adina tescil edilmis tasinmazlarla ilgili olarak da
söz konusudur. Bu tasinmazlarin da vakiflari adina tescil edilecegi öngörülmüstür ve bu
da mahkeme karari olmadigindan yapilmayacaktir.
b) Hazine tarafindan el konulan tasinmazlarin üçüncü kisilere satilmasinin yarattigi sorun
Bu konuda hiçbir yasa tasarisi çözüm getirmemistir. Oysa, hukuken, “iyi niyetli” üçüncü
kisilere satilan tasinmazlar geri alinamayacagi için, devletin bunlar için mal sahibi
vakiflara tazminat ödemesi en basit hukuk kuralidir.
c) 1936 Beyannamesinde kayitli olan, vakiflarin tasarrufunda bulunan, ama tapuya onlar
adina kayitli olmayan tasinmazlar sorunu
Bu tasinmazlar gayrimüslim vakiflarinin kullandiklari, ama tapuda baskasi üzerinde
gözüken mallardir.
Bu tasinmazlar tapuda üç unsurun üzerinde gözükmektedir: 1) Nam-i müstearlar
üzerinde; 2) Nam-i mevhumlar üzerinde; 3) Bagislandigi veya vasiyet edildigi halde hâlâ
bagislayan veya vasiyet eden üzerinde.
Birincisi ve ikincisi kisaca sudur: 1913 yilina kadar tasinmazlar hukuken vakif adina tescil
edilemiyordu çünkü bunlarin tüzel kisiligi yoktu. Bu nedenle, bu tarihe kadar gayrimüslim
vakiflari bu tasinmazlari mecburen ya cemaatin ileri gelen kisilerinin veya rahiplerinin
adina tescil ettirmisler (nam-i müstear), yahut da kimi azizlerin adina mesela “Meryem
binti Ovakim” (Ovakim kizi Meryem) veya “Kapriyel veled-i Asadur” (Tanri’nin oglu
Cebrail) adina yazdirmislardir (nam-i mevhum). Hazine dava açinca ve Kapriyel veled-i
Asadur mübasirin bütün bagirmalarina ragmen durusmaya gelmeyince tasinmaz mal
Hazine’ye geçmistir. Zaten Hazine, özellikle bu durumdaki tasinmazlar için dava açmaya
özen göstermistir.
Bu tasinmazlarin tapuya tescili üçüncü (2002) ve dördüncü (2003) AB Uyum Yasalari
tarafindan öngörülmüstür. Fakat bu öngörü gerçeklesmemistir. Çünkü, yukarida Mayis
2004 itibariyle yüzde 18.66 oraninda gerçeklesen tapu tescilleri yalnizca “malik” hanesi
açik birakilmak suretiyle tespit edilen tasinmazlar için söz konusu olmus, malikleri nam-i
müstear ve nam-i mevhum olarak gözükenlerin tescil talebi VGM tarafindan
reddedilmistir. Su anda da durum budur. Üstelik, bu ret isleminin iptali için idare
mahkemesinde (birinci derece idari yargida) açilan davalar da reddedilmektedir.
Idare mahkemesinin ret gerekçesi çok ilginçtir, çünkü mahkeme bu “malik”lerin (yani
örnegin “Kapriyel veled-i Asadur”un) nam-i müstear ve nam-i mevhum oldugunu bile bile
bunlari “üçüncü kisiler” diyerek gerçek sahis saymaktadir. Ondan sonra da, adli yargiya
havale etmektedir: “Her ne surette olursa olsun tasarruflari altinda bulundugu bildirilen
tasinmaz mallarin ilgili vakif adina tescil olunacagi düzenlenmis olup, halen tapu
kütügünde üçüncü kisiler adina kayitli olan tasinmazlarin da bu madde kapasaminda
degerlendirilmesine olanak bulunmamaktadir. Zira bu yasal düzenlemelerle Vakiflar
Idaresine tapu kütügündeki kayitlari degistirme yetkisi verilmemistir. Bu tasinmazlar
halen üçüncü kisiler adina kayitli olmakla beraber esasen davaci vakfin tasarrufunda
bulunduklarindan bahisle davaci vakif adina kaydedilmelerine karar verilmesi
gerektiginin iddia edildigi görülmekte ise de, bu tür iddialarin ancak Adli Yargida açilacak
tapu iptali davasinda dinlenebilecegi, Vakiflar Genel Müdürlügünün halen üçüncü
sahislar adina kayitli olan bu tasinmazlarin davaci vakif adina kaydedilmesine karar
verilmesinin mümkün olmadigi açiktir.” (Av. Setrak Davuthan’a belge için tesekkür
ederim).
