You are on page 1of 7

Sosyal-Demokrasi ve Türkiye'de Ulusal Mücadeleler

ROSA LUXEMBURG

İlk kez 8, 9, 10 Ekim 1896’da Alman Sosyal-Demokrat gazete Sächsische Arbeiter-


Zeitung’da yayınlandı.

I. TÜRKİYE’NİN DURUMU

Parti basınında, Türkiye’de olanları, özellikle Rusya’nın diplomatik entrika oyununun


sonucu olarak sunma girişimiyle çok sık karşılaşıyoruz.* Türk mezaliminin aslında
uydurma olduğu, başıbozukların [Bashi-Bazouks] hakiki hıristiyan modeller [paragon]
olduğu, ve Ermeni ayaklanmalarının Rus rublesinin satın aldığı ajanların işi olduğu
biçiminde sesler de yükselmişti.

Bu konuma ilişkin olarak özellikle dikkat çekici olan, temelde burjuva bakış açısından
hiçbir farkı olmamasıdır. İki durumda da, büyük toplumsal görüngülerin, “ajanların” yani
diplomatik büroların kasıtlı eylemlerine indirgenmesi söz konusudur. Burjuva
politikacıların bu bakış açıları kuşkusuz şaşırtıcı değildir: bu insanlar gerçekte tarihi bu
alanda yaparlar, ve bu nedenle bir diplomatik entrikanın en ince çizgisi, kısa vadeli
çıkarlarıyla ilgili konumları açısından büyük pratik önemdedir. Ama günümüzde olayları
sadece uluslararası alanda açıklayan, ve her şeyden önce kamusal yaşam görüngüsünün
izini derinde yatan maddi nedenlere kadar sürmekle ilgilenen Sosyal-Demokrasi
açısından, aynı politika tamamen verimsiz olarak görünür. Sosyal-Demokrasi tersine, iç
politikada olduğu gibi dış politikada da, her iki alanda da aynı bakış açıları tarafından, yani
sözkonusu sorunun iç toplumsal koşulları tarafından ve genel ilkelerimiz tarafından,
belirlenmesi gereken kendi tutumunu ortaya koyabilir.

Öyleyse burada ele aldığımız Türkiye’deki ulusal mücadeleler konusunda bu koşullar


nelerdir? Türkiye yakın zamana kadar basının bir bölümünde hâlâ ‘farklı milliyetlerin
yüzyıllardır barış içinde bir arada yaşadıkları’, ‘en tam özerkliğe sahip oldukları’ bir
cennet olarak betimleniyordu ve Avrupa diplomasisinin müdahalesiyle yapay olarak
hoşnutsuzluk yaratılmış, Türkiye’nin mutlu halkları ezildiklerine ikna edilmiş, ve aynı
zamanda Sultan’ın masum kuzusunun “yeniden ve yeniden bahşedilmiş reformları”
uygulaması engellenmişti.**

Bu savlar koşulların tam bir bilisizliğine dayanmaktadır.

Bu [19.] yüzyılın başlangıcına kadar, Türkiye, her milliyetin, her eyaletin ve her topluluğun
kendi ayrı varoluşu içinde yaşadığı, sabırla alıştırıldığı ıstırabı çektiği, ve bir doğu
despotizmi için gerçek temeli oluşturduğu takas ekonomisine sahip bir ülkeydi. Bu
koşullar ne kadar baskıcı olursa olsun yine de büyük bir durağanlıkla ayırt ediliyordu, ve
bundan dolayı teba halkların isyanına yol açmadan uzun zaman süregidebiliyordu.

Bu yüzyılın başlangıcından beri, bu durum büyük ölçüde değişti. Avrupa’nın güçlü,


