You are on page 1of 10

ŞİİRDE İLK OLMA VE (Ç)ALMA SORUNU

Mustafa Durak

Giriş:
Orijinallik ve taklit, hatta çalma kavramları; sanat alanlarının, sanatçının
giderek sanat alımlayıcılarının, incelemecilerinin sorunlarından biridir. Bu,
çalma üzerine ilk yazı olmayacak, son yazı da olmayacak. Bu konuda pek çok
değerli inceleme yazıldı. Konuyu kavram ve tarihsel örnekler olarak toparlayan
Kubilay Aktulum’un “Yazınsal Aşırma” adlı kapsamlı çalışması ve
Metinlerarası kavramı üzerine kitapları özellikle anılmalıdır. Ben bu yazıda
konunun kapsamına, sorunun nerede aranması gerektiğine, ölçütlere dikkat
çektikten sonra, son günlerde çalıntı suçlamasına maruz kalan bir şairin, çalıntı
olduğu ileri sürülen şiiri ile çaldığı söylenen kaynak şiiri çözümlemeye, ve
iddiayı değerlendirmeye çalışacağım.

Yaratım ve metinlerarasılık:
Sanat yapıtının yaratı(m) olduğu, bu yüzden de biricik olması gerektiği
savlanır. Doğrusu bu, evrene metafizik bakışın bir yansımasıdır. Dinin,
sanatçılara bakışı, tarihin kimi dönemlerinde çok sert olmuştur. Tanrının
resimde (ikonada) temsil edilemeyeceği düşüncesiyle ve/ya resim yapmanın
tanrıya ortak çıkmak, tanrılık savında olmak sanısıyla ikonalar kırılmış, ikona
ve ikona karşıtlığında (ikona kırıcılığı olarak bilinen olaylarda) çıkan
çatışmalar pek çok cana malolmuş, figürlerin resmedilmesi yasaklanmıştır. Bu,
bir temsil (representation) sorununun dinsel cephesidir. Elbette bir de metafizik
bir yaklaşım sonucu hristiyanlıkta ortaya atılan yoktan var etme (ex nihilo)
konusu vardır. Bu, göreli, ve de inançla ilgili bir sorundur. Yaratma, yaratıcılık
kavramları bu dinsel bakışın sanata yansıtılmasından başka bir şey değildir.
Yalnızca sanat yapıtı değil, yalnızca insan yapımı şeyler de değil, doğadaki
hiçbir şey; -eğer yaratma kavramıyla yoktan var etmeyi anlıyorsak, yoktan var
olmaz ve kendilik içinde tek olarak doğada var kalamaz. Bu, varlığın birbirine
karışması gerçekliğiyle ilgilidir. Sanat yapıtı da varlığın bu iki ilkesine uyar.
Sanat yapıtının arka planında dil gibi hazır bulunan, edinilen varlık bilgisi ve
sanat bilgisi söz konusudur. Sanatçının ürününde fark edilen, farklı olması
beklenen, bu bilgilere kattığı kendi bakışı, kendi bireştirme becerisidir. Sanat
yapıtı yoktan var olamadığı için ilk oluşu (orijinalliği), görelidir. Sanat
yapıtında ancak göreli bir ilklik söz konusudur. Bu ilkliği görebilmek, o sanat
alanı, sanat ürünleri konusunda belirli bir alımlama deneyimini ve de bilimsel
ya da kendiliğinden karşılaştırma deneyimini gerektirir. Bu, farkın fark
edilmesi sorunudur. Fark, bazı durumlarda hemen fark edilir, bazı durumlarda
ise uzmanlık gerektirir.

Sözel bir sanat yapıtı, yalnızca genel dil konusunda değil, sanat dili konusunda
da pek çok gizli kişiye borçlu doğar. Sanat yapıtı, her ne kadar ilklik özellikleri
içerebilse de birlikte olmadır (co-présence). Sanat yapıtının alımlayana çarpıcı
gelen ilkliği, onun borçlu olduğu kişilerin görün(e)mezliğinden kaynaklanır.
Yenilik, yaratıcılık dediğimiz şey küçük farklılıklarla vardır genelde.