Bu içinden çikilmaz tescil sorunuyla ilgili olarak yayinlanan son haber, Milliyet
gazetesinde 10 Ocak 2007’de Güven Özalp imzasiyla çikmistir. Buna gore, biraz
asagida tekrar sözü edilecek Fener Rum Erkek Lisesi Vakfina ait bir tasinmazin geri
verilmesi için vakif tarafindan AIHM’ye açilan davada Türkiye’nin avukatlari savunma
yaparken su bilgiyi vermislerdir: “116 cemaat vakfi 2234 gayrimenkul için kayit
basvurusunda bulunmus, VGM bu basvurularin 434’üne olumlu yanit vermistir”. Bu
durumda yasa geregi yapilan tescil basvurularina VGM’nin verdigi olumlu yanit (tescil)
orani yine yüzde 19,4 gibi bir oranda kalmistir.
Bu haberdeki bilgiler, en son duruma yani Ekim 2007’ye iliskin olarak çesitli resmî
kurumlardan elde ettigim bilgilerle örtüsür niteliktedir. Bu bilgilere gore durum söyledir:
Basvuran vakif adedi: 121.
Hakkinda basvuru yapilan tasinmaz adedi: 2332.
Yetersiz belgeden tescili reddedilen tasinmaz adedi: 403.
Zaten vakif adina kayitli oldugu gerekçesiyle ret: 478.
Mükerrer basvuru gerekçesiyle ret: 189.
“Üçüncü sahislarin elinde olmak” nedeniyle ret: 898.
Tescili kabul edilen tasinmaz sayisi: 364.
Bu durumda, Ekim 2007 itibariyle özet sonuç söyle olmaktadir:
Hakkinda basvuru yapilan tasinmaz adedi: 2332.
Çesitli nedenlerle ret: 1968.
Tescili kabul edilen tasinmaz adedi: 364.
Brüt kabul orani (zaten kayitli + mükerrerler düsülmeden): yüzde 15,6.
Net kabul orani (zaten kayitli + mükerrerler düsüldükten sonra): yüzde 21,86.
Sonuç olarak, olumlu yanit orani Ekim 2007’de yüzde 15,6 veya en fazla yüzde 21,86
olmustur. Bu durum, Üçüncü AB Uyum Paketi 03 Agustos 2002’de çiktigina ve aradan
dört buçuk yil geçtigine göre, devlet ve adalet adina hüzün vericidir.
Üstelik, VGM’nin bu uygulamasini yargiya götürmek ise baslibasina bir sorun olmaktadir.
Idari yargi, yukarida verilen idari mahkeme gerekçesinde de görüldügü gibi, “burada
malik degisikligi var” diyerek adli yargiya yollamaktadir. Adli yargiya gidilirse, o da
“burada bir idare (VGM) karari var” diyerek idari yargiya yollayacaktir. Tabii, bu durumda
iç hukuk yollari tüketilemedigi için AIHM’ye de gidilememektedir.
Aslinda, Türkiye’de Müslüman’i birinci sinif, gayrimüslimi ise ikinci sinif sayan “Millet-i
Hakime” zihniyetinin yani sira, bütün bu sorunlarin temel kaynagi, gayrimüslim
vakiflarinin vakif senetlerinin (vakifnamelerinin) olmayip, bunlarin Osmanli zamaninda
birer padisah fermaniyla kurulmus olmasidir, Bu durum, yeniden kurulma halinde büyük
oranda çözüme kavusacaktir. Fakat Medeni Kanun md. 101/4 “belli bir cemaat
mensuplarini desteklemek için vakif kurulamaz” dedigi için bu vakiflarin yeniden
kurulmasi da yasaktir. Bu noktaya hemen asagida geri dönecegiz.