merkezi devletleriyle çatışmayla sarsılan, ama özellikle Rusya tarafından tehdit edilen
Türkiye iç reformlara girişmeye zorlandı, ve bu zorunluluğun ilk temsilcisi II. Mahmud
[1808-1839] oldu. Reformlar feodal yönetimi ortadan kaldırdı ve yerine merkezi
bürokrasiyi, düzenli orduyu ve yeni bir mali sistemi geçirdi. Modern reformlar her zaman
olduğu gibi büyük maliyetler içeriyordu, ve nüfusun maddi çıkarlarının diline çevrildiğinde,
halkın vergilendirilmesinde devasa artış demekti. Her büyükbaş hayvan ve her parça tahıl
için toplanan yüksek dolaylı vergiler, gümrük vergileri, damga vergileri ve alkol vergileri,
her yerde sürekli ek yükümlülüklerle aşar vergisi, ve sonra şehirlerde %30’u ve köylerde
%40’ı bulan dolaysız gelir vergisi, ve onunla birlikte hıristiyanların askerlik hizmeti yerine
bir vergi, ve son olarak daha çok zorunlu hizmetler – bunlar devlet reformlarının
harcamalarının nasıl halka ödetildiğini gösteriyor. Ama ortaya çıkan yük hakkında gerçek
fikri ancak Türkiye’de varolan özel yönetim sistemi verebilir. Modern ve ortaçağa özgü
ilkelerin tuhaf bir karışımıyla, yürütmede aşırı merkezi bir biçimde başkente bağlı büyük
sayıda idari yetkili, mahkeme ve meclis vardır; ama aynı zamanda tüm kamu pozisyonları
de facto [fiilen] rüşvet olarak verilir –bir tür bürokratik arpalık– ve merkezi hükümet
tarafından ödeme yapılmaz ve çoğunlukla yerel halktan toplanan gelirle finanse edilir.
Böylece paşa, olası en yüksek meblağı İstanbul’a gönderdiği sürece, eyaleti dilediği gibi
soyup soğana çevirebilir; böylece kadı, Konstantinopol’e yıllık haraç ödemek zorunda
olduğundan, kendi makamını da para cezaları ile finanse eder. Yine de en önemlisi,
yanında Fransız ancien régime’inin [eski düzen] genel-nezaretçisinin merhametli kaldığı
kesenekçi mültezim’in elinde sınırsız bir keyfilikle tam bir kuralsızlık haline gelen vergi
toplama sistemidir. Ve son olarak zorunlu hizmetler, bürokrasinin ellerinde, dizginsiz gasp
ve halkın sömürülmesi araçlarına dönüştürülmüştür.

Açıktır ki bu biçimde oluşturulmuş bir yönetim sistemi Avrupa modelinden temelde


farklıdır. Bizde merkezi hükümet halkı soyarak bürokrasisini [officialdom] sürdürürken,
orada bürokrasi halkı kendi sopasıyla soyarak merkezi hükümeti finanse etmektedir.
Dolayısıyla Türkiye’de, kendi kişiliğinde doğrudan bir ekonomik faktörü temsil eden ve
varlığı halkın profesyonelce soyulmasıyla finanse edilen bürokrasi, nüfusun özel, kalabalık
bir sınıfı olarak görünmektedir.

Aynı zamanda, ve reformlarla bağlantılı olarak, hıristiyan köylülerin topraksahipliği


koşullarında, Türk topraksahibi karşısında kendi aleyhine bir kayma gerçekleşti. Genel
olarak daha önce feodal lord konumunda olan Türk topraksahibi, hıristiyan modele uygun
olarak mülkü miras yoluyla geçiriyordu. Reform sipahiliği (feodal ayrıcalık) ortadan
kaldırınca ve o zamana kadar sipahilere ödenen aşar vergisi hazineye aktarılınca,
kendisini toprak mülkiyetinin sahibi olarak ilan etmeye başladı; sonuçta köylüler için eski
aşar vergisinin yanında yeni bir vergi –toprak rantı– gelişti, bu vergi düzenli olarak net
gelirin aşar düşüldükten sonra üçte-biri tutarındaydı. Bütün bu acayip işlerin ortasında
hıristiyan köylü için çoğunlukla toprağın küçük bir parçasını per oblationem (koşullu hibe
olarak) camiye devretmek ve ardından bu toprağı ranta tabi ama en azından aşar
vergisinden muaf olarak kiralamaktan başka çıkış yolu kalmadı. Böylece 1870’lerin
sonunda Türkiye’de tüm ekilebilir toprak mülkiyetinin yarısından fazlası meşruta
[devredilemez] mülk haline gelmişti.

Böylece reformlara halkın maddi koşullarında korkunç bir bozulma eşlik etti. Ama koşulları
özellikle dayanılmaz kılan, duruma içkin hale gelen gerçekten modern bir özellikti – yani
güvensizlik: düzensiz vergi sistemi, dalgalanan toprak mülkiyet ilişkileri, ama hepsinden
öte ayni verginin para ranta dönüşmesinin ve dış ticaretin gelişmesinin sonucu olarak
para ekonomisi.