Bu genel ilkesel girişten sonra sanatın birlikte olma ve gibi olma, -den olma
sorunlarına gelebiliriz. Birlikte olma sorunları postmodern dönemin bir terimi
olan metinler arasılık (intertextuality) kapsamı içinde ele alınabilir. Bu kavram
altında; alıntı yapma, gönderme, kinaye, esinlenme, çalma (intihal, plagiat)
sıralanabilir. Elbette alanına göre devşirmeden, öykünmeden (pastiche),
yansılamadan (parodie), yeniden yazımdan (réecriture), yeniden üretimden
(reproduction) de söz edilebilir.

Çalıntı:
Sanatçı; acımasız, yıkıcı darbeyi, yapıtıyla ilgili çalıntı yargısıyla alır. Çalıntı,
yalnızca sanatın değil, zanaatın da, bilimin de sorunudur. Bu konu bilgisel ve
becerisel yeterlikle ilgili ruhsal, bilgisel, etik bir konudur. Ancak bir sanatçının
bir ürünüyle ilgili çalıntı yargısı yalnızca sanatçıyı değil, bu yargıda bulunanı
da ilgilendirir ve bağlar. Zira yargıda bulunan da, varsa kendi açmazlarını
yargısına taşıyıverir. Sanatçının üretme konusunda sorumlu olduğu değerler,
yargıda bulunan için de geçerlidir. Yanlış yargı, yargıda bulunanın bilgisel
yetmezliğini, ruhsal durumunu ve etik anlayışını olumsuzlaştırır. Hatta ilgili
alanda üretim yapıyorsa becerisi ile ilgili yetersizliğini gündeme getirmeye yol
açabilir.

Her alanda olduğu gibi şiir alanında da çalma suçlamaları, tartışmaları


gündemdedir her zaman. Elden geldiğince söz konusu göreli ilkliğe
(orijinalliğe), çalıntı konusuna ölçütler getirilse, hatta bu ölçütler üzerinde
uzlaşılsa bile yargılamalar, iddialar bitmeyecektir. Eğer bir doğrunun
anlaşılmasıyla yanlışlar bitirilebilseydi, insanların öznelliği belirli alanlarda
kalırdı, insanlar bilimsel gerçekliklere karşın yağmur duasına çıkmazdı.

Çalıntı konusunda nasıl karar vermeli?


Şiir söz konusu olduğunda her şeyden önce onun bir dil malzemesi içinde, dil
malzemesiyle işlediğini unutmamak gerekir. Dolayısıyla şiir de zorunlu olarak
sesbilgisi, sesbilim, biçimbilgisi, sözdizim, anlam bilgisi, edim bilgisi
alanlarıyla bağlantılıdır, bunların farklı bir bileşimidir. Şiir bu alanları içeren
yeni bir dil, bunların farklı bir kullanımı olduğuna göre şiiri; hem bu alanların
içinde, hem de dışında (genel kullanımdan farklılaşmalarda) aramak gerekir.
Nesnel bir değerlendirme söz konusu olduğunda, şairin, elindeki dil
malzemesini şiire dönüştürürken nasıl ve ne için biçimlendirdiğini sorgulamak
bir gerekliliktir. Yani şair, dil malzemesini seçme, yeniden birleştirme, yeniden
düzenleme işlemleriyle, gerektiğinde sözcük yaratımı, gerektiğinde imge
yaratımıyla şair olurken, eleştirenin, yargılayanın kullandığı işlemler;
karşılaştırma ve değerlendirmedir. Değerlendirmede çalıntıya karar verebilmek
için günlük dil kullanımlarının dışına çıkmak, bir şiirde o şiiri şiir yapan şeyi
bulmak, onun şiirliğinin neden ibaret olduğunu anlamak gerekir. Bu bağlamda
şunu söylemeden edemeyeceğim. Ahmet Paşa’nın İranlı şairlerden yaptığı
çevirilerin altına kendi adını yazdığı ileri sürülmüştür. Bu konuyu şunun için
açıyorum: kaynak şiir ile çeviri şiirin koptuğu noktayı görmek, böyle bir
noktanın var olabileceğini düşünmek çok önemlidir. Çevirmen, farklı
noktalardan ayni olmasına karşın yaratıcı, şiirsel katkısını hissettiği noktada,
eğer isterse ürettiğinin artık çeviri değil kendi şiiri olduğunu ileri sürebilir.
Yine de her yaratıcı çeviri, çevirmen tarafından benimsenmelidir demek
istemediğimi belirtmeliyim. Söz konusu ettiğim aynilikten kopuş noktasıdır.
Kopuşun sınırından söz ediyorum. Bu bağlamda kopma; dilsel, şiirsel
eşdeğerliliklerin aşılması demektir.

