Professional Documents
Culture Documents
Mustafa Durak
Giriş:
Orijinallik ve taklit, hatta çalma kavramları; sanat alanlarının, sanatçının
giderek sanat alımlayıcılarının, incelemecilerinin sorunlarından biridir. Bu,
çalma üzerine ilk yazı olmayacak, son yazı da olmayacak. Bu konuda pek çok
değerli inceleme yazıldı. Konuyu kavram ve tarihsel örnekler olarak toparlayan
Kubilay Aktulum’un “Yazınsal Aşırma” adlı kapsamlı çalışması ve
Metinlerarası kavramı üzerine kitapları özellikle anılmalıdır. Ben bu yazıda
konunun kapsamına, sorunun nerede aranması gerektiğine, ölçütlere dikkat
çektikten sonra, son günlerde çalıntı suçlamasına maruz kalan bir şairin, çalıntı
olduğu ileri sürülen şiiri ile çaldığı söylenen kaynak şiiri çözümlemeye, ve
iddiayı değerlendirmeye çalışacağım.
Yaratım ve metinlerarasılık:
Sanat yapıtının yaratı(m) olduğu, bu yüzden de biricik olması gerektiği
savlanır. Doğrusu bu, evrene metafizik bakışın bir yansımasıdır. Dinin,
sanatçılara bakışı, tarihin kimi dönemlerinde çok sert olmuştur. Tanrının
resimde (ikonada) temsil edilemeyeceği düşüncesiyle ve/ya resim yapmanın
tanrıya ortak çıkmak, tanrılık savında olmak sanısıyla ikonalar kırılmış, ikona
ve ikona karşıtlığında (ikona kırıcılığı olarak bilinen olaylarda) çıkan
çatışmalar pek çok cana malolmuş, figürlerin resmedilmesi yasaklanmıştır. Bu,
bir temsil (representation) sorununun dinsel cephesidir. Elbette bir de metafizik
bir yaklaşım sonucu hristiyanlıkta ortaya atılan yoktan var etme (ex nihilo)
konusu vardır. Bu, göreli, ve de inançla ilgili bir sorundur. Yaratma, yaratıcılık
kavramları bu dinsel bakışın sanata yansıtılmasından başka bir şey değildir.
Yalnızca sanat yapıtı değil, yalnızca insan yapımı şeyler de değil, doğadaki
hiçbir şey; -eğer yaratma kavramıyla yoktan var etmeyi anlıyorsak, yoktan var
olmaz ve kendilik içinde tek olarak doğada var kalamaz. Bu, varlığın birbirine
karışması gerçekliğiyle ilgilidir. Sanat yapıtı da varlığın bu iki ilkesine uyar.
Sanat yapıtının arka planında dil gibi hazır bulunan, edinilen varlık bilgisi ve
sanat bilgisi söz konusudur. Sanatçının ürününde fark edilen, farklı olması
beklenen, bu bilgilere kattığı kendi bakışı, kendi bireştirme becerisidir. Sanat
yapıtı yoktan var olamadığı için ilk oluşu (orijinalliği), görelidir. Sanat
yapıtında ancak göreli bir ilklik söz konusudur. Bu ilkliği görebilmek, o sanat
alanı, sanat ürünleri konusunda belirli bir alımlama deneyimini ve de bilimsel
ya da kendiliğinden karşılaştırma deneyimini gerektirir. Bu, farkın fark
edilmesi sorunudur. Fark, bazı durumlarda hemen fark edilir, bazı durumlarda
ise uzmanlık gerektirir.
Sözel bir sanat yapıtı, yalnızca genel dil konusunda değil, sanat dili konusunda
da pek çok gizli kişiye borçlu doğar. Sanat yapıtı, her ne kadar ilklik özellikleri
içerebilse de birlikte olmadır (co-présence). Sanat yapıtının alımlayana çarpıcı
gelen ilkliği, onun borçlu olduğu kişilerin görün(e)mezliğinden kaynaklanır.
Yenilik, yaratıcılık dediğimiz şey küçük farklılıklarla vardır genelde.
