Professional Documents
Culture Documents
Gençlik
Miti”
Yrd.
Doç.
Dr.
Demet
Lüküslü
(Yeditepe
Üniversitesi
Sosyoloji
Bölümü)
Demet
Lüküslü:
Yeditepe
Üniversitesi
Sosyoloji
bölümünde
çalışıyorum.
Kendim
de
1977’liyim.
Eminim
bir
kaç
sene
sonra
kaçlı
olduğumu
söylediğim
için
pişman
olacağım,
ama
diğer
yandan
da
gençlik
çalışan
bir
kişi
olarak
hangi
kuşağa
ait
olduğumu
söylemenin
de
önemli
olduğunu
düşünüyorum.
Gençlik
üzerine
çalışma
sebeplerimden
bir
tanesi,
ait
olduğum
kuşakla
da
çok
bağlantılı.
O
yüzden
her
ne
kadar
seneler
sonra
-‐
çok
seneler
sonra
da
değil
-‐
pişman
olacak
olsam
da,
her
zaman
kaçlı
olduğumu,
hangi
kuşağa
ait
olduğumu
söylemiş
oluyorum.
Kuşak
üzerine,
gençlik
üzerine
çalışan
bir
kişinin
galiba
bunu
yapması
gerekiyor.
Benim
de
aslında
gençlik
üzerine
çalışmam
çok
bireysel
bir
hikayeden
kaynaklanıyor.
Yani
kendimin
de
içinde
olduğu
bir
kuşağı
anlama
çabası
sanırım.
Ama
diğer
yandan
da
görüşme
yaptığım
gençler
benden
daha
küçüklerdi.
O
yüzden
tam
kendi
kuşağım
da
olmuyor
gibi
de
düşünülebilir.
Marmara
Üniversitesi
Fransızca
Kamu
Yönetimi
mezunuyum.
Bizim
üniversitemizde,
lisans
bitirme
tezi
vardı.
İlk
olarak
o
zaman
gençlik
üzerine
çalışmaya
başlamıştım.
Ferhat
Kentel’in
‘Türk
Gençliği
98:
Suskun
Kitle
Büyüteç
Altında’
araştırması1
yeni
yayınlanmıştı.
O
dönem
konuyla
ilgili
çok
fazla
gazete
yazısı
çıkmaya
başlamıştı.
Ben
de
pek
çok
eleştiri
getiriyordum
gençlerle
ilgili
yazılıp
çizilenlere.
Dedim
ki
madem
lisans
bitirme
tezi
yapmak
zorundayım,
en
azından
gençler
üzerine
bir
şeyler
yapayım.
Önce
çok
tarihsel
bir
şey
yapacak
olursam
aynı
şeyleri
söyleyemem
veya
bu
kadar
rahatlıkla
savunamam
dedim.
Sonradan
tez
hocam
Prof.
Dr.
Füsun
Üstel
oldu
ve
onunla
beraber
Türkiye’de
gençlik
tarihi
üzerine
bir
tez
yaptım.
Ardından
yüksek
lisans
ve
doktorada
günümüz
Türkiye
gençliği
üzerine
bir
şeyler
yapabildim.
Ama
bugün,
konuşmaya
başlamak
istediğim
konu
da,
birazcık
o
gençlik
tarihiyle
bağlantılı
olan
kısım.
Çünkü
“gençlik”
deyince,
herkes
üzerine
pek
çok
şey
düşünüyor,
söylüyor.
Sizin
de
bir
önceki
oturumda
tartıştığınız
gibi,
aslında
çok
da
heterojen
bir
kitleden
bahsediyoruz.
Ama
diğer
yandan,
tarihsel
olarak
da
farklı
evrelerden
geçmiş
olan,
toplumdan
topluma
değişen,
ve
bir
yandan
da
gençlik
tarihi
yapmak
isteyenler
için
de,
ciddi
alanlar
sunan
konulardan
bir
tanesi.
O
yüzden
“gençlik
tarihinden”
başlayalım
istiyorum.
Çünkü
benim
en
ilgimi
çeken
konulardan
bir
tanesi
gençliğin
1
http://www.kas.de/proj/home/pub/44/12/year-‐1999/dokument_id-‐2797/index.html
moderniteyle,
sanayileşmeyle
ve
kentleşmeyle
olan
bağının
kurulması.
Bir
kategori
değil
ama
sıfat
olarak
“genç”
her
zaman
olsa
da
-‐
yani
her
zaman
kendimizi
başkalarına
göre
tanımlarken,
“o
benden
genç”,
“daha
yaşlı”
gibi
kelimeler
kullansak
da
-‐
aslında
bir
toplumsal
kategori
olarak
gençliğin
oluşması,
moderniteyle
paralellik
gösteriyor.
Böylece
bir
kategorinin,
çocukluğun
ve
gençliğin,
gerçek
hayatın
içinden
alınıp,
başka
bir
kuruma
emanet
edilmeleri
ve
o
kurumda
geleceğe
hazırlanmalarını
görüyoruz.
Yani
bir
anlamda
çocukluk
da,
gençlik
de,
yetişkinliğe
(sanayi
devrimiyle
beraber,
özellikle
de
çalışma
hayatına)
hazırlanılan
bir
dönem
olarak
karşımıza
çıkıyor.
Bu
yüzden
modernitenin
ürünlerinden
bir
tanesi.
O
açıdan,
mesela;
geleneksel
toplumun
gence,
yaşlıya
veya
çocuğa
nasıl
baktığıyla,
modern
toplumun
nasıl
baktığı
arasında
fark
oluyor.
Veya
1920’li
yılların
gence,
çocuğa,
yaşlıya,
yetişkine
bakışıyla
bugün
arasında
farklılıklar
oluyor.
Bu
açıdan
baktığımızda,
gençlik
tarihini
anlamaya
çalıştığımızda,
aslında
hiç
de
durağan
(statik)
bir
tarihle
karşı
karşıya
kalmadığımızı
fark
ediyoruz.
Gittikçe
değişen
ve
farklılaşan
bir
tarih
karşımıza
çıkıyor.
İşte
o
açıdan
bakacak
olursak,
geleneksel
toplumla,
modern
toplum
arasındaki
fark
dediğimizde,
geleneksel
toplumda,
“yaş
almak”
demek,
deneyim,
tecrübe
kazanmak
demek.
Geleneksel
toplumda,
yaşlılık
demek,
çok
önemli
bir
mertebeyi,
bir
statüyü
de
beraberinde
getirmek
demek.
İşte
bu
yüzden
yöneticilerden,
din
adamlarına
kadar,
önemli
pozisyonlardaki,
statülerdeki
insanlar
hep
yaşlılardan
oluşuyor.
Çocukluk
ve
gençlik
ise
daha
henüz
tecrübe
sahibi
olmadığınız
bir
dönem.
Hatta
gençliğin,
tam
olarak
bir
kategori
olmadığından
da
bahsedebiliriz.
Sadece
çocukluk,
yetişkinlik
ve
tecrübe
sahibi
olduğunuz
yaşlılık
var.
O
açıdan,
sanayi
devrimiyle
durum
çok
ciddi
değişiyor.
Çünkü
sanayi
devrimi
toplumun
merkezine
üretimi
koyuyor.
Yani
tecrübeyi
değil
de
üretimi.
Böylece
çalışma
hayatının
merkezde
olması
yetişkin
merkezli
bir
toplum
sistemini
yaratıyor.
“Yetişkin
merkezli”
derken
diğer
kategorilerin,
hepsinin,
yetişkinliğe
göre
ayarlandığı
bir
toplumdan
bahsediyoruz.
Yani
çocuk
ve
gençken
yetişkin
olmaya
hazırlanıyorsunuz.
Modern
okullar
da,
bunun
en
önemli
kurumlarından
bir
tanesi.
“Yaşlılık”
ise
artık,
daha
fazla
çalışamadığınız,
çalışma
hayatının
bir
parçası
olamadığınız,
üretemediğiniz
bir
dönem
olarak
-‐
bir
anlamda
-‐
aşağılanmaya
da
başladığınız
bir
dönem
denilebilir.
Bu
açıdan
baktığımızda
sanayi
öncesiyle,
sanayi
sonrasının
farklı
biyolojik
evrelere
nasıl
baktığı
da
çok
ciddi
anlamda
değişiyor.
“Gençliğin
önemi
nerede?”
dersek,
işte
gençlik
bu
üretimin
ve
çalışma
hayatının
merkezi
olduğu
dönemde,
dinamizmi
temsil
etmesiyle,
özellikle
yaşlılara
göre
karşılaştırıldığında,
yeniyi,
dinamik
olanı,
güçlü
olanı
temsil
ettiği
için,
bütün
ulus
devletler
tarafından
bir
sembol
olarak
alınıyor.
Bir
başka
sebep
daha
var
tabii
ki
-‐
o
da
çok
duymaya
alışkın
olduğumuz,
ulus-‐devlet
söyleminin
içinde
çok
önemli
bi
yer
tutan
-‐
geleceğin,
gençler
tarafından,
oluşturulacağı
düşüncesi.
Bütün
ideolojiler
ulus-‐
devlet
oluşturma
sürecinde
geleceğin
toplumlarını
şekillendirmeye
çalışıyor.
Bunu
yaparken
kendi
düşüncesini
taşıyan,
kendi
değerlerine
ve
normlarına
göre
bir
gelecek
ve
gelecek
nesiller
yaratmaya
çalışıyor.
Çocukların
ve
gençlerin
bu
geleceğin
nesillerini
oluşturmada
çok
önemli
bir
rol
oynayacakları,
çünkü
onların,
geleceğin
yetişkinleri
olacağı
düşünülüyor.
Dolayısıyla
bir
anlamda
geleceği
kontrol
etmek
istiyorsanız,
ilk
başta
çocukluktan
ve
gençlikten
başlamanız
gerektiğine
dair
ciddi
bir
anlayış
var.
20.
yüzyılın
hangi
ideolojisine
bakarsanız
bakın,
gençliğin
bir
sembol
olarak
alındığını
görüyosunuz.
Gençler,
yeninin
ve
yeni
toplumu
oluşturmak
isteyen
ideolojilerin
sembolü
olarak
seçilmiş
oluyorlar.