Çalıntı yargısı konusunda, değerlendiricinin kendini gösterme ve birini,


birilerini aşağılama saplantısı içine girmemiş olması asıldır. Başka bir yanıltıcı,
benzerlik bulma, görme oyunudur. Benzerlik bulma takıntısıdır. İyi bir şiir
okurunun, benzerliğin nerede olduğuna ve bu benzerliğin şiirin şiir olmasına
etkisine bakması gerekir.

Bir uygulama: çalıntı sorgulaması ya da iki şiiri değerlendirmek:


Ahmet Ada’nın “kış için prelüdler III” şiirinin, Gonca Özmen’in “Ardından”
şiirinden çalıntı olduğu iddiası nedeniyle bu iki şiiri karşılaştırmak istiyorum.

ARDINDAN

Gökyüzü devam ediyor


Bunu omuzlarından anlıyorum

Sen dağınıklık diyorsun


Ben dalgınlık diyorum ona

Sen nehirleri seviyorsun delice


Ben bir derenin yıkıklığını
Sen başıboşluğunu insanın
Öteki berikiyi ben
Kapı ardına bırakılanı

Sen denize giriyorsun


Ben kıskanıyorum tüm suları
Tüm suları topluyorum ayaklarının dibinde

Ayaklarının dibinde sonsuzu arıyorum

Uzak devam ediyor


Bunu omuzlarından anlıyorum

Kim kimin ardından su döküyor şimdi


Ben suyun yarasına bakıyorum

Gonca Özmen, Belki Sessiz, 2008

Bu şiirde “devam etme, sonsuzluk” ile gösterge olarak anılmamış (in absentia)
bir tükenme, ölüm karşıtlığı vardır. Buna koşut olarak “Ben” ile “sen” ikilisi
işletilmiş. Ve bu “ben / sen” ikilisi özne dolayımında yinelenen bir sözdizim
olarak sunulmuş. Ne var ki şair bu şiirdeki öznelerin içine gereksiz olarak
“öteki beriki”yi sıkıştırmış. Başka bir ikili çıkarmış karşımıza. Başka bir
kavramsal ikili de “dağınıklık/dalgınlık”. Bu da çok yapay, sesel yakınlığı
gözeten bir kullanım olarak, şiirsel anlamın dışında kalıyor. Bir dış (şeylerle
ilgili) gösterge olan “dağınıklık”, ruhsal olarak “dalgınlık”ı işaret etmez mi?
Elbette eder. İkisi arasında bir bağlantı da vardır. Ancak bu bağlantı, şairin,
şiirinde temel aldığı ölüm ve ölümsüzlük karşıtlığına koşutluk içinde değil.
Ölümü aşma çabası olarak değerlendirilebilecek aşk ve karşısında aşksızlıkla
da bir bağlantısı yok, kullanıldığı yer dikkate alınırsa. Şiiri kesin ikili
karşıtlıklar olarak mı okuyorum? Hayır. Sadece şiir tarlasında bitmiş zararlılara
işaret etmek istiyorum. Zararlı olanı ve olmayanı gösterebilmek için bir de şu
karşıtlığa değinmem gerek: Su olan ve olmayan. Elbette su olmayan şiirde
sözcükleşmemiş. Ancak suyun simgesel anlamı yaşam, aklımıza doğrudan
karşıtı olarak yaşam olmayanı, su olmayanı getiriyor. Tüm suları kıskanma,
tüm suları “sen”in ayaklarının dibinde toplama simgesel anlatımda anlamını
buluyor. Tüm suları kıskanma; (başka) yaşamı, (başka) yaşayanı, (başka) dişiyi
kıskanma olarak değerlendirilebilir. Böylece anaç, kendinden başkasını
kendinde simgeleyen, her yerde olan değil tek “ben”de olan bir anlayışa,
