You are on page 1of 19

1

KAPİTALİST BATI TÜRKİYEYİ NEDEN BÖLMEK İSTİYOR?

Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe üniversitesi

Türkiye’de en çok hücum edilen bilim alanı evrimdir. İşin en komik


yanı da 42 yıldır evrimle uğraşan bir bilim adamı olarak şunu açıklıkla
söyleyebilirim ki, bu ülkede Evrim Kuramı’nı kavramış insan sayısı birkaç
onu, bilemedin birkaç yüzü geçmemektedir. Niye “Evrim Kuramı”na bu
kadar yoğun saldırı var? Bunun açıklamasını başka bir yazı ile
açıklayacağım. Ancak, şunu kısaca söyleyebilirim ki, Evrim Kavramı,
insanlara analitik düşünmeyi, yani Anadolu deyimi ile enine boyuna
düşünmeyi öğretir. Ayrıca bu eğitimden geçmiş biri yaratıcı olur;
dogmalara bağlı olmadığı için de yeniliklere açık olur; kararlarını
duygularının esiri olmadan verir. Sözün kısası uygar olur, adam gibi
adam olur. Enine boyuna düşünen bir insanın birileri ya da başkaları
tarafından sömürülmesi ve tuzağa düşürülmesi çok zordur. Bu nedenle
bir insana zarar verecekseniz, başına bela saracaksanız ilk olarak onun
düşünme yetisini ortadan kaldıracaksınız. Evrim karşıtı –kaynağı belirsiz-
inanılmaz yayınların amacı da budur.
Evrim Kuramı, evrenin kuruluşundan bu yana ortaya çıkan
değişimleri ve nedenlerini inceler. Ancak, büyük bir kesim, bu kuramı
canlıların ve özellikle insanın evrimi olarak benimsemiştir.
Kuramın iki önemli özelliği en belirleyici yanıdır. Güçlü olan ayakta kalır.
Bu güç sadece kuvvet kullanma anlamına değil tüm yolları deneme
anlamına da gelir. İkincisi, önceden tasarlanarak yola çıkılmaz, çok
sayıda farklı seçenek o zamanın ya da o çevrenin koşullarına göre
seçilerek ayıklanır. Bunu sağlayabilmek için de çok sayıda yavru ya da
yumurta meydana getirilmesi, sistemin işlemesi açısından bir
zorunluluktur. Bir balığın meydana getirdiği 1.000.000 yumurtasından
2

ancak birkaç tanesinin üreme yaşına ulaşmayı başarabilmesi de bu


kuramı açıklayan örneklerden biridir.
Anti evrimciler, yani evrime karşı olanlar, dünyada ne kadar kötü
yönetim varsa, onun kaynağının evrim düşüncesinden kaynaklandığını
ileri sürerler. Hâlbuki durum tam tersidir. Örneğin Avrupa’nın 1930
yıllarda yaşadığı faşist yönetimler, hiçbir zaman evrimci olmadılar, tam
tersine evrimcilerin hiç ilgi duymadıkları din olgusunu simgeleyen haçları
hep boyunlarında taşıdılar. Her ne kadar komünizmin temelini oluşturan
Marks’ın “Das Kapital” kitabının girişinde, Darvin’e ithaf varsa da,
komünizmin temel felsefesinde evrime taban tabana zıt bir yaklaşım
bulunmaktaydı. Komünizm, insanları üretimden tüketime ve her konuda
eşit haklara sahip olması gereğini savunuyordu. Bu Evrim Kuram’ına
aykırıydı, yani doğanın işletim sistemine aykırıydı; bu nedenle de
kapitalist sistem karşısında dayanamadı ve çöktü.
Evrim karşıtlarının çoğu, kapitalist sistemin çocukları olmasına
karşın, ne gariptir ki, kapitalist sistem evrimin kurallarını bire bir, acımasız
bir şekilde uygulayan bir sistemdir. Kapitalist sistemde güçlü olan ayakta
kalır, egemendir ve bu güce ulaşmak için de her yolu dener. Biraz
dünyadan haberi olan ve kapitalist sistemin yol haritasını inceleyen her
kes, bu yolun ne kadar kanlı taşlarla döşendiğini ve halen de döşenerek
gittiğini görecektir. Yeter ki düşünme ahlakı olsun ve dogmatik fikirlerle
dolmamış olsun. Çünkü dogmatikler, özellikle dinlerine ters olduğu
söylenen bilgilere karşı koymayı alışkanlık haline getirenler, ne
söylerseniz söyleyin, bildiğini okur; çünkü değişmeye kapalıdırlar. Bu
kesimi zaten şekillenmiş bir kesim olarak bildiğimiz için onları bu
tartışmanın içine almaya değer görmüyoruz. Bunların haricinde, kapitalist
sistemle ilgili söylenenlere katılmayan aklı başında bir kişi olduğunu
söyleyebilir misiniz?
3

