You are on page 1of 7

Evrimci Ahlak Olabilir mi?

*
TİMUÇİN BİNDER

Bilimin ahlak, felsefe ve din gibi, daha çok insan davranışıyla, insan doğasıyla ilgili olduğu
düşünülen konulara el atmasından, bunlarla ilgili görüş bildirmesinden genelde rahatsız
oluyoruz, hatta öfkeleniyoruz. Böyle durumlarda, Nuray Mert’in deyişiyle, “pozitivist,
bilim budalalığına” işaret etmeye başlıyoruz. Fizik, kimya gibi alanların aksine doğrudan
insan doğasıyla ilgili iddialarda bulunan evrim teorisiyse, bilim budalalığı kategorisinde
başköşeyi işgal ediyor diyebiliriz. “Yapması gerekenden” en ufak bir sapma, evrim
kuramının süratle çok ağır ithamlarla karşı karşıya kalmasına yol açabiliyor. Örneğin
bundan bir süre önce Avrupa Konseyi’nin evrimle eğitimi ve hatta demokrasiyi
ilişkilendiren, demokrasinin işleyebilmesi için evrimin sınıflarda anlatılmasını şart koşan
açıklamalarına benzer yaklaşımlar, bir anda büyük bir gürültü kopmasına neden olabiliyor.
Ama bir şekilde bu gürültünün neden olduğu toz bulutunun ardına bakıldığında, bu tür
ithamlarda bulunanların her şeyden önce evrim kuramıyla ilgili çok az şey bildikleri
görülüyor. Ama daha da önemlisi, insan faaliyetlerini bu bilim, şu felsefe vb şeklinde
parçalara ayırmayı sağlayacak aşkın veya nesnel ya da daha farklı şekilde
adlandırılabilecek bir bakış açısının olmaması ama buna rağmen bu tür büyük iddiaların
yapılmaya devam edilmesi.
Örneğin Nuray Mert iki yıl önce Radikal gazetesinde Avrupa Konseyi’nin bu
kararıyla ilgili çıkan habere yazdığı eleştiride şöyle diyor:

“Bilim, mevcut fizik ve biyolojik dünyanın keşfi, bu keşiften hareketle, fizik dünyada
insan konforu lehine icatlar ve biyolojik dünyada insan sağlığına yönelik gelişmelerin
temelini oluşturur. Varoluşla ilgili soruların cevabını vermez, veremez. Bu, felsefe, yani
spekülasyonun alanıdır. Bu alanda fikir yürütülür, hiçbir şey ispat edilmez, doğrulanıp,
çürütülemez. (…)”

“Hele, insan hakları ve demokrasi gibi konuların, evrim teorisiyle hiçbir alakası yoktur.
Modern tarihte evrim teorisiyle, toplumsal ve siyasal konuların örtüştürülmeye çalışıldığı
anda, sosyal Darwinizm anlayışı gibi, faşizme arka plan oluşturan bir facia yaşanmıştır.
Toplumsal ve siyasal alanda, doğa kanunlarını temel aldığınızda, cinayeti bile
haklılaştırabilirsiniz. Nitekim soykırım, insan türünün kalitesini artırmak için tedbir alma
(öjenik), gibi savrulmalar bu yaklaşımın sonucudur.” (Radikal, 9 Ekim 2007, Bilim
Budalalığı)

*
Bu yazı Virgül dergisinin Eylül 2009 sayısında yayınlanmıştır (s.70).