mülkiyetçi, bencil bir anlayışa gelebiliriz. Tüm suların “sen”in ayaklarında
toplanması “sen”i yaşatma, yüceltme, sonsuzluğa erdirme olarak
anlamlandırılabilir. Simgesel olarak tanrı, baba kavramlarına, ruhçözümsel
olarak baba (koruyucu) eksikliğine, gereksinimine kadar gidilebilir. İlk görünüş
olarak bu, sevgiliyi yaşatma arzusu içinde aşıklığın aşkın derecesinin
göstergesidir. Bu yanıyla hastalık derecesinde romantikliğini işaret eder
“ben”in. “Ben”in “sen”le çarpık ilişkisi “Sen nehirleri seviyorsun delice/Ben
bir derenin yıkıklığını” dizelerinde de görülüyor. “Sen”in gözü ve ilişkisi
nehirlerle, denizlerle. “Ben”se bir derenin yıkıklığına takılıp kalmış. Bu belki
de kendisinin dere oluşu, “sen”in gözlerinin onun dışında olması anlamına
geliyor. Derenin yıkıklığı ikili okunabilir, “sen”in ilgisizliğinden dolayı yıkık,
ya da daha önce yaşanmış olumsuz bir aşk deneyiminden, aşk kırgınlığından
dolayı yıkık.

“Bunu omuzlarından anlıyorum” dizesi, “Gökyüzü devam ediyor”, “Uzak


devam ediyor” dizelerinden sonra kullanılmış bir yineleme. Doğrusu şiiri
oluşturan yerlerden (topos) biri burası. Devam etme, sürme kavramı,
“gökyüzü” ve “uzak” kavramlarıyla hem aynileştirilmiş hem de
farklılaştırılmış. Ve bu anlatıma ilgisiz, uzak bir çağrışım gibi oturtulmuş
“sen”. Zira “Bunu omuzlarından anlıyorum” ifadesi içinde düzdeğişmeceli
(metonymic) bir kullanım söz konusu. Omuz, bedenin, “sen”in yerine
kullanılmış. Gündelik dilden sapma, yalnızca düzdeğişmece aşamasında
kalmıyor, zira yine retorik bir kullanımla sıradanlaştırılmış bir anlatıma da karşı
duruyor bu ifade. “Bunu gözlerinden anlıyorum” deyişine bir karşı duruş, bir
sapma fark edilmeli burada. Bu topos’ta yineleme, koşutlama, aynileştirme ve
ayni anda farklılaştırma, düzdeğişmeceleştirme, sıradan kullanımdan sapma
(karşı çıkma) şiirselliği yapan bileşenler toplamı olarak görülmeli. Bu şiirin
Olympos’u, Parnasse’ı burası. Özellikle bu karşı duruşun altını çizmek
istiyorum, zira, şiirde “sen”i elde tutmak için köleliğe, aşağılanmaya razı bir
“ben” var. Ama bu “ben”, anlatıcı, şair “ben” olarak başkaldırıcı, uyumsuz
yanını, zor fark edilir bir sapmayla ifade ediveriyor. Böylece bu niteliğini
anlatımın çeşitli düzeylerinde hem açık hem de gizli kılmış oluyor. Okurun
izlenim olarak, şiirsel güzellik (poetik) olarak algılayabileceği çok önemli bir
yer burası. Bu şiirsellik bu yerin, şiirsel noktanın (poetical topos) şiirdeki
uzantılarıyla, bağlantılarıyla şiir oluyor. Ancak şair ikide bir bu poetikliğe ters
düşecek söylemde sapma acemiliğini göstermekten alamıyor kendini. Bunu da
şiir adına yaptığını düşünüyor olmalı. Sanki gizleme ve açık etme noktasında
“sen”le girdiği çarpık ilişkiyi şiirsel ifadede de gerçekleştiriyor şair.