Almanya’da
Nazizim
olsun,
İtalya’da
Faşizm
veya
liberalizm
için
bu
hep
geçerli.
Türkiye’den
konuşacak
olursak,
hangi
ideolojiyi
alırsak
alalım,
gençlerin
bir
sembol
olarak
seçilmiş
olduklarını
görüyoruz.
Gençler
bu
yeni
toplumları
oluşturacak
olan,
geliştirecek
olan
bir
kategori
olarak
karşımıza
çıkıyor.
Ben
buna
“gençlik
miti”
adını
veriyorum.
“Türkiye’de
Gençlik
Miti”2
hem
doktora
tezimin,
hem
de
kitabın
başlığı,
çünkü
aslında
gençlik
bir
kategori
olarak
koyulurken,
siyasi
bir
kategori
olarak
tanımlanıyor
ve
onun
üzerine
kuruluyor.
Türkiye’ye
bakacak
olursak,
bütün
hikayenin,
bir
modernleşme,
bir
sanayileşme
hikayesi
olduğunu
söylemek
için
anlatıyorum.
Ama
tabii
Türkiye’ye
özgü
başka
yanlar
da
var,
global
hikayenin
parçası
olan
yanlar
da
mevcut.
Türkiye’de
gençliğin
toplumsal
kategori
olarak
karşımıza
çıkmasını
ne
zamana
kadar
geri
götürmek
lazım
diyecek
olursak,
ben
bunu
Türkiye’deki
toplumsal
yaşam
üzerine
düşünenlerin
yaptığı
gibi
19.
yüzyılla
başlatıyorum.
19.
yüzyıldaki
modernleşme
hareketleriyle
beraber,
batı
tarzı
okulların
kurulması,
o
batı
tarzı
2
Türkiye’de
“Gençlik
Miti”.
1980
Sonrası
Türkiye
Gençliği,
İstanbul,
İletişim
Yayınları,
2009.
okullarda
gelişen
bir
kuşağın
oluşması
ve
bu
kuşağa
da
Osmanlı
İmparatorluğu’nda
siyasal
bir
misyon
verilmesini
görüyoruz.
Bu
siyasal
misyon;
zaten
zor
bir
durumda
olan
Osmanlı
İmparatorluğu’nu,
batı
tarzı
eğitim
alarak,
Osmanlı’ya
has
kültürle
de
harmanlayarak,
İmparatorluğu
çöküşten
kurtarmak.
Bu
açıdan
baktığımızda,
o
siyasal
misyon;
gençliğin
ilk
başta
o
modern
kurumlarla
beraber
kuşaklara
ayrıldığı,
hangi
sınıfta,
hangi
eğitimin
verileceğinin
belirlendiği,
o
eğitimdeki
modernleşmeyle
beraber
Türkiye’de
karşımıza
çıkıyor.
Fransız
Osmanlı
tarihçisi
Francoise
Georgeon’un
çok
güzel
bi
makalesi
var;
kuşak
kavgalarının
nasıl
19.
yüzyılla
beraber
gündelik
hayata,
(tabii
gündelik
hayat
derken
elitlerin
hayatlarına)
girmiş
olduğundan
bahsediyor.
O
açıdan
baktığımızda,
hem
kuşak,
hem
gençlik
daha
çok
modernleşme
hikayesinin
bir
parçası
olarak
karşımıza
çıkıyor.
Orada
ilginç
olan
yanlardan
bir
tanesi,
Sultan
ve
Sultan’ın
çevresindeki
kesimin,
İmparatorluğu
kurtarmak
için
oluşturmaya
çalıştıkları,
inşa
etmeye
çalıştıkları
kitlenin,
kendisine
bir
muhalefet
hareketi
(Jön
Türk
hareketi)
olarak
geri
dönmesidir.
Çünkü
bu
batı
eğitimi
alan
gençler,
bu
sefer
“Neden
bizim
de
batıdaki
gibi
bir
parlamentomuz
yok?
Neden
padişahın
her
dediği
yapılsın?”
gibi
sorular
sormaya
başlıyorlar.
Böylece
sultanın
onayıyla
sağlanan
batılı
eğitim
ve
o
modernleşme
hareketinin
bir
parçası
olarak
inşa
edilen
gençlik,
bu
sefer
muhalefet
hareketi
olarak
karşımıza
çıkıyor.
Ama
bence
ilginç
olan
şeylerden
bir
tanesi,
bu
gençlik
mitinin
o
muhalefet
hareketi
tarafından
da
içselleştirilmiş
olması.
Yani
“Gençlik
nasıl
bir
kategori?”
dediğimizde
yine
gençler
siyasal
bir
kategori
olarak,
her
şeyden
evvel
devleti
kurtarma
misyonunu
içselleştirmiş
bir
kitle
olarak
karşımıza
çıkıyor.
Burada
yine,
gençlik
tanımının
ne
kadar
da
elitist
bir
tanım
olduğu
üzerine
konuşabiliriz.
Çünkü
genç
kitle
derken
aslında,
imparatorlukta
sadece
küçük
bir
kitlenin
eğitim
alma
şansına
sahip
olduğunu
ve
imparatorluğu
kurtarması
beklenilen
ya
da
sonrasında
Jön
Türk
hareketinin
bir
parçası
olan
gençlerin,
çok
küçük
bir
kitleyi
oluşturduklarını
görüyoruz.
Bu
yüzden
de
kendilerini
toplumun
eliti
ve
genç
bir
kitle
olarak
görürken
diğer
taraftan
da
geniş
halk
kitlelerini
genç
kategorisinin
içine
katmadıklarını
görüyoruz.
Aslında
bu
bakış
açısı,
bugün
de
karşımıza
çıkan
konulardan
bir
tanesi.
Sadece
Türkiye’de
değil,
pek
çok
yerde
karşımıza
çıkabilir.
Genç
deyince
aklımıza,
daha
çok
öğrenci
kategorisinin
gelmesi,
genç
deyince
daha
çok
“burjuva
(orta
sınıf)
gençleri”
denen
kitlenin
gelmesi
gibi.
İşte
o
yüzden
sosyolog
Pierre
Bourdieu
gençlik
çalışmasını
ve
gençlik
üzerinde
yapılan
akademik
çalışmaları
çok
eleştiriyor.
“Siz
çalışırken
sadece
burjuva
gençliğini
çalışıyosunuz,
çok
ciddi
sayıda
olan
işçi
gençliğini
göz
ardı
ediyosunuz.
Sizin
genç
derken
bahsettiğiniz
kitle,
daha
çok
öğrenci
olan
kitledir”
diyor.
Genç
deyince
hangi
kitleyi
anlıyoruz?
Ya
da
genç
dediğimiz
kitle,
sadece
öğrencilerden
veya
toplumun
o
elit
kesiminden
mi
oluşuyor?
Bu
konuları
konuşabiliriz,
ama
tarihsel
hikayemize
geri
dönecek
olursak,
o
gençlik
mitinin,
İmparatorluğun
modernleşme
hareketinin
içinde
oluşturulmuş
olan
gençlik
mitinin,
ardından
gelen
kuşaklar
tarafından
da
içselleştirilmiş
olduğunu
iddia
ediyorum
ben.
Yani
gençlerin
devleti
kurtarma
odaklı
çalışan,
uğraşan,
siyasal
bir
misyona
sahip
olan
bir
kitle
olarak
görülmüş
olması
durumu.
Cumhuriyeti
kuran
kitlenin,
Osmanlı’nın
son
kuşağı
olduğunu
ve
aslında
o
gençlik
mitini
çok
ciddi
şekilde
içselleştirmiş
olduğunu
söylemek
gerekiyor.
Oluşturulmak
istenen
milli
eğitim
ideolojisi,
kurulmak
istenen
cumhuriyetin
temellerini
ve
ideallerini
kendi
prensipleri
doğrultusunda
inşa
etmeye
yönelik.
Bütün
ulusal
eğitim
sistemleri
gibi
ülkenin
her
tarafında
benzer
bir
eğitim
vermeye
çalışıyor
ve
homojen
bir
kitle
oluşturmaya
çalışıyor.
Ama
bununla
beraber
biliyoruz
ki,
özellikle
Balkan
savaşları,
Birinci
Dünya
Savaşı
ve
ardından
da
Kurtuluş
Savaşı
gibi
farklı
savaşlardan
geçmiş,
çok
ciddi
yaralar
almış
bir
ülkede
de
bu
homojenliği
korumak
çok
kolay
değil.
Bu
yüzden
gençlere
konuşulurken
ve
ülke
gençliğe
emanet
edilirken
bir
yandan
çok
da
“yerinde”
bir
kesime
emanet
edildiğini
de
görüyoruz.
Bunlar
eğitim
alma
şansına
sahip
olan,
cumhuriyetin
değerlerini
içselleştirmiş
ve
kabullenmiş
olan
kitle.
Bu
kitleye
cumhuriyet
emanet
edilmiş
oluyor.
O
yüzden
aslında,
cumhuriyet
gençliğe
emanet
edilirken,
“Hangi
gençliğe
emanet
ediliyor”
sorusunu
da
sorabiliriz.
Cumhuriyet
tarafından
inşa
edilmiş
bir
gençliğe
emanet
ediliyor.
Bu
kitlenin
de
aslında,
geniş
kitlelerle
karşılaştırdığınızda,
daha
küçük
bir
kitle
olduğunu
söyleyebiliriz.
Ama
baktığımızda
yine
o
gençlik
miti
var
ve
orada
duruyor.
O
gençlik
miti
yine
gençleri
siyasal
bir
kategori
olarak,
devlet
merkezli
olarak,
(bunu
derken,
asıl
düşüncesinin
özgürlük,
kendi
hayatı,
kendini
kurtarmak
değil
de,
devleti
kurtarmak,
devletin
bekçisi
olmak
gibi),
yani
Cumhuriyet’in
bekçisi
olarak,
Mustafa
Kemal’in
düşüncelerinin
takipçisi
olarak
gibi,
farklı
ifadelerle
tanımlıyor.
Cumhuriyetin,
belirli
kuşaklarıyla,
bugün
de
görüşmeler
yapıldığında
(ki
işte
Türk
Tarih
Vakfı’nın
yaptığı
araştırmalar,
sözlü
tarih
görüşmeleri
var
mesela),
Cumhuriyetin
1.
kuşağıyla
konuştuğumuzda,
onlar
kendilerini
“cumhuriyetin
kuşağı”
olarak
tanımlıyorlar.