Bir soru daha sorabilirsiniz? Kapitalist sistem başarılı bir sistem


midir? Bu sorunun yanıtı, kesinlikle, belirli bir zaman dilimi için ve bu
gücü kullanmayı bilenler için evettir. Kapitalist sistem, eğer gereği gibi
uygulanırsa, bulunduğu topluluğa olabilecek en kısa zamanda en büyük
gücü (burada refahı) sağlar. Ancak, bu refah kazanımı, birilerinin refah
ya da kaynak yitirilmesiyle sağlanmıştır, sağlanabilir. Yani bu sistem
dünyayı topyekûn mutlu eden bir sistem değildir. İşte, Mançurya’daki
sakız çiğneyen bir adamdan, Peru’da coca cola içen bir insana kadar
uzanmış her konuda bağımlı kalmış kitleler, bu sistemin az ya da çok
üyesidir, destekçisidir. Evrimin bu kuralı, yani “ayakta kalmak için
mücadele” Darvin’in “bir yerde olanaklar kısıtlanmaya başlarsa esas
mücadele o zaman ortaya çıkar” saptaması ile gelecekte (anlayana
bugün de) çok zor, kanlı bir çıkar hesaplaşmasının yaşanacağını açık
açık göstermektedir. Paylaşımını diyemiyoruz; çünkü hakça paylaşmayı)
bugüne kadar hiç uygulanmasa dahi) ilke edinmiş olan komünist sistem
bu nedenle çöktü.
Kapitalist sistemin bilim dünyası açısından en göz alıcı (birilerine
göre muhteşem) yanı, geniş kitlelerin olanaklarını kullanarak, bu gücü
belirli bir yerde toplayıp, özellikle bilimsel araştırmalara yatırım
yapmasıdır. Çünkü bilimsel araştırmalara yatırım kapitalist sistemin
motorudur; bu yeniliklerle, toplumları denetim altında tutabilirsiniz, onların
olanaklarını sonunu kadar kullanabilirsiniz (dünya ekonomi literatüründe
bu işleyiş sömürü olarak geçmektedir) ve gücünüzü sürdürebilirsiniz. İşte
evrimin en temel ilkesi olan güçlü ve mücadele gücü olan ayakta kalır
ilkesi kapitalist sistemin mantığının temel taşıdır.
Sanayileşme 150 yıllık bir öyküdür. Başlangıçta basit araçların
yapımı ya da teknolojilerin bulunması bu motorun dönmesi için yeterliydi.
Ancak, teknoloji gittikçe karmaşık aletlere gerek göstermeye başlayınca
ve pahalı araştırmalar zorunlu hale geçince, elde edilmesi gereken
4

kaynağın miktarı da artmaya başladı. Bu ancak, güçlü bir sömürü düzeni


ile sağlanabilirdi. Batı dünyasının önde gelen kapitalist ülkelerinin son
yarım asırlık siciline bakınız, kanla yazılmıştır; hepsinin altında da çıkar
yatmaktadır.
Anadolu’da imparatorluk kurmuş Hititlerin bir yıllık tüm geliri, bugün
tek bir uyduyu uzaya atmaya yetmeyeceği gibi, Hitit İmparatorluğunun
yaklaşık 1000 yıllık geliri de bir Apollo Uydu Projesini karşılayacak
miktarda değildir. Dünyada bugün, yedikçe iştahı açılan, iştahı açıldıkça
yemek isteyen ve bunun için her yolu mubah sayan bir –canavar- sistem
egemendir. Sonunun nereye varacağını kimsenin kestiremediği bir
sistem…
Geldiğimiz bu noktada, bilimsel araştırma ve üretme, sistemin
ayakta kalabilmesinin tek belirleyicisidir. Ancak, kaynaklar, özellikle doğal
kaynaklar azalırken, araştırmalara ayrılacak para gittikçe artmaktadır. O
zaman bir taraftan birilerinin kaynaklarına şu ya da bu yolla, örneğin
seçtiğiniz hedef ülkelerin yönetimlerini el altından belirleyerek (Orta Doğu
Ülkelerinde ve dünyanın birçok yerinde kapitalist ülkelerin onayı olmadan
hiçbir yöneticinin ayakta kalamaması gibi); olmadı güç kullanarak
(Irak’tan Panama’ya kadar), olmadı o ülkenin dinsel, etnik ve sosyal
yapısını kurcalayarak elde edebilirsiniz. Dünyanın huzursuz ve
kargaşalık içerisinde bulunan tüm ülkelerinde durum budur. Belki merak
edersiniz, Türkiye’de ne oluyor diye? Türkiye Mühendisler Odasının
rakamına göre, son 5 yılda toplamı 175.000 kilometre kare, yani
Türkiye’nin toplam alanının beşte biri kadar bir alanda, yaklaşık 1500
yabancı şirkete maden arama ve işletme ruhsatı verilmiş. Bilmiyorum, siz
ülkenizi bu anlatılanlar çerçevesinde nereye koyarsınız?
Sistemin en can alıcı noktası Araştırma ve Geliştirme
kelimelerinden türetilmiş ARGE’dir. Kapitalist sistemin kalbi, ARGE’dir.
ARGE’sini güçlendiremeyenler bu sistemden elenirler. Bu nedenle
5

baktığımızda dünyanın efendileri sayılan ülkeler, ARGE’ye en çok para


ayıranlardır. Bizde, bildiğim kadarıyla, bakanlıkların tümünde ARGE
vardır ve bu yer, o günkü yönetimlere ters çıkan, kızağa çekilmesi
istenen kişilerin gönderildikleri yerlerdir. Batıda ARGE’de çalışmak bir
onur vesilesi iken, Türkiye’de devlete bağlı kurumlarda bir utanç
makamıdır.
Ancak, bu hep böyle gidecek değildir. ARGE bir gün Türkiye’de de
güçlendirilecektir. Nitekim bazı askeri alanlarda bu kurumların
güçlendirildiği görülmektedir. Böylece, en azından askeri alanlarda bazı
üretim mamullerinde bağımsızlığını ilan ettiği gibi, yanılmıyorsam 38
ülkeye de ihraç yaparak kapitalist ülkelerin bir kısmıyla mücadeleye
girmiş durumdadır. Türkiye’deki askeri ARGE 1974 yılında Kıbrıs’a
müdahalemiz ile başlar. Müdahaleyi izleyen kısa bir süre içerisinde,
büyük dostumuz ve başbakanımızın stratejik ortak olarak bize sunduğu
Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’ye askeri (belki de kısmen ticari)
abluka uyguladı ve uygulattı; ne kendisi ne de yandaşı ülkeler bize 4 yıl
boyunca silah satmadılar, kredi vermediler. Bıçak kemiğe dayandığı için
Türkiye kişilikli bir karar vererek, en az bu konuda üretime ve ARGE’ye
başladı. Bugün Türkiye dünya ARGE yatırımının binde 8’ine sahip
(Toplam dünya ARGE yatırımı 2006 yılında 407 milyar dolar). Kalifiye
mühendis sıralamasında ise 13. Sıradayız. Bu oldukça yüksek bir
potansiyel demektir. Ancak batıyı ürküten bir karar daha alandı. Türkiye
ARGE harcamalarının oranını, 2013 yılından itibaren, gayri safi
gelirlerinin (GSYİH) %2’sine çıkarmayı hedefledi (%3’e çıkarabilmesi için
yılda 20 milyar dolar ayırması gerekli); bu da Türkiye’nin, 2020 yılında 2
trilyon dolar milli geliri olan bir ülke olacağı; 2023 yılında ise dünyanın en
büyük 10 ekonomisi içerisinde yer alması anlamına gelmektedir.
Kapitalist batı için ürkütücü bir karar.
6