Bu genel ilkesel girişten sonra sanatın birlikte olma ve gibi olma, -den olma
sorunlarına gelebiliriz. Birlikte olma sorunları postmodern dönemin bir terimi
olan metinler arasılık (intertextuality) kapsamı içinde ele alınabilir. Bu kavram
altında; alıntı yapma, gönderme, kinaye, esinlenme, çalma (intihal, plagiat)
sıralanabilir. Elbette alanına göre devşirmeden, öykünmeden (pastiche),
yansılamadan (parodie), yeniden yazımdan (réecriture), yeniden üretimden
(reproduction) de söz edilebilir.
Çalıntı:
Sanatçı; acımasız, yıkıcı darbeyi, yapıtıyla ilgili çalıntı yargısıyla alır. Çalıntı,
yalnızca sanatın değil, zanaatın da, bilimin de sorunudur. Bu konu bilgisel ve
becerisel yeterlikle ilgili ruhsal, bilgisel, etik bir konudur. Ancak bir sanatçının
bir ürünüyle ilgili çalıntı yargısı yalnızca sanatçıyı değil, bu yargıda bulunanı
da ilgilendirir ve bağlar. Zira yargıda bulunan da, varsa kendi açmazlarını
yargısına taşıyıverir. Sanatçının üretme konusunda sorumlu olduğu değerler,
yargıda bulunan için de geçerlidir. Yanlış yargı, yargıda bulunanın bilgisel
yetmezliğini, ruhsal durumunu ve etik anlayışını olumsuzlaştırır. Hatta ilgili
alanda üretim yapıyorsa becerisi ile ilgili yetersizliğini gündeme getirmeye yol
açabilir.
ARDINDAN
Bu şiirde “devam etme, sonsuzluk” ile gösterge olarak anılmamış (in absentia)
bir tükenme, ölüm karşıtlığı vardır. Buna koşut olarak “Ben” ile “sen” ikilisi
işletilmiş. Ve bu “ben / sen” ikilisi özne dolayımında yinelenen bir sözdizim
olarak sunulmuş. Ne var ki şair bu şiirdeki öznelerin içine gereksiz olarak
“öteki beriki”yi sıkıştırmış. Başka bir ikili çıkarmış karşımıza. Başka bir
kavramsal ikili de “dağınıklık/dalgınlık”. Bu da çok yapay, sesel yakınlığı
gözeten bir kullanım olarak, şiirsel anlamın dışında kalıyor. Bir dış (şeylerle
ilgili) gösterge olan “dağınıklık”, ruhsal olarak “dalgınlık”ı işaret etmez mi?
Elbette eder. İkisi arasında bir bağlantı da vardır. Ancak bu bağlantı, şairin,
şiirinde temel aldığı ölüm ve ölümsüzlük karşıtlığına koşutluk içinde değil.
Ölümü aşma çabası olarak değerlendirilebilecek aşk ve karşısında aşksızlıkla
da bir bağlantısı yok, kullanıldığı yer dikkate alınırsa. Şiiri kesin ikili
karşıtlıklar olarak mı okuyorum? Hayır. Sadece şiir tarlasında bitmiş zararlılara
işaret etmek istiyorum. Zararlı olanı ve olmayanı gösterebilmek için bir de şu
karşıtlığa değinmem gerek: Su olan ve olmayan. Elbette su olmayan şiirde
sözcükleşmemiş. Ancak suyun simgesel anlamı yaşam, aklımıza doğrudan
karşıtı olarak yaşam olmayanı, su olmayanı getiriyor. Tüm suları kıskanma,
tüm suları “sen”in ayaklarının dibinde toplama simgesel anlatımda anlamını
buluyor. Tüm suları kıskanma; (başka) yaşamı, (başka) yaşayanı, (başka) dişiyi
kıskanma olarak değerlendirilebilir. Böylece anaç, kendinden başkasını
kendinde simgeleyen, her yerde olan değil tek “ben”de olan bir anlayışa,
mülkiyetçi, bencil bir anlayışa gelebiliriz. Tüm suların “sen”in ayaklarında
toplanması “sen”i yaşatma, yüceltme, sonsuzluğa erdirme olarak
anlamlandırılabilir. Simgesel olarak tanrı, baba kavramlarına, ruhçözümsel
olarak baba (koruyucu) eksikliğine, gereksinimine kadar gidilebilir. İlk görünüş
olarak bu, sevgiliyi yaşatma arzusu içinde aşıklığın aşkın derecesinin
göstergesidir. Bu yanıyla hastalık derecesinde romantikliğini işaret eder
“ben”in. “Ben”in “sen”le çarpık ilişkisi “Sen nehirleri seviyorsun delice/Ben
bir derenin yıkıklığını” dizelerinde de görülüyor. “Sen”in gözü ve ilişkisi
nehirlerle, denizlerle. “Ben”se bir derenin yıkıklığına takılıp kalmış. Bu belki
de kendisinin dere oluşu, “sen”in gözlerinin onun dışında olması anlamına
geliyor. Derenin yıkıklığı ikili okunabilir, “sen”in ilgisizliğinden dolayı yıkık,
ya da daha önce yaşanmış olumsuz bir aşk deneyiminden, aşk kırgınlığından
dolayı yıkık.
