You are on page 1of 5

“Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı”na Dair..

(bir okuma denemesi)

Hakkı Yücel.

Yazar Cengiz Erdem son kitabı “Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı”na (Geniş Kitaplık
Yayınları), “Her şey dünyada artık televizyon diye bir şey olmadığıyla ilgili, daha doğrusu
dünyadaki tüm televizyon ekranlarının bilinmeyen bir sebepten ötürü beyaza büründüğünü
duyuran o garip ve bir o kadar da talihsiz haberin gazetelerde yayımlanmasıyla başladı.”
cümlesiyle giriş yapar ve daha ilk adımda, yaşadığımız hayatı belirleyen ‘görüntüler
dünyası’nın şalterini indirerek bizi ‘beyaz’ bir boşlukla karşı karşıya bırakır. Yazarın da temel
problematiği olan, bugünün, görüntüler üzerinden anlam(sızlık) kazanan verili ‘hakikat’in
yitimi demektir bu ve devamında o yitimin arkasında bıraktığı, potansiyel olarak yeni bir
başlangıcı ima eden, simgesel bir ‘beyaz’ boşluk işaret edilir. Şimdi sorun insan(lığ)ın o
boşlukla nasıl başa çıkacağı, yitirilen hakikat’in nasıl ve neyle ikame edileceğidir. Erdem, bir
‘anlatı’ olarak tanımladığı eserinde bir yandan bu boşluk karşısında “görüntü kölesi bilinçlerin
düştüğü biçarelik halini” anlatırken, bir yandan da o boşluğun ölü bir ‘hiçlik’ değil, ölümü
yaşayacak olsa da (‘beyaz’ aynı zamanda ölüm’ün renklerinden birisidir) insanın yaratıcı
gücünü harekete geçiren, ‘anlam çokluğu’na dönüştüreceği bilincin öznesi kılan, doğurgan bir
karakteri olduğunu hatırlatır. Buradan bakılınca “Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı”nın,
‘özgün’ ve ‘özgür’ bir metin olduğu rahatlıkla söylenebilir. İlk anda altı çizilmesi gereken de
kanımca metnin bu ‘özgün’ ve ‘özgür’ olma halidir ve gerek ‘metin kurgusu’, gerek ‘okur-
metin’ ilişkisinin seyri ve gerekse okurun metni ‘okuma biçimi’nin mahiyetleri bakımından
bu önemlidir.

Nitekim yazarın kendisi de metnin akışı içinde kimi zaman araya girerek bu hususa parmak
basmaktadır. Söz gelimi, “Kelimelerle spiraller çizen bir spiral olarak bu kitap aynı zamanda
hem edebiyattan, hem felsefeden, hem matematikten az çok anlayan okuyucularımızın büyük
bir kısmının takdir edeceği üzere sonsuzluğa açılan bir kapıyla sonlanan spiral bir merdiven
olarak nitelendirilip, arzu edilirse o gözle de okunabilir” (s.102) cümlesi, anlatı’sının ‘türler-
disiplinler arası’ geçirgen bir ilişkiyi ve eklemlenmeyi içerdiğini (bu bağlamda ‘özgün’ bir
metin olduğunu) ve tam da bu nedenle ‘çoklu okumalar’a imkân tanıdığını (bu bağlamda da
hem metni hem de okuru ‘özgür’ kıldığını) yeterince ortaya koymaktadır.
Buradan anlatı’nın başladığı yere dönecek olursak, görüntülerin bir anda kaybolup
ekranların ‘beyaz’a bürünmesiyle karşı karşıya kalınan şok edici durum, öncelikle bir
açıklamayı gerektirecektir ve kolaylıkla anlaşılacağı üzere hayat(ımız)ın belirleyici
kurumlarından olan ‘din-bilim-siyaset’ üçlüsünün her biri de bu işe soyunmakta tereddüt
göstermeyecektir. Ne var ki sorun da buradadır; şundan ki, onların her birinin kendi içinde
yaptıkları kategorik ve sınırlı açıklamalar, yazarın ifadesiyle “manadan ve maksattan yoksun”
(buna, maksada indirgenmiş/ayarlanmış mana(sızlık) da denebilir mi) ve hiçbir sızıntıya yer
bırakmayacak kadar mutlaktır. Bu noktada asıl yapılması gereken, söz konusu açıklamaların
içine düştükleri kısır döngüyü kırıp aşmaktır ve tam da burada yazar, bir yandan “yaratıcı
beyinler”e çağrıda bulunurken, bir yandan da bir “edebiyat, televizyon ve sinema manyağı”
olan ve Tevrat’ın Yaradılış (genesis) bölümündeki Tekvin’le aynı adı taşıyan kahramanını ve
de onun bu esrarengiz olayı tuhaf bir raslantıyla önceden tahayyül ederek yazdığı kitabını
edebi bir ’alt metin’ olarak, anlatıya yerleştirir. Aynı anda teorik metinlerden yapılan alıntılar
(ör.M.Foucault, A.Badiou) ve hatta bizatihi filozofların hayali suretleri (ör.Spinoza) de bu
serüvene katılarak hikâyeye derinlik ve genişlik kazandırılır. Bütün bunlar olurken, arada
yazarın kendisi de devreye girer ve “okuyucuyu germenin gereği ise hiç yoktur, zira
unutulmamalıdır ki anlatımız bir gerilim anlatısı değil, bilakis türler arası bir etkileşim
neticesinde ortaya çıkmakta olan, kategorize edilemeyecek nitelikte bir hadisenin edebi form
kazanmasından ibarettir. Belli ki bu türde bir anlatı daha evvel hiç yazılmamıştır, zira bu
anlatının ait olabileceği bir anlatı türü zaten mevcut değildir” diyerek açıklamalarda bulunur.