Eski koşullar kötüleşti, ve durağanlık bir daha geri gelmemek üzere yitip gitti.

II. ÇÖZÜLME

Türkiye tarihinin bu momenti belirli bir anlamda Rusya’yı andırmaktadır. Ama Rusya’da
Kırım Savaşının*** ardından reformlar aynı zamanda kapitalizmin hızlı gelişimini ve idari
ve mali yenilikler için ve militarizmin daha da gelişmesi için maddi temeli yaratırken
Türkiye modern reformlara tekabül eden bir ekonomik dönüşümden yoksun kaldı.
Türkiye’de yerel sanayi yaratmak yolundaki tüm girişimler başarısız oldu. Hükümet
tarafından kurulan yeni fabrikalarda üretilen mallar kalitesiz ve pahalıydı. Burjuva düzenin
en temel önkoşullarının yokluğu –kişi ve mülkiyet güvenliği, en azından yasa önünde
formel eşitlik, dinsel yasadan ayrı bir medeni kanun, modern iletişim araçları, vb.–
kapitalist üretim biçimlerinin ortaya çıkmasını mutlak olarak olanaksızlaştırdı. Avrupa
devletlerinin Türkiye’ye dönük ticaret politikası, kendi sanayileri için korumasız bir pazar
sağlamak için [Türkiye’nin] politik güçsüzlüğünü sömürerek aynı doğrultuda etki yaptı.
Şimdiye değin ticaretin yanı sıra tefecilik, yurtiçi sermayenin tek tezahür biçimi olmuştur.
Dolayısıyla ekonomik olarak Türkiye, birçok durumda mülkiyet ilişkilerinin yarı-feodal
niteliğinden bile kurtulamadığı en ilkel bir köylü tarımı ülkesi olarak kaldı.
Açıktır ki para ekonomisi için böyle oluşturulmuş bir maddi temel, yönetim biçimleri ve
onunla bağlantılı düzleşmiş finansal vergilerle koşut olarak büyümedi, ve gelişemediği için
çözülme sürecine girdi.

Türkiye’nin çözülmesi aynı anda iki uç noktada göze batacak kadar belirgin hale geldi. Bir
yandan köy ekonomisinde süreli bir açık ortaya çıktı. Bu, görülür ifadesine, köy
topluluğunun organik bir öğesi haline gelen ve apse gibi koşulların iç irinlenmesini
gösteren tefecide ulaştı. Türk köylerinde aylık yüzde üç faiz oranları sürekli bir görüngü
oldu, ve köyün sessiz dramının normal epilogu –ülke içinde onu modern işçi sınıfının içine
çekecek üretim biçimlerinin yokluğunun sonucu olarak çoğunlukla lumpen-proletaryanın
saflarına katılan– köylünün proleterleşmesi oldu. Bu görüngüler tarımın düşüşü, yıkıcı
kıtlıklar ve şap hastalığıyla da bağlantılıdır.

Öte yanda, devlet hazinesinin verdiği açık vardı. 1854’ten beri, Türkiye sonu gelmeyen dış
borçlanma yoluna girdi. Londra ve Paris tefecileri başkentte, tıpkı Ermeni ve Yunan
tefecilerin köylerde çalıştığı gibi çalıştı. Yönetmek her zamankinden daha zor hale geldi,
ve yönetilenler her zamankinden daha fazla hoşnutsuz hale geldi. Başkentte iflas ve
köylerde iflas; Konstantinopol’de saray darbeleri ve eyaletlerde halk ayaklanmaları –
bunlar iç çöküşün nihai sonuçlarıydı. Bu durumdan çıkış yolu bulmak olanaksızdı. Tedavi
ancak ekonomik ve toplumsal yaşamın bütünlüklü bir dönüşümüyle, kapitalist üretim
biçimlerine geçişle elde edilebilirdi. Ama ne böyle bir dönüşüm için temel ne de temsilcisi
olarak öne çıkabilecek toplumsal sınıf vardı ve şimdi de yok. Sultan’ın “yeniden ve
yeniden bahşedilmiş reformları” açıktır ki zorluklara çare bulamazdı, çünkü kaçınılmaz
olarak hukuksal yeniliklerden daha fazla bir şey değildi ve toplumsal ve ekonomik yaşamı
sarsmamış, bürokrasinin egemen çıkarlarına karşı olduğu için çoklukla kağıt üzerinde
kalmıştı.