“Atatürk’ün
çocukları”olarak
tanımlıyolar.
Benzer
bir
şekilde,
Mina
Urgan’ın
“Bir
Dinazorun
Anılarını”
okuduğunuzda,
o
da
kendisini
“Cumhuriyet
çocuğu”
olarak
tanımlıyor.
Ardından
1980
sonrasını
da,
“Özal’ın
çocukları”,
“Özal’ın
veletleri”
olarak
tanımlanıyor.
Yani
aslında
baktığımızda
cumhuriyetin
1.
Kuşağının,
bu
gençlik
mitini
içselleştirmiş,
sahip
olduğu,
ait
olduğu
kuşakla,
övünen
bir
kuşak
olduğunu
görüyoruz.
Cumhuriyetin
2.
kuşağı
olarak
adlandırabileceğimiz,
60’lı
ve
70’li
yıllara
baktığımızda,
(60
ve
70
kuşağını
veya
68’le
78
kuşağını,
nasıl
adlandırırsanız)
bu
siyasal
mitin,
bu
siyasal
gençliğin
de
bir
siyasal
misyona
sahip
olması
gerekliliği,
gençlik
mitinin
devamı
olarak
görülür.
Yani
orada
60’lı
yıllarda,
özellikle
70’li
yıllarda,
Türkiye
toplumu
siyasi
olarak
çok
bölünmüş
ama
diğer
yandan
ister
sağdaki
ister
soldaki
farklı
fraksiyonlarda
olsun,
içselleştirilen,
kabul
edilen,
hepsinin
birleştiği
tek
nokta
var;
o
da
gençliğin
siyasal
bir
kategori
olması
gerektiği,
gençliğin
devleti
kurtarma
amaçlı
çalışıyor
olması
gerektiği.
İki
taraf
da
bir
anlamda,
devleti
kötü
ellerden
korumaya
çalışıyor,
toplumu
kurtarmaya
çalışıyor.
Toplumu
kurtarmaya
ya
da
devleti
kurtarmaya
çalışırken
de,
kendisini
bir
yerde,
bir
pozisyonda
konumlandırıyor.
Eğer
toplumu
kurtarmaya
adaysanız,
bu
demektir
ki
siz
kendinizi,
toplumun
daha
üstünde,
belirli
bir
eğitime
sahip
olan,
toplumun
yönetici
bir
kitlesi
olmaya
aday
görünüyosunuz.
Burada,
tekrardan
istatistiklere
baktığımızda,
yine
öğrenci
kitlesinin
çok
aktif
olduğu
bir
gençlik
hareketinden
bahsettiğimizi
hatırlamak
gerekiyor.
Gençlik
hareketi
derken,
yine
öğrenciler
tarafından
şekillendirilen,
bütün
gençliği
kapsamayan
bir
hareketten
bahsediyoruz
ve
öğrenci
kitlesinin
yine
küçük
bir
kitleyi
oluşturmuş
olduğunu
görüyoruz.
Gençlik
mitinde
kırılma
noktası
ya
da
farklılaşan
dönem
ise
1980
sonrası.
Benim
de
doktora
tezimde
ele
aldığım
ve
lisanstan
beri
ilgimi
çeken
konu
o.
1980
sonrası
kuşağı
nasıl
anlamlandıracağız?
Nasıl
ifade
edeceğiz?
1980
sonrası
kuşağı,
gençlik
mitinde
kırılma
noktası
olarak
adlandırılıyor.
Çünkü
gençler
artık,
siyasetle
ilgilenmeyen,
kendisini
düşünen,
vurdumduymaz,
apolitik,
depolitize
(bu
kelimeler
çoğunlukla
eş
anlamlı
olarak
kullanılıyor,
ama
biliyoruz
ki
tam
da
eş
anlamlı
değil)
bir
gençlik
olarak
tanımlanıyor,
ve
bu
açıdan
baktığımızda
da
gençlik
mitinden
farklı
bir
yerlerde
konumlanıyorlar.
Bu
yüzden,
doktora
tezimdeki
sorularım,
“Türkiye’de
gençlik
mitinin
sonu
muydu?,
Acaba
gençlik
miti
sonlandı
mı?,
Kendisini
siyasal
bir
misyonla
tanımlamayan
ve
devleti
kurtarma
misyonundan,
kendisini
bir
anlamda
soyutlayan
bir
gençlikle
mi
karşı
karşıyayız?,
Apolitik
olarak
tanımlanan
bu
duruş,
ne
ifade
ediyor?”
gibiydi.
Veya
“Apolitizim
de
bir
siyasi
duruş
mudur?,
O
da
bir
eleştiriyi
içinde
taşır
mı?”
gibi
düşünceler
vardı
kafamda.
Buradan
hareketle,
1998
sonrasında
yapılan
bütün
anketlere
baktım.
Gençlik,
üzerine
çok
fazla
yazılıp
çizilen,
herkesin
üzerine
çok
şey
söylediği
bir
alan,
ama
aslında,
gençlik
üzerine
yapılan
anketler
dışında
çok
da
fazla
çalışma
yok.
Özellikle
1980
sonrası
gençlik
üzerine
çok
fazla
çalışma
yok.
98’den
2004’
e
kadar
olan
bütün
anketleri
inceledim.
O
dönemler
için,
“gençler
siyasetle
ilgilenmiyor”
deniyor.
Bu
gerçekten
böyle
mi?
Bütün
anket
sonuçlarına
baktığımızda
karşımıza
o
çıkıyor.
Mesela,
siyasal
parti
üyelikleri
%3
-‐
%4
arasında
değişiyor.
Siyasetten
konuşma
oranları
%8
-‐
%9.
En
az
güvenilen
kurumlar
arasında,
siyasal
partiler
ve
TBMM
hep
başta
gidiyor.
Bütün
bunlar
söylenenlerin
bir
anlamda
doğru
olduğunu
ve
gençler
ile
siyaset
arasında,
çok
büyük
bir
uçurumun
olduğunu
gösteriyordu.
Benim
yapmaya
çalıştığım,
tam
da
soruyu
tersine
sormaktı.
Yani
gençler
neden
siyasetle
ilgilenmiyor?
Çünkü
“Ne
biçim
gençler
bunlar?”
demek,
aslında
yine
gençlik
mitinin
devamı
niteliğindedir.
Çünkü
siz
gençliği
siyasal
bir
kategori
olarak
kafanızda
yazmışsınızdır
ve
gençler
siyasal
bir
kategori
olmalıdır
demişsinizdir.
Ondan
sonra
siyasetle
ilgilenmediklerinde,
“Siyasetle
ilgilenmiyor,
ne
biçim
genç
bunlar?
dersiniz.
Ama
belki
de
sormamız
gereken
soru;
“Peki
gençlik
siyasal
bir
kategori
midir?”
Tabii
ki
gençlik
siyasal
bir
kategori
de
olabilir
ama
her
zaman
siyasetin
bir
parçası
olan
gençlerin,
çok
da
özgürlükçü
oldukları
söylenemez.
Öyle
olsaydı,
mesela;
Hitlerin
gençlik
örgütlenmelerine
bakardık.
Hitler
gençliğe
önem
veren,
gençlik
örgütlenmeleri
kuran
bir
siyasetçiydi.
Ama
baktığımızda
bu
örgütlenmelerin
özgürlükçü
olmadığını
görüyoruz.
Bu
yüzden
belki,
gençlerin
katılımından,
gençlerin
siyasetin
bir
parçası
olmasından
bahsedeceksek,
bundan
her
zaman
müthiş
olumlu
bir
şey
olarak
da
bahsedemeyiz.
Bu
açıdan
soruyu
tersine
de
sorabiliriz.
Peki
neden
siyaset
ve
gençler
arasında
böyle
ciddi
bir
soğukluk
var?
Siyaset
nelere
cevap
vermiyor
ki,
ya
da
siyaset
neyi
iyi
yapmıyor
ki,
gençlere
çekici
gelmiyor?
Anketlere
baktıktan
sonra
kalitatif,
niteliksel
bir
şeyler
yapmak
istedim
ve
İstanbul’da
80
tane
derinlemesine
görüşme
yaptım.
Görüşmelere
Aralık
2000
de
başladım
ve
2004
sonlarına
kadar
devam
ettim.
Ancak
sadece
İstanbul’da
yapılmış
olan
görüşmeler
olduğundan,
ne
kadar
şey
ifade
edebilir/edemez?
Acaba
gençliğin
ne
kadarını
kapsıyor?
Başka
gençlere
sorsak,
ne
gibi
cevaplar
alınırdı?
gibi
sorularım
vardı.
Geçen
sene,
Türkiye
Sosyal
Ekonomik
Siyasal
Araştırmalar
Vakfı
(TÜSES)
için
gerçekleştirmiş
olduğumuz
bir
araştırmada,
siyasal
partilerde,
sivil
toplum
kuruluşlarında
veya
inisiyatiflerde
aktif
olan
gençlerle,
görüşmeler
yaptık.
Toplamda
26
tane
odak
grup
toplantısı
yaptık.
Orada
çıkan
sonuçlar
da,
çok
ilginçtir,
benim
4
sene
önce
yaptığım
görüşmeleri
teyit
eder
durumdaydılar.
O
yüzden
ben
artık
iyice
emin
oldum.
Mesela,
“Neden
siyasetten
uzak
bir
duruş
var?”
dediğimizde;
sebeplerden
bir
tanesi
siyasetin
kirli
bir
alan
olarak
görülmesiyle
çok
bağlantılı.
Siyaset,
(hem
benim
yaptığım
80
derinlemesine
görüşmede,
hem
odak
gruplarda)
“herkesin
kendi
çıkarını
düşündüğü,
çok
ciddi
ekonomik
çıkarların
döndüğü,
rüşvetin
olduğu,
bir
rant
kapısı
olarak
görülen,
kirli
bir
alan”
olarak
tanımlanıyor.