ARGE’de başarıyı belirleyen iki önemli husus vardır. Bir, ARGE


sonunda elde edilen sonuçlar, kaynağı sağlayan ülkede uygulanabilir ve
yeni kaynaklar yaratabilir olmalıdır; ikincisi sonuç ürünlerinin pazarı yeteri
büyüklükte olmalıdır.
Türkiye’deki askeri ARGE niye çökertilemedi? Bir, siyasi iradenin
asker üzerindeki denetimi sınırlı olduğu için. Ancak en önemlisi, Türk
Ordusu’nun büyüklüğü askeri bir ARGE’yi besleyebilecek kadar büyük
olması. Bu sonuncu husus bundan sonra anlatacaklarımızın da temelini
oluşturmaktadır.
Dünyada bir konuda ARGE’nin yapılabilmesi için, bu ürünün belirli
bir miktarda iç pazara ya da dış pazara satılıyor olması gerekir. Örneğin,
siz, bir arabayı geliştirerek, yani ARGE yaparak dünya markası yapmak
istiyorsanız, en azından senede örneğin 2 milyon satmanız gerekir; eğer
siz beyaz eşyada ARGE yaparak dünya pazarlarında söz sahibi olmak
istiyorsanız, en azından 5-10 milyon adet/yıl satıyor olmanız gerekir. Aksi
taktirde ARGE’ye yeterince kaynak ayıramazsanız ve bu kaynağı
ayıranlar karşısında elenirsiniz.
Bunun için herkesin elinde olan bir aygıtı, cep telefonunu alalım.
Özünde sadece haberleşmek için bir cep telefonu yapmak çoğu ülke için
çok da zor değildir. Nitekim ASELSAN da belirli bir süre cep telefonu
üretti. Ancak, birileri ARGE’ye daha çok para ayırarak, ilk olarak düşük
çözünürlü resim çeken, daha sonra adım adım çözünürlüğü yükselen,
internet bağlantısı olan, hafızası daha yüksek olan, pil ömrü uzun olan,
daha hafif olan ve buna benzer ek özellikler eklenmeye başlayınca,
yarışmaya ancak birkaç marka devam edebildi. Çünkü, aynı kulvarda
aynı hızla koşabilecek gücü bulabilenler, yani belirli sayıda ürünü
satabilenler bu yarışa devam ettiler; ASELSAN belirli bir sayının üstüne
çıkamayınca doğal olarak ARGE’si düştü ve yarıştan çekilmek zorunda
kaldı.
7

O halde burada belirleyici husus, satılacak ürün miktarıdır. Bu


ürünü ya ülkenize satarsınız ya da dış pazarlara gönderirsiniz. Dış
pazarlarda rakipleriniz var ve sizden önce ARGE’ye başladıkları için bir
iki adım da öndeler; bunlarla yarışma için ya işçinizi sömüreceksiniz ya
da devlet desteği sağlayacaksınız. Birincisi, yani işçi sömürüsü,
demokratik ülkelerde artık zorlaştı (Çin bu bakımdan rahat); ya da işçinin
artık sömürülecek gücü kalmadı (Türkiye’de olduğu gibi). İkincisi, yani
devlet desteği, çoğunluk üreme oranı yüksek olan bu ülkelerde yeterince
yapılamıyor. O zaman bir tek çıkar yol kalıyor, ürettiğiniz malı öncelikle
kendi ülkenizde kullanma ve ARGE’ye kaynak yaratma. İşte Türkiye’nin
ve İran’ın kaderi bu noktada çizilmeye çalışılıyor. Bundan sonrasını daha
dikkatli okumanızı öneririm.
İslam ülkeleri arasında, kendi öz kaynakları ile ARGE yapabilecek
2 ülke görünüyor (esasında 4 ülke; ancak Mısır zayıf ekonomisi ve kıt
kaynakları nedeniyle, Pakistan ise sosyal çalkantıları nedeniyle şimdilik
devre dışı), bunlar Türkiye ve İran’dır. Her iki ülkenin de 70 milyonu aşan
bir nüfusu, kaynakları ve yetişmiş insan gücü bulunmaktadır. Orta ölçekli
mallarda batı ile yarışmaya girebilecek sayıda mal üretebilir ve ARGE’ye
yeterli kaynak ayırabilir. Batının bir türlü benimseyemediği İslam’ın iki
büyük ülkesi batı ile yarışmaya hazırlanıyor. Üstelik her iki ülkenin arka
bahçesi ve yanları da bu bakımdan boş. Bosna’dan Çin’e kadar bu
özellikleri gösterebilecek, yani ARGE’ye nüfus büyüklüğü nedeniyle
kaynak ayırabilecek başka bir ülke yok. Bu, batı kapitalist dünyası için
büyük bir tehlike. Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Suriye, Ürdün,
Ermenistan, Gürcistan vs. gibi ülkelerin kendi nüfusu ile
desteklenebilecek ARGE gücü yok; bu nedenle tehlikeli olamazlar.
Dünyada kapitalist dünyanın önde gelenleri ile ARGE bakımından
yarışabilecek pek az ülke vardır. Bunlar Arjantin, Brezilya, Meksika, Mısır
(?), İran, Pakistan, Hindistan, Çin, Endonezya ve Türkiye’dir. Diğerleri ya
8