Türkiye kendini bir bütün olarak yenileyemez. Başlangıçtan beri, birkaç farklı topraktan
oluştu. Yaşam tarzının durağanlığı, eyaletlerin ve milliyetlerin kendine yeten doğası yok
oldu. Ama iç birliklerini sağlayacak maddi çıkar, ortak gelişim yaratılmadı. Tersine, baskı
ve Türk devletine bağlı olmanın sefaleti her zamankinden daha büyük hale geldi. Ve bu
yüzden çeşitli milliyetler için bütünden kaçmak doğal bir eğilim oldu, ve içgüdüsel olarak
daha yüksek toplumsal gelişmenin yolu özerk varoluşta aranmaya başlandı. Ve böylece
Türkiye üzerine tarihi hüküm telaffuz edildi: batışla karşı karşıyaydı.

Osmanlı hükümetinin tüm tebaası çürüyen devlet organizmasının sefaletiyle karşı karşıya
geldiyse ve çeşitli müslüman [coğraf-yasındaki –ç.] halklar –Dürziler, Nasraniler, Kürtler ve
Araplar– da Türk boyunduruğuna isyan ettiyse de, ayrılıkçı eğilim her şeyden önce
hıristiyan topraklarda yayıldı. Buralarda maddi çıkar çatışmaları sıklıkla ulusal sınırlarla
çakıştı. Hıristiyanın hakları inkar edilir, bir müslüman karşısında yemini geçersizdir, silah
taşıyamaz, ve kural olarak kamu görevi yapamaz. Ancak daha da önemli olan, köylü
olarak çoklukla müslüman topraksahibinin toprağıyla iştigal eder, ve müslüman devlet
görevlisi tarafından iliği kurutulur. Dolayısıyla kökeninde, sıklıkla bir sınıf mücadelesi –
örneğin koşulları İrlanda’yı kuvvetle andıran Bosna ve Hersek’te olduğu gibi küçük
köylülerin ve ortakçı köylülerin topraksahipleri sınıfıyla ve devlet görevlileriyle
mücadelesi– vardır. Böylece ekonomik ve hukuki baskının ortaya çıkardığı muhalefet
burada ulusal ve dinsel çelişkilerde hazır-yapım bir ideoloji buldu. Dinsel öğelerin
katışması çelişkilere özellikle kaba ve vahşi bir nitelik kazandırdı. Ve böylece hıristiyan
ulusların Türkiye’yle ölüm-kalım mücadelesini yaratmak için tüm unsurlar bir araya gelmiş
oldu; Yunanların, Bosna-Herseklilerin, Sırpların ve Bulgarların mücadelesini şimdi
Ermeniler izliyor.

Kısaca anahatlarını çizdiğimiz toplumsal koşullar karşısında, Türkiye’deki ayaklanmaların


ve ulusal mücadelelerin Rus hükümetinin ajanları tarafından yapay olarak ortaya
çıkarıldığı iddiaları, burjuvazinin tüm modern emek hareketinin birkaç sosyal-demokrat
ajitatörün işi olduğu iddialarından daha ciddi görünmemektedir. Kabul edilmelidir ki,
Türkiye yalnızca kendi deviniminin ilerlemesiyle dağılıyor değildir. Kabul edilmelidir ki,
Rus Kazakların şefkatli elleri Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ın doğumunda ebe
hizmeti sundu, ve Rus rublesi, Karadeniz tarihi dramasının daimi sahne amiridir. Ama
diplomasinin burada yaptığı, yüzyıllar boyunca birikmiş adaletsizlik ve sömürü yığınındaki
tutuşkan malzemeye kibrit çakmaktan daha fazlası değildir.

Burada ilgilenmek durumunda olduğumuz, bir doğa yasası kaçınılmazlığıyla gelişen bir
tarihsel süreçtir. Balkan yarımadasında olanları anlamak için anahtar, Türkiye’deki arkaik
ekonomik biçimlerin sürdürülmesinin mali sistem ve para ekonomisi karşısında
olanaksızlığı ve kapitalizme gelişen para ekonomisinin olanaksızlığıdır. Türk despotizminin
varlık temelinin altı oyulmaktadır. Ama onun modern bir devlete gelişmesi için temel
yaratılmamaktadır. Öyleyse bir hükümet biçimi olarak değil bir devlet olarak; sınıf
mücadelesi yoluyla değil milliyetler mücadelesi yoluyla yıkılmak durumundadır. Ve burada
yaratılan yenileştirilmiş bir Türkiye değil, ama Türk enkazından çıkarılmış bir dizi yeni
devlettir.