Su anda TBMM’de bir Vakiflar Yasasi tasarisi var. Bu tasari daha önce TBMM’de kabul
edilmis fakat Kasim 2006’da Cumhurbaskani Sezer tarafindan veto edildigi için kadük
(sonuçsuz) kalmisti.
Veto gerekçesinin gayrimüslim vakiflarina iliskin bölümlerinde, Sezer özetle sunlari dile
getirmisti (bkz. www2.tbmm.gov.tr/d23/1/1-0024.pdf): 1982 Anayasasinin Baslangiç
bölümünde “hiçbir etkinligin… Türk ulusal çikarlarinin… Türklügün tarihi ve manevi
degerlerinin … karsisinda koruma göremeyecegi” belirtilmektedir. Yeni yasa bu vakiflarin
Lozan’da olmayan “ekonomik ve siyasi güç” elde etmesine yol açacaktir.
Cumhurbaskani Sezer bu gerekçesinde ayrica, Lozan’da hak sahibi azinlik olarak
yalnizca Yahudi, Ermeni ve Rumlari saymis ve dolayisiyla digerlerini (Süryani, vd.)
Lozan’a aykiri biçimde disarida birakmistir. Böylece, Türkiye’deki birçok insan gibi,
Lozan’in 38-44. maddelerinde sadece bu üç azinliga hak getirilmedigini, Türkiye’deki tüm
“gayrimüslimler”e getirildigini gözardi etmis veya bunu bilmedigini göstermistir. Zaten,
Cumhurbaskanligina bagli Devlet Denetleme Kurulu da, 06 Subat 2006 tarihli “Yabanci
Gerçek ve Tüzel Kisiliklerin Türkiye Cumhuriyeti’nde Gayrimenkul Edinmeleri” raporunda
gayrimüslim vakiflarini “yabanci vakiflar”la ayni kategoride siniflandiracaktir (Rapor için
bkz. www.cankaya.gov.tr).
Cumhurbaskani Sezer’in gayrimüslim TC vatandaslarini “yabanci” ve dolayisiyla
“tehlikeli” olarak gören bir yaklasimi benimsemesi üzerine 2007 seçimleri sonrasina
kalan tasarinin 2008’de aynen yasalasacagi anlasilmaktadir. Nitekim Meclis Adalet
Komisyonundan aynen geçmistir. Bu nedenle, müstakbel yasayi, TESEV’in Aralik
2007’de Dilek Kurban’a hazirlattigi Rapor’dan yararlanarak inceleyebiliriz. (Bkz.
www.tesev.org.tr)
1) Tasari Md 5/1 söyle demektedir: “Yeni vakiflar; Türk Medeni Kanunu hükümlerine
göre kurulur ve faaliyet gösterirler”. Oysa, bildigimiz gibi, Medeni Kanun md.101/4 “belli
bir irk ya da cemaat mensuplarini desteklemek amaciyla vakif kurulamaz” dedigi için
gayrimüslimler yeni vakif kuramayacaklardir. Bu kisitlama AIHS md.11 ve TC Anayasasi
md. 33’le güvenceye alinmis örgütlenme özgürlügünün ve Lozan md.40’ta sözü edilen
“…kendi kurumlarini kurma, yönetme, denetleme” hakkinin ihlalidir. Medeni Kanun
md.101/4 ya kaldirilmali, yahut maddeye “Uluslararasi antlasma hükümleri saklidir”
ibaresi eklenmelidir.
2) Tasari Md. 7/2 söyle demektedir: “Bu kanunun yürürlüge girmesinden önce mazbut
vakiflar arasina alinan vakiflarla, bu Kanuna göre mazbut vakiflar arasina alinan vakiflara
bir daha yönetici seçimi ve atamasi yapilamaz”.
VGM, “artik hayir hizmeti yapmamaktadir” diye resen hükmederek, herhangi bir yargi
kararina dayanmadan gayrimüslim vakiflarinin yönetimine el koymaktadir. Bu uygulama
Lozan md. 40’in ve ayrica Anayasa md. 90/5’in açik ihlalidir. Kaldi ki, bu el koyma, çogu
zaman vakif seçimlerinin engellenmesi ve ondan sonra da vakif seçimleri yapilmadi diye
gerekçe ileri sürülmesine dayandirilmaktadir.