Bir
başka
çıkan
sonuç
ise
siyasetin
değiştirilmesi
zor
çok
katı
kuralları
olan
ve
genç
olarak
da
içinde
çok
da
fazla
bir
şey
yapamadığınız,
belirli
şeyleri
değiştiremediğiniz,
ne
yaparsanız
yapın,
bazı
şeylerin
çok
da
fazla
değişmeyeceği
bir
alan
olarak
tanımlanması.
Dolayısıyla,
bazı
şeylerin
çok
da
kolay
değişmediğine
dair
bir
karamsarlık
var.
Bu
karamsarlığı,
diğer
kuşaklarla
karşılaştırdığımızda,
belki
de
biraz
daha
yenilgi
üzerine,
yani
12
Eylül
sonrası
üzerine,
doğmuş
bir
kuşakla
da
ilişkilendirerek
anlayabiliriz.
Dolayısıyla,
hüsran
hikayeleri
sonrası
doğmuş
olmalarıyla
da
bağlantısı
var.
Daha
çok
eğitimli
olan
gençler
tarafından
ifade
edilen
bir
diğer
sebep
ise
siyasal
alanın,
özellikle
siyasi
örgütlenmelerin
içinde
bireylerin,
kendilerini
rahat
bir
şekilde
ifade
edemedikleri
yönünde.
Bu
yüzden
bireyi
ve
bireyin
özgürlüklerini
bir
anlamda
öldüren
veya
kısıtlayan,
kendinizi
sadece
militan
olarak
tanımlayabildiğiniz,
ama
çok
da
rahat
eleştiremediğiniz
bir
alan.
Burada
yine
genç
olmanın
verdiği
farklı
bir
durum
var.
Genç
siyaset
yapar
mı?
Yoksa
sadece
başkalarından
deneyim
kazanmaya
çalışırken
itaat
mi
eder?
Gözlerini
kapatıp
görevini
mi
yapar?
gibi
sorgulamalar
da
dile
getiriliyor.
Buna
belki
başka
eklemeler
de
yapılabilir,
ama
öyle
gözüküyor
ki,
siyasete
getirilen
belirli
eleştiriler
de
var.
Gençler,
kendilerini
siyasetin
dışında
tanımlarken,
“Ben
hiç
bir
şeyle
ilgilenmiyorum,
hiç
bir
şeyle
alakam
ve
bağlantım
yok”
demekten
çok
daha
ciddi
eleştiriler
de
getirilebiliyor.
O
yüzden
belki
soruyu
tersinden
sorarak;
“Bunlar
ne
biçim
genç
ve
neden
siyasetle
bağlantılı
değiller?”
yerine,
“Siyaset
nelere
cevap
vermiyor?”
ve
“Siyaset
neden
gençlere
önemli
bir
alan
olarak
gözükmüyor?”
diye
bakmak
gerekiyor.
Bir
anlamda
“Türkiye’de
Gençlik
Miti”
kitabımda
ve
doktora
tezimde
bunları
savunuyorum.
O
yüzden
belki
de
gençlik
mitinin,
en
azından
mit
olduğunu
düşünmemiz
ve
gençliği,
sadece
ve
sadece
siyasal
bir
kategori
olarak
tanımlamamamız
gerekiyor.
Sizin
bir
önceki
oturumda
da
söylediğiniz
gibi,
gençliğin
çok
heterojen
bir
kitle
olması,
çok
farklı
kesimlerden
oluşuyor
olması.
Toplumsal
cinsiyetten,
ekonomik
düzeye
veya
eğitim
durumuna
kadar,
çok
farklı
şekillerde
değişen,
heterojen,
ama
diğer
yandan
da,
dinamik
bir
kitleyle
karşı
karşıyayız.
Bu
yüzden
gençliği,
teke
indirgeyen,
gençlik
miti
gibi,
mitlerle
gençlik
ne
kadar
anlaşılabilir?
Ya
da
her
değişen
kuşaktaki
bu
süreçleri
nasıl
anlayabiliriz?
Değişen
yapıyı
nasıl
görebiliriz?
Her
kuşağa
ve
yaşanılan
deneyimlere
göre,
farklı
bir
şekilde
ele
almamız,
ama
her
zaman
ele
alırken
(bunu
özellikle
sosyoloji
doktorası
yaptığım
için
söylüyorum)
eleştirmek
değil,
alkışlamak
da
değil
ama,
anlama
çabasının
önemli
olduğunu
düşünüyorum.
Bence
zaten
sosyoloji
de
sadece
ve
sadece
bunu
yapar.
Ne
yargılar,
ne
de
alkış
tutar,
ama
anlamaya
çalışır.
Benim
yapmaya
çalıştığım
da
bundan
ibaretti
denilebilir
ve
bana
sorarsanız
işte
bütün
heterojenliğiyle
ve
o
tüm
tarihselliğiyle,
gençlik
çok
ilginç
çalışma
konularından
bir
tanesi.
Bu
yüzden
de
(2000
yılında
üniversiteden
mezun
olduğumu
düşünürsek,
artık
9.
yılı
devirmiş
bulunmaktayım)
9
yılı
aşkın
bir
süreden
beri
gençlik
çalışıyorum
diyebilirim.
Soru:
Tarihsel
süreç
dedik.
Osmanlı
padişahlarına
bakıyoruz,
bir
çoğu
erken
yaşta
padişahlık
dönemindeler
ve
siyasette
birey
olarak
çok
daha
etkin
katılıyorlar.
Ama
cumhuriyet
döneminden
sonra,
bu
süreç
30
-‐
35
yaşlarına
çıktı.
Sonrasında
da
40
-‐
45
yaşlarına
kadar
gidiyor.
Artık
80’lerden
sonra
gençlerin
tamamıyla
sağ
-‐
sol
çatışmasından
dolayı,
siyasetten
soyutlaştırılması
durumundan
kaynaklanıyor
bence.
Bu
durumu
şu
noktada
anlayamadım.
Bu
cumhuriyet
döneminde
mi,
yoksa
80’li
yıllarda
mı
daha
çok
oluşan
bir
süreç?
D.L:
Orada
bence
çok
daha
genel
ve
global
kırılma
noktalarından
bahsediyoruz
ki,
bence
çok
çok
önemli
ve
farklı
cevaplar
da
verilebilinir.
Benim
düşündüğüm
mesela
İslami
ideolojinin
de
çok
kullandığı
laflardan
bir
tanesidir;
“Kaç
yaşındasın?”
“Fatih’in
İstanbul’u
aldığı
yaştasın”
ama
o
yaş
kaçtı,
18
miydi
19
muydu?
Gençlere
aktif
olmaları
söylenirken
ve
yeterince
ülke
sorunlarıyla
ilgilenmediğinden
dem
vurulmak
istediğinde,
hep
bu
sloganlar
ve
soruylarla
karşılaşıyoruz.
“Fatih’ın
İstanbul’u
fethettiği
yaştasın,
ama
sen
ne
yapıyorsun?”
Ama
diğer
yanda
Fatih’in
yaşadığı
dünya
ile,
bugünkü
dünya
arasında
ciddi
fark
var.
Artık
insanların
30
yaşına
kadar
okulda,
modern
eğitim
kurumlarında
oldukları,
80’li
yaşlarında
çok
rahat
ve
sağlıklı
bir
şekilde
yaşayabildiği
dünya
ile,
(Fatih
Sultan
Mehmet’in
yaşadığı
dönemdeki
demografik
durumu
tam
bilemiyorum,
ama
büyük
ihtimalle)
insanların
çok
daha
genç
yaşlarda
öldüğü
dönem
arasında
ciddi
faklılıklar
var.
Diğer
yandan
Fatih
19
yaşındayken,
“19
yaş”
o
dönem
için,
bizim
şimdi
gençliği
gördüğümüz
yaşla,
aynı
şey
değildi.
Ama
bu
söylediğin,
çok
çok
önemli
ve
bugün
de
hep
söylenen
laflardan
bir
tanesi.
Bir
önceki
kuşakla,
hatta
100
yıllar
öncesiyle
şimdiyi
karşılaştırmak.
Ama
hep
benim
söylemeye
çalıştığım
şey
de
şu;
farklı
kuşakları
karşılaştırmanın
çok
bir
anlamı
yoktur,
çünkü
farklı
kuşaklar,
farklı
gerçeklikler
içinde
yaşarlar.
O
yüzden
ben
mesela
68
kuşağıyla
da,
bugünün
kuşağını
hiç
bir
zaman
karşılaştırma
olayına
gitmem.
Çünkü
işte
68’li
yıllarda
üniversite
öğrencisi
olmak
demek,
çok
daha
küçük
ve
ayrıcalıklı
bir
kitle
olmak
demek,
yani
çok
daha
az
üniversite
öğrencisi
var.
Ve
üniversiteden
mezun
olduğunuz
zaman
işiniz
nerdeyse
garanti.
Ama
bugün
üniversite
öğrencisi
olmak
demek,
milyonlar
içinde
sadece
bir
öğrenci
olmak
demek.
İşinizin
hiç
de
garanti
olmaması
,
size
ekstradan
hiç
de
öyle
saygı
falan
duyulmaması
demek.
68’li
yıllarda
üniversite
öğrencisi
olmakla,
bugün
üniversite
öğrencisi
olmak
arasında
ciddi
farklar
var.
Ama
dediğin
çok
doğru.
Genelde
ne
yapılıyor?
Mutlaka
bu
kuşaklar
birbiriyle
karşılaştırılıyor.
1453
yılıyla,
2000’li
yılların
karşılaştırılması
da
olabiliyor,
60’lı
yıllarla,
2000’li
yılların
karşılaştırılması
da
oluyor.
Ama
bence,
nasıl
elmalarla
armutları
karşılaştırıp
da
bir
analiz
yapamazsak,
iki
farklı
dünyanın
içinde
doğmuş
ve
farklı
gerçekliklerle
bir
anlamda
yoğrulmuş,
iki
kuşağı
da
karşılaştıramayız,
gibi
geliyor.
O
yüzden
de
bana
gençlik
araştırma
alanı
çok
ilginç
geliyor,
çünkü
her
kuşağı
incelerken
hep,
hangi
dönemin
içinde
yaşıyor?
Hangi
özellikler
içinde
yaşıyor?’
u
araştırmış
ve
bunları
araştırırken,
aslında
o
dönemi
de
çalışmış
oluyorsunuz.