birleşecekler ya da bu ülkelere bağımlı kalacaklardır. Hatta Avrupa,


Amerika ve Uzak Doğu ile ARGE bakımından yarışamayacağını anladığı
için, Avrupa Ortak Pazarını daha sonra da Avrupa Birliğini kurdu.
Buradaki en önemli amaç, pazarı büyüterek bir ürün üzerindeki ARGE’yi
dünya devleriyle yarışabilecek duruma getirmedir. Çünkü Almanya,
İngiltere ve Fransa’nın bile tek başına pahalı ARGE’leri yürütecek gücü
bulunmamaktadır. Buradaki temel ilke, bir ürünün değişik kısımlarının ya
da aşamalarının farklı ülkelerde yapılacak şekilde paylaştırmadır. Yani
uygar bir işbirliğidir. Biz kendimize özgü ve ayrı bir kimliği olan bir birliği
-örneğin Ön Asya Ekonomik Birliğini- kurma fırsatını daha sonra
değineceğimiz nedenlerle kaçırdık. O nedenle sürekli tavizler vererek
Avrupa Birliğine yamanmak istiyoruz. Parçalanmadan, kimliğimizden
ödün vermeden, yıpranmadan girebilirsek, büyüklüğümüz bakımından
Avrupa’da ARGE bakımından önde gelen bir ülke olabiliriz. Ancak,
Avrupa da bunun farkına vardığı için, bizi küçültmeden almak istemiyor.
Türkiye bu son iki niyeti ya da görüşü yeterince anlayabilmiş mi?
Doğrusu kuşkuluyum. Konuşmalardan, hala Avrupa’ya amele yetiştirme
peşinde olduğumuz anlaşılıyor. Türkiye’de bölücülük yapanlar bunu
anlıyor mu? Hiç zannetmiyorum; hızlı bir şekilde düşecekleri kuyuyu
kazıyorlar.
Pek ala Avrupa bunu neden bitirmiyor dersiniz? Burada Avrupa için
de bir çıkmaz var. Türkiye’yi içine almak suretiyle zamanla ARGE’sini
önemli ölçüde büyülteceğinin farkında; böyle bir ekonomik olanağı
bırakmak istemiyor. Ancak, dünya görüşü farklı olması nedeniyle,
Avrupalı ile Müslüman Türklerin bir arada yaşayamayacağını da
deneyerek öğrendi. Tamamen farklı iki dünyanın insanları. Hatta Avrupa
Anayasasının oylanması sırasında bazı ülkelerce Anayasanın ret
edilmesinin temel nedeni Müslüman Türkiye’yi bu birliğe katma olarak
sunuldu. Belki tepki göstereceksiniz; ancak söylemeden
9

geçemeyeceğim! Yeniliklere daha açık olan ve batı yaşam tarzına daha


yatkın olan Avrupa’daki Alevi vatandaşlarımız, Türkiye’de kültürel olarak
ezildiğini beyan eden vatandaşlarımız ve bazı sosyal görüşlü
vatandaşlarımız çoktan Avrupa Birliğine girmiş ve önemli yerlere gelmiş
durumdalar. Giremeyenler eski berbere traş olanlar… Avrupa da bir tam
karar vermiş değil; ikilem içinde; bölse, gelecekteki kendi ARGE gücünü
düşürebilir; bu haliyle alsa, birlikte yaşayacak kültürel temelin olmadığını
inanmış durumda. O nedenle yetkililer bir gün bu şekilde, ikinci gün
başka bir şekilde açıklama yaparak bizi oyalıyorlar. Ancak, İslam
ülkelerindeki terör arttıkça, Avrupalıların, bizdeki “Ne Şam’ın şekeri ne
Arabın yüzü” darbımeselinde olduğu gibi, büyük ARGE hayalinden
vazgeçtiğine ilişkin belirtiler artmaktadır.
Batı için bir İslam ülkesinin kendi teknolojisini üretmesi tehdit olarak
algılanmıştır. O zaman gereği yapılmalıdır. Bu ülkeler bölünmelidir ve
böylece ARGE gücü düşürülmelidir. Düğmeye basıldı; İran ve Türkiye’nin
bölünmesi için, zaten, aptallığımız nedeniyle hazır olan zemin harekete
geçirildi. Kürt bölücü güçlerin desteklenmesi projesi devreye sokuldu.
Kürtler de zannediyor ki, batılı kapitalistler bu milletin kara kaş kara
gözüne meftun. Bir taşla iki kuş vuracak, kana susamış kapitalist sistem.
Türkiye ve İran’ı bölmek suretiyle ARGE gücünü kırarak, nefret ettiği
başka bir dünya görüşüne sahip iki güçlü aday ülkeyi –bu ekonomik
savaşta- bertaraf etmiş olacak, bunun yanında emrine amade, tetikçi bir
ya da birkaç uydu devlet kuracak, İsrail gibi çevreye kan kusturacak.
Plan kusursuz işliyor gibi görünüyor.
Bu planın sinsi sinsi yürütülebilmesi için bu ülkelerin yöneticileriyle
çok sıkı işbirliği (!!!) içinde olunmalı, Türkiye’de olduğu gibi; ya da
yöneticileri insanlığa tehdit eden işler yapıyor savı ile uluslar arası
toplumda izole edilmeli ya da herkesin nefret edeceği bir yöneticiyi iş
10