3) Tasari Md. 25/1 söyle demektedir: “Vakiflar; vakif senetlerinde yer almak kaydiyla…
uluslararasi faaliyet ve isbirliginde bulunabilirler…”. Bu, açik bir ayrimcilik örnegidir çünkü
daha önce de belirtildigi gibi gayrimüslim vakiflarinin vakif senedi olmadigi bilinen bir
husustur (zaten, 1936 uygulamasi da tamamen buna dayanmistir).
4) Tasari Geçici Md. 7 söyle demektedir:
“Cemaat vakiflarinin;
a)1936 Beyannamelerinde kayitli olup, halen tasarruflarinda bulunan nam-i müstear
veya nam-i mevhumlar adina tapuda kayitli olan tasinmazlar,
b)1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakiflari tarafindan satin alinmis veya cemaat
vakiflarina vasiyet edildigi veya bagislandigi halde, mal edinememe gerekçesiyle halen;
Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bagislayanlar adina tapuda
kayitli olan tasinmazlar,
tapu kayitlarindaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüge girdigi
tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararindan
sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakiflari adina tescilleri yapilir.”
Bu madde, azinlik vakiflarinin bugüne kadar çesitli nedenlerle ellerinden hukuk disi
olarak alinmis tasinmazlarin bazilarinin bazi kosullarla iadesini öngörmektedir. Fakat
önemli yanlislik ve eksiklikleri vardir:
Bir defa; maddenin (a) bendindeki “halen tasarruflarinda bulunan” ifadesi çok sorunludur.
Bu vakiflarin 1936 Beyannamelerinde kayitli olmasina ragmen 1960’larin ortasindan
itibaren hukuk disi yargi kararlariyla ellerinden alinan tasinmazlar tabii ki artik
“tasarruflarinda” degildir. Bu madde bunlarin iadesine hiçbir biçimde olanak vermez ve
mevcut durumdan da geri gitmek anlamindadir. Hukukun geregi olarak, haksiz yere
alinmis bu tasinmazlarin VGM veya Hazine’den alinarak iadesi, üçüncü sahislara
satilmis ise de tazmini sarttir.
Ikincisi; maddenin (b) bendindeki “mal edinememe gerekçesiyle” ifadesi çok sorunludur.
Burada iade edilmesi söz konusu olan tasinmazlar, vakiflarin 1936’dan sonra çesitli
yollarla edindikleri ve Yargitay’in 1974 karari üzerine Hazine, VGM veya vasiyet
edenlere/bagislayanlara geçenlerin sadece bir kismidir. D.Kurban’in hazirladigi TESEV
raporu, baska gerekçeler ve usullerle vakiflarin ellerinden alinan tasinmazlari söyle
siniflandirmaktadir: 1) Cemaat vakfi adina kayitli olup mahkeme karariyla alinip yeniden
eski malik adina kaydedilmis olan tasinmazlar; 2) Bu tasinmazlarin, eski malikin de gaip
olmasi nedeniyle on yil kayyum tarafindan idare edildikten sonra Hazine veya VGM
adina kaydedilmis olanlari; 3) Vakif adina kayitli olup mahkeme karariyla Hazine veya
VGM adina kaydedilmis olan tasinmazlar; 4) Vakfa vasiyet edilmis olup, mahkeme
karariyla vasiyetlerinin iptaline karar verilen tasinmazlar; 5) Vakfin elinden alinip üçüncü
kisiler adina tescil edilen tasinmazlar; 6) Lozan’da hak sahibi olmalarina ragmen yasalar
önünde taninmayan ve “tüzel kisilikleri olmadigi” ileri sürülerek zaptedilen Katolik ve
Süryani cemaatlerine ait mallar. Örnegin, Rum cemaatine ait olan ve Fener
Patrikhanesinin tüzel kisiligi olmadigi gerekçesiyle zaptedilen Büyükada Yetimhanesi.
Hukuk disi uygulamalarla el konulan bütün bu tasinmazlarin iadesine yönelik herhangi
bir düzenleme yasa tasarisinda yoktur.
Bu durumda, 1936 Beyannamesinde bulunan fakat maliki sorunlu olan mallar
konusundaki çözüm, gidilebildigi oranda, Strasbourg’daki AIHM’ye gitmeye kalmaktadir.