“Kim kimin ardından su döküyor şimdi


Ben suyun yarasına bakıyorum“

İşte bu son iki dize söylediğim şiir dışına çıkma örneği. Bu iki dize başka bir
şiir içinde çok işlevsel olabilirdi. Ama bu şiirde şiir dışında kalıyor, her ne
kadar kendi başına şiirsel bir anlatım gibi görünse de. Zira daha önce birinin
diğerinin ardından su dökmesi söz konusu değildi. Sonra ardından su dökme,
sevilenin çıktığı yolculukta esenlikte gitmesi, yolunun su gibi akması isteği
değil midir? Bir ayrılık, ama tam olarak istenmedik bir ayrılık değil. O ayrılığın
ardında yeniden kavuşma isteği yanı sıra o yolculuğun sonunda, hem yola
çıkanın, hem yola çıkma amacının “uğur”lanması söz konusu. Ama “Kim
kimin ardından su döküyor şimdi” dizesinde bir meydan okuma izlenimi
alıyorum. “Ben suyun yarasına bakıyorum” dizesi ise dereyle, suyla giderek
dişilikle buluşan, terk edilmiş bir “ben”e getiriyor bizi. Ki bu şiirdeki “ben”
kimliğine ve durumuna uygun bir söyleyiş. Şair, şiiri “ben suyun yarasına
bakıyorum şimdi” olarak “kim kimin ardından su döküyor” demeden
bitirmeliydi diyorum.

Toparlayarak söylersem şiirde şu dizeleri fazlalık olarak görüyorum. Şiire


zarar verdiğini düşünüyorum. Keşke onlar eksiltilmiş, ayıklanmış olsaydı.

“Sen başıboşluğunu insanın


Öteki berikiyi ben
Kapı ardına bırakılanı”

“Kim kimin ardından su döküyor şimdi”

Ve şu iki dizenin yerinin değiştirilmesini öneriyorum:


“Sen dağınıklık diyorsun
Ben dalgınlık diyorum ona”

Bu dizeler belki, ikinci “Bunu omuzlarından anlıyorum” dizesinden sonra


getirilebilir, “ona” sözbirimi çıkarılarak. Ki orada farklı bir anlam edinecektir
bu karşıtlık. “Sen”in oradan, olduğu yerden hoşnutsuzluğunu dağınıklığa
bağlaması karşısında “ben”in onun ruhsalını, gitmeye arzulu oluşunu, gitmeye
durduğunu anlatacak. Şiir bu düzeltmelerle düzenlenebileceği gibi crescendo ve
decrescendo ilişkisi içinde yeniden tasarlanabilir.

kış için prelüdler III

deniz kuşları uçuyor


onları seslerinden tanıyorum

sen kuşları yabanıl buluyorsun


ben daha yakın duruyorum onlara

sen denizi sevmiyorsun yeterince


ben dünyanın belleği diyorum ona
sen sokak kedilerini seviyorsun
ben yılkıya bırakılmış atı
karakış ortasında