O
yüzden
mesela
ben,
Türkiye’deki
3
farklı
kuşağı
inceledim
ve
benim
asıl
uzmanlık
alanım
80
sonrası,
ama
o
3
farklı
kuşağı
incelemek
demek
aslında,
Türkiye’nin
sosyal
tarihini,
o
3
farklı
kuşak
üzerinden,
bütün
tarihi
incelemek
demek,
o
farklı
yapıları
incelemek
demek.
Sorduğun
soru
o
açıdan
çok
çok
iyi
oldu.
Ama
80li
yıllar
sonrasında,
sadece
gençlerin
siyasetten
soğuması
değil,
siyasetçilerin
de
gençlere
dur
demesine
de
bakalım.
“Sen
bi
dur
bakalım
ne
kadar
bilgin
var?
“Sen
30’
una
kadar,
35’ine
kadar
bekle!”
“Bu
yaşta
ne
siyaseti?”
demenin
ardında
bence
yine
1960’lı
ve
70’li
yılların
o
siyasal
şiddet
ortamı
var.
O
siyasal
şiddetten
böyle
güç
alarak
“Bak
çoluğu
çocuğu
siyasete
karıştırırsan,
işte
böyle
şiddet
olur,
anarşi
ortamı
olur.
Siz
en
iyisi
bir
durun.
Zaten
gençlerin
de,
en
delikanlı
olduğu,
kanının
deli
aktığı
dönem”
o
yüzden
“sen
siyasetle
ilgilenme,
bak
siyasetle
ilgilendiğiniz
zaman
ne
olduğunu
gördük”
düşüncesi
de
var.
Ama
diğer
yandan
neoliberalizmin
de
etkileri
de
var
bence.
Gençliğin,
neoliberalizmle
beraber
o
gücünün
de
gidiyor
olması.
Gücünün
gidiyor
olması
derken
şundan
bahsediyorum,
gençliğin
sadece
iş
hayatına
hazırlandığınız
bir
dönem
olarak
tanımlanması.
“Sen
şimdi
şu
okulunu
bitir,
hayata
atıl”
sonra
mücadele
edersin”
gibi
o
bütün
düşüncelerin
de
değişmiş
olmasıyla
çok
bağlantısı
var.
O
yüzden
“Ne
değişti?”
“Hangi
yıllarda
değişti?”
diye
çok
daha
detaylı
olarak
da
bakabiliriz.
Ama
büyük
ihtimalle
bu
değişimler,
çok
daha
büyük,
sistematik
değişimlerle
de
bağlantılı.
Soru:
3
kuşağa
baktığınızdan
bahsettiniz.
Bu
3
kuşakta
da
gençliği
harekete
geçirecek
bir
takım
motivasyonlar
var.
Biraz
önce
örnek
verdiğiniz
gibi,
Jön
Türklerde
batılılaşmanın
etkisiyle
imparatorluğa
karşı
gelme,
60’larda
bir
devrim
olma
ihtimali
vardı.
Yani
sosyal
anlamda
da
yankı
getiren
bir
takım
olaylar
oluyordu.
Belki
80’den
sonra
böyle
yankı
getiren,
o
kadar
büyük
çaplı
bir
şey
olmamıştır,
o
yüzden
gençlik
bir
hareket
ortaya
koymamıştır.
Böyle
düşünülebilir
mi?
Çok
hakim
değilim
tarihe,
o
anlamda
yanlış
bir
şey
söylemek
istemem,
ama
böyle
bir
düşünce
geliyor
aklıma.
D.L:
Eğer
Türkiye’den
bahsediyorsak,
80
sonrası
gençlik,
12
Eylül’ün
yarattığı
bir
kuşak
olarak
tanımlanıyor
ve
işte
Mina
Urgan’ın
deyimiyle
“Özal’ın
veletleri”
olarak
tanımlanıyor.
Ama
bunu
daha
genç
olarak
alalım.
12
eylül
darbesinin
gençlerinin,
12
eylül
darbesini
her
ne
kadar
bire
bir
yaşamamış
olsalar
bile,
o
birikimi
bir
anlamda
yaşamış
olduklarını
söyleyebiliriz.
Ama
diğer
yandan,
80’li
yıllar,
sistemsel
olarak
da,
ciddi
ekonomik
dönüşümün
yaşandığı
yıllar.
Sadece
Türkiye
için
değil,
bütün
dünya
için
düşünecek
olursak,
neoliberalizmin
yaşandığı,
başta
Ronald
Reagan
ve
Margaret
Thatcher
olmak
üzere,
o
liberal
dönüşümü
gördüğümüz,
89’da
Berlin
Duvarının
yıkıldığı,
91’de
Sovyetler
Birliği’nin
parçalandığı
ve
ardından
gelen
o
küreselleşme
olgusunun
yaşandığı
yıllar.
Küreselleşme
dediğimizde,
tüm
dünyayı
kapsayan
olgulardan
bahsediyoruz.
Bu
yüzden
Türkiye
ve
tüm
dünyada
gençlerden
bahsederken,
evet
sistem
böyle
bir
sistem,
neoliberalizmle
ve
küreselleşmeyle
de
çok
bağlantılı
bir
sistem.
Ve
bu
gençler
de,
o
sistemin
devamı
niteliğinde.
Bu
açıdan
bakıldığında
çok
da
şaşırtıcı
bir
şey
yokmuş
gibi
değerlendirilebiliyor.
Benim
bakış
açım
da
bunun
yaşanılan
dönemle
çok
bağlantılı
olduğu.
Ama
diğer
yandan
da
bütün
bunlar
yaşanılan
dönemle
çok
bağlantılıyken,
hissedilenlerin
veya
söylenilenlerin
çok
daha
derinine
gidildiğinde
farklı
bir
şey
görüyoruz.
“Çok
güzel
bir
sistemde
yaşıyoruz”,
“İyi
ki
neoliberalizm
var”
ya
da
“İyi
ki
küreselleşmiş
bir
toplum
var”,
“İyi
ki
12
Eylül
oldu”
gibi
bir
şeyi
beğenmek
ve
memnun
olmaktan
çok
bir
“zoraki
konformizm”
durumu
var.
Bu,
“Ben
madem
bir
şeyleri
değiştiremiyorum,
ona
ayak
uydurayım
ama
diğer
yandan
da
bunun
doğru
ve
iyi
bir
sistem
olduğuna,
hiç
de
inanmıyorum,
hiç
de
katılmıyorum”
demek.
Bir
başka
deyişle,
anne
babanızın
koyduğu
kurallardan
hiç
de
memnun
değilsiniz,
ama
bununla
savaşmak
ve
mücadele
etmek
yerine
yalan
söyleyerek
geçiştiriyor
olma
durumundan
bahsediyorum.
Ya
da,
üniversitenin
koyduğu
baş
örtüsüyle
okula
girilmemesi
kuralından
hiç
de
memnun
değilsiniz,
doğru
bir
yasak
olmadığını
düşünüyosunuz,
ama
bire
bir
karşı
çıkmak
yerine
perukla
girmeyi
seçmiş
oluyorsunuz.
Veya
bütün
siyasetlerine
ve
kurumlarına
eleştiri
getiriyorsunuz
ama
ona
inanmadığınız
ve
güvenmediğiniz
için,
o
siyaset
kurumlarını,
oluşumunu
bir
anlamda
altında
yatan
herşeyiyle
çekip
almış
oluyorsunuz.
Bu
yüzden Ulrich
Beck’in
Elisabeth
Beck-‐Gernsheim’le
beraber
yazdığı
bir
kitaptaki
bir
bölüme
gönderme
yapmıştım.
Orada
“özgürlük
çocukları”
olarak
tanımlıyor.
O
birazcık
benim
tam
olarak
katılmayacağım
bir
görüş,
toplumun
bir
kuşağını
tamamıyla
“özgürlük
çocukları”
olarak
görmek,
ama
özgürlük
çocukları
derken,
aktif
bir
şekilde
siyasetin
dışında
duran
bir
kuşak
olduğu
için,
özgürlük
çocukları
bunlar
diyor.
Aktif
bir
şekilde
siyasetin
dışında
olmak
demek
“actively
unpolitical
generation”
diyor
tam
olarak
kullandığı
terim.
Genelde
biz,
aktif
kelimesini
aktivistler
için,
bire
bir
mücadelenin
içinde
olan
kişiler
için
kullanırken,
Beck
bunu
siyasetin
ve
mücadelenin
içinde
bire
bir
olmayıp,
ama
yine
de
aktif
bir
şekilde
olan
bireyler
için
kullanıyor.
Bu
açıdan
baktığımızda,
siz
aktif
bir
şekilde
siyasetin
içinde
olmamayı
seçtiğiniz
zaman,
aslında
yine
siyasetin
her
şekilde
üstünde
durulması
gereken
o
meşruiyetinı,
o
kabulünü
ve
siyasi
bir
alan
olarak
varlığını
da
çekip
almış
oluyorsunuz.
O
açından
Beck,
böyle
bir
kaç
kurum
için;
“Bunlar
zombi
kategorilerdir,
ölmüşlerdir
ama
yaşamaya
devam
ediyorlar”
diyor.
Ama
bu
kurumları
“öldüren”
kuşak
da
bunu
yaparken
aktif
bir
şekilde
yapmıyor.
Tam
da
dışında
kalarak
yapmış
oluyor.
“Ben
size
inanmıyorum,
sözlerinize
de
güvenmiyorum”
diyor.
Ama
dediğim
gibi
Beck’e
başka
eleştiriler
getirebiliriz.
Soru:
Tabii
onunla
ilgili
aslında,
Yani
mesela
politika
yapmak
için
ya
da
politik
olmak
için,
illa
da
siyasal
partilerin
içinde
bir
şey
yapmak
değil
de,
başka
alanlarda
da
yapmaya
başlıyor
olmak
diye
bir
durum
var.
Dolayısıyla
bir
yandan
da,
politika
yapma
şekli
ve
araçları
değişmedi
mi?
D.L:
Tam
da
öyle.
Geleneksel
siyasetle
genel
olarak
siyaset
arasında
bir
ayrım
yapmamız
lazım.
Ve
bunu
da
bize
feministler
çok
güzel
gösterdi.