Yani, farkli dinden TC vatandaslarinin hakkini korumak Türkiye’de mümkün olmadigi için
uluslararasi bir mahkemeye kalmaktadir. Örnegin, Fener Rum Erkek Lisesi Vakfinin
1952 ve 1958 yillarinda aldigi tapu 1996’da mahkeme karariyla iptal edilmis ve
tasinmaza Hazine tarafindan el konulmustur. Vakif sonuç alamayinca 1997’de AIHM’ye
gitmis ve mülkiyet hakkinin ihlalinden 910.000 Avro tazminat almaya hak kazanmistir
(Milliyet, 10.01.2007). Bu hükümlerin zincirleme olarak çikmasi ve Türkiye’nin sürekli
tazminat ödeyip ayrica prestij kaybetmesi kaçinmaz görünmektedir.
Not: Bu dizi, B.Oran’in Türkiye’de Azinliklar - kavramlar, teori, Lozan, iç mevzuat, içtihat,
uygulama adli kitabinin yeniden güncellestirilmekte olan bölümlerinden derlenmistir.
Can Dündar ile Ridvan Akar 22 Ocak tarihli Milliyet’te B. Ecevit arsivinden çok ilginç bir
belge yayinladilar.
27 Mayis darbesi oluyor, askerler DPT’de hemen bir “Dogu Grubu” kuruyorlar. Kürt
sorununu halletmek için rapor hazirlatiyorlar.
Agzim açik kaldi. Yahu, bu bizim 1925 Sark Islahat Plani! (SIP). Karsilastirip görelim:
Asimilasyon: Kürtlerin Türklük içinde eritilmesini (asimilasyon) istiyor.
SIP’in 14. maddesi “temessül [asimile] etmek” için ne yapilacagini bile öngörmüstü: “Türk
Ocaklari, mükemmel kiz mektepleri, leyli iptidailer” açilmasi, vb..
Tehcir: Kürtlerin, “memleketin Türk çocugu bulunan yerlerine hicret” ettirilmesini istiyor.
SIP’in 5., 9. ve 15. maddeleri “hükümetin Sarkta kalmalarini muvafik görmedigi eshasin
aile ve taalûkatile beraber naklini” istiyordu.
Kolonizasyon: Dogu illerine Karadenizlilerin ve “yurt disindan gelen Türklerin”
yerlestirilerek buradaki nüfus yapisinin degistirilmesini istiyor.
SIP’in 5. maddesi “Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve Azerbaycan” muhacirlerinin ve
ayrica “Rize-Trabzon vilayetlerile Erzurum vilayetinin simali sarki kazalarinda”ki ahalinin
“muvafakatlarile” iskan edilecekleri yerleri teker teker sayiyordu.
1961 raporu bu amaçla, batidan geleceklere kadro kontenjani ayrilmasini istiyor. SIP’in
10. maddesi ise bölgeye batidan gönderilecek “mefkûreli ve muktedir” memurlara
“tahsisat-i fevkaladelerinin yüzde 75’i nisbetinde zam” verilmesini öngörüyor, ikinci
derecedeki memuriyetlerin bile Kürtlere kapanmasini istiyordu.
Tecrit: Irak Kürtlerinden tecrit etmek için bölgeyi iskân sahalarina ayiriyor.
SIP’in 2. maddesi Türkiye’yi 5 “umumi müfettislik”e ayiriyordu. 25. maddesiyle de
“Ecnebilerin müsaade olmaksizin” bölgeye girmesini yasakliyordu.
“Misyonerlik”: Bölge okullari, köy okullari ve meslek okullari araciligiyla “kiz ve erkek
misyoner” yetistirilmesini, asimile edilen gençlere “yüksek tahsil imkani” saglanmasini
istiyor.
SIP’in 15. maddesi de ayni seyi hedefliyordu.
Bütün bunlardan çikan sonuç: Türkiye Cumhuriyeti’nde zihniyet 36 yilda arpa boyu
ilerlememis.