Durum budur. Şimdi Türkiye’deki olaylara ilişkin olarak Sosyal-Demokrasinin alması


gereken konumu tartışmalıyız.

III. SOSYAL-DEMOKRASİNİN BAKIŞ AÇISI

Türkiye’deki gelişmeler karşısında Sosyal-Demokrasinin konumu ne olabilir? İlke olarak,


Sosyal-Demokrasi her zaman özgürlük özlemlerinin tarafında yeralır. Hıristiyan uluslar, bu
durumda Ermeniler, Türk egemenliğin boyunduruğundan kendilerini kurtarmak istiyorlar,
ve Sosyal-Demokrasi onların davalarına koşulsuz desteğini deklare etmelidir.

Kuşkusuz dış politikada –tıpkı yurtiçi sorunlarda olduğu gibi– şematik bakıştan uzak
durmak gerekir. Ulusal mücadele her zaman özgürlük mücadelesine uygun biçim değildir.
Örneğin, Polonya, Alsace-Lorraine ya da Bohemya’da ulusal sorun farklı bir biçime
bürünür. Bu örneklerin tümünde, ilhak edilmiş toprakların egemen topraklara kapitalist
asimilasyonu sürecine doğrudan karşı çıkılışı ile karşı karşıyayız, ki bu ayrılıkçı çabaları
güçsüzlüğe mahkum eder, ve işçi sınıfı hareketinin çıkarına olan, güçlerin ulusal
mücadelelerde parçalanmasını değil güçlerin birliğini savunmaktır.**** Ancak Türkiye’deki
ayaklanmalar sorununda durum farklıdır: hıristiyan toprakları Türkiye’ye yalnızca zor
yoluyla bağlıdır, işçi sınıfı hareketinden yoksundurlar, doğal toplumsal gelişim ya da
dağılma sonucu batmaktadırlar, ve bundan dolayı özgürlük özlemleri burada kendini
ancak ulusal mücadelede duyumsatmaktadır; dolayısıyla bizim yandaşlığımız kuşkuya yer
bırakamaz ve bırakmamalıdır. Ermeniler için pratik talepler sıralamak ya da amaçlanması
gereken politik biçimi belirlemek bizim işimiz değildir; dikkate alınması gereken
Ermenistan’ın kendi istekleri, iç koşulları ve uluslararası bağlamdır. Bizim için bu durumda
sorun her şeyden önce genel bakış açısıdır ve bu da bizim başkaldıranların karşısında
değil yanında olmamızı gerektirmektedir.

Ama Sosyal-Demokrasinin pratik çıkarları açısından durum nedir? Yukarıda belirtilen


ilkesel duruş bu çıkarlarla çelişkiye düşmek anlamına gelmiyor mu? Tam tersi olduğunu
üç noktada kanıtlayabileceğimizi düşünüyoruz.

Birincisi. Hıristiyan topraklarının Türkiye’den kurtuluşu uluslararası politik yaşamda