Erdem’in anlatısında, onun ‘çok katmanlı’ ve ‘çok katılımlı’, ‘özgün’ ve ‘özgür’ olma
karakterini tamamlayan bir başka önemli husus ise, başından beri kullana geldiği ‘ironik’
dilidir. (Burada yazarın Jose Saramago’yu anması, onunla yaşadığı edebi akrabalığı ima
etmesi yanında, bu akrabalığın sınırını çizmek kararlılığını göstermesi bakımından da
önemlidir.) Her türlü süslemeden uzak bu yalın dilin aynı anda her kelimeye yüklediği
yoğunluk, hayal dünyamızın olduğu kadar gerçeklik dünyamızın da sınırlarını zorlar; dilin
kendisinde içkin metaforik karakterine adeta kendisinden öte metaforik bir genişlik
kazandırır. Bu durum ilk okumada zihnimizde “anlam boşlukları” yaratıyor gibi görünse de
tam aksine giderek “anlam çokluğu” üretme potansiyeli taşıyan bir doğurganlığa dönüşür ve
son kertede ‘hakikat’ arayışına bir derinlik ve çok boyutluluk katar. Tam da bu nedenledir ki
Erdem’in ‘anlatı’sında dilin(in) bir başka özelliği daha karşımıza çıkar, o da, bizatihi dilin
kendisinin -anlatının kendisinin- özneleşme (anlatı kahramanına dönüşme) halidir. Bunun
böyle olduğunu, yazarın kendisinin, hikâyesini anlattığı insanlar -kahramanlar- için sorduğu
“Kimdir bu insanlar?” sorusuna verdiği yanıttan da çıkarmak mümkündür. Erdem, bu
insanların kendilerinden öte “bu anlatıyı oluşturan cümleler” de olduklarını ve dahası
“kelimelerin (de) onlara karşı” olduklarını söylerken, cümlelerin ve kelimelerin -yani metnin-
kendilerini de özne konumuna yükseltir. Üstelik öyle cümlelerdir (özne-kahramanlardır) ki
onlar, yazıldıkça “yarattıkları anlamlar içlerinde boşluklar” barındırır ve bu boşluklar da
paradoksal bir biçimde “anlamsızlık yaratmak yerine anlamın yaratılması için gerekli
koşullar’ı oluşturur. Çok mu karışıklık yaratıyor bütün bunlar? Öyle gibi görünüyorsa da,
hikâyemizin başlangıç noktasını hatırlayacak olursak, görüntülerin birdenbire silinmesiyle
ekranda oluşan beyazlık, bize sunulan (verili) hakikat’in yitimiyle birlikte onun arkasında
bıraktığı büyük boşluğun kendisidir ve insanoğlunun (bilincin) yeni hakikat arayışı da
kaçınılmaz olarak bu boşluğun içinde(n) olacaktır. Yani boşluğun kendisi, yeni anlamların ve
hakikat(ler)in yaratılması için gerekli koşuldur ve işte tam da burada “yeni anlam dünyalarını”
yaratacak ve “bu anlam dünyalarını hayata geçirecek” yeni kurgu biçimlerine (yeni
anlayışlara, yeni bir dil vb.) ihtiyaç vardır. Kaldı ki Erdem’in kimi zaman ‘komik’, kimi
zaman ‘aforizmatik’, kimi zaman provakatif’, kimi zaman ise ‘fantastik’ bir mahiyet taşıyan
dil özelliği de anlatıya gerek anlaşılırlık bağlamında kolaylıklar, gerekse de ‘okur-metin’
ilişkisi ve ‘okuma biçimi’nin seçenekleri bağlamında, ‘çoklu okuma”lara imkân tanıyan,
yaratıcı ve bir o kadar da sürükleyici bir dinamizm sağlamaktadır