başına getirterek (İran’daki gibi) gerekli müdahale zeminini hazırlamak


olacaktı.
Bunları anlamak için kâhin olmaya gerek yok; Amerika ile sıkı
işbirliğine girdiğimiz söylenen 1950 yılından bu yana ekonomik
girişimlerle ilgili bazı hususlara göz atmamız yeterli olacaktır. 1950
yılından bu yana Amerika ve onun en yakın yandaşı İngiltere’nin
Türkiye’de üretime yönelik bir yatırımı olmuş mudur? F16 savaş uçağının
yapımına izin verdiler; o da sadece kanat ve gövde kısmına; koplik
denen ön kısmının yapımına bildiğimiz kadar izin vermediler. Sanki bir
uçak yarım uçarmış gibi… Bu süreçte, İskenderun Demir Çelik Fabrikası,
Orta Anadolu Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Yanılmıyorsam
Karabük Demir çelik Fabrikası ve daha birçok en ağır sanayi tesislerini
yapan Sovyet Rusya’da gominist gominist diye hakaretler yağdırdık.
Kapitalist batı, Türkiye’nin sanayileşmesine hangi desteği verdi? Atatürk
Barajı yapılırken bile 800 tonluk kapakları yapacak ülkelere ve kredi
verecek bankalara Amerika Birleşik Devletleri tehdit uyguladı. Kapaklar
sonunda Gaziantep’teki ustalarca yapıldı.
Böl, parçala ve yönet, ilk defa Osmanlılara uygulanmış ve siyaset
dünyasına da Balkanlaştırma olarak geçmiştir. Böyle bir siyasetin iki defa
uygulandığı tek ülke biz olacağız.
Acaba Türkiye bu batağa hep yabancıların tuzağı ile mi düştü diye
merak edebilirsiniz? Yanıt evet de olsa hayır da olsa, kısmen doğru
kısmen yanlıştır. Ülkelerin birbirlerine tuzak kurmaları insanlık tarihi kadar
eski görünüyor. Her ülkenin kendini bu tuzaktan koruması da yönetimin
başarısını gösterir. Acaba Türkiye bu tuzaklardan başarılı bir şekilde
kurtulabildi mi? Atatürk dönemine bakıyorsunuz, evet diyorsunuz; 10
Kasım 1938 tarihinden sonraki yönetimlere bakıyorsunuz, hayır
diyorsunuz. Tüm yakın tarihi burada incelememize gerek yok; şu anda
başımızın belası olan Güney Doğu ve Irak sorununu masaya yatıralım.
11

Batı, Irak’ın başına çorap örmeye niyetlenince, o günkü başbakanımız,


sürekli televizyonlara çıkıp, bugün pirezident Bush’a telefon edip, Irak’a
müdahale etmesini önerdim; bugün pirezident Bush’u yataktan kaldırarak
Irak’a müdahalede geç kalmamasını hatırlattım gibi körüklemelerle,
Amerika’nın Irak’a müdahalesini hem teşvik etti hem de cesaretlendirdi.
Amerika ve batının belirli ülkeleri zaten planı hazırlamıştı.
Saddam’a karşı kuzeydeki Kürtleri kışkırtarak ayaklandırdı. Saddam
müdahale edince de, bölücüler, Türkiye sınırına dayandılar. Turgut Özal,
daha sonra Türkiye’nin başına çorap örecek on binlerce kürdü bağrına
bastı, besledi, yedirdi içirdi; daha sonraki o yıl boyunca Türkiye’nin
kuyusunu kazsınlar diye…
Amerika “Birinci Körfez Savaşı” olarak bilinen saldırı ile Irak’ı ikiyi
böldü ve aynı günlerde Türkiye Büyük Millet Meclisinde alınan bir kararla
Irak’ın “Çekiç Kuvvetler” olarak bilinen vurucu güçle, 36. enleminden
yukarısının Türkiye’deki İncirlik Üstünden kalkan uçaklarla vurulması için
Amerika’ya izin çıkarıldı ve 10 yıl boyunca her gün, 400 yıllık ilimizi,
yakın komşumuzu, hayal ettiğimiz ekonomik partnerimizi vurdurduk;
ezdirdik, aşağılattırdık. Yetmedi, oradaki bölücü unsurlara ve işgalci
güçlere her türlü lojistik desteği sağladık; yetmedi Irak’ı (daha sonra bizi)
içten kemirecek hainlere kırmızı pasaport vererek, daha sonra bu
coğrafyanın batının isteği doğrultusunda şekillenmesine yardım
edeceklerin siyasi arenada cirit atabilmesi ve girişim yapabilmesi için her
türlü desteği sağladık. Birkaç yıl –batının yardım sözüne karşın hiçbir
katkı yapmadığı- Irak’ı içten bölmek isteyenlere, göçmen statüsü vererek
yıllarca bağrımızda besledik ve hem Irak’ı bölmek için hem de bizim
teröristlere destek sağlamak üzere yeniden o bölgeye gönderdik.
Yetmedi el altından (Türk halkının bilgisi olmadan) Barzani ve
Talabani’ye çok büyük miktarlarda en modern ve güçlü silahları
gönderdik hem de kimin emriyle büyük devlet adamı olarak tanıtılan
12