Farkli seyler de var
Ama, haksizlik etmeyelim. Bu benzerliklerin yani sira, SIP’ta olmayip da 27 Mayisçilarin
raporunda olan “yöntem”ler var. Bunlari 3 ana gruba ayirmak mümkün:
1) Kürtlere Türk olduklarini ögretmek. “Propaganda uzmanlarindan yararlanarak”
yürütülecek bu faaliyetin, “Irk bakimindan, Türk siyasal düzeninin kendi menfaatleri
bakimindan en elverisli, en emin, en çok imkan saglayan düzen oldugunu telkin eden”
radyo yayinlari, tiyatro ekipleri ve saz sairleri araciligiyla uygulanmasi. Nitekim, Fikret
Abi’den (Otyam) dinlemistim, kendisinin oralarda derledigi Kürtçe türkülere Türkçe söz
yazdirip radyodan yayinlatacaklardir
1925’dekilerin bunu akil edememis olmalari, ilk radyo yayininin 1927 tarihli olmasina
baglanmali (belki de bunun için apar topar baslatildi!). Ama saz sairleri vs. mevcut
olduguna göre, Kürtlere “kendi menfaatleri açisindan” böyle seylerin iyi olacagini
söylemenin fazla saflik oldugunu düsünebilmis olmalilar.
2) “Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadiginin
anlatilmasi”.
1925’dekilerin bunu akil edememis olmalarini o dönemde dünyada kimseciklerin Kürt
meselesini zaten bilmemesi olarak yorumlamak lazim.
3) “Bilimsel” faaliyetler: “Bir üniversiteye bagli derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurarak”
Kürtlerin Türk oldugunun ispatlanmasi. Minorsky’nin Islam Ansiklopedisi’nde aksini
söyleyerek Kürtlerin “Dagli Türkler olduguyla tezada düsen” yazisinin “derhal tashih
edilmesi”.
1925’dekilerin bunu akil edememesini biraz üniversitelerin henüz gelismemis olmasina,
ama biraz da bu insanlarin saf olmamalarina bagliyorum. Saf degiller, çünkü
1961’dekilerin hiç akil edemedigi seyleri o zaman akil etmisler. Örnegin SIP’in 10/B
maddesi memurlarin zorunlu hizmetinden bahsederken sunu söylemeyi de ihmal
etmiyor: “3 seneden fazla kalmak isteyenler yerlerinde ipka edilir [tutulur] ve 6 seneden
fazla ayni mevkide kimse kalamaz.” Hiç düsündünüz mü; Kürtler bunlari zaman içinde
asimile eder diye önlem almis olmasinlar?
“Kürt” diyemiyor
Yalniz, bu iki arkadas bu çok önemli belgeyi iyi degerlendirememis. Dedim, açayim
telefonu, bir zamanlar sübyan asistanken Basin-Yayin’da derse gidiyordum ya, hocalik
hakkimin verdigi yetkiyle diyeyim ki: “Manseti iyi atamamissiniz. ‘Kürt Raporunun Hicret
Plani’ diyeceginize, ‘Sark Islahat Plani 1961’ diyecektiniz!”.
Aman, iyi ki dememisim. Çünkü, bir daha okuyunca farkina vardim ki Sark Islahat Plani
nerdeee, bu 1961 Raporu nerde,. SIP’a büyük saygisizlik yapacaktim. Birakiniz 1925’in
“sevk ve iskan” edileceklerin nakil masraflarina kadar hesaplayan ayrintilarini, SIP’in tam
sekiz yerinde “Kürt”, “Kürtler”, “Kürtlük” geçmesine karsilik 27 Mayisçilar bu cizz kelimeyi
agzina almaya bile korkuyor. Her “Kürt” geçecek yerde söyle diyor: “Kendini Kürt
sananlar”.
Yahu, bu rapor GIZLI! Burada da dürüst yazamayacaksan nerede yazacaksin? Bu kadar
ürkek gizli rapor mu yazilir? 1925-38 arasi raporlarinin gizli olanlarinda herbiseyler
ibadullah meydandadir!
Üstelik, gün gelir, bütün gizli raporlar ögrenilir. O zaman utanmayacak misiniz?
Asil önemlisi, rapor yazarlarini bu hale sokacak bir atmosfer yaratmak memleket için ne
kadar yararli? Rapor yazip çözüm mü ariyoruz, yoksa ha babam de babam “kendi
kendini tatmin” midir amaç?
Derleme: www.solplatform.org