Dediler
ki
“bireysel
olan
politiktir”.
Bireysel
olan
ve
bana
bireysel
hayatımda
ve
özel
alanımda
dokunan
herşey,
bütün
o
güç
ilişkileri
ve
o
hiyerarşi
aslında
siyasaldır
dediler.
Bu
yüzden
benim
özel
alanımda
yaptığım
mücadele,
aslında
siyasettir
ve
siyasal
bir
mücadeledir.
Bunu
bir
anlamda
gençlerin
de,
belirli
gençlik
inisiyatiflerinin
yaptığını
görüyoruz.
Ama
çok
ilginç
olan,
bunun
hiç
bir
şekilde
siyaset
olmadığını
söylemeleri.
Yani
kendilerini
tanımlarken
“ama
ben
siyaset
yapmıyorum”
diyorlar.
Yorum:
Siyaset
yapmıyorum
demekle,
siyasetin
kendisini
kullanıyorlar
yani.
D.L:
Aslında
evet.
Ama
şunu
unutmayalım.
O
tanımı
yapan
gençlerin
kafasındaki
siyaset
dediğimiz
şey
siyasal
partidir,
parlamentodur.
Yani
geleneksel
siyasal
alanının
çerçevesi
çok
bellidir
ama
diğerleri
“siyaset
değildir”
gibi
düşündükleri
için
“A
ben
o
siyaseti
yapmıyorum”
diyor.
Çünkü
siyaset
derken
o,
geleneksel
siyasetle
ilgili.
Daha
önce
saydık;
“kirli
bir
alan”,
“değişmeyen”,
“kolay
kolay
değiştirilemeyen”
ve
“özgürlüklerin
olmadığı”
bir
alan
olarak
tanımlanıyor.
O
yüzden
“ben
orada
değilim”
diyor.
Ben
buna
apolitizm
diyorum,
ama
aslında
apolitizmin
de
2
çeşidi
var.
Bu
yüzden
depolitize
kavramını
değil
de,
apolitizm
kavramını
kullanıyorum.
Depolitize
dediğimiz
zaman,
yukarıdan,
başkasının
sizi
depolitize
etmesi
vardır.
Sizi
siyasetle,
zorla
ilgilenmemeye
götürmek.
Aslında
12
Eylül’ün
yaptığı
şeylerden
bir
tanesi
de
bu
çabaydı.
Yani
siyasetle
ilgilendirmemesiydi.
Ama
apolitizm
dediğimiz,
depolitizasyondan
biraz
daha
farklı
ve
2
çeşidi
var.
Pasif
apolitizm
dediğimiz,
hiç
bir
şekilde
siyasetle
bağlantı
olmaması.
Hep
örnek
verilen;
“Başbakan
kim?”
diye
sorduğumuzda
bilmemek
gibi.
Siyasal
partiler
hakkında
hiç
bir
fikrinin
olmaması.
Neoliberalizm
dediğinizde,
küreselleşme
dediğinizde
hiç
bir
fikrinin
olmaması
ve
tam
olarak
bir
vurdumduymazlık
hali.
Bir
de
aktif
apolitizm
dediğimiz
bir
şey
var
ki
o
genelde,
mesela;
kilisenin,
dinsel
kurumların
veya
ülkelerin
dış
politikada
seçtiği
yol.
Yani
ben
siyaset
yapmıyorum
deyip,
diğer
yandan
da
ciddi
anlamda
siyaset
yapmak.
Kendini
siyasetin
dışında
tanımlamaya,
üstünde
tanımlamaya
çalışmak
ve
benim
siyasetle,
o
geleneksel
siyasetle
alakam
yok
demek.
Ama
baktığınızda,
siyasetin
tanımını
genişlettiğinizde,
aslında
onların
yaptığı
da
tabii
ki
siyaset.
Ben
gençlik
inisiyatiflerinin,
mesela;
Genç
Sivillerin
veya
%52’nin
üzerine
basa
basa
“ben
siyaset
yapmıyorum”
demesinin
aktif
apolitizm
olduğunu
düşünüyorum.
Ve
bu
da
bir
taktik.
Çünkü
biliyoruz
ki,
siyaset
deyince
veya
siyaset
yaptığınızı
söylediğinizde,
başınıza
pek
çok
şey
gelebiliyor.
Bu
yüzden
bunun
bir
taktik
olduğunu
da
söyleyebiliriz.
Bunu
o
kuşak
yaptığı
için,
o
kuşakta
siyasetle
ilgili
ciddi
anlamda
soru
işaretleri
olduğu
için,
“yapmayı
seçmediği”
olarak
da
tanımlayabiliriz.
Tabi
bunun
arkasında
başka
etkenler
de
olabilir.
Bütün
bu
kuruluşlara
baktığımızda,
pek
çok
gençlikle
ilgilenen
inisiyatif,
stk
vb…
ciddi
anlamda
kendisinin
siyaset
yapmadığını
söylüyor.
Ama
tanımı
genişlettiğimizde,
çok
da
ciddi
anlamda
bir
şeyleri
dönüştürücü
siyaset
yapıyorlar
aslında.
Belki
de
bunları
tartışıyor,
siyasetin
tanımını
tekrardan
yapıyor
ve
tüm
bunların
ne
ifade
ettiğini
anlıyor
olmak
gerekiyor.
Soru:
1982
Anayasasında
gençlikle
ilgili
doğrudan
bir
tek
hüküm
var,
o
da
gençliğin
neyi
yapmaması
gerektiği
ve
korunmasıyla
ilgili.
Gençlerin
siyasetten
uzaklaştırılması,
bugünkü
bulunduğumuz
süreçte,
yani
2010
yılında,
gençlerle
ilgili
bir
politika
olmamasına
mı
yol
açtı
acaba?
Çünkü
siyasette
bulunan,
siyaset
yapan
insanlar
genelde
45
yaşın
üstündekiler.
Yani
aslında
bu
da
gençlerin,
gençlere
odaklı
bir
politikanın
olmamasını
mı
destekliyor?
1982
anayasası
üzerine,
biraz
daha
gençlerin
siyasete
katılması
gerektiğini
öngören,
politikaların
biraz
daha
önplana
çıkmasının
gerekli
olduğunu
savunan,
bir
sistem
mi
olmalı
acaba
?
D.L:
Söylediğin
şey
önemli,
ama
şuna
çok
katılmıyorum.
Evet
Türkiye’nin
böyle
çok
belirlenmiş
bir
gençlik
politikası
yok.
Ama
diğer
yandan
da,
gençlik
o
“nesne”
olmaya
da
devam
ediyor.
Yani
gençler
inşa
edilmeye,
gençler
belirli
yönlere
çekilmeye,
işte
milli
eğitim
sistemi
aracılığıyla
da
belirli
bir
hizaya,
şekle
sokulmaya
çalışılmaya
devam
ediyor.
Bence
zaten
sahip
olunan
gençlik
politikası
da
bu.
Taraf
gaztesindeki
röportajda
Gülesin
Nemutlu
ve
Yörük
Kurtaran
da
diyordu,
“gençlik
politikasının
olmaması,
zaten
Türkiye’nin
gençlik
politikasıdır”
diye.
Bence
daha
ileride
bir
şey
de
söyleyebiliriz.
Özne
olmakla,
nesne
olmak
arasındaki
fark.
Bir
yandan
baktığınızda
dersiniz
ki,
“A
neden
bahsediyorsun
sen?”
“Cumhuriyet
ilk
kurulduğundan
beri,
gençlere
çok
ciddi
önem
verilmiştir,
cumhuriyet
gençlere
emanet
edilmiştir”.
Ama
baktığınızda
gençler
hep
nesne
olarak,
yani
bir
araç
olarak,
oradan
oraya
çekiştirilmeye
çalışılarak
ve
hiç
bir
şekilde
de
özgür
bırakılmayarak,
belirli
bir
ideoloji
doğrultusunda,
şekillendirilmeye
çalışılmıştır.
Bence
mesele
gençlik
politikasının
olup
olmamasından
çok,
(çünkü
çok
kötü
bir
gençlik
politikasıyla
da
karşı
karşıya
kalabiliriz),
özne
olup
olmamak
çok
daha
önemli.
Yani
gençlerin
kendi
düşünceleri
doğrultusunda,
kendilerini
ifade
edebilecekleri
alanların
oluşturulması
ve
oradan
buraya
da
çekiştirilmiyor
olmaları
çok
önemli.
Yoksa
bugün
bütün
partilere
baktığımızda
gençliği
inşa
etmeye
çalışan,
şekillendirmeye
çalışan
bakış
açısı
hala
var.
O
yüzden
ben
daha
çok
“gençlik
politikası
mı,
değil
mi?”
den
çok,
“sen
ona
nesne
olarak
mı
yaklaşıyosun
yoksa
özne,
bir
birey
olarak
mı
yaklaşıyosun?”a
bakıyorum.
Çünkü
“O
kaç
yaşında
ki?”
Onun
kişiliği
oluştu
mu
ki?”
bakış
açısı
çocukları
da,
gençleri
de
çok
rahatsız
eder.
Bu
tam
da,
yetişkin
merkezli
bakış
açısının
devamı,
yani
o
daha
henüz
oluşmamış,
daha
henüz
yetişkin
olmamış
demek.
Gençlik,
çocuklukla
yetişkinlik
arasında,
sadece
geçici
bir
kategori
olduğu
için,
henüz
oluşmamış,
oluştuğu
zaman
da
“işte
şöyle
olacak!”
bakış
açısı.
Halbuki
özne
olduğunda,
çocuğa,
özne
olarak
baktığında,
çocuk
da
olsa,
genç
de
olsa,
yetişkin
de
olsa
söylemek
istediğini
anlamaya
çalışıyorsun.
Bu
yüzden
gençlik
için
söylediğimiz
pek
çok
şeyi
,
çocukluk
için
de
söyleyebiliriz.
O
yüzden
çocuklara
yönelik
söylenen
pek
çok
şeyin
de,
öyle
rahatsız
edici
bir
yanı
var
bence.
Özne
olarak
görülmüyor
ve
“adam”
yerine
konulmuyor
olmaları.
Adam
yerine
konmaktan,
delikanlılıktan,
falan
bahsederken
tabii,
toplumsal
cinsiyetten
hiç
konuşmadık.