1
Biraz daha farklı bir şekilde olsa da, evrimcilerin de bu fikre katıldıkları söylenebilir.
Mert’in yazısına cevap veren Mustafa Arslantunalı’ya göre, “Kesintili denge” kuramıyla
Darwinci evrim kuramına yeni bir paradigma getiren (“sadece bir paradigma”) ünlü
paleontolog Stephen Jay Gould, din ile bilimi “birbirleriyle örtüşmeyen hükümranlıklar”
olarak tanımlamıştı. Birincisi inançlarla, öteki olgularla ilgilenir, dolayısıyla kendi sınırları
içinde kaldıkça arada bir çelişki olması gerekmez. Makul bir anlaşma önerisi gibi
görünüyor: Ben senin alanına bulaşmayayım, sen de benimkine. (…)Yaratılışçılık, bu
anlaşmanın bozulmasıdır işte, inancın bilim kisvesine büründürülmesidir, yoksa birtakım
insanların dünyanın 10.000 yıl önce yaratıldığına, türlerin değişmediğine inanıp
inanmamaları meselesi değil. Yani Mert’in sandığı gibi, “yaratılışa inanmak, insan haklarına
ve demokrasiyle ters düşer” diyen yok, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin
kararında, yaratılışa ilişkin inançların bilimmiş gibi yutturulmasına, bir tür bilimsel
sahtekârlığa karşı çıkılıyor.” (13 Ekim 2007, Bianet, Nuray Mert’in Bildiği Yanıldığına
Yetmiyor)
Bilimle dinin bu şekilde kesin çizgilerle birbirinden ayrılabileceği görüşü hangi
kesimden gelirse gelsin, sonuçta bir görüş ve bu yüzden tam tersini söylemek de mümkün.
Bilim, ne kadar uğraşırsa uğraşsın kendi sınırları içinde kalabilir mi? Arslantunalı’nın
aktardıklarına farklı bir açıdan bakarak, sınırları içinde duramayanın bilim olduğu, dinin
sadece kendi alanını korumaya çalıştığı söylenemez mi? Ama tabii burada en önemli soru,
sınırların içinde kalmanın ne anlama geldiği ve bunun ne kadar mümkün olduğu,
olabileceği?
Her ne kadar Gould din ile bilimi “birbirleriyle örtüşmeyen hükümranlıklar” olarak
tanımlamışsa da, hem Avrupa Parlamentosu’nun tutumu hem de Gould da dâhil olmak
üzere bu konuyla ilgili birçok uzmanın söyledikleri bu ikisi arasındaki ayrımı
netleştirmenin hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Çünkü bilim kendisini ne kadar
bazılarının istediği şekilde kontrol etmeye çalışırsa çalışsın, din, ahlak ve felsefe gibi
alanlara ait olduğu düşünülen konulara el atmaktadır. İnsan yaratılmamıştır ama bir
evrimin sonucunda ortaya çıkmıştır diyen evrim teorisinin dinle çatışma içine
girmeyeceğini düşünmek aşırı iyimserlikten başka bir şey değildir. Ortada aslında bir
anlaşma da yoktur. Bu konular öyle spekülasyonun alanına da girmemektedir ki,
spekülasyonun ne olduğunu söylemek de zordur; bugünün spekülasyonu yarının bilimi
olabilir. Bu arada daha da önemli nokta, insanı ve tüm evreni Tanrı yaratmıştır diyenlerin
hiç de spekülatif bir bilgiye inandıklarını düşünmemesidir; gayet kesin bir doğru ve
bundan kaynaklanan çeşitli ahlaki ve felsefi sistemler söz konusudur. Bu sistemlerin de,
insanların nasıl yaşaması, bu dünyayı ve içindeki canlıları nasıl görmesi gerektiğine dair,
yandaşlarına göre hiç de spekülatif olmayan direktifleri vardır. Diğer canlılar insanlar
için vardır veya insan doğayı kontrol etmelidir gibi fikirler sadece din, ahlak ve felsefe
gibi alanlara terk edilmeyecek kadar önemlidir. Sosyal Darvinizm’in yol açtığı zararları
görürken, kantarın topuzunu kaçıran dini ideolojilerin verdiği zararlara değinmemeyi
anlamak mümkün değildir. Sırf Sosyal Darvinizm’ yüzünden bilimin bu tür alanlara el
atmasına karşı çıkılacaksa, din, ahlak ve de felsefe çok daha kötü konumdadırlar; ama
daha da önemlisi, kimin neye el atabileceği neye göre ve nasıl belirlenecektir? Kimine
göre de dinlerin çok yanlış sonuçları olmuştur. Tanrı fikriyle Sosyal Darvinizm arasında