sen denize bir sözdizimi gibi bakıyorsun


ben insanın derinliğini görüyorum onda

sen yalnızlığın dibinde duruyorsun


ben denizden dağılmış rüzgarda

kuşlar devam ediyor uçmaya


bunu gökyüzünün hışırtısından anlıyorum

denizin kıyısında gölgemi arıyorum

Ahmet Ada, Şiiri Özlüyorum, Ağustos-Eylül 2009, 32.sayı

Ahmet Ada şiirinde de “ben” ve “sen” karşıtlığı kuruluyor. Şiirin aksı,


omurgası burası. Ancak ben’in eylemlerine bakıyorum: “tanıyorum, yakın
duruyorum, diyorum, görüyorum, anlıyorum, arıyorum”. Yani “ben” ve “sen”
ikilisi eylem-edim düzleminde bir sıralamayla sunulmuş. Burada bir halk
şiirindeki ‘dedim dedi’ sözdizimine benzer “ben / sen” temelinde kurulu bir
sözdizimden söz edilebilir. Zira başlangıç ve bitiş bölümleri dışında her öbek
“ben / sen” karşıtlığına dayandırılmış. Bu, şiirin otomatikleştirilmesi olarak
görünmektedir.

*Ben ve sen ikilisi arasındaki karşıtlıklar da şöyle: “ben” kuşlara yakın, “sen”
ise kuşlara “yabanıl”. Burada bir ayraç açıp “yabanıl” sözcüğünü deşelemek
istiyorum. Yabanıl sözcüğü için, doğal ortamda yetişen bitkiler, insan eli
değmemiş doğa, evcil olmayan hayvanlar için bir kullanım söz konusu. Bu
kullanım çerçevesinde “sen”in hayvanlara, kuşlara daha yakın durması
gerekmez mi? Ahmet Ada bu sözcüğü “yabancı” anlamında kullanmış olmalı.
Her ne kadar köken olarak aynilik gösterse de kullanım alanları farklı iki
sözcük bunlar. Yabanıl sözcüğü burada doğru bir seçim değil. Elbette şairlerin
sözcükleri farklı anlamlarda kullanma hakları var ama yanlış kullanma hakları
yok.

*İkinci “ben / sen” yinelemesiyle denize ilgi ve değerlendirme farklılığı


gündeme geliyor. “Sen” denizi değerlendirmekten uzak. Burada bir benzetme
devreye giriyor: deniz = dünyanın belleği.
*Üçüncü yinelemede “sen” evcilden yana “ben”se yabanıl. Sokak kedisi evcil
midir? Evet benimsenmemiş ama evcildir. Sokak kedisini sevme de bir
benimseme, yakınlaşmadır. Bu noktada baştaki “sen”in yabanıl(?)lığını
hatırlarsak, şairin bu ikiliyi ifade etmedeki başarısızlığından söz edebiliriz:
çelişik, netleşmemiş bir değerlendirmenin ifadesi. “Ben”in yılkıya bırakılmış
atı sevmesi ile “sen”in sokak kedisini sevmesi arasında özde bir karşıtlık
yoktur, hatta aksine bir aynileşme vardır. İkisi de terk edilmişi,
benimsenmemişi sevmektedir.

*Dördüncü yinelemede yeniden deniz konusunu buluyoruz. “Ben” ve “sen”in


deniz konusundaki farklılığı işlenmiş. Anlatım açısından gereksiz bir yineleme
bu. Bilmişlik kokan, yerini bulmayan bir anlatım: “denize sözdizim gibi
bakmak”. “Ben”, denizde insan derinliği görüyor. Böylece sözdizim ile anlam
arasındaki farka gelinebilir belki. Ancak bu benzetmedeki açmaz şurada:
sözdizim ile anlam birbirine karşıt değil, tamamlayıcıdır. Elbette derinliğin
kullanılmasıyla “sen”in yüzeysellikle suçlanması da devrededir. Bu da şairin
başka açmazıdır. Şair, megaloman yanını şiirde dile getirmektedir. Oysa gerçek
şairler bu yanlarını göstermeyi şiir dışındaki söylemlerine bırakırlar.