Genç
deyince,
toplumsal
cinsiyetten
de
konuşmak
gerekiyor.
Bütün
söylemler
delikanlılık
üzerinden,
erkeklik
üzerinden
kurulmuştur.
Kadınların
görevi
daha
ikincildir.
Bütün
ideolojilerde,
bütün
ulus
devlet
süreçlerinde
bu
vardır.
Kadının
görevi;
geleceğin
çocuklarını
geleceğin
yurttaşlarını
doğurmak,
iyi
eş
olmak,
erkeğin
asli
görevi
ise;
hem
vatanı
korumak,
hem
çalışıyor
olmak
gibi
çok
daha
birincil
kategoride.
Aslında
bütün
uluslaşma
süreçlerinde
bunu
görüyoruz.
Soru:
Ben
bu
80
sürecinin
gelişimiyle
ilgili
bir
başka
şey
söylemek
istiyorum.
Şimdi
teknik
olarak
baktığımızda,
siyasal
yapı
ve
toplumsal
yapının
o
iç
içe
geçmişliği,
o
karışmışlığı
Aristo’dan
başlayarak
neredeyse
20.
yy’a
kadar
gelen
bir
süreç.
Yanılmıyorsam
60’lar,
70’ler,
özellikle
Avrupa’da
(non-‐governmental)
devlet
dışılık,
Amerika’da
(non-‐profit)
kar
amaçı
gütmeme
anlayışı,
bizde
80’
lerle
biraz
olsun
başlıyor
ve
bence
politika
üretmek,
siyasal
sosyal
yapıyı
oluşturmak
anlamında,
bu
da
bizi
araçsal
değişime
itiyor,
çünkü
artık
herşey
siyasal
hayat
içinde
olup
bitmiyor.
En
basiti
Osmanlı
yapısından
şöyle
bir
örnek
verebiliriz.
Osmanlı’da
yeniçerinin
isyan
etmesi,
kazan
kaldırması,
düzenin
belli
bir
oranda
sekteye
uğraması
demektir,
en
kötü
padişahın
inmesi
ya
da
sistemin
değişmesi,
askeri
sistemin
değişmesi
gibi
sonuçlara
gidebilecek
olan.
Bugün
bence
cumhuriyet
tarihinin
en
büyük
sivil
hareketlerinden
biri;
Tekel
işçileri.
Ama
iki
ayın
üzerinde
bir
süreç
geçti.
Avrupa
mesela
bunu
sürekli
inceliyor,
çünkü
onlar
da
ciddi
anlamda
şaşkın,
onlar
için
de
her
gün
olan
bir
şey
değil
bu.
Ama
bu
bir
sonuç
vermiyor
mesela.
Çünkü
artık
araçlar,
yapılar
değişti.
Siz,
“Ben
bunu
istemiyorum”
dediğiniz
zaman,
bu
iş
bitmiyor
ve
bir
çok
farklı
alan
var.
Mesela
sivil
toplum
alanında,
“Madem
istemiyorsun
önerin
ne?”
“Yapın
ne?”,
“Sen
biraz
kendini
formüle
et”
gibi
bir
sonuç
da
doğuruyor
baktığımız
zaman.
Bence
onun
çok
önemli
etkisi
var
diye
düşünüyorum.
Çünkü
artık
kullandığımız
araçlar
değişti.
Bir
de
siyasal
yapıyı
gençlikle
özdeşleştirdiğimiz
zaman
şunu
görüyoruz;
mesela
bazı
partilerin
gençlik
kolları
var,
kimisinin
gençlik
kolu
yok,
ona
tekabul
eden
başka
bir
yapısı
var.
Ona
baktığımız
zaman
da
ben,
bir
genç
olarak,
bir
partinin
gençlik
kolu
olmasının
partinin
yönetim
mekanizmasında
genç
olmamasına
bağlıyorum.
Çünkü
genç
demek
çok
büyük
bir
oy
potansiyeli
demek.
Zaten
partilere
baktığımız
zaman
bir
yönetimi
var,
bir
kadın
kolu
var,
bir
gençlik
kolu
var.
Niye?
Çünkü
yönetimde
kadın
da
yok,
genç
de
yok.
Ama
onlarda
oy
potansiyeli
olduğu
için,
onları
da
kaybetmemek
lazım.
Yani
partiler
sadece
oy
amaçlı
olduğu
için,
orada
da
bir
şey
üretemiyorsunuz.
Bence
bunun
sonucu
biraz,
hiç
bir
yerde
somut
olarak
bir
şey
üretemiyorsunuz.
Ben
bunu
yapayım,
karşımda
bir
düşünce
oluşsun,
ya
da
oluşmasın,
görme
şansınız
kalmıyor.
Çünkü
tamamen
ya
sonuç
odaklı
yani
sizi
bir
oy
potansiyeli
olduğu
için
kullanıyorlar.
Ya
da
artık
dil
değişti,
uygulama
değişti.
Ben
biraz
şuna
bağlıyorum
açıkcası,
bilmiyorum
siz
ne
düşünüyosunuz?
D.L:
Tekel
işçileriyle
ilgili
olarak
konuşacak
olursak,
orada
gördüğümüz,
tam
da
neoliberalizmin
bir
tezahürü.
Özelleştirme.
O
yüzden
de
bir
yandan,
Avrupa’nın
ilgisini
çekerken,
“Benzer
bir
dünyada
mı
yaşıyoruz?”
sorusunu
hepimize
sorduruyor.
Diğer
yandan,
2008’de
patlak
veren
ve
2009’da
ciddi
etkilerini
gördüğümüz
bir
ekonomik
kriz
var.
Bu
da
bize
“Neoliberalizm
nereye
doğru
gidiyor?
Eşitliğin
hiç
olmadığı,
daha
ciddi
ayrımların
olduğu
bir
dünyaya
mı
gideceğiz?
Yoksa
daha
eşitlikçi
bir
dünyaya
doğru
mu
gideceğiz?
Burada
toplumsal
hareketler
nasıl
reaksiyon
gösterecek?
derken
Avrupa’nın
en
önemli
işçi
hareketlerinden
bir
tanesiyle
karşı
karşıya
olunduğu
zaman
ilgi
çekiyor.
Ama
diğer
yandan
da
söylediğin
gibi
bu
işçi
hareketine
destek
nereden
geliyor
diye
baktığımızda,
yine
orada,
geleneksel
siyasetin
bir
kez
daha
sınıfta
kaldığını
görüyoruz.
O
yüzden,
geleneksel
siyasetin
çözüm
bulamamasından
ve
gençler
için
çözüm
üretememesinden,
gençlerin
taleplerine
cevap
verememesinden
bahsetmiştik
ya,
burada
da
yine,
toplumun
önemli
bir
kesiminin,
işçi
sınıfının,
işçi
hareketinin
de,
sorunlarına
cevap
veremediğini
görüyoruz.
Çünkü
aslında
yine
gençlerdekine
benzer
şekilde,
“Bazı
şeyleri
değiştirmek
hiç
de
kolay
değil,
ben
de
olsam
değiştiremem,
kim
olsa
değiştiremez,
öyle
bir
sistem
var”
anlayışı
hakim.
Bu
açıdan
geleneksel
siyasete
baktığımızda,
evet
öyle
bir
olgu
var.
AKP
öncesindeki
özelleştirme
kanunları,
önceki
siyasal
partiler
döneminde
çıkmış
olan
bir
şey.
AKP
hükümetinde
bunun
devamını
görüyorsun
ve
buna
karşı
bir
alternatif
geleneksel
siyasetin
kurumlarından
gelmiyor.
Geleneksel
siyasetin
kurumları,
o
açıdan
baktığımızda,
sadece
gençlerin
taleplerine
cevap
veremiyor
değil,
aynı
zamanda,
toplumun
geniş
kesimlerinin
sorunlarına
da
cevap
veremiyor.
Ya
da
işte
Kürt
sorununa
da
cevap
bulamıyor.
O
yüzden
baktığımızda,
benim
burada
okuduğum,
o
küreselleşme,
neoliberalizm
hikayesinin
Türkiye’deki
yansımaları.
Ama
baktığımızda,
geleneksel
siyasetin
de
hiç
bir
şekilde
yanıt
bulamadığını
ve
bazı
şeyleri
gerçekten
de
değiştirmenin
çok
zor
olduğunu
görüyoruz.
Bu
açıdan
da
o
direnişin
devam
ediyor
olması,
ama
bir
şey
elde
edemiyor
olmaları
da,
o
karamsarlığa
bir
tuğla
daha
koyuyor.
Yani
“Bak
işte
adamlar
elinden
geleni
yapıyor,
yine
değişmiyor”
tuğlaları
gittikçe
artıyor.
Sistem
bir
anlamda
değişiyor
ve
bu
sistemde,
mücadele
alanı
oldukça
daralıyomuş
gibi
gözüküyor.
Soru:
Şu
konuda,
fikrini
merak
ediyorum.
Bir
çok
müzik
akımı
gün
içinde,
gençler
arasında,
kök
buluyor.
Mesela
klasik
müzik
bir
müzik
akımı
değil,
çünkü
zaten
60
yaşında
biri
dinliyor,
tişörtleri
satılmıyor.
Ama
işte
Heavy
Metal’den
tut,
Emo’ya
kadar
bir
sürü
akım
var.
Bunun
temelde,
gençler
arasında
daha
fazla
yaygınlaşıp,
daha
popülerleşmesinin
gençler
özelinde
bir
nedeni
olduğunu
düşünüyor
musun?
Mesela
bir
görüşe
göre
gençlerin
daha
az
mülkünün
olması,
onları
daha
az
muhafazakar
yapıyor.
Böylece
yeni
olan
şeylere
daha
açık
oldukları
iddia
ediliyor.
D.L:
Ben,
gençler
daha
muhazafakar
ve
ya
daha
az
muhafazakar
ya
da
daha
özgürlükçü
gibi
yaklaşımları
pek
sevmiyorum
Şimdi
bakacak
olursak
bunu
sadece
müzik
için
değil,
kitaplar
için
de
söylebilirsin.
Mesela
Murathan
Mungan’ın
çok
sevdiğim
bir
sözü
vardır.