Turgut Özal’ın emriyle. Bir iki ay içerisinde bu silahlar bu iki sözde liderin
emriyle PKK olarak bilinen iç düşmanımıza devredildi. Günümüzde
askerlerimizi ve subaylarımızı şehit eden silahların bir kısmı, işte Türk
milletinin parasıyla alınmış ve büyük yöneticilerimiz tarafından el altından
verilmiş olan bu silahlardır.
Amerika boş durmadı, sadık müttefik olarak tanımladığı Kuzey Irak
Kürt topluluğunu devlete çevirmek için gerekli tüm alt yapıyı hazırladı.
Irak’ın bize taraf kuzey sınırının 60-70 km genişliğindeki kısmını Çevik
Kuvvetlerin korumasına aldı. O güne kadar Kuzey Irak’ta 1000 kadar
olan PKK terörist sayısı, bu koruma ile 10 yıl içinde 25.000’e çıktı.
İncirlik’ten kalkan Amerikan uçaklarının PKK’ya lojistik destek sağladığını
raporuna yazan General Eşref Bitlis, en güvenli sayılan bir askeri uçağın
düşmesiyle öldü (!). Amerika PKK’yı, PKK adını aktif olarak taşıdığı
dönemde kendi terörist listesine almadı; ne zaman ki KADEK adını aldı,
o zaman PKK’yı terörist listesine aldı; şimdi KADEK’i terörist listesine
almak için, yeni bir ad almasını bekliyor olmalı…
Amerika’nın oradaki katliamlarına da hiç tepki göstermedik,
gösteremedik; dualarımızı sadece ölen Amerikalı askerlere adadık. Bu
kadar aptallık hangi devirde, hangi dönemde, hangi ülkede olmuştur?
Şimdi niye sızlanıyoruz? Irak’ı yıkan ve bölen ikinci güç, Amerika’dan
sonra Türkiye’nin geleceği göremeyen yöneticileridir. Bu yöneticilerin
hemen hepsi, kısa vadede gelecek paraya ve çıkar hesaplarına
odaklanmıştır. Irak’taki ölecek insanların akacak kanına göz yumma ve
destek sağlama karşılığı –neyse ki daha tepkiler nedeniyle sonra
uygulamaya sokulamadı- birkaç dolar karşılığı Dış İşleri Bakanımız
anlaşma bile yaptı.
Bütün bunları anlattıktan sonra en can alıcı soruyu muhakkak
aklınızdan geçirmişsinizdir. Acaba batı (kapitalizmi) bu sefer de bizi
bölmeyi başarabilecek mi? Çok yakın zamanlara kadar Türkiye’nin
13

rotasını çizen saklı gücün başında Türk Silahlı Kuvvetlerinin geldiği


bilinmektedir. Yaptığı müdahaleler ile önemli değişikliklere neden
olmuştur. 1960 Anayasası ile Türkiye’ye bilinen en uygar anayasalardan
birini kazandırdığı söylenir. 1972 muhtırası ile gerçek milliyetçilerin
temizlenmesi ve ırkçı-dinci bir kadronun yetişmesi için zemin hazırlanır;
1980 müdahalesi ile de dinci kadronun iş başına gelmesi ve ülkenin
birçok yönüyle bağımlı hale geçmesi sağlanır, 28 Şubat deklarasyonu ile
yapılan yanlışlığın farkına varılarak rota düzeltilmesi yapılmaya çalışılır;
ancak çok geç kalınmıştır. Örümcek ağını örmüştür. Ancak, Türk Silahlı
Kuvvetlerinin Anayasadan da yetkisini alan Cumhuriyeti kollama yetkisi
hala yürürlüktedir ve her şeye karşın Türkiye’nin en güvenilir kurumu
olarak bilinmektedir. Batının bu sinsi planının gerçekleşmesi için Türk
Silahlı Kuvvetlerinin kolunun kanadının yasalarla kırılması ve hem içten
(satılmış basın aracılığıyla) hem dıştan sürekli tenkit edilmeyle psikolojik
yıpratılmaya uğratılması, zayıflatılması gerekir. Yapılıyor mu? Eksiksiz…
Karadeniz gibi etnik yapısı kurcalanmaya yatkın olan bir bölgede
Amerikan üniversitelerinden son zamanlarda gelen araştırıcılara dikkat
edildi mi? Hiç zannetmiyorum. Ben bile rastlantı olarak Sürmene ve
Pazar civarında, bu bölgenin etnik yapısı (dili-kültürü-dini) konusunda en
az 6 tane doktora ya da yüksek lisans yapan yabancı araştırıcıya
rastladım. Acaba Amerikalılar bu bölgeyi çok merak ettikleri için mi bu
araştırıcıları destekledi dersiniz? Yoksa ileride çıkaracakları fitnenin
temellerini hazırlamak için mi buradalar dersiniz? Onu ülkemizin güvenlik
güçlerine ve dış ilişkilerinden sorumlu kurumlara sormak gerekiyor.
Gelen bu insanlara gösterilen yakınlık ve yardım, eminim ki, bu ülkenin
yerli araştırıcılarına gösterilmemektedir. Batı kapitalizmi açısından bu
ülke doğranmalıdır.
Türkiye çok büyük bir fırsatı kaçırdı; 1950’li yıllarda, dış işlerinde
serbest iç işlerinde birlik oluşturan bir Ön Asya birliği kurabilirdi. Irak,
14