2
kategorik olarak çok büyük bir fark yoktur. O zaman dinlerin de bazı alanlardan
çekilmesini mi isteyeceğiz?
Darwin elbette yeni bir etik yaklaşım geliştirmek için yola çıkmamıştı. Teorisinin
insan hakları ve demokrasi gibi konularla ilişkilendirileceğini büyük ihtimalle
düşünmemişti; yine de epey gürültü koparacağının farkında olduğunu yazılarından
anlıyoruz. Nitekim evrim teorisi, insanlarla ve ayrıca da yaşamla ilgili bir şeyler söylüyor
olmasından dolayı herhangi bir bilimsel teoriden epey farklı bir yerdedir. Mevcut
kültürel kalıpların sorgulanmasına yol açan bir teoridir ve bu kalıplardan en önemlisi
yaratılış fikridir. Evet, Gould dinle bilimi birbirinden ayırmaya çalışmaktadır ama bunu
ilan ederken, bu birbirinden farklı iki hükümranlığın sık sık birbirleriyle çarpıştığını,
birbirlerinin alanlarına girdiğini ama aslında bazı soruların cevaplandırılabilmesi için her
ikisine de başvurulması gerektiğini de ileri sürmektedir. Örnek olarak, hem evrim
teorisinin ortaya çıkarttığı olguları hem de ahlaksal tartışmaları kapsayan iki soru
atmaktadır ortaya: Evrim teorisi bizi, ileri düzeyde bilinç düzeyi olan yegâne dünyevi
yaratıklar yaptığına göre, bu, diğer türlerle aramızdaki ilişkilerde ne tür
sorumluluklarımız olması gerektiğini söylemektedir? Diğer organizmalarla aramızdaki soy
bağları, insan yaşamının anlamı konusunda ne söylemektedir? (Gould, S.J.,
“Nonoverlapping Magisteria,” Natural History 106, Mart 1997: 16-22). Diğer yandan
Gould bunun, ahlaksal soruların cevaplarının doğada olduğu veya evrim teorisinin bu
doğrultuda kullanılacak veriler sunduğu anlamına gelmediğini de özellikle belirmektedir
(agy, “Nonmoral Nature”, 91, Şubat 1982: 19-26). Gould bu iki nokta arasındaki ayrımı,
onunla yapılan bir röportajda çok daha net bir şekilde ifade etmiştir: Bir kez daha
doğada herhangi bir ahlaksal mesaj olmadığını belirtmiş ama hemen ardından doğadan en
fazla dünyanın nasıl çalıştığına dair bilgi edinebileceğimizi ve bunun da ahlaksal
tartışmalara dâhil edilmesi gereken bir faktör olduğunu da eklemiştir. Gould’a göre,
Darwin’in yol açtığı devrim, bilimin sınırları içinde kalarak kim olduğumuz, ne olduğumuz
ve yaşamımızın ne anlama geldiği sorularını cevaplamaktadır. Yaşamımızın ahlaksal açıdan
ne anlama geldiğini, ahlaksal varlıklar olarak ne yapmamız gerektiğini söylemez. Sadece
bilimin kendi sınırları içinde ortaya attığı sorular açısından bakıldığında, Darwin bu
sorulara verdiğimiz yanıtları, bu doğrultuda ürettiğimiz fikirleri baştan yeniden
biçimlendirmiştir. Diğer yandan, bilimin tüm soruları cevaplayamayacağını, özellikle
ahlaksal reçeteler sunamayacağını belirtmekten de geri kalmamıştır. Neticede Gould da
aslında din ile bilim arasındaki ayrımı kesin bir şekilde koyamamaktadır. Belki böyle bir
ayrım da yoktur.
Bilim ve konumuz itibarıyla evrim teorisi, evrenin, dünyanın ve yaşamın nasıl
çalıştığını çözmeye çalışırken, bu konularla ilgili yeni veriler toplarken ve yeni kuramlar
geliştirirken, aynı zamanda birçok kişinin gözünden kaçan bir işlev de yerine
getirmektedir: Farklı bir bakış açısı sunarak mevcut kültürel şema ve modellerde
değişikliklere yol açmaktadır. Dolayısıyla, mevcut fiziksel ve biyolojik dünyanın keşfiyle
yetinmesi istenen bilim, haliyle bu keşiflere maruz kalan insanları farklı şekillerde
düşünmeye de itecektir. Yaratıcıya ihtiyaç duymayan ve hatta aksini iddia eden bir teori,
insanları diğer alanlarda da benzer şekilde düşünmeye zorlayacaktır. Bu da bilimin ister
istemez diğer alanlara girmesine yol açacaktır. Evreni bir yaratıcıya bağlı olarak
açıklamaya çalışan düşünceler karşısında, bilimin yaptığı keşifler sayesinde farklı şeyler
söylemeye başlayan insanlar belirecektir. Çünkü bu birileri içinde oldukları dünyayı artık

3
daha farklı şekillerde kurgulamaya başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında, din ile bilimin
alanları hiç de farklı değildir.
Tekrar Gould’a dönecek olursak, evrim teorisine yönelik tepkinin kaynağı teorinin
bilimsel içeriği değildir; çünkü söz konusu olan, kavraması gayet kolay basit bir teoridir.
Tepkilerin kaynağı ve evrim teorisinin kabul edilmesini zorlaştıran nokta, Darwin’in
mesajının radikal felsefi içeriğinin, henüz terk etmeye hazır olmadığımız bazı yerleşik
Batı tavırlarını sorgulaması (Gould, Ever Since Darwin: Reflections in Natural History,
12, Norton, 1977, 285s.), bunlara ilişkin farklı bir seçenek veya seçenekler sunmasıdır.
Darwin’in teorisinin özü, doğal seçilimi evrimin yaratıcı gücü olarak görmesidir. Sadece
Tanrı gibi doğaüstü güç kurgularını değil, aklı da devreden çıkartmaktadır. Çünkü Darwin
her şeyden önce evrimin bir amacı olmadığını ileri sürmektedir. Genlerin gelecek
nesillere aktarılmasını sağlayan bir süreç vardır. Eğer bu süreç sırasında herhangi bir
uyum ve düzen görüntüsü ortaya çıkıyorsa, bu tamamen bireylerin veya organizmaların
çıkarları için yaptıkları mücadelenin bir yan ürünüdür. Darwin’in ileri sürdüğü ikinci
noktaysa, evrimin bir yönü olmadığıdır; evrim sonunda daha karmaşık organizmalara yol
açmak zorunda değildir. Organizmalar bulundukları koşullara uyum sağlar; mükemmele
doğru bir gidiş yoktur. Bağırsaklarımızda yaşayan bakterilerle, son derece hoş bir
şekilde koşan gazeller aynı derecede mükemmeldir; her ikisi de koşullarına uyum
sağlamıştır. Teorinin üçüncü önemli noktası da, Darwin’in doğa yorumunun tutarlı bir
materyalizme dayanıyor olmasıdır. Var oluşun zemini maddi dünyadır; tanrı, ruh, akıl gibi
kurgular bu maddi dünyayı ifade etmek için geliştirilmiş araçlardır (agy, 12-13).
Dolayısıyla Darwinci devrimin felsefe alanına en önemli katkısı, her şeyden önce,
kendiliğindenlik, ya da alışıldık (ama aslında hatalı) şekliyle rastlantısallık düşüncesini
zihinlere sokmuş olmasıdır. Kendiliğindenlik rastlantısallıktan farklıdır. Evrim teorisi
elbette küçümsenmeyecek ölçüde rastlantısallık içerir ama bu, günlük yaşamda anlaşıldığı
şekliyle her şeyin olabileceği bir rastlantısallık değildir. Doğadaki çeşitliliğin, eğer
sadece mutasyonlardan ve bunların oranlarının topluluklar içindeki dağılımından
bahsediyorsak, rastlantısal olduğu söylenebilir. Ama bunların sonunda mevcut çeşitliliğin
içinde yer bulması ve bazı durumlarda da bu çeşitliliği değiştirmesi, hatta alt üst etmesi
rastlantısal değildir, bir sürecin sonucudur. Kendiliğindenlik bu sürecin türüdür; sürecin
bir planlayıcısının veya ardında bir aşkın neden veya tasarımcısının olmadığına işaret
eder. Evrim kendiliğinden gerçekleşen bir süreçtir. Darwin devriminin yol açtığı en önemli
değişiklik, bu kendiliğindenlik düşüncesini bir seçenek olarak insan yaşamına, insan
düşüncesine sokmuş olmasıdır. Darwin yaratıcılığın karşısına rastlantıyı değil,
kendiliğindenliği koymuştur.
İkinci önemli katkısıysa, tüm yaşamın birbiriyle ilişkili olduğunu göstermiş
olmasıdır. Doğada bir hiyerarşinin olduğu fikri yeni değildir. Darwin’in doğal seçilim
fikriyle çevreci ahlak ve ekolojik teoloji arasındaki ilişkiyi ve bu alandaki tartışmaları
inceleyen L.H. Sideris’e göre, ortaçağ bakış açısı da doğayı ilişkisellik ve birbirine bağlılık
ilkeleri çevresinde kurgulamıştır. Bu doğa kurgusunda insan, Tanrı’nın en tepede olduğu
hiyerarşik bir yapıda ayrıcalıklı bir konumdadır. Her basamağın değerinin yukarıdan
aşağıya doğru azaldığı bu hiyerarşide, insanın yararlanması için yaratılmış hayvanlarsa
daha alt basamaklardadır (Environmental Ethics, Ecological Theology and Natural
Selection, s.68, Columbia University Press, 2003, 312s). Kökenini Aristo’ya kadar
götürebileceğimiz ve Thomas Aquinas’da son durumuna ulaşarak “scala naturae” adını

4
almış ve Türkçeye Büyük Varlık Zinciri olarak çevrilebilecek bu hiyerarşik yapı statiktir,
değişmez, bir yerden diğerine geçiş söz konusu değildir (G.E. Webb, Evolution
Controversy in America, s 1-2, University Press of Kentucky, 2002, 312s).
Darwinci bakış açısı insanı tahtından indirerek insan merkezci doğa tasarımına
ciddi bir darbe indirmiştir. Doğada bir ilişkisellik ve birbirine bağlılık vardır ama bu ne
ortaçağ görüşünün getirdiği şekliyle Tanrı’nın tasarladığı insan merkezli bir dünyadır, ne
de birçok modern ekolojik görüşün savunduğu gibi mükemmel uyuma dayanan dinamik,
büyük bir dünya topluluğudur. Darwin’in doğada yapısal bir ilişkisellik olduğunu gösterdiği
doğrudur; organizmalar birbirlerine “akraba”dır ve evrim süreci bir dengeye ya da bir
düzene de işaret etmektedir. Ama Darwin bu dengenin kaynaklar için mücadele etmeyi
içerdiğini söylemiş ve dolayısıyla uyumun, aynı zamanda birçok canlının ölümüne, yok
olmasına, yani acı ve çatışmaya dayandığını da eklemiştir. Darwinci görüşün bu bölümü
henüz hem ortaçağ hem de modern bakış açılarında bir değişikliğe yol açmamıştır.
Modern ekolojik tavırlar evrim teorisinin bu yanını görmemekte direnmektedir. Her ne
kadar Darwinci bakış açısı diğer canlılara yönelik araçsal bakış açısını tahtından indirmiş
ve dolayısıyla statülerinde bir yükselme sağlamışsa da (Sideris, 2), bu sefer de canlılara
verilen değerin kendisini, romantik kabul edilecek bir bakış açısıyla, evrim teorisinin
getirdikleriyle bağdaşmayan bir şekilde yüceltmiş ve var olmayan, bilimsel verilerin
desteklemediği bir doğa kurgusuna yol açmıştır. Oysa doğadaki denge, canlıların
yaşamları pahasına ortaya çıkan bir dengedir; sürekli çatışmanın sonucudur; dengeye
ulaşmış çatışmadır. Ama her şeye rağmen, Darwinci bakış açısı insanların yepyeni bir
ahlaki sorunla, yani diğer canlıların da yaşam hakkı olduğu, sadece insanlar için var
olmadıkları fikrinin yol açtığı yeni bir ahlaksal sorumlulukla tanışmasını sağlamıştır.
Bilimin neyle sınırlı kalması gerektiğiyle ilgili tartışmaya dönecek olursak,
Darwin’in evrim teorisi doğrudan canlılarla ilgili yeni bir ahlaksal yaklaşıma yol
açmamaktadır; ne teorinin verilerinden ne de ulaştığı sonuçlardan buraya varmak mümkün
değildir. Ama daha önce belirtildiği gibi, evrim teorisi ister istemez yeni yaklaşımlara,
ilkelere ve kültürel şemalara yol açmaktadır. Bu, insanın doğasına ilişkin bir tespittir;
bilim de bunun dışında değildir. Bilimle dinin kendilerine özgü alanlarla sınırlı kalmalarını
savunmak, bu ayrımı yapabilecek, buna göre davranacak, kendisini birbirinden bağımsız
parçalara ayıracak bir insanın varlığını kabul etmek anlamına gelmektedir ki, böyle bir
insan yoktur. Evrim teorisi, doğanın nasıl görülmesi gerektiğine, insanın evrendeki yerine,
diğer canlıların insana göre konum ve statülerine ve benzeri birçok konuya dair yeni
sorulara sebep olmuş ve yeni yaklaşımlar doğurmuştur. Bu arada evrim teorisinin
sonuçlarına aykırı “gerçekler” de icat edilmişse de, sonuçta tüm bunların ortaya çıkmasını
sağlayan evrim teorisinin böyle bir değişikliğe yol açmış olmasıdır. Bu elbette tek başına
evrim teorisinin başarısı değildir. Darwin’in teorisi kendi döneminde bu kadar önemli
olmamış ve hatta 1940’lara kadar neredeyse unutulmuştur. Eğer bir devrimden veya
radikal bir dönüşümden bahsedilecekse, bu tek başına Darwin’in teorisinin başardığı bir
şey değildir. Evrim teorisi, insanların yeni ahlaksal ve felsefi bakış açıları ve ilkeler
üretmek için başvurduğu bir kaynağa dönüşmüştür. Her insan faaliyetinin böyle bir
potansiyeli olduğunu da görmek gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, bilimi pozitivizm
veya herhangi bir “budalalıkla” suçlamak anlamsızdır.
Darwin’in evrim teorisinin getirdiği ve hâlâ tam anlamıyla benimsenmemiş üçüncü
önemli açılım da, bir sürece işaret etmesi, nesneci bakış yerine süreççi bakışı

5
özendirmesidir. Teorinin öne çıkarttığı canlılar arasındaki ilişkiselliğin yeterince
kavrandığı söylenebilirse de, aslında ilişkisellik hiç de yeni bir kavram değildir ve
kavranmış olan hâlâ ilişkiselliğin ortaçağ veya hatta modern versiyonlarıdır. Süreç
kavramıysa (en azından evrim teorisinin yeşerdiği kültürel dünyada) neredeyse hiç
gündemde değildir. Darwin’den yola çıkarak diğer canlılara ve dünyaya farklı bir şekilde
önem verilmesi gerektiğini ileri süren oluşumlar bile bu noktayı gözden kaçırmakta ve
sadece evrim sürecinin ürünleri, sonuçları, yani canlılar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu da
ister istemez önemli ahlaki çelişkilere yol açmaktadır. Örneğin diğer canlıların yaşam
hakkına saygı gösterilmesi, hem canlıların birbirlerini hem de insanların diğer canlıları
hayatta kalmak için avlaması ve dolayısıyla öldürmesi sorununu nasıl çözecektir? Ya da
insana ve bazı diğer canlılara zarar veren canlılarla ne tür ilişkiler kurulacaktır? Uyuma
dayanan topluluk veya doğa fikri, hayatta kalma mücadelesi fikriyle nasıl
bağdaştırılacaktır? Doğanın olması gereken ideal durumu nedir? Böyle bir durum
saptanabilir mi?
İnsanın müdahalesinin olmadığı koşullarda bile doğada israf ve “acı” vardır (agy,
11). Bu soruları canlı kavramını yüceleştirerek çözmek mümkün değildir. Teker teker
bireylere (organizmalara) baktığımızda içinde çıkılmaz bir sorunla karşılaşabiliriz. Doğal
seçilimin özüne yaklaşan ahlaksal bir duruş, ancak süreci bir bütün olarak anlamaya
çalıştığımızda, yani bir süreç görmeye başladığımızda geliştirilebilir. Bu duruş, daha önce
belirtildiği gibi, çok farklı yönlere gidebilir ve insanın diğer canlılar ve genelde doğayla
ilişkilerinde geliştirdiği mevcut duruşlara bakıldığında, bunların aslında Darwinci
paradigmadan uzak oldukları da söylenebilir. Ama sonuçta bu paradigmanın başlattığı bir
sürecin ürünüdürler. Muhtemelen bu düşünceler de Sosyal Darvinizmle aynı
kategoridedir; bilimsel verilerin yanlış şekillerde yorumlanmasına dayanmaktadırlar. Ama
Sosyal Darvinizm gayet tehlikeli sonuçlara gidebilirken, bunlar nispeten daha makul bir
yerdedir. En azından şu anda öyle oldukları gözükmektedir ama neticede bunun hiçbir
garantisi yoktur.
Toparlayacak olursam, bu yazı evrim teorisinin öyle düşünüldüğü gibi ahlaki veya
hem insan hem de yaşama dair spekülatif konularla ilgili hiçbir şey söyleyemeyeceğinin
savunulamayacağını göstermek için kaleme alındı. Evrim teorisi Darwin’in elinden çıkarken
bile bazı insanların arzuladığı kadar saf, yani bu tartışmalardan muaf değildi. İnsanlar
üzerine bir şeyler söyleyen (ki bu insanın kökeni gibi gayet ağır bir konudur) bir bilim
insanının, bu konunun içerdiği ahlaki soruları düşünmemiş, ortaya attığı yeni teorinin yol
açtığı zihinsel şemaların etkisinde kalmamış olması kabul edilemez. Yapılması gereken, din
ile bilimi birbirinden ayırmak değil, gerçeklerin veya verilerin tespitiyle, bu tespitlere
dair yapılan önermelerle, bu önermelerden yola çıkarak yeni hakikat sistemleri
düzenlenmesi faaliyetlerini, tekil doğrulardan, bunların yol açtığı kültürel şemalardan
yola çıkarak insana, yaşama, dünyaya dair yeni modellerin yaratılması çabalarını
birbirinden ayırmaktır. Böyle bakıldığında, bilim bir yanıyla da bir kaynaktır; ama aynı
zamanda farklı modellere yol açan, farklı hakikat veya doğruların düşünülmesini olanaklı
kılan bir bakış açısıdır. Dolayısıyla, bilimin bazı alanlardan uzak durmasını söylemek, belli
bir bakış açısının bazı alanlara girmemesi, bu alanlara bu şekilde bakılmaması gerektiğini
söylemekle eş anlamlıdır. Baştan bilimin her zaman doğru tespitlerde bulunduğu
tespitinden yola çıkarsak, elbette bazı alanlara girmesini sakıncalı bulacağızdır. Ama
bilim tarihi hiç de böyle bir izlenim vermemektedir. Bilim bugün yanlış kabul edilen bir

6
yığın fikir ya da yanlış doğru da üretmiştir. Üstelik bilimi insan konforuna ilişkin
araştırmalar yapmakla sınırlasak bile, bu sefer de konforu nasıl tanımladığımız gibi bir
sorun ortaya çıkmaktadır. Darwin’in evrim teorisi, nasıl düşünürsek düşünelim, insana,
doğaya, yaşama dair farklı şekillerde düşünmeye, farklı ahlak sistemleri üretmeye yol
açmaktadır ki, bu, bir bakış açısı olarak, demokrasi üzerine dair bir şeyler söylememizi
getirebilir, demokrasinin nasıl işlediğini daha iyi kavramamıza yol açabilir. Ama ilk önce
Darwin’in, farklı bir bakış olarak zihinsel şemalarda ne gibi bir değişime yol açtığını
anlamamız gerekiyor.

You might also like