ilerleme anlamına gelir. Kapitalist dünyanın çıkarlarının pek çoğunun üzerinde
yoğunlaştığı bugünkü Türkiye’ninki gibi bir yapay konumun varlığı, genel politik gelişim
üzerinde daraltıcı ve geciktirici bir etkide bulunmaktadır. Doğu sorunu, Alsace-Lorraine
sorunuyla birlikte, Avrupa güçlerini –gerçek çıkarlarını aldatıcı adlarla gizleyerek ve hileyle
gerçekleştirmek için– bir tuzak ve aldatmaca politikası izlemeyi tercih etmeye
zorlamaktadır. Hıristiyan ulusların Türkiye’den kurtuluşuyla, burjuva politikası son idealist
paçavralarının birinden –‘hıristiyanları korumak’– daha yoksun bırakılmış olacak, ve
yağmadan başka bir şey olmayan gerçek içeriğine indirgenmiş olacaktır. Bu da, bizim
davamız açısından, tıpkı burjuva partilerin her türden ‘liberal’ ve ‘aydınlanmacı’
programlarının yalnızca ve basitçe para sorunlarına indirgenmesi kadar yararlıdır.
İkincisi. Önceki bölümlerde gösterdiğimiz gibi hıristiyan topraklarının Türkiye’den
ayrılması, bu ayrılık Türk topraklarının daha yüksek bir toplumsal yaşam biçimine
ulaşmasının tek yolu olduğu için, ilerici bir görüngüdür, toplumsal gelişme eylemidir. Bu
topraklar Türk egemenliğinde kaldıkça modern kapitalist gelişme sözkonusu değildir.
Türkiye’den ayrılarak, devlet ve burjuva kurumlarının Avrupa biçimini elde ederler ve
kapitalist gelişmenin genel akışı içine derece derece çekilirler. Bunun için Yunanistan ve
Romanya, Türkiye’den ayrıldıktan sonra çarpıcı bir ilerleme kaydetmişlerdir. Yeni ortaya
çıkan devletlerin tümünün küçük devletler olduğu doğrudur, ama yine de kuruluşlarını
politik parçalanma olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Çünkü Türkiye’nin kendisi
sözcüğün modern anlamında bir büyük güç değildir. Ama burjuva gelişimine sahne olan
ülkelerde modern işçi sınıfı hareketi için –Sosyal-Demokrasi için– zemin de tedrici olarak
hazırlanmaktadır; örneğin Romanya’da ve belirli bir ölçüde de Bulgaristan’da***** durum
böyledir. Bu yolla bizim en yüksek uluslararası çıkarımız karşılanacak, yani olanaklı olduğu
ölçüde sosyalist hareket tüm ülkelerde üzerinde yükseleceği bir basamak elde edecektir.

Üçüncüsü ve son olarak, Türkiye’nin dağılma süreci Avrupa’daki Rus egemenliğiyle


yakından bağlantılıdır, ve sorunun özü buradadır. Basınımız zaman zaman Türkiye’nin
tarafını tuttuğunda, besbelli ki bu doğuştan zalimlik ya da poligami yandaşlığı için özel bir
tercihten kaynaklanmamaktadır. Açıktır ki, bunun temelinde, Türkiye’nin cesedi üzerinden
dünya egemenliğine giden yolun peşinde olan ve hıristiyan ulusları Konstantinopol
üzerine ilerleyişinin aracı olarak kullanmak isteyen Rus mutlakiyetçiliğinin heveslerine
özsel karşıtlık vardır. Ancak bize göre iyi niyet tamamen yanlış yönde işletilmektedir ve
Rusya’ya karşı önlemler gerçekte olduklarının tam karşıtı yerde aranmaktadır.

Önceki deneyim göstermiştir ki Balkan yarımadasına yönelik politikasında Rusya


genellikle amaçladığının tam karşıtını elde edebildi. Türk egemenliğinden özgürleşen
halklar Rusya’nın cömertliğini ‘alçak nankörlükle’ ödediler; yani Türk boyunduruğu yerine
Rus boyunduruğunu açıkça reddettiler. Balkan devletlerinin bu tavrı Rus diplomatlar
açısından ne kadar beklenmedik olursa olsun şaşırtıcı olmaktan uzaktır. Onlarla Rusya
arasında kurt ile kuzu arasındaki gibi, avcı ile av arasındaki gibi doğal bir çıkar çatışması
vardır. Türkiye’ye bağımlılık, bu çıkar çatışmasının üstünü örten bir peçedir, hatta yapay
ve geçici olarak bir çıkar ortaklığı olarak görünmesine olanak vermektedir. Kitleler
karmaşık ve uzağı gören düşüncelerle ilgilenmezler. Türkiye’deki ulusal ayaklanmalar
kuşkusuz kitle hareketleri olduklarından, acil çıkarlarına en çok uygun gelen ilk yöntemi,
bu yöntem Rusya’nın aşağılık diplomasisi olsa bile, kabul ediyorlar. Ama hıristiyan
toprakları ile Türkiye arasındaki zincirler koparılır koparılmaz, Rus diplomasisi de saf
alçaklık olarak gerçek yüzünü gösteriyor ve içgüdüsel olarak hemen Rusya’ya karşı hale
geliniyor. Eğer Türkiye’nin tabiyetindeki uluslar Rusya’nın müttefikiyseler, Türkiye’den
özgürleşmiş uluslar Rusya’nın doğal düşmanları haline geliyorlar. Bulgaristan’ın Rusya’ya
yönelik şimdiki politikası büyük ölçüde yarı-özgür oluşunun, onu Türkiye’ye hâlâ bağlayan
zincirin sonucudur.