Suriye, hatta Yunanistan ve Bulgaristan, bu ekonomik birliğe katılarak,


bir ucu Basra’dan Uzak Doğuya açılan, bir ucu Akdeniz’e açılan bir ucu
Karadeniz’e açılan, ARGE’si dünyayla yarışabilecek önemli ekonomik
topluluk olabilirdi. Türkiye ne yaptı? İran’ın ve Irak’ın petrol gelirlerine göz
dikmiş Amerika ve İngiltere ile (ve keza işbirlikçi Irak ve İran yönetiminin
de katıldığı) merkezi Ankara’da olan CENTO birliğini kurdu. Sadece bizi
değil, onları da sömürgeleştirecek tezgâhın tetikçisi olduk.
Türkiye’nin başına bir devlet kuşu daha kondu; onu da
değerlendiremedik. Hâlbuki bu satırlın yazarı bile tahmin etmiş ve Türk
Devletinin yetkililerini uyarmıştı: Sovyet Sosyalistler Birliği er ya da geç
parçalanacak diye; bu parçalanma tarihi 2010 yılı olabilir önleminizi alın
diye. 1988 yılında Sovyet Sosyalistler Birliği kısa bir sürede parçalandı.
Türkiye’nin arka bahçesinde birden bire neredeyse aynı dili kullanan,
aynı ırktan geldiklerine inanılan yer altı kaynakları bakımından dünyanın
gidişatını etkileyecek, serbest ticaret konusunda hiçbir bilgisi olmayan,
kapitalist sistemin işleyişine tamamen yabancı çok sayıda devlet ortaya
çıkmıştı. Türkiye’ye ARGE bakımından dünya ile yarışacak büyüklükte
bir ekonomik büyüklüğün kapısı açılmıştı. Batıda Almanya’dan sonra
Japonya’ya kadar kapitalist düzeni ve serbest ticareti kavramış başka bir
büyük ülke yoktu. Belli ki bu arka bahçeye sahip olma için Almanya ile
Türkiye arasında amansız bir mücadele başlayacaktı. O güne kadar
“kankamız” olarak bildiğimiz, her yerde tarihsel, ebedi dostumuz olarak
nutuk attığımız Almanya sırtını bize döndü ve batıdan uzaklaştırmak için
alınacak kararların öncüsü, iç düzenimizi bozacak eylemlerin (gericilik ve
bölücülük) kaynağı ve hamisi olmaya başladı. Açıkça, buraları Türkiye’ye
kaptırmak istemiyordu. Almanya’nın Amerika’nın muhalefetine karşın
İran ile sıkı fıkı ilişkileri de bu tarihlere denk gelir. Bu ülkeler yeni bir
alfabeye geçmek istiyorlardı, serbest ekonomiyi bilmedikleri için, serbest
ekonominin kurallarını öğretecek, ticareti öğretecek, bu bakımdan
15

ülkelerini yeniden yapılandıracak uzmanlara ihtiyaç duyuyorlardı. Doğal


olarak ilk olarak bir çeşit ağabey olarak gördükleri Türkiye’ye
başvurdular. Bu, bizim ticari, belki ileride siyasi birlikteliğimizin ilk
adımları olacaktı. Biraz geçmişi anımsamaya çalışırsak, bizden ilk olarak
istedikleri, ortak bir alfabeye geçebilmek için, Türkiye’den kullanılmış
daktiloları göndermeyi rica ettiler. Türkiye ne yaptı dersiniz? Hemen
Suudi Arabistan’a bir yetkili göndererek, bu ülkelere Kuran dağıtılması
için yardım talep ettiler, yüz binlerce belki milyonlarca Kuran basılarak
çok acil ve önemliymiş gibi bu ülkelere dağıtılmaya başlandı. Burada
şunu da söylemeden geçemeyeceğim, Türkçeye çevrilmiş olan bu
Kuran, birkaç uzmandan öğrendiğim ve benim de sezinlediğim kadarıyla
Kuran’ın er gerçekçi ve doğru tercümesi özelliğini taşıyor olabilir. Çünkü
ülkemizde yapılmış olan birçok tercümede, orijinalinde bugün
mantığımıza ters geldiği düşünülen bazı ifadeler, sanki (Suudilerinkiyle
karşılaştırılınca) gerçeğini yansıtmayacak şekilde çevrilmeye çalışılmış
izlenimi vermektedir. Bu ülkeler bu işbirliğini geliştirecek kurumların bir an
önce gerçekleşmesi için acil taleplerde bulundular. Türkiye ne mi yaptı?
İlk olarak Türkmenistan’ın baş şehri Aşkabat’tan başlamak üzere merkezi
büyük cami inşatlarına başladı. Bunun üzerine galiba ilk olarak
Kırgızistan ve Tacikistan, umudunu yitirdikleri için, Arap alfabesini
seçerek İran ile ticari ve kültürel işbirliğine girdiler. Bizde ticari köprüleri
kuracak, ticareti öğretecek uzmanlar istediler. Kimi gönderdik dersiniz?
Çoğu ipten kazıktan kaçmış, ticareti dolandırmak olarak bellemiş
insanları. Sonuç? Orta Asya’yı kaybettik. Büyük bir kısmı bu arada
kısmen kapitalist düzeni öğrenmiş olan Rusya ile tekrar ticari ve kültürel
ilişkiye girdiler, bağlayıcı anlaşmalar yaptılar. Bu arada Amerika Birleşik
Devletleri, İngiltere, Fransa, Almanya ve Çin ile önemli bağlantılar
kurdular. Yer altı ve yer üstü kaynakların işletimini onlara bıraktılar.
Türkiye! Her sene bu devletlerin başkanlarını bir araya toplayarak, örsün
16

üzerinde demir dövmeyle devam ediyor. Esasında dövülüp şekil


verilmesi gerekenin bizim zihniyetimiz olduğunun hala farkına varamadı.
20 Mart 2003’de İkinci Körfez Savaşı olarak bilinen Irak’ın
işgalinden 2 ay önce bu satırların yazarı ve bir meslektaşı, bu yazının
altına eklenmiş mektuptan da anlaşılacağı üzere, hem Irak Ankara
Büyükelçiliğini hem de Saddam’ı uyararak olacakları –sanki önceden
görmüş gibi- bir bir sıralamış ve neler yapılabileceği konusunda da bazı
öneriler sunmuştur. Ne yazık ki, yazılanlar aynen gerçekleşti. Orta
Doğunun kalbinde ne kadar süreceği (en azından petrolün tümüyle
bitimine kadar süreceği açık) bilinemeyen bir cerahat ortaya çıktı.
Ancak, cumhuriyetin korunması, askerden önce, parlamentoyu
oluşturan partilerin görevidir. Bu açıdan ümit var mı diye sorarsanız?
Doğrusu kuşkuluyum. Çünkü dümende olan partinin zihniyeti belirsiz,
Cumhuriyet Baş Savcısı din devleti kurma niyeti taşıyor gerekçesini
göstererek, kapatılma önerisiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açmış;
partinin tüzüğünde olmasa dahi partinin bazı üyeleri çeşitli yerlerde
laikliğe, anladığımız anlamdaki demokrasiye inanmadıklarını beyan etmiş
durumdalar; hala insanlara türban çarşaf giydirme peşindeler; basında
yazılanların onda biri doğru ise Türkiye kaynakları bakımından çoktan
satılmış ülke olmuş bile; yani ümit yok. Cumhuriyeti kuran parti, 1970
yılların idarecileri ve yüzleriyle yürütülüyor, pati iç hizipleşmesi, anti
demokratik uygulamalar akşam sabah basında; kendine bile hayrı
olmayan bir parti hüviyetine bürünmüş; diğer partiler ise şovenizmden,
bölücülükten besleniyorlar. Bence en büyük tehlike, uzun zamandan beri
parlamentoyu oluşturan partilerin terkibinde yatmaktadır. Türkiye (ve
keza Orta Doğu ülkelerinin birçoğu) bir bıçağın ağzında yürümektedir.
Dileriz bu darboğazdan alnımızın akıyla çıkarız…
17