Buradan bakınca bir başka ayırt edici husus ise “Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı”nın,
yerleşik sistemin -kapitalist sistemin- sadece görüntüler üzerinden ve görünür kılınarak
anlam(sız)landırılan hakikatinin eleştirisi olduğu kadar, yine görünür kılınarak gözetim altına
alınan insanın da, hem zihnen ve hem de bedenen özgürleşme çabasına dair de bir anlatı
olmasıdır. Sadece bu kadar da değildir; gerek iç dünya(sı) ve gerek dış dünya(sı) karşısında
özgürleşen insana (bilince), artık ‘ikili kesinlikler’ üzerinden düşünmek ya da ‘ikili
konumlanmalar”dan herhangi birinde yer almak zorunda olmadığını -yer almaması
gerektiğini- hatırlatan ve ona yeni bir konum (düşünce, anlayış, tavır vb.) öneren de bir
anlatıdır. Bir başka ifadeyle ona ‘ikilemler’ dünyasından herhangi birine dâhil olmayı değil,
‘ikilemler’ arasında yer almayı -yani ‘eşik’te durmayı- ve buradan yeni çıkış yolları bulmayı
(bu ‘hakikat’ arayışıdır aynı zamanda) öneren, bu ihtimaller çokluğunu hatırlatan, bunun
serüvenini ‘edebi bir form’a dönüştüren ve nihayet bu bilinçlerin ve insanların hikâyesini dile
getiren bir anlatıdır. .
Metnin bu doğurgan niteliği ve okura sunduğu okuma zenginliği, akla ister istemez onun
oku(n)ma biçiminin mahiyetine dair bir soruyu da getirebilir. Bu noktada, Hilmi Yavuz’un
daha önceden yazılmış yazılarını bir araya topladığı ve geçtiğimiz günlerde “Okuma Biçimleri
-Varlığın ve Sanatın Dili-“ (Timaş Yayınları) başlığıyla yayımlanan kitabına başvurmakta
yarar vardır. “Okuma biçimi” derken “edebi bir metnin okunma, yorumlanma ve
anlamlandırma biçimlerinin” göz önüne alınması gerektiğini söyleyen Yavuz, “yazar merkezli
okuma, metin merkezli okuma ve okur merkezli okuma” olmak üzere üç okuma biçimin
olduğunun altını çizer. Bir başka ifadeyle “okuma, yorumlama ve anlamlandırma uğraşı, ya o
metnin yazarının metne verdiği anlamın ne olduğunu (yazarın niyetini) bularak, ya yazarından
bağımsız olarak metnin kendisinin anlamını (metnin niyetini) ortaya koyarak, ya da okurun o
metni nasıl yorumladığına (okurun niyetine) bakılarak gerçekleştirilir.”

Bu ayrımlama öncelikle edebiyat (eleştirisi) disiplinine dair bir ayrıntıyı ifade ediyor ve
ortalama bir okura fazla geliyor olsa da, “Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı”nı okumak
bağlamında bu ölçütler göz önüne alındığında kanımca (en azından bir okur olarak kendi
adıma) şunu söylemek mümkün: Bu eser, yazar’ının yazarken türler-disiplinler arası bir
geçirgenliği ve eklemlenmeyi gözeterek ‘özgün’ ve ‘özgür’ bir metne dönüştürdüğü -bu
bağlamda neredeyse yazarının ötesine geçtiği-; metnin kendini yeniden ürettiği -bu bağlamda
metnin kendisinin ötesine geçtiği- ve okur’un da okudukça kendisini özgürleştirerek -bu
bağlamda okurun da kendisinin ötesine geçtiği- bir anlatıdır.

Burada can alıcı soru şu olabilir: Bir (edebi) anlatı, bu kadar yükü taşıyabilir mi; ya da içine
bu kadar yük alan bir metin edebi olabilir mi? Zor olduğu ve ustalık gerektirdiği kesin. Kaldı
ki Cengiz Erdem de bunun farkında; bu yüzden o da, “tek tesellimiz herkesi tatmin etmenin
mümkün olmadığı gerçeğidir” derken, bu gerçeğin altını sadece okurun beklentilerini
gözeterek değil, edebiyatın ne olduğunu (ne olması gerektiğini) gözeterek de çizmekte ve bir
bakıma bu zorluğu ima etmektedir. İyi de “Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı”nda bütün
bu zorlukları aşabilmiş midir? Bence aşmıştır. Nasıl mı başarmıştır bunu? Kitabın temel
tezinin “hakikatin ulaşılan değil, yaratılan bir bilginin karanlık yönü olduğunu” söylerken bizi
içine çektiği, ‘beyaz’ boşluklarla uzayıp giden labirentte kaybolup gitmek yerine, bize
benzeyen Tekvin’in saf ve komik bir oyuna dönüşen serüvenine tutunmamızı sağlayarak
başarmıştır.
Görünen o ki, bu serüven burada bitmeyecek. Cengiz Erdem bir ‘büyük kitap’ olarak
tasavvur ettiği ve parça parça tamamlamaya koyulduğu eserini yazmayı sürdürecek ve biz
okurlarına da, onun bizi her seferinde biraz daha şaşırtan ama aynı zamanda da peşinden
sürükleyen yeni eserlerini beklemek kalacak.

http://cengizerdem.wordpress.com/

http://fantezimakinesindehakikatsizintisi.wordpress.com/

Kaynak: http://www.yeniduzen.com/detay.asp?a=19810

You might also like