Ama daha önemli olan bu süreçte ortaya çıkan bir başka sonuçtur. Hıristiyan topraklarının
Türkiye’den kurtuluşu esas olarak benzer biçimde Türkiye’nin hıristiyan uyruklarından
‘kurtuluşu’ olarak ele alınmaktadır. Avrupa diplomasisinin Türkiye’deki faaliyetinde
kullandığı motif ve onu koşulsuz olarak Rus tarafına düşüren budur. Dahası, savaş
durumunda Türkiye’yi direnemez hale getirecek olan onlardır [hıristiyanlardır].
Hıristiyanlar Türk silahlı kuvvetlerinde yer almazlar ama sürekli ona karşı ayaklanmaya
hazır durumdadırlar. Dolayısıyla Türkiye için bir dış savaş her zaman bir iç savaş, ve
dolayısıyla askeri güçlerinin yeniden konumlandırılması ve hareket kabiliyetinin felç
edilmesi, anlamına gelmektedir. Bu hıristiyan azabından kurtulmuş bir Türkiye kuşkusuz
uluslararası politikada daha serbest bir konum alabilecek, ve kendi toprakları savunma
güçleriyle daha orantılı hale gelecek, hepsinden öte her dış saldırganın doğal müttefiki
olan içerdeki düşmandan kurtulacaktır. Kısacası hıristiyanlar üzerindeki egemenliğinden
feragat etmek Osmanlı hükümetini, her şeyden önce Rusya karşısında, daha dirençli
kılacaktır. Bu, Rusya’nın bugün niye Türkiye’nin bütünlüğünden yana olduğunu
açıklamaktadır. Şu anda Rusya’nın çıkarına uygun olan, Türkiye’nin dezorganizasyonuna
neden olacak basili –hıristiyan ulusları– içinde tutması ve bu ulusların da, Rusya’nın
Konstantinopol’e ilişkin planlarını yürürlüğe koyacağı en elverişli an gelinceye dek,
Türkiye’nin boyunduruğu altında ve Rusya’ya bağlı kalmalarıdır. Bu aynı zamanda bizim
niye bu ülkenin bütünlüğünden yana değil, hıristiyanların Türkiye’den kurtuluşundan yana
olmamız gerektiğini de açıklıyor.

Bize göre, Rus gericiliğinin ilerlemesine karşı çözüm, ‘Salisbury’nin****** işe en uygun
adam olup olmadığı’ ya da Ruslara Türkiye’de arka kapıyı gösterecek adamın o olup
olmadığı konusundaki gözlemlerde değil, Türkiye’nin çözülme sürecinin yukarıda
belirttiğimiz sonuçlarında aranmalıdır. Ve sorunun bu yanı çok önemlidir. Rus gericiliği
bizim için, ağırlığını hafife alarak –aynı zamanda ona karşı kavgada koşulların bize
sunduğu ciddi silahı önemsemeyerek– gözden uzak tutma lüksümüz olmayacak kadar çok
tehlikeli ve ciddi bir düşmandır. Bugün Türkiye’nin bütünlüğünü savunmak, fiilen Rus
diplomasisinin elini güçlendirmek anlamına gelir.

Uzak geleceğe ilişkin ayrıntılı politik tahminler tasavvur etmek fanteziden öte anlam
taşımaz. Ama özgürleşmiş Türkiye’nin ve özgürleşmiş Balkan topraklarının direnişinin, Rus
mutlakiyetçiliğinin Konstantinopol sorununun nihai çözümünü görecek kadar
yaşayamadan –evrensel ilgi odağı olan bu sorunun halkların yararına çözümüne müdahil
olma olanağı bulamayarak– ölmesine kadar Rus ilerlemesini engelleyebilmesi pekâlâ
olanaklıdır.