Prof. Dr. Ali Demirsoy


19.05.2008
19 Mayıs Bayramınız Kutlu Olsun

IRAK BÜYÜKELÇİSİ ARACILIĞIYLA 28 Ocak 2003


Sayın Saddam Hüseyin
Irak Devlet Başkanı

Biz, Türkiye Cumhuriyeti Üniversitelerinden bir grup akademisyeniz. Görüşlerimizi


size iletmeyi bir insanlık borcu olarak görüyoruz. Son günlerde yaşanan olaylar ve hazırlıklar
hem bölge hem Irak hem de Türkiye için önemli tehlikelerin başlangıcı gibi gözükmektedir.
Bilinen nedenlerden dolayı batının kapitalist emperyalistleri, bölgenin egemenliğini,
kaynaklar tükeninceye kadar denetim altında tutmak için planlar yapıyor görünmektedir. İleri
teknoloji ve yıkıcı silah gücünün karşısında bu bölgedeki bir ülkenin ya da bir grup ülkenin
karşı koyma şansı da gözükmemektedir. Kaba güç ile bu bölgenin esenliğini korumanın da
mümkün olmadığı artık bilinmektedir. Ancak, dikkatli ve düzeyli bir siyaset, bu emperyalist
güçleri “dünya kamuoyunun baskısı nedeniyle” en azından belirli bir süre için vazgeçirebilir.
Sizin de yakından bildiğiniz gibi, şu ya da bu nedenle saldırmak için bir neden bulunacaktır.
Bunun yönetiminiz ile bağlantılı olduğu da bilinmektedir. Bu planı bozmanın bir yolu,
aşağıdaki önerimiz olabilir. Dikkate almanız dileğiyle.
Türkiye gerek tarihsel gerekse coğrafik bakımdan Irak ile ortak bir ülke kimliğini
göstermektedir ve bugüne kadar da aramızda “halkları da ilgilendirecek” önemli bir
uyuşmazlık olmamıştır. İki ülkenin halkı aynı duygu ve ülküleri paylaşıyor diyebiliriz. Bu
özelliğimizi, Irak halkının kıyımdan kurtulması ve bölgenin esenliği için kullanmak mümkün
diye düşünüyoruz. Aramızdaki yapay sınır buna uzun bir süre izin vermedi; ancak bu
gelecekte de vermeyeceği anlamına gelmez. Bir ucu doğunun ihracat ithalat kapısı olacak
Basra Körfezine bir ucu batının ihracat ve ithalat kapısı olarak görev yapacak Akdeniz’e
18

bağlanmış bir ülke, batının emperyalist amaçlarına set olabilir. Böyle bir birlik, tüm Ortadoğu
Ülkeleri için bir şans da olabilir. Diğer bölge ülkeleri için böyle bir yaklaşım “kurulu düzen
nedeniyle” birden bire zor olabilir. Ancak, bir parnteri büyük tehlike altında bulunan, diğer
partneri de istemeden bu yıkıma karışabilecek iki ülke için, bir birlik oluşturmak anlayışla
karşılanabilir. Sizin, Irak’ı sevdiğiniz ve Anavatanınız olduğunu biliyoruz, bu sevginizi bir
özveriyle büyük bir avantaja döndürebilirsiniz diye düşünüyoruz.
Batının sinsice planını da bozacak eylem, öncelikle, iki ülkenin eşit koşullarda “Co-
federatif” cumhuriyet altında birleşmesi olabilir. Bunun için sizin uygun bir bildirge ile,
bugüne kadar çalışma arkadaşlarınızı da güvence altına alacak bir çözümle, Türkiye
partnerliğinde bir birleşmeyi gerçekleştirmeden geçebileceğini düşünüyoruz. Türkiye, hem
NATO üyesi hem Avrupa Birliği’nin ön üyesi hem de batının “sözüm ona” gözde partneri
olma hem de demokrasiyi tüm kurumları ile en çok çalıştıran İslam Ülkesi olma nedeniyle,
batının itiraz edemeyeceği bir ortak olabilir.
Böyle bir girişim, birçok insanın, bunların arasında özellikle çocuğun, yaşlının,
kadının akıtacağı kanı önleyebileceği gibi, bölge ülkeleri için de saygın bir çıkış kapısı
olabilir.
Bu vesile ile saygılarımızı sunarız.

28 Ocak 2003

Prof. Dr. Ali Demirsoy


Hacettepe Üniversitesi
Fen Fakültesi Öğretim Üyesi
Telf: ++90 312 297 80 40
demirsoy@hacettepe.edu.tr

Yard. Doç. Dr. Mehmet Ali Onur


Hacettepe Üniversitesi
Fen Fakültesi Öğretim Üyesi
Telf: ++90 312 297 80 15
mali@hacettepe.edu.tr
19

Not: Arzu edildiği takdirde bu metnin ingilizceye çevrilmiş halini de iletebiliriz.


(It is possible for us to send english)

You might also like