İşte bu son iki dize söylediğim şiir dışına çıkma örneği. Bu iki dize başka bir
şiir içinde çok işlevsel olabilirdi. Ama bu şiirde şiir dışında kalıyor, her ne
kadar kendi başına şiirsel bir anlatım gibi görünse de. Zira daha önce birinin
diğerinin ardından su dökmesi söz konusu değildi. Sonra ardından su dökme,
sevilenin çıktığı yolculukta esenlikte gitmesi, yolunun su gibi akması isteği
değil midir? Bir ayrılık, ama tam olarak istenmedik bir ayrılık değil. O ayrılığın
ardında yeniden kavuşma isteği yanı sıra o yolculuğun sonunda, hem yola
çıkanın, hem yola çıkma amacının “uğur”lanması söz konusu. Ama “Kim
kimin ardından su döküyor şimdi” dizesinde bir meydan okuma izlenimi
alıyorum. “Ben suyun yarasına bakıyorum” dizesi ise dereyle, suyla giderek
dişilikle buluşan, terk edilmiş bir “ben”e getiriyor bizi. Ki bu şiirdeki “ben”
kimliğine ve durumuna uygun bir söyleyiş. Şair, şiiri “ben suyun yarasına
bakıyorum şimdi” olarak “kim kimin ardından su döküyor” demeden
bitirmeliydi diyorum.
*Ben ve sen ikilisi arasındaki karşıtlıklar da şöyle: “ben” kuşlara yakın, “sen”
ise kuşlara “yabanıl”. Burada bir ayraç açıp “yabanıl” sözcüğünü deşelemek
istiyorum. Yabanıl sözcüğü için, doğal ortamda yetişen bitkiler, insan eli
değmemiş doğa, evcil olmayan hayvanlar için bir kullanım söz konusu. Bu
kullanım çerçevesinde “sen”in hayvanlara, kuşlara daha yakın durması
gerekmez mi? Ahmet Ada bu sözcüğü “yabancı” anlamında kullanmış olmalı.
Her ne kadar köken olarak aynilik gösterse de kullanım alanları farklı iki
sözcük bunlar. Yabanıl sözcüğü burada doğru bir seçim değil. Elbette şairlerin
sözcükleri farklı anlamlarda kullanma hakları var ama yanlış kullanma hakları
yok.
Şiirin adını es geçtiğimi düşünenler için bir not: Doğrusu şiir denizle ilgili bir
adı hak ediyor ama, yalnızlığın duyumsanmasının kış ile bağlantılandırılması,
insan zafiyetini ifade bakımından uygun bir adlandırmadır.
Sonuç:
Bu iki şiirde çalıntı nerde diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Benzerliği
ancak “ben” ve “sen” omurgasında görüyoruz. Bundan başka bir şey
bulamıyoruz. Bu da sözdizimsel bir özellik. Şiir olmaya katkısı biçimsel. Ve bu
sözdizimsel kullanım Gonca Özmen tarafından yaratılmış bir ilklik (orijinallik)
değildir. Kimse böyle bir iddiada bulunamaz. Çalıntı olduğu savıyla ortaya
atılanlar bile. Sonuçta İki şairin ele aldıkları konular farklı, anlatım biçimleri
farklı, hatta sözdizimleri farklı. Şiiri oluşturdukları yer, şiirsel noktaları
(poetical topos) farklı. Bu iki şiir yalnızca “ben sen” eksininde çakışmakta
olduğuna göre, bir çalıntı olgusundan asla söz edilemez. Böyle bir şeyi
gündeme getirmek değerlendiricinin kusurudur, sorunudur. Kısaca gülünç bir
savdır.