Diyor
ki;
“
Ben
senelerden
beri,
sadece
yazdığımla
geçinen
bir
insanım,
sadece
kalemimden
para
kazanıyorum.
Ve
beni
de
gençler
ve
kadınlar
okuyor”
Yani
bu
anlamda
baktığınızda,
gençler
hem
yazarlar
açısından,
hem
müzik
piyasası
için
ve
diğer
yandan
moda
için,
yani
pek
çok
farklı
alan
için,
aslında
önemli
bir
tüketici
konumundalar.
Diğer
yandan,
bunu
kötü
bir
anlamda
söylemiyorum.
Genelde
bizde
tüketici
olmak,
negatif
olarak
tanımlanır.
Ama
diğer
yandan,
gençlik
tarihine
bakacak
olursak,
1960
öğrenci
hareketi,
gençlik
hareketleri
çok
da
kıvılcımlanmadan
evvel
2.
Dünya
Savaşı
sonrasında,
özellikle
1950’li
yıllarda,
ilk
defa
gençlik
kültürünün
oluşmaya
başladığını
görüyoruz.
Yani
senin
bahsettiğin
o
gençlik
alt
kültürlerinin
aslında
gittiği
nokta
tam
da
1950li
yıllar.
Ve
1950’
li
yıllar
2.
Dünya
Savaşı
sonrasındaki
o
dönemde
“baby
boom
generation”
olarak
tanımlanan,
genç
nüfusun,
(toplumun
diğer
oranlarıyla
karşılaştırdığımızda
daha
genç
bir
kesimin
oluşturduğu)
aynı
zamanda
ekonomik
gelişmelerle
beraber,
cebinde
harçlığının
sadece
yaşamını
sürdürmesine
değil
ama
bir
şeyler
satın
almasına
imkan
tanıdığı
bir
dönemde,
o
gençlik
kültürü
ortaya
çıkıyor.
O
dönemde
gençler,
nüfusun
önemli
bir
bölümünü
karşıladığı
için,
konuyla
ilgili
ciddi
pazarlama
araştırmaları
yapılıyor.
Gençler
ne
satın
alır?
Ne
satın
almak
istiyor?
Ne
talep
ediyor?
Bence
çok
ilginç
olan,
işte
bütün
o
pazarlama
stratejisiyle,
gençlik
kültürünün
de
oluşmaya
başlıyor
olması.
İşte
gençlik
modasından,
gençlik
müziğine,
gençlik
dansına,
gençlik
edebiyatına
kadar
pek
çok
şeyin
o
dönemde
karşımıza
çıktığını
görüyoruz.
O
yüzden
mesela
muhafazakar
mı,
değil
mi?
konusuna
bir
gönderme
yapmak
için
söylüyorum;
ünlü
Beat
Generation
Kuşağının
yazarlarının
(Jack
Kerouac,
Allan
Ginsberg,
vb.)
kitaplarının
basılması
için
uzun
bir
zaman
beklediler.
“Pornografik
yazılar
bunlar,
edebiyat
da
yapmıyorlar
ki”
deyip
kitaplarını
basmadılar.
Mesela
Kerouac
“Yolda”
kitabının
basılması
için
senelerce
bekledi.
Kapitalizm
zaten
de
böyle
bişey,
her
şeyi
içine
alabiliyor,
“bunda
bir
şey
var,
demek
ki
bundan
satış
yapabilirim”
diyor
ve
onun
üzerine
bu
yazarların
kitapları,
büyük
yayınevleri
tarafından
basılmaya
başlanıyor.
Ardından
da
özellikle
Beat
Kuşağı’nın
kitle
hareketleri,
savaş
karşıtı
hareketler
gibi
siyasal
hareketler
üzerinde
çok
önemli
olduklarını
gördük.
O
yüzden
ben
hiç
bir
zaman
kültürle,
siyaset
arasında
ciddi
ayrım
yapmayanlardanım.
Bence
60’lı
yılları
anlamak
için,
o
gençlik
kültürünün
oluşmasını,
o
gençlik
kültürü
ortaya
çıktıktan
sonra
da
siyasal
taleplerle
karşımıza
çıkışını
görmemiz
gerekiyor.
O
açıdan
da
yine
Türkiye’deki
gençlik
alt
kültürlerine
baktığımızda
da,
evet
tüketim
yanı
da
var,
ama
diğer
yandan
da
kendini
bir
genç
olarak
var
etme,
kendini
ifade
etme,
kendi
üretimiyle
karşımıza
çıkmak
gibi
bir
özelliği
de
varmış
gibi
geliyor.
Ve
gençlik
kültürleri
üzerine
de
çok
ciddi
çalışılması
gerektiğini
düşünüyorum.
O
da
yine
bence
Türkiye’deki
çok
ciddi
eksik
alanlardan
bir
tanesi.
Soru:
Sosyal
meselelere
karşı,
tüketici
boyutunda
bakarsak,
gençleri
duyarlı
olarak
görüyor
musunuz?
D.L:
İlk
olarak
şunu
söyleyeyim,
Boğaziçi
Üniversitesi’nde,
her
sene,
her
iki
dönemde,
gençlik
sosyolojisi
diye
bir
ders
veriyorum
ve
her
dönem
gençler
arasından
mutlaka
bir
kişi,
gençlik,
tüketim
toplumu
ve
reklamlarla
ilişkili
bir
ödev
yapıyor.
Bu
Genç
Turkcell,
kampüsteki
bankalar
ya
da
kampüsteki
reklamlar
üzerine
olabiliyor.
Ama
her
sene
ilişkiyi
irdeleyen
bir
çalışma
var
ve
bunun
da
çok
önemli
olduğunu
düşünüyorum.
Ama
duyarlılık,
toplumsal
duyarlılık
açısından
bakmak,
özel
olarak
bir
saha
araştırması
yapmayı
veya
özel
olarak
inceleme
yapmayı
gerektiriyor.
O
bilgi
bende
malesef
yok.
Ama
Unilever,
Henkel,
Genç
Turkcell
gibi
şirketlerin
yöneticileriyle,
pazarlama
müdürleriyle
görüşen
bazı
öğrencilerimden,
şirketlerin
bir
strateji
olarak,
özellikle
bazı
ürünlerde
gençleri
hedef
kitlesi
olarak
seçtiğini
biliyoruz.
Bu
yüzden
de
gençlik
üzerine
yazıp
çizen
sosyologlar
diyorlar
ki,
özellikle
tüketim
toplumuyla
beraber
gençlik
de
artık
satılan
objelerden
bir
tanesi
oldu.
Ama
bunu
sadece
gençlere
yönelik
bir
ürünün
satılması
olarak
düşünmeyelim.
Mesela
şampuan
satarken
de,
“
Eğer
genç
ve
güzel
gözükmek
istiyorsan,
o
zaman
bu
ürünü
alacaksın”
gibi,
yani
gençliğin
de
bir
ürün
haline
geldiğini,
ama
diğer
yandan
ürün
haline
gelirken,
yaştan
da
soyutlandığını
söylüyorlar.
Bu
da
bence
çok
ilginç.
Yani
artık
genç
dediğimizde,
özellikle
tüketim
toplumuyla
beraber,
bütün
bu
stratejilerle
beraber,
sadece
yaş
olarak
genç
olandan
bahsetmiyoruz.
Genç
görünenden
de
bahsetmeye
çalışıyoruz.
Ve
herkes
de
genç
görünmeye
ve
dinamik
olmaya
uğraşıyor.
Bu
açıdan
yaşlılık
üzerine
çalışma
yapıyor
olmak
da
çok
önemli.
Çünkü
diğer
yandan,
tüketim
toplumuyla
beraber,
kimse
yaşlı
olmak
ve
elden
ayaktan
düşmüş
olmak
istemiyor.
Bu
yüzden
gençlik
çalışırken
ister
istemez,
“Yaşlılık
ne
demek?”
“Çocukluk
ne
demek?
“Yetişkin
ne
demek?”
gibi
soruları
da
soruyoruz.
Mesela
sigorta
reklamları,
“Yaşlılığınızı
nasıl
yaşamak
istiyorsunuz?”
“Emekliliğinizi
nasıl
yaşamak
istiyorsunuz?”
söylemleri
ile
aslında,
bize,
yaşlılıkta,
emekli
olduğunuz
zaman
da
mutlu
olmak
istiyorsak,
şimdiden
yatırım
yapmak
zorunda
olduğumuzu
söylüyor.
Çevre
konusuyla
ilgilenen
Bahçeşehir
Üniversitesi’nde
araştırmacı
olan,
doktorasının
son
aşamalarında
olan
Barış
Gençer
Baykan
diye
bir
arkadaşım
var.
Onunla
birlikte,
çevre
hareketinden
ama
farklı
örgütlenmelerden
olan
gençlerle
bir
odak
grup
yapmıştık.
Onlar
çok
muzdariptiler.
Hala
çevre
konusu
yan
bir
şey
olarak,
çok
“lüks”
olarak
gözüküyor.3
Ama
diğer
yandan
yaptığımız
odak
gruplarda
da
dünyanın
sorunları
dediğimizde
çevre
sorunları
da
dile
getiriliyor.
Türkiye’nin
sorunu
olarak
çevreden
bahsedilmeyip
dünya
sorunu
olarak
bahsedilmesi
bize
çok
ilginç
gelmişti.
Yorum:
Türkiye,
dünyada
değilmiş
gibi
D.L:
Bir
de
özellikle
çevre
örgütlenmelerinde
olanlar,
yaptıklarının
(yoksulluk,
şiddet,
gibi
çok
daha
“can
alıcı”
şeyler
varken)
çok
lüks
olduğuna
dair
bir
algının
var
olduğunu
ve
bunun
sıkıntısını
çektiklerini
söylemişlerdi.
Ama
senin
söylediğin
soruya
maalesef
yanıt
veremem
çünkü
o
ayrı
bir
saha.
3
Bkz.
B.G.
Baykan
ve
D.
Lüküslü,
“Gençlere
göre
çevre:
Küresel
ama
Satırarası
Bir
Sorun”,
Gençler
Tartışıyor.
Siyasete
Katılım,
S orunlar
ve
Çözüm
Önerileri
içinde,
İstanbul,
TÜSES
Yayınları,
2009.