You are on page 1of 40

1

BİAT1 KÜLTÜRÜ NEDEN BAĞIMSIZ DAVRANMAYI ÖNLÜYOR?

Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

“Yeterince ileriyi göremeyen insanların, önlerinde hep dertleri vardır. KONFÜÇYÜS”

Türkiye 10 Kasım 1938, özellikle 1946 yılından bu yana


neden kendi başına karar veremiyor?

Türk halkı, 1982 yılına kadar, ABD’nin, LOZAN antlaşmasını 18


Ocak 1927 den beri imzalamadığını bilmiyordu; 1982 yılında Teoman
Erel diye bir gazeteci durumu yazınca ilk defa bilgi sahibi olduk. Çünkü
Amerika, doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurulmasını istiyordu.
Yönetimin bu durumu halkından neden sakladığı da bugüne kadar net bir
şekilde açıklanamadı. Bugün gün geçmiyor ki yabancı basında Amerikan
kurumlarından birine ait, Türkiye’yi bölünmüş olarak gösteren bir harita
yayınlanmamış olsun.

“Bir ağacın yapraklarında eğer sararama varsa, bu sararmayı teşvik eden ya da


tasvip eden bir kök sistemi var demektir. KONFÜÇYÜS”

Türkiye 1920’lerde harpten çıkmış, okumuş kesimini büyük ölçüde


yitirmişti; halk cahil ve eğitimsizdi. Köy çocuklarını eğitmek, aydınlatmak
ve onları meslek sahibi yapmak amacıyla Türkiye’nin kaderini
değiştirecek bir eğitim projesine girdi. 1938’de başlayarak 1940’ların
ortalarında en gelişmiş şeklini alan ve bugün dünyanın en etkin ve akılcı
eğitim projesi olarak kabul edilen Köy Enstitüleri Projesi, en kolay ve en
ucuz şekilde köylüyü iş sahibi yapacak yeteneğe kavuşturduğunu gören

1
Biat: Düşünmeden, yargılamadan, yorumlamadan birine körü körüne bağlı olma
2

ABD ve bazı batılı dostlarımız (!) Cemiyeti Akvam’a (Birleşmiş Milletlere)


girebilmemiz için bu Köy Enstitülerini lağvetmemizi talep etti ve
işbirlikçileri tarafından da bu dilek zamanla yerine getirildi. İşbirlikçilerine
attırdıkları “bu okullarda Kuran yırtılıp tuvaletlere atılıyor, gayrimeşru
çocuklar forsepstik çukurlarına gömülüyor” gibi ahlaktan, nizamdan ve
inançtan yoksun çeşitli sloganlarla kapatılması için zemin de bir taraftan
hazırlanmıştı. Bugün bağnaz olmayan o günün karşıtları dahi bunun bir
ihanet olduğunu kabul etmektedir. Türkiye, böylece, okumuş cahillerin,
beceriksizlerin, geçimini devlet kapısında arayan, kendi ayakları üzerinde
duramayan yeteneksizlerin eline bırakıldı…

Eğitim’deki belirsizlik bir süre devam etti, Nuri Kodaman’ın


öncülüğünde, yine köy çocuklarının önünü açacak, mesleğinin aşığı
eğitimci bir kuşak yetiştirmek için gerçek milliyetçiler tekrar kolları sıvadı
ve lise düzeyindeki öğretmen okullarında okuyan okullarında çok başarılı
ilk 3 öğrenciyi alarak merkezi Ankara ve İstanbul’da olan Yüksek
Öğretmen Okullarında çağın tüm olanaklarını kullanarak eğitimci olarak
eğitmeye başladık. Bu çocukların tüm giderleri devlet tarafından
karşılanıyor; ilk sene, normal lisedeki eksik dersler, o günün en değerli
öğretmenleri ya da öğretim üyeleri tarafından eğitiliyor ve eğitimin temel
dersleri olarak tanımlanmış,. Tarih, coğrafya, edebiyat, fizik, kimya,
matematik, biyoloji ve kimya gibi ana konularda fakülteyi bitirerek o
meslekte yeterince bilgi almasını; ayrıca dört yıl boyunca aldığı
formasyon ya da pedagoji dersleri ile bir öğretmende beklenen öğreticilik
yeteneği güçlendiriliyordu. Bu okulların çok önemli işlevlerinden birkaçı
şöyle sıralanabilirdi.

1. Anadolu köy çocuklarının önü açılmıştı; önemli yerlere


gelebilecek şansı yakalayabiliyorlardı.
3

2. Eğitimin önemli yerlerinde çağın en iyi eğitilmiş hocaları hem


alan bilgisi hem de eğitimci formasyonları ile yer alıyorlardı

3. Bu eğiticilere ülke sevgisi, Türk ülküsü ve en önemlisi gelecek


kuşakların iyi yetişmesi için eğitim aşkı yerleştirilmiş bir kadro
kuruluyordu.

4. İstanbul ve Ankara gibi en gelişmiş şehrimizin en güzide


semtlerinde misafir edilerek, bu köy çocuklarının uygarlığın ulaştığı en
önemli araçlarıyla tanışması sağlanmış oluyordu.

Durumun vahametini sezinleyen ABD’li dostlarımız 1957 yılında bu


okulları kapatmazsanız yardımı keserim tehdidinde bulunmaya başladı.
Zaten Köy Enstitülerinden de sonuç alamadınız gibi bir de –dalga geçer
gibi- suçlamada bulundu. Ne hikmetse Türkiye bu sefer biraz dayandı, bu
okulları devam ettirdi, bu okullardan Türkiye’nin geleceğini etkileyen
yüzlerce kişi mezun oldu ve büyük hizmetler yaptı.

Ancak güzelliklerin içine güve sokmakta mahir olan dostlarımız ve


onların içteki belirli kesime mensup uzantıları, büyük bir olasılıkla sağ
eğilimli bir kesimi kullanarak, buradan solcu, komünistler çıkıyor şayiasını
yaymaya başladılar. Sonuçta bu güzel kurum, siyasi çekişmelerin
odağına itildi ve 1974 yılında kapatıldı. Böylece köy çocuklarının,
Atatürkçü gençlerin, aydınlık yüzlü insanların, bilime yatkın kadroların,
Türk ülküsünü kendine hedef seçmiş eğiticilerin önü bir daha kesildi.
Çünkü buradan çıkan eğiticiler, tutucu kesim ve batılı dostlarımız için
büyük bir tehlike oluşturuyordu. Birincileri için tehlike oluşturuyordu;
çünkü aydınlamayı sağlıyordu, ikincileri için tehlike oluşturuyordu; çünkü
gerçek milliyetçi ve bilimsel bir kadronun yetişmesini sağlayarak batı
kapitalizmiyle yarışmaya girebilecek bir ülkenin temellerini atıyordu. Her
zaman tuzağa düşmekte naif olan kendine sol kesim adını vermiş kesim,
4

bu provakosyona yine düşerek, bu ocağın yıkılmasına onlar da katkıda


bulundular.

Türkler bu gidişle yine bir çıkış yolu bulacağa benziyordu. Neyse ki


batılı dostlarımızın imdadına (eğer onlar organize etmemiş ise) 1980
ihtilali, cuntası yetişti. Öncelikle tehlikeyi görüp halka duyuracak
aydınların etkisiz hale geçirilmesi gerekiyordu. Bunun için 1402 nolu
yasa ile, hiçbir itiraz hakkı olmadan, hiçbir gerekçe gösterilmeden, birçok
kişinin Yüksek Öğretim kurumlarından atılması sağlandı. Böylece
konuşan kesim uzaklaştırıldı; geri kalanlara da gözdağı verilerek
silikleştirilmesi sağlandı. Geriye, işbirlikçi, kendi çıkarlarını ülke
çıkarlarından önde gören, silik, korkak, fikrini söylemekten aciz, çoğunluk
çağ dışı bir gruba mensup bir öğretim üyesi kadrosu yaratıldı.

Yine de genetik yapısı gereği, başını dik tutabilecek, aydın bir


kesimin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bunları nasıl dizginleyebilecektik.
Bunu da yine YÖK’e devretmekte yarar vardı. İlk olarak, tamamen
yabancı dilden eğitim yapan, kendi kültürümüzle değil yabancı bir kültür
ortamında eğitilen; sadece parasını Türklerin karşıladığı bazı kuruluşların
bu işi kotarması gerekiyordu. Çare kısaca bulundu: Yabancı dille eğitim
yapan vakıf üniversiteleri. Devlet en güzel yerleri onlara tahsis etti,
birçoğuna, öğrettiği öğrenci başına, devlet üniversitelerinde okuyan
öğrenci başına ödediğinin katlarınca yardımda bulunduğu, en başarılı
birkaç bin öğrenciye burs verilen, mezun olduğunda da yabancı ülkedeki
işi garanti edilen Türkiye’nin beynini sömüren, son zamanlarda beyin
göçü olarak bilinen sistem da başarılı bir şekilde sistemimize monte
edildi. Batı insan yetiştirmek için açıkça çok para harcamaktan kaçınıyor;
bunu eni iyi stratejik dostlarına yaptırabilirdi; öyle de yapıyor. Dili Türkçe
olan bir milletin evlatları, hocası Türk olan, hizmet etmesi gereken kitle
Türk olan bir ülkede, dili yabancı olan kültürü yabancı olan bir eğitim
5

alıyordu. Doğal olarak bu eğitimli alanlar eğitildiği kültürün yaygın olduğu


yerlerde kendilerini rahat hissedecekleri için, mezun olur olmaz, yabancı
ülkeye gitmenin yolunu arıyorlardı. Bu nedenle, örneğin Bilkent, Sabancı,
Koç, Boğaziçi (eski mirasıyla Robert Kolej) üniversitelerinden mezun
olan bir kişiye Kayseri ilinden, hatta Ankara’dan (Ankara’da bulunmaları
gerekli olabiliyor; çünkü birilerine zaman zaman köprübaşı olmaları, daha
sonra mensup oldukları kültürün devletlerin çıkarlarını kollayabilmeleri
için gerekiyor) daha doğuda rastlayamazsınız. Bunlar bizi (Bitlislileri,
Ağrılıları, Siirtlileri, Muşluları vd.ni) batıda gururla temsil ediyorlarmış!!!
Böylece İngilizce tıptan neredeyse İngilizce Türkçe bölümlerine kadar
tüm branşlar açıldı.

Geri kalanlar da Amerikan hayranı ya da taklitçisi olarak


yetiştirilmesi gerekiyordu. Köy Enstitüleri ve Yüksek Öğretim okulları gibi
milli modeller yok edilmişti. Yerine ne konacaktı? Bunun için çoğu
Amerika’da eğitilmiş, -kendini milliyetçi hissetse bile- Amerikan modeli bir
eğitim kurumu olan ve gizli gizli Amerikan hayranlığı ile eğitilecek, amacı
bir Amerikalı gibi olmak olan gençlerin yetiştirileceği bir kurum olmalıydı.
Çok geçmeden kuruldu. Bir zamanların Türk ülküsü ile yoğrulmuş Ankara
Gazi Eğitim Enstitüsü ve İstanbul Çapa Enstitüsü gibi milli duyguları ön
plana almış enstitülerin yerine Eğitim Fakülteleri kuruldu. Türkiye
eğitiminin kırılması da bu fakülteler ile başladı. Kimse sormuyor?
Amerika’da 50 milyon insan sürekli esrar içiyor, bunun üzerine 70 milyon
insan en az bir defa uyuşturucu kullanmış, 3 evliden ikisi eşini aldatıyor,
3 evlilikten iki boşanma ile sonlanıyor; 25 milyon insan ben çalışmıyorum
diye deklere etmiş; 2.5 milyon insan köprü altında yatıyor; 18 yaşını
geçmiş gençlerin %60’ı ailesini senede bir defa telefonla bile aramıyor;
halkının sağlık giderlerinin yüzde ellisinden fazlası psikolojik
rahatsızlıkların giderilmesine gidiyor. Bu modeli kim getirdi, niçin getirdi?
6

Geriye kalan olanakları olmayanlar, çoğunluk tarikatçıların,


bölücülerin, çağ dışı grupların eline düşerek birçoğu Cumhuriyet
düşmanı oldular. Mezun ettiğimiz öğrencilerin büyük bir kısmının
cumhuriyet düşmanı olduğunu görmek başka türlü açıklanamaz.

Atatürk’ün bu ülkeyi demir ağlarla ördük sloganıyla başlattığı


demiryolu projeleri de 1946’dan sonra rafa kaldırıldı ve o günden bu
yana, batılı dostlarımızın bilinçli ya da bilinçsiz satılmış işbirlikçilerine
attırılan “demiryolları komünist sistemin taşıma aracıdır” sloganıyla ihmal
edildi. Hâlbuki batı taşımacılığını %95 demiryolları ile yaparken,
Türkiye’de bu oran %15’leri geçemedi. 1946 yıllarında Amerika
Temsilciler Meclisinde görüşülen Hess Raporunda, gelişmekte olan
ülkeleri “Amerikan sanayisi ile rekabete girmesin diye” olabildiğince
demiryolları yapımından uzak tutun deniyordu. Karayolu yapımına destek
verdi; araç hibe etti; ancak yedek parçalarını fahiş fiyatlarla satarak bu
hibenin karşılığını kat be kat geri aldı.

Türkiye ne zaman komşuları ile ticari ilişkiye girmeye kalkışırsa,


sözüm ona stratejik ortağımız Amerika Birleşik Devletleri (ABD) devreye
girerek, bu işbirliğinin hür dünya için tehlikeli sonuçlar doğrulabileceğini
ve asla bu ilişkileri tasvip etmediğini beyan eder. Uzak tarihlerde değil
son 20-30 yıla bir bakalım! İran, petrol araması ve bulması halinde
işletebilmesi için, Türkiye’ye bir petrol alanı tahsis etmeyi gündeme
getirince, ABD’li dostlarımız hemen devreye girerek, bu işbirliğinin NATO
ve özgür batı için tehlikeler doğurabileceğini, böyle bir işbirliğini
onaylamadığını ültimatom biçiminde dünyaya duyurdu. Sert bir karasal
iklime sahip Türkiye’nin doğu kesimini ısıtabilmek için (çünkü
yakacağımız orman da artık kalmadı) İran ile doğal gaz boru hattı
yapımını gerçekleştirmek ve geliştirmek amacıyla İran’la işbirliğine
girince, yine dostumuz sert tepkisini gösterdi. Orta Asya ülkelerine
7

uzanacak petrol ve doğal gaz boru hatalarına üstü kapalı olarak vize
vermedi. Azerbaycan Yumurtalık boru hattında, Türkiye’nin payının
%3’ün üzerine çıkmasına izin vermedi. Kime verdi? Binlerce kilometre
uzakta yer alan, gerçek stratejik dostlarına.

Dünyada en çok rezerv bizde var; stratejik madenimiz diye her gün
gazetelerde ve televizyonlarda övünülen bor madenimizin ihracatına,
06.11.2008 tarihinde Avrupa Birliği ihracat kısıtlaması getirdi. Ne imiş?
Toksik madde olarak üremeyi olumsuz etkiliyormuş. Sanki Türkiye bu
madeni gıda maddesi olarak ihraç ediyormuş gibi. Dünyada ihracatı
sınırlanan ya da yasaklanan tek element ya da maden böylece bizim
borumuz oldu. Pillerde bile yaygın olarak kullanılan lityum, kadmiyum;
keza her yerde kullanılan kurşun, cıva ve birçok benzer elemente ya da
madene neden kısıtlama getirilmiyor? İyi de onlar Türkiye’den
çıkarılmıyor ki; çıkarılsa da dünya piyasasını yönlendirecek zenginlikte
değil de ondan. Galiba Brezilya dizisi “Köle İzora”yı izleye izleye iyice
benimsedik…

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerimize 1923’den bu


yana hep soğuk baktı. Hâlbuki genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
harcına en büyük pay bu ülkeden gelmişti. Rusya’nın zengin doğal
gazının bir boru hattıyla (Mavi Hat) Türkiye’ye akıtılması, ancak
Rusya’nın dayatması ile gerçekleşebildi. Ancak, ABD, çok daha stratejik
bir madde olan petrol hattının Türkiye üzerinden Yumurtalığa
bağlanmasını sabote etti ve sonuçta Rusya bu boru hattını, Bulgaristan
ve Yunanistan üzerinden Ege’ye yani Akdeniz’e bağlayacak anlaşmaları
yaparak, Türkiye’yi bir çeşit dışladı. Ancak, Türkiye sanki petrol
kaynağını garantiye almış gibi, Samsun-Ceyhan hattını harıl harıl
yapmaya devam ediyor. Bakalım önümüzdeki günler, Türkiye, bu boru
8

hattından, maliyetini kurtaracak miktarda sevk edecek petrol bulabilecek


mi?

Türkiye, bin bir dalavere ile bölgeye yerleştirilen Musevilerin


kurduğu İsrail Devletini ilk tanıyan ülke oldu. İsrail Devletinin
kurulmasının da etkisiyle, Lübnan’da 13 Nisan 1975'den itibaren 1990
yıllarına kadar devam eden Müslüman- Hıristiyan ayırımı ve mücadelesi,
iç savaşa dönüştü. Türkiye ABD’lerinin yönlendirmesi ile tüm
Müslümanları karşısına almaya göze alarak, Lübnan’daki iç savaşta
Hıristiyanlara gizlice 35 uçak dolusu (filo komutanı bir yarbayın basındaki
itirafına göre) silah sevkine aracı oldu ya da destek sağladı. Hür dünyaya
katkı bahanesiyle; özünde, Amerikan çıkarlarını korumak için Kore’nin
ikiye bölünmesine askeri destek sağladı. Osmanlı döneminde subayların
giderek bazı düzenlemeler yaptığı hatta müdahalelerde bulunduğu
Somali’ye, stratejik ortağımız ABD’lerinin zoruyla 600 kişilik bir birlik ve
başlarına da bir Türk komutanı gönderdik (Orgeneral Çevikbir);
demokrasiyi koruyacağız bahanesiyle Amerikan çıkarlarını Afrika’da
korumak için maşa görevi yaptık. Hiç biriniz sordunuz mu? Bu birlik gitti
ve geri geldi; ne oldu diye?

Yetmedi! Emperyalist ülkelere karşı vermiş olduğumuz tarihin ilk


Kurtuluş Savaşında, ellerindeki yüzükleri, kadınlarının küpelerini,
boyunlarındaki altınları çıkararak bize destek sağlayan Afganistan
halkına kan kusturan sevgili ortağımız ABD’lerine destek vermek için
neredeyse 10 yıldır komutanımız, askerimiz, hava alanlarımız ile seferber
olmuşuz.

Irak’ta son 15 yıldır ABD’lerine yaptığımız yardımlar ise babanın


oğluna yapacak yardımları bile gölgede bırakır. Ancak Irak petrollerinin
paylaşımına gelince, 28 Nisan 2008 tarihinde alınan bir kararla 43 ülkeye
9

Irak’ta petrol arama ve işletme hakkı tanınırken, Türkiye listeye bile


alınmadı.

İnsanlar çoğunluk çıkarlarına zarar veren kurtlara saygı duyar; bu


saygıdan dolayı çocuklarına kurt adı koyar, soyadı olarak alır ve bir
insanı onurlandırmak için kurt sıfatını kullanır. Ancak köpek soyadını
alan, çocuğuna bu adı koyan hiç kimse görülmemiştir. Hatta birine köpek
diye hitap etme yasal olarak suç da sayılmıştır. Pekâlâ, hiçbir karşılık
beklemeden hizmette kusur etmeyen bu hayvanlar neden aşağılatıcı bir
sıfatın simgesi olmuştur?

Almadan verenlere, bilinçsizce itaat edenlere köpek muamelesi


yapılır ve toplumda hoş görülmez. Çünkü bir canlı ötekinin çıkarını kendi
çıkarından daha üstün tutmaz; bu doğaya aykırıdır; kendini istismar
edenden olabildiğince uzak kalmaya çalışır.

Ancak bir defa biat (sorgusuz sualsiz söyleneni kabul) etmeyi bir
alışkanlık haline getirmişseniz, sizin analistik düşünme yetiniz sınırlanmış
demektir; artık güdümlenmeye, yönetilmeye hazırsınız demektir. Tarihe
bir bakalım! Biat geleneği olan toplumlarda insanlar hep bilinçsiz olarak
yönlendirilmiş, güdümlenmiştir. Kitaplı dinlerin birinci kuralı “söyleneni
aynen düşünmeden kabul edeceksin (iman edeceksin), kalbinle tasvip
edeceksin, dilinle ikrar edeceksin” (teyit edeceksin). Kuşku duyanın
imanı zayıftır. Geçmişte Avrupa’ya bakıyorsunuz, Papanın bir lafıyla
Avrupa Kudüs’e doğru yola dizilmiş; kilisenin bir tavrıyla afetlerin
sorumlusu olarak 100.000lerce çoğu kadın, cadı, şeytan, kötü ruh
suçlamasıyla işkence görmüş ve yakılmıştır. Bir üniversitenin rektörü: “Bu
kadar adam yaktık afetlerde hiçbir azalma olmadı, yeniden düşünelim,
belki de nedeni cadı dediğimiz kadınlar değildir” dediği için o da
Vatikan’ın hışmına uğrayarak yakıldı. Geçmişe ait binlerce örnek vermek
10

mümkündür. Pekâlâ, günümüzde durum nedir? Biat kültürü ile yetişmiş


100.000lerce insanın bilinçsiz bir şekilde yönlendirildiği, terörizme itildiği
bir dünyada yaşıyoruz. İnsanların akşam sabah vücuduna bomba
bağlayarak suçsuz insanları öldürmeye gidişini başka türlü nasıl
açıklayabilirsiniz? Belki, bu insanlar cahil, o nedenle güdümlenebiliyorlar
diye düşünebilirsiniz. Ancak bunun okumuşlukla çok da bağlantılı
olmadığını çeşitli örneklerle görebilirsiniz. Örneğin:

Her yerde Müslüman kanı akıtan ABD başkanı Bush, Müslüman


ülkelerde uçakların kapılarında en görkemli törenlerle karşılanıyor;
inanılmaz yüceltici mesajlar veriliyor. Belki de Bush istese ….larını bile
ikram edecek kadar alçalıyorlar. Bu Bush daha sonra, 2009 yılı
başlarken İsrail’in Gazze’ye saldırarak en az 500 kişiyi (çoluk çocukları)
öldüren, 2000 kişiyi yaralayan İsrail’i değil, öldürülen Hamas’ı
suçlayacak, Hamas’ı kınamak için dünyaya çağırıda bulunacak. Batının
desteğiyle ayakta kalan bu satılmış idarelerin hemen hepsi ne yazık ki
İslami kuralları kendilerine rehber yapmış ülkelerdir. Türkiye’nin ılımlı
İslam ülkesi olması için gerekli zemini hazırlayan ve bu bakışta olan
politikalara açıktan ya da gizli olarak destek sağlayan, bu yolda
açıklamalar yapan imamları bağrında barındıran, koruyan Amerika’nın
oyunu açıktır: Diğer Müslüman ülkelere Kemalizm’le –onları kişilikli
devletlere dönüştürmesi nedeniyle- kötü örnek olan Kemalist bakışlı
Türkiye Cumhuriyetini etkisiz hale getirmek… Bunu kiminle yapacak
söylemi din olan partilerle…

Geçmişte bir eyaletimizin (Suudi Arabistan) İngiliz oyunları ile


seçilmiş kralının halefi, tipik bir emperyalist uşağı, yakın zamanda
ülkemizi ziyaret etti. Gerçekten krallar gibi karşılandı; resmi temaslarını
bile, zahmet edip Türk resmi makamlarında yapmadı; bizimkilerini oteline
çağırarak; resmi görüşmeyi otelinin odasında, daha yüksek bir
11

sandalyeye oturarak, cumhurbaşkanımızı bir yanına, başbakanımızı


diğer yanına alarak, arkasına da Suudi bayrağını astırarak yaptırdı. Kim
bilir belki de bu iki üst düzey yöneticimiz, düşündüğümüzden daha
mütevazı insanlardır da ondan!!! İyi ki Atatürk öldü de bu günleri
görmedi; yoksa ölüm nedeni karaciğer yetmezliği değil, kahırdan olurdu.

Biat kültürü olanların bir türlü kurtulamadıkları bir haleti ruhiye (yani
ruh durumları ya da daha bilimsel bir anlatımla davranış şekilleri) vardır.
Zayıf oldukları yerde köpekleşen, güçlü oldukları yerlerde aslanlaşan,
bazen canavarlaşan bir tavır. Akşam sabah Avrupa birliğinin yetkilileri,
insanın çocuğuna bile hitap etmekten hicap duyacağı tarzda, ülkemizin
idarecilerini, yöneticilerini, hukukunu, hukukçularını, askerlerini aşağılıyor
da aşağılıyor. Biz ne yapıyoruz? Bu adamların karşısında takla atıyoruz.
Ancak, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan, Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti
ülkelerinin yetkililerine karşı başkan Bush rolünü oynamaya çalışıyoruz
(herhalde BOP eş başkanlığı da bunu simgeliyor). Zayıfı ezmek marifet
değildir; kuvvetlinin karşısında dik durmak marifettir. Gerçek Türk
geleneği de bunu emreder. Bu onurlu davranışı yakın tarihimizde galiba
sadece Atatürk başardı.

Enerji krizi ve su krizi dünyada artmaya başlayınca, bu mantık


içerisinde, Türkiye’nin yeni görevlerine ve batı dünyası açısından yeni
başarılarına tanık olacaksınız. Ancak bu başarılarımızı dünyanın mazlum
milletleri hep nefretle anacaklardır; bunu şimdiden bilmiş olun.

Türkiye’de hukuk-yargı sisteminde bir tasarı hazırlanıyor; yüksek


yargı organları, barolar ve hukuk sisteminde söz sahibi olanlardan önce
Avrupa Komisyonunun üyelerinin görüşlerine sunuluyor. Bunun doğru
olmadığını beyan eden bu konudaki yetkili kurumlar, siyasiler tarafından
topa tutuluyor. Yani Avrupa’daki bir memur bizim hukuk düzeni
12

konusunda yönlendirici ya da belirleyici beyanlarda bulunabilecek; ancak


bu yasaları uygulayacak kurumlarımızın yetkili kişileri fikirlerini
söyleyemeyecek. Eskiden Fildişi sahillerindeki ülkelere gitmek ve oradaki
idari yapıyı öğrenmek isterdim; ancak artık gitmeme gerek kalmadı diye
düşünüyorum. Bu bir hatadan mı kaynaklanıyor diye düşünmek istiyor
insan. Ancak, daha önce de anayasada yapılaması düşünülen
değişiklikler, Türk kamuoyuna ve bu konuda yetkili sayılacak kurumlara
sunulmadan ABD’nin bir kurumunda görüşe sunulması, durumun
düşündüğümüzden daha vahim olduğunu gösteriyor.

Biz, geçmişte, ne yaparsak başarılı oluruz diye çok yüksek


ücretlerle çok sayıda “güya” uzmana danıştık ya da getirttik. Bunların bir
kısmı, özellikle 1960 yılların sonunda büyük beklentiler ile getirtilmiş olan,
DPT’nin galiba birinci 5 yıllık planına (yani işe başlama yol haritasının
çizildiği plana) şekil vermesi istenen, çok etkili ve yetkili Hollandalı bir
uzman (galiba Tinbergen olacak): “Türkiye’nin sanayiye hiç yatırım
yapmamasını ve tarıma ağırlık vermesini” önererek gitti. Bir üniversite
öğrencisi iken, özünde, bize çiftçi-çoban kalmamızı öneren bu uzmanın
önünde devlet adamlarımızın nasıl el pençe durduklarını bugün hala acı
ile anımsıyorum.

Birilerinin izine basarak yürümeye başlamışsanız, görünürde kolay


yolu bulmuşsunuz demektir; ancak bu yolda birileri hep önünüzde olacak
ve siz onun izlediği yolda kalacaksınız demektir. Türkiye’nin bu yola
düştüğü tarih 1946’dır. Zamanla bu bağımlılık daha da derinleşmiş ise,
ekonomimizi IMF, güvenlik sistemimizi ABD; hukukumuzu, ticaretimizi,
yönetim biçimimizi, toplumsal organizasyonumuzu AB yönetmeye
başlamış ise bize ancak bu yolda rahmetli Âşık Veysel’in “İnce uzun bir
yoldayım, gidiyorum gece gündüz” türküsünü söylemekten başka bir
görev kalmamış demektir.
13

Bütün bunların, yani yönlendirmelerin ve bağımlılığın başarılı bir


şekilde sürdürülmesi için biat kültürünün sürdürülmesi gerekir. Bu
nedenle her şeyimize müdahale eden batılı dostlarımız, her nedense biat
kültüründe yapılacak değişiklikleri, kişinin inancına müdahale olarak
tanımlayarak, tepki göstermektedirler. Hâlbuki bu inanç sistemi
kendilerinin inanç sistemi ile tarihte büyük çatışmalar yaşamıştı. Hala da
yaşamaktadır. Ancak, batı, bugünkü haliyle biat kültürünün kendi
çıkarları açısından en önemli bir araç olduğunu anlamıştır. Biz, batının
bir zamanlar yaptığı, dogmalarımızı azaltacak, yani biat kültürünü
değiştirecek reformlar yapmaya kalkışsak bile, göreceksiniz, uygar batı,
demokrasi yaygarası ile bu girişimimizi önleyecektir.

Bir zamanlar Hindistan’da bir yönetici, protein kıtlığından kırılan


halka, sığır etini de yiyebileceklerini öğütlemeye başlayınca, Hindistan’ın
İngiliz Valisi çok sert tepki göstererek, “halkın inançları ile oynanmasına
izin vermem” söylemi ile adamın sesini hemen kesmişti. Daha sonra bu
vali yazmış olduğu hatıralarında, “eğer halkın sığır eti yemesini
destekleseydim, proteinle beslenen halk daha sağlıklı-bilinçli olacaktı ve
dogmalarının kırıldığında beklenen felaketlerin ortaya çıkmayacağını
görünce de, İngiliz çıkarları Hindistan’da tehlikeye girebilirdi” diye
yazıyor.

Oradakilerin inancına bu denli saygılı olduğunu beyan eden


İngiltere İmparatorluğu, uzun yıllar İngiliz Kumaşı olarak bilinen ve tercih
edilen tekstil ürünlerinin Hindistan’da çok daha ucuza üretildiğini görünce
ve çıkarları tehlikeye düşünce, Hindistan’daki tekstil işçilerinin (bir
rakama göre 5.000 kişinin) sağ kolunu, tezgâhlarda artık çalışamasınlar
diye Bethoven’in senfonisini dinleterek kestirmiş bir ülkedir.
14

Uzun zaman (Mao’ya kadar) yönetiminde tutuğu Çin’i, tüccarlarının


aracılığıyla afyon-esrar bağımlısı yapan ve uyutan İngiltere, yollarda ser
sefil yatan esrarkeşleri görmemezlikten gelmiş ve imparatorluğunun
zenginliğini bu cesetlerin üzerine kurmuştur. Bir yöneticinin çıkıp da
Çin’de esrar içilmesini yasaklamasıyla, kızılca kıyamet kopmuş; İngiliz
İmparatorluğu yandaşları ile birlikte tüm gücüyle Çin’e saldırmış ve
Pekin, Şangay’ı topa tutmuştur. Bu savaşın adı, tarihte “Afyon Savaşı”
olarak geçer. Sonuçta yenilen Çin, İngiliz tüccarlarını rahatsız ettiği için,
özür dilemeye mecbur edilmiş ve “bundan böyle İngiliz tüccarları, tütün,
esrar ve afyonu hiçbir kısıtlama ve engellemeye tabi olmadan
satabilecektir” ibaresini taşıyan anlaşmayı yutkunarak imzalamak
zorunda kalmıştır. Yetmedi, ceza olarak da, İngiliz Armadasını ve
tüccarlarını rahatsız ettiği için, Hong-Kong’u 100 yıllığına İngilizlere
vermiştir. Yakın zamanlara kadar Hong-Kong’un bir İngiliz şehri
olmasının nedeni bu iğrenç anlaşmadır.

Bütün bunlardan kurtulabilir miyiz? Kurtuluruz. Ancak


emperyalistleri kovmayla ya da onları kısıtlamayla bu mengeneden
kurtulamayız; kurtulduğumuzu zannetsek de bunu ancak sınırlı bir
zaman için yapabiliriz. Türkiye bu atağı 1920’de yaptı; ancak sonuçta şu
ya da bu şekilde tekrar birilerinin izine düştü. Niye? Çünkü bir sürü
reform geliştiren Türkiye, ne yazık ki düşünsel dünyasında özgürlüğe,
bağımsız düşünmeye, analistik düşünmeye ulaşamadı; çünkü biat
kültürü “dini inançlara saygısızlık” gerekçesiyle bir türlü kaldırılamadı,
değiştirilemedi, böylece halk şeyhlerin, mürşitlerin, ağaların (buna bir
defa partiyi ele geçirip delegeleri manupile etmek suretiyle ölünceye
kadar başkan kalan parti ağaları da dâhildir), dedelerin elinden yuları
kurtaramadı. Böylece içte kendine özgü oligarşik (yani bazı kişilere bağlı)
15

demokrasi, dışta da her zaman güçlüye boyun eğen bir yönetim anlayışı
ortaya çıkmış oldu.

Türkiye’nin geleceğinde önemli bir atılım olacak Karadeniz Ülkeleri


Ekonomik İşbirliği girişimine bir göz atalım. İfade çok açık, Karadeniz’e
kıyısı olan ülkelerin işbirliği. Enerjinin denetlenebileceği bir bölge.
Ekonomik potansiyeli yüksek. Birçok bakımdan bize ve bu ülkelere büyük
yarar sağlayacak bir girişim olacaktı. Yapılan ilk girişimlerden sonra, çok
emin değilim ama, Türkiye’nin teklifi ile Yunanistan’ın ve Ermenistan’ın
da bu birliğe alınması istendi ve alındı. Alınma ile de kalmadı, bu birliğin
mali başkenti Yunanistan’ın Selanik şehri olması kabul edildi. Yunanistan
nere, Karadeniz nere; üstelik Yunanistan Avrupa Birliğinin tetikçisi,
Yunanistan kronik Türk düşmanı; Ermenistan desen ha keza… Ne oldu?
Hiçbir şey olmadı, kurulduğundan kısa bir süre sonra işlevsiz hale geçti.
Çünkü batılı stratejik dostlarımız kendilerinin olmadığı bir birlik içerisinde
bizim güçlenmemizi hiçbir zaman kabul edemezlerdi. Öyle de oldu…
Bütün bunları görecek devlet adamları nerede? Görürseniz bana da
haber verin…

Türkiye’nin 10 Kasım 1938’den, özellikle 1946’dan bu yana kendi


iradesi ile karar verdiği tek ve en önemli karar, 1974’deki Kıbrıs Barış
Hareketi’dir. İlk defa sözde batılı dostlarımızın onaylamadığı bir hareket
yaptık. Vay sen misin bizim uslu çocuk, kişilikli davranmaya yeltenmek!
Görürsün sen dendi. Bütün bu olanları anlayabilmek için Kıbrıs
Hareketini baştan bir daha gözden geçirerek yorumlamak gerekebilir.

Türkiye böyle bir onurlu harekete bir defa daha yeltenmişti. 1950
yıllarında Kıbrıs’ta başlayan bağımsızlık hareketi iki toplumlu bir ortak
devletin kurulması ile sonuçlanmıştı. Rumlar sonuçta, Kıbrıs’ın tüm
yönetimine kendileri el koyma yoluna gittiler; anlaşmaları, uluslararası
16

anlaşmaları çiğneyerek, anayasayı çiğneyerek ve Türkleri katlederek,


1963 yılında Ortak Devlet’i yıktılar. Anlaşmaya göre müdahale hakkımız
olduğu için, zamanın başbakanı İsmet İnönü (1963 yılı) Kıbrıs’a birkaç
uçak göndererek –sanki çıkarma yapacağımız izlenimi yaratarak- ada
üzerinde uçurdu; aynı anda Amerika Başkanı Johnson’dan Türkiye’ye
zehir zemberek bir mektup geldi.

“Johnson Mektubu”
“Washington: 5 Haziran 1964
Sayın Bay Başbakan (İnönü)

Türkiye Hükümetinin, Kıbrıs’ın bir kısmının askeri kuvvetle işgal etmek


üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığınız hakkında
Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan aldığım
haber beni ciddi surette endişeye sevk etmektedir. En dostane ve açık
şekilde belirtmek isterim ki geniş çapta neticeler tevlit edebilecek böyle
bir hareketin Türkiye tarafından takip edilmesini, Hükümetinizin bizimle
evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile kabili
telif addetmiyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere birkaç
saat tehir etmiş olduğunuzu bana bildirdi.

Yıllar boyu Türkiye’yi en sağlam şekilde desteklediğini ispat etmiş olan


Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde neticelere olan tek taraflı bir
kararla karşı karşıya bırakılmasının, Hükümetiniz bakımından doğru
olduğuna hakikaten inanıp inanmadığınızı sizden sorardım. Binaenaleyh,
böyle bir harekete tevessül etmeden önce Birleşik Amerika
Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi
hassaten rica etmek mecburiyetindeyim.
17

….

Aynı zamanda, Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik


devletlerarasında mevcut iki taraflı Anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim.
Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 Anlaşmasının IV’ üncü
maddesi mucibince, askeri yardımın Hükümetinizin, Birleşik Devletlerin
muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz, bu şartı tamamen
anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir.

….

Bu şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en geniş


ölçüde istişare etmeksizin böyle bir harekete tevessül
etmeyeceğinize dair bana teminat vermediğiniz takdirde,…”
(mektubun tam metni yazının altında)

Çıkarsanız başınıza gelecekleri ben size söyleyeyim mealinde…


Türk hükümeti bu mektubu yuttu. Zaten askerlerimizin adaya çıkacak
durumda da olmadığı daha sonra anlaşıldı. Çünkü uçakların lastiği ve
benzini Amerika’dan geliyormuş. Türkler adadan kös kös geri döndüler.
Türkiye bu kadim dostuna inanmanın ne büyük bir hata olduğunu bir
daha görmüştü; anladı mı derseniz, kuşkulu, bugün dahi aynı türküyle
yola devam ediyoruz… Biraz kişilikli davransanız, her yılın 24 nisanında,
bakın ha “Ermeni Soykırımını parlamentomda kabul ederim” diyerek
şantaja devam ediyor. Her yıl bunu önlemek için bütçemizden belirli
Amerikan lobilerine para aktarılıyor. Bir kişilikli yönetici çıkıp da “edersen
et, bunun bedelini birlikte öderiz” diyemiyor…

Bıçak iyice kemiğe dayanmıştı. Kıbrıs’ta 1974’de Rumlar ayağa


kalkmış, Makarios’u adadan sürmüş, Türkleri öldürmeye başlamışlardı.
Türkiye sonuçta 20 Temmuz 1974 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Garanti Anlaşması'nın III fıkrasına dayanarak
18

müdahale etti. Ancak bu süreci doğru anlarsak, şu andaki Türk dış


politikasını daha iyi anlayabiliriz.

Sonuçta Türkiye adaya çıktı, köprübaşlarını tuttu. Türkiye’nin


derhal ateşi kesmesi ve geri çekilmesi emredildi. Türkiye durdu; ancak
geri çekilmedi; askeri açıdan kendini garantiye almak için, bu emirlere
karşı gelerek ikinci hareketi yaptı ve belirli bir alanı daha ele geçirdi. Batı,
Türkiye’nin bu itaatsizliğini hiç unutmadı. İlk olarak ABD, Türkiye’ye
1974’den itibaren yaklaşık 4 yıl sürecek silah ambargosu uygulamaya ve
uygulattırmaya başladı. Ordusunu Amerikan silahlarına göre donatan
Türkiye çok zor durumda kaldı. Stratejik ortağımız ekonomik güçlükler
çıkardı ve her siyasi platformda Türkiye’yi geri çekilmeye zorladı (hâlbuki
esas stratejik ortağı olan İsrail, Filistinlilere bizim yaptığımızın bin katını
yapmasına karşın kılını bile kıpırdatmıyor; hatta sürekli bu devleti
yüreklendiriyor). Sonunda bir çıkar yol bulamayan Türkiye, bir onurlu
davranış daha göstererek, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin kuruluşuna yeşil
ışık yaktı. Vay sen misin yeni bir devlet ilan etmeye izin veren! Bakın
neler oldu neler…

Her zaman karşılıksız dost elini uzatan Pakistan, bu defa da


yanımızda yer aldı ve o gün, Kuzey Kıbrıs Devleti’ni tanıdı. Sen misin
tanıyan, sen misin batının uslu çocuğunun şımarmasına destek
sağlayan! Aynı gün stratejik ortağımız ABD, kim ki Kıbrıs Kuzey
Devleti’ni tanırsa bizden (batıdan) ekonomik ve askeri yardım
almayacak; gerekirse ekonomik ambargo uygulanacaktır mealinde sert
bir ültimatom yayınladı. Türk yetkililer alelacele Pakistan’a uçarak,
onların dostluğuna teşekkür edip, kararlarını geri çekmeleri için ricalarda
bulundular. Pakistan tanıma kararını geri aldı.
19

Batının içi soğumadı, hırsı hiçbir zaman dinmedi. Türkiye ne


zamanki ilgili ya da ilgisiz bir konuyu konuşmak için masaya oturdu ise,
batılı dostlarımız Kıbrıs davasını ısıtıp önümüze koydular; izzeti nefsimizi
kıracak bin bir öneride bulundular; sonunda 70 milyonluk Türkiye’yi
birkaç yüz bin Rum’un önünde diz çökmeye zorladılar. Tabii Güney
Kıbrıs’ın Avrupa Birliğine girmesine ve bizim için oy kullanma hakkını
kazanmasına yeşil ışık yakan da yine Türkiye’nin geleceği gören (!) dar
görüşlü, … siyasileri oldu. Hâlbuki geçmişteki antlaşmalarımıza göre,
Kıbrıs Devletinin herhangi bir birliğe katılması ancak Türkiye’nin onaylı ile
olabilirdi ve Türkiye’nin üye olmadığı bir birliğe Kıbrıs üye olamazdı.
Türkiye her zamanki gibi stratejik ortaklarına inandı ve geleceğine büyük
haciz koydurdu. Şimdi birkaç Kıbrıslı Rum’un önünde diz çökün…

Hâlbuki bu kişilikli kararı bir türlü içine sindiremeyen aynı batı (AB
ve ABD), Avrupa’nın göbeğinde, aynı soydan gelen, aynı dili konuşan,
aynı dine mensup insanları ayrı devletler halinde parçalamada hiçbir
sakınca görmedi ve her türlü olanağıyla destekledi; hatta güç de kullandı.
Yugoslavya’nın parçalanma sürecini iyi bilmek gerekiyor. Aynı batı, ne
hikmetse ayrı ırktan, ayrı dilden, ayrı dinden 34 yıldır ayrı yaşayan Kıbrıs
insanlarını bir araya getirmek için bin bir yolu ve baskıyı deniyor. Acaba
bizi çok mu seviyorlar dersiniz? Ancak biat kültürü ile yetişmiş olanlar
bütün bunları tam olarak kavramakta zorlanıyorlar. Bakın batı
muhibbanlığımız (körü körüne bağlılığımız) son günlerde bile nerelere
kadar ulaştı. İngiltere, Kerkük, Musul, Kuzey Irak ve Kıbrıs sorununu
başımıza bela eden bir ülkedir ve kraliçeleri de bu ülkenin siyasi
oyunlarının geçmişten günümüze uzanan simgesidir.

Bu orta oyununun son bir perdesini de ben açıklayayım, bakalım bu


yazıyı okuyanlar bu yazdıklarımı daha önce bir yerlerde okumuş ya da
işitmişler midir? Eğer özel merakınız yok ise, stratejik dostlarımızın yakın
20

çalışma arkadaşı olan hükümetlerimiz, Siz’e bu bilgileri büyük bir


olasılıkla ulaştırmamak için büyük çaba göstermiş olmalıdırlar. Tarih
kendini doğru okuyamayan idarelerin (bazen de idarecilerin) ait oldukları
toplumların hazin akıbetleri ile doludur. Atatürk, ta 100 yıl önce, eğer
Kerkük ve Musul’u verirsek, er ya da geç Kürtler ile Ermeniler Türkleri
arkadan vuracaktır diyor. Şimdi mecliste stratejik dostlarımızın
sıkıştırması ve cumhuriyetle kavgalı bir kesimin aracılığıyla, Atatürk’e
hakaret serbest olmalıdır yasası onaylanmaya çalışılıyor ve resimlerinin
resmi dairelerden indirilmesi için AB baskı kuruyor. Barzani ile yapılan
röportajda, Kürt Devleti kurulduktan sonra Suriye, İran ve Türkiye’den
toprak talebiniz olacak mıdır diye sorulduğunda, hayır ne münasebet
diyor; zaten oralar Kürt toprağıdır diye yanıt veriyor.

Telefar, Suriye ile Irak Kürtleri arasında tampon görevi yapan


tamamen Türk olan bir bölgedir; 1959 yılında burada çok büyük bir
katliam yapıldı; hükümet bu katliam Türkiye’de duyulmasın diye basına
sansür uyguladı (sağ kesimin simgesel ilahı Menderes Hükümeti); 1974
yılında tekrar katliam uygulandı; hükümet yine haberleri sansür etti
(milliyetçi-mukaddesatçı hükümet tarafından). Stratejik dostlarımızın
amacı, Kuzey Irak ile Suriye Kürtlerini birleştirmek ve Kuzey Irak
Devletini Akdeniz’e bağlamak. İkinci Irak Harekâtında, her Türkmen
evine önceden GPS cihazı (uzaydan yer tespit eden cihaz) yerleştiriliyor
ve daha sonra da bu cihazların yönlendirmesine göre katliam başlıyor.
Bu olayı hiçbir Türk gazetesi yazmadı, hiçbir gazeteci buraya girmedi (ya
da sokulmadı). Türkiye bu katliamı tek bir sözcük ile bile gündeme
getirmedi, kınamadı. Bütün bunlara karşın 600.000 peşmerge askerini
getirip 2 yıl besleyen yine sağ kesimin ilahı sayılan muhafazakâr-
Mukaddesatçı Özal hükümeti oldu. Bu peşmergelerin bir kısmı da
Türkiye’nin başına sonradan bela oldu.
21

1995 yılında büyük devlet adamımız diye sunulan ve daha sonra


Cumhurbaşkanımız olan Turgut Özal, 1995 yılında Mesut Barzani ve
Talabani ile anlaşmaya oturarak, PKK’yı sürmeleri için onlara silah
vereceğini söylemiş (güya bu ikisi PKK’yı sınır bölgesinden sürerek
oraya Kuzey Iraklı köylüleri yerleştirecekmiş) ve büyük miktarlarda silah
vermiştir (bizzat Sarı Zeybek olarak bilinen Osman Albay tanık olmuş) .
Birkaç gün sonra ilk olarak Talabani, daha sonra Barzani PKK ile
anlaşmaya oturarak, bu silahların yarısını PKK’ya vermiş ve binlerce
Türk gencinin bu silahlarla, yani vergilerimizle aldığımız silahlarla
öldürülmesine zemin hazırlamıştır. Büyük devlet adamı, birkaç gün
sonrasını bile göremeyenlerden değil, Atatürk gibi yüzyıl sonrasını gören
insanlara verilmesi gereken bir sıfattır.

Sağcı basının her fırsatta büyük devlet adamı olarak sunduğu


Başbakan-Cumhurbaşkanı Turgut Özal, başka bir anlaşmaya daha imza
atmıştır (kimin zoruyla; tabii ki büyük stratejik ortağımız ABD’nin
girişimiyle): Bu anlaşma, duyduğumuzda gururlandığımız (daha sonra
öfkeye dönen), Kuzey Irakta konaçlanmasına izin verilen Türk birliğidir
(bir rakama göre 5.000 bin, bir rakama göre 15.000; bir rakama göre
30.000 personelden oluşmuş). Ancak külah düşünce kellik göründü.
Meğer masrafı bu fakir millet tarafından ödenen bu birlik, çoğumuzun
zannettiği gibi oradaki Türkmenleri değil, Saddam’ın olası bir atağından
Kürtleri korumak için gitmiş. Amerika oraya konaçlanınca, Kürtlerin
korunmak için başka bir dayıya ihtiyaçları kalmadı. Ne mi oldu?
Birliklerimizin güzide asker ve komutanlarının başına çuval geçirildi…
Kendine saygısı olmayanların başkalarından saygı beklemesi yersiz
olduğu için yuttuk… Ancak halkın uyutulabilmesi ya da
sakinleştirilebilmesi için Polatlı bir film ile öcümüzü sanal olarak aldık…
22

Kafkaslarda da aynı biat kültürü sürdürülmekte; yarın başımıza


neler açacağını göreceğiz. Gürcistan’da 2003 yılında yapılan Gül
Devriminden sonra iktidara gelen Mihail Saakaşvili’nin Gürcistan halkına
verdiği ilk söz toprak bütünlüğünü sağlayacağı yönündeydi. Gürcistan
SSCB’den bağımsızlığını kazandığında aynı coğrafyada yer alan ayrıca
3 cumhuriyet özerkliğini korumuştu. Bunlardan ikisi, Abhazya ve Güney
Osetya savaşarak bağımsızlığını kazandı. Saakaşvili ilk olarak
asimilasyona en zayıf halka olan Acaristan’dan başladı. Çünkü
Türkiye’nin arka çıkmayacağını batıdaki ağabeylerinden biliyordu.
Acaristan savaşmadı. Burada Türkiye’nin etkisi büyük oldu. Bu özerk
cumhuriyeti pısırıklığa iten Türkiye oldu. Türkiye’nin aslında Acaristan
üzerinde garantörlük hakkı da vardı. Ama Türkiye hiçbir zaman bunu
gündeme getirmedi (stratejik ağabeylerimiz izin vermemiş olmamalılar;
kaldı ki Kıbrıs’taki garantörlüğümüzü zaten yüzümüze gözümüze
bulaştırdık). Gürcistan, Acaristan Devlet Başkanı Aslan Abaşidze’yi
Moskova’ya kovduktan sonra bu özerk bölgenin özerklik statüsünü
ortadan kaldırdı. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ve misakı-ı
milli sınırlarımız içerisinde yer alan Acaristan halkı toplu olarak kısım
kısım Hıristiyanlığa geçirilmeye başlandı ve Acaristan bayrağına haç
işareti ilave edildi. Bu özerk cumhuriyetin yutulmasına göz yumduk;
bayraklarına haç takılmasını alkışladık. (bilgilerin bir kısmı Sinan OĞAN
TÜRKSAM Başkanı, internetten, 08.08.2008).

08.08.2008 tarihinde Gürcistan Güney Osetya’ya saldırdı ve


şehirlerinin büyük bir kısmını işgal etti; 2000’e yakın adamı öldürdü
dendi. Türkiye’den, ABD’den, AB’den tısss yok. Kim mi tüm bunlara göz
yumdu dersiniz; yanıt sizi şaşırtabilir: Dinle yatıp dinle kalkanlar ile
milliyetçiliği hiç kimseye bırakmayanlar… Uyuyun… (Oset halkı Kafkaslarda
yaşayan ve kökleri Saka (İskit) halkına kadar uzanan eski bir halktır. Sakalar, M.Ö.
700 dolaylarında Karadeniz'in kuzeyinde egemen olmuş Türk halklarından birisidir.
23

İskitlerden sonra bölgede Sarmat, Alan gibi Türk kökenli halklar egemen olmuşlardır.
Daha sonra Batı Hunları bölgeyi ele geçirmişlerdir. Yani, bugün Gürcistan'ın ezmeye
kalkıştığı Osetler, tarihsel kardeşimiz olan bir halktır. Stalin'in kasıtlı olarak iki
parçaya böldüğü bu ülkeden Kuzey Osetya, Rusya Federasyonu içindedir. Burada
900 bin Oset yaşamaktadır.

1992 yılında Sovyetler dağıldıktan sonra Güney Osetya denilen bölgede


yaşayan 100 bin kadar Oset, bağımsızlığını ilan etmiştir; 08.24.2008,Akşam
Gazetesi).

Bu kadar vahşiliğe ve pervasızlığa göz yummanın, kendi geleceği


açısından da büyük tehlike oluşturacağına gören Rusya, daha önce
sözleşmelerin kendine verdiği haklara dayanarak, bölgeye askeri
müdahalede bulundu ve gelen bilgilere bakılırsa hem batıya hem de
Gürcistan’a gerekli dersi verdi. Bu ülkelerin (Osetya ve Abazya) tam
bağımsızlığını tanıyarak bölgeden çekildi. Geçmişte bin bir zulüm
gördüğü için Türkiye’ye sığınan bu ülkelerin, özellikle Abazya’nın halkı,
Türkiye’de Abazalar olarak önemli bir topluluk oluşturdu. Bu insanlar
kendine özgü gelenek ve göreneklerini de koruyarak ülkemizin en sadık
vatandaşları oldular. Kafkaslarla Türkiye’nin ilişkilerinde en güçlü
köprüleri oluşturdular. Geldikleri ülkenin tam bağımsızlığına kavuştuğunu
duyunca İstanbul’da büyük kutlamalar yaptılar. Türk soyundan sayılan ve
Müslüman olan bir ülke daha milletler topluluğuna katılıyordu. Türkiye
güç kazanıyordu. Sadece güç kazanma ile kalmıyor, Rusya’nın bu
kararıyla, Kıbrıs davasındaki elimiz çok daha güçleniyor, örnek
göstereceğimiz bir durum ortaya çıkıyordu. Türk milleti tümüyle bayram
yapmalıydı.

Ne mi oldu? İlk olarak Türk Milleti’ni temsil ettiği varsayılan


Cumhurbaşkanlında oturan kişi, yani yasal statüsü hala tartışmalı olan
Abdullah Gül, bu kutlamaları ve coşkuyu, ayrılıkça, bölücü ve huzuru
24

bozucu hareketler olarak tanımladı. Türkiye batının gözü doymaz


emperyalistlerine yaranması burada bitmedi; sadece sözlü yaranma ile
yetinmedi. Kafkaslarda hep gözü olan ülkeler, burada, ayaklarının
altındaki toprağın kaydığını görünce şiddetli kınamaların yanı sıra, NATO
tatbikatı ve insani yardım altında her türlü silahlarla tam donanımlı her
biri 70.000 tonluk iki firkateynin Karadeniz’e girmesi gündeme geldi. Ama
uluslararası Montrö Antlaşması, bu büyük gemilerin Boğazlardan
geçmesine izin vermiyordu. Türkiye'nin bugüne kadar işine gelen
antlaşma batıdaki dostlarımızın zorlaması ile delindi; gemiler geçti; hatta
Rusya’nın burnunun dibine gönderdi. Rusya’nın uluslar arası hukuka
aykırı hareket ettiğini savunan iç işbirlikçilerimiz, ülkenin haklarının
savunmasını garantileyen Montrö anlaşmasının delinmesine göz göre
göre suskun kaldılar. Böylece 1936 yılında sağladığımız boğazlardan
geçişi kontrol hakkımız, güçlü bir devletin (ABD’nin) bastırmasıyla
delindi. Türkiye gelecekte bu yaranmanın acısını çok çekecektir. Yarın
öbür gün Rusya da aynı gerekçelerle bastırırsa ne olacak? Yüzlerce
yıldır politikamızın temelini oluşturan Boğazlar Sorunu, bugüne kadar
Boğazlara egemen olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, işbirlikçi iktidarıyla
yaratmış olduğu yeni bir sorun olarak bizzat Türkiye'nin karşısına
çıkmayacak mı? (sözleşmeye göre: Karadeniz ülkeleri haricindeki
ülkelerin hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı
gemileri, toplam tonajları 15 bin tonu ve sayıları 9'u geçmemek şartıyla
Boğazlardan geçebilirler). Hâlbuki geçen tek bir savaş gemisinin bile
tonajı 70.000. Türkiye bir de kendini haklı çıkarabilmek için, herkesi
güldürecek bir saptamayı dünya kamuoyuna duyurdu. Füze ve diğer tüm
silahlarla tam donanımlı bu gemiler Gürcistan’a çocuk maması ve insani
yardım malzemesi taşıyormuş. Dünyada ilk defa mama taşıyan bir savaş
gemisi olgusu, Türk idarecilerin saptaması ile dünya siyasi tarihine girmiş
oldu… Biat kültürü demek ki insanları aptallaştırıyor… Avrupa Birliği ile
25

Türkiye arasında müzakereler başlasın mı başlamasın mı sorunu


gündeme geldiğinde ve Avrupa’nın yan çizdiği günlerde, Rusya
başbakanı Putin Türkiye’ye gelerek (bizim stratejik ortağımız diyerek)
arka çıktığı Türkiye, Rusya’yı arkadan vuruyordu. Rusya gecikmedi,
affetmedi; neredeyse 2008 yılında 38 milyar dolara (Türkiye açısından
birinci ya da ikinci sırada ticaret ortağı olan bir ülke) ulaşan ticaretimize
kota koydu, Türk kökenli malların Türkiye ve Avrupa üzerinden Rusya’ya
girişine sıkı denetim getirdi. Türkiye’nin enerji bakımından bel bağladığı
ve en çok gereksinmesi olan doğa gaz durumu da tartışmaya açıldı.
Stratejik ortaklarımız uzaktan kıs kıs gülerken, kara kara düşünme sırası
Türkiye’ye geldi…

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, anayasasında Türkiye’nin doğu


kesimindeki toprakların Ermeni toprağın olduğunu ve Türkiye’den bu
yönde talepleri olacağını madde olarak koymuş; Ağrı Dağı’nı bayrağında
simge olarak almış; dünyanın tüm ülkelerinde yaptığı girişimlerle
Türklerin soykırım yaptığına ilişkin yasa çıkarttıran ya da çıkarılmasına
zorlayan, bize en zor günlerimizde her türlü desteği sağlayan
Azerbaycan Devletinin Karabağ bölgesini işgal ederek on binlerce
Azeriye öldürüp, bir milyonuna yakınını göçe zorlayan bir devleti,
geçmişte, bu devleti ziyaret edenleri ya da bu devletten gelecek
ziyaretçileri (Cumhur Başkanı Turgut Özal’ın ölümü nedeniyle Türkiye’ye
gelen Ermenistan Devlet Başkanının ziyareti nedeniyle mecliste yaptığı
konuşmada) kabul etmenin bir çeşit vatana ihanet eden o zamanın
parlamenteri, bu günün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ne oldu da tüm bu
düşüncelerinden vazgeçti? Ermenistan mı isteklerinden vazgeçti?
Görünürde böyle bir gelişme yok. Yoksa geçen bu süre zarfında
cumhurbaşkanının futbola merakı önüne geçilemez bir hal mı aldı?
Bunu kimse anlamış değil! Belki, Türkiye’nin çıkarlarını korumakla
26

yükümlü cumhurbaşkanımızın –halkın tüm muhalefetine karşın- bu 180


derecelik dönüşünü, bu ziyareti canı gönülden destekleyen (zorlayan da
olabilir) ABD ve AB ülkelerinin dışişlerinden gelen açıklamalar önemli
ipuçları verebilir? Türkiye’nin başına iyice çorap örebilmek için
Azerbaycan’ın da Türkiye’nin yanından çekilmesi gerekirdi, öyle de
olacağa benzer.

Cumhuriyet Türkiye’sinin meclislerinin (parlamentolarının) yıllık


açılış törenlerinde bugüne kadar benimseyelim ya da benimsemeyelim
Cumhurbaşkanlarımız konuşmalarını yaparken açılış geleneği olarak
(belki de bir yönergeyle esasa da bağlanmış olabilir) frank ya da smokin
giymişlerdi. Abdullah Gül, kendini oraya ulaştıran bir kesime ben
sizdenim ve batı değerlerini esasında benimsemiyorum mealinden göz
kırpmak için olacak Türk parlamento tarihinde ceketle konuşma yapan ilk
cumhurbaşkanı oldu. Kimse bir şey diyemedi, demedi. Ancak 12
Nisan’da (2008) başlayan İngiltere Kraliçesi III. Elizabet’in ziyareti
nedeniyle, İngiltere sarayının bir protokol memuru, kraliçemizi frankla ya
da smokinle karşılamak zorundasınız buyruğunu dikkate alan
cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, franklarını giyerek İngiltere Kraliçesini
karşıladı. Doğrusunu isterseniz, Atatürk’ün onurlu Türkiye’sinin bir
mensubu olarak, böyle bir franklı tabloyu içime sindiremedim.

İşin en ilginç yanı Abdullah Gül’ün eşi sayın “first Lady” Fahrinisa
hanımın ve Abdullah Gül’ün, haydi şimdi kadehlerimizi kaldıralım diyen
III. Elizabeti’in dileğiyle, içinde ne olursa olsun (ister içki olsun ister
olmasın, kadeh içecek kabı değil içki kabıdır ve içkinin simgesidir),
bugüne kadar içkiyi günah saymış bir akımın temsilcisi olduğunu göz ardı
ederek, halkın gözünün içine baka baka kaldırmaları ve “tıklatmaları”,
artık bunun bir dilek değil bir buyruk olduğu izlenimini doğurmuştur.
Görüyorsunuz biat kültürü insana frank da giydiriyor, kadeh de
27

kaldırtıyor. Bu batının egemenliğini, Türkiye’nin de teslimiyetçiliğini tescil


eden acı bir tablodur.

Diyebilirsiniz ki bir ülkenin simgesi olan bir kişi, başka bir ülkeyi
ziyaret ediyorsa, onu memnun etmek için kendi usullerini ve
alışkanlıklarını uygulama misafirperverliğin bir gereğidir. Pekâlâ, İran’ı
ziyaret eden başbakanımıza, yere sofra bezi serilerek, onun üzerinde
yemek ikram edilmesini ve bizimkilerinin de bağdaş kurarak bu sofraya
yanaşmalarına ne diyeceksiniz?

ABD başta olmak üzere, batı, kendi dışındaki kişilikli devletlere ve


yöneticilere hiçbir zaman hoşgörülü olmadı; olmayacaktır da. Hâlbuki
Kıbrıs Hareketini bahane ederek, NATO’dan çekilen Yunanistan’ın tekrar
geriye dönmesini veto eden Türkiye’ye vetosunu geri çekmek için baskı
üzerine baskı yapıldı; birçok vaatlerde bulunuldu; sonunda 1980
darbesini fırsat bilerek (belki de bu nedenle darbe de yapılmış olabilir);
yine birçok vaatlerle Türkiye’deki cuntayı kandırıp Yunanistan’ı tekrar
NATO’ya aldırdılar. Vaatlere ne oldu derseniz, geçen 28 yıl içerisinde hiç
birini yerine getirmediler; üstüne üstlük Türkiye’ye yeni yaptırımlar
getirdiler.

Esasında Kıbrıs Barış Hareketinde Türkiye’deki yönetimin bağımsız


hareket ettiğine ilişkin de önemli kuşkular mevcuttur. Bu hareketin
yapılabilmesi için Kıbrıs’ta yıllarca milis hareketini (Kıbrıs Mücahitlerini)
hazırlayan Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir mensubundan öğrendiğim şu
bilgilerin teyit edilmesi, yakın tarihimiz konusunda önemli ışık tutacaktır.
Silahlı Kuvvetlerimiz beklenmeyen bir durum karşısında gerekli
hazırlıkları yapma görevini o günlerde kontur gerilla olarak çok tartışılan
bir özel birlik aracılığıyla yapıyormuş. Kontr (ya da Kontur) Gerilla olarak
bilinen yasal durumu bilinmeyen bu düzenleme, 1970’lerin siyasilerinin
28

en çok konuştukları konuydu ve halkın büyük bir kısmı da bunu bir türlü
kavrayamamıştı. Böyle bir kuruluşun oluşunun doğru olup olmadığını
şimdilik siyasi tarihçilere bırakalım. Ancak, bu Kontur Gerillayı da en çok
tenkit eden Bülent Ecevit’ti. Hareketten önce Kontur Gerilla Kıbrıs’ta çok
sayıda milis eğitti (sayılarının 15.000 olduğu söyleniyordu); acil
durumlarda köşe başlarını nasıl tutabilecekleri öğretildi. Bu hareketin
içinde olan yakın tanıdığım bir subay o günlerdeki gelişmeyle ilgili şunları
anlattı:

Başbakan Bülent Ecevit, İngiltere’ye gidip hareket için icazet


aradığında, Türk Ordusu adaya çıkmak için hareketi başlatmıştı. Bülent
Ecevit olumsuz cevap alarak Türkiye’ye dönüp geldiğinde, komutanları
odasına çağırarak, şimdi ne yapacağız diye sorduğunda, komutanlar
“Başbakanım şu anda tüm hazırlıklar tamamlanmıştır”” yanıtını almıştır.
Bülent Ecevit şaşkınlığını gizleyemeyerek nasıl yani, orada köprübaşını
oluşturmadan mı müdahaleye kalkışıyoruz diye sorduğunda, yetkili
subay, “Sayın Başbakanım, yıllarca tenkit ettiğiniz Kontur Gerilla bu
köprübaşlarını bizim için hazırlamıştı yanıtını veriyor (teyit için keşke o
günün yetkili komutanlarının bilgisine başvurulabilse). Bu son paragrafta
verilen bilginin muhakkak teyit edilmesi gerekir. Çünkü neredeyse son 3
çeyrek asırdır verebildiğimiz bağımsız, kişilikli tek kararın da bir top
yekûn uzlaşma sağlanan bir hükümet kararı olmama olasılığını öğrenme
de bu topluma çok şey kazandırabilir diye düşünüyorum.

Türkiye karnını doyurmak için büyük ümitler bağladığı GAP (Güney


Anadolu Projesi)’da Atatürk Barajının yapımına ABD ve AB şiddetle karşı
çıktı ve ABD, “kim kredi verirse o devlete yaptırım uygulayacağım” diye
tüm dünyayı tehdit etti ve Türkiye’yi mali olarak sıkıştırdı. Türkiye kendi
olanakları ile barajı bitirdi; ancak dünyada sadece birkaç yabancı
firmanın yapabildiği 800 tonluk savak kapağını ithal etmeye yeltenince,
29

stratejik dostumuz (!), tekrar devreye girerek, “kim ki bu kapakları


Türkiye’ye imal ederek gönderirse ona ekonomik ambargo uygularım”
diye tehdit etti. Bu kapaklar sonunda Gaziantepli ustalarımız tarafından
imal edildi ve yerlerine takıldı; en az bu ürün bakımından batının
monopolü de kırılmış oldu.

AB ve özellikle ABD, Türkiye’yi soyan işbirlikçi bürokratlara,


Türkiye’yi sinsi sinsi şeriat devletine çevirmeyi amaçlayan akımlara ve
kişilere hem destek verdi hem de kollarını açtı; onları korudu ve
demeklesin kılıcı gibi üstümüzde tutulmasına destek sağladı. Yetmedi,
Türkiye’de bin bir emekle okuttuğumuz en yetenekli gençleri
sorgulamadan ülkesine çağırarak Türkiye’nin bilimsel potansiyelini (keza
birçok başka ülkenin de) zayıflattı; beyin göçüne gerekli her türlü desteği
verdi ve vermekte.

Türkiye’nin başına bela olan PKK teröristlerinin elindeki modern


silahların 10.000lercesinin Amerikan silahı olduğu tespit edildi; dağdaki
teröristlere helikopterle yardım paketleri atarken fotoğrafları çekildi. Şimdi
Türkiye’ye destek veriyor gibi görünüyorsa muhakkak bir hesap vardır;
hele şu İran meselesini bir görelim… Esasında biz göreceklerimizi
gördük; ama anlamadık; çok uzakta değil iki yıl önce yapılan bazı
ziyaretlerden çok önemli sonuçlar çıkarmak mümkün; tabii bu sonuçları
çıkarabilmek için ilk olarak biat kültüründen kurtulmuş olmak; gözlerimizin
önündeki perdeyi kaldırmış olmamız gerekiyor. Bu, anlayanlar için göz
açan olay neydi? Bakalım!

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, NATO Zirvesi


için Türkiye’ye geldiği tarih (28-29 Haziran 2004’de), Türkiye’nin Avrupa
Birliğine girip giremeyeceği henüz belli olmayan ve Avrupa’nın önde
gelen ülkelerinin başkanlarının, Türkiye’yi din, büyüklük ve sosyal gerilik
30

nedeniyle içlerine alamayacağı; sadece özel statü verebileceklerini açık


açık dile getirdikleri bir tarihti. Bu ziyaretin Türkiye’ye destek için
olmadığı, Orta Doğu sorunları ile ilgili olduğu sonra anlaşıldı. Bu ziyaretle
başlayan olaylar yakın tarihimize ışık tutacak nitelikte görünmektedir.

Gerçi Türkiye bu tip ikinci sınıf muameleye alışıktı. Büyük


fedakârlıklarla, çok büyük bir başarıymış gibi gösterilen NATO’ya
girişimiz de özünde onur kırıcıdır. NATO özünde komünizme, daha
doğrusu Sovyetler Birliğine karşı kurulmuş bir ittifaktı. Birliğin temel
anlaşmasında şöyle bir not düşülmüştü. Bir NATO ülkesine yapılan
saldırı diğerlerine yapılmış sayılır. Ancak, Türkiye girdikten sonra “kanat
ülkeleri” diye tanımlama çıktı. Bunun açılımı şuydu, eğer Sovyetler Birliği
ani bir saldırıya geçerse, elit NATO ülkelerine zaman kazandırma için, bu
saldırıyı ilk önleyecek ülkeler kanat ülkeleri olacaktır. Çünkü Kızıl Ordu
harekete geçtiğinde, bu hareketin ilk durdurulabileceği yerin Ren Nehri
(Fransa’ya birkaç 10 kilometre yakında) olacağı düşünülüyordu. Yani
Almanya’nın yüzde 90’ı bile bu ilk saldırıda işgal ediliyordu. Norveç,
Türkiye gibi ülkeler kanat ülkeler olarak tanımlanmıştı. Nedeni de birim
alan başına düşen adam sayıları bu ülkelerde az olduğu için, zayiat daha
az olsun diye böyle bir plan yapılmış. Sonunda anlaşıldı ki, bu
anlaşmanın temelinde, kanat ülkelere yapılacak saldırılar topyekûn bir
karşı koymanın nedeni de sayılmıyormuş. Bu ülkelere saldırılarda hiçbir
suretle atom başlıklı bombalarla savunma yapılmayacakmış. Yani
Türkiye batının jandarması olarak bu anlaşmaya alınmış. Hem de nasıl?
Tüm ordularını NATO emrine vererek. Daha sonra Ege sorunu çıkınca,
Türkiye bağımsız hareket edecek 4. Orduyu (Ege Ordusunu) kurmak
zorunda kaldı. Jandarmalık görevini yaptı mı? Yaptı diyebiliriz. O
dönemde komşularımızdan hiçbir ciddi tehdit olmamasına karşın,
dünyanın en büyük birkaç ordusundan birini besledik (bugün hala öyle),
31

böylece sevgili dostumuz Amerika ve batı ülkelerine geceleri rahat


uyuma fırsatını yarattık. Daha sonra da Afganistan’dan Sudan’a nerede
bir çıkar çatışması olduysa, batının jandarması olarak orada olduk.
Türkçedeki şu özdeyiş, her ne kadar ülkemizdeki bir grup insan için
söylenmişse de, bu özdeyişi bizim hepimiz için geçerli olacağa benziyor:
“Alevere dalavere, Kürt Mehmet Nöbete”. Kendisine saygısı olmayan
başkasından niye saygı bekler?

Bush, büyüt tantanalarla ve en üst düzey korumayla İstanbul’a indi,


ancak ilk ziyareti herhangi bir Türk kuruluşu olmadı. Kendisi Kalvinist
olmasına karşın, ben ilk olarak Ortodoks Patrikhanesini ziyaret edeceğim
dedi ve öyle de yaptı. Patrikhanenin bir ekümentlik olacağını açık açık
müjdeledi. Yani daha Türk makamları ile temasa geçmeden, Türkiye’nin
göbeğinde, Türk yasalarından bağımsız olacak, kendi hukukuna sahip,
yani yeni bir Vatikan’ın kuruluşunu Hıristiyan dünyasına müjdeledi.
Türkiye’den ve diğer İslam ülkelerinden “tısss” yok. Bununla yetinmedi,
Heybeliada ruhban okulunun derhal açılmasını talep etti; bununla da
yetinmedi Kuzey Irak yönetimli ile siyasi temas kurmamızı önerdi. PKK ile
mücadelede açık açık destek sözü de vermedi. Bush, gözümüzün içine
baka baka Türkiye’nin başına bela sarıyordu; ancak biat kültüründen
gelenler hürmette kusur etmemeliydi; etmediler de.

Buraya kadar olanlar Türkiye için alışılagelmiş kazıklanmalardı;


dolayısıyla fazla şaşırmadık. Ancak bu ziyareti izleyen birkaç gün
içerisinde, tam da Avrupalıların Türkiye’yi dışlamak için açıklamalar
yaptığı günlere denk gelen bir tarihte, Rusya Başkanı Vladimir Putin
çıkageldi (4 Aralık 2004). Yeşilköy Havaalanına iner inmez, gazeteciler
şu soruyu sordular: Patrikhaneyi ziyaret edecek misiniz? Kendisi de bir
Ortodoks olan Putin, orası neresi, ben öyle bir yer tanımıyorum diye,
İstanbul Fener Patrikhanesini görmemezlikten geldi, daha doğrusu
32

ekümentlik rüyasına büyük bir darbe vurdu; bu Türkiye’ye verilmiş önemli


bir destekti. Putin, bununla da yetinmedi, Ankara’da elini
Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in omzuna atarak, tüm dünya
basını önünde şu sözleri açık açık beyan etti: Türkiye bizim stratejik
dostumuzdur ve hep öyle de kalacaktır. Biz her zaman Türkiye ile yakın
ilişkilerin olmasını arzu ediyoruz. Bu batıya verilmiş en önemli yanıt ve
Türkiye’ye verilmiş en büyük destekti. Avrupa’nın karar vermesine üç gün
kala, dev Rusya’nın Türkiye’ye açık açık desteği göz ardı edilemezdi.
Avrupa hemen çark etti ve Türkiye ile müzakerelere girilmesine karar
verdi. Bizim siyasetçilerimiz de –fırsatı kaçırmadan- bu çark etmeyi kendi
başarılarıymış gibi sundular. Kurtuluş savaşından sonra verilmiş en
büyük destekti. Ancak bundan sonra olanlar Türkiye’nin medyasını da
tanıma açısından son derece önemlidir.

Putin’in Ankara’yı ziyaret ettiği gün, Türkiye’deki televizyonların


yayınlarını bir incelemeye alalım. Bir ülkenin başkanı diğer bir ülkeyi
ziyaret ettiğinde, iki ülkenin geçmişteki iyi ilişkileri dile getirilir; gelecekteki
ilişkilerinin yararları anlatılır; yemeklerinden, folklorundan, müziğinden
bahsedilir, yani kural olarak hep iyi şeylerden bahsedilir. Ancak, o gün
televizyonları seyreden ve seyrettiğini anlayanlar şok olmalı. Yabancı
adla Türkçe yayın yapan televizyonun biri, Ukrayna’yı anlatıyor ve yeni
seçilen başkanının nasıl Rus yanlışı değil de batı yanlısı biri olarak
seçildiğini ballandıra ballandıra anlatıyor ve sanki bu müdahaleyi Türkiye
yapmış gibi bir görüntü veriyordu. Canı sıkılan biri, yine yabancı adlı
Türkçe yayın yapan başka bir kanala geçtiğinde, Rusya’nın Sibirya’da
Almanları ve Türkleri nasıl öldürdüğünü en vahşi şekilde görüntülerle
seyirciye ulaştırdığına tanık oluyordu; bu ihanete daha fazla tahammül
edemeyen biri başka bir kanala geçtiğinde de Gürcistan’da seçilen
Rusya yanlısı başkanın, Amerika’nın zorlamasıyla nasıl alaşağı
33

edildiğini, Rusya yanlısı 20.000 polisin nasıl etkisiz hale getirildiğini ve


Amerikan yanlısı yeni başkanın nasıl başa geçirildiğini ballandıra
ballandıra anlattığını görecekti. Kaldı ki, yeni başkan gelir gelmez,
Gürcistan bayrağına bir haç simgesi yerleştirdi ve Gürcistan’ın kuzeyine
yani güney Osetya’ya bir Amerikan birliğinin yerleşmesi için izin verdi. Bu
yerleştirilen birlik özünde Türkiye’nin stratejik önemine büyük bir
darbeydi. Bu televizyon kanalı neden bayram yapıyordu anlayan beri
gelsin? Bütün bu yayın organlarını işbirlikçi ve satılmış olarak düşünen
biri, doğal olarak milli kanallarımıza yönelecekti. Ben de öyle yaptım.
Kumandayı TRT’ye zipledim. TRT, şu anda tam hatırlamıyorum, ancak
Konya Spor-Çorum Spor gibi, ikinci dereceden takımların karşılaşmasını
veriyordu; daha sonra da bir çocuk programı koydu. O zaman anladım ki
Türkiye’nin işi çok zor. Atatürk’ün gençliğe hitabetinde yazılı olduğu gibi
tersaneleri işgal edilmiş.

Bütün bu anlattıklarımız özünde yeni bir şey değildi, Türkiye bugün


çok kişinin ayrıntısını bilmediği çok daha onur kırıcı davranışlara
muhatap olmuştu. Özünde perşembenin gelişi çarşambadan belliydi;
ancak anlayanlar için. 1960’ların dünya ve özellikle Türkiye tarihini
belirleyen iki olayı da anlatmak ve anlamak gerekiyor.

Rejimini benimsesek de benimsemesek de her zaman birlikte


yaşayacağımız komşumuz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin üzerinde,
parlamentomuzun ve hatta büyük bir olasılıkla bakanlarımızın bile haberi
olmadan, Türkiye üzerinden kalkan Amerika’nın U-2 olarak bilinen
uçakları çok yükseklerden uçarak casusluk yaptılar. Sonunda SSCB,
birini (1 Mayıs 1960’ta) bir füze ile yere indirince Türkiye’nin daha
doğrusu Türkiye’yi idare ettiği varsayılan insanların misyonu dünyaya
deşifre oldu.
34

Yetmedi! Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Amerika’ya


güvenilmeyeceğini anladığı için Küba ile stratejik işbirliği çerçevesinde,
Amerika’nın Küba’ya saldırdığı (daha doğrusu 1959 yılında Domuzlar
Körfezi olarak bilinen başarısız çıkarması) gerçeğini de göz önüne
alarak, füze rampaları kurmaya başladı (1962 yılı); çok gergin bir ortam
oluştu; Sovyetler başkanı Nikita Sergeyeviç Kruşçev ayakkabısını
çıkararak Birleşmiş Milletlerin kürsüsüne vurdu. Amerika 22 Ekim 1962
tarihinde Küba’yı ablukaya almaya başladı. Sovyet askeri gemileri
Küba’ya doğru ambargoyu delmek için yol almaya başladı; Amerika
deniz kuvvetleri Sovyetlerin askeri gemilerinin önünü kesmeye kalkıştı;
sonunda dünya nükleer bir savaşın eşiğine geldi. Birden bire bu
aşamada bir anlaşma oldu; Sovyet gemileri geri çekildi. Kısa bir zaman
sonra durum anlaşıldı. Kruşcev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği
mektupta, “ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD
1960 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti) SSCB’nin de
Küba’dakileri sökeceğini”, belirtiyordu.

Meğer Amerika, işbirlikçi Türk yöneticileri hariç, hiç kimsenin hatta


meclisin bile haberi olmadan, uzan zamandan beri, komşumuz Sovyetleri
vuracak atom bombalarını Türkiye’nin birçok yerine yerleştirmiş. Amerika
bu füzeleri, Küba’ya nükleer silah sevkini durdurursa, geriye çekeceğini
taahhüt ediyor. Türkiye halkının bunların hiç birinden haberi yok tabii…
Sonunda batı gazetelerinin birinde durum yayınlanınca, Türk halkı da
öğrenmiş oluyor (ancak bugün hala bunun ne anlama gelip gelmediğini
anlayıp anlamadığı da tartışmalı). Son derece onur kırıcı bir durum
ortaya çıkıyor. O günlerde gözde mizah dergisi olan (galiba) Akbaba
Dergisi bir karikatür yayınlıyor. Üzerlerinde ABD ve SSCB yazan iki
tüccar ellerini uzatmış sıkı bir şekilde pazarlık yapıyorlar; aralarında
Türkiye yazılan bir koyun da mel mel bakıyor…
35

Yıllarca özgür dünyanın kılıcı-kalkanı ve demokrasinin


yetiştirilmekte olan nadide çiçeği olarak dünyaya takdim edilen Türkiye,
Avrupa ve batı kapılarının önünde dilenci gibi bekletilip, her fırsatta
aşağılanırken; ABD’nin dostları olmadığı için bir zamanların küçük
görünen, küçümsenen Letonya, Litvanya, Estonya, Polanya, Çek
Cumhuriyetleri, Slovakya, Romanya ve Bulgaristan, Sovyetler Birliği
yıkılır yıkılmaz bir kalemde AB içine alınıp onure edilirken, yıllarca batı
dünyasının kılıcını savurmuş Türkiye, bu ülkelerin oylarına muhtaç hale
getirildi. Sevgili stratejik dostumuz ABD ve Avrupa ülkeleri, NATO’ya giriş
tarihimiz olan 1950 yılından bu yana, bir yerlere saldırmak için köprübaşı
oluşturacak organizasyonlar hariç, batının hiçbir uygarlık projesine ya da
birliğine katılabilecek tarzda bu değerli ortağını hazırlamış ve
benimsemiş değil. Bu genel mantık açısından Türkiye’nin bir kaybıdır;
ancak batının da bir ayıbıdır. Ancak, batı, karşısında utanacak ya da
kendini utandıracak bir yönetim (demokrasiyle idare edildiğimize göre
bunları değerlendirecek bir toplum!) göremediği için, arsız arsız sırıtmaya
devam ediyor…

“Eşek en fazla üç defa çamura batar” atasözümüz acaba niye


söylenmiş?

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

+++
36

Johnson Mektubu (tam)


“Washington: 5 Haziran 1964
Sayın Bay Başbakan (İnönü),

Türkiye Hükümetinin, Kıbrıs’ın bir kısmının askeri kuvvetle işgal


etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığınız
hakkında Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan
aldığım haber beni ciddi surette endişeye sevk etmektedir. En dostane
ve açık şekilde belirtmek isterim ki geniş çapta neticeler tevlit edebilecek
böyle bir hareketin Türkiye tarafından takip edilmesini, Hükümetinizin
bizimle evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile
kabili telif addetmiyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere
birkaç saat tehir etmiş olduğunuzu bana bildirdi.
Yıllar boyu Türkiye’yi en sağlam şekilde desteklediğini ispat etmiş
olan Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde neticelere olan tek taraflı bir
kararla karşı karşıya bırakılmasının, Hükümetiniz bakımından doğru
olduğuna hakikaten inanıp inanmadığınızı sizden sorardım. Binaenaleyh,
böyle bir harekete tevessül etmeden önce Birleşik Amerika
Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi
hassaten rica etmek mecburiyetindeyim.
1960 tarihli Garanti Antlaşması ahkâmı gereğince böyle bir
müdahalenin caiz olduğu kanaatinde bulunduğunuz intibaındayım.
Bununla beraber Türkiye’nin mutasavver müdahalesinin, Garanti
Antlaşması tarafından sarahaten men edilen bir hal sureti olan takvimi
gerçekleştirme gayesine matuf olacağı yolundaki anlayışımıza dikkatinizi
çekmek zorundayım. Ayrıca, söz konusu Antlaşma teminatçı
devletlerarasında istişareyi gerektirmektedir. Birleşik Amerika bu
durumda, tek taraflı harekete geçme hakkının henüz kabili telif olmadığı
37

kanaatindedir. Diğer taraftan, Bay Başbakan, NATO vecibelerine de


dikkat nazarınızı celp etmek mecburiyetindeyim. Kıbrıs’a vaki bir Türk
müdahalesinin Türk-Yunan kuvvetleri arasında askeri bir çatışmaya
müncer olacağı hususunda zihninizde en ufak bir tereddüt olmamalıdır.
Dışişleri Bakanı (Dean) Rusk Lahey’de yapılan son NATO Bakanlar
Konseyi toplantısında, Türkiye ile Yunanistan arasında bir harbin
“kelimenin tam manasıyla düşünülemez” olarak telakki edilmesi
gerektiğini beyan etmişti. NATO’ya iltihak, esası icabı olarak, NATO
memleketlerinin birbirleriyle harp etmeyeceklerin kabul etmek demektir.
Almanya ve Fransa NATO’da müttefik olmakla yüzyıllık husumet ve
düşmanlıklarını gömmüşlerdir; aynı şeyin Yunanistan ve Türkiye’den de
beklenmesi gerekir. Ayrıca, Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askeri
bir müdahale Sovyetler Birliğinin meseleye doğrudan doğruya
karışmasına yol açabilir. NATO müttefiklerinizin tam rıza ve muvafakatleri
olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket neticesinde ortay çıkacak bir
Sovyet müdahalesine karşı Türkiye’yi müdafaa etmek mükellefiyetleri
olup olmadığını müzakere etmek fırsatını bulmamış olduklarını takdir
buyuracağınız kanaatindeyim.
Diğer taraftan Bay Başbakan, bir Birleşmiş Milletler üyesi olarak
Türkiye’nin vecibeleri dolayısıyla da endişe duymaktayım. Birleşmiş
Milletler adada sulhu korumak için kuvvet temin etmiştir. Bu kuvvetlerin
vazifesi zor olmuştur, fakat geçen son birkaç hafta zarfında, Adadaki
şiddet hareketlerinin azaltılmasında tedrici bir şekilde muvaffak
olmuşlardır. Birleşmiş Milletler Arabulucusu henüz işini bitirmemiştir. Hiç
şüphem yok ki, Birleşmiş Milletler üyelerinin çoğunluğu, Birleşmiş
Milletler gayretlerini baltalayacak olan ve bu zor meseleye Birleşmiş
milletler tarafından makbul ve barışçı bir hal tarzı bulunmasına yardım
edebilecek herhangi bir ümide yıkacak olan Türkiye’nin tek taraflı
hareketine en sert şekilde tepki gösterecektir.
38

Aynı zamanda, Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve


Birleşik devletler arasında mevcut iki taraflı Anlaşmaya dikkatinizi
çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947
Anlaşmasının IV’ üncü maddesi mucibince, askeri yardımın
Hükümetinizin, Birleşik Devletlerin muvafakatini alması icap etmektedir.
Hükümetiniz, bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle
Birleşik Devletlere bildirmiştir. Mevcut şartlar tahtında Türkiye’nin Kıbrıs’a
yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri
malzemenin kullanılmasına Birleşik devletlerin muvafakat etmeyeceğini
samimiyetimle ifade etmek isterim.
Mutasavver (tasarlanan) Türk hareketinin fiili neticelerine gelince,
böyle bir hareketin Kıbrıs adası üzerinde on binlerce Kıbrıslı Türk’ün
katledilmesine yol açabileceği keyfiyetine en dostane bir şekilde
dikkatinizi çekmek mecburiyetini hissediyorum. Tarafınızdan böyle bir
harekete tevessül edilmesi, infiali mucip olacak ve girişeceğiniz askeri
hareketin himaye etmeye çalıştığınız kimselerin pek çoğunun imhasını
önlemeye yeter derecede müessir olması imkânsız olacaktır. Binleşmiş
Milletler kuvvetlerinin mevcudiyeti böyle bir faciayı önleyemez. Sözlerimi
pek fazla sert bulabilir ve bizim, Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin ilgisine
karşı bigane olduğumuzu düşünebilirsiniz. Durumun böyle olmadığını
size temin ederim. Gerek alenen gerek hususi olarak, Kıbrıs Türklerinin
emniyetini sağlamakta ve Kıbrıs meselesinin nihai hal tarzının konuyla
doğrudan doğruya ilgili tarafların rızasına dayanması hususu üzerinde
ısrar etmekte gayret gösterdik. Amerika Birleşik Devletlerini sizin lehinize
yeter derecede faaliyet sarf etmediği hissini taşımanız mümkündür.
Fakat herhalde bilirsiniz ki politikamız Atina’da en sert şekilde
infiale yol açmış (bizim aleyhimize orada nümayişler yapılmış) ve
Amerika Birleşik Devletleri ile Başpiskopos Makarios arasında esaslı bir
uzaklaşma husule getirilmiştir. Daha birkaç hafta önce yaptığımız
39

görüşme sırasında Dışişleri Bakanınıza da söylediğim gibi, Türkiye ile


olan münasebetlerimize çok büyük değer veriyoruz. Sizi kendisiyle temel
menfaatlerimiz olan büyük bir müttefik telakki etmişizdir. Sizin güvenlik ve
refahınız Amerika halkı için ciddi bir alaka mevzuu olagelmiş ve bu
alakamız en pratik şekillerde ifadesini bulmuştur. Biz ve Siz komünist
dünyasının ihtiraslarına karşı koymak üzere birlikte dövüştük. Bu tesanüt
bizim için büyük bir mana ifade etmektedir. Hükümetiniz ve halkınız için
de aynı derecede bir mana taşıdığını ümit ederim. Kıbrıs’la ilgili olarak
Türk cemaatini tehlikeye maruz bırakacak herhangi bir hal tarzını
desteklemeyi düşünmüyoruz. Nihai çözüm yolu bulmaya muvaffak
olamadık, zira bunun dünyadaki en girift meselelerden biri olduğu
aşikârdır. Fakat Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin menfaatleri konusunda ciddi
şekilde alakadar olduğumuz ve alakadar kalacağımız hususunda sizi
temin etmek isterim.
Nihayet Bay Başbakan, en ciddi meseleyi, harp mı, sulh mu
meselesini vazetmiş bulunuyorsunuz. Bu meseleler Türkiye ve Birleşik
Devletler arsındaki iki taraflı münasebetlerin çok ötesinde giden
meselelerdir. Bunlar, sadece Türkiye ve Yunanistan arasında bir harbi
muhakkak olarak tevlit etmekle kalmayacak, fakat Kıbrıs’ a tek taraflı bir
müdahalenin doğuracağı, önceden kestirilemeyen neticeler sebebiyle,
daha geniş çapta muhasamata (çatışmaya) yol açabilecektir. Sizin
Türkiye Hükümetinizin Başbakanı olarak mesuliyetiniz var, benim de
Birleşik Amerika Başkanı olarak mesuliyetim mevcuttur. Bu sebeple, en
dostane şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en
geniş ölçüde istişare etmeksizin böyle bir harekete tevessül
etmeyeceğinize dair bana teminat vermediğiniz takdirde, meselenin
gizli tutulması hususunda Büyükelçi Hare'e yaptığınız talebinizi kabul
etmeyecek ve NATO Konseyi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyinin
acilen toplantıya çağrılmasını istemek mecburiyetinde kalacağım. Bu
40

mesele hakkında sizinle şahsen görüşebilmemizin mümkün olmasını


isterdim. Maatteessüf, mevcut Anayasa hükümetimizin icabı dolayısıyla,
Birleşik Amerika’dan ayrılamamaktayım. Teferruatlı müzakereler için siz
buraya gelebilirseniz bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ev
Kıbrıs meselesinin aklıselime ve sulh yoluyla halli hususunda sizinle
benim çok ağır mesuliyet taşımak olduğumuzu hissediyorum. Bu itibarla
aramızda en geniş ve en samimi istişarelerde bulununcaya kadar sizin
ve meslektaşlarınızın tasarladığınız kararı geri bırakmanızı rica ederim.
Hürmetlerimle

Lyndon B. Johnson (A.B.D Başkanı)”

You might also like