Dolayısıyla bizim pratik çıkarlarımız ilkesel bakış açımızla tamamen çakışmaktadır ve bu


nedenle Sosyal-Demokrasinin doğu sorunu konusunda güncel tavrı olarak aşağıdaki
önermelerin benimsenmesini önermekteyiz:

Türkiye’nin çözülmesi süreci kalıcı bir olgu olarak kabul edilmeli ve bu sürecin
durdurulabilirliği ya da durdurulması gerektiği fikri reddedilmeli.

Hıristiyan ulusların özerklik özlemleri ile tam duygudaşlık içinde olunmalı.

Bu özlemler her şeyden önce Çarlık Rusyası’na karşı kavganın aracı olarak selamlanmalı,
ve Türkiye’den olduğu kadar Rusya’dan da bağımsızlıkları ısrarla savunulmalı.

Burada ele alınan sorunlarda pratik değerlendirmelerin genel ilkelerimizle aynı sonuçlara
varması rastlantı değildir. Çünkü Sosyal-Demokrasinin amaç ve ilkeleri gerçek toplumsal
gelişmeden türetilir ve onun üzerinde temellendirilir; dolayısıyla tarihsel süreçlerde
olayların nihai olarak sosyal-demokrat değirmene su taşıdığı, ve ilkesel duruşu
sürdürmenin doğrudan çıkarlarımızın peşinden gidebilmek için en iyi yol olduğu, büyük
ölçüde görünür hale gelir. Olaylara derinlemesine bakış demek ki her zaman, bazı
diplomatları büyük halk hareketlerinin nedenleri haline getirmeyi ve bu diplomatlarla
mücadelenin araçlarını başka diplomatlarda aramayı bizim için fuzuli bir çaba yapar.
Öylesi tam da kahvehane politikacılığıdır.

NOTLAR

* 1890’larda, özellikle Ermenistan, Girit ve Makedonya’da, Türkiye’nin yabancı


egemenliğine karşı sık sık isyanlar parlamaktaydı; bunlar acımasızca bastırıldı. [İngilizceye
çevirenin notu]

** Şu anda, öte yandan, her şeyin sorumlusunun Sultan olduğu ileri sürülüyor. Böylece
‘kurban’, günah keçisi yapılmış oluyor. İzleyen bölümlerdeki argümanlar, okurları sorunun
kişi değil koşullar sorunu olduğuna okurları ikna edecektir. [Sächsische Arbeiter-Zeitung’un
notu.]
*** Rusya’nın Kırım Savaşında (1853-56) yenilgiye uğraması iç politik durumu öyle
kızıştırdı ki 1861-1870 arasında egemen sınıf bir dizi politik reformu devreye sokmak
zorunda kaldı; bunlar elbette eksik ve feodal kalıntılarla bulaşıktı, ama yine de Rusya’da
kapitalist gelişmeyi teşvik etti. En önemlileri 1861’de köleliğin kaldırılması, 1864’te kırsal ve
kentsel özyönetim organlarının oluşturulması, 1863’te halk eğitim idaresinde değişiklikler ve
1864’te hukuk alanında değişiklikler ile 1865’te sansür konusundaki değişikliklerdi.
[İngilizceye çevirenin notu]

**** Rosa Luxemburg’un ulusal sorun konusunda kimi görüşlerinin bir eleştirisi için bkz: V.
İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Ankara 2007, s. 45 vd., 95 vd. [Türkçeye
çevirenin notu.]

***** Ermeni sosyalistler –Die Neue Zeit, c. 14, no. 42’de olduğu gibi– ayrılıkçı özlemlerini
Ermenistan’daki görünürdeki kapitalist gelişmeyle haklılamak zorunda olduklarını
düşünürken bize göre yanlış iz sürüyorlar. Tersine, burada Türkiye’den ayrılık kapitalizmin
filizlenmesinin yalnızca önkoşuludur. Ve kuşkusuz kapitalizmin kendisi de sosyalist hareketin
bir önkoşuludur. Dolayısıyla bizce Ermeni yoldaşlar –Lassalle’dan serbest aktarımla– şu an
için sosyalizmin önkoşulunun önkoşuluyla –bir tür önkoşulun karesiyle– uğraşmak
durumundalar. [Rosa Luxemburg’un notu]

****** Robert Cecil, Üçüncü Salisbury Markisi (1830-1903), 1873-1902 arasında üç kez
Britanya başbakanı ve dört kez dışişleri bakanı. [İngilizceye çevirenin notu]

You might also like