*Beşinci yinelemede “sen”, yalnızlığın dibinde yani, yalnızlığın en uç


noktasında durmaktadır, “ben” ise rüzgardadır, her an hareket etmeye hazır.
Kendine güvenli, özgür. Yalnızlığın dibinde oluşu ayni zamanda kuyu dibi,
zindan dibi gibi ifadeler doğrultusunda kapalı bir yerin, şeyin zemini olarak
değerlendirilirse, bunun tutsaklık olduğu söylenebilir. Rüzgarının denizden
dağılması deniz temasını izlekleştiriyor (burada tema ve izlek kavramlarını
farklı anlamlarda kullandığımın altını çizmeliyim).

Şimdi şiirin başını ve sonunu anlamlandırmak ve şiirsellik açısından


değerlendirmek kalıyor geriye.

“deniz kuşları uçuyor / onları seslerinden tanıyorum”

“kuşlar devam ediyor uçmaya / bunu gökyüzünün hışırtısından anlıyorum”

“denizin kıyısında gölgemi arıyorum”

Önce bu ifadelerdeki ‘tanıyorum, anlıyorum ve arıyorum’ yüklemlerini


değerlendirmek istiyorum. Tanımak ve anlamak ayni anlamda iki kullanım.
Öyle ya, birinde sesten tanıyor, diğerinde hışırtıdan. Hışırtı sesten farklı bir şey
olmadığına göre iki anlatımda da ‘tanıyorum’ diyebilirdi, ya da ‘anlıyorum’.
Anlam olarak hiçbir şey değişmezdi, değişmiyor. Sadece bir sözcük çeşitliliği
söz konusu. Asıl çelişki ‘tanıma ve anlama’ ile ‘arama’ arasında kuruluyor.
Doğadakini, doğalı yani kuşları seslerinden, gökyüzünün hışırtısından
tanıyabilen “ben” kendini tanımaktan aciz olduğunu ifade ediyor. Gölgesini
arıyor. Dikkatle bakılırsa Ahmet Ada, şiiri bu çelişkide yakalıyor. Anlama
noktasında megaloman yanını işleten “ben”, sonunda kendinde takınaklaşan
‘deniz’in kıyısına vardığında yalnızlığını duyumsuyor, yalnızlığın dibine tutsak
ettiği, at ve kedi karşılaştırmasıyla küçümsediği, anlamaktan uzak yüzeysel bir
varlık, gölge gibi gördüğü “sen”i aramaya koyuluyor, gökyüzündeki kuşlara,
yılkıya bırakılmış da olsa özgürlük demek olan atlara öykünmekten, rüzgarın
kanatlarında olma hayalinden vazgeçiyor. “Sen”sizliğin eksiklik olduğunu
kavrıyor.

Şiirin adını es geçtiğimi düşünenler için bir not: Doğrusu şiir denizle ilgili bir
adı hak ediyor ama, yalnızlığın duyumsanmasının kış ile bağlantılandırılması,
insan zafiyetini ifade bakımından uygun bir adlandırmadır.

Sonuç:
Bu iki şiirde çalıntı nerde diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Benzerliği
ancak “ben” ve “sen” omurgasında görüyoruz. Bundan başka bir şey
bulamıyoruz. Bu da sözdizimsel bir özellik. Şiir olmaya katkısı biçimsel. Ve bu
sözdizimsel kullanım Gonca Özmen tarafından yaratılmış bir ilklik (orijinallik)
değildir. Kimse böyle bir iddiada bulunamaz. Çalıntı olduğu savıyla ortaya
atılanlar bile. Sonuçta İki şairin ele aldıkları konular farklı, anlatım biçimleri
farklı, hatta sözdizimleri farklı. Şiiri oluşturdukları yer, şiirsel noktaları
(poetical topos) farklı. Bu iki şiir yalnızca “ben sen” eksininde çakışmakta
olduğuna göre, bir çalıntı olgusundan asla söz edilemez. Böyle bir şeyi
gündeme getirmek değerlendiricinin kusurudur, sorunudur. Kısaca gülünç bir
savdır.

You might also like