Professional Documents
Culture Documents
Ismail Yurdakok
ismailyurdakok@yahoo.com
Aliyâ İzzetbegoviç(1925-2003)’in ünlü eseri Doğu ile Batı Arasında İslam, 1980 y
ılında tamamlandı. Batı medeniyetinin felsefî temellerini büyük bir vukûf ile or
taya koyan bu çalışma, bu yıl (2010) otuz yaşında. İzzetbegoviç’in 400 sayfalık
bu çalışmasında hem diyalektik materyalizme, hem de kapitalizme yaptığı eleştir
iler tazeliğini hâlâ korumakta. Kitabın yayınlanmasından sonra, 8 Ağustos 1983’t
e, on dört yıl hapse mahkum olduğunda elli sekiz yaşında olan İzzetbegoviç’in ek
onomi ile ilgili (diğer) görüşleri (de), otuz yıl sonra büyük ölçüde orijinalliğ
ini koruyor. Dünyanın her yerindeki ‘doğru bilginin İslâmî öğretinin bir parçası
’ olduğunu söyleyen Aliya İzzetbegoviç’in en önemli özelliklerinden biri de, soğ
uk savaş döneminde objektifliğini koruyarak bilgi üreten ender düşünürlerden bir
i olmasıdır.
“Bazılarına göre “târih kafa ile yürümez” (Marks (1818-1883); bazılarına göre is
e, tam tersine: târihi yapan dâhîlerdir (Thomas Carlyle (1795-1881). Bu örnekte
olduğu gibi, târihî materyalizmin karşısında Hıristiyan kişilikçiliği nasıl ki z
arûrî olarak duruyorsa; aynı mantığa göre tekâmülün (evrimin) karşısında yaratıc
ılık; menfaatin karşısında ideal; monarşizmin karşısında hürriyet; toplumun karş
ısında şahsiyet durmaktadır; “Arzuları yok edin” diyen dînin bu isteğinin ka
rşısına “Yeni yeni arzuları tahrîk edin” diyen çağdaş medeniyetin buyruğ
unun çıkması kaçınılmazdır. Sonuçta materyalizm ile maneviyatçılığın bir araya g
elmesi mümkün değildir: “biri birine gâlip gelemeyen iki deniz” (Kur’ân: 55: 19-
20). Hıristiyanlık kurtuluş va‘d ediyor ama bu sadece dâhilî (içsel) kurtuluştur
. Çin, Kore ve Vietnam’da ise kendilerini materyalist doktrinin en tutarlı örneğ
i olarak tanıtan çağdaş ütopyalar, esâsında tutarsızlığın açık birer örneğidirle
r. Bunların ideolojilerinde yeni bir ahlâk anlayışı bulunmamakta, fakat “tabanda
yeni münâsebetlerin yansıması” diyerek toplumlarının ananevî (geleneksel) mânev
î değerlerini ve bilhassa kanaatkârlık ve büyüklere saygı tutumunu devralıp, ken
di hizmetlerinde kullanmaktadırlar: çünkü kanaatkârlık, bu ülkelerdeki düşük hay
at standardı bakımından onlara uygun geliyor; büyüklere saygı ise kolayca dokunu
lamaz bir özellik olan iktidâra saygıya dönüştürülmüş bulunuyor. (s. 16-19)
PATLAYICI KARIŞIM : İSLAM VE SİYÂSET
İslam’ı, Avrupa’nın ıstılahlarıyla (terimleriyle) ifâde etmek hemen hemen imkâns
ızdır: Namaz ile prayer (dua); halîfe ile kral; cemâat ile (batı) toplum(u); abd
est ile yıkanma aynı anlamda değildirler. İslâm’ın din ile materyalizmin bir sen
tezi (bileşimi) olduğunu ve Hıristiyanlık ile sosyalizm arasında merkez noktasın
da bulunduğunu ifâde eden tarif çok kabadır. Bu tarif, gerçeğin bir tarafına, o
da ancak yaklaşık olarak, uymaktadır. İslâm, ne öbür iki doktrin arasında basit
aritmetik merkez noktası, ne de onların bir ortalaması değildir. (Meselâ) Namaz,
abdest ve zekât (biri birine o denli bitişmiş) parçalanamayan kavramlardır. (Di
ğer bir açıdan, örneğin) Kur’ân’ın, sıradan bir okuyucuya veya uzmana sistemsiz
göründüğü ve biri birine zıt unsurları (cennet/cehennem; rahmet/azâp; dünyâ/âhir
et; mümin/kâfir; hayır/şer) bir araya getirdiği intibâını uyandırdığı bilinir. N
e var ki Kur’ân edebiyat değil, yaşamdır. Dolayısıyla ona bir düşünce tar
zı değil, bir yaşama tarzı olarak bakmağa başlar başlamaz bütün güçlük ortadan k
alkar ve bu yanlış intibâlar da değerini kaybeder. Kur’ân’ın yegâne hâkîkî tefsî
ri (açıklaması) (gerçek) ‘yaşam’ olabilir ve bildiğimiz gibi, Hz. Muhammed’in ha
yâtı tam buydu. İslâm’ın (bugünkü) öğretisi(nde) (İslâm’la ilgili olarak yazılmı
ş çeşitli kitaplar da) Kur’ân’ın yazılı şeklinden farklı olarak anlaşılmaz ve çe
lişkili görünebilir. Fakat, Hz. Muhammed’in hayatında, tam mânâsıyla tabiî (doğa
l) bir âhenk içinde, sevgi ile kuvvet, ulvî ile tabiî, ilâhî ile insânî özellikl
erin çok etkili birliği ortaya çıkar. Dinle siyâsetin meydana getirdiği bu “patl
ayıcı karışım” milletin hayâtında muazzam bir enerji açığa çıkarmıştır. ‘İslâm’ı
n formülü’nün ‘yaşamın formülü’yle tam uygunluk içinde olduğu, ilk bakışta göze
çarpar, bu noktada. Gözlemcilerin intibâına göre, İslâm’ın tamamen değişik görü
ntüleri, bakanların (bakış) açıların(ın) farklılığından ileri gelmektedir: mater
yalistler İslâm’ı her zaman sadece din ve mistik olarak (“sağ” temâyül); Hıristi
yanlar ise sosyal ve siyâsal bir hareket (“sol” temâyül) olarak göreceklerdir. A
ynı dualizm izlenimi, içten bakıldığı zaman da gözlenir: temel İslâmî kurumlarda
n hiç biri ne saf din, ne de ilme (siyâset, iktisat, dış dünya) âit değildir. Ba
zılarının zannettiği gibi İslâm, insanları bir araya getirmeye yönelik siyâsî bi
r parola veya yeni bir milliyetçilik akımı değildir. İslâm, aslâ sırf millet olm
ak istememiş (Kur’ân, 3:190, 22:41), mânevî bir vâzîfe îfâ eden bir “ümmet” olma
k istemiştir. (s. 21-24)
ÜÇÜNCÜ YOL: İSLÂMÎ YOL
Gelecek için ve pratik insânî çabalar bakımından İslâm, bedenen ve rûhen âhenk i
çinde bulunan insanları yetiştirmek ve kânunları ile sosyo-politik kurumları ile
bu âhengi koruyacak şekilde kurulmuş olan bir toplumu meydana getirmek için yap
ılan bir çağrıdır. İslâm, durmadan iç ve dış dengenin gerçekleşmesini arar veya
araması îcâp eder. Bundan daha doğal ve fakat imkânları daha az araştırılmış ve
tecrübe edilmiş hiçbir çağrı/talep yoktur. Bu hedef bugün de (1980) İslâm’ın önü
nde duruyor. İslâm’ın târihî görevi işte budur. Bugün fikrî, hissî ve siyâsî bak
ımlardan biri birinden tamamen ayrı iki dünya (kapitalist ve sosyalist) vardır.
İnsan dünyasının esas ikiliği ile ilgili târihî devâsâ tecrübe gözlerimizin
önünde cereyân etmektedir. Böyle olmakla beraber, dünyanın bir kısmı bu kutupla
şmadan uzak kalıyor ve bunun büyük bölümünü İslâm memleketleri teşkîl ediyor. Bu
gerçek hiç de tesâdüfî değildir. Müslüman milletler hissediyorlar ki, cereyân e
den ideolojik çatışmada onları alâkadar eden hiçbir şey yoktur...İslâm sosyalizm
le Hıristiyanlığın hakîkat paylarını sadece tanımakla kalmıyor, bilakis üzerinde
ısrarla duruyor. İşte İslâm’ın üstünlüğü, onların hakîkat paylarını tanımasında
dır. Dünyadaki zıddıyetler -ki târihî ifâdesi mevcut (soğuk savaş dönemindeki d
oğu ve batı/kapitalist ve komünist) bloklardır- ancak ve ancak bu iki dünyanın
adâlet paylarını da teslim edecek üçüncü bir dünyanın kurulmasıyla yenilebilir.
Biri biriyle çatışan ideolojilerin aşırılıklarıyla insanlığa empoze edilemeyeceğ
inin ve bir senteze, orta pozisyona doğru gidilme mecbûriyetinin âşikâr olduğu b
u zamanda, biz göstermek istiyoruz ki, İslâm, bu doğal fikir akışına âhenkli bir
tarzda bağlanıyor, bu fikirleri kabul ve teşvîk ediyor ve peyderpey onların en
tutarlı ifâdesi oluyor. Doğu ile Batı arasında geçmişte birçok defa bir köprü va
zîfesini görmüş olan İslâm, (bugün ve bu konularda da) kendi öz vazîfesini müdr
ik olmalıdır. Geçmişte eski medeniyetler ile Avrupa arasında aracılık yapmış ola
n İslâm, bugün, bu dramatik çıkmaz ve alternatifler zamanında, parçalanmış dünya
da, aracılık rolünü tekrar devralmalıdır. Üçüncü, yani İslâmî yolun mânâsı işte
buradadır. Bu kitap Doğu ve Batı Arasında İslâm bir teoloji (din kitabı) değild
ir; yazarı da teolog (din bilimci) değildir. Bu çalışma, İslâm’ı bugünkü neslin
konuştuğu ve anladığı dile “tercüme teşebbüsü”dür. Şüphesiz “kusursuz tercüme” d
e yoktur. (s. 26)
RAFAEL’İN ELİNDEN HOMME MACHİNE’E
Materyalistlere göre insan “mükemmel hayvan”dır. “Homme machine”, “biyolojik mak
ine”...Onlara göre insan ile hayvan arasında kalite değil, sadece derece farkı v
ardır. Sosyal insanı ilk defa Engels tahlîl ediyor ve onu sosyal ilişkilerin vey
a daha açık ifâdeyle üretim ilişkilerinin bir ürünü olarak gösteriyor. Bu suret
le kendi gerçeğinden soyutlanmış ve sadece biyolojik bir gerçek olarak gösterile
n insanı Darwin (1809-1882) ele alıyor. (İngiliz doğa bilimcisi) Darwin de, konu
şan, dik yürüyen ve alet yapan bu mahlûkun(yaratığın), doğal ayıklanma ve hayatt
a kalma mücâdelesinin netîcesi olarak, yakın hayvan atalarından geliştiğini, gây
et mantîkî bir tarzda gösterecektir...Şimdi bir de Sistine kilisesinin Michelang
elo tarafından yapılan tavan tasvîrlerini, Cennetten Kovulma”dan, Âdem’in yaratı
lmasından Korkunç Mahkeme’ye kadar bir süreci gözlerimizin önüne seren bu tasvîr
leri gözden geçirirsek, ister istemez, dünya târihinin belki en heyecanlandırıcı
sanat eserleri olan bu resimlerin mânâsını kendi kendimize sorarız. Bunlar bahs
ettikleri o büyük olaylar hakkında acaba herhangi bir gerçeği içeriyorlar mı? Eğ
er öyleyse bu gerçek nedir? Veya daha açık bir ifâde ile: bu resimler gerçeği ne
bakımdan yansıtmaktadırlar ? Yunan trajedileri, Dante’nin Cennet Cehennem Vizyo
nları, zencîlerin rûhânî şarkıları, Shakespeare’in dramları, Faust’un Cennet’te
Prolog’u, Malenezya maskları, eski Japon freskleri...nin Darwinci insanla hiçbir
alakası yoktur ve bunlar insanın kendisi veya çevresi hakkında edindiği bir int
ibâ olarak da tasavvur edilemez. Kurtuluş Dini kavramının arkasında ne türde bir
dünya telâkkîsi gizlenmektedir? Dramatik mâhiyetli olan bu isim ne mânâ taşıyor
? Alexis Carrel(1873-1944) ise (yüz yıl önce) başka türlü bir târif yapıyordu: “
İnsan, kölesi olduğu şeylerin işleyebilmesi için tüketim maddelerini durmadan tü
ketmeye mecbûr olan homo economicus’tur. Fakat o aynı zamanda şâir, kahraman, e
vliyâdır. İnsan sadece bilimsel tekniklerin tahlîllerine tâbî tutulan ve bir çok
bakımdan hayret verici şekilde karışık bir varlıktan ibaret olmayıp, bütün insa
nlığın irâde, düşünme ve çabalarının mücessem bir örneğidir” (Carrel, Man The-Un
known’dan) (s. 38)
“(Öte yandan) “İnsânî” kavramının, insanın aklında biri birine hemen hemen zıt,
iki mânâ çağrıştırdığına işâret edelim: “Biz insanız” demek: “biz günah işleriz”
, “zayıfız, cismânîyiz” demektir.”İnsan olalım” ise, yüksek bir varlık olduğumuz
u, bazı yüksek taahhütlerimizin bulunduğunu; bencil olmamamız, insanca hareket e
tmemiz gerektiğini hatırlatan bir çağrıdır. Hümanizm, insan kelimesinden türetil
miştir ve daha yüce olan, ahlâkî özellikler ifâde eder. “İnsan” adı ile aynı şek
ilde bağlı bulunan kavramların bu iki türlü mânâsı, insan doğasının ikiciliğinin
bir sonucudur. Bu ikiciliğin bir tarafı dünyevî, öteki tarafı uhrevî(âhiretle i
lgili)dir. Rafael’in (1483-1520) resimlerini eli değil, rûhu yaratmıştı
r. Beethoven en kıymetli eserlerini tamâmen sağır olduğu bir zamanda v
ermiştir. Biyolojik gelişme ilelebet sürse bile, üçüncü bir faktör (ruh) olmadan
, el tek başına değil Rafael’in resimlerini, târih öncesi ressamının Sahrâ mağar
alarında bize bıraktığı resimlerin en iptidâîlerini bile yapamaz